1 Aralık 2016 Perşembe

Sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız
İslam askerleri Bedir Gazvesi'ne giderken Mekkeli müşriklere ait kervanın kaçıp kurtulduğu haberi alınmıştı. O zaman bazı müslümanlar Medine'ye dönmenin daha uygun olacağını düşündü. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz, ashab-ı kiram'ın görüşlerini almak istedi. Ensar adına söz alan Sa'd İbni Muaz ayağa kalkarak şunları söyledi:
-Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik. Bize getirdiğin dinin hak olduğunu bütün varlığımızla kabul ettik. Seni dinleyip itaat etmek üzere sana söz verdik.
Ya Resûlallah! Nasıl uygun görürsen öyle yap. Biz seninle birlikteyiz. Seni hak din ile ve Kur'an-ı Kerîm ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız..."
Medineli her Müslüman kardeş olduğu Mekkeli Müslümana malının yarısını veriyordu Muhacir kardeşlerine karşı misafirperverliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, insanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı. Bununla da kalmayıp hurmalıklarını da Muhacir kardeşleriyle paylaşmak için Peygamberimize (a.s.m.) bir teklif götürdüler. Muhacirler Mekkeli oldukları için o ana kadar tarımla meşgul olmamışlardı. Bu tekliflerini Peygamberimiz  (a.s.m.) geri çevirdi. Fakat Ensar buna da bir çare buldu. Tarımdan anlamayan Muhacirler, sadece hurma ağaçlarının bakımı ve sulamasıyla ilgilenecekler, Ensar da ekip biçecekti. Hasat mevsimi gelince toplanan hurmalar yarı yarıya paylaşılacaktı. Peygamberimiz (a.s.m.) sunulan bu teklifi kabul etti.
Ama Muhacirler, “Ensar kardeşlerimiz bize mal mülk verdi, ihtiyaçlarımızı giderdi, barınacak ev verdi” diyerek boş durmadılar. Herkes elinden gelen gayreti göstererek, kardeşlerine yük olmamaya çalıştı.
Bunun en canlı örneğini aralarında kardeşlik bağı kurulan Sa’d bin Rebi ile Abdurrahman bin Avf arasında yaşandı.
Hz. Sa’d, Hz. Abdurrahman’a, “Ben Medineli Müslümanların en zenginiyim,
malımın yarısını sana ayırdım” dedi. Dünyada iken cennetle müjdelenen
on sahabiden biri olan Abdurrahman bin Avf’ın verdiği cevap,
kardeşinin getirdiği teklif kadar düşündürücüydü:
“Kardeşim, malının ve mülkünün hayrını göresin, benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alışveriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir.”
Çarşının yolunu öğrenen Abdurahman bin Avf, Peygamberimizden (a.s.m.) de bereket duası alınca çok geçmeden Medine’nin sayılı tüccarları arasında yer aldı.



Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ve Allah’ın dinini ve ahkamını beyan eden Kur’ân-ı Kerime toplu olarak yapışın ve dağılmayın. Ey mü’minler! Cenab-ı Allah’ın sizin üzerinize ihsan buyurduğu şol zamandaki nimetini zikredin ki o zamanda birbiriniz ile düşman idiniz. Allah’u Teala iman nuru ile kalplerinizi telif etti de akşamda birbirinizle düşman iken sabah vakti kardeş oldunuz. Allah’ın nimetlerini tefekkür edip bir daha tefrikaya düşmemeniz lazımdı.” (Âl-i İmrân Sûresi, 103)
Diğer bir mânâya göre “Ey Müslümanlar hep birlikte Allah (c.c.)’ın ipi diye vasıflandırılan Kur’ân-ı Kerime, Rasulü Ekrem’e, İslam dinine sımsıkı sarılın, ahlâk-ı peygamberiyye ile ahlaklanarak birliğiniz ile yetinir olup, birliğinizi bozacak varlığınızı târumar edecek ayrılık sebeplerine meydan vermeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinizin düşmanları idiniz, O sizin kalplerinizi birleştirdi ve Allah’ın bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz.”
Yani İslam nimetiyle müşerref olmadan evvelki hayatınızı düşünün İslam’ın nûru doğar doğmaz bu düşmanlık yerine emsalsiz bir kardeşlik sevgisi hakim oldu. Herkes birbirini Allah için sever olup, şefkat ve merhamet hissi ile yaşar oldular. İşte bu ayeti celile tefsirinde beyan olduğu üzere Evs ve Hazrec kabileleri bir ana ve baba evladından oldukları halde uzun zaman sonra çoğaldıklarında aralarında buğz ve adavet artıp böylece aralarında kanlı muharebeler olmuştur.
Cenab-ı Hakk nur-u İslam ile aralarındaki buğz u adaveti muhabbete tebdil buyurdu. Bu mealde daha pek çok ayeti celileler vardır. “Müminler hemen ancak her halde kardeştir. Artık iki kardeşinizin arasını bulun ve Allah’tan korkun ki rahmet ve mağfiretine mazhar olasınız” (Hucurât Sûresi, 10) demektir. Bu ayeti kerimeden de anlaşılıyor ki umum insandan fani hayatlarını temsili olan bir babaya bağlı oldukları gibi müminler de ebedi saadeti temin eden imana mensupturlar. Ayeti celiledeki “Allah’tan korkun ki siz esirgenesiniz” emr-i ilahisi din kardeşliğinin şartına ve haklarına riayet hususunda Cenabı Allah’tan korkmayı tavsiye buyuruyor ki ancak bu sayede inayet-i ilahiyye’ye erilebilecek ve bu kardeşliğin hakiki tahakkuku neticesi olarak her mümin diğer mümin kardeşine gönlünde şefkat ve merhamet hissetmeye başlar. Bir vesile hayatta mesut olarak görülür. Ve böylece bir mümin herhangi bir din kardeşini gözettiği halde maddi ve manevi zarar ve tehlikelerden kurtarmaya gayret etmiş olur.
Eğer bir mümin diğer mümin kardeşini cehalet karanlığından kurtarmaya çalışıp, ilm ü irfan nuruna kavuşturmaya çalışmazsa kendi üzerine düşen kardeşlik, şefkat ve merhamet hukukunu yapmamış sayılır. Halbuki Kur’ân-ı Kerim ise Müslümanların ferdî kalmayıp daima ictimaî olmalarını emretmektedir. Nitekim şu hadisi şerif bu manayı müeyyiddir.
Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz buyuruyor ki: “Kendisi için sevdiğini herhangi bir müslüman kardeşi için de sevmeyen müminin imanı kamil olmaz. Müminler birbirleriyle kardeş ve tek insan gibi dindaş olunca pek tabiidir ki ebedi din kardeşliğinin fani din kardeşliğinden daha bir azametli ve kıymetli olduğu şer’an sabit olur.”
İşte Müslümanların ferdî kalmayıp ictimaî olmalarını şart kılan bir hadisi şerif daha: “Müminler tek bir vücut gibidir ki onun herhangi bir azası şikayet ederse diğer azaları da onun rahatsızlığına iştirak ederler.” İşte görülüyor ki İslam’ın kıymet ve ehemmiyet verdiği yakınlık hep din iman yakınlığı. Nitekim bu ilahi hakikati Hakk Teala Hazretleri Nuh aleyhisselama babasının emrine isyan eden oğlunun ehlinden olmadığını şu ayeti celilede beyan buyurmuştur. “Ey Nuh o katiyen senin ehlinden değildir çünkü onun işlediği gayet kötü bir iştir.” (Hûd Sûresi, 43)
Bu ayeti kerime kat’i surette delâlet ediyor ki hakiki yakınlık iman yakınlığıdır, yoksa iman rabıtasından mahrum bulunan herhangi maddi ve fani yakınlık sarahaten nefy ile reddedilmiştir. Nitekim şu ayeti celile bu hakikati daha vâzıh bir şekilde açıklamaktadır. “Cenabı Allah’a ve ahirete inanan hiçbir kavmin Allah ve Resulüne muhalefet eden kimselerle dost olduğunu görmezsin velev ki onlar, onların babaları yahut oğulları, kardeşleri ve en yakın akrabalarından olsunlar.” (Mücâdele Sûresi, 22) İşte bu ayeti kerime dini bir rabıtanın feyzinden mahrum olan akrabalıkları nasıl kökünden yıkmış olduğu görülüyor.
“Kıyamet günü takva sahiplerinden başka bütün dostlar birbirine düşmandırlar.” (Zuhruf Sûresi, 67) Büyüklerden bazıları şöyle buyurmuşlar. “Hayırlı arkadaş insanın öz nefsinden daha hayırlıdır.” Çünkü insanın nefsi daima kötülükle emrettiği halde iyi arkadaş daima hayra vesile olur ve daima kardeşine faydalı olmaya çalışır. Allah rızası için kardeş olmak bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından vaz’-u tesis edilmiş bir sünnet-i seniyyedir. İslam tarihinde bu kardeşlik iki defa vuku bulmuştur.
Birincisi hicretten evvel Mekke’yi Mükerreme’de muhacirler arasında, ikincisi de hicretten sonra Medine-i Münevvere’de muhacirlerle ensar arasında vuku bulmuştur. Muhacirler ensar’ın, ensarda muhacirin malına vâris oluyorlardı. Bilahare bu miras hükmü Bedir gazvesinden sonra ayetle nesh edilmiştir. Hadisi şerifde buyuruluyor: “Allah’ın kardeş kullarından olunuz.” Diğer bir hadisi şerifte “Müslüman müslümanın kardeşidir. Binaenaleyh ona zulmetmediği gibi onu başkalarının zulmü tecavüzüne bırakmaz.” Diğer hadisi şerifte “Müslüman müslümanın kardeşidir binaenaleyh ona zulüm etmediği gibi onun bütün felaketlerine acı ve ıstıraplarına iştirak eder onu yalnız bırakmaz. Hiç bir vecih ile ondan yardım ve alakasını kesmez.” Buhari’den hadisi şerif: “Cenabı Hakk, kendi gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde yedi sınıf kavmi gölgesi ile gölgelendirecektir. O yedi sınıftan biri de, iki kimse birbiriyle dünyadayken sırf Allah için sevişmiş ve bu minval üzere yaşayıp ve bu hal üzere ölmüş olan kimselerdir. Kin nefret beslemeyin bilakis hep birlikte Allah’ın kardeş kullarından olunuz” buyrulmuştur. Diğer hadisi şerifte: “Kıyamet gününde bana en ziyade yakın olan ahlak-ı hasenesi ziyade olandır.” Ayeti kerimede akrabalık bizzat Cenabı Rabbil aleminin ismi celili ile birlikte zikredilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki dini ve dünyevi yakınlığın hukukuna riayet edilmesi lüzumu dinimizin esaslı hüküm ve emirlerindendir.
