26 Mayıs 2016 Perşembe

Hidayet nedir?

Hidayette olup olmadığımız, Kur’an ve sünnet çizgisinde olup olmadığımızla ilgilidir. İslam’ın bu iki temel kaynağına uygun bir çizgide olanlar hidayette, bu çizginin dışında olanlar ise dalalettedir. Hidayetin iman ve amel olmak üzere iki boyutu vardır.

Yoldan çıkmak, yoldan sapmak, yanlış yola sapmak manasına gelen dalalet İslam literatüründe farklılık arz eder. İslam’ın bu iki temel kaynağının öngördüğü iman boyutundan mahrum olanın dalaleti küfür, amel boyutu olmayanın dalaleti ise fasıklık olarak adlandırılır.

Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla iman ve amel çizgisinin manevî pusulası olan HİDAYET de, doğru yol rotasını şaşırmak anlamına gelen DALALET de Allah’ın yaratmasıyla meydana gelir.

“(Resulum!) Onları hidayete / hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah dilediğini hidayete / doğru yola getirir.”(Bakara, 2/272),

“Bu müminler hâlâ öğrenmediler mi ki Allah dileseydi bütün insanları hidâyet eder, doğru yola koyardı.”(Rad, 13/31);

“Hiç kötü işleri kendisine güzel görünen kimse, iyilik edip dürüst işler işleyen kimse gibi olur mu? Allah dilediğini dalalete / sapıklığa, dilediğini hidayete / doğru yola iletir. O halde o insanlardan ötürü üzülüp kendini mahvetme! Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını bilir.”(Fatır, 35/8)

mealindeki ayetler gibi, daha pek çok ayette hidayet ve dalaletin varlığı, Allah’ın yaratmasına bağlı olduğu vurgulanmıştır.

Hidayetin iman boyutunun özellikle vurgulandığı şu ayetler de bize konumuzla ilgili açık bir mesaj vermektedir:

“Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. (Ama bunu irade etmedi). Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.”(Yunus, 10/99-100),

“(Resulüm!) Sen dilediğin kimseyi hidayete / doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini hidayete / doğruya ulaştırır.”(Kasas, 28/56).

Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki, HİDAYET  Allah tarafından insanlara verilen, yani dışarıdan telkin edilip yaratılan bir ilahî nimettir.

İnsanın hidayet ve dalalette bir kesbi, bir vesilelik boyutunun olduğu, yine Ehl-i sünnet alimlerinin kabul ettiği bir gerçektir.

“De ki: “İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”(Kehf, 18/29)

mealindeki ayet ve benzeri bir çok ayette, insanın özgür iradesinin -kesb, vesilelik bakımından- rolüne işaret edilmiştir.

Şunu açık olarak belirtelim ki, hidayetin yalnız Allah’ın elinde olması, onun yegâne yaratıcı olmasının bir gereği olduğu gibi, kesb / vesilelik cihetiyle insanın özgür iradesinin söz konusu olması da ilahî adaletin olmazsa olmaz şartıdır. Ehl-i sünnet alimlerinin -hidayetin öncelikli boyutu olan- iman tanımları da bu yöndedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu tanımı -insan kesbini de içine alan- çok açıklayıcı, efradını cami, ağyarını mani bir kapsama sahiptir:

“Şu kelime-i şahadetteki cevher-i iman bir nurdur, Allah (onu) istediğinin kalbine atar / bırakır. Keyyumu (imanı kalpte tutan) Hidayet-i ilahiyedir. Burhanı ise bir mücahittir (ki), düşmanını tart eder, bir süpürgecidir ki, evhamdan tezhip eder.”(Asar- ı Bediiye, Nokta, s. 21).

“İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur." denilmiştir.”(İşaratu’l-İ’caz, s.42).

Demek ki iman ve hidayetin iki yönü vardır. Bir tarafı vesilelik cihetidir ki, insanın vicdan hürriyetine bakar, diğeri ilahî hükümranlığın istiklali cihetidir ki Allah’ın birliği ve tevhit cihetine bakar. Kulun kesp / özgür irade tarafı yüzde bir ise, Allah’ın müdahalesi yüzde doksan dokuzdur.

Şeytanın görevi insanları hidayete çağırmak değil, hidayete girmelerini engellemek, onları hidayetten uzaklaştırmaktır.

“(Şeytan) Öyle ise” dedi, “Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere Senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, Sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.” (Araf, 7/16-17)

mealindeki ayet ve benzerlerinde bu husus açıkça ifade edilmiştir.

Bu kısa açıklamadan sonra konuyla ilgili ileri bazı ayetleri bahane ederek hidayet konusunda ileri sürülen iddialara cevap vermeye çalışacağız:

İddia:
“Kur'ân'daki hidayet" insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasıdır. Bugün İslâm âleminin önündeki en büyük tuzaklardan biri, "Ruh insana hayat verir. Ruh vücuttan çıkarsa kişi ölür." anlayışıdır. Bu anlayış, dînimize sonradan sokulmuş, Kur'ân-ı Kerim'e tamamen aykırı bir bid'attir. Öyle ki bu korkunç bid'at sebebiyle Kur'ân'daki hidayetin üzeri örtülmüş, insanlar Allah Tealâ'nın teslim emirlerinden bîhaber bırakılmışlardır.

Cevap:
“Kur'ân'daki hidayet" insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasıdır.” sözünden maksat, insanın ölmeden evvel Allah’ı tanıması, ona kul olması, ona teslim olması ise, bu doğrudur. Eğer bundan maksat, ruhun gerçek anlamda Allah ile bir şekilde buluşmak, onun yanına varmak, Allah’ın la-mekân ve la-zaman olan ezelî nezdine gitmek ise bu açık bir küfürdür.

"Ruh insana hayat verir. Ruh vücuttan çıkarsa kişi ölür." anlayışının Kur’an’a aykırılığını iddia etmek bütün Ehl-i sünnet alimlerinin görüşlerini reddetmek anlamına gelir. Tabii ki bu ifadelerden ne kastedildiği pek açık değildir. Eğer bundan maksat ruhun bedenden çıkmasıyla kişinin bedeni yine de ölmez ise, bu gözle görülen realiteye aykırıdır. Eğer maksat ölümden sonra da yine ruhun baki olduğunu vurgulamak ise bu doğrudur. Fakat bu muğlak ifade -bilerek- bir demagojinin yapılmasına yöneliktir.

İslam alimlerine göre, Ruh, başına şuur takılmış, -bağımsız bir varlık olarak- vücud-u haricî giydirilmiş, hem alem-i emir hem  irade vasfından gelen bir kanun-u emrîdir.(bk. Sözler, Lemaat, s.702),

“Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî, vücud-u haricî giydirilmiş, cami, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdır”(Sözler, s.6-517).

İddia:
Bugünkü İslâmî tatbikatta hidayeti bilerek veya farkına varmaksızın gizleyenlerin Kur'ân-ı Kerim'e aykırı olmasına rağmen dayandığı iki tez vardır.
1. bid'at: Ruh insana hayat verir, ruh vücuttan ayrılırsa kişi ölür.
2. bid'at: 1400 yıl boyunca İslâm'da ruhun Allah'a ulaşması yer almamıştır.

Bu iki kavram da ne yazık ki dîne sonradan dahil edilmiş hurafelerdir; İslâm âleminin önüne çekilmiş iki karanlık settir. İşte bu iki karanlık setin Kur'ân âyetleri ışığında bir an evvel yok edilmesi gerekmektedir. Bid'atlerle örülmüş bir dîn tatbikatının insanlığı kurtuluşa erdirmesi asla mümkün değildir. Asrın insanı, Allah'ın dînini yegâne Furkan olan Kur'ân-ı Kerim'den öğrenmeli ve bir an evvel hayatına geçirmelidir.

Cevap:
Herkesin hidayeti doğrudan Kur’an’dan öğrenmeyi öngörüne yukarıdaki son cümle, Kur’an dili olan Arapçayı ve bu dilde yazılmış milyonlarca tefsiri ve diğer kaynakları öğrenme ümitlerini kaybetmelerinden  kaynaklanan bir şaşkınlık içerisinde kalanların -bozuk plak gibi- sık sık tekrarladıkları bir cehalet ürünüdür.

Dünya ve ahiret alemiyle ilgili ilimleri ihtiva eden Kur’an gibi bir semavî kitabı, sadece mealine bakarak öğrenmek mümkün müdür? Değişik ilim dallarına ait milyonlarca eserlere kaynaklık eden Kur’an’ı -başka eserlere ihtiyaç duymadan- tek başına anlayacağını iddia eden kimsenin halet-i ruhiyesi gerçekten büyük önem arz eder.

İddia:
"Ruh vücuttan ayrılırsa kişi ölür." anlayışı, dînimize sonradan girmiş bir büyük hurafedir, iblisin insanlığa bir büyük tuzağıdır. Allah Tealâ Kur'ân-ı Kerim'inde "Hayatı veren de öldüren de biziz." buyurmaktadır (Hicr, 15/23; Mülk, 67/2). Ruhun insana hayat verdiğine dair tek bir âyet-i kerime mevcut değildir. Kaldı ki, ruh insanda Allah'ın bir emanetidir. Allah Tealâ'nın insanı eşref-i mahlûkat kılması da, sadece ve sadece Allah'ın ona üfürdüğü ruh sebebiyledir. İnsandan başka hiç bir varlık, Allah'ın ruhunu bünyesinde taşıma yetkisinin sahibi değildir. (Secde, 32/9).

Cevap.
Aşağıda da arz edeceğimiz üzere, “Allah’ın ruhu” ifadesi İslam inancına aykırıdır. Çünkü, ruhun varlığı başka bir vücudu gerektirir.  İnsan ve diğer bütün canlılarda ruh-cesed ikilisi vardır. Ruh sahibi cin taifesinin “ateş”ten, melek taifesinin “nur”dan yaratıldığı Kur’an’la sabittir. Demek onlarda da ruhun dışında başka bir madde vardır. Allah’a ruh isnat edersek -ki ne bir ayette ne de sahih bir hadiste böyle bir şey söz konusu değildir- o takdirde Allah’a parçaları atfetmiş oluruz ki, bu özellik tamamen yaratılmışların özelliğidir.

Bu konuyu bir sonraki konuda daha detaylı ele alcağız.

İddia:

"Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem'î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz."(Secde, 32/9)

Cevap:
Anlaşılan bu ifadelerin sahibi, insanların ruhunu Allah’ın ruhunun bir parçası kabul etmektedir. Delil olarak da Secde suresinin 9. ayetinde geçen “fîhi min rûhihî = ruhundan üfledi” ayetini göstermektedir.

Evvela şunu söyleyelim ki, bu ayette ruhun Allah’a izafe edilmesi, teşrif / şereflendirmek içindir. Bu sebeple -mealen- “ruhumdan” ifadesi, “özel yarattığı o güzel insanî / sultanî ruh” demektir. Nasıl ki, bir insana verdiğimiz bir kalemi güzel ve özel bir hediye olduğunu göstermek için “şu kalemi size veriyorum” yerine “şu kalemimi size hediye ediyorum” demeyi tercih ederiz. Bunun gibi Allah da insana verdiği değeri belirtmek için “Ona /Adem’e ruh üfledim” yerine “Ruhumdan üfledim” ifadesini tercih buyurmuştur.  “Kalemim” dediğim zaman onun benim bir parçam olduğu anlamına gelmediği gibi, ayetteki “ruhum” ifadesinden de ruhun -hâşa- “Allah’ın bir parçası” olduğunu da anlamamak gerekir.

Eğer insandaki ruhu Allah’ın ruhundan alınmış olduğunu savunursak, bu takdirde “Onun hiç bir benzeri yoktur.”(Şura, 42/11) mealindeki ayete ters bir yola girmiş oluruz. Çünkü, bu takdirde insanda olan ruh, Allah’ın ruhunun bir parçası olduğuna göre, onun ruhu ile insan ruhu -sadece benzer değil- birbirinin aynısı olmuş olur.

Kaldı ki,  “(Meryem) onlarla (ailesi ile) kendi arasına bir perde çekmişti. Ona ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik. O da ona düzgün bir insan şeklinde göründü.”(Meryem, 19/17) mealindeki ayette de Hz. Cebrail “ruh” olarak değil, “ruhumuz” şeklinde ifade edilmiştir. Hangi akıl sahibi, Hz. Cebrail’in Allah’ın bir parçası olduğunu söyleyebilir!? Gerçek şudur ki, burada da  Cebrail’e şeref bahşeden bir üslup kullanılmıştır.

Kur’an’da “Beyt” kelimesi “Beytî / Benim evim” (Bakara,2/125; Hac, 22/26) ve “naket” kelimesi Naketellahi / Allah’ın devesi, (Şems,91/13) kelimeleri de Allah’a izafe edilmiştir. Bunlar da yalnız teşrif içindir. (bk. Alusî, Secde, 9. ayetin tefsiri) Yoksa “ev” ve “deve”nin Allah’ın bir parçası olduğunu iddia etmek gibi en büyük bidat bataklığına düşülür.

İbnu’l-Cevzî, Beydavî ve Şevkanî de bu izafenin teşrif ve tekrim / şereflendirmek, onurlandırmak ve değer vermek için olduğunu belirtmiştir. (Zadu’l-mesîr,(Hicr, 29); Beydavî, Fethu’l-kadîr, Secde suresi, ilgili ayetin tefsiri)

Ebu Hayan’a göre, Ruh’un Allah’a izafe edilmesi, mülkün malike, muhlukun Halık’a izafesidir. (el-Bahru’l-muhît, ilgili ayetin tefsiri)

Özetle, daha onlarca kaynak verebiliriz ki, hiç birinde “ruhumuz” ifadesini Allah’ın ruhu manasına anlamamıştır. Hepsi de bir şekilde “onun teşrifi, acip  bir yaratık olduğuna” işaret etmek için Allah’a izafe edildiğini belirtmişlerdir. (bk. Nesefî, Maverdî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

İddia:
Ruhumuz Allah'tan gelmiştir ve mutlaka Allah'a geri dönecektir. Allah Tealâ bizlere emanet olarak verdiği ruhu, insandan başka hiç bir yaratılmışın üstlenmediğini de Kur'ân-ı Kerim'inde açıkça ifade etmektedir.

"İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân(insânu), innehu kâne zalûmen cehûlâ(cehûlen)."

"Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik (sunduk, teklif ettik). Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs), çok zalimdir, çok cahildir."(Ahzab, 33/72)

Cevap:
İnsanın bu emaneti (Allah’ı tanıma emaneti) yüklenmesi sadece ruhtan dolayı değil, aynı zamanda nebatî ve hayvanî yanlarıyla birlikte bir kompozisyon oluşturduğu içindir. Yoksa, meleklerde de ruh vardır, cinlerde de ruh vardır. Fakat bu kompleks fıtratları olmadığı için bir vahid-i kıyasî olamamışlardır.

Kaldı ki, bu emaneti yüklenme özelliği sadece ruha ait olsa bile, bu ruhun Allah’ın ruhundan geldiği anlamına gelmez. Kur’an’da Allah’ın hayatından bahsedilir, fakat ruhundan hiçbir yerde bahsedilmemiştir. Eğer olsaydı, Hay ismi gibi ruhu ifade eden bir ismi de olurdu.

İddia:
Allah Tealâ emanet olarak verdiği ruhunu, biz bu dünya hayatını yaşarken geri istemektedir.

"İnnallâhe ye'murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli), innallâhe niımmâ yeızukum bih(bihî), innallâhe kâne semîan basîrâ(basîran)."

"Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir."(Nisa, 4/58).

Kur'ân-ı Kerim'e göre bütün insanlık "İrciî" emrinin muhatabıdır.

Cevap:
Nisa suresinin 58. ayetinin meali şöyledir:

“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah semî ve basîrdir (sözlerinizi de, hükümlerinizi de hakkıyla işitir, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür).”

Ayette geçen “Allah size emanetleri ehline vermenizi… emreder” mealindeki ifadesinden “Allah Tealâ emanet olarak verdiği ruhunu biz bu dünya hayatını yaşarken geri istemektedir.” yargısına varmak gerçekten akla ziyandır.

İddia:

"İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten)."
"Rabbine dön (Allah'tan) razı olarak ve Allah'ın rızasını kazanmış olarak!"(Fecr, 89/28)

Fecr Suresinin 28.âyet-i kerimesinde Allah Tealâ ruha seslenerek, "İrciî ilâ rabbiki; Rabbine geri dön." emrini vermektedir. Ölüm halinde ruhu Allah'a ulaştıracak olan vazifeli ölüm melekleri vardır. Kur'ân'ı Kerim intiharı yasak kıldığı cihetle, Allah Tealâ'nın insana "öl" emri vermesi de mümkün değildir. Her kim kendi eliyle hayatına son verirse onun gideceği yer cehennemdir. Buradaki "İrciî" emri ruhun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasını ihtiva etmektedir. Ruhun Allah'a geri dönüşü, kişinin Allah'a ulaşmayı dileyerek Allah'ın vazifeli kıldığı hidayetçiye tâbiiyetiyle başlayan ve yedi tane gök katı aşarak Allah'ın Zat'ına ulaşması ile gerçekleşen bir vetiredir.

Cevap:
İbn Abbas, İbn Mesud, Zeyd b. Harise ve Ubey b. Kâb gibi büyük sahabelere göre, ayette yer alan “Ey nefs-i mutmaine, rabbine dön” emri yeniden dirilişten sonra, ruhların cesetlerin içine girmeleri için yapılan bir çağrıdır.”(bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

İmam Maverdî, “Nefs-i mutmainne!” kavramı hakkında yedi görüş beyan edildiğini ifade etmiştir. İbn Abbas’a gör, bundan maksat “mümin nefis”,  Mücahid’de göre “icabet eden nefis”;  Katade’ye göre “Allah’ın vaadine hakkıyla inanan nefis”; Ubey b. Kâb’a göre, “Emin olan nefis”; Mukatil’e göre, “Razı olan nefis”, bazı işaret ehline göre, “dünya ile tatmin olan nefis”, Hasan-ı Basri’ye göre, “Allah ile itminana kavuşan nefis” demektir.(Maverdî, ilgili ayetin tefsiri).

“Rrabbine dön” çağrısı da üç şekilde yorumlanmıştır. İbn Abbas’a göre bu çağrı,  “kıyamet günü ruhların cesetlerin içine girmeleri için yapılan bir çağrıdır”. Ebu Salih’e göre bu çağrı, “Ey nefs-i mutmainne, dünyadaki ölüm anında Rabbine dön” manasına gelir. Diğer bazı alimlere göre bu çağrı, “Ey nefs-i mutmainne, artık Rabbinin senin için hazırladığı ahiretteki mükâfata dön” manasına gelir.(a.g.e,).

İddia:
Dînin yegâne kaynağı Kur'ân-ı Kerim'e göre dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması farzdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de; "Ölmeden evvel ölünüz." hadîs-i şerifiyle ruhun Allah'a ulaşmasının farziyetini dile getirmiştir. 14 asır evvel bütün sahâbe bu emri yerine getirerek hidayete ulaşmışlardır (Zumer-17,18).

Cevap:
Bir önceki açıklamada belirtildiği üzere, tefsir kaynaklarında “Rabbine dön!” çağrısını “dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması...” manasında değerlendiren hiçbir tefsirci yoktur. Zaten bunu aklen anlamak da mümkün değildir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, eğer bundan maksat Allah’ı tanıma şerefine nail olmak ise, bu hususu zaten her mümin için -derecesine göre- söz konusudur. Eğer bundan maksat yaşarken Allah’ın katına çıkmak ise, bu takdirde her müminin her gün gerçek bir miraç yaşaması gerekir. İslam inancına göre, Hz. Muhammed (a.s.m)’den başka böyle bir miraca çıkan kimse olmamıştır.

Bir de diyelim ki, soruda söz konusu olan makale sahibi böyle bir miraca çıksın. Kur’an’da farz olduğu iddia edilen böyle yükselme, bir yücelme -Hz. Peygamber (asv)'den başka- sadece bir kişiye mi mahsus kalmış? Bu takdirde Hz. Ebu Bekir (r.a)’den tutun ta bu güne kadar gelmiş, geçmiş bütün alimler, veliler, şehitler ve diğer salihlerin hepsi de günahların deryasında yüzmüşlerdir. Çünkü, bunlardan hiçbiri “Dînin yegâne kaynağı Kur'ân-ı Kerim'e göre dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması farzdır.” demediği gibi, kendisinin böyle bir yüce mertebeye ulaştığını da söylememiştir.

Bundan da anlaşılıyor ki, bu iddia tamamen indî bir vesvesenin ürünüdür. Bunu iddia eden  kişinin bilerek yalan uydurduğunu söylemiyoruz, hüsnüzan ediyoruz.  Dediğimiz şudur ki; bu kişi böyle bir vesveseye maruz kalmış, bu telkinî doğru sanmış ve bu sebeple de bu kuruntunun esiri olmuştur.

İddia:

"Vellezînectenebût tâgûte en ya'budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi)."

"Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!"

"Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi)."

"Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah'ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl'elbabtır (daimî zikrin sahipleri)."(Zümer, 39/17, 18)

Cevap:
İlgili ayetlerin doğru mealleri şöyledir:

“Tağuta ibadet etmekten kaçınıp gönülden Allah’a yönelenlere müjdeler var! O halde sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullarımı müjdele! İşte onlardır Allah’ın hidâyetine mazhar olanlar ve işte onlardır akl-ı selim sahibi olanlar.i”(Zümer, 39/17-18).

