5 Nisan 2016 Salı

Hz Ali r.a:
Resulullah'ın (sav) en çok sevdiği şahıs Fatıma idi.O benim evimde bulunduğu sırada el değirmenini çevirmekten elleri nasır bağlamıştı.Tulum ile su taşımaktan boynunda iz kalmıştı.Evi sürekli süpürdüğünden elbiseleri tozlanıyor ve ocağın ateşini yakmaktan elbisesi siyahlaşıyordu.O bu işler neticesinde rahatsız olmuştu.
(Bu sıralarda) Resulullah'ın (sav) yanına bir köle getirdiklerini duyduk. Fatıma'ya: “Babanın yanına gidip sana bir hizmetçi vermesini istemez misin?” (Fatıma bu iş için Peygamberin bulunduğu yere) gitti, ama Resulullah konuşuyordu; utanıp (sözünü söylemeden) geri döndü.

Ertesi gün biz yatakta bulunduğumuz halde Resulullah (sav), yanımıza geldi ve Fatıma'nın başı ucunda oturdu. Fatıma babasından utanarak başını yorganın altına soktu. Sonra Peygamber (sav) buyurdu ki: “Âl-i Muhammed'in, dünkü isteği ne idi?” Fatıma susup bir şey söylemedi.

Ben dedim ki: "And olsun Allah'a ben sana söyleyeceğim, ey Allah'ın Resulü! Bu (kızınız), benim evimde el değirmeni çevirmesi yüzünden eli nasır bağlamıştır; tulum ile su taşıması neticesinde boynunda iz kalmıştır; evi süpürmesi elbiselerini tozlandırmıştır; ocak yakması yüzünden elbiseleri siyah olmuştur; ben ona: "babandan sana bir hizmetçi vermesini iste" dedim.

Allah Resulü: "İyi dinleyiniz! Ben size, benden istediğinizden daha hayırlı olan bir şey öğreteyim mi? Siz yatağınıza girdiğiniz zaman otuz dört defa "Allah'ü ekber" dersiniz. Otuz üç defa "sübhanallah" dersiniz. Otuz üç defa da "elhamdülillah" dersiniz. Bunları söylemeniz sizin için bir hizmetçiden daha hayırlıdır" buyurdu.

Hazreti Âişe ile Hazreti Fâtıma arasında fazîlet hakkında mevzu açıldı.Hz Fâtıma annemiz:
“–Ben,senden fazîletliyim,çünkü ben Rasûlullâh’tan bir parçayım.” dedi.
Hazreti Âişe de ona:
“–Dünya işleri dediğin gibidir; ancak âhirete gelince, ben orada Hazreti Peygamber ile beraber O’nun derecesinde olacağım. Sen ise, Ali ile beraber ve onun derecesinde olacaksın. İki derece arasındaki farkı, sen kıyas et!..”
Hazreti Fâtıma cevaptan âciz kalınca ağlamaya başladı.
Bunu gören Hazreti Âişe ayağa kalktı, Hazreti Fâtıma’nın başını öptükten sonra:
“–Keşke senin başında bir tel saç olsaydım!..” dedi.





MÜKSİRÛN

Kendilerinden rivayet edilen hadisler binden fazla olan sahabiler.

Sahabenin sayısı yüz binlerin üzerinde olduğu halde,ancak bin veya bin beşyüz kişiden hadis rivayet edilmiş, bunların da yedisinden yapılan rivayetler binin üstünde olmuştur.

Ahmed b. Hanbel, Sahabe içinde çok hadis rivayet edenlerin altı kişi olduğunu söyler. Bunlar; Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Ömer, Enes b. Malik, Hz. Aişe, Cabir b. Abdullah ve Abdullah İbn Abbas'tır. Ahmed Muhammed Şakir bu isimlere, Ebu Said el-Hudrî, Abdullah b. Mesud ve Abdullah İbn Amr'ı da ilave ederek muksirûnu dokuza çıkarır. Muksirûnun rivayetleriyle ilgili sayı genellikle, İbnu'l-Cevzî'nin (H. 597) Bakıyy b. Mahled'in (H. 276) müsnedindeki hadisleri sayarak yaptığı tesbite dayanır. Hadis kitapları arasında en çok hadis ihtiva ettiği kabul edilen ve maalesef günümüze tamamı intikal etmeyen bu eserdeki muksirûnun rivayetleriyle Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki rivayetleri arasında fark vardır. Bu fark, bir hadisin değişik tarihlerle rivayet edilmesi ve bunların her birinin ayrı birer hadis sayılmasından ileri gelmektedir. Bu iki müsneddeki rivayetlerine göre Muksirûn ve hâdislerinin toplam sayısı şöyledir: (İlk rakamlar Bakıyy, ikinciler Ahmed'in Müsnedindeki rivayetlerdir).

1. Ebu Hüreyre (H. 58): 5374-3848 hadis.

2. Abdullah İbn Ömer (H. 74): 2619-2019 hadis.

3. Enes b. Mâlik (H. 93): 2286-2178 hadis.

4. Hz. Aişe (H. 58): 2210 hadis.

5. Abdullah İbn Abbas (H. 68): 1660-1696 hadis.

6. Cabir İbn Abdullah (H. 78): 1540-1206 hadis.

7. Ebu Saîd el-Hudrî (H. 74): 1170-958 hadis.

8. Abdullah İbn Mesud (H. 32): 848-892 hadis.

9. Abdullah İbn Amr (H. 63): 700-722 hadis
Hz.Âişenin Hz.Peygamber ile koşu yaptığı,onun omuzuna dayanarak Mescid-i Nebevi’de mızraklarıyla savaş oyunları oynayan Habeşliler'i seyrettiği ve Hz.Peygamber'e nazlanmaktan hoşlandığı bilinmektedir.Hz.Peygamber de onunla bir arada bu­lunmaktan, bilhassa gece seyahatle­rinde kendisiyle sohbet etmekten, da­vetlere onunla birlikte katılmaktan sorularına cevap vermekten pek memnun olurdu. Esa­sen Hz. Âişe zekâsı, anlayışı, kuvvetli hafızası, güzel konuşması, Kur'ân-ı Ke­rimi ve Hz. Peygamber'i en iyi şekilde anlamaya çalışması gibi vasıfları saye­sinde Hz. Peygamber'in yanında müs­tesna bir mevki kazandı. Hz. Peygam­ber onun kabiliyetlerinin gelişmesine yardım edince baba evindeki eğitimi, vahyin aydınlattığı Peygamber evinde daha da gelişti, olgunlaştı ve derinleşti. Bilemediklerini, anlayamadıklarını, ek­sik ve yanlışlarını, hatta Kuran ile Hz. Peygamber'in hadisleri arasındaki kendi anlayışına göre farklılık arzeden husus­ları Hz. Peygamber'e sormak ve onunla müzakere etmek gibi güzel bir alışkan­lığı vardı.