O halde her Müslümana düşen vazife maddi ve manevi bütün kardeşlik ve akrabalık bağlarına son derece riayet edilmesi lazımdır. Çünkü herkes bir ana ve babadan yani Adem ve Havva’dan doğmuş kardeşlerdir. Bilhassa Müslümanlar bir rabıta ile olan iman ile bağlanmış akrabalardır ki cihanda hiçbir rabıta bununla ölçülemez. İman rabıtasıyla... Nitekim kutsi bir hadisi şerifte buyuruluyor meali: “Ey akrabalık ben Rahmanım sen Rahimsin. Kendi isimlerimden birini senin için ayırdım. İzzetim ve Celalim hakkı için senin hukukuna riayet edenlere rağbet ve mağfiret eylerim. Senden alakalarını kesenlere ben de lütuf ve inayetimi kesmiş olurum.” demek. Hadisi şerifte buyruluyor: “Yeryüzündeki insanlara merhamet etmeyen kimseye gökyüzündekiler merhamet etmez. Keza merhamet edenlere Rahman olan Allah Teala rahmet eder. Ey müminler yeryüzündekilere rahmet ve merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsin” buyrulmuştur.
Diğer hadisi şerif: “Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz.” buyrulmuştur. Musa (a.s.): “Ya Rabbi Senin indi uluhiyetinde eazz-ı ibadın kimdir?” diye Musa (a.s.) sual ettik d. Hakk Teala Hazretleri “Kendisine eza edenin cezasını vermeye kudreti olduğu halde affedendir.” buyuruyor. Buhari sahih hadiste, Ebu Hüreyre (ra)’ın rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Çok güreş tutan makbul pehlivan kuvvetli değildir, asıl kuvvetli kahraman gazap zamanında intikam hırsıyla kanı kaynadığı sırada nefsine malik ve iradesine hakim olandır.”
Yine Ebu Hüreyre (ra)’dan rivayetle Nebi (sav)’e bir kişi gelir; “Ya Rasûlullah bana nasihat buyur” temennisinde nasihat ricasında bulundu. Resulü Ekrem (sav) “gadaplanma” buyurdu, bunun üzerine o adam Efendimize tekrar tekrar nasihat ricasında bulundu her defasında “gadaplanma” buyurdu. Rasulü Ekrem (sav) bu âdemin mükerreren isteklerine karşı yalnız gadaplanma diye ısrar ile cevap vermeleri o âdemin hali tavrında asabilik görmesinden dolayıdır. Beyzavi’nin beyanına göre insana arız olan nizâ ve öfkelenmeye sebebiyet veren ekseriyetle gadap ve şehvet gibi kötü ahlakın sıfatları tesiriyledir demiştir.
Bir kimse Rasûlullah (sav)’in önüne gelerek: “Ya Rasûlullah din nedir?” diye sordu, Buyurdu ki: “Hüsnül hulk; güzel ahlaktır.” O kimse sağ tarafından gelip, yine “din nedir?’ diye sordu. “Güzel ahlaktır” buyurdular sonra sol tarafından gelince, yine “güzel ahlaktır” buyurdular. Daha sonra arka tarafından gelip sorunca Rasûlullah (sav) onun tarafına iltifa buyurup “Anlamadın mı o gazap etmemektir.” buyurdu.
Rasûlullah (sav) efendimiz küffar-ı Kureyş tarafından senelerce eza ve cefa görmekteydi. Mekke’yi Mükerreme’nin fethinde Kureyş rüesasına hitaben; “Ey Kureyş cemaati şimdi size ne muamele edeceğimi sanırsınız?” diye sordu. Fahrül Mürselin (sav) Efendimizin ne derece merhametli ve alicenap olduğunu bilen Kureyş müşrikleri ve Mekkeliler “Senden hayır umarız” dediler. Rasulü Ekrem (sav) efendimiz de Yusuf (a.s.)’ın kardeşlerine dediği gibi; “Benden size geçmişte olan için muaheze ve tesrip yoktur. Haydi gidiniz kardeşsiniz,” buyurdular. İşte Rasûlullah (sav)’in bu umumi affı ile beşeriyete hitaben onları hakka, adalete, affa, intibaha davet buyurmuş oldular.
Hakk Teala hazretleri Musa (as)’a hitaben buyuruyor: “Benim için bir amelin var mıdır?” Cevaben Musa kelimullah da: “Ya Rabbi, namaz, kıyam, sadaka, zikir ibadetlerim senin içindir” dedi. Hakk celle ve ala hazretleri buyurdu ki; “Namaz sana burhandır, oruç cehennem ateşine siper, sadaka defi beladır, zikir de nurdur. Bana mahsus amelin nedir?” buyurdu. Musa (as): “Ya Rabbi sana mahsus amele delalet eyle” dedi. Hakk Teala hazretleri de buyurdu ki; “Ya Musa benim için benim sevdiğim bir dostuma bir veliye muhabbet ve bir düşmana adavet eyledin mi?” İşte hubbu fillah, buğz u fillah mü’minlerde fâriza oldu.
Hakk Teala hazretleri İsa (as)’a hadisi kudsisinde şöyle buyurmuştur. “Şefkatte güneş gibi, tevazuda toprak gibi, sahavette akan ırmak gibi, kusurları setirde gece gibi ve hilimde meyyit (ölü) gibi ol buyurmuştur.”
Hakk Teala buyuruyor: “Habibim sen irşad etmek istediğin kimselere de ki: “Eğer siz Allah’u Teala’ya muhabbet ederseniz, bana ittiba edin ki Allah Teala size muhabbet etsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun” demektir. Keza Kur’ân-ı Azimüşşan’da: “Muhakkak Ya Ekremerrüsûl sen ahlâk-ı azîme sahibisin.” buyuruluyor. Bu ayeti celile ile Hak Subhan ve Teala hazretleri, habibinin yüksek ahlakını medih buyurmuş.
Zira Kur’an ahlakıyla tahalluk ettiğin cihetle evvelîn ve ahirîn ahlak-ı hamidesini câmi olduğundan diğer insanlar indinde azâmet ve şan sâhibi olan pek güzel ve yüksek bir ahlâka maliksin demektir.
Hadisi şerifte Efendimiz (sav) buyuruyor: “Ben ancak mekarimel-ahlakı, insanlık faziletini tamamlamak için gönderildim.”
Buhari’de Ömer (ra) rivayet ediyor. “Beni methü senada Meryem oğlu İsa (as) hakkında mübalağa edildiği gibi haddi aşmayın ben ancak bir kulum, o halde bana sadece Allah’ın kulu ve peygamberi deyiniz.” buyurulmuştur.
Ebu Hüreyre (ra)’dan rivayetle (sav) efendimiz buyuruyor: “Allah’ım herhangi bir mümine ağır bir söz söylemiş olursam, sen o sözümü kıyamet gününde o mümin için sana yakınlık kıl.”
Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz buyuruyor: “Ya Rabbi! Ben bir insanım, her insan gibi benim de gazaplandığım zaman olabilir. Ümmetimden herhangi bir kişiye layık olmadığı bir söz ile iltifat edersem, o sözümü, o mümin için günahından mağfiretine ve sana yakınlığa vesile kıl da, kıyamet gününde bu vesile ile divan-ı ilâhine o kimse yaklaşsın.” buyurmuşlardır.
Ve bu iki hadis-i sahih de ümmetine bir numune-i imtisaldir ve ahlâk-ı haseneyi ümmetine ta’lîmdir. Hakk Teala Hazretleri cümlemizi ahlakı peygamberi ile mütehallık buyursun.