Görüldüğü gibi, bu ayetlerde var olduğu iddia edilen “Allah’a ulaşmak” diye bir şey söz konusu değildir. Ayette bu konudaki anahtar kelime “ENABÛ ” fiilidir. İddia sahibinin de meal verirken bu kelimeye “Allah’a yöneldiler” mealini vermesi doğru bir tespittir. Ancak kendi düşüncesini dayatmak için  “parantez içerisinde gösterdiği “Allah’a ulaşmayı istediler” ilavesi indî ve keyfî bir yorumdur. Çünkü, ayette yer alan “ENABÛ” fiilî “NEVB” kökünden geliyor ve “bir yere tekrar, tekrar dönmek, yönelmek manasına geliyor. “Enabe ilellah” ise, -tövbe etmek ve  halis amel yapmak suretiyle Allah’a dönmek, O’na yönelmek” manasına gelir.(bk. Rağıb, “N-V-B” maddesi).

Demek ki, inabe, yaşarken -hâşâ- bir şekilde bizzat Allah’a ulaşmak değil, amel yaparak, tövbe ederek, Allah’ın emirlerine boyun eğerek samimî kul olmak manasına gelir.

Nitekim ayette hidayete ermiş olanlar -maddî bir ulaşım yolu bulanlar olarak değil-, “sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullar” olarak vasıflandırılmıştır. Demek ki, hidayet tamamen manevî bir kavramdır, sırat-ı müstakîmi ifade eder. Sırat-ı müstakîm ise, Allah’ın kendilerine iman, istikamet nimetini verdiği nebîler, sıddîkler, şehitler ve salihlerin yolu olduğu Nisa suresinin 68-69. ayetlerinde açıkça ifade edilmiştir.

Bu büyüklerden hiç kimse, Allah’a kavuşmak için “kulluk etme” dışında bir ulaşım yolunu bulduğunu iddia etmemiştir.

İddia:
Bütün bu âyet-i kerimelerden de anlaşılıyor ki; "İrciî" emri bir ölüm emri değildir.

Cevap:
Daha önce detaylı bir şekilde açıklandığı gibi, bu ayet-i kerimelerden hiçbirinde "İrciî" emrinin bir ölüm emri olmadığı anlaşılmıştır. Yaşarken bir yolunu bulup Allah’a kavuşma emri olduğuna delalet eden en ufak bir sözcük bile söz konusu değildir.

İddia:
Ne yazık ki Peygamber Efendimiz (S.A.V)'den on dört asır sonra bugün İslâm katledilmiş, ruhun Allah'a ulaşma farziyeti yok edilmiştir. Sevgili kardeşlerimiz! Dünya hayatında ruhun Allah'a ulaşması yoktur, iddiası, dînimize sonradan girmiş bir büyük hurafedir. İblisin insanlığa bir büyük tuzağıdır.

Cevap:
Daha önce de ifade edildiği gibi, eğer bu ifadelerle “ruh’un Allah’ı tanıyarak, ona kulluk ederek, onu sevip sayarak, manevî  ubudiyet irtibatıyla irtibat kurmak” kast ediliyorsa, bu gerçek on dört asırdan beri Müslümanların anladığı ve kabul ettiği bir hakikattir.

Yok eğer maksat, bunları dışında ruhun ulaşımından söz ediliyorsa, bu yeni çıkma hurafe ne bu gün ne de on dört asır önce İslam düşüncesinde yer almıştır.

İddia:
Allahû Tealâ'nın Şûrâ suresinin 13., R'ad suresinin 21., Bakara suresinin 120. ve Al-i İmran suresinin 73. âyet-i kerimelerinde Allah Tealâ'nın ne dediğine dikkatlice bakalım!

"... Allah dilediğini Kendisine seçer. Ve seçtiklerinden kim Allah'a ulaşmayı dilerse, onları Kendisine ulaştırır."

Cevap:
İlgili ayetin meali şöyledir:

“O, ‘Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulayın ve o hususta tefrikaya düşmeyin!’ diye, din esasları olarak Nuh’a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi, keza İbrâhim’e, Mûsâ’ya, Îsâ’ya emrettiğimizi sizin için de din kıldı. Senin insanları dâvet ettiğin esaslar, müşriklere çok ağır gelmektedir. Halbuki Allah dilediği kullarını bu din için seçer ve gönülden Kendine yöneleni hidayete erdirir / doğru yola iletir.”(Şura, 42/13).

Ayetin tamamının mealine bakınca konunun, “Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulamanın” ifade edildiği anlaşılacaktır.

İddia:

"... Onlar, Allah'ın Kendisine ulaştırmasını istedikleri şeyi, O'na ulaştırırlar."(Rad, 13/21)

Cevap:
Bu ayetin meali şöyledir:

“Allah’ın ulaştırılmasını / gözetilmesini emrettiği şeyleri ulaştırırlar/gözetirler. Rab’lerinden çekinir ve pek çetin bir hesaptan endişe ederler.”(Rad, 13/21).

Bu ayette “gözetilmesi” olarak tercüme edilen kelime “Vesale” fiilinin müzari kalıbıdır; vuslat, ulaşmak manasına gelir. Meallerdeki “gözetilme” ifadesi bu kelimenin Türkçe’de iyi anlaşılmasını sağladığı için tercih edilmiştir. Çünkü, buradaki “ulaştırılması" emredilen şeyden maksat,  ilahî emrin konusu olan şeyin yerine getirilmesidir ve o emrin hakkının gözetilmesidir.    

İddiacının ilave olarak eklediği (Allah’ın) “kendisine” (ulaştırmasını..) sözcüğü ayette yoktur. İlgili fiil meçhul kalıbıdır: “en-Yûsale” şeklinde gelmiştir. Ayetteki konumu itibariyle “yerine ulaştırılması istenen şey” demektir ki Allah ile bir ilgisi yoktur.

İddia:
2/Bakara-120: ...Muhakkak ki Allah'a ulaşmak (Allah'ın kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir...

Cevap:
Bakar suresinin 120. ayetinde “Allah’a ulaşmak.. “diye bir şey söz konusu değildir. İlgili ayetin meali şöyledir:

“Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar. Sen de ki: “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, hidayet/doğru yolun ta kendisidir.”

İddia:
3/Ali İmran-73: ... Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah'a ulaşmasıdır.)...

Cevap:
Bu ayette de dikkatlerini çeken cümle “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, hidayet / doğru yolun ta kendisidir.” mealindeki cümledir.

Bu her iki ayette de yer alan anahtar kelime “Huda”dır ki, hidayet, rehberlik, yol gösterici gibi manalarına gelir. Söz konusu cümle “Asıl hüda Allah’ın hüdasıdır / asıl hidayet Allah’ın hidayetidir / asıl rehberlik Allah’ın rehberliğidir / asıl doğru yol Allah’ın gösterdiği yoldur.” manasına gelir.

Şayet hidayeti "ulaşma" olarak tercüme etsek bile, yine de iddiacının nereye varacağı belli olmayan meçhul bir manaya yorumladığı gibi değildir. Bilakis şöyle tercüme edilebilir:

“Muhakkak ki hidayet /doğru yol Allah’ın yoludur / Allah’ın rızasına ulaştıran yoldur.”

İddia:
Acaba Allah'ın Kendisine ulaştırılmasını istediği şey nedir? O Allah ki, en sevgili mahlûkunu sadece ve sadece Kendi Zat'ına davet etmektedir. Ve O Allah ki Kur'ân-ı Kerim'inde "Her şey aslına rücû eder." buyurmaktadır.

Cevap:
Allah ile kulları  arasında “yaratan-yaratılan, Mabud-âbid, Rezzak-rızıklanan” gibi bağlardır. Yoksa “ASIL-FER” ilişkisi değildir. İhlas suresi baştan sona Allah’ı bir şeyin aslı, herhangi bir mahluku O’nun bir parçası gibi görenlerin bu görüşlerini reddetmeyi öngörmektedir. Bu sebeple, “Her şey aslına rücû eder." ifadesini, insanların Allah’ın bir parçası olduğuna delil getirmek çirkin bir saçmalıktır.

İddia:
Ne buyuruyordu 13. asrın müceddidi Said-i Nursi Hazretleri? Toplatılan ve gizlenen Tılsımlar mecmuası adlı eserinde buyuruyordu ki:

"Fâniyim fâni olanı istemem
Acizim aciz olanı istemem
Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim
Gayrısını istemem." (Tls:93)

Cevap:
İslam teslimiyeti gerektirir. Allah’a iman eden ona güvenir, ona güvenen  tevekkül eder, ona tevekkül eden kendisine teslim olur. Bu teslimiyet, beden veya ruh cevherinin bir şekilde yolunu bulup kendini Allah’ın katına çıkarıp ona bizzat telsim olmak manasına asla gelmez.

Bu teslimiyet, tahkîkî imanın, takvalı İslam’ın, samimî kulluğun manevî bir tezahürüdür.

Bu ifadelerin sahibi olan Bediüzzaman'ın eserlerine şöyle bir göz gezdiren kimse, şu sözleri bulacaktır:

"Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı İmân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz."(Sözler, On Üçüncü Söz)

"Ve o tâlim ve tâlimât ise (başta namaz) ibâdettir. O iki nefer ise, biri ferâiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücâhede eden müttakî Müslümandır. Diğeri, Rezzâk-ı Hakikiyi ittiham etmek derecesinde derd-i maîşete dalıp, ferâizi terk ve maîşet yolunda rast gelen günahları işleyen fâsık-ı hasîrdir. Ve o harb ise; nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı mücâhede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezîleden, kalb ve ruhunu, helâket-i ebediyeden kurtarmaktır." (Sözler, Beşinciz Söz)

"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Al-i İmrân, 3/31) âyet-i azîmesi, ittibâ-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat'î bir surette ilân ediyor. Evet, şu âyet-i kerime, kıyâsât-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnâî kısmının en kuvvetli ve kat'î bir kıyasıdır. Şöyle ki:"

"Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnâî misali olarak deniliyor: "Eğer güneş çıksa gündüz olacak." Müsbet netice için denilir: "Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki, şimdi gündüzdür." Menfi netice için deniliyor: "Gündüz yok. Öyleyse netice veriyor ki, güneş çıkmamış." Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice katîdirler."

"Aynen böyle de, şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder."

"Evet, Cenâb-ı Hakka İmân eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur." (Lem'alar, On Birinci Lem'a)

Ayrıca, bu ifadeler iddia edildiği gibi saklı değildir. Sözler isimli kitabın, 17. Söz'ünde ve 26. Söz'ün Hatime'sinde de geçmketedir.

İddia:
Öyleyse sizlere sormaz mıyız ki; Ruh hayat veriyor olsaydı eğer; "Beddiüzzaman, ölmeden evvel ruhunu Rahmân'a teslim edebilir miydi?" sevgili kardeşlerimiz? Peki ya; Zübdetül Hakayık kitabında, Aynül Küzâti Hemadanî'nin, "Eğer mezhebi bir kişiyi Hakk'a ulaştırmıyorsa, o kişi Müslüman değildir. Ben beni Hakk'a götürmeyen mezhebi ateşe verir yakarım. Benim arzum ne dîndir, ne de mezheb, ben senin yolunu, seni istiyorum." sözleri size bir şeyler söylemiyor mu?

Cevap:
Bunu söyleyen kimse şunu kastediyor: Din, Allah’a götüren bir yol olduğu için önemlidir. Allah’ın marifetine ulaşmak, onun rızasını tahsil etmek için din ve mezhep önemlidir. Şayet insanı Allah’a ulaştırmayan bir din söz konusu ise, ben öyle bir dinde yokum, demek istiyor.

Yoksa, eğer din olmadan da bir şekilde insanı Allah’a ulaştıran, yani onun rızasını kazandıran bir yol olduğu düşünen kimsenin imanını yenilemesi gerekir.

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa,  bilsin ki bu din asla ondan kabul edilmeyecek  Ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır.”(Ali İman, 3/85)

mealindeki ayetin ifadesi bu konuda çok açıktır.

İddia:
Peki ya Lâ mekâna kavm olan Yunus? Yunus nasıl teslim etti ruhunu Allah'a; ne diyorsunuz?

Cevap:
“Peki ya Lâ mekâna kavm olan Yunus” tan kastedilen Allah’ın kavmi ise yanlıştır. Eğer maksat Yunus’ın kavmi ise, yine yanlıştır. Çünkü onların mekânı NİNOVA’dır.

Kur’an bize Yunus kavminin bir yolunu bulup kendisine ulaştığını söylemiyor; iman ettikleri için azaptan kurtulduklarını bildiriyor.(Yunus,10/98).

Yunus, bütün sebeplerin bir şeye yaramadığını görüp hakikî tevhit inancının bir gereği olarak vahidiyet içinde sırr-ı ahadiyeti hakka’l-yakîn derecede gördüğü için duası bir anda kabul olup o ölümcül tehlikeden kurtarılmıştır. Bunun yeni bir icat ile bidatkâr bir kavram olan “ruhun cevheri ile Allah’a ulaşmak” la ne alakası vardır?

Öyle anlaşılıyor ki, bu iddialar sahibi, Mehdiliğe soyunmuş olduğundan Kur’an’da yer alan “Hidayet” kavramını da kendisiyle ilgili olduğunu savunmaktadır. Kendisini Mehdi olarak tanımayanları “Hidayet”i inkâr etmekle suçlama talisizliğine düşmektedir. Çünkü, gerçek anlamda hidayeti gizleyen veya inkâr eden kimse yoktur. Hidayet Kur’an yoludur. Müslüman bir ilim adamının hidayeti gizlemesi söz konusu olabilir mi? Demek ki bu iddiaları seslendiren kişi, hidayeti gizlemelerinden değil, güya kendi mehdiyetini gizlemelerinden ötürü hocaları şikayet etmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bakara Suresi 2. ayeti neden "Huden li'l-muttekîn" "Takva sahipleri için tarifsiz bir hidayettir." diye biter? Muttakiler için hidayet sözünün anlamı nedir?

Allah her an her yerde hazırdır ve bize şah damarımızdan daha yakındır. O halde Kur’an’da “Allaha döndürüleceksiniz” gibi ayetlerde geçen “rücu”, yani “Allah’a dönme” ne demektir?

"Ölmeden önce ölünüz!" hadis-i şerifi nasıl anlaşılmalıdır?

“Ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı dilemeyen, ölümü isteyip de bir an önce ahirete gitmek istemeyen cennete giremez” sözü doğru mudur?

Hidayet Allah'tandır, sözü nasıl anlaşılmalıdır?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Yazar
Sorularla İslamiyet
Hidayet nedir?

Sual: Hidayet nedir?
CEVAP
Hidayet; Hakkı hak, batılı batıl olarak görüp doğru yola girmek, doğru yola iletmek, dalâletten ve batıl yoldan uzaklaşmak, iman etmek, Müslüman olmak, yol gösterici, Kur’an, tevhid gibi anlamlara gelir.

Hidayet, doğru yolu gösterme, Allahü teâlânın razı olduğu yolda bulunma, cenab-ı Hakkın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsan etmesi ve kulun rızasını kendi kaza ve kaderine tâbi eylemesi demektir. İhtidanın manası da hidayete erme demektir, yani Müslüman olma, din olarak İslamiyet'i seçme.

Aşağıdaki âyet meallerinde parantez içinde tefsirlerdeki manaları bildiriliyor:

(Rabbimiz, her şeye bir özellik veren, sonra da hidayet eden [doğru yola eriştiren]dir.) [Taha 50]

(Onların hepsini [İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u] emrimizle [vahyimizle] hidayeti [doğru yolu; İslamiyet’i] gösterecek imamlar [rehberler] kıldık, kendilerine hayırlı işler yapmayı, namazı doğru kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar [puta tapmazlardı] bize ibadet eden kimselerdi.) [Enbiya 73]

(Allah, dilediğini doğru yola hidayet eder, iletir.) [Bekara 213]

([İman ederek] hidayeti kabul edenlerin [Müslümanların] hidayetlerini [doğru yoldaki başarılarını, İslamiyet’e uymalarını Allahü teâlâ] artırmış, onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham etmiştir [açıklamıştır].) [Muhammed 17]

(Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini hidayete [doğruluğa, İslamiyet’e] erdirir.) [Tegabün 11]

(Altlarından ırmaklar akan cennet ehli, “Allah'a hamd olsun ki, bizi, hidayeti ile [Müslüman yaparak] buna kavuşturdu. Eğer Allahü teâlâ bize hidayet vermeseydi [Müslüman yapmasaydı], kendiliğimizden bu yolu bulamazdık” derler.) [Araf 43]

(İman edip salih âmeller işleyenleri, Rableri, imanları sebebiyle altlarından ırmaklar akan nimeti bol Cennetlere hidayet eder [Cennetlere koyar].) [Yunus 9]

(Ey Resulüm de ki; “Cebrail’e düşman olan, Allah’a düşmandır.” Çünkü o, Kur’anı, Allah’ın izniyle, kendinden önce gelen kitapları doğrulayıcı, bir hidayet [yol gösterici] ve müminler için müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.) [Bekara 97]

(Biz, hidayeti [Kur’anı] dinleyince, Ona iman ettik.) [Cin 13]

(Allah, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidayet etmez [doğru yola iletmez].) [Maide 51]

(Dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de hidayet eder [doğru yola, İslamiyet’e kavuşturur].) [Fatır 8]

(Allah, dilediğine hidayet verir [İslamiyet’e ulaştırır], dilediğini dalalette bırakır.) [İbrahim 4]

(İhtilaflı şeyleri insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet [doğru yolu gösterici rehber] ve rahmet olsun diye bu Kitabı sana indirdik.) [Nahl 64]

(Allah’a likayı [kavuşmayı] inkâr edip de, hidayetten [doğru yol olan İslamiyet’ten] uzak kalanlar, elbette en büyük ziyana uğramış olacaklardır.) [Yunus 45]

(Hidayet ancak Allah’ın hidayetidir [Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur].) [Bekara120]

(İşte onlar, Allah'ın hidayet verdiği [İslamiyet’e kavuşturduğu] kimselerdir.) [Zümer 18]

(Hidayete erenlerin [iman edenlerin, Müslüman olanların] Allah hidayetlerini [İslamiyet’e bağlılıklarını] artırır.) [Meryem 76, Muhammed 17]

(Onları hidayete erdirir [imana kavuşturur].) [Muhammed 5]

(Onlar hidayet [doğru yol] yerine dalaleti satın alanlardır.) [Bekara 175]

(Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]

Hidayeti kim verir?
Sual: Bir ateist, Kur’an-ı kerimde birkaç yerde geçen, (Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini sapıklıkta bırakır) mealindeki âyetleri gösterip, (Bakın Tanrı, dilediğini Müslüman, dilediğini kâfir yapıyor. Sonra da, kâfiri cezalandırıyor. Olacak şey mi bu?) diyor. İşin doğrusu nedir?
CEVAP
Kur’an-ı kerimin âyetleri, birbirini açıklar. Sadece bir âyeti almak, cümlenin yarısını almak gibi yanlışlıklara sebep olur. Aynı hataya Cebriye fırkası da düşüyor. Bir hükûmet düşünün, kötüleri cezalandırıyor, iyilere mükâfat veriyor. Biri, kötüleri cezalandırdığını görüp (Bu hükûmet, hep ceza yağdırıyor) derse, doğru söylememiş olur. Bunun gibi, başka biri de, (Bu hükûmet, herkese ödül veriyor) derse o da yanlıştır.

Kul hayır veya şer yapmayı ister, Allahü teâlâ da dilerse, kul irade-i cüz’iyyesiyle onu işler. Yoksa kimseye zorla hayır veya şer işletmez. Öyle olsa, şer işleyen kimse, (Falancaya hayır işlettin, bana niye şer işlettin?) der.

Allahü teâlâ, kullarının iyilik mi, kötülük mü işleyeceklerini, cehennemlik mi, cennetlik mi olduklarını elbette bilir, bildiğini yazıyor. Yoksa yazdığı için kul, iyilik veya kötülük yapmak zorunda kalmıyor.