Çocukla­rınıza şiir öğretiniz ki dilleri tatlansın.
Hz Aişe r.a

Doha, Qatar


Fedek,Medine’ye yaklaşık 150 km uzaklıkta olup,Medine ile Hayber arasında bir Yahudi köyüdür.Beni Sa’d kabilesinin,Hayber Yahudilerine yardım etmek için Fedek’te toplandıklarını haber alan Hz.Peygamber (asm)  627 yılında, Hz.Ali (r.a) komutasındaki bir askeri birliği Fedek’e gönderdi. Fedek Yahudilerinin, Hayber, Teyma, Fedek, Vadilkura Yahudileriyle anlaşıp, Beni Sa’d kabilesinin de yardımıyla Müslümanlara karşı savaşa hazırlandıkları ortaya çıktı. Hz. Ali (r.a.) komutasındaki birlik Beni Sa’d’ın karargâhına vardığında onların kaçtıklarını gördü ve ganimetlerle geri döndü.

Hz. Peygamber (asm) Hayber’in fethinden sonra ensardan Muhayyesa b. Mesud’u Fedek halkına İslam’a davet için gönderdi. Fedeklilerin başkanı Yahudi Yuşa b. Nûn topraklarının yarısı karşılığı Rasululullah (asm) ile anlaşma yapmak istediklerini söyledi, Rasululullah (asm) bunu kabul etti.

“Ve Allah'ın, onların mallarından, Peygamberine verdiği şeyler için siz, gerçekten de ne deve sürdünüz, ne at oynattınız ve fakat Allah, peygamberlerini, dilediği kimselerin üstüne atıp üstün eder ve Allah'ın, her şeye gücü yeter.” (Haşr, 59/6)

ayeti mucibince, Fedek savaşsız teslim olduğu için bu mülk Peygamberimizin (asm) tasarrufundaydı. Çünkü Müslümanlar Fedek için ne bir savaş yapmış ne de ordu göndermişlerdi.

Hz. Peygamber (asm) onun gelirlerini misafir ve yolcular için tahsis etmişti. Eşlerinin nasıl bir hayat yaşamış oldukları Müslümanlarca malumdur. Hz. Ömer (r.a.) hilafeti zamanında, Ebu’l Heysem Malik b. Et-Teyyihan ile ensardan Sehl b. Ebi Hayseme ve Zeyd b. Sabit’i Fedek’e gönderdi. Bunlar Yahudilerin elinde kalan toprakların değerini tespit ettiler, topraklarının maddi değeri kendileri ödendi.

Hz. Peygamber’in (asm) vefatından sonra hanımları, Hayber ve Fedek’teki Resulullah’ın (asm) hisselerinden miraslarını istemek için Hz. Osman’ı (r.a.), Hz. Ebubekir’e (r.a.) gönderdiler. Bunun üzerine kendisi de Hz. Peygamberin (asm) eşlerinden birisi olmasına rağmen Hz. Aişe (r.a.),

“Allah’tan korkmuyor musunuz? Sizler, Resulullah’ın (asm) şu hadisini işitmediniz mi? 'Biz Peygamberler miras bırakmayız. Bizim bıraktıklarımız sadakadır. Bu mallar, Muhammed’in ailesinin ani ihtiyaçları ve misafirler için sarfedilir. Ben öldükten sonra bu mallar, benden sonra iş başına geçen kimsenin tasarrufundadır.' ” (Buhari, Feraiz, 3, İ’tisam, 5)

Hz. Peygamberin hanımları, bu sözler üzerine isteklerinden vazgeçtiler.

Resulullah’ın (asm) kızı Hz. Fatıma (r.a.), Ebubekir es-Sıddık (ra)’ın yanına gelerek ona,

“Sen öldüğünde sana kim varis olur?” diye sordu. Hz. Ebubekir (r.a.)

"Evladım ve ailem.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Fatıma (r.a.)

“O halde sana ne oluyor da, Resulullah’a (asm) bizden başkasını varis yapıyorsun?" Buna karşılık Hz. Ebubekir (r.a.)

“Ey Resulullah’ın kızı! Allah’a yemin ederim ki ben, babandan ne altın ne gümüş ne şu ne bu miras aldım.” dedi. Fatıma (r.a.) ise:

“Hayber’deki hisselerimiz Fedek’teki sadakalarımıza ne oldu?” deyince Hz. Ebubekir,

“Ey Resulun kızı! Ben Resulullah’ın (a.s.) 'Bunlar, Allah’ın hayattayken bana yedirdiği bir lokmadır; ben öldükten sonra bunlar, Müslümanların ortak malıdır.' dediğini işittim.” (Buhârî, Meğâzî, 14; Müslim, Cihad, 49; Ebû Davud, İmâre, 1) diye cevap vermişti.

Evet, Hz. Ebû Bekir (ra), Peygamberimiz (as)’in biricik kızı, ciğerparesi, Ehl-i Beyt’in annesi Hz. Fatıma (ra)'yı incitemezdi; Rasûlullah’ın (asm) hâtırası olan bu ince, bu müstesnâ anamızı incitmeyi gönlünden bile geçirmezdi. Ama, Rasûlullah (asm)’ın sünneti, kendi mirası mevzûunda bıraktığı sünneti en kıymetli şahıslar için bile fedâ edilmezdi. O’ndan (asm) kalan, O’nun (asm) sağlığında sarfettiği yere sarfedilecekti.

Bu hadisin hükmü gereğince, Hz. Ebubekir (r.a.) kendi kızı ve Peygamberin (asm) eşi olan Hz. Aişe (ra)’ye ve Peygamberimizin (asm) diğer eşlerine Fedek arazisinden pay vermediği gibi, Hz. Fatıma’ya(r.a.) da vermemiştir. Nitekim dikkat edilirse buna karşı çıkan başta Hz. Aişe (r.a.) olmuştur.

Hz. Ebubekir’den (r.a) sonra, Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali’de (r.a.) halife olduklarında Fedek’in gelirlerini Resulullah’ın (asm) sarfettiği yere harcamışlardır. Eğer Fedek Hz. Fatıma’nın (r.a.) hakkı olmuş olsaydı, Hz. Ali (r.a.) hilafeti zamanında onu alır, oğullarına verirdi.

Acaba Hz. Fatıma (ra) ve hatta Hz. Ali ve Hz. Abbâs (radıyallâhu anhüm) niçin miras istediler?

Bu hususta birkaç tahmin ileri sürülmüş ise de en mâkulü, en doğrusu şudur:

Hz. Ebû Bekir'in rivayet ettiği: "Bize mirascı olunmaz, bıraktıklarımız sadakadır..." hadisini duymamış olmalarıdır. Hz. Ömer (ra), Hz. Ebû Bekir (ra) gibi en eski ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a en yakın olan Müslümanların pek mühim meselelerde bile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadislerini, O'nun sağlığında değil, ölümünden sonra işitmelerinin bir çok örneği var. Bu da onlardan biri olmalıdır.