Hazreti Ömer (ra)’ın şu mealde bir sözü bir düstur halinde her müslümanın kalbine nakşolunmalıdır. Ömer (ra) buyuruyor: “Sizden biriniz candan bir arkadaşından sevgi ve samimiyet görünce ona sımsıkı sarılsın. Çünkü bu her zaman ele geçmeyen bir devlettir.”
Kur’an-ı Hakim; hayırlı bir dosttan mahrum kalmanın hicran ve hüsranını şu ayeti kerimede ne kadar beliğ olarak beyan buyuruyor: “Kıyamet gününde mücrimler, bizi ancak bizden önceki mücrimler saptırdı. Artık bizim için ne şefaatçiler ne de candan bir dost yoktur, diyecekler. Dünyada mücrimlerle ülfet edip candan dost kazanmayanlar şefaatçi de ümit etmiyorlar.” (Şuarâ Sûresi, 100-101) Bu ayeti celilenin şerhinde Ruhu’l-Beyan tefsirinde şöyle beyan olunur: Kıyamet gününde mümin muhasebeye getirilir. Hasenatı seyyiatına müsavi geliyor. Bir hasene muhtaç olur ki kendisinden bir alacaklı davacı olan hasmına verip de onu razı edebilsin. Allah Teala buyurur ki: “Eğer bir hasenen olursa seni cennete koyarım. Bak, nasdan talep et, ola ki sana bir hasene hediye eden olur. Varıyor babasından ve anasından bir hasene istiyor. Onlar diyorlar ki (ana-baba): ‘Bu günkü günde biz de bir haseneye muhtacız.’ Me’yus olarak yerine avdet ediyor. “Ey kulum! Benim rızam için bir sadık dostun da mı olmadı?” O zaman kul, sadık bir dostunu hatırlıyor, gidiyor ondan bir hasene istiyor. O sadık dostu veriyor, avdetle Rabb Teala’ya arz ediyor. Hak Teala hazretleri: “Kabul ettim, muhakkak seni de o sadık dostunu da affettim,” buyuruyor. İşte bir sadık dost kazanmanın fazileti. Din karabetinin kan karabetinden üstünlüğü zahir oluyor. Bu ayeti celile de sadıklarla ülfet etmenin ehemmiyetine binaen ittikaya mukarin olarak te’kîden doğrularla beraber olmayı Hakk Teala hazretleri takdir ve istifade ile emir buyuruyor:
Şu iki hadisi şerif te bu hakikati izah ediyor: Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz buyuruyor: “Salih ve sadık ahbabı çoğaltınız. Ola ki onlar şefaat ederler.” Diğer bir hadisi şerifte buyruluyor: “Salih ihvana malik olmak insanın saadet ve selametindendir.”
Hakk Teala hazretleri Davud (a.s.)’a vahiy buyurmuş: “Ey Davud! Ne sebepten seni böyle yalnız olarak görüyorum?” Davud (a.s.) şu cevabı vermiş: “Ya Rabbi! Seni razı kılayım diye insanları gücendirdim.” Bunun üzerine Allah Teala hazretleri şöyle buyurmuş: “Ey Davud! Kendine gel, sadık ve candan kardeş olmaya bak! Yalnız benim rızamı kastetmeyen bir sevgi ile sana yaklaşmaya çalışanlarla dost olma. Zira benim muhabbetimden mahrum olan bir kimse sana dost değildir. Senin kalbine kasvet verir ve seni benden uzaklaştırır.”
Bir hadisi kutsîde şöyle buyrulmuştur: “Ancak benim için sevişen, benim için birbirini ziyaret eden, benim için birbirine yardımda bulunan ve sırf benim rızamı tahsil için insanlarla dost olan kimselere benim de muhabbetim muhakkak ve katidir.” Eserde varid olmuştur ki; “Ey insanlar, sizin Allah tarafından en çok sevileniniz insanlarla güzel güzel geçineninizdir.”
Hz. Ömer (ra)’ın kıymetli bir sözü; “Bir kimse gündüz saim olup, gece de ibadetle kaim olsa, hayır hasenat yapsa, cihada gitse fakat sevdiğini Allah için sevip, sevmediğini Allah rızası için sevmedikçe yaptığı ibadetlerden bir fayda göremez.” Çünkü kalpte maraz var. Netice o... Allah cümlemizin kalplerini envar-ı ilahi ile tenvir buyursun. Amin.
Hakiki müminlerin esaslı vasıflarından örnek ahlâkından bazılarını şu hadisi şeriflerle bildirilmektedir: “Mümin gayet sıcak kanlı, ince ruhlu ve yüksek seciye sahibidir. Pek çabuk sevilir ve kendisi ile anlaşmak çok kolay olur. Bu sıfatlara haiz olmayanda hayır yoktur.” Diğer hadisi şerif: “Müminler birbirlerine şefkat ve merhametli olmakta ve yekdiğerini manevî kardeşlik hissiyle sevmekte sanki tek bir can gibi yekvücut olarak görürsün. Onların herhangi bir azası müteessir olsa diğer azaları derhal onun teessürüne ve ıstırabına yardıma koşarlar. Keza müminler bağlılıkta bir binaya benzerler. Binanın tuğlası gibi yekdiğerini te’yid ve takviye ederler. Keza mümin, müminle buluştuğunda iki ele benzerler ki her biri diğerini yıkar.” İki mümin bir araya gelince mutlaka birbirinden istifade ederler. İşte bunlar hakiki müminlerin gerçek vasıflarındandır. Bu esaslı sıfatlar şahsında bulunmayan bir müslümanın şüphesiz imanı zayıf ve insanî terbiyesi de noksandır. Cenabı Hak cümlemizi muhafaza buyursun. Amin.
İlimden daha nafi (faydalı) istifadeli hazine olmaz. Mal tükenir, çalınır çürür yanar. Ahiret yolcuğuna gitmez. Daha ilmin fazaili çok. Bitmez tükenmez vasıfları vardır. Cenabı Hakk cümlemizin ilim ve irfan ile kalplerini tenvir, ahlakımızı ilim sıfatı üzere mütehallık olmak müyesser buyursun. İlimden en karlı mal olmaz, amelden en iyi nefsi yoldaş ve karin olmaz, takvadan en aziz şeref olmaz sabırdan ala hasene sevap olmaz, yumuşaklıktan mülayim deva olmaz. Tama’dan en zelil fakirlik olmaz, huşudan ahsen indallah ibadet olmaz...
Güzel ahlâklardan bazıları şunlardır: Sabır, ihlas, istikamet, tevazu, tevekkül, sehavet, haya, hilim, şükür, adalet, ilim talebi, rıza tefekkür, teenni, mülayemet, hüsn ü zann, hüsn ü muaşeret, teslimiyet, affetmek, tasadduk, emr-i bil maruf, nehyi anil münker, müminlere güler yüzlü olmak, ezası az olmak, hıfz-ı lisan, sadık ve doğru olmak, keza hayatı ibadet, ameli çok olmak vesaire...
Rasûlullah (sav)’in ümmetine hitaben buyurduğu haccetül vedada son nasihati hulasa: “Her birinizin kanı ve malı diğerine haramdır. Meğer ki hüsnü rızası ile malını vermiş olsun. Kıyamet gününde hepiniz Rabbinizin huzuruna geleceksiniz. Cenab-ı Hakk amellerinizden soracak ve amellerinize göre mizana koyulacaktır. Sakın benden sonra küffar gibi fırka fırka olup da yekdiğerinizle dövüşmeyiniz ve onu öldürmeyiniz.”
Rasûlullah Efendimiz (sav) buyuruyor: “Ey Nas, kadınlarınızın üzerinde haklarınız vardır ama onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Onlar sizin hukuklarınıza riayet etmelidir, siz de onlara hüsn-ü muamele etmelisiniz. Müminler hep birbirinin kardeşidir. Ben size lazım olan ahkâm-ı şeriyye’yi tebliğ ettim. Ben size iki şey bıraktım ki onlara temessük ettikçe hiçbir vakit dalalette kalmazsınız. Onların biri Allah’ın kitabı ve diğeri de Peygamberin sünnetidir.”