Allahü teâlâ, ezelî ilmiyle, kullarının yapacakları işleri bilir. Eğer Allah, yarattıklarının ne yapacağını bilmezse, bilmeyenden ilah olamaz. İlahın her şeyi bilmesi, her şeye gücü yetmesi gerekir. Bilmeyen, gücü yetmeyen, muhtaç olan, ölebilen ilah olamaz. Cebriye fırkası da, (Allah her işi zorla yaptırır. İnsan kaderine mahkûmdur. Hiç kimse, işlediği günahtan mesul değildir) der. Bu, çok yanlıştır. Herkes yaptığından mesuldür. İyilik eden mükâfatını, kötülük eden cezasını görür. Kur’an-ı kerimde zerre kadar hayır ve şer işleyenin, karşılığını alacağı bildiriliyor. (Tekvir 14, Zilzal 7,8)

Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki: Cebriye denilen kimseler, insanın kesbini, iradesini inkâr ederek, (İnsan istese de, istemese de her hareketini, her işini Allah yaratır. İnsanın her işi, ağaç yapraklarının rüzgârdan sallanması gibidir. Her şeyi Allah zorla yaptırıyor. İnsan hiçbir şey yapamaz) dediler. Böyle söylemek küfürdür. Elin, ayağın titremesiyle, irade ederek hareket ettirilmesi, bir olur mu? Üç âyet-i kerime meali:
(Allahü teâlâ, onların yaptıklarının hepsini soracaktır.) [Hicr 92, 93]

(İsteyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. İnkâr edenlere Cehennem ateşini hazırladık.) [Kehf 29]

(Allahü teâlâ, onlara zulmetmez. Onlar, kendilerine zulmediyorlar.) [Nahl 33]

(Yâ Resulallah, yaptığımız ve yapacağımız işler önceden takdir edilip yazıldığına göre, iş yapmanın ne önemi var?) diye soranlara, Peygamber efendimiz Şems sûresini okudu. İlgili kısmın meali şöyle:
(Cenab-ı Hak, hayrı ve şerri [taat ve günahı] ve bu ikisinin hâllerini öğretip bunlardan birini yapabilmesi için, insana ihtiyar [tercih hakkı, irade-i cüziyye] verdi. Nefsini tezkiye eden [kötülüklerden temizleyip faziletlerle dolduran] kurtuldu. Nefsini günahta, cehalette, dalalette bırakan, ziyan etti.) [Şems 8-10]

Görüldüğü gibi, Allahü teâlânın bilmesi, zorla yaptırması demek değildir. İşte, bir kimsenin günah işleyeceğini de, Allahü teâlâ elbette bilir. Bu, onun kaderinde yazılıdır. Yazılı olması, o günahı işleyeceği içindir; yoksa kaderinde yazılı olduğu için o günahı işlemez.

İnsana bela gelmez, Rabbimiz yazmadıkça,
Rabbimiz bela vermez, o insan azmadıkça.

Mutezile, (Kaderini herkes kendi belirler) der. Birinci mısra buna cevaptır. (Allahü teâlâ dilemedikçe insan bir şey yapamaz) deniyor.

Cebriye ise, (Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini sapıklıkta bırakır) âyet-i kerimesini yanlış anladığı için, (Her şeyi bize zorla yaptıran Allah’tır) der. İkinci mısrada, (Allah’ın takdiri insanların amellerine göredir) deniyor.

Tekvir sûresinin (Herkes [iyi kötü] ne getirmişse, onu görecektir) mealindeki 14. âyeti herkesin kendi iradesiyle günah veya sevab işlediğini bildiriyor. Kul kendi iradesi ile imanı ve küfrü seçmeseydi, günah ve sevap işlemeseydi, hâşâ peygamberler, Cennet, Cehennem lüzumsuz olurdu. Allahü teâlânın (Niye yaptın?) diye kullarına hesap sorması da yersiz olurdu.

Her şeyi Allahü teâlânın yarattığına dair birçok âyet vardır. Cebriyeciler, hâşâ, bunları Allah zorla yaptırıyor sanıyorlar. Hâlbuki günahlarımız sebebiyle bela geliyor. Bir âyette, (Başınıza gelen bir bela, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir, [bununla beraber] Allah çoğunu affeder) buyuruluyor. (Şura 30)

Demek ki bela, günahlarımız yüzünden geliyorsa da, gönderen yine Allah'tır. Âyet-i kerimenin devamında, (Allah çoğunu da affeder) deniyor. Bazıları, kötülükleri nefsimizin yarattığını söylüyorlar. Hâşâ, Allah'tan başka yaratıcı yoktur. Günahlarımızın ve nefsimizin kötülükleri sebebiyle Allah bela veriyor. Günahlarımız ve nefsimiz, sadece sebep oluyor.

Ateistin de, Cebriye fırkası gibi, âyetleri yanlış anlayıp, (Allah bize zorla günah işletiyor, bizi zorla kâfir yapıyor) demesi çok yanlıştır. Nahl sûresinin 33. âyeti şu mealdedir:
Hâşâ hiç zulmetmez, kula Huda’sı,
Herkesin çektiği, kendi cezası.

İnsanların kimi, içki içiyor, kumar oynuyor, hırsızlık ediyor. Kimi de, hiçbirini yapmıyor. Bunları Allah mı yaptırıyor, yoksa bizzat kendi iradeleri ile mi yapıyorlar? Cebriye’nin ve ateistin, (Allah yaptırıyor) demesi yanlıştır. Cezayı ve mükâfatı veren Allah ise de, suçları ve sevabları işleyen insanların kendileridir.

Ateistin sorduğu âyeti, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle açıklıyor:
(Allah, dilediğini [irade-i cüz’iyyesini doğru yolda kullandığı için] hidayete kavuşturur, dilediğini de, [irade-i cüz’iyyesini kötü yolda kullandığı için] sapıklıkta bırakır.) [Mektubat-ı Ma’sumiyye]

Burada Allahü teâlânın dilemesinden maksat, onların sapıklıkta kalmasını istemek, beğenmek demek değildir. Onlar kendi iradeleriyle sapıklıkta kalmak isteyince, Allahü teâlâ da bunu irade edip yaratıyor. Bunun gibi, (Siz Allah’ın dilediğini arzu edersiniz) mealindeki âyet-i kerimeye de, İmam-ı Mâtürîdî hazretleri, (Allahü teâlânın iradesi, sizin iradenizle beraberdir. Siz irade edince, Allahü teâlânın iradesini hazır bulursunuz) diye mânâ vermektedir. (F. Bilgiler)

Demek ki, doğru yola gitmek isteyeni doğru yola, yanlış yola gitmek isteyeni yanlış yola iletiyor. Daha kolay anlaşılması için şöyle bir örnek verelim:
Cehenneme gidecek işler yapıp Cehenneme giden trene bineni, Cehenneme götürüyor. Cennete gidecek işler yapıp Cennete giden trene bineni, Cennete götürüyor. Treni yapan, çalıştıran ve götüren Allahü teâlâdır. İncelik buradadır. Yani (Kim nereye gitmek isterse, biz onu oraya götürürüz) deniyor. Ama zorla götürmüyor, binenleri götürüyor. Kişi, amelleriyle neresi için bilet almışsa oraya götürüyor.
Ehl-i sünnet itikadı

Sual: Ehl-i sünnet itikadında olmanın şartları nelerdir?
CEVAP
Ehl-i sünnet itikadından, önemli olanlardan bazıları şunlardır:

1- Amentü’deki altı esasa inanmak. [Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak. İnsanda irade-i cüziye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür.]

2- Amel, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen veya günah işleyen mümine kâfir denmez. [Vehhabiler, (amel imanın parçasıdır, namaz kılmayan ve haram işleyen kâfirdir) derler.]

3- İman ya vardır ya yoktur, artıp eksilmez. [Parlaklığı artıp eksilir.]

4- Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir.

5- Allah mekândan münezzehtir. [Vehhabiler, (Allah gökte veya Arşta) derler. Bu küfürdür.]

6- Ehl-i kıble tekfir edilmez. [Vehhabiler, kendilerinden başka herkese kâfir derler.]

7- Kabir suali ve kabir azabı haktır.

8- Gaybı yalnız Allah bilir, dilerse enbiya ve evliyasına da bildirir.

9- Evliyanın kerameti haktır.

10- Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir. [Rafiziler, (Beşi hariç sahabenin tamamı kâfirdir) derler. Halbuki Kur’anda, tamamı cennetlik deniyor.] (Hadid 10)

11- Ebu Bekr-i Sıddık, eshab-ı kiramın en üstünüdür.

12- Mirac, ruh ve bedenle birlikte olmuştur.

13- Öldürülen, intihar eden eceli ile ölmüştür.

14- Peygamberler günah işlemez.

15- Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak.

16- Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. [Vehhabiler, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Şit’in, Hazret-i İdris’in peygamber olduğunu inkâr ederler. İlk peygamber Hazret-i Nuh derler. Liderlerine resul [Peygamber] diyen bazı gruplar da, (Nebi gelmez, ama resul gelir) derler. Bunun için de Resulüm diyen zındıklar türemiştir.]

17- Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.

18- Ruh ölmez. Kâfir ve Müslüman ölülerin ruhları işitir.

19- Kabir ziyareti caizdir. İstigase, yani Enbiya ve evliyanın kabirlerine gidip, onların hürmetine dua etmek ve onlardan yardım istemek caizdir. [Vehhabiler ise buna şirk derler. Bu yüzden Sünnilere ve Şiilere müşrik, yani kâfir derler.]

20- Kıyamet alametlerinden olan Deccal, Dabbet-ül-arz, Hazret-i Mehdi’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine, güneşin batıdan doğacağına ve bildirilen diğer kıyamet alametlerine inanmak.

İmam-ı a’zam hazretleri (Kıyamet alametlerine tevilsiz inanmalı) buyuruyor. (Fıkhı ekber)

Bir hadis-i şerif meali:
(Güneş batıdan doğmadıkça, Kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman eder, ama iman artık fayda vermez.) [Buhari, Müslim]

Güneşin batıdan doğmasını, (Avrupa Müslüman olacak) diye tevil etmek, imam-ı a’zamın sözüne aykırıdır. Hiçbir İslam âlimi tevil etmemiştir. Hâşâ Resulullah, bilmece gibi mi söz söylüyor? Böyle tevil etmek, (elma dersem çık, armut dersem çıkma) demeye benzer. Nitekim (Salat, duadır, namaz diye bir şey yok) diyenler çıkmıştır. O zaman ortada din diye bir şey kalmaz. Bir de Avrupa Müslüman olunca, iman niye fayda vermesin? Güneşin batıdan doğması, ilmen de mümkündür. Dinsizler itiraz eder diye zoraki tevile gitmek gerekmez. Allahü teâlâ, dünyayı şimdiki yörüngesinden çıkarır, başka yörüngeye koyar. Dönüşü değişince, güneş batıdan doğmuş olur.

21- Ahirette Allahü teâlâ görülecektir.

22- Kâfirler Cehennemde sonsuz kalır ve azapları hafiflemez, hatta gittikçe artar.

23- Mest üzerine mesh etmek caizdir.

24- Sultana isyan caiz değildir.

(Bu bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mektubat-ı Rabbani, F. Fevaid’den alınmıştır.)

Cehennemden kurtulan tek fırka
Sual: Ben dini bilgilerden mahrum olarak yetiştim. Dinimi doğru olarak öğrenmek istiyorum. Birçok kitap aldım. Kitaplarda oldukça çok farklılık var. Kur'an mealleri de farklı. Kendi başıma doğruyu bulmam mümkün değildir. Aynı konuları hocalara sordum. Onlar da farklı şeyler söylediler. Dinimi doğru olarak öğrenmeden ölürsem, mazur sayılır mıyım? Yoksa yanlış bildiğimden sorumlu olur muyum?
CEVAP
Aynı ve benzer sualleri çok kimse soruyor. Her fırka, her grup, benim yolum doğru diyor. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Hadis-i şerifte, müslümanların 73 fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu 73 fırkadan herbiri, İslamiyet’e uyduğunu, Cehennemden kurtulacağı bildirilen bu fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir.) [Müminun 53 ve Rum 32]

Bu çeşitli fırkalar arasında kurtuluş fırkasının alametini Peygamber efendimiz bildirmiştir:
(Bu fırkada olanlar, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır.) [Tirmizi]

Peygamber efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Eshab-ı kiramın yolunda giden, elbette Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. (C.1, m.80)

Bugün çok kimse de kendilerinin Ehl-i sünnet olduğunu söylüyor. Bu bakımdan Ehl-i sünnet itikadının ne olduğunu bilmek şarttır. Bu bilindikten sonra doğruyu, hakkı bilmek zor olmaz.

Şirki affetmez ne demek?
Sual: Allah’ın her günahı affedebileceği söyleniyor. Halbuki en büyük günah olan şirki affetmeyeceği Kur'anda yazılı imiş. Bu hususu açıklar mısınız?
CEVAP
İtikadımızı düzeltmeliyiz. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İtikad edilecek şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyamette Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da işlerde [ibadetleri yapmakta, haramlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbe ile ve belki tevbesiz de af olabilir. Eğer af olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli itikadı düzeltmektir. (1/193)

Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Her müslüman, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmeli, imanını buna göre düzeltmelidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikada uymayan fena, bozuk itikadlar, imanlar, yani bunlara gönül bağlamak, gönlü öldüren bir zehirdir. İnsanı sonsuz azaba götürür. Amelde, ibadetlerde tembellik, gevşeklik olursa, affolunabilir. Amma itikadda gevşek davranmak affolunmaz. Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Allah [ahirette] şirki [küfrü, bozuk imanı] asla affetmez. Diğer bütün günahları ise, istediği kimselerden affeder.) [Nisa-48]

O halde ölmeden önce itikadı düzeltmelidir. (2/67)

Görüldüğü gibi, şirk yani küfür üzere ölen kimse, ebedi olarak Cehennemde kalır. Dünyada iken, yani ölmeden önce şirke [küfre] düşen kimse, tevbe ederse affolur.

Bir kâfir, kâfirliğine tevbe ederse, tertemiz, günahsız müslüman olur. Bir müslüman da şirke [küfre] düşerek kâfir olur, sonra pişman olup tevbe ederse, yine müslüman olur. Tevbe etmek için yalnız Kelime-i şehadet söylemek kafi değildir. Küfre sebep olan şeyden de tevbe etmek lazımdır. (Allah şirki affetmez) sözü yanlış anlaşılmaktadır. Şirk üzere ölmüş olan affolmaz; fakat hayattayken, defalarca şirke düşüp sonra tevbe eden affolur.

Ehl-i sünnet olmak için
Sual: Bir muteber kitapta, (Tafdil-uş-şeyhayn, hubb-ül-hateneyn ve mest üzerine mesh, Ehl-i sünnet olmanın alametidir) deniyor. Burada ne denmek isteniyor?
CEVAP
Tafdil-uş-şeyhayn, iki kayınpeder olan Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’in diğer sahabe-i kiramdan üstün olduğuna inanmaktır. Hubb-ül-hateneyn, iki damadı, yani Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali’yi sevmek demektir. Bir de, mest üzerine mesh etmek, Ehl-i sünnet olmanın alametlerindendir. Özellikle İbni Sebeciler, ilk üç halifeyi sevmezler ve mest üzerine meshi caiz görmezler. Çıplak ayağa mesh ederler. Bunları kabul etmeyenin Ehl-i sünnet olmadığı anlaşılır.

Her şeyi yaratan Allah’tır
Sual: İmam-ı Rabbani hazretleri, 289. mektubunda, (Cebriye’nin, “İşi insanın yapması mecazdır, görünüştür, insanda kudret yoktur. Kullar, rüzgârla sallanan yaprak gibidir. İnsanların her hareketi, ağacın hareketi gibi mecburidir” sözü küfür olduğu gibi, “Kulların iyi kötü, bütün işleri, hakikatte onların değildir. İhtiyarî [isteğe bağlı] hareketleri de yapan, yalnız Allah’tır” sözleri de küfürdür) buyuruyor. Aynı mektupta ve başka mektuplarda da, her şeyi yaratanın Allah olduğu bildiriliyor. İkisi farklı gibi görünüyor. Biz nasıl inanırsak Ehl-i sünnete uygun yani doğru inanmış oluruz?
CEVAP
Her şeyin yaratıcısı elbette Allahü teâlâdır. Aksini söylemek küfür olur. Ancak bize irade-i cüziyye vermiştir. (Şunu yaparsan günah olur, şunu yaparsan sevab olur) diyor. İrade-i cüziyyemiz olmasa, yani her şeyi bize zorla işletse, günahımıza ceza, ibadetimize sevab vermez. Bize irade-i cüziyye kuvvetini veren de Allahü teâlâdır. Her şeyin yaratıcısı Odur. Böyle inanırsak doğru inanmış oluruz.
Fıkh-ı ekberden parçalar

İmam-ı azam hazretlerinin Fıkh-ı ekber kitabının bazı bölümleri şöyledir:
İman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, hesap, mizan, Cennet ve Cehenneme inanmak ve hepsini hak bilmektir.

Allah, birdir, doğmamış ve doğurmamıştır. Ona hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiçbirine benzemez, isimleri, zati ve fiili sıfatıyla hep var olmuş ve var olacaktır. Onun İsim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir, hepsi ezelidir. O ilmiyle daima bilir, kudretiyle daima kadirdir. Kelam ile konuşur, yaratması ile daima halıktır, fiili ile daima faildir. Yapılan şey mahluktur. Allah’ın fiili ise mahluk değildir. [Fiil; iş, fail ise iş yapan demektir. Kadir, her şeye gücü yetendir.]

Tevhidin aslı, Amentü’ye inanmaktır. Kur’anda zikredilen el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. Onun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Çünkü bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. [Bozuk fırkalar, bizzat el yüz gibi diyerek insana benzettikleri için, bu sıfatları aynen kabul ederek tevil etmenin caiz olduğunu imam-ı Gazali hazretleri bildiriyor.]

Allahü teâlâ ahirette Cennette görülecektir.

Allahü teâlânın, isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette eşittir, aralarında farklılık yoktur.

Onun sıfatlarının hepsi, mahlukların sıfatlarından başkadır. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahluktur, fakat Allah’ın kelamı mahluk değildir.

Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir, orada Peygamberlerden, kâfirlerden, mesela Firavun ve İblisten naklen verilen haberlerin hepsi Allah kelamıdır. Allah’ın kelamı mahluk değildir.

Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamın neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rab olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların imanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan, bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.

Peygamberlerin hepsi de küçük, büyük günah ve çirkin hallerden beridir. Fakat onların sürçme ve hataları vaki olmuştur. [Buna zelle denir. Zelle, doğrular içinde en doğruyu bulamamak demektir.]

Peygamberlerin mucizeleri ve velilerin kerametleri haktır.

Peygamberlerin şefaati haktır. Peygamber efendimizin şefaati büyük günah işleyenleredir.

Kıyamet günü amellerin mizanla tartılması ve Peygamber efendimizin havzı haktır. Kıyamette, hasımlar arasında hesaplaşma olması haktır.

Cennet ve Cehennem şimdi vardır, ebediyen de yok olmayacaktır.

Eshab-ı kiramın hepsini ancak hayırla anarız. Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Hazret-i Ebu Bekir, sonra diğer üç halifedir. [Fazilet sırası, halifelik sıralarına göredir.]

İman, iman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden artar ve eksilir.

Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır.

[İman; dil ile ikrar kalb ile tasdiktir. İman artmaz ve eksilmez. Ancak parlaklığında, kuvvetinde çoğalma olur. Amel, imandan parça değildir. Günah işleyene kâfir denmez. İman herkese lazım iken, her amel herkese lazım değildir. Mesela nisaba ulaşmayan fakir zekat vermez. Hayz ve nifas halinde namaz kılınmaz. Fakat fakire ve böyle kadına iman lazım değildir denemez.]

Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür.

Mirac haberi haktır. Deccal’ın, Yecüc ve Mecüc’ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hazret-i İsa’nın gökten inmesi ve diğer kıyamet alametlerinin hepsi de haktır.

Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr müminler için kabir azabı haktır.

Mestler üzerine meshetmeyi bildiren hadise göre; mestin mesh müddeti, mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Hadis, mütevatire yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur.

Kişinin nasıl ibadet edeceğini öğrenmesi birçok ilimden daha efdaldir.

Ehl-i kıbleden olanı tekfir etmemek [namaz kılana kâfir dememek], kimseyi imandan uzaklaştırmamak, marufu [iyilikleri] emredip, münkerden [kötülüklerden] sakındırmak, senin için takdir olunanın mutlaka sana ulaşacağını bilmek, Eshab-ı kiramdan hiçbiri ile alakayı kesmemek, hepsini de sevmek gerekir.

Günahkâr Müslümana kâfir denmez. Günahlar, mümine zarar vermez de demeyiz. Küfür hariç, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mümin olarak ölen kimsenin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse affeder, hiç azaba uğratmaz.

İmam-ı a'zam hazretleri, âlimlerle otururken biri gelip, (Bir mümin, babasını öldürse, sonra şarap içerek sarhoş olsa ve zina etse imanı gider mi?) dedi. Bunu işiten âlimlerin hepsi bu suali sorana kızarak, (Bunu sormaya ne lüzum var? Elbette imanı gider, kâfir olur) dediler. İmam-ı a'zam hazretleri, (O kimse, çok büyük günahlar işlemişse de, yine mümindir. Günah işlemekle iman gitmez) buyurdu.

İnanılması gereken diğer şeylerden mezhebimizde olanlardan bazıları da şöyledir:
Allah, kulun güç yetiremeyeceği şeyleri onlara emretmez.

Şeytan, müminden imanı zorla alamaz. Fakat kul imanı terk ederse şeytan da onun imanını alır.

Kâfir olarak ölen asla affa uğramaz, sonsuz olarak Cehennemde kalır.

Peygamberlerin ilki Adem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır.

Kul kendisinden emir ve yasakların kalkacağı bir duruma ulaşamaz. Herkes, gücü yettiği ölçüde ibadet etmekle yükümlüdür.

Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm olmaz.

Ölüler için dua edilince ve onlar için sadaka verilince ölüler fayda görür.