Hadisi işitmiş olan Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Mes'uliyet makamında, işin sorumlusu olarak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tatbikatından ayrılmamayı esas almıştır. Hz. Fatıma ve Hz. Ali (radıyallâhu anhümâ) gibi, çok sevdiği ve hâtırasına son derece saygı duyup bağlılığını her şeyin üstünde tuttuğu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın iki ciğerpâresini gücendirmeyi sineye çekmiştir.

Hz. Ali, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yakınlığını anlatırken hep ağlayarak dinleyen Hz. Ebû Bekir gibi Sıddık bir sahabi için, onları gücendirmek muhakkak ki çok ağır gelmiş idi. Ama ne yapsın? Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan o konuda kesin bir bilgiye sahip olduğundan, onunla amel etmesi gerekirdi:

"Bize kimse varis olamaz, bıraktıklarımız sadakadır..."

Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in bu meseledeki haklılığını Hz. Ali ve Hz. Abbâs (radıyallâhu anhümâ) kabul etmişlerdir. Çünkü, bilahare Hz. Ali (ra), halife olduğu zaman, bu arazilerin, Hz. Ebû Bekir (ra) tarafından tesbit edilen ve Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) tarafından devam ettirilmiş bulunan statüsünde değişiklik yapmamıştır.

Bu hususu açıklayan bir rivayeti Nevevî, Ebû Dâvud'dan kaydeder:
"(Abbasîler'in ilk halifesi) Seffah, ilk hutbesini okuduğu zaman, boynunda Kur'ân asılı olan bir adam yanına gelerek:

"Allah aşkına benimle hasmım arasında şu Mushaf'la hükmet." der. Seffâh:
"Hasmın kim?" diye sorunca:
"Ebû Bekir'dir, Fedek arazisini bize menetmiştir." der. Halife:
"O sana zulüm mü yaptı?" diye sorar. Öbürü:
"Evet!" der. Seffah:
"Ondan sonra kimdi?" diye sorar. Adam:
"Ömer'di" der. Seffah:
"Ömer de zulmetti mi?" der. Adam:
"Evet!" der. Hz. Osman (ra) için de aynı şeyi söyleyince:
"Ali (ra) de sana zulmetti mi?" der. Adam bu sefer susar. Seffâh bunun üzerine adama sert bir şekilde çıkışır."

Kadı İyaz bu meselede şunu söyler: "Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in hadisten delil getirmesi üzerine, Hz. Fâtıma (radıyallâhu anhâ)' nın ona karşı münakaşa etmekten vazgeçmiş olması, mesele üzerine vaki olan icmâya teslim olduğunu gösterir. Bu durum Hz.Fatıma (radıyallâhu anhâ)'nın kendisine hadis ulaşıp te'vili de açıklık kazanınca, o meseledeki şahsî görüşünü terketmiş olduğunu da ifade eder. Nitekim bir daha ne kendisinden, ne de zürriyetinden, miras talebi vaki olmamıştır. Bilahare Hz. Ali (ra) halife olduğu zaman, o meselede Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra)'in amelinden ayrılmadı. Öyle ise bu da gösterir ki, Hz. Ali ve Hz. Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'ın talepleri, o arâzilerin işletilmesiyle ilgili işlerin kendilerine verilmesini... taleb etmektir." (bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi)

Nitekim Hz. Ömer (ra), Fedek arazisini Ehl-i Beyt'e tahsis etmemiş, ancak idare ve intifa hakkını kendilerine vermiştir. Bu uygulama, devlet başkanının takdir yetkisi dahilinde olan bir durum olduğundan ötürü, burada Hz. Ebu Bekir (ra)'e bir muhalefetten söz edilemez. Nitekim Hz. Ali (r.a.) halife olunca, Fedek'in statüsünü ilk üç halife döneminde olduğu gibi aynen devam ettirmiştir. Bu da ilk üç halifenin bu konuda ne kadar isabetli hüküm verdiğine bir delildir.

Resulullah(sav),Hz.Âişe'yi çok severdi.
Ona 'Hümeyra' lâkabını vermiş ve
"Dininizin yarısını bu Hümeyra'dan alınız" buyurmuşlardır.
"Ali'yi sevmek imandandır." hadisini haber veren
Hz. Âişe, Hz. Ali'yi çok severdi. Hz. Ali'nin şehâdetine üzüldü ve çok ağladı. 



Bütün hadiseler,yahudilerin çevirdiği bir oyun,komplodan başka bir şey değildir.Hz Osman’ın katli,Hz Ali ile Hz. Aişe ve daha sonra Hz.Muaviye ile olan savaşların hepsi,bir yahudi oyunu (komplo) idi. Bu komplonun idarecileri, kendilerine Müslüman diyen yahudilerdi. Taberi Tarihi’nin bu mevzudaki rivayetleri, dikkatlice okunacak olursa mesele daha iyi anlaşılır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) zamanında Müslüman olmayan, Hz. Ömer zamanında ve belki de daha sonra Müslüman olan İbn-i Sebe, Müslüman olduktan sonra, İslam Devleti’nin her tarafına seyehat eder: Suriye, Irak, Mısır, Türkistan, Medine gibi… Gittiği her yerde, kendisine arkadaşlar bulup bunlara belli vazifeler verir. O zamanlarda uçak gibi vasıtalar olmadığı için, İbn-i Sebe’nin seyehati birkaç sene sürer. O aynı zamanda, çok iyi Müslüman görünen, namaz kılan, camiye giden ve fakat içten içe İslam düşmanı yahudieri seçer ki, bu da kolay bir iş değildi. İbn-i Sebe’nin işi bitince, yani her tarafta, kendisine uygun arkadaşları bulunca, onlara sinyal (işaret) verirdi ve hep beraber, kendilerine verilen işe başlarlardı. İbn-i Sebe’nin başlattığı iş çok enteresandı.
Mısır’dan Medine’ye bir mektup gelir. Şüphesiz bu mektup, bir yahudiden, diğer bir yahudiye yazılmıştı. Mısır’dan yazan yahudi, Medine’deki yahudi’e şöyle yazıyordu:

   ”Bizim memleketimiz olan Mısır’da İslamiyet namına hiçbir şey kalmadı, valimiz şarap içiyor, namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, zina yapıyor, İslam’ın yasakladığı bütün işleri yapıyor ve birçok Müslüman’da valinin yaptığı şekilde hareket ediyor”

   Mısır’dan bu mektubu yazan yahudi, aynı mektubu, Suriye’ye, Irak’a, Basra’ya, Türkistan’a vs. yazıyor. Şam’daki yahudi de aynı mealde, yani ”bizde İslamiyet kalmadı, vali kafirdir’ vs.” gibi yazdığı mektupları, bütün İslam Alemi’ne gönderir. Aynı şekilde Medine’deki yahıdi de her tarafa:

   ”Halifemiz kafirdir, şarap içiyor, namaz kılmıyor… vs.” mealinde mektup yazar.