Allah Teâlâ Hazretleri Hucurât sûresinde:
“Mü’minler ancak kardeştirler. Onun için (her hangi bir anlaşmazlıkta) kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allah’tan korkun ki, rahmete şâyân olasınız..” (Hucurât sûresi /10) buyurmuştur.
Gerçekten mü’minler bir köke, bir asla bağlıdırlar ki, o da ebedî hayâtı tahakkuk ettiren îmândır.
Mü’minlerin haklarını korumak ve menfaatlarını gözetmekteki din kardeşliğinizi Allah’tan korkarak yapın! Kardeşlik olan yerde şefkat ve merhamet vardır.
Bir kul kendi şahsı için arzuladığı şeyleri mü’min kardeşleri için de arzulamazsa, îmânı kemâle ermiş sayılmaz. Nitekim; Rasûlullah (s.a.) bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyor:
“Sizden herhangi biriniz şahsı için arzuladıklarını mü’min kardeşleri için de arzulamadıkça, îmân etmiş olmaz.”
Diğer bir hadîs-i şerifte:
“Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek îmân­dan bir cüzdür.” buyurulmuştur.
Şu halde, şer’i şerîf’e uygun şekilde birbirlerine acı­mak, birbirlerini sevmek, birbirleriyle yardımlaşmak, İslâmiyet’in haklarını korumak ve Dîn-i Muhammedî’yi mecdine ulaştırmak, bütün müslümanların üzerine vâcibdir. Ve bu bakımdan bütün mü’minler tek kişi, tek vücûd gibidirler.
Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz şu hadîs-i şeriflerinde bunu ne güzel ifâde buyurmuşlardır:
“Birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minlerin bir vücud gibi olduklarını görürsün!.. (Bu vücûdun) bir uzvu muzdarip olduğu takdirde diğer kısımları da uykuyu kaybedip ateşler içinde onun ızdırâbını duyarlar.”
“Mü’min, kardeşiyle çok, kendi başına azdır.”
Allah Teâlâ Tevbe Sûresinde:
“Erkek kadın bütün mü’minler (tevhîdde) birbirlerinin velîleridirler.” (Tevbe Sûresi/71) buyurmuştur. Yani mü’minler tevhîdde birleşmek suretiyle hem dünya ve hem de âhiret işlerinde birbirlerinin yardımcısıdırlar, demektir.
Şüphesiz ki, dînî bağlılık, temeli toprak olan ailevî akrabalıktan daha kuvvetlidir.
Dîne hizmet etmek ancak ve ancak bütün İslâm alemindeki müslümanların aynı gaye etrafında birleşip aynı duygularla ümmet-i İslâm’ı ve şeriatlarını her türlü tehlikeden korumak ve zafere ulaştırmakla mümkündür.
Müslümanlar kendi aralarında Allahu Teâlâ’nın emrettiği şekilde birleşmiyor ve Allah’ın gösterdiği yolun hâricinde bir yol tâkib ediyorlarsa, Allah muhafaza buyursun, zilletin çukuruna yuvarlanmışlar demektir.
Bu takdirde dinlerinin düşmanlarına boyun eğmek, onların kabzasına düşmek ve istibdâdları altında yaşa­mak mecburiyetinde kalırlar.
Hak Teâlâ Hazretleri Enfâl Sûresinde:
“Birbirinizle nizâlaşmayın! Sonra içinize korku düşerek devletiniz elden gider.” (Enfâl Sûresi, 46) buyurmaktadır.
Şu halde, ancak kalbler ve gayeler birleştiği zaman nusret ve selâmete ulaşılır, dilekler kemâliyle tahakkuk eder.