Evliya, peygamber derecesine ulaşamaz.
Emali kasidesi

Sual: Emali kasidesini çok övüyorlar. Bu kaside hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP
Büyük İslam âlimlerinden, Siraciyye fetva kitabının sahibi, Ali Uşi hazretlerinin yazdığı Emali kasidesinde, Ehl-i sünnet itikadı manzum olarak çok güzel anlatılmıştır. Orijinal aslı şahane bir manzumedir. Bu eserde özetle deniyor ki:

Allahü teâlâ, ezeli ve ebedidir. Hayrı da, şerri de yaratan odur. Fakat O, şerre razı değildir.

Allah’ın sıfatları, zatının aynı da, gayrı da değildir. Bütün sıfatları da ezeli ve ebedidir. O hiçbir şeye benzemez.

Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, Arşı da yaratmıştır, fakat oraya yerleşmiş denilemez. Çünkü Arşı yaratmadan önce de var idi. Mekandan ve zamandan münezzehtir.

Mukallidin imanı muteberdir. [Ana babasını, hocalarını taklit ederek, doğru itikada kavuşan kimsenin imanı sahihtir. Ancak, inceleyip araştırmadığı için, yani fen bilgilerini kısaca öğrenip, Allahü teâlânın varlığını düşünmediği için, günah işlemiştir. Fen bilgisini öğrenmemiş bir kimse, ana babadan, kitaptan öğrenerek iman ettiği, düşünerek kabul ettiği, aklını kullanarak inandığı için, istidlali terk etmiş sayılmaz diyen âlimler de vardır.]

Kuran-ı kerim kelam-ı ilahidir, mahluk [yaratık] değildir.

Cennette nimetler, Cehennemde azap vardır. Cennet ve Cehennem hiç yok olmaz.

Müminler, Cennette iken, hiçbir şeye benzemeden Allahü teâlâyı görünce başka nimetleri unuturlar.

Allahü teâlâya en faydalı olanı yaratması farz [mecbur] değildir.

Peygamberlere ve meleklere [ve Amentü’deki diğer esaslara] inanmak farzdır.
Hazret-i Muhammed aleyhisselam son peygamberdir, dini kıyamete kadar bâkidir, miracı da haktır. Bütün peygamberler, peygamberlikten önce de sonra da günah işlemezler. Kadınlardan peygamber gelmemiştir.

Hazret-i İsa gelecek, Deccalı öldürecektir.
Evliyanın kerameti haktır.

Ebu Bekr-i Sıddık, bütün eshab-ı kiramdan üstündür.

Akıl baliğ olanın Allah’ı bilmemesi özür olmaz.
Kâfirin son nefesteki imanı makbul değildir.

İbadetler, ameller imanın parçası değildir. [Yani farzı yapmayana kâfir oldu denmez.] Katillik, gasp, zina gibi büyük günah işleyen müslümana kâfir oldu denilmez. Bir müddet sonra, dinden çıkmayı niyet eden, o anda dinden çıkıp kâfir olur.

Elfaz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür olur. Mesela ben peygamberim dese küfür olur.] Sarhoş iken, elfaz-ı küfrü söyleyene kâfir dememelidir.

Helal da haram da rızktır.
Kabir suali ve kabir azabı haktır.

Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir.

Müminlerin, Cennete girmesi Allah’ın fazlındandır. Çünkü kimse ameliyle Cenneti hak edemez.

İnsanlar, dirilince hesaba çekileceklerdir.

Kıyamet günü amellerin tartılması ve sırattan geçmek haktır.
Bu dünya sonradan yaratılmıştır.

Duaların etkisi vardır.
Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate kavuşacaktır.

Cennet de Cehennem de şu anda mevcuttur.

İman ehli, günahların cezası olarak ebediyen Cehennemde kalmayacaktır. [Cehennemde ebedi kalmak kâfirlere mahsustur.]


hidayet nedir kısaca
islam hidayet nedir
hidayet nedir anlamı
hidayet ne demek
allah dilediğine hidayet verir
allah hidayet versin ne demek
hidayet ne demek tdk
allah hidayet versin duası

Cuneyd Bagdadi Hz

Vefat ederken Cüneyd Bağdadi'nin yanındaydım.Kur'anı hatmetti.Sonra diğer hatme başladı.
Bakara suresinden 70 ayet okudu ve vefat etti.
Ca’fer ibn Muhammed al-Huldi’nin rivâyetine göre Cüneyd, duâları arasında şu duâyı her zaman okurdu ki meali aşağıdadır:

“Allah’a dâima, kesintisiz, tükenmesiz hamdolsun. Rabbim, senin vech-i kerîmine, izz-ü celâline, büyük Rablığına azâmetine yaraşır şekilde sana hamd etmeye çaşırım. Her lisândan rızâna uygun tesbîh, takdis, temcîd, tehlil, tahmîd ve ta’zim ancak Sana mahsustur.”

“Allah’ım, mahlûkatın arasından ayıklanmış, seçilmiş mübârek kulun, Efendimiz ve Mevlâmız Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e, onun Ehl-i beyt ine, Ashâb ve Etbâ’ına, Ansâr’ına ve Peygamber kardeşlerine salât ve selâm etmeni; gökler ve yerler halkından senin taâtinde olanlara da salât etmeni dilerim.

Cibrîl’e, Mîkâîl’e, İsrafil’e, Azraîl’e, Rıdvan’a ve Mâlik’e, Kerubiyyun, Rûhaniyyun, Mukarrabun, Seyyahun, Hafaza, Sefere ve Hamele meleklerine; diğer meleklerine, gökler ve yerler ehline, bütün kıt’alarında sence malûm olan bütün mahlûkatına; Senin râzı olduğun, sevdiğin ve onların da lâyık olduğu bir salât ile salât etmeni dilerim.

Yâ Rabbî, sehan, şerefin, keremin, fazlın, birr-ü ihsânın, iyiliğin, sana mahsus olan Arş’a sâhip Rablığın yüzü hürmetine! Yâ Cevad, yâ Kerîm, bildiğin bütün günâhlarımızı ve bizden sâdır olan her şeyimizi afveylemeni; yaptığımız zulüm ve haksızlıkları bizim yerimize sen ödeyivermeni; kereminle eğriliklerimizi düzeltmeni, bizden olan kötülükleri iyiliğe tebdil eylemeni diliyorum.

Ey dilediğini yok ve var eden, kitabın anası (aslı) yanında olan Zat-î Kibriya! Sen kendin gibisin, senin gibi bir şeyde yoktur. Geri kalan ömürlerimizde bizi tam ve kâmil olarak kötülüklerden korumanı, her kötü gördüğünü bize kötü göstermeni ve her sevdiğini bize de sevdirmeni, bizi sevdiğin şekilde kullanmanı ve bu hâlimizi bizi vefat ettireceğin zamana kadar devam ettirmeni niyaz ediyorum. Bu hususta irâdelerimizi kuvvetlendirmeni, niyyetlerimizi takviye etmeni, sırlarımızı bu iş için düzeltmeni, uzuvlarımızı bu işlere sevk eylemeni; zât’ının bizim başarımızın sâhibi ve idarecisi olmanı talep ediyoruz.”

“Allah’ım, bize heybetini, seni büyültmeyi, sana ta’zim etmeyi, seni gözetmeyi, senden utanmayı, râzı olacağın her temiz söze koşmamızı bize nasîb eylemeni istiyoruz.

Yâ Rabbî, seçtiğin kullarına, velîlerine, taâtin ehline lütfettiğin zikr-i dâimi; sırf senin rızân için yapılan hâlis, devamlı, temiz ve sence sevimli ameli lûtf eyleyip ve ömrümüzün sonuna kadar bunu yapmak için bize yardım eylemeni diliyoruz.

“Allah’ım, ölüm bize geldiğinde bizi onda da hoş tutmanı; onu bize bağışlamanı, ikram, yaklaşma, sevinç ve gıpta zamanı eylemeni; pişmanlık, üzüntü zamanı olmaktan korumanı; bizi sevinç, ferah ve göz içinin gülmesi gibi bir neş’e içinde kabirlerimize götürmeni ve kabrimizi de Cennetin bahçelerinden bir bahçe; keremin, şefkat ve rahmetin buk’alarından bir buk’a (ülke) eylemeni talep ediyoruz.

Orada bize (suallere karşı) hüccetler vermeni; bizi korkulardan emîn eylemeni; bizi tekrar dirileceğimiz güne kadar eminlerden, huzûr içinde olanlardan eylemeni istiyoruz.

Ey insanları olacağından aslâ şüphe olmayan bir günde toplayacak olan Zât-î Kibriya!

Bizim o günden asla şüphemiz yoktur. O günün korkularından bizi emîn eylemeni; o günün şiddetlerinden bizi kurtarmanı, o günün büyük sıkıntısını bizden kaldırmanı; o günün susuzluğundan bizi sulamanı; bizi, Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem’in zümresi arasında haşreylemeni istiyoruz ki; Sen Onu seçtin, ayırdın ve Onu bütün safîlerinin üstünde olan velîlerine şefâatçi eyledin ve onun zümresini korkulardan emîn eyledin.

Ey ilticâmız, barınmamız, yönelmemiz kendisine olan ve hesâbımızı gören Zât-ı Kibriya!

Senden niyâz ediyoruz ki ayıplama, azarlama, münâkaşa ve bekleme olmayan bir hesaba; bizi kolay bir hesâba çekmeni istiyoru.

Bize lûtfunla, kereminle muâmele etmeni; bizi kendilerine gıpta edilen o (Sırat’ı) çabuk geçenlerle beraber geçirmeni; Tartı gününde terâzîlerimizi ağır getirmeni; Cehennemin ne Hasîs ne de Zefîr sesini bize işittirmemeni; bizi Cehennemden ve Cehenneme yaklaştıracak her türlü amelden uzak tutmanı talep ediyoruz.

Onlarla arkadaş olmak ne güzel şeydir yâ Rab!

Cûd-ü kereminle bizi ikrâm evin olan Cennette in’am etmiş olduğun peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraber eylemeni, bizi dâr-ı kuds’ün ve dâr-ı hubur’unda babalarımız, annelerimiz, yakınlarımız ve çoluk çocuğumuzla beraber eylemeni; onları da bizden ayırmamanı ve en güzel bir hâlde onlarla beraber elmayı nasîbeylemeni; bizimle dünyâda ülfet eden kadın ve erkek kardeşlerimizi de bize katmanı; onları umduklarının üstünde makamlara ulaştırmanı; onlara arzu ettiklerinin fevkinde ni’metler ihsân eylemeni; onlarla bizi dâr-ı akdesinde ve dâr-ı huburunda en güzel bir hâlde birleştirmeni;  bütün mü’min erkek ve kadınları şefkat ve rahmetinle kaplamanı istiyoruz.

O mü’minler ki dünyâda Seni tevhîd (birlemek) üzere ayrıldılar. Bize ve onlara velî, kâfî (koruyucu) ve kâfî olmanı diliyoruz.

Kalblerinin kurumasına, amellerinin durmasına, kendilerine gelen belâya ve ölülerine acımanı, Kötülüklerini affeyle, tevbelerini kabûl eylemeni, onlar arasında müsriflerin günâhlarını bağışlamanı, mazlûmlarma yardım eylemeni, hastalarına şifâ ihsân eylemeni, bize ve onlara râzı olduğun Nasûh Tevbesiyle tevbe etmek nasîbeylemeni istiyoruz. Çünkü sen cömertsin, yücesin, kadirsin.

“Allah’ım, mücâhidlere velî, koruyucu, kâfi ve yardımcı olur musun!

“Allah’ım düşmanlarımıza karşı şânına yakışır şekilde yardım eylersin; düşmanlarının başına kötü daireyi çevirirsin —Allah onların kanlarını akıtırsın— harâm olan mallarını mübâh kılarsın ve onları mü’min kardeşlerimize ganimet eylersin.

Çoban (idareci) olan kadın ve erkeği, ve müslümanların başına getirdiğin herkesi dâima ıslâh eylersin. Allah’ım, onları hem kendi nefislerinde düzeltmeni, hem de onları başına getirdiğin işlerde düzeltmeni; Onlara halka karşı şefkat, merhamet vermeni; dâima bizim onları, onların da bizi sevmelerini nasîbeylemeni istiyoruz.

“Allah’ım, sözümüzü birleştirmeni; aramızdan ihtilâfı kaldırmanı; kanlarımızı korumanı; bizden fitneyi izâle eylemeni; bizi kereminle bize söylediğin ve söylemeyip sadece senin bildiğin bütün belâlardan korumanı ve İslâm ehli arasında bize, karşı karşıya iki kılıç ve onlar arasında ihtilâf göstermemeni, onları taâtinde ve sana yaklaştıran amellerde birleştirmeni istiyoruz.  Zîrâ sen buna lâyıksın ve kadirsin.

“Allah’ım, bizi aziz etmeni, zelil etmemeni; bizi yükseltmeni, alçaltmamanı; bizim lehimizde olmanı, aleyhimizde olmamanı; bizi Senin taâtine götüren Senin rızâna uygun bütün dünyâ işlerinde ve en çok sevdiğimiz âhiret işlerinde birleştirmeni diliyoruz. Çünkü biz oraya gideceğiz. Ve çünkü bütün işler ancak Seninle tamam olur ve ancak senin tevfikinle bize fayda verir.

“Allah’ım, bize senden korkmayı ve Seni tebcil, Sana ta’zim etmeyi nasîbeylemeni; Seçtiğin kullarına ihsân ettiğin ilmin hakikatini bize de lütfeylemeni; Onlara bahşettiğin âyat ve kerâmetleri bize de bahsetmeni dilerim.

Ey her şeyin hükümranlığı kendine âit ve her şeye kadir olan Zât-ı Kibriya!

Bize bu ihsânını dâim eylemeni çok istiyoruz.

“Allah’ım, bütün hâllerde her zaman vücutlarımıza, bütün kardeşlerimize, çoluk çocuğumuza, yakınlarımıza tam sıhhat ve âfiyet ihsân eylemeni; bu âfiyeti bütün mü’min erkek ve kadınlara teşmil eylemeni; sence en makbûl, en sevimli, sana yaklaşanlara en çok yardımı olan gerek kavli gerek fi’lî hükümlerini bizde yapmanı istiyoruz.

Ey sesleri işiten, ey gizlilikleri bilen, ey göklerin ve yerlerin hükümdarı, kulun Muhammed’e ve Muhammed’in âline salat eylemeni; evvel, âhir, zâhir ve bâtın (olarak salât eylemeni). Niyâzımızı işitmeni, (duâmızı) kabûl eylemeni ve Sana yaraşır olanı bize yapmanı, ey Kerîmlerin Kerîmi ve Ey merhametlilerin merhametlisi! Zâtından istiyoruz.” [Ebû Nuaym, Hilye, c. 10, s. 284-287.] sh:66-68
Üstünlük son nefeste belli olur

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Allahü teâlâ sonumuzu hayreylesin. Hiçbirimiz sonumuzu bilmiyoruz. Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine bir papaz gelip, (Ben mi üstünüm, sen mi üstünsün?) diye sorar. O da, bir hafta sonra gel, der. Bir hafta sonra geldiğinde vefat ettiğini görür. (Bugün bana cevap verecekti) diye söylenince, tabutu göstererek, (İşte orada, git sor, o büyükler boşuna konuşmaz) derler. Tabutunun başına gidip aynı soruyu sorar. Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, Allahü teâlânın izniyle başını kaldırıp, şöyle cevap verir: (Konuştuğumuzdan bir hafta sonra öleceğimi biliyordum, ama sonumun ne olacağını bilmediğim için, o gün sana cevap veremedim. Sen iman edebilir ben de imansız ölebilirdim. Elhamdülillah, ben imanla ölüp kendimi kurtardım, şimdi söyleyebilirim, senden üstünüm. Sen kendine bak!) Bu keramet karşısında artık papazlık mı kalır! Papaz, ağlamaya başlar, Kelime-i şehadet getirir Müslüman olur. Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, netice belli olmadan, (Ben senden üstünüm) dememiştir. Üstünlük sona bağlıdır. Bunun için imansız ölmekten çok korkmalı.

Bilerek pek küfre düşülmez, fakat bilmeyerek küfre düşülebilir. Bunun için (Ya Rabbi, bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söylediysem, bir iş yaptıysam nadim oldum, pişman oldum, beni affet) duasını her gün okumak lazım. Muhakkak affolur. Bu tevbeden daha mühim bir vazife yoktur. Küfür sigortanın atması gibidir. İrtibatı keser. Bir kimse küfre düşmüşse, ne yaparsa yapsın, ne kadar çok ibadet ederse etsin hiçbir faydası yoktur. Çünkü sigorta atmıştır, ampul, tesisat ne kadar sağlam olursa olsun, elektrik gelmediği için fayda olmaz.

Resulullah efendimiz her zaman, (Allahümme, yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbî, alâ dînik) duasını okurdu. Mânâsı şöyledir: (Ey büyük Allah’ım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dininde sabit kıl, yani dininden döndürme, ayırma!) Eshab-ı kiram bunu işitince, (Yâ Resulallah! Sen de korkuyor musun?) dediklerinde, (Mekr-i ilahiden, beni kim temin eder?) buyurdu. Çünkü hadis-i kudside, (İnsanların kalbi, Rahman’ın kudretindedir. Kalbleri dilediği gibi çevirir) buyurulmuştur. Yani Celal ve Cemal sıfatları ile kötüye ve iyiye çevirir.

Kendisi Habibullah olduğu hâlde, cennetlik ve masum olduğu hâlde, Peygamberimiz, ümmetine öğretmek için böyle dua ediyordu. Hiçbirimiz sonumuzdan emin değiliz. Onun için, gülüp oynayacak zaman değil; dua edip, yalvarıp, Cenab-ı Hakk’ı unutmadan, Onu her an hatırlayarak geçirilecek zaman. Böyle olursa, her günümüz bayram olur.
Cüneyd-i Bağdadî, Nihavend asıllı bir ailenin çocuğu olup, Bağdat’ta doğdu. Doğum tarihi bilinmiyor. Künyesi, Ebü’l-Kasım Cüneyd bin Muhammed el-Hazzâz el-Kavârîrî şeklindedir. Künyesinde geçen “Hazzâz” lakâbı, kendisinin ipek ticaretiyle uğraşmasından, Kavârîr lakâbı ise ailesinin cam ticaretiyle iştigal etmelerinden dolayı verilmiştir. Babasının adı Muhammed’dir.

Cüneyd-i Bağdadî küçük yaşta öğrenim görmeye başladı. İmam-ı Şafiî’nin arkadaşı Ebû Sevr el-Kelbî’den fıkıh okudu; bazı âlimlerden hadis dinledi. (bk. İmâm-ı Şâfiî maddesi)Dayısı Serî es-Sakatî ve Ebû Hamza el-Bağdadî gibi sûfîlerin sohbetinde bulundu. Dayısının teşvikleriyle zahirî ilimleri iyice öğrendi. Henüz yirmi yaşında iken fıkıh hocası Ebû Sevr’in ders meclisinde fetva verecek seviyeye geldi.

Cüneyd-i Bağdadî küçük yaşlarından beri tasavvufa ilgi duyardı. Henüz yedi yaşındayken Serî’nin, şükür nedir sorusuna, “Verdiği nimete güvenerek Allah’a âsi olmamaktır” şeklinde cevap vererek bu alandaki kabiliyetini göstermiştir.

Cüneyd-i Bağdadî hem ilim, hem tasavvufta yüksek bir mertebedeydi. Ca’fer el-Huldî onun için, “Hal ile ilmi, Cüneyd kadar mükemmel bir şekilde kendisinde birleştiren başka bir sûfî görmedim,” derdi. Edipler onun sözünden, filozoflar fikrinden, kelâmcılar ilminden faydalanmak için etrafında toplanırlardı.
Cüneyd-i Bağdadî tasavvufla ilgilenmekle birlikte geçimini temin için ipek ticaretiyle meşgul olurdu.

O, ilk dönem sûfiliğinin en güçlü temsilcilerinden biriydi. Birçok ünlü sûfî Cüneyd-i Bağdadî’nin sohbetinde bulunmuş, onun müridi ve halifesi olmuştur. Bu sebeple tarikatların tamamına yakını silsilelerinde ona yer verirler.

Cüneyd-i Bağdadî tasavvufun sekiz temel üzere kurulduğunu söyler ve her birinin yorumunu Peygamberler ile yapardı: Cûd (cömertlik): İbrahim peygamber cömertti. Rıza: İshak peygamberin en belirgin özelliğiydi. Sabr: Eyyûb peygamberin sıfatıydı. Gurbe (yalnızlık, inziva): Yahya peygamberin alâmetiydi. Sûf (yün): Mûsâ peygamber yün giyerdi. Siyâha (gezmek, yolculuk): İsa peygamberin nişanıydı. İşâre (alâmet, giz): Zekeriyya peygambere özgüydü. Fakr (yoksulluk): Fakirlik peygamberimiz Muhammed’in (a.s.m.) övündüğü bir hâl idi.

Cüneyd-i Bağdadî tevhid konusuna ağırlık veren sufîlerdendi. Ona göre tevhid, biri avamın diğeri havassın tevhidi olmak üzere iki türlüdür. Cüneyd-i Bağdadî tevhidin kelâm ilmindeki mânâsını izah etmekle kalmamış, bu kavramı kelâmdan tasavvufa, aklî sahadan ruhî tecrübe alanına aktarmıştır. Bu mânâdaki tevhid, yaşanan ve tadılan bir tevhiddir.