   Böylece, bütün İslam Devleti’nde aynı haberler dolaşır. Bu mektupları alan yahudiler, onları kendi bölgelerindeki camiilerde okuyorlar. Ve bu, bir sefer olmaz; mektuplar devam eder.
Mesela; Medine’deki yahudi, aldığı mektubu namazdan sonra camiide okur ve:

   ”- Bu ne korkunç şeydir? Halifemiz uyuyor mu? ‘‘ deyip halkı kışkırtır.
Ertesi gün, aynı mealdeki mektubu, ”Şam’dan aldım” , ”Basra’dan aldım” şeklinde okur ve işine devam eder.

   Hergün aynı haberlerin geldiğini tasavvur edin, neticesi ne olur, ne anlaşılır? Ve neticede de diğer Müslümanlar bu haberlere inanır.

Medine Müslüman’ları düşünmeye başlar:
   ”Suriye, Irak, Mısır kafir olsa da Elhamdülillah, bizde hala İslamiyet var. Herkes ibadetini yapıyor.”

Mısır Müslüman’ları da aynı şekilde düşünür:
   ”Elhamdülillah, Mısır Müslüman kaldı, Medine ve diğer yerler kafir olmuş.”

   Ve böylece, her bölge, Müslüman kaldığını düşünmeye başlar. İşte bu, İbn-i Sebe’nin idare ettiği şeytani propaganda idi.
   Bir müddet sonra Medine Müslüman’ları, Hz. Osman’a gelerek:

”- Sen uyuyor musun? Suriye, Mısır ve Irak kafir oldu, sen ne yapıyorsun?” dediler.

   Hz. Osman, onlara:

   ”Sizin de güvendiğiniz birkaç kişi seçelim ve bu yerlere gönderelim. Onlar bunun doğru olup olmadığını bize bildirsinler” der.
   Bunun üzerine birkaç heyet seçilir ve İslam Devleti’nin her tarafına yollanır. Bu heyet birkaç ay sonra gelerek:
   ”- Bu söylenenler asılsızdır. Her tarafa İslam Kanunu cari olup, valiler de çok iyi Müslümanlardır; bunun bir tek istisnası var.” diye rapor ederler.

   Bu giden heyetin içinde Hz. Ebu Hüreyre’de vardı. O der ki:
   ”- Her tarafta İslamiyet caridir. valiler iyidir. Fakat Mısır valisinin iyi olmadığını duydum.”

   Bu sırada İbn-i Sebe Mısır’da bulunuyordu. 
”…Hz. Osman, Müslümanlarla müşavere ettikten sonra, Hz. Ebubekir’in oğlunu Mısır’a vali tayin eder ve tayinine dair olan mektubu kendisine verir. Bunun üzerine Hz. Ebubekir’in oğlu, vazifesine başlamak üzere Mısır’a hareket eder. Yolda, aynı istikamette sür’atle giden birine rastlar. Hz. Ebubekir’in oğlu O’nu durdurarak kim olduğunu, nereye gittiğini sorar. Bu yolcu şu cevabı verir.
   ”Hz. Osman, Mısır’a gidip bu mektubu valiye vermemi, yeni valinin tayin edildiğini, O’na görevi terk etmesini söylememi ve senden daha hızlı gitmemi emir buyurdu.”
Bunu üzerine Hz. Ebubekir’in oğlu mektubu ister.
   Hz. Ebubekir’in oğlu mektubu açar ve kendisini şaşırtan bir cümle ile karşılaşır. Mektupta ”size gelince” diye başlayan cümlede nokta konmamış bir kelime ile ”onu kabul ediniz!…” veya ”onu öldürünüz!…” şeklinde okunabilen bir kelimeyle karşılaşır. Bunu bize nakleden Süyuti’dir.
Tayin edilen vali, yani Hz. Ebubekir’in oğlu, bu kelimeyi, ”onu öldürün!…” şeklinde okur.
Hz. Ebubekir’in oğlu hiddetlenerek Medine’ye döner ve doğruca camiiye giderek, Müslümanlara şöyle hitab eder:
   ”- Siz bu halifeyi görüyor musunuz? Beni Mısır’a vali tayin ediyor, arkamdan da öldürülmem için mektup yazıyor.”

   Bunun üzerine Müslümanlar, Hz. Osman’a gidip durumu sorarlar. Hz. Osman:
   ”- Vallahi ben böyle birşey yazmadım, haberim yok!…” diye cevap verir. İşte, Mısırlı olup Mısır tarihi üzerinde mütehassıs olan Süyuti böyle yazıyor ki, bu böyle olabilir.
   Ben şahsen, bu mektubun İbn-i Sebe’nin ajanları tarafından yazıldığını zannediyorum. Bunlar mektubu yazdıktan sonra özellikle Hz. Ebubekir’in oğlunun yanına yaklaşıyorlar ki, O, bunların kim olduğunu sorsun ve mektubu istesin.