Allah Teâlâ buyuruyor:

“O halde sen, maiyyetindeki tevbe edenlerle beraber emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et! Aşırı gitmeyin. Çünkü o, ne yaparsanız hakkıyle görücüdür. (Hûd suresi, 112)

* * *

Ebû Ali es-Sünüsi -rahmetullahi aleyh- demiştir ki: Rü’yamda Rasûlullah (s.a.v)’ı gördüm. Dedim ki:

- Ya Resalallah, senden “Hud sûresi beni ihtiyarlattı” meâlindeki hadîs-i şerîf rivâyet olunmuştur.

-Evet.

-Orada sizi ihtiyarlatan enbiyâ kıssaları ve ümmetlerinin helâk haberleri midir?

-Hayır. Oradaki:

“Emrolunduğun gibi istikamette ol!” âyetidir, buyurdu.

Burada istikametin hakikati bütün ahidlere sadakat ve sırât-ı müstakime mülâzemettir. Îtidalden ayrılmamak gerekir. Yeme ve içme, giymeden tut, bütün dinî ve dünyevi işlerde sırat-ı müstakime mülâzemet lâzımdır. Buradaki sırat-ı müstakim, âhiretteki sırat-ı müstakim gibidir. Bu yolda îtidal üzere yürümek cidden zor iştir.

Muhammed bin el-Fudal’e sual edildi ki:

-Âriflerin ihtiyacı neyedir? Cevâben:

-Bir şeyedir ki, onunla bütün güzellikler tamam olur. O da istikamettir. Kimin ma’rifeti daha tamam ise onun istikameti daha tamamdır. Bunun için ahlâk-ı İslâmiyye ile mütehallık olmak lâzımdır. Ahlâkını düzeltmeyen hakikate eremez, dedi.

* * *

İbn-i Atâ demiştir ki, İstikamette ol! Yani kendi kuvvetinden teberri ederek Allah’a acz ü fakrını arzet.