Tasavvufta uyanıklık halini tercih eden Cüneyd-i Bağdadî, sûfîlerin, insanların içine girerek onlara faydalı olmasını önerirdi. Yeterli ilme sahip olmayanların tasavvufa girmelerini hoş karşılamazdı.

Onun tasavvufunu temellendirdiği görüşlerinden biri de “fena” nazariyesiydi.
1- Amellerle ve nefsine muhalefetle huylarından ve tabiatından fani olmak.
2- Sırf Allah’a teveccüh etmek suretiyle ibadetlerdeki zevkleri de terk etmek ve böylesi mânevî füyûzat hislerinden fani olmak.
3- Hak nuru galebe edince artık Hakk’a varmanın farkına varmaktan da fani olmaktır.

Cüneyd-i Bağdadî ölüm döşeğinde iken oturarak namaz kılmış, bunun da bir nimet olduğunu ifade etmiştir. Dua ve zikirle meşgul iken ruhunu teslim etmiş, ölümünden az önce hatim indirmiş, yeni bir hatime başlayıp Bakara Sûresinden yetmiş âyet okumuştu. 909 veya 910 yılında vefat etmiş olup cenaze namazında 60.000 kişinin bulunduğu rivayet edilir. Bağdat’ın Şünûziye Mezarlığında dayısı ve şeyhi Serî’nin yanında Rahmet-i Rahmân’dan müstefid olan Cüneyd-i Bağdadî’nin çeşitli İslâm ülkelerinde makamları mevcuttur.
Cüneydi Bağdadi Hazretlerinin asıl ismi, Cüneyd ibni Muhammed Ebu’l-Kasım el-Hazzâz el-Kavarîrî’dir. Çocukluğunda İmam Şâfiî’nin talebesi Ebû Sevr’den iyi bir fıkıh eğitimi almıştır. Ayrıca dayısı Seriyyü's-Sekatî ve Hâris el-Muhasibî’nin eğitiminden geçmiştir. O, hadis ilminde de yeterince bilgiye sahipti.

Bu sebeple, “Tâvusu’l Ulemâ (Âlimlerin tavusu)”, “Seyyidü’t Taife (sûfiler taifesinin efendisi) ve İmamü’l Eimme (Önde gelen sûfilerin başkanı) gibi unvanlarla anılmıştır. Cüneydi Bağdadî’nin (ö. 297/909) tasavvuf tarzını esas alanların yolu Cüneydiyye olarak bilinir. Cüneyd-i Bağdadî bütün tarikat silsilelerinde yer alır, yani bütün tarikatler ona dayanır.

Hallac-ı Mansur ve İbni Arabî gibi sûfîlere karşı çıkan İbni Teymiye dahi “Cüneyd, âlimlerin efendisi, hidâyet önderiydi. Ona karşı çıkanlar ise dalâlet ehlindendir.” sözleriyle onu övmüştür. (1)

Bir gün şeyhi Serî’ye, “Şeyhinin derecesinden daha yüksek bir dereceye sahip olan bir mürit var mı?” diye sordular. “Var” dedi ve Cüneyd’in derecesinin kendinden üstün olduğunu söyledi.(2)

Cüneyd’in tasavvuf yolu, Hz. İbrâhimin’in cömertliği, Hz. İsmail'in rıza hali, Hz. Eyyüb’un sabrı, Hz. Yahya’nın yalnızlık, inziva hali, Hz. İsa’nın seyahati, Peygamber Efendimizin fakirliğine dayanıyordu. Ayrıca o, “Usûlde ve belâda pirimiz Ali Murtaza’dır” diyerek (3) Hz. Ali kerremallahu vechehuyu örnek aldığını ifade etmiştir.

Vaaza başlaması

Cüneyd, başta hocası Serî olmak üzere, birçok kişi kendisine vaaza başlaması teklifinde bulunduğu halde, buna yanaşmadı. Ancak bir gece rüyasında Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemi gördü, o kendisinden vaaz vermesini isteyince, emre derhâl uydu.

Bir defasında vaaz verirken, Müslüman kıyafeti içerisinde Hıristiyan bir genç geldi. “Ey Şeyh, ‘Müminin firâsetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nuru ile bakar’ şeklindeki Peygamber sözünü açıklar mısın?” dedi. Cüneyd kuddise sirruhu biraz düşündü, sonra, “Müslüman olman yaklaştığından, zünnarını kesip Müslüman olman manasına gelir” dedi. Genç, gizli halini anlayan velinin bu sözü üzerine derhâl Müslüman oldu.(4)

Cüneydi Bağdadî hazretlerine şükrün ne olduğu sorulduğunda, şu cevabı verdi: “Şükür, ulu ve yüce Allah’ın sana verdiği nimete dayanarak O’na âsi olmaman ve nimetini günah için sermaye yapmamandır.”(5)

Cüneydi Bağdadî Hazretleri, tasavvufun lâfla kazanılmayacağını, gayretle elde edileceğini şöyle ifade etmiştir: “Biz bu tasavvufu dedikodu ile elde etmedik. Harple de kazanmadık. Ancak aç ve uykusuz kalarak, dünyadan el etek çekerek, sevilen ve göze hoş gelen şeylerden koparak bulduk.”(6)





Sünnete tâbi olması

Cüneydi Bağdadî hazretleri tüm veliler gibi sünnetten kıl payı ayrılmamaya özen göstermiştir. Bu konuda şöyle demiştir: “Hakka giden bütün yollar halka kapalıdır; ancak Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin hal ve hareketine sarılıp sünnetine uyanların üzerinde bulunduğu Peygamber yolu açıktır.”

Bir başka seferinde ise: “Bizim gidişimiz, Kitap ve Sünnet’teki esaslarla sınırlandırılmıştır.”(7) “Allah’a giden yol, ancak Resulullah’ın yaşadığı gibi yaşayan, onun sünnetini diri tutanlara açıktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘And olsun ki, Resûlullahta sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel örnek vardır.”(8)

Hem âlim hem amildi

Ca’fer bin Muhammed, Cüneyd’in İslâmî yaşayışı hususunda şöyle demiştir: “Şeyhlerimiz arasında, Cüneyd’in dışında kendisinde hem ilmin hem de hâlin birleştiği birini görmedik. Çoğuna bakarsın ilmi çok oluyor, ameli olmuyordu; bir kısmının da ameli oluyor, ilmi az oluyordu. Cüneyd’in ise hem ameli çoktu, hem de ilmi. Amelini görsen ilmine tercih edersin, ilmini görsen ameline tercih edersin.”(10)

 



Ölmeden biraz önce de ayakları şişinceye kadar namaz kılmıştı. “Biraz dinlensen” dediler. “Bu vakit bir nimet vaktidir. Allah en büyüktür!” dedi ve biraz sonra ruhunu teslim etti.(11)

Bir kerameti

Ebû Amr bin Alevvan, Ruhba çarşısında bir cenâzeye katılmıştı. Gözü bir kadına ilişti. Tekrar tekrar baktı. Sonra tevbe etti, evine döndü. Bir ihtiyar kadın, “Efendim, yüzün niçin kararmış?” diye sordu.

Aynaya baktı, gerçekten de yüzünün kararmış olduğunu gördü. O bakışı hatırladı, sonra da bir yere çekilerek kırk gün Allah’tan bağışlanma diledi. Sonra şeyhi Cüneyd’i ziyaret etmek aklına geldi. Yola çıktı, Bağdat’a geldi, Cüneyd’in kapısını çaldı, Cüneyd onu şu sözlerle eve davet etti:

“Gir, ey Ebû Amr, sen Ruhba’da günah işle; biz de Bağdat’ta senin için bağışlanma dileyelim.”(13)
Cüneyd-i Bağdadi ve Tûr-i Sînâ'daki râhib  Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin bir talebesi anlatır: Hocam Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile Hicâz’a gidiyorduk. Tûr-i Sînâ dağına varınca, hocam dağa çıktı. Biz de onunla birlikte çıktık. Mûsâ aleyhisselâmın durduğu makâmda durdu. Üzerimizi o makâmın heybeti kapladı. Hepimizi vecd hâli kapladı ve kendimizden geçtik. Bulunduğumuz yerin yakınında bir kilise vardı. Kilisedeki râhib bize;
-Ey ümmet-i Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Bana cevâb veriniz, diye bağırdı. “Bana cevâb veriniz!..”
Biz öyle bir tatlı hâlde idik ki, hiçbirimiz ona iltifât etmedik. Râhib tekrâr seslenip “temiz dîniniz için cevâb veriniz” dedi. Yine hiç cevâb veren olmadı. Üçüncü defa seslenip, “Ma’bûdunuz hakkı için cevâb veriniz” dedi. Vecd hâlinde olduğumuz için kimse cevâb vermedi. O hâl bitirince, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri Tûr Dağından aşağı inmek istedi. Kilisedeki râhibin “bana cevâb veriniz” diye yemîn verdiğini söyledik. “Öyleyse onunla konuşalım. Belki Allahü teâlâ hidâyet verir de Müslümân olur” dedi.
Râhibi çağırdık. Yanımıza gelip, selâm verdi. Sonra bize “içinizden hanginiz üstâddır” dedi. Biz Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini göstererek, “büyüğümüz bu zâttır” dedik. Râhib, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine, “bu yapdığınız iş (vecd) dîninizde umûmî midir, husûsî midir” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî “husûsîdir” cevâbını verdi. Râhib, “ne niyyetle böyle vecde gelirsiniz” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, “Rabbimize kulluğumuzun kabûlü için” dedi. Sonra da, “nitekim Allahü teâlâ rûhlara (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) buyurduğunda rûhlar, “Evet Rabbimizsin” demişlerdi, dedi. Râhib “o ses nedir” deyince, “ebedî nidâdır” dedi. Râhib “ne niyyetle oturursunuz” diye sorunca, “Allahü teâlâdan havf (korkmak) niyyetiyle otururuz” dedi. Râhib “doğru söylüyorsun” deyip, Kelime-i şehâdeti söyledi ve Müslümân oldu.

“Devamlı Onu isterler...”
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri râhibe, “bizim doğru söylediğimizi nereden bildin” dedi. Râhib dedi ki: “Ben Mesîh bin Meryem’e inen İncîl’de şöyle okudum: (Muhammed’in “aleyhisselâm” ümmetinin havâssının [seçilmişlerinin] elbiseleri hırka, yemekleri ekmek parçaları ve meskenleri bir odadır. Onlar Allahü teâlâya âşıktırlar ve ancak Onunla ferâhlık ve râhatlık bulurlar. Devamlı Onu isterler.)
O râhib Müslümân olduktan üç gün sonra vefât etti...
CÜNEYD-i BAĞDÂDÎ

جنيد بغدادي

Ebü’l-Kāsım Cüneyd b. Muhammed el-Hazzâz el-Kavârîrî (ö. 297/909)

İlk devir sûfîliğinin en güçlü temsilcilerinden olan meşhur sûfî.

Bağdat’ta doğdu ve orada yaşadı. Doğum tarihi belli değildir. Ailesi aslen Nihâvendli olup cam ticaretiyle uğraştıklarından Kavârîrî nisbesiyle tanınmaktaydı. Bizzat Cüneyd de ipek ticaretiyle meşgul olduğundan Hazzâz lakabıyla tanınmıştır. Ailesinin Nihâvend’den Bağdat’a ne zaman geldiği kesin olarak bilinmemektedir.

Cüneyd küçük yaşta tahsile başladı. Ebû Sevr el-Kelbî’den fıkıh okudu. Ebû Ali el-Hasan b. Arefe el-Abdî başta olmak üzere bazı âlimlerden hadis dinledi. Dayısı Serî es-Sakatî ve Ebû Hamza el-Bağdâdî gibi sûfîlerin sohbetinde bulundu. Zâhirî ilimlere büyük önem veren Serî, onun önce şer‘î ilimleri öğrenmesini teşvik ettikten sonra, “Allah seni sûfî hadisçi değil hadisçi sûfî kılsın” şeklinde dua etmiştir. Nitekim henüz yirmi yaşında iken fıkıh hocası Ebû Sevr’in ders meclisinde fetva verecek seviyeye gelmişti. İbn Hallikân’ın onun Süfyân es-Sevrî’nin mezhebinde olduğuna dair kaydettiği rivayet doğru değildir. Bu hata Süfyân es-Sevrî’nin adının Ebû Sevr ile karıştırılmasından ileri gelmiş olmalıdır.

Cüneyd şer‘î ilimleri iyice öğrendikten sonra kendini zühd, ibadet ve tasavvufa verdi. Aslında küçük yaştan itibaren tasavvufa hevesli idi. Henüz yedi yaşında iken şükrün ne olduğunu soran Serî’ye, “Verdiği nimete güvenerek Allah’a âsi olmamaktır” diye cevap vermesi onun bu alanda ne kadar yetenekli olduğunu göstermektedir. Başta dayısı olmak üzere çevresinde büyük sûfîlerin bulunması, onun küçük yaşta tasavvufa yönelmesine sebep olmuştur denilebilir. Bununla birlikte Cüneyd şer‘î ilimlerle de sürekli meşgul oldu. Ca‘fer el-Huldî’nin, “Hal ile ilmi Cüneyd kadar mükemmel bir şekilde kendisinde birleştiren başka bir sûfî görmedim. Onu gören halinin ilminden üstün, konuşmasını dinleyen ilminin halinden üstün olduğu kanaatine varırdı” demesi ilim ve tasavvuftaki mertebesini göstermektedir. Bundan dolayı “tâvûsü’l-ulemâ” ve “seyyidü’t-tâife” gibi unvanlarla anılırdı. Mu‘tezile âlimi Ebü’l-Kāsım el-Kelbî ona hayran olmuştu. Zira edipler onun sözünden, filozoflar fikrinden, kelâmcılar ilminden faydalanmak için etrafında toplanıyorlardı.

Cüneyd, tasavvufun derinliklerine dalmak ve zihni sürekli ruhî konularla meşgul olmakla birlikte geçimini sağlamak için ticaretle de uğraşıyordu. İbn Nüceyd, onun dükkânında perde ile ayırdığı bir köşede ibadete devam ettiğini söyler. Cüneyd’in irşad faaliyetine başlayacak bir duruma geldiğini gören Serî onu vaaz vermeye teşvik etmesine rağmen o kendisinde bu ehliyeti görmediğinden çekingen davranmış, ancak mânevî bir işaret üzerine meclis teşkil edip konuşmaya başlamıştı. Bununla birlikte Cüneyd fenâ ve tevhid gibi tasavvufun ince ve güç anlaşılan konularını kapalı kapılar ardında anlatmayı tercih ediyor (Câmî, s. 87), bazan da bunları fıkıh perdesi altında gizliyordu.

Birçok ünlü sûfî Cüneyd’in sohbetinde bulunmuş, onun müridi ve halifesi olmuştur. Ebû Muhammed el-Cerîrî, Ebü’l-Abbas İbnü’l-Arabî, İsmâil b. Nüceyd, Ali b. Bündâr es-Sayrafî, Ebû Bekir Şiblî, Mimşâd ed-Dîneverî, Abdullah eş-Şa‘rânî, Muhammed b. Ali el-Kettânî, Ebû Bekir el-Vâsıtî, Ebû Amr ez-Zeccâcî Cüneyd’in sohbetinde bulunan tanınmış sûfîlerdendir (İbnü’l-Mülakkın, s. 137, Ateş, s. 47). Bu sebeple tarikatların tamamına yakın kısmı silsilelerinde Cüneyd’e yer verirler (Ma‘sûm Ali Şah, II, 440-442). Mutlak İmam, Küçük Şâfiî ve Sadr-i Kebîr gibi unvanlarla anılan fıkıh âlimi İbn Süreyc de onun sohbetinde bulunmuş, ruhaniyetinin tesirinde kalmış ve mânevî alandaki bilgilerini ona borçlu olduğunu ifade etmiştir. Cüneyd’in kelâmcılarla tartışmalara girdiğini göstermek için nakledilen rivayetler mübalağalı olsa bile bunların içinde doğru olanları da vardır. Meselâ İbn Haldûn onun, kelâmcıların Allah’ı eksik sıfatlardan tenzih ettiklerini görünce söylediği, “Kendisinde eksiklik bulunmayan yüce Allah’ı eksiklikten ve kusurdan tenzih etmek aslında kusurdur” sözünü Mukaddime’de önemle kaydeder.

İbnü’l-Mülakkın’ın kaydettiğine göre Cüneyd ölüm döşeğinde iken oturarak namaz kılmış, bunun da bir nimet olduğunu ifade etmiş, istirahat etmesi gerektiğini söyleyenlere namaza durmak suretiyle cevap vermiş ve virdiyle meşgul iken ruhunu teslim etmiştir. Ölümünden az önce hatim indirmiş, yeni bir hatime başlayıp Bakara sûresinden yetmiş âyet okumuştu. 297 (909) yılında vefat etmiş olup cenaze namazında 60.000 kişinin bulunduğu rivayet edilir. 296 veya 298 yılında vefat ettiğine dair de rivayetler vardır. Bağdat’ın Şünûziye Mezarlığı’nda dayısı ve şeyhi Serî’nin yanında toprağa verilen Cüneyd’in çeşitli İslâm ülkelerinde makamları mevcuttur.

Cüneyd tasavvuf terimlerini, usul ve esaslarını tesbit ederek tasavvufun ortaya çıkışını sağlayan büyük sûfîlerden biridir. Tasavvufî görüşleri hem kendi risâleleri hem de kaynak eserler yoluyla günümüze ulaşmıştır. Sûfîliğin temel konularından biri, insan ile Allah arasındaki mesafeyi kapatma meselesidir. Ona göre bu mesafe ancak tasavvuf köprüsüyle kapatılabilir. Bundan dolayı tasavvufu, “Her şeyden alâkayı kesip Allah’la olmaktır” veya, “Allah’ın sendeki seni öldürüp kendisiyle diri kılmasıdır” şeklinde tarif eder (Kuşeyrî, s. 551, 552). Cüneyd birinci tanımda Allah’la kul arasındaki mesafeyi aşmak için insanın Allah’tan başka her şeyden kopması gerektiğini, ikinci tanımda ise bu yolculuğun sonunda beşerî vasıflar ortadan kalkmış olacağından insanın sadece Allah’ın sıfatlarını göreceğini, bu anlamda beşerîliğin yok olup sadece Hakk’ın var olacağını anlatmaktadır. Bu merhalede tasavvufun temel meselesi olan tevhid konusuyla karşılaşılmaktadır.

Ebû Nasr es-Serrâc, Cüneyd’i tevhid konusuna ağırlık veren Bağdat sûfîlerinden gösterir. Gerçekten de Cüneyd, Hâris el-Muhâsibî ve Serî es-Sakatî gibi sûfîlerin üzerinde durdukları tasavvufî tevhid anlayışını derinleştirmiş ve bu kavrama yeni boyutlar kazandırmıştır. Cüneyd’e göre tevhid aklın bilgi sınırı dışında kalır. Sûfîlerin tevhidi “kıdemi hudûstan ayırmak, hudûsu kaldırıp kıdemi tek bırakmaktır”. Bu tarife göre o Allah’tan başka her şeyi ortadan kaldırır; hâdis varlıkları kadîm varlığın birer görüntüsü kabul ederek gerçekte var olanın yalnızca Allah olduğunu düşünür ve görüntüleri yok sayar. Daha sonra gelen bütün sûfî müellifler onun bu sözünün etkisinde kalmışlar ve bu ifadeyi tevhidin en veciz ifadesi saymışlardır. Ancak her sûfî bu tanımı kendi görüşleri doğrultusunda yorumlamıştır. Cüneyd tevhidin çeşitli mertebelerinden bahsetmiştir. Ona göre tevhid, biri avamın diğeri havassın tevhidi olmak üzere iki türlüdür. İkrar, tenzih, akıl ve aklî delillere dayanan tevhid avamın tevhididir. Kelâmcıların kıyas ve burhana dayanan tevhid anlayışları da bu kısma girer. Kelâm ilmiyle ilgilenen Cüneyd tevhidi, “Kıdemi hadesten ayırmaktır” şeklinde tarif ederken bu tevhide işaret etmiştir. Bundan dolayı Muhyiddin İbnü’l-Arabî Fusûsü’l-hikem’de onun bu tarifini tenkit etmiştir. Cüneyd tevhidi, “Benzetme, keyfiyet, belirleme, biçimlendirme ve örneklendirme söz konusu olmaksızın O birdir, doğurmadı, doğmadı, zıddı, dengi ve benzeri yoktur demek, bu suretle en mükemmel teklikle O’nun birlik gerçeğini dile getirerek böylece zaten bir olan tekliğin sonucuna varmaktır” biçiminde tarif ederken de kelâm âlimlerinin görüşlerini tekrarlamıştır.