   Gerçekte bu normal bir davranış değildir. Fakat bu, bir yahudi ajanı olursa, böyle yapar ve bu şekilde hareket etmesi normal olur. Eğer o mektubu Halife yazdırmış olsa, Hz. Ebubekir’in oğluna görünmemesi lazımdı. Ne olursa olsun, bazı Müslümanlar, Hz. Osman’ın yeminine inanıyor, diğerleri inanmayıp O’nun, Hz. Ebubekir’in oğlunu öldürmek istediğini zannediyorlar.
Bilhassa, İbn-i Sebe’nin Medine’deki ajanları, Halife’nin böyle birşey yapabileceğini, O’nun bir yalancı olduğunu etrafa yayıyorlardı.
Ayrıca Mısır’da bulunan İbn-i Sebe, Müslümanlar’ı kışkırtarak:
”- Halife, bize bir vali tayin etmiş, sonra da O’nu öldürme emri vermiş. O iyi bir halife değil, kafirdir. O’nu öldürmek lazımdır.” diyerek ve bir isyan ordusu teşkil ederek, Mısır’dan, Medine üzerine yürür. İbn-i Sebe’nin kumanda ettiği bu ordunun çoğu yahudi idi.
Mısır ordusu Medine’ye gelip, Hz. Osman’ın evini kuşatır. Hz. Ebubekir’in oğlu kışkırtılır ve O’na:
”- Halife seni öldürmek istedi!” deyip, kandırılır.
Hz. Ebubekir’in oğlu, bu isyancılarla Hz. Osman’ın evine gider. Kapılar kapalı olduğu için merdivenlerle dama çıkıp, Halife’nin evine girerler. Hz. Ebubekir’in oğlu, Hz. Osman’ı öldürmek için sakalından tutar. Hz. Osman, O’na:
”- Şayet senin baban hayatta olup, seni bu halde görseydi, ne düşünürdü?” der.
Bunun üzerine Hz Ebubekir’in oğlu titremeye başlar ve bir şey yapmadan çekip gider. Fakat O’nunla beraber içeri giren yahudiler, meseleyi hallederler ve Halife’yi öldürürler.
Ve kaynaklarımız Hz. Osman’ın o anda oruçlu olup, Kur’an okuduğunu yazıyorlar. Ve O’nun öldüren şahsın, Kur’an’a bir tekme vurduğunu belirtiyorlar.
Hiçbir Müslüman bu hakareti yapamaz. Bunu yapanın bir gayr-i müslim olması lazımdır. Daha başka şeylerde olur teferruata girmek istemiyorum.
Hz. Osman şehid edilir. Bu yahudiler, Hz Osman’ı öldürdükten sonra, korkmaya başlarlar. Hatta Hz. Osman’a muhalif olan Müslümanlar dahi:
”- Hz. Osman nasıl öldürülür?” diye şaşırıp üzülürler.
Onun için, suçlu derhal yakalanıp, kıssas tatbik edilmesini isterler. O dönme yahudiler şöyle düşünürler:
”- Bizi koruyacak bir Müslüman bulalım, yoksa Müslümanlar bizi yakalayıp, başımızı vuracaklar.”
İlk önce Hz. Ali’ye gidip:
”- Halife öldü, müsade et, sana biat edelim, sen çok iyi bir Müslümansın.” derler. Hz. Ali:
”- Hayır, istemiyorum” der.
Daha sonra yahudiler, Talha, Zübeyr ve diğerlerine giderlerse de hiç kimse onların teklifini kabul etmez. yahudiler tekrar Hz. Ali’ ye gelerek, çok ısrar ederler. Sonunda Hz. Ali der ki:
”- Ben bunu, siz isteğiniz için değil, fakat bütün Müslümanlar isterse kabul ederim.”
Bunlar, şehirde ilan ederek Hz. Ali’nin Müslümanlar’la konuşmak için camiiye toplanmalarını istediğini söylerler.
Hz. Ali minbere çıkar ve:
”- Bizim masum Halifemiz öldürülmüştür. Yerine bir halife seçmemiz lazım. Aranızdan birini seçin!..” der.
Herkes Hz. Ali’nin halife olmasını ister ve kendisine biat olunur. Fakat orada bulunanlar, alelade insanlardı. Mühim olan şahsiyetler, oraya gelmemişlerdi. Abdullah b. Ömer, Talha, Zübeyr vs. gibi yüksek şahsiyetler oraya gelmemişti. İsyancı yahudiler, Hz. Talha ve Zübeyr’i tevkif ederek onlara:
”- Şayet biat etmezseniz, sizi öldürürüz!…” diye tehditte bulunurlar.
Bunun üzerine anılan şahıslar, tehdit altında biat ederler. Medine’ deki İslam ordusu, Hac için Mekke’ye gittiğinden, Hz. Ali’yi koruma vazifesini, Mısır’dan gelen bu yahudi ordusu üzerine alır. Bunlar kısası tatbike izin vermezler. Yani Hz. Osman’ın katilinin yakalanıp, öldürülmesini istemezler. Bunun üzerine ne yapacağını bilmeyen Hz. Ali bekler. yahudiler, bununla iktifa etmeyip, fitne fesatlarına devam ederler.
İslam Devleti’nin her tarafına mektuplar yazıp şöyle propaganda yaparlar:
”- Halife öldürüldü. O’nun yerine geçen yeni Halife, yani Hz. Ali, kısas tatbik etmek istemiyor; işte bunun için, yeni halifeye isyan etmek lazmdır. Bu hususa dair, müşahhas delillerimiz vardır.”
Hz Aişe’nin ağzından, birçok mektup yazılır. Ve bu mektuplarda güya Hz. Aişe şöyle der:
”- Ey Müslümanlar! Hz. Ali’ye isyan ediniz.”
Daha sonra Hz. Aişe’ye:
”- Sen böyle mektuplar yazdın mı?” diye sorulduğunda, O:
”- Vallahi, ben hiçbir zaman böyle şey yazmadım. ”demiştir. Ve böylece aynı komplo devam eder. ”



 
Sheikh Zayed Grand Mosque (Arabic: جامع الشيخ زايد الكبير‎) 

Hz Ömer oğluna:
Ey Abdullah,Müminlerin annesi Aişe’ye git! De ki:‘Ömer sana selâm ediyor’.Sakın ‘Mü’minlerin Emîri’ deme.Çünkü ben artık mü’minlerin emîri değilim:‘Ömer b Hattab iki arkadaşının yanına defnedilmek için izin istiyor?’
Bunun üzerine Abdullah gitti. Sonra Aişe’nin huzuruna girdi. Aişe’nin oturup ağladığını gördü. Abdullah dedi ki: Ömer b. Hattab sana selâm ediyor. İki arkadaşıyla beraber (hücre-i saadetinde) defnedilmek istiyor’.
Bunun üzerine Hz. Aişe ‘Ben o yeri kendim için ayırmıştım. Fakat bugün Ömer’i nefsime tercih edeceğim’ dedi.
Hz Ömer 3 gün sonra şehid oldu. Hazreti Aişe’nin izniyle hücre-i saadete gömüldü.






Hz Ömer,Resulullah (s.a.s)’i öldürmek için onun bulundugu yere doğru giderken,yolda Nuaym b Abdullah ile karşilaşti.Nuaym,Ömer’in

  • Hz Ömer,Resulullah (s.a.s)’i öldürmek için onun bulundugu yere doğru giderken,yolda Nuaym b Abdullah ile karşilaşti.Nuaym,Ömer’in ne yapmak istediğini öğrenince ona,kızkardeşi ve eniştesinin yeni dine girmiş olduğunu söyledi Bunu öğrenen Ömer (r.a), öfkeyle eniştesinin evine yöneldi. Kapıya geldiğinde içerde Kur’an okunmaktaydı. Kapıyı çalınca, içerdekiler okumayı kesip, Kur’an sayfalarını sakladılar. içeri giren Ömer (r.a), eniştesini ve kızkardeşini dövmeye baslamış Kızkardeşinin ona, ne yaparsa yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söylemesi üzerine, ona karşı merhamet duyguları kabarmaya başlamış ve okudukları şeyleri görmek istediğini söylemişti. Kendisine verilen sahifelerden Kur’an ayetlerini okuyan Ömer (r.a), hemen orada imân etti.