Ebû Ali el-Cürcâni (k.s.) demiştir ki, istikamet tâlibi ol, keramet talibi olma. Nefsin seni keramet talebine tahrik eder. Senden istenecek olan ise istikamettir ki aslında en büyük keramet odur. İstikamet de Hâlik’ın kulluğunda ve O’nun dininin hizmetinde bulunmakla olur. Harikalar izhâr etmekle değil!

Hazret-i Hüdâyi (k.s.) demiştir ki, İstikamet, şeriatın, tarikatın, ma’rifetin ve hakikatın mertebelerinden her birinin hakkını tamamıyle ifâ etmeksizin tahakkuk etmez.

Şerîatin hakkına riâyet, ahkâmı doğru anlayıp her birini yerli yerince yaşamaktır. Tabiat mertebesinde istikamet şeriate riâetle olur. Nefs mertebesinde istikamet tarikata riayetle olur. Ruh mertebesinde istikamet ma’rifeti riayetle olur. Sırr mertebesinde istikamet ma’rifet ve hakikate riayetle olur. Bunlara yerli yerince ve birbirine karıştırmadan riayet etmek son derece zordur. Bu sebeble Rasûlullah (s.a.v):

“Hûd sûresi beni ihtiyarlattı” buyurmuşlardır.

*

Şeyh Ebû Said’e:

-Filan zât su üstünde yürüyor, dediler.

-Balık ve timsah da yürüyor, dedi.

-Filan zât havada uçuyor, dediler.

-Kuşlar da uçuyor, dedi.

-Filan zat ân-ı vahidde maşrıkden mağribe vâsıl oluyor, dediler.

-İblis de varıyor, dedi.

-Sana göre kemal nedir? denildikde.

-Zahirde halk ile, batında Hakk ile olmakdır, dedi. (Ruhul Beyan, 2/127)

*

Bid’at ve hevaya uymanın zararı, ma’siyetin zararından daha çoktur. Çünkü ma’siyette olan yaptığının çirkinliğini bilir tevbe ve istiğfar eder. Fakat bid’at sahibine ve hevasına ittiba’ edene bir çok vakit müyesser olmaz.

Bize göre bid’at sünnet-i seniyyeye, ashâb-ı kirâmın ve meşayih-ı izâmın sîretlerine uymayan hareketlerdir.

Sâlik bunlardan kat’ı sûrette sakınmalıdır. Selef-i sâlihinin asârına tabi’ olup bu hususda ağyarın ta’nına îtibar etmemelidir. Çünkü Hak’tan başka ittibâ edilmeğe layık bir şey yoktur. (Ruhul Beyan, 2/126)
Resûli Ekrem Efendimiz sav henüz Ebû Eyyûb Ensârî Hazretlerinin evinde misafir kaldığı bir sıradaydı.
Abdullah b. Selâm da, Efendimizi (s.a.v.) ziyarete geldi ve ona birtakım sualler sordu. Tevrat'tan sorduğu suallerine yine Tevrat'a uygun cevaplar alınca, şehâdet getirerek Müslüman oldu. Sonra da,
"Yâ Resûlallah!.. Yahudî milleti, iftiracı, yalancı bir millettir. Yarın benim Müslüman olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup iftirada bulunurlar. Müslümanlığım duyulmazdan önce beni onlardan sorup mevkiimi tasdik ettiriniz!" dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onu bir tarafa gizleyip Yahudî ileri gelenlerinden bazılarını davet etti ve onlara,
"Ey Yahudî cemaati!.. Siz, benim, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi bilirsiniz! Ben hak dinle geldim; Müslüman olunuz!" dedi. Yahudiler,
"Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz!" diye karşılık verdiler ve bu sözlerini üç sefer tekrarladılar. Bundan sonra Resûli Ekrem,
"Sizin içinizde Abdullah b. Selâm adında birisi var. O nasıl bir kişidir?" diye sordu. Yahudiler,
"O, bizim içimizde hayırlı bir babanın hayırlı bir oğludur. Kendisi de babası da en faziletlimiz, en âlimimizdir." diye şehâdet ettiler. Resûlullah,
"Abdullah b. Selâm, Müslüman olursa, siz ne dersiniz?" diye sordu.Yahudîler,
"Hâşâ!.. Abdullah İbni Selâm, hiçbir vakit Müslüman olamaz!" dediler.
Efendimiz (s.a.v.), sualini üç sefer tekrarladı. Her seferinde onlar da aynı inkârı cevabı verdiler. Bunun üzerine Resûl-i Kibriya, Abdullah İbni Selâm'a hitaben,
"Yâ İbni Selâm!.. Gel!.." diye çağırdı. Abdullah, saklı bulunduğu yerden çıktı ve Müslüman olduğunu ilân etti; Yahudilere de,
"Ey Yahudî cemaati!.. Allah'tan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Vallahi, siz de bilirsiniz; o, yanınızdaki Tevrat'ta ismini ve sıfatını yazılı bulduğunuz Resûlullah'tır." diyerek onları İslâm'a davet etti.Fakat Yahudîler,
"Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şeririmizsin!" dediler ve onu, kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatler isnad ederek kötülediler. Abdullah b. Selâm,
"Yâ Resûlallah!.. Korktuğum işte bu idi! Ben, sana onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfteri bir millet olduğunu haber vermemiş miydim? İşte, dediğim çıktı!" dedi.
Hicrette Resûlullah sav ile berâber mağarada bulundum.Bir ara başımı kaldırdım.O anda Kureyş câsuslarının ayaklarını gördüm. Bunun üzerine: - Yâ Resûlallah! Bunlardan bir kaçı gözünü aşağı eğse (de baksa muhakkak) bizi görür! dedim. Resûlullah: - Sus yâ Ebâ Bekr! İki yoldaş ki, Allah onların üçüncüsü olsun (endîşe edilir mi?) buyurdu.
buhari 1557







İslam tarihinde en mühim bir hâdise olan Hicret-i Nebevi’de Ebû Bekir (r.a.) âilesinin şerefli, büyük bir hizmeti vardır. Hicret-i Peygamberî tarihin seyrini değiştiren mühim bir hâdisedir. İslâm güneşinin Medine-i Münevvere ufuklarında bütün meş’alesiyle parlayarak, arzın her tarafını aydınlatmağa başlaması bu hicretten sonradır.