Cüneyd tevhidin kelâmdaki mânasını tesbit ve izah etmekle kalmayıp bu kavramı kelâmdan tasavvufa, aklî sahadan ruhî tecrübe alanına nakletmiştir. Artık bu anlamdaki tevhid ruhî temaşaya dayanan, yaşanan ve tadılan (şuhûdî ve zevkî) bir tevhiddir. Bu konuyla ilgili bir mektubunda bu tevhidi dörde ayırır. Bunlardan ilki halkın tevhidi, ikincisi zâhir ulemâsının tevhididir; diğer ikisi ise seçkin âriflerin (havassın) tevhididir. Âriflere ait tevhidin birinci mertebesinde Allah’ın birliğini dile getiren sâlikin gözü O’ndan başka bir şeyi görmez; zâhirde ve bâtında O’nun emirlerini yerine getirirken O’ndan başka hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir şeye rağbet etmez. Hakk’ın tecellileri karşısında sadece Hak için Hakk’ın emirlerine uyar. İkinci mertebede sâlikin Allah’ın huzurundaki varlığı bir gölge ve hayalden ibarettir. Onu sevk ve idare eden sadece Allah’ın irade ve kudretidir. Tevhid deryasında sâlik fenâ halinde olduğundan ne Hakk’ın davetinden ve emrinden ne de kendisinin bu davete icabet etmesinden haberdardır. Allah’ın huzurunda O’nun hakiki birliğini bulduğundan kendinden geçmiş ve hissini yitirmiştir. Artık onda tasarruf eden, yöneten ve yönlendiren sadece Hak’tır. Bu mertebede kulun sonu evveline dönmüş, olmadan önceki gibi olmuştur; yani kul maddî âleme gelmeden önce hangi halde idiyse yine o hale dönmüştür. Burada Cüneyd’in fenâ ve mîsâk nazariyeleriyle karşılaşılmaktadır.

Cüneyd fenâ konusundaki fikirlerini bir mektubunda açıklamıştır. Ona göre fenâ kulun beşerî varlığını unutması, Hakk’ın varlığında kendi ferdî varlığının eriyip kaybolmasıdır. Bunun üç mertebesi vardır. Birinci mertebede fenâ, kulun Hakk’ın emirlerini ve iradesini kendi şahsî istek ve arzularına tercih etmesidir. İkinci mertebede fenâ, Hakk’ın iradesine uyup tamamıyla O’na bağlanan kulun ibadetlerdeki haz ve zevklerden fâni olması, Hak ile kendisi arasına hiçbir vasıtanın girmemesidir. Üçüncü mertebede fenâ, Hakk’ın tecellileriyle kendinden geçen kulun içinde yaşadığı hakikati de görmemesidir. Bu durumda kul nefsinden fâni, Hak ile bâkidir, şekil olarak vardır, ancak isim olarak yoktur. Afîfî, Cüneyd’in bahsettiği fenânın mârifet ve vahdet-i şühûddan ibaret olduğunu söyler. Burada ne kulun maddî varlığının yok olması, ne de Hak ile birleşmesi (ittihad) asla söz konusu değildir. Fenâ halinde kul mutlak bir olumsuzluk halinde de değildir. Hak ile bâki olan kul O’nun iradesinin zuhûr mahalli, fiilinin aletidir. Hadiste de işaret edildiği üzere bu mertebede Hak kulun “gören gözü, işiten kulağı, tutan eli...” olmuştur. Akıl tevhidin bu mertebesini kavramaktan âcizdir;zira tevhidin son noktasına gelen akıl hayrete düşer.

Cüneyd’in mîsâk nazariyesi de onun tevhid ve fenâ anlayışına bağlıdır. Burada mîsâktan maksat kul ile Allah arasındaki bir ahiddir. Cüneyd’e göre bu âleme gelmeden çok önce Allah insanların ruhlarını yaratmış, sonra onlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sormuş, onlar da, “Evet rabbimizsin” cevabını vermişlerdi (bk. A‘râf 7/172). Bu ilâhî hitap esnasında kul fenâ halinde olduğundan onun adına ve onun diliyle Allah, “Evet rabbimizsin” demişti. Fakat insan şu anda bu olayın şuurunda değildir. İnsan bu âleme geldikten sonra da söz konusu halin benzerini yaşar. Cüneyd, tevhidin son mertebesinde, “Kulun sonu evveline döner ve olmadan önce olduğu gibi olur” derken bunu anlatmıştır (Kuşeyrî, s. 584). Daha sonraki sûfîlerin “bezm-i elest” dedikleri bu mîsâk fikri ilk defa Cüneyd tarafından belirgin bir tarzda ortaya konulmuştur.

Cüneyd tevhid ve fenâ hallerinin yaşanmasına, tasavvufî zevk ve vecd hallerine büyük değer verir; bu tür mânevî hal ve heyecanların yaşanmasını sağlaması bakımından da semâ ve ilâhilerin lüzumundan bahseder. Semâ için uygun zaman, mekân ve ihvanın mevcut olmasını şart koşar. Ayrıca bütün bunlar gerçekleşir ve mânevî haller en geniş bir biçimde yaşanıp ruhun derinliklerine inilirken zâhirî hükümlere bağlı kalınması, şer‘î ölçülerin dışına çıkılmaması gerektiğini ısrarla vurgular; bu münasebetle şeriata aykırı tasavvufî hal ve hareketleri tenkit eder. Nitekim Cüneyd, esas itibariyle hayranı olduğu Bâyezîd-i Bistâmî’nin sekr* ve şatah (bk. ŞATHİYE) anlayışını kendine örnek almamış, buna karşı sahv* ve temkin halini savunmuştur. Bu sebeple Hücvîrî’nin de işaret ettiği gibi Cüneyd’in yolundan gidenler sahvı sekre tercih etmişlerdir. Onun tasavvufu söze değil işe ve ruhî tecrübeye dayanır; olabildiği kadar akla ve mantığa da uygundur. Nitekim Ebû Ca‘fer el-Haddâd, “Eğer akıl insan şekline girseydi Cüneyd sûretinde görünürdü” demiştir (Lâmiî, s. 80).

Cüneyd, sâlikin amel ve mükellefiyetlerden kurtulacağı bir seviyeye ulaşmasının mümkün olduğundan söz eden ve bu suretle bir bakıma İbâhîlik’ten yana olan sûfîlere şiddetle hücum eder, bu tür beyanları hırsızlık ve zinadan daha büyük günah sayardı. Hz. Peygamber’in sünnetine sarılma ve onu örnek alma yolu dışındaki yollardan hiçbiriyle Hakk’a ulaşılamayacağını belirtir ve, “Yolumuz Kitap ve Sünnet’le kayıtlıdır”; “Tasavvuf ilmi Kur’an ve hadisle sınırlıdır” derdi. Şer‘î hükümlere olan bağlılığından dolayı Bâyezîd-i Bistâmî’nin sözlerini te’vil etmiş, Hallâc-ı Mansûr’u ise yanından uzaklaştırmıştı. Sûfî kıyafetini kullanmamış, bunun sebebini soranlara, “Önemli olan yamalı elbise giymek değil bağrı yanık olmaktır” cevabını vererek şekilciliğe itibar etmediğini ortaya koymuştur.

Sekr halini ve bu haldeyken söylenen sözleri reddetmemekle beraber sahv ve temkin halini esas alan ve böylece sahv halini tasavvufun temeli durumuna getiren Cüneyd’in tasavvufî görüşleri, hem çağdaşı sûfîler hem de daha sonraki mutasavvıflar üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Onun açtığı yoldan gidenlere Cüneydî denildiğini kaydeden Hücvîrî, kendi şeyhlerinin de bu zümreye mensup olduklarını belirtmektedir. el-Münkız mine’d-dalâl adlı eserinde belirttiğine göre Gazzâlî’nin tasavvufa yönelmesinde de Cüneyd’in tesiri olmuştur. el-LümaǾ, et-TaǾarruf, Kûtü’l-kulûb ve er-Risâle gibi tasavvufun temel kaynakları Cüneyd’in fikirlerine geniş yer ayırır, onun tasavvufî konulardaki sözlerini delil sayarlar. Sûfî tabakat kitaplarında da önemli bir yer tutan Cüneyd’e bütün tarikat mensupları büyük bir velî nazarıyla bakarlar (ayrıca bk. CÜNEYDİYYE).

Cüneyd’in bazı mektupları (er-Resâǿil) günümüze kadar gelmiştir (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1374). Bu mektupları Ali Hasan Abdülkadir The Life Personality and Writings of al-Junayd (London 1962) adlı eserinin içinde İngilizce tercümeleriyle birlikte yayımlamıştır. Aynı mektuplar bazı yeni mektupların ilâvesiyle Süleyman Ateş tarafından da Cüneyd-i Bağdâdî: Hayatı Eserleri ve Mektupları adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1970). Cüneyd’in tasavvufî düşüncelerini ifade etmek için söylediği ve sûfî tabakat kitaplarında yer alan sözleri açık ve anlaşılır olmakla birlikte risâle ve mektuplarındaki ifadeleri son derece kapalıdır. İbnü’l-Arabî bile onun sözlerini anlamadığını söylemiştir (bk. Afîfî, s. 172). Bunun sebebi, içinde bulunduğu tasavvufî halin galebesi ve tesiri altında olması, dolayısıyla yaşadığı derin ruhî halleri ifade etmekte kelimelerin yetersiz kalmasıdır. Bunun yanı sıra Cüneyd bazı duygu ve fikirlerini remiz ve işaretlerle anlatmayı tercih etmiştir. Sıddîkların müşahedelerini işaretle anlattıkları görüşünde olan Cüneyd’in simgeciliği (işârât) ünlüdür. O zâhirî ve şer‘î hükümleri bile birtakım tasavvufî ve ruhî hallerin simgesi olarak görüyordu. Haccın menâsikindeki işaret ve remizler hakkındaki açıklaması da çok meşhurdur (bk. Hücvîrî, s. 425).
Hazreti Şeyhül Meşayih Cüneyd-i Bağdadi (Kaddesallahu sırrahul aziz)

Hz. Şeyh ül Meşayih Cüneyd-i Bağdadi Kaddesallhu sırruhu ve ruhahul aziz, alem-i meşayihin şeyhi idi. Cümle halayık onu severdi. Sözleri tarikat içinde sohbettir. Ona Bağdad içinde 'Seyyid üt taife', 'Sultan ül Muhakkikin' derlerdi. Çok tasnifleri vardır. Son zamanlarda düşmanları ona zındık dediler. Ve saadetli başına kast eylediler ama diş kıvıramadılar, kör oldular. Çok meşayih yüzü görmüş idi ve Sırrı Sakati hazretlerinin müridi ve yeğeni idi.

Birgün bir ulu, Sırrı Sakati'den sordu:
"Hiç mürid şeyhinden yekrek olur mu?"
"Beli olur. Cüneyd benim müridimdir, illa onun muamelesi benden artık."
Hazreti Sehl-i Tüsteri Cüneyd hazretine kutbu asır derdi.

Cüneyd'i yedi yaşında iken dayısı Hacca götürdü, Harem içinde 400 pir, şükür hakkında konuştular. Sırrı Cüneyd'e:
"Ey oğul ! Sen de söyle." Cüneyd başını aşağı bırakarak tefekküre daldıktan sonra dedi ki: "Şükür oldur ki, Cenab-ı Hakkın verdiği nimetle Ona asi olmayasın. Ve O'nun nimetini masiyete sermaye eylemeyesin. " Cüneyd bu cevabı verince 400 pir bir ağızdan dua ettiler. Sırrı da Cüneyd'e dua kıldı ve "Ey oğul! Bu sözü nerde buldun?"
"Ya seyyidi ! Senin sohbetinde buldum" diye cevap verdi.

Hicaz'dan Bağdad'a döndüler. Cüneyd dükkanda sırça satardı. Hergün dükkana perde asar, 400 rekat namaz kılardı. Bir zaman sonra dükkanı terk ederek halvete girdi. Kırk yıl ibadetle meşgul oldu. Tamam 30 yıl yatsı namazını kıldıktan sonra sabaha kadar ayak üzere durup, Allah Allah derdi. Kırk yıl yatsı abdestiyle sabah namazını kıldı. Birgün hatırından "işim tamam maksudum hasıl oldu mu?" Diye geçti. Derhal hafiften bir avaz işitti:
"Vakit oldu ki zünnar koyasın" Cüneyd bunu işitince feryadı göğe çıktı.
"Bari Hüda ' Cüneyd'den ne günah sadır oldu?" Yine bir nida işitti:
"Tamamlık istemek günahından terbiye idesin"
Cüneyd derdle ah eyledi. Üç gün başını secdeye bırakarak üç gün üç gece kaldırmadı.

Cüneyd'in düşmanları ve halk ona dil uzattılar ve halifeye:
"Halkı hep kendine uydurdu" dediler. Halife:
"Onu hüccetsiz def etmek yaramaz " dedi. Halifenin üçbin altına satın aldığı gayet güzel bir firavuşu (cariye) vardı. Onu koku ve müzeyyenatla süslediler.
"Cüneyd'in halvetine var, ona yüzünü göster ve 'Ya şeyh, hiç kimsem yoktur ve malım çoktur. Ben gönlümü dünyadan çektim. Senden dilerim ki beni hizmetkarlığa ve kardaşlığa kabul edersin. Senin sohbetinde taatla meşgul olayım. Hergiz bu gönlüm dünya ehliyle karar tutmaz ' de dediler." Firavuş gitti. Halife onun ardınca bir de hadim gönderdi. Firavuş Cüneyde vardı, selam verdi. Oturdu. Yüzünü açtı. Cüneyd nagah bir ihtiyar ol firavuşa tuş oldu. Filhal başını aşağı eyledi. Ol firavuş tamamıyle diyeceğini söyledi. Cüneyd nagah başını kaldırıp bir kere ah eyledi. Ol firavuşu üfürdü. Firavuş filhal düştü, can verdi. Halifenin canına od düştü. Yaya olarak Cüneyd'in yanına varıp özürdiledi. Cüneyd:
"Sana emir'ul müminin derler, şefkatin umum Müslümanlara galip ve şamil olmak gerek. Benim 40 yıllık taatimi heder etmek istersin. Senin şefkatin bu resme midir? Yarın huzuru hak'da ne cevap vereceksin?"
Halife Cüneyd'in ayağına düştü. Hacaletle çok özür diledi. Cüneyd'in mertebesi yüceldi. Bu kıssa alem içinde meşhur oldu.
Cüneyd:
"Biz tasavvufu, açlık, uykusuzluk, dünyadan kesilme ve sevdiklerimizden beri olmakla bulduk" demiştir.

Sözleri;
Herkim Allah kelamını sağ eline ve peygamber hadisini sol elinde tutar ve yolunda bu çerağ şulesiyle yürürse, şüphe afetine ve bid'at karanlığına düşmez.

Ben öyle günler geçirdim ki, yer gök ehli, bizim için ağlaşırlardı. Sonra öyle oldum ki ben bunlar için ağlarım. Şimdi de öyle oldum ki ben ne bunlardan haber bilirim. Ne de kendimden. Bin yıl diri olsam amelden bir zerre eksik etmeyem.
Otuz yıl, Cüneyd diliyle, Hak Teala hazretleri halka hitab buyurdu. Cüneyd orada değil, bundan halkın haberi yok idi.

"Otuz yıllık namazı kaza ettim. Namaz içinde gönlüme dünya endişesi gelse o namazı kaza eyler, ahret uçmağı gelse kaza etmez, velakin secde-i sehv eylerdim."

Nakildir ki Cüneyd daim oruç tutardı. Yarenleri gelse onlara muvafakat için orucu bozardı.
Nakildir: Hazreti Cüneyd kaddesallahu sırrahul aziz hırka giymez, alime ve danişment elbisesi giyerdi. Eğer bilsem murakka giymekle iş hazıl olur, demirden kaftan giyerdim. Lakin Hak Teala katında itibar hırkaya ve murakkaya değil, belki gönül şevkine ve gönül derdinedir derdi.
Sırrı Sakati cüneyd'e dedi ki:
"İki gözüm çerağı ! Şimdiden sonra halka nasihat et." Cüneyd:
"Ey dayı ! Sen benim şeyhim ve mürşidimsin. Huzurunuzda söz söylemeye teeddüb ederim" cevabını verdi.
O gece Cüneyd Muhammed Mustafa (sav) Hazretlerini düşünde gördü. Buyurdu ki:
"Ya Cüneyd ! Sen benim ümmetlerime nasihat vermeğe layıksın. Ben sana düstur verdim. Vaz eyle. " Cüneyd uyandı. Sırrı katına düşünü söylemeye vardı. Hazreti Sırrı onu gördü:
"Ey kızkardeşimin oğlu ! Sen benim sözümle vaaz eylemedin, bari Muhammed Mustafa sav in sözüyle vaaz eyle" dedi.
"Ey dayı ! Benim gördüğüm düşü ne bildin."
"O gece ben de düşümde Hak Teala Hazretlerini gördüm:
Ya Sırrı, kız kardeşinin oğlu Cüneyd senin sözünü ve meşayıhlar sözünü tutmadı, kullarıma nasihat vere. Pes, Muhammed Mustafa yı Cüneyd'in vaaz etmesini emretmeye vasıta kıldım dedi. " Bunun üzerine Cüneyd minbere çıktı.
40 kişiden az gelirse gine inerim dedi. Meşayıh ve ululardan kırk kişi hazır oldular. Hazreti Cüneyd mana deryasına daldı ve vaaza başladı. Kırk kişiden sekizi can verdi. Onların cenazesini götürdüler. Yirmi kişi beyhud kaldı. Onlar da evini barkını terk edip, dağlara düştü.
Birgün Hazreti Cüneyd Cuma mescidinde vaaz ederken bir tersa (Hristiyan) oğlanı camiye girdi. Vaazı dinledi, kimsenin haberi olmadı. Tersa, Cüneyd'e dedi ki: "Ya şeyh, Hazreti resul "Sakının müminin ferasetinden kim ol, Allah nuruyla bakar". Bu hadisin manasını şerh ediver " dedi. Cüneyd fikre daldı, başını kaldırıp cevap verdi ki:
"Peygamberimiz sav. Hazretleri bu hadis onun için buyurdu ki sen Müslüman olasın ve zünnarını kesesin" dedi. Tersa bu feraseti gördü. Şehadet getirerek iman etti. Cemaat taaccübde kaldılar.
Cüneyd'in gözü ağrıdı. Tabibe gitti. Tabib: "Gözüne su değdirme " dedi. Cüneyd:
"Abdesti ne yapalım?" Tabib:
"Eğer gözün sana gerekse ilaç budur."
Tabib gitti. Cüneyd abdest alıp namazı kıldı ve uykuya vardı. Uyandığı zaman gördü ki gözü iyi olmuş. Hafiften avaz işitti:
"Cüneyd bizim için gözünü terk eyledi. Eğer o bizi andığı vakit cümle tamulukları bizden dilese idi icabet alacaktı."
Tabib geldi, gördü ki Cüneyd'in gözü iyi olmuş:
"Neyledin?" diye sordu. O da olanı haber verdi.. Tabib Cüneyd'in elini tutup iman etti ve :
"Ya Cüneyd ! Bu ilaç Halık'ındandır. Ağrıyan senin gözün değil, benim gözüm imiş." Dedi.
Cüneyd bir gece müridiyle giderdi.. Bir it ürüdü. Cüneyt "Lebbeyk Lebbeyk" dedi. Mürid eğitti:
"Ya şeyh bu ne haldir?" Cüneyd: "İtin ürüdüğünü Allah Teala kahrında gördüm, avazını O'nun kudretinden işittim ve iti aradan çıkardım. Şüphesiz, Allah kahrında lebbeyk dedim."
Nakildir: Şibli bir gün "la havle…" dedi. Cüneyd: " Bu sözü gönül darlığından derler. Her kim gönül darlığından kurtuldu kazalarına razı oldu."
Nakildir: Birgün bir kişi, Cuma mescidine geldi. Nesne istedi. Cüneyd'in gönlünden geçti ki bu yiğit sağ kazanıp ta niçin yemez, böyle kendini hor eder? Vakta ki Cüneyd uyudu. Düşünde gördü ki, bir kişi örtülü bir tabak getirip Cüneyd'in önüne koydu. Cüneyd örtüyü kaldırdı. Gördü ki mescide tevekkül eden dervişi pişirmişler:
"Bunu ye "denildi. Cüneyd;
"Murdardır ben yeyemem."
"Dün mescid içinde nasıl yedin, şimdi yemezsin?" Cüneyd :
Bildim ki gıybet eylemişim. Ol heybetten uyandım. Abdest alıp namaz kıldım. O dervişi görmek üzre taşra çıktım. Gördüm ki, Dicle kenarında tere yumuşlar, oturmuş anda ufaklarını yer. Yanına vardım. Başını kaldırdı.
"Ya Cüneyd, mesciddeki endişeden tevbe eyledin mi?
"Eyledim"
"Var artık ol endişeyi eyleme" dedi. Ve Şura 25.ayeti okudu ve kayboldu. Cüneyd Hazretleri o kadar ağladı ki gözleri şişti.

Hazreti Cüneyd namazda o kadar dururdu ki ayakları şişer.
"Eğer benimle Allah arasında ateşten deniz olsa, Rabbıma olan iştiyakımdan, geçmek için kendimi denize atardım" derdi.

Hazreti Ali bin Sehl Cüneyd Hazretlerine mektup yazdı: "Uyku gaflettir, muhib odur ki kendisini uykuya vermeye, yoksa maksudundan kalır." Hak Teala, Davud Aleyhisselama vahy eyledi ki:
"Gece yatıp, uyuyan kişi, beni seviyorum davasında yalan söyler". Cüneyd cevap yazdı:
"Bizim uyanıklığımız hak Teala yolunda muamelemizdir. Uykumuzda bizim elimizde değil Hak yedindedir. İhtiyarımız olmaksızın bize haktan gelen her nesne yekrek, uyku, dostların haktan atadır. Nitekim S.a.v. buyurur. Alimlerin uykusu, cahillerin ibadetinden yekrektir." Dedi.