  • Resulullah (s.a.s)’in nerede oldugunu sordu. Resulullah (s.a.s)’in Daru’l-Erkam’da oldugunu ögrenen Ömer (r.a), doğruca oraya gitti kapıyı açtırdı içeriye girdi Resulullah (s.a.s), Ömer (r.a)’in iki yakasını tutarak; “Müslüman ol ya Ibn Hattab! Allahım ona hidayet ver!” dediğinde, Ömer (r.a), hemen Kelime-i şehadet getirerek imân ettiğini açıkladı Ömer (r.a)’in müslüman olusu, Resulullah (s.a.s)’in yapmis oldugu; “Allahım! Islâmı Ömer b. el-Hattab veya Amr b. Hisam (Ebû Cehil) ile yücelt” şeklinde bir duanın sonucu olarak gerçeklesmişti.













    "Bir kedi bulmuştum, onu elbisemin yeninde taşırdım; bundan dolayı Ebû Hureyre (kedicik babası) künyesiyle çağrılır oldum

    "Bir kedi bulmuştum, onu elbisemin yeninde taşırdım; bundan dolayı Ebû Hureyre (kedicik babası) künyesiyle çağrılır oldum
    


    Hazret-i Ebu Hüreyre

    Hazret-i Ebu Hüreyre (radıyallahü teâlâ anh), eshab-ı kiramın büyüklerindendir. Adı Abdurrahman’dır. Eshab-ı kiram arasında Abdullah bin Ömer’den sonra, en çok hadis bilen budur. Yemen’in Devs kabilesindendir. Künyesi Ebu Hüreyre’dir. Resulullah efendimiz, bir gün eteğinde kedi yavrusunu severken görünce kedi yavrusunu seven anlamında Ebu Hüreyre ismini verdi.

    Yemen’deki Devs kabilesinin ileri gelenlerinden ve meşhur şair olan Tufeyl bin Amr’ın İslam’a davet etmesiyle Müslüman oldu. Hicretin yedinci yılında, Tufeyl bin Amr ve diğer iman edenlerle birlikte, Hayber’in fethi esnasında, Medine’ye geldi. Bir daha, Yemen’e dönmeyip Medine’de kaldı.

    Hazret-i Ebu Hüreyre, müslüman olduktan sonra, annesinin de müslüman olmasını çok istiyor, bunun için çok uğraşıyordu. Fakat bir türlü muvaffak olamıyordu. Bu hususta şöyle anlatmıştır:

    Bir gün Resulullahın huzuruna gidip, ya Resulallah, annemi İslam’a davet ediyorum, kabul etmiyor. Bugün de müslüman olması için ısrar ettim. Bana hoş olmayan sözlerle karşılık verdi, kabul etmedi. Hidayete kavuşması için dua buyurunuz dedim. Bunun üzerine Resulullah, (Allah’ım, Ebu Hüreyre’nin annesine hidayet ver) diye dua buyurdu. Duayı alınca sevinerek eve gittim. Eve varınca annem, ya Eba Hüreyre, ben müslüman oldum dedi ve kelime-i şehadeti söyledi. Ben sevincimden yerimde duramıyordum. Tekrar Resulullahın huzuruna koştum, sevincimden ağlayarak annemin müslüman olduğunu müjdeledim. Dedim ki, ya Resulallah, annemi ve beni müminlerin sevmesi için, bizim de müminleri sevmemiz için dua ediniz. Resulullah, (Allah’ım, şu kulunu ve annesini mümin kullarına, müminleri de onlara sevdir) buyurarak dua etti. Artık beni bilen ve gören her mümin sevdi. [Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki, Ebu Hüreyre hazretlerini ancak mümin sever, ona ancak İbni Sebeci buğzeder.]

    Hazret-i Ebu Hüreyre, Peygamber efendimizin yanına geldikten sonra, Ondan hiç ayrılmadı. Ticaret, mal, servet gibi hiçbir meşgalesi yoktu. Bunlarla hiç uğraşmadı. Eshab-ı kiramın en fakiri olduğu için, Eshab-ı Suffa arasına katıldı. Eshab-ı Suffa, Mescid-i Nebi’de kalır, hep ilimle meşgul olurdu. Hazret-i Ebu Hüreyre, Peygamber efendimizin hep huzurunda bulunduğu için, pekçok hadis-i şerif işitmiş ve rivayet etmiştir.
    Hadis-i şerif öğrenme hususundaki gayreti çok fazlaydı. Bir defasında Hazret-i Âişe validemizden, Resulullahın sözlerini ve hallerini kim çok bilir diye sordular. Şöyle cevap verdi:
    (Resulullahın hâl ve sözlerini en iyi Ebu Hüreyre bilir. Yemin ederim ki, Ebu Hüreyre bütün vaktini Resulullahın huzurunda geçirmiştir.) 
    Hazret-i Ebu Hüreyre, dört sene gibi bir zaman içerisinde, gece-gündüz Resulullahın huzurundan ayrılmamış, bütün işini, gücünü bırakmış, hep Peygamber efendimizin buyurduklarını dinleyip, ezberlemiştir. Hatta günlerce aç kaldığı halde, dini öğrenme gayretiyle buna katlanmıştır.

    Bu hususta kendisi şöyle anlatır:
    Bir gün açlığa dayanamayarak evimden çıkıp mescide gittim. Günlerce bir şey yememiştim. Oraya varınca, bir grup Eshabın da orada olduğunu gördüm. Yanlarına varınca, bu saatte niçin geldin ya Eba Hüreyre dediler. Açlık beni buraya getirdi dedim. Biz de açlığa dayanamayarak buraya geldik dediler. Bunun üzerine hep birlikte Resulullahın huzuruna gittik. Huzuruna varınca, buyurdu ki:
    (Bu saatte buraya gelmenizin sebebi nedir?) Açlık ya Resulallah dedik. Peygamber efendimiz bir tabak hurma getirdi. Hepimize ikişer tane hurma verdi. Ben birini yedim, birini sakladım. Resulullah bana buyurdu ki:
    (Niçin onu da yemedin?)Birini anneme ayırdım dedim.
    (Onu da ye, sana annen için iki tane daha vereceğiz) buyurdu.
    Sonra annem için iki tane daha verdiler.