Müslümanlar, Resûl-i Ekrem (s.a.)’den aldıkları talimat üzerine birer ikişer Medine-i Münevvere’ye hicret ederken Ebû Bekir (r.a.) de Mekke-i Mükerreme’de kalmıştı. O da hicret etmeği arzu edince Hz. Peygamber (s.a.) ona:

– “Dur bakalım, belki Allah -celle celâluhu- sana bir arkadaş nasip eder.” demiş; o da beklemeye başlamıştı.

Ashâb-ı Kirâm’ın Mekke’den Medine’ye hicret etmeleri, Evs ve Hazreç kabîlelerinin de îmâna gelmeleri üzerine Medine’de dîn-i İslâm kuvvet buldu. Müşriklerin akılları erdi ki, Resûl-i Ekrem (s.a.) de onların yanına giderse Medine’de büyük kuvve-i İslâmiye peydâ olacak ve Kureyş’in Şam yolunda pek mühim bir güzergâh olan Medine diyârı da ehl-i İslâm elinde kalacaktı.

Kureyş’in müşriklerinin uluları buralarını düşündükçe telâşa düştüler ve hemen müşaverelerde bulunmak üzere Dârunnedve’de taplandılar.

Resûl- Ekrem (s.a.)’in mübarek vücudunu ortadan kaldırmak kararını aldılar. Bu kararın icrâsı için gece Resûl-i Ekrem’in evi önünde birikip onun uyumasına muntâzır oldular.

Cebrail (a.s.) gelip keyfiyyeti Resul-i Ekrem (s.a.)’e haber verdi. Medine’ye hicret etmek üzer me’zûn ve Ebû bekir Sıddîk’ı birlikte götürmeye memûr olduğunu bildirdi.

Resûlullah (s.a.) hemen Ali bin Ebi Tâlib (r.a.)’i çağırdı ve:

– “Ya Ali! Ben Medine’ye gidiyorum. Bu emânetleri sahiplerine teslim et, sen de durma gel. Fakat şimdi benim döşeğime yat ki, müşrikler beni yatıyor zannetsinler.” buyurdu.

Ali -kerremallahu vecheh-, Resûl-i Ekrem’in döşeğine yattı ve Resûl-i Ekrem’in yeşil hırkasını kendi üzerine örttü.

Resûl-i Ekrem (s.a.), hemen bir avuç toprak aldı ve Yasin-i şerif sûresini evvelinden:

“Biz hem önlerinden bir sedd hem arkalarından bir sedd çektik. Böylece onları sarıverdik. Artık göremezler.” (Yasin sûresi, 9) ayet-i kerîmesini ahirine kadar okudu. O toprağı kapısı önünde bekleyen müşriklerin üzerine saçtı ve çıkıp gitti. Müşrikler kör gibi onu görmediler.

Resûlullah (s.a.), Ebu Bekir Sıddîk (r.a.)’ın hânesine vardı. Kapısı önünde durdu âdâb-ı şer-i şerif üzere: “İçeri girmeye ev sahibinin izni var mı?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir de “Buyrunuz yâ Resûlallah” dedikten sonra Resûl-i Ekrem içeri girdi ve taraf-ı Bâri Teâlâ’dan hicrete me’zun olduğunu bildirdi. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) “Ben de birlikte miyim?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.) de “Evet”buyurunca, Ebû Bekır Sıddîk’ın sürûrdan gözlerinden yaşlar aktı.

O gün Rasûlullah (s.a.) akşama kadar Ebû Bekir (r.a.)’in hanesinde oturup gece birlikte çıkıp Sevr’de bir ıssız mağaraya girdiler. Derhal Kâdir-i mutlak Allah Teâlâ (c.c.) hazretlerinin emri ile bir örümcek gelip o mağaranın ağzına ağını gerdi ve bir çif yabâni güvercin de gelip yumurtladı.

Kureyş’in arayıcıları gelip Sevr dağının etrafını dolaştılar. Onlardan Ümeyye bin Halef beraber gelip o mağaranın önünde durdular, “şu mağarayı da arayalım” diye birbirleriyle söyleştiler. Ümeyye bin Halef onlara:



– “Allah Teâlâ (c.c.) akıllar versin, orada ne işiniz var? Muhammed (s.a.) doğmadan bu örümcekler ağ germiş, sonra güvercinler yuva yapmış.” deyince cümlesi dönüp gittiler. Halbuki mağaranın ağzına geldiklerinde içeriden Resûl-i Ekrem (s.a.) ile Ebû Bekir (r.a.) onları görüyordu. Lâkin onlar bu iki hazreti göremiyorlardı.