Hz Cüneyd'in bir müridi vardı. Zengin idi. Mal atasından kalmıştı. Cümlesini Cüneyd yolunda sarf eyledi. Birgün:
"Ya şeyh ! Kalan bu evleri nideyim?" dedi.
"Var sat"
Parasını getir diye söylemedi. Mürid satıp getirdi.
"Dicle ırmağına bırak, ta ki ululuğa eresin" dedi.  Yiğit akçayı dicleye bıraktı, geri geldi. Cüneyd müridi katına koymadı. Ne vakit te gelse koymaz idi. Az zaman içinde mertebeye erdi. Ululardan oldu.
Bir yiğit Cüneyd'in meclisine geldi, tevbe eyledi. Nesi varsa dervişlere dağıttı. Bin altın alıkomuştu. Şeyh:
Onları Dicle ırmağına at, dedi. Yiğit altınları aldı. Birbir sayarak suya attı. Hazreti Şeyh geldi. Şeyh ona heybetle baktı ve haykırdı.
"Niçin hepsini birden bırakmadın da birer birer saydın" dedi. Bir zaman meclisine bırakmadı. Akıbet Şeyh Ebul Hasan Sevri ve Şibli yalvardılar, ondan sonra kabul eyledi.
Müridlerden biri:
"Ben kemal dercesine erdim" diye çıktı, halvette bir köşeye çekildi. Seher vakti uykuya daldı. Düşünde, hoş akar sular, bahçeler ve taamlar gördü. Bunlardan kendisini yer ve içer gördü. Ücub ve gurur kendisine galebe çaldığından gördüğü bu rüya şeytani idi.  Halini müridlere söyledi. Müridler de Cüneyd hazretlerine arz ettiler. Cüneyd onun halvetine geldi. Gördü ki kibir ve gurur onun dimağına tesir eylemiş. Hakka layık hiçbirşey yok. Cüneyd:
"Bu gece seni uçmağa götüreler. Varıcak üç kere la havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim! De dedi. Okudu. Hep gördükleri gitti. Bu kez kendisini mezbele ve necaset içinde buldu. Uykudan uyanıp hatasını anladı. Tevbe eyledi. Yine gelip Cüneyd hazretleriyle meşgul oldu. " Müride mürşid gerek, yoksa şeytan gelir ona mürşid olur.

Birgün bir müridden edebsizlik vücuda geldi. O mürid hacetinden kaçtı. Bir mescit bucağına girdi. Cüneyd geldi. Kaşını çatıp ona nazar eyledi. Cüneyd'in heybetinden mürid düştü, başı yarıldı, kan revan oldu. Damlayan her katreden Allah yazılırdı. Cüneyd:
"Cilve ve Şive mi dersin, Allah'dan mı kaçarsın?" Dedi. Müridi bu söze katlanamadı. Can verdi. Cüneyd onun namazını kılıp kendi eliyle defneyledi. Bir mürid onu düşünde gördü. Sordu:
"Eğer beni şeyh kendi eliyle defneylemeseydi, halim nice olurdu."

Cüneyd'in bir müridi vardı, sonradan gelmişti. Hazreti şeyh onu pek sever, diğer müridler onu çekemezlerdi. Müritlerin bu hali Şeyh Hz. lerine malum oldu. Hizmetkarına yirmi kuş getirerek, her müridin eline birer tane verdi.
"Her biriniz bu kuşları kimse görmedik halvet bir mahalde boğazlayıp getirin," dedi.
Hepsi kuşları, varıp ıssız bir mahalde boğazlayıp getirdiler. Yalnız o mürid boğazlamadan getirdi. Cüneyd:
"Niçin boğazlamadın?" diye sordu. "Sultanım, siz kuşları hiç görmedik yerde boğazlayın demiştiniz, ben ıssız bir yer bulamadım, her yerde Hak Telayı hazır gördüm. Cüneyd:
"Gördünüz mü? Nice feraseti vardır." Dedi. Cümle müridleri istiğfar eyleyip, onun farkını ikrar ettiler.

Şeyh Cüneyd hazretlerinin kelamlarındandır.
Fütüvvet Şam'da fesahat Irak'ta, sıdk Horasan'dadır. Yol urucular çoktur. Bu yolda başlıca üç tuzak kuruludur. Mekr, kahri lütuf tuzağı. Bunların nihayeti yoktur.
Kul ile Allah arasında üç deniz vardır. Onları geçmedikçe Allah'a erilmez. Biri dünya : onun gemisi zühddür. İkincisi halk: onun gemisi uzlet, üçüncüsü iblis: onun gemisi düşmanlığını bilip ondan sakınmak, dördüncüsü nefstir ki: onun gemisi dileğini vermemektir. Nefis kötülüğü buyurucu, hevaya uyucudur. Er oldur ki onu öldüre.

Allah'dan gafil olmak cehennem odundan katıdır. Eğer sende nefsinden nesne kalmışsa, azatlığa ermeyesin.
Her kimin de ayeti ola, onun velayeti daim ola.
Her kim Allah'ı bildi, visal vaktine kadar şad olmadı.
Her kim dilerse dini, selamet üzere ola, teni asude ve gönlü inayetli ola. O halktan uzlet eylesin.
Akıl oldur ki yalnızlığı seve.
Herkimin ruyeti ibret olmazsa onun görmezliği görürlüğünden yekrektir.
Herkim Allah zikriyle meşgul olmaya, onun söylemezliği söylediğinden yekrektir. Her kulak kim, haksözünü işitmeye, muntazır olmaya, onun sağırlığı işittiğinden yekrektir. Her ten ki, Allah kulluğuna meşgul olmaya, onun ölmekliği diriliğinden yekrektir.

Derviş oldur ki yer gibi ola, üstüne süprüntü dökeler, tahammül ede ve cümle iyilikleri onda göre.

Sofu oldur ki safi ola, Allah'dan başkasından kesilmekle ve nefsine dilediğini vermemekle. Ve dahi, gönlü Halil İbrahim A.s. ın gönlü gibi dünya dostluğundan salim ola, teslimiyeti İsmail As. ın teslimiyeti gibi ola, gussası hz. Davud a.s gussası gibi ola, sabrı Eyyub as. sabrı gibi, fakrı Hz. İsa as. fakrı gibi ola, şevki Hz. Muhammed Mustafa s.a.v şevki gibi ola.

Cüneyd Hz leri birgün müridleri arasında dururken sarı benizli bir yiğit Cüneyd'e baktı, tezcek geri gitti. Cüneyd onun ardınca bir mürid gönderdi. "Sofilik nedir?" diye ona sor dedi. Mürid ona yetişti sordu. Ol yiğit:
"Cüneyd'e var söyle. Bivasıf ol ki bivasıf olasın." . Cüneyd bu sözü işitince seğirtti, bulamadı.
"Biz onun kadrini bilemedik. O bir Hüma kuşu imiş" dedi. Bir zaman hayrette kaldı.

Hazreti Cüneyd buyurur ki, arifin yetmiş makamı var. Birisi Hergiz bu cihan muradını dilemeye. Hak Tealanın sırrından söyleye, kendi hamuş ola; Hak ile onun arasında hicab olmaya.
Eğer bir sadık, bin yıl Hakka yüz tutsa da bir lahza Hak'tan iraz eylese, bir lahzadaki fevti, bin yıl ibadeti hasılatından artık ola.
Sadık oldur ki, doğru söyleye, kendisine ziyan gelecek yerde bile. Fütüvvet oldur ki dervişlerden arlanmayasın, baylara muaraza eylemeyesin. Rıza oldur ki belayı ganimet bilesin.

Hz Cüneyd'e sordular:
"Adem sema işitince ihtiyarsız harekete gelir. Bu hal nedendir?"
"Hak Subhanehu ve Teala "Elestü" deminde adem oğluna hitab eyledi. Canlar o vakit hitabdan lezzet bulup sordu. Bu alem de dahi sema işitince ol zevk hasıl olur da şüphesiz biihtiyar hareket ederler."

Bir ulu Cüneyd'e tasavvuf nedir diye sordu. Şu cevabı aldı:
"Gönlünü pak eylemek, Hak muvafakatinden ve halktan ayrılmak, beşeriyet sıfatından kendini öldürmek, nefis dileklerinden ırak olmak, kesafette ruhani sıfata gelmek, Hak ilmiyle derecesi yüce olmak ve cümle ümmete nasihat eylemek, vefayı beklemek, Peygamberimiz s.a.v. şeraitine mutabaat eylemektir."
Hak tealanın kudret ve azametini tefekkürden marifet artar, nimetlerini tefekkürden, muhabbet doğar, vaid ve azablarını tefekkürden havf doğar, murakaba da oldur ki daima uyanık durasın, gafil oturmayasın.
İhlas oldur ki Hak muamelesinden halkı çıkarmak.
Uzlet iki kısım. Birisi halktan, birisi de nefis dileğinden uzlettir.
Kulları Haktan men eden hicab üçtür:  Nefis, halk, dünyadır ki, bunlar avamındır. Havvasın hicabı da üçtür : taatini, sevabını, kerametini görmek.
Nakildir hazreti Cüneyd'in vefatı yakın geldi. Halet-i Nez'a düştü, bana abdest aldırın dedi. Abdest aldırdılar, parmaklarını hilal etmediler.
"Tehlili yerine getirin dedi" Getirdiler, derhal secdeye düştü, ağladı. Bakara suresinden 70 ayet okudu. Birkez Allah deyip tesbih okumaya başladı. Beş parmağını yumdu. Besmelei şerifi okudu. Ve ol, ari pak mukaddes canını iki gözünü yumarak hakka ısmarladı. Gasl eden sonradan nakletmiştir.
"Gözünü açayım dedim, ne kadar cehd eyledimse açamadım bir avaz işittim ki: ' Hey ! elini Cüneyd'in gözlerinden çek. O gözlerini onun için yumdu ki bizim didarımızı görmeyince açmaz.' "
Parmaklarını açamadılar. Yine avaz eşitti ki: "Kendisi parmaklarını açmayınca açılmaz"
Cism-i şerifini yudular. Cenazesini götürürlerken bir ak güvercin gelip cenazesinin yanına kondu. Tabut içine girip kayboldu.

Cüneyd Hazretini defn eylediler. Bir ulu anı düşünde gördü, sordu:
"Münkir ve nekre ne cevap verdin?"
"Ol kişi feriştah dergah-ı izzetten benim katıma geldiler. "Menrabbuke?" dediler, güldüm.
"Benim canımı Rabbim yarattı. Elestü birabbiküm hitabında Beli cevabını vermiştim. Şimdi siz tekrar sorarsanız. Sultan ol kişiye sormuş ola kul iken yine sorar mı? Bari size sultan sözüyle cevap vereyim" dedim. Ve Surei Şuara 78, 81 ayetlerini okudum. Bunları işittiler.
"Bu muhabbet eseri, mülkünden ayrılamayanındır," deyip gittiler.
Cenab-ı Hak:
"Ya Cüneyd uçmağa girer misin? " buyurdu.
"Sultanım, ben seni güçle buldum, beni karşına koy, hayran olayım durayım." Hak Teala:
"Ya Cüneyd ! Ben seninim sen benim, şimdiye değin sen benim dediğimi tutardın, şimdiden sonra ben de senin dediğini tutarım" buyurdu.
Asıl ismi, Ebü'l-Kâsım Cüneyd b. Muhammed el-Hazzâz el-Kavârîrî (ö. 297/909) İlk devir sûfîliğinin en güçlü temsilcilerinden olan meşhur sûfî.

Bağdat'ta doğdu ve orada yaşadı. Do­ğum tarihi belli değildir. Ailesi aslen Nihâvendli olup cam ticaretiyle uğraştıklarından Kavârirî nisbesiyle tanınmak­taydı. Bizzat Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri de ipek ticaretiyle meşgul olduğundan Hazzâz lakabıyla tanınmıştır. Ailesinin Nihâvendden Bağ­dat'a ne zaman geldiği kesin olarak bi­linmemektedir.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri küçük yaşta tahsile başladı. Ebû Sevr el-Kelbi'den fıkıh okudu. Ebû Ali el-Hasan b. Arefe el-Abdî başta ol­mak üzere bazı âlimlerden hadis dinle­di. Dayısı Serî es-Sakatî ve Ebû Hamza el-Bağdâdî gibi sofilerin sohbetinde bulundu. Zahirî ilimlere büyük önem veren Seri, onun önce şer'î ilimleri öğrenmesi­ni teşvik ettikten sonra. "Allah seni sûfî hadisçi değil hadisçi sûfi kılsın" şeklin­de dua etmiştir. Nitekim henüz yirmi ya­şında iken fıkıh hocası Ebû Sevr'in ders meclisinde fetva verecek seviyeye gel­mişti.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri şer'î ilimleri iyice öğrendikten sonra kendini zühd, ibadet ve tasavvu­fa verdi. Aslında küçük yaştan itibaren tasavvufa hevesli idi. Henüz yedi yaşın­da iken şükrün ne olduğunu soran Se­rîye, "Verdiği nimete güvenerek Allah'a âsi olmamaktır." diye cevap vermesi, onun bu alanda ne kadar yetenekli olduğunu göstermektedir. Başta dayısı olmak üze­re çevresinde büyük sûfîlerin bulunma­sı, onun küçük yaşta tasavvufa yönel­mesine sebep olmuştur denilebilir. Bununla birlikte Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri şer'î ilimlerle de sürekli meşgul oldu. Ca'fer el-Huldinin,

"Hâl ile ilmi Cüneyd kadar mükemmel bir şekilde kendisinde birleştiren başka bir sûfî görmedim. Onu gören hâlinin il­minden üstün, konuşmasını dinleyen il­minin hâlinden üstün olduğu kanaatine varırdı."

demesi ilim ve tasavvuftaki mer­tebesini göstermektedir. Bundan dolayı "tâvûsü'l-ulemâ" ve "seyyidü't-taife" gibi unvanlarla anılırdı. Mu'tezile âlimi Ebü'l-Kâsım el-Kelbî ona hayran olmuştu. Zi­ra edipler onun sözünden, filozoflar fik­rinden, kelâmcılar ilminden faydalan­mak için etrafında toplanıyorlardı.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri, tasavvufun derinliklerine dal­mak ve zihni sürekli ruhî konularla meş­gul olmakla birlikte geçimini sağlamak için ticaretle de uğraşıyordu. İbn Nüceyd, onun dükkânında perde ile ayırdığı bir köşede ibadete devam ettiğini söyler. Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'nin irşad faaliyetine başlayacak bir duruma geldiğini gören Serî onu va­az vermeye teşvik etmesine rağmen, o kendisinde bu ehliyeti görmediğinden çekingen davranmış, ancak manevî bir işaret üzerine meclis teşkil edip konuşmaya başlamıştı. Bununla birlikte Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri fena ve tevhid gibi tasavvufun in­ce ve güç anlaşılan konularını kapalı ka­pılar ardında anlatmayı tercih ediyor(1), bazan da bunları fıkıh per­desi altında gizliyordu.

Birçok ünlü sûfî Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin sohbetin­de bulunmuş, onun müridi ve halifesi ol­muştur. Ebû Muhammed el-Cerîrî, Ebü'l-Abbas İbnü'l-Arabî, İsmail b. Nüceyd, Ali b. Bündâr es-Sayrafî, Ebü Bekir Şiblî, Mimşâd ed-Dîneverî, Abdullah eş-Şarânî, Muhammed b. Ali el-Kettânî. Ebû Be­kir el-Vâsıtî, Ebû Amr ez-Zeccâcî Cü­neyd'in sohbetinde bulunan tanınmış sûfilerdendir(2). Bu sebeple tarikatların tamamı­na yakın kısmı silsilelerinde Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'ne yer verirler(3). Mut­lak İmam. Küçük Şafii ve Sadr-i Kebîr gibi unvanlarla anılan fıkıh âlimi İbn Süreye de onun sohbetinde bulunmuş, ruhaniyetinin tesirinde kalmış ve manevî alandaki bilgilerini ona borçlu olduğunu ifade etmiştir.

İbnü'I-Mülakkın'ın kaydettiğine göre Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri ölüm döşeğinde iken oturarak namaz kılmış, bunun da bir nimet olduğunu ifade etmiş, istirahat etmesi ge­rektiğini söyleyenlere namaza durmak suretiyle cevap vermiş ve virdiyle meş­gul iken ruhunu teslim etmiştir. Ölümünden az önce hatim indirmiş, yeni bir ha­time başlayıp Bakara sûresinden yetmiş âyet okumuştu. 297 (909) yılında vefat etmiş olup cenaze namazında 60.000 ki­şinin bulunduğu rivayet edilir. 296 veya 298 yılında vefat ettiğine dair de riva­yetler vardır. Bağdat'ın Şünûziye Mezarlığı'nda dayısı ve şeyhi Seri'nin yanında toprağa verilen Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin çeşitli İslâm ülkelerinde makamları mevcuttur.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri tasavvuf terimlerini, usul ve esaslarını tesbit ederek tasavvufun or­taya çıkışını sağlayan büyük sofilerden biridir. Tasavvufî görüşleri hem kendi risaleleri hem de kaynak eserler yoluy­la günümüze ulaşmıştır. Süfiliğin temel konularından biri, insan ile Allah arasın­daki mesafeyi kapatma meselesidir. Ona göre bu mesafe ancak tasavvuf köprüsüyle kapatılabilir. Bundan dolayı tasav­vufu, "Her şeyden alâkayı kesip Allah'la olmaktır." şeklinde tarif eder(4). Bu tanımıyla Allah'la kul arasındaki mesafeyi aşmak için insanın Allah'tan başka her şeyden kopması gerektiğini anlatmaktadır.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'nin tasavvufî görüşleri, hem çağdaşı sûfîler hem de daha sonraki mu­tasavvıflar üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Onun açtığı yoldan gidenlere Cüneydî denildiğini kaydeden Hücvîrî, ken­di şeyhlerinin de bu zümreye mensup ol­duklarını belirtmektedir. el-Münkız mine'd-dalâl adlı eserinde belirttiğine gö­re Gazzâlî'nin tasavvufa yönelmesinde de Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'nin tesiri olmuştur. el-Lüma', et-Ta'anuf, Kûtü'l-kulûb ve er-Risâle gibi tasavvufun temel kaynakları Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'nin fikirlerine geniş yer ayırır, onun tasavvufî konulardaki sözlerini delil sa­yarlar. Süfi tabakat kitaplarında da önem­li bir yer tutan Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'ne bütün tarikat mensupları büyük bir velî nazarıyla ba­karlar.

Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin bazı mektupları günümüze kadar gelmiştir(5). Bu mek­tupları Ali Hasan Abdülkâdir The Life Personality and Writings of al-Junayd(6) adlı eserinin içinde İngi­lizce tercümeleriyle birlikte yayımlamış­tır. Aynı mektuplar bazı yeni mektupla­rın ilâvesiyle Süleyman Ateş tarafından da Cüneyd-i Bağdadî Hayatı, Eserle­ri ve Mektupları(7) adıyla yayımlanmıştır.(8)

cüneyd bağdadi sözleri
cüneyd bağdadi kimdir
cüneyd bağdadi hz
cüneyd i bağdadi hayatı
cüneyd bağdadi eserleri
hallac-ı mansur
abdulkadir geylani
bayezid i bistami
PEYGAMBER SEVDALILARI “CÜNEYD-İ BAĞDADİ” DE BULUŞTU ...
www.haberterme.com/.../peygamber-sevdalilari-cuney...
Translate this page
Apr 10, 2016 - Samsun'un Terme ilçesi Cüneyd-i Bağdadi Türbesinde Kutlu Doğum etkinliği düzenlendi. Düzenlenen etkinliğe çok sayıda davetli katılırken, ...
MGV Yayınları // Cüneyd- i Bağdadi Hayatı Kerametleri ve Nasihatları
www.mgvyayinlari.com/Cuneyd-i-Bagdadi-Hayati-Ke...
Translate this page
Kitap Kağıdı. 136 sayfa. 13,5x19,5 cm. Karton Kapak. Dili: TÜRKÇE. Evliyânın büyüklerinden. Tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından olup, Seyyid-üt-tâife ...
Cüneyd-i Bağdadi Sözleri | İnce Sözler, Güzel Sözler
www.incesoz.com/cuneyd-i-bagdadi-sozleri/
Translate this page
Jan 30, 2016 - Sayfamızda Cüneyd-i Bağdadi Sözleri Yer Almaktadır.
YENİ TÜRK ŞİİRİNDE CÜNEYD-İ BAĞDADİ OKULU VE MİSYONU ...
yortsavul.blogcu.com/...cuneyd-i-bagdadi.../3212011
Translate this page
Osmanlı divan şiiri, Cüneyd-i Bağdâdî'den bahseder. Klasik tekke ve tasavvuf şiiri de Cüneyd-i Bağdâdî'den bahseder. Bu bahsediş, sadece isim olarak sınırlıdır ...
Üstünlük son nefeste belli olur - Dinimiz İslam
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=14299
Translate this page
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Allahü teâlâ sonumuzu hayreylesin. Hiçbirimiz sonumuzu bilmiyoruz. Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine bir papaz gelip, (Ben mi ...
Cüneyd-i Bağdadi Türbesi resimleri - TermeHaber.Com - TermeSes ...
www.termehaber.com/cuneyd-i-bagdadi-turbesi-resim...
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi Türbesi. Cüneyt Bey'in sağ kolu yani emir erinin türbesidir. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 ». PAYLAŞ. . Cüneyd-i Bağdadi Türbesi resimleri ...
1-E - HİCRİ 3. YÜZYIL: BEYAZÎD BİSTÂMİ, CÜNEYD-İ BAĞDADİ
www.tevhidnesli.de/1_E-_-H%26%23304%3BCR%26...
Translate this page
YÜZYIL: BEYAZÎD BİSTÂMİ, CÜNEYD-İ BAĞDADİ. Hicri 3. yüzyıl Tasavvuf tarihinde önemli bir dönemi oluşturur. Çünkü bu dönemde öncekilere oranla daha ...
Cüneyd-i Bağdadi kimdir, hayatı, ölümü ve sırları - Sır 6.Bölüm ...
www.alevilikyolu.com/.../sir-6-bolum-cuneyd-i-bagda...
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi kimdir, hayatı ölümü sırları. Sufi, tasavvuf yönüne bakış. cüneyd bağdadi sözleri alevilik yolu.
CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ Kaddesellâhü sırrahu'l azîzin Her Zaman Yaptığı ...
https://ismailhakkialtuntas.com/.../cuneyd-i-bagdadi-k...
Translate this page
Apr 28, 2014 - Ca'fer ibn Muhammed al-Huldi'nin rivâyetine göre Cüneyd, duâları arasında şu duâyı her zaman okurdu ki meali aşağıdadır: “Allah'a dâima ...
SUFİLERİN İMAMI: CÜNEYD BAĞDADİ | İlim ve İrfan Dergisi
www.ilimveirfan.com.tr/ayin-konusu.asp?Id=112
Translate this page
Tasavvuf ehli arasında pek muteber bir makama sahip olan Ebü'l-Kasım Cüneyd Bağdadi Hazretleri, Bağdat'ta dünyaya geldi. Sufilerin imamı ve efendisi ...
SOFİLERİN EFENDİSİ: CÜNEYDİ BAĞDADî HAZRETLERİ -KS - www ...
www.gulistandergisi.com/dergi_oku.php?id=848
Translate this page
1 post - ‎1 author
Cüneydi Bağdadi Hazretlerinin asıl ismi, Cüneyd ibni Muhammed Ebu'l-Kasım el-Hazzâz el-Kavarîrî'dir. Çocukluğunda İmam Şâfiî'nin talebesi Ebû Sevr'den iyi ...
Hikmetler Mehmet Oruç - Cüneyd-i Bağdâdî'nin duası - #TG
www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/.../348357.aspx
Translate this page
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden bir kimse duâ istediğinde şöyle duâ ederdi: "Allahü teâlâ senin kalbini dağınık etmesin. Seni ...
Sorularla Risale | CÜNEYD-İ BAĞDADÎ
www.sorularlarisale.com/.../cuneyd-i_bagdadi.html
Translate this page
Jun 25, 2007 - Cüneyd-i Bağdadî, Nihavend asıllı bir ailenin çocuğu olup, Bağdat'ta doğdu. Doğum tarihi bilinmiyor. Künyesi, Ebü'l-Kasım Cüneyd bin ...
[PDF]Tam Metin (PDF) - Tasavvuf Dergisi
www.tasavvufdergisi.net/DergiPdfDetay.aspx?ID=474
Translate this page
Seyyidu't-Tâife Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî'nin yetiştirdiği halîfelerinden Türk-İslam mutasavvıfı Ebû. Bekr Şiblî tasavvufun tarîkat devrinden önce yaşamıştır.
Cüneydi Bağdadi Şiiri - Abdullah Yaşar Erdoğan - Antoloji.Com
www.antoloji.com › Şiir › Nedir › Gruplar › İletişim
Translate this page
 Rating: 5.5/10 - ‎10 votes
Şair Abdullah Yaşar Erdoğan'e ait Cüneydi Bağdadi adlı şiiri okumak için tıklayınız.
Cüneyd-i Bağdadi Hayatı Eserleri ve Mektupları - İdefix
www.idefix.com/.../cuneyd-i-bagdadi.../tanim.asp?...
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi Hayatı Eserleri ve Mektupları. 0/10 - 0 Kişi FAVORİLERİME EKLE · Cüneyd-i Bağdadi Hayatı Eserleri ve Mektupları. Yazar: Prof. Dr. Süleyman ...
Cüneydi Bağdadi Sözleri - Güzel Sözler
www.neguzelsozler.com/.../cuneydi-bagdadi-sozleri.ht...
Translate this page
Apr 15, 2013 - Sayfamızda Cüneydi Bağdadi Sözleri yer almaktadır.
Cüneydi Bağdadi Hz.'nin Duası - Risale-i Nur Forum
www.risaleforum.net › ... › İslamiyet › Dua Ediyorum
Translate this page
Dec 12, 2009 - 1 post - ‎1 author
Cüneyd-i Ba ğ dâdî her zaman ş öyle duâ ederdi: "Allah' ı m sana dâimâ ve büyüklü ğ üne lây ı k bir hamdle hamd olsun. Resûlullah ...
CÜNEYD-İ BAĞDADÎ 'İN NESLİ - Süleyman Ateş
www.suleyman-ates.com/index.php?...
Translate this page
Jan 26, 2014 - Benim bildiğim kadarıyla Cüneyd-i Bağdadi Araptır fakat aslan adında bir torunu var. Aslan Türk hanımlarla evlenerek soyun türkleşmesini ...
Cüneyd-i Bağdadi | Marifet
marifet.biz/ornek-sahsiyetler/cuneyd-i-bagdadi/
Translate this page
May 15, 2014 - Cüneyd-i Bağdadi hazretleri küçük yaşta tahsile başladı. İmâm-ı Şâfiî'nin talebesi Ebû Sevr el-Kelbi'den fıkıh okudu. Ebû Ali el-Hasan b.
CÜNEYD-İ BAĞDADİ'DEN GÜZEL SÖZLER » Kerim Usta
www.kerimusta.com/cuneyd-i-bagdadiden-guzel-sozler/
Translate this page
Nov 15, 2012 - Cüneyd-i Bağdadi'ye; “Hiç ibadet ve tâat yapmadan karşılıksız olarak Allahü Teâlâ'nın lütfuna kavuşmak mümkün müdür?” diye sordular.
D&R - Kültür, Sanat ve Eğlence Dünyası Cüneyd-i Bağdadi Hayatı ...
www.dr.com.tr/.../Cuneyd...Bagdadi.../urunno=00000...
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi Hayatı Eserleri ve Mektupları. 0/10 - 0 Kişi FAVORİLERİME EKLE · Cüneyd-i Bağdadi Hayatı Eserleri ve Mektupları. Yazar: Prof. Dr. Süleyman ...
Cüneyd-i Bağdadi ile Derviş - İnce Meseleler
www.incemeseleler.com/.../673-cueneyd-i-badadi-ile-...
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi (k.s.) Hz. bir cuma günü caminin kapısında para isteyen bir derviş gördü. İçinden şu düşünce geçti: - Bu adam acaba niçin çalışıp para ...
Has Bahçe - Cüneyd i Bağdadi Hazretleri izle - Küre TV
www.kure.tv › ... › Ahlak ve İnanç › Has Bahçe
Translate this page
Jul 20, 2011 - Has Bahçe - Cüneyd i Bağdadi ... Paylaş · Paylaş · Paylaş ... Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri'nin hatırası... Abidler'in birbirinden güzel ve örnek ...
CÜNEYD-İ BAĞDADİ ve ŞEYTANI YAKMANIN YOLU | İslam Dergisi
www.islamdergisi.com/genel/seytani-yakmanin-yolu/
Translate this page
Oct 26, 2014 - Evliyaların büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadi (k.s) hazretleri manevi keşiflerinden birisini şöyle anlatır: " Bir gün bir hal esnasında gördüm ki, ...
Cüneyd-i Bağdadi ve Tûr-i Sînâ'daki râhib - Meşhurların Son Sözleri ...
www.ehlisunnetbuyukleri.com/.../Cuneyd...Bagdadi.../...
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin bir talebesi anlatır: Hocam Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile Hicâz'a gidiyorduk. Tûr-i Sînâ dağına varınca, hocam dağa çıktı.
Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri ve Gıybet - BÜYÜK DÎNÎ HİKÂYELER
onderalkan.com/dindersioyun/.../1/3/069.htm
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadî hazretleri bakar ki genç sapa - sağlam bir insan, bu genç bu haliyle dilencilik yapmaya utanmaz mı ? Niye çalışıp kazanmaz da dilencilikle ...
Cüneyd-i Bağdadi / Hayatı, Eserleri ve Mektupları - Prof. Dr. Süleyman ...
www.kitapyurdu.com/.../cuneydi-bagdadi.../45909.ht...
Translate this page
 Rating: 4 - ‎7 votes
Cüneyd-i Bağdadi / Hayatı Eserleri ve Mektupları-YENİ UFUKLAR NEŞRİYAT-Prof. Dr. Süleyman Ateş Cüneyd'in mektupları onun asıl veçhesini orta.
Cüneyd-i Bağdadi (r.a) - Okyanusum.com
okyanusum.com/hak-dostlari/cuneyd-bagdadi-r/
Translate this page
Cüneyd Bağdadi Her fırka tarafından sevilirdi. İmam olduğu hususunda herkes ittifak etmişti. Tarikattaki sözleri hüccetti, herkesce övülmüştü. Hiç bir kimse, zahir ...
cüneyd i bağdadi - instela
https://tr.instela.com/cuneyd-i-bagdadi--285932
Translate this page
cüneyd i bağdadi: bağdatlı cüneyt. sükun mertebesinde olduğu iddia edilir.
age 3 of about 63,300 results (0.29 seconds) 
Search Results
Mustafahayribaba.com - ŞEYH CÜNEYD-İ BAĞDADİ
www.mustafahayribaba.com/cuneydibagdadi.html
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadî Rahmetullahi aleyh hazretleri evliyanın büyüklerinden, tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından. Menba-ı Esrar, Matla-ı Evnar, Kutbu zaman, ...
Hz. Şeyh Cüneyd-i Bağdadi (ks) | Eğer aşkı seversen cân olasın
https://umutrehberi.com/.../hz-seyh-cuneyd-i-bagdadi-...
Translate this page
İlk devir sufilerinden Cüneyd-i Bağdadi'ye göre tasavvuf “Hakk'ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi” dir. Böylece “Fenâ (kendi varlığından geçerek ...
cüneyd-i bağdadi kısaca hayatı | Sakli Belgeler & Dini Kaynaklar
https://saklibelgeler.wordpress.com/.../cuneyd-i-bagda...
Translate this page
Posts about cüneyd-i bağdadi kısaca hayatı written by.
Cüneyd-i Bağdadi - Allah Dostlari Keşf ve Kerametleri ...
www.hababamvadisi.de/wbb/index.php?page...
Translate this page
Sep 13, 2012 - 5 posts - ‎1 author
Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri Cüneyd-i Bağdadî Hazretlerinin gözü ağrıdı. Doktor ona: — Sakın gözüne su dokundurma!.. Eğer aksini yaparsan ...
TDV İslâm Ansiklopedisi - İslam Ansiklopedisi
www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno...
Translate this page
DİA, İslam Ansiklopedisi, CÜNEYD-i BAĞDÂDÎ, Süleyman Ateş.
Cüneyd-i Bağdadi - 25000 Veciz Söz
www.25000vecizsoz.com/.../Cüneyd-i%20Bağdadi/inde...
Translate this page
#399. Bir kimse, Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerine,. Bu zamanda hakiki kardeşlikler azaldı. Nerede o, Allah için olan kardeşlikler, eski dostluklar? demişti.
Feridüddin-İ Attar - Hallac-I Mansur - Cüneyd-İ Bağdadi - Kitsan
www.kitsan.com/Feriduddin-I-Attar---Hallac-I-Mansu...
Translate this page
CEVAHİRNAME. 6,00 TL Kdv Dahil. İndirimli 3,50 TL. CÜNEYD-İ BAĞDADİ HAYATI, KERAMETLERİ VE NASİHATLARI yeni b. 6,48 TL Kdv Dahil. İndirimli 4,50 ...
Cüneyd-i Bağdadi ve Beyazıd-ı Bestami Hazretlerinin Hayatları on ...
Video for cüneyd bağdadi▶ 43:53
vimeo.com › hakkani › Videos
Dec 21, 2009
This is "Cüneyd-i Bağdadi ve Beyazıd-ı Bestami Hazretlerinin Hayatları" by on Vimeo, the home for high ...
Evliyânın Büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri - DİNİ KISSALAR
www.alemlererahmet.com/dini-kissalar/5/bilgi-2/
Translate this page
ŞEYTAN'IN KAÇMASI Büyüklerden bir zat Cüneyd-i Bağdadi (RA) Hazretleri'nin yanına gelmişti. Şeytanın O'nun (RA) yanından hızla kaçmakta olduğunu gördü.
Cüneyd-i Bağdadî (?-909) - Risale-i Nur Enstitüsü | Risale-i Nur ...
www.risaleinurenstitusu.org › ... › 9/29/2000
Translate this page
Sep 29, 2000 - Ebû Hânife, Şâfiî, Ebû Yezid, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylânî, ... Cüneyd-i Bağdadî, Nihavend asıllı bir ailenin çocuğu olup, Bağdat'ta ...
Cüneyd-i Bağdadi | Tezkiret-ul evliya
www.tezkiretulevliya.net/35-cuneydbagdadi.html
Translate this page
Hz. Şeyh ül Meşayih Cüneyd-i Bağdadi Kaddesallhu sırruhu ve ruhahul aziz, alem-i meşayihin şeyhi ... Hazreti Sehl-i Tüsteri Cüneyd hazretine kutbu asır derdi.
Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri hakkında bilgi verir misiniz? | Sorularla ...
www.sorularlaislamiyet.com/.../cuneyd-i-bagdadi-hazr...
Translate this page
Apr 26, 2011 - Bizzat Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri de ipek ticaretiyle meşgul olduğundan Hazzâz lakabıyla tanınmıştır. Ailesinin Nihâvendden Bağdat'a ne ...
cüneyd el-bağdadi - ekşi sözlük
https://eksisozluk.com/cuneyd-el-bagdadi--447682
Translate this page
günlerden bir gün, bir topluluk, cüneyd-i bağdâdî'nin yanına gelerek: “rızkımızı nerede arayalım?” diye sordu. cüneyd: “rızkınızın nerede olduğunu biliyorsanız, ...
Cüneyd-i Bağdadi hz - Facebook
https://tr-tr.facebook.com/CuneydIBagdadiHz
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi hz. 2.421 beğenme · 125 kişi bunun hakkında konuşuyor. ALLAH için bir kişi daha kazanalım.
Cüneyd-i Bağdadi hz - Facebook
https://www.facebook.com/CuneydIBagdadiHz/
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi hz. 2421 likes · 127 talking about this. ALLAH için bir kişi daha kazanalım.
CÜNEYDİ BAĞDADİ VE ELMA AĞACI'NIN HİKAYESİ - zumruduankay ...
zumruduankay.blogcu.com/cuneydi-bagdadi.../76030...
Translate this page
Cüneydi Bağdadi ks. hazretleri aynı zamanda dayısı olan mürşidi seri sakati hazretlerinin yanında ilim ve hikmet tahsil ederken arkadaş, dost ve ihvan ...
Cüneyd-i Bağdadi Türbesi - TC KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI ...
www.samsunkulturturizm.gov.tr/.../cuneyd-i-bagdadi-...
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi Türbesi. Cini Bağdad adı ile de tanınır. Dibekli köyündedir. Biri yukarıda, diğeri aşağı düzlükte iki adet türbe vardır. Yapı olarak basittir.
Kusuru kendinde gör [Cüneyd-i Bağdadi hazretleri] Rahmetullahi ...
Video for cüneyd bağdadi▶ 4:10
www.dailymotion.com/.../xislmv_kusuru-kendinde-go...
Kusuru kendinde gör [Cüneyd-i Bağdadi hazretleri] Rahmetullahi Teala Aleyh.
cüneyd-i bağdadi nedir? cüneyd-i bağdadi hakkında bilgi - Türkçe Bilgi
www.turkcebilgi.com/cüneyd-i_bağdadi
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi evliyanın büyüklerinden. İsmi Cüneyd, babasının ismi Muhammed'dir. Künyesi Ebü'l-Kasım'dır. Tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından olduğu ...
Cüneyd-i Bağdâdî - Vikipedi
https://tr.wikipedia.org/wiki/Cüneyd-i_Bağdâdî
Translate this page
Ebû'l-Kâsım Cüneyd ibn Muhammed el-Hazzâz el-Kavârîrî veya tanınan adıyla Cüneyd Bağdadi (822, Bağdat - 911), İslam bilgini. Bağdat'ta doğdu ve orada ...
Hayatın İçindeki Tasavvuf ve Cüneyd-i Bağdâdî - Halim Çalış
www.yeniumit.com.tr/.../hayatin-icindeki-tasavvuf-ve-...
Translate this page
İsmi Ebu'l-Kasım, el-Cüneyd b. Muhammed b. el-Cüneyd el-Bağdâdî el-Hazzâz'dır. Ailesi Nihavend asıllıdır3 ama kendisi Bağdat'ta doğmuş ve orada vefat ...
Cüneyd-i Bağdadi - Biriz Biz
biriz.biz/evliyalar/ea0479.htm
Translate this page
911 (H.298) senesinde vefât etti. Cüneyd-i Bağdâdî yedi yaşında iken, mektepten gelince babasının ağladığını görüp, sebebini sordu: "Zekât olarak dayın Sırrî-yi ...
Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin hayatı - Mumsema
www.mumsema.org › ... › Arap İslam Alimleri
Translate this page
Mar 29, 2007 - Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin hayatı Mumsema Cüneyd -i Bağdadi Hazretleri Bağdat'ın genç hatibi Cüneyd 7-8 yaşlarındadır. Bir gün.
Cüneyd-i Bağdadi - Nihat Hatipoğlu - YouTube
Video for cüneyd bağdadi▶ 5:43
https://www.youtube.com/watch?v=XNoxkPs_3K0
Jul 27, 2013 - Uploaded by Muhammed Kaya
Cüneyd-i Bağdadi - Nihat Hatipoğlu. Muhammed Kaya. SubscribeSubscribedUnsubscribe 88. Loading ...
CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ (Radıyallahü Anh) - Bizim Sahife
www.bizimsahife.org/Kutuphane/Islam.../2/32.htm
Translate this page
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, otuz sene cemâatle namazda ilk tekbîri kaçırmadı. Namazda kalbine dünyâ düşüncesi gelse, o namazı tekrar kılardı. Dâima Allahü ...
Kadiri Tarikati Hüseyni Kolu - Silsile (Cüneyd-i Behra (Bagdadi) RA ...
www.gavsulazam.de/turk/silsile/cuneydi-behre5.htm
Translate this page
Cüneyd-i Behre(Bağdadı RA) Hz.leri'nin Hikmetli Sözleri, CÜNEYD-İ BEHRE (RA). “İnsanları Allah-ü Teâlâ (CC) Hz.leri'nin sevgisine kavuşturacak yol, yalnız ...
Cüneydi Bağdadi Kimdir, Sözleri ve Hayatı - SözKimin.com
www.sozkimin.com/.../1115-cuneydi-bagdadi-kimdir-...
Translate this page
Sayfamızda Cüneydi Bağdadi sözleri, hayatı ve biyografisi hakkında bilgiler bulunmaktadır. Ebu'l-Kasım Cüneyd ibn Muhammed el-Hazzaz el-Kavariri Kimdir?
biyografi.net: Cüneyd-i Bağdadi . biyografisi burada ünlülerin ...
www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=2613
Translate this page
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî'nin mezhebinde yetişti. Tasavvuf ilmini dayısı Sırrî-i Sekâtî'den öğrendi. Fıkıh, tefsir, hadis ...
Cüneyd-i Bağdadi Türbesi / TERME - samsun01 - Blogcu.com
samsun01.blogcu.com/cuneyd-i-bagdadi.../841088
Translate this page
Cüneyd-i Bağdadi Türbesi(Cinibadat) - Dibekli köyü, Terme / SAMSUN. Cini Bağdad adı ile de tanınır. Dibekli köyündedir. Biri yukarıda, diğeri aşağı düzlükte iki ...
Allah Rızası Cüneyd-i Bağdadi, birisi ona gelir sorar: İhlâsı kimden ...

https://plus.google.com/.../posts/B2sJZro9hg...
Translate this page
Fatma Nur
Nov 6, 2015 - Cüneyd-i Bağdadi, birisi ona gelir sorar: İhlâsı kimden öğrendiniz? -Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım .Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti.
Google+

https://plus.google.com/.../GiMGwexvwMT
Translate this page
Fatma Nur
Apr 2, 2015 - Fatma Nur originally shared this post: Muhyiddin Abdülkadir Geylani Hz.ve İmam Şeyh Bağdadi Cüneyt tarafından ...