    Yine Hazret-i Ebu Hüreyre anlatıyor:
    Bir gün Resulullah efendimize bir kase süt hediye getirildi. Ben o gün de çok açtım. Resulullah bana buyurdu ki:
    (Git Eshab-ı Suffayı çağır!)Çağırmaya giderken, bu sütün hepsi bana ancak yeter diye hatırımdan geçti. Eshab-ı Suffayı çağırdım, yüz kişi kadar vardı. Resulullahın emri üzerine, o süt kasesini alıp her birine ayrı ayrı verdim. Hepsi doyasıya içti. Resulullahın mucizesi olarak süt hiç eksilmiyordu. Sonra Resulullah buyurdu ki:
    (Ben ve sen kaldık, sen de iç!)Ben de biraz içtim. Tekrar, (İç) buyurdular. Tekrar içtim. İçtikçe, (İç)buyurdular. O kadar içtim ve doydum ki, artık hiç içecek hâlim kalmadı. Sonra da kaseyi alıp, Resulullah efendimiz de içti.

    Hazret-i Ebu Hüreyre, Peygamber efendimizden bizzat işiterek ve Eshab-ı kiramdan, bilhassa Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Âişe’den hadis-i şerif rivayet etmiştir. Kendisinden de Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Ömer, Enes bin Malik, Vasile bin Eska, Cabir bin Abdullah başta olmak üzere 800’den fazla Eshab ve Tâbiin, hadis-i şerif rivayet etmiştir. Rivayetleri toplanıp yazılmıştır. Hazret-i Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği hadis-i şeriflere, bütün hadis kitapları yer vermiştir.

    Hazret-i Ebu Hüreyre’nin, Peygamber efendimizin vefatından sonra en çok sevdiği ve meşgul olduğu iş, hadis-i şerif rivayet edip yaymak olmuştur. Hazret-i Ebu Bekir’in halifeliği sırasında idari işlerle meşgul olmayan Hazret-i Ebu Hüreyre, Hazret-i Ömer devrinde Bahreyn valiliğine tayin edildi. Hazret-i Osman’ın halifeliği zamanında Mekke kadılığı yaptı. Hazret-i Muaviye zamanında da Medine valisi oldu. 

    Hazret-i Ebu Hüreyre, fazileti ve İslamı yaşamasıyla mükemmel bir numune idi. Geceleri çoğu kere ibadetle geçirir, sabaha kadar namaz kılar, Kur’an-ı kerim okurdu. Her ayın başında üç gün oruç tutardı. İbadetlerde çok ihtiyatlı hareket ederdi. Hep abdestli bulunur, Resulullah, (Abdestli olan vücud a’zasına Cehennem ateşi dokunmaz) buyurdu derdi.

    Ömrünün son günlerinde hastalandı. Hastalığını duyup gelenler, büyük bir kalabalık meydana getirdiler. Bu sırada o, Allah’ım sana kavuşmayı seviyorum. Bunu bana nasip eyle diye yalvarıyordu. 676 (H.57) senesinde 78 yaşında iken, Medine-i münevverede vefat etti.

    En büyük hadis âlimi
    Hazret-i Ebu Hüreyre’nin çok hadis rivayet ettiği için İbni Sebeciler tarafından kötülenmektedir. Hazret-i Ebu Hüreyre kötülenince, ahkam-ı şeriyyenin yarısı kötülenmiş olur. Çünkü, ahkam-ı şeriyyeyi bildiren üç bin hadis-i şerif vardır. Yani üç bin ahkam-ı şeriyye, sünnet ile belli olmuştur. Bu üç binin yarısını haber veren Hazret-i Ebu Hüreyre’dir. Onu kötülemek, ahkam-ı şeriyyenin yarısını kötülemek olur.

    Hazret-i Ebu Hüreyre, savaşta ve barışta Resulullahın yanından ayrılmazdı. Hafızası çok kuvvetli olduğundan, çok hadis-i şerif ezberlemişti. Eshab-ı kiramdan ve Tabiinden 800’den fazla kimsenin, kendisinden hadis öğrendiği Buhari’de yazılıdır.

    Hazret-i Ebu Hüreyre, (Bilerek bana yalan isnat eden, Cehennemdeki yerine hazırlansın) hadisinin râvisidir. Hadis rivayet etmek istediğinde bu hadisi zikrederdi. Birçok sahabi, onun hadis rivayetindeki üstünlüğünü kabul edip, ondan hadis naklettiler. (Hakim Nişaburi, III, 513)

    Hazret-i Ebu Hüreyre, sahabe ve muhaddisler nazarında son derece güvenilir, yüce bir şahsiyettir. (İmam-ı Buhari)

    O, benden daha hayırlı ve naklettiğini daha iyi bilendir. (Abdullah ibni Ömer)
    Elbette o, Resulullahtan bizim duymadığımız hadisleri işitmiştir.(Hazret-i Talha) (H. Nişaburi,III, 511)

    İmam-ı Şafii
     gibi büyük âlimler, (Hazret-i Ebu Hüreyre, kendi dönemindeki hadis râvileri içinde, hafızası en sağlam olanıdır) buyurmuştur. (İbni Hacer, el-İsabe fi Temyizis-Sahabe, IV, 205)
    Hazret-i Ebu Hüreyre, Resulullahın vefatından sonra 46 yıl yaşamıştır. Hazret-i Ebu Bekir gibi yaşlı ilk sahabilerin çoğu, Peygamber efendimizden sonra fazla yaşamadıkları için, çok hadis rivayet edememiştir. Hazret-i Ebu Hüreyre’nin bildirdiği hadis sayısı 5374 değildir. İmam-ı Ahmed’in Müsnedinde Hazret-i Ebu Hüreyre’den alınmış 3848 hadis yer almaktadır. Bu hadislerin yarısından fazlası (2269) mükerrer olup, hakikatte bütün Müsnedde, onun rivayetinde ancak 1579 hadis vardır.

    Çok hadis rivayet etmesinin sebeplerinden bazıları:
    1- Peygamber efendimiz ile çok beraber olmuş ve ona hiç çekinmeden her çeşit soruyu sormuştur. Hazret-i Ebu Hüreyre, (Çok hadis rivayet etmemin sebebi şudur: Muhacirler, alışverişle, ensar da kendi mal ve mülkleriyle uğraşırken, ben Resulullahın meclislerindeydim) demiştir. (Müslim, Fedailüs-sahabe, Buhari, İlim)

    2-
     İlme çok tutkundu. Resulullah ona bildiğini unutmaması için dua buyurmuştu. Hazret-i Ebu Hüreyre anlatır: Resulullah efendimiz,(İçinizden hanginiz elbisesini çıkarıp yere yayar? Bazı şeyler söyleyeceğim. Sonra elbisesini toplayıp, katlasın, sözlerimi hiç unutmaz) buyurdu. Paltomu çıkarıp yaydım. Resulullah efendimiz dilediğini söyledi. Paltomu giydim. Göğsümü kapadım. Bundan sonra, işittiğim hiçbir şeyi unutmadım. (Buhari, İlim 42)

    Hakim Nişaburi, şu haberi vermektedir:
    Bir zat, Zeyd bin Sabite bir mesele sordu. O da Ebu Hüreyre’ye gitmesini söyledi ve şöyle devam etti: Çünkü bir gün ben, Ebu Hüreyre ve bir arkadaşla Mescitte oturuyorduk. O sırada Resulullah geldi, yanımıza oturup, (Hepiniz Allah’tan bir dilekte bulunsun) buyurdu. Ben ve arkadaşım, Ebu Hüreyre’den önce dua ettik, Resulullah da bizim duamıza âmin dedi. Sıra Ebu Hüreyre’ye gelince, (Ya Rabbi, senden iki arkadaşımın isteği ile unutulmayan bir ilim dilerim)dedi. Resulullah efendimiz bu duaya da âmin dedi. Biz de, (Ya Resulallah, biz de, Allah’tan, unutulmayan bir ilim isteriz) dedik. Bize, (Devsli genç [Ebu Hüreyre] sizden önce davrandı) buyurdu. (Müstedrek III, 508, Nesai, III, 440)

    Hazret-i Ebu Hüreyre anlatır:
    (Ya Resulallah, kıyamette senin şefaatine nail olacak en mesud kişi kim)
     dedim. Bana, (Ya Eba Hüreyre, senin hadise olan sevginin çokluğunu bildiğim için, böyle bir soruyu senden önce hiç kimsenin sormayacağını tahmin etmiştim. Kıyamet günü şefaatime nail olacak en mesud kişi, La ilahe illallah diyen müslümandır) buyurdu. (Buhari, ilim 339)

    3-
     Büyük sahabilerle görüşüp onlardan birçok hadis almış ve böylece ilmi artmıştır.

    4-
     Resulullahın vefatından sonra 46 yıl yaşamış ve hadisleri yaymakla meşgul olmuştur. Dört büyük halife ise devlet işleri ile meşgul olduğu için az hadis bildirmiştir.

    5-
     Hazret-i Ebu Hüreyre, Resulullah efendimizden naklettiği hadisleri halka öğretmeyi, ilmi gizlemenin günahından kurtulmak için, kendine vazife kabul ediyordu. (Buhari)

    Bütün bunların neticesinde Hazret-i Ebu Hüreyre, sahabe içerisinde hadisi en iyi bilen, hadis alma ve rivayet etme hususunda diğerlerinden daha üstün bir duruma gelmiştir. İbni Ömer, onun cenaze namazında, (Resulullahın hadisini muhafaza eden) demiş ve ona rahmet dilemiştir. Ayrıca, (Ebu Hüreyre, Resulullahın sohbetine en fazla devam eden ve onun hadislerini en iyi ezberleyen zattır) derdi. (Tirmizi, Menakıb, 46)

    Ebu Hüreyre hazretleri buyurdu ki:
    (Bekara 159, Al-i imran 187. âyetleri olmasa idi, hiç bir hadis rivayet etmezdim.) (Buhari)

    (İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet ediciler lanet eder.) [Bekara 159]

    (Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!) 
    [Al-i İmran 187]

    Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
    (İlmini başkasına bildirmeyen, hazineyi gömüp kimseye yardım etmeyene benzer.) [Taberani]

    (İlmini gizleyene, denizdeki balıklardan, gökteki kuşlara kadar her şey lanet eder.) [Darimi]

    (İlmini gizleyen kimseye, kıyamette ateşten gem vurulur.) [İbni Mace, Taberani]

    HZ.EBÛ HUREYRE (r.a) Çok hadis rivâyet eden meşhur sahâbî. Adı,Abdurrahman b Sahr; künyesi,Ebû Hureyre'dir.

    HZ.EBÛ HUREYRE (r.a)
    Çok hadis rivâyet eden meşhur sahâbî.
    Adı,Abdurrahman b Sahr; künyesi,Ebû Hureyre'dir.Ne sebeple Ebû Hureyre diye künye edindiğini kendisi şöyle açıklamıştır: "Bir kedi bulmuştum, onu elbisemin yeninde taşırdım; bundan dolayı Ebû Hureyre (kedicik babası) künyesiyle çağrılır oldum (ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbâd 1376/1956, I, 32). Hayber gazvesi sıralarında Yemen'den Medine'ye gelip müslüman olmuştur (H. 7/M. 629) (ez-Zehebî, a.g.e., aynı yer). O tarihten itibaren Hz. Peygamber'in vefâtına kadar ondan ayrılmayan bir sahâbîsi olmuş, kendisini onun hizmetine adamıştır. Hizmet süresi yaklaşık dört yılı buluyordu (İbn Kesir, el-Bidâye ve'n Nihâye, Beyrut 1966, VIII, 108,113).
    "Yâ Resûlâllâh,Sen`den bir çok hadîs işitiyorum da unutuyorum." dedim."Ridânı yay." buyurdu.Yaydım.Elleriyle (bir şey) avuçlayıp (ridânın) içine attı.Sonra:"Topla." diye emretti.Ridâmı topladım.İşte ondan sonra hiçbir şey unutmadım.
    Ebu Hureyre ra


    Buhari 99
    Ebu Hureyre'den ra nisyanın ref'i,hadd-i hesaba gelmeyen mucizat-ı Nebeviyyeden biridir.

    Cehenneme atıldıkları zaman,
    onun kaynarken çıkardığı
    uğultuyu işitirler.
    Cehennem öfkesinden paralanacak!
    İçine her bir topluluğun atılmasında,
    bekçileri onlara:'Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?' diye sorarlar.
    Onlar: 'Evet; doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık
    ve Allah hiçbir şey indirmemiştir,
    siz büyük bir sapıklık içindesiniz demiştik' derler.
    'Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık' derler.
    Böylece, günahlarını itiraf ederler.
    Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar!
    Mülk 7-11





    Gam fikri,neşe yolunu vurursa gam yeme.O,hakikatte başka neşeler hazırlamadadır.
    O,hayrın aslından yeni bir sevinç,yeni bir neşe gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür.
    Gönül dalındaki sararmış, kurumuş yaprakları ayırır, daldan yeni ve yeşil yapraklar bitmesine yardım eder.
    Bu âlemden öte bir âleme yeni bir zevk gelsin diye eski sevinci, kökünden çeker, çıkarır.
    Gam, üstü dallarla yapraklarla örtülü yeni kökü bitirsin diye çürümüş, porsumuş olan eski kökü yerinden söküp çıkarır.
    Gam, gönülden neyi döker, yahut koparırsa karşılık olarak mutlaka daha iyisini verir.
    Mevlânâ Hz


    İmanın ve İslam'ın şartları

    İmanın temeli ve en kuvvetli alameti,Müslümanları sevmek ve
    Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir
    Hadîs-i Şerîf

    İmanın şartı 6 mıdır? Amentü duası uydurma mı?
       Bazı kimseler “İman’ın şartı 5’tir, Kur’an-ı Kerimde beş şart sayılmıştır. İmanın şartı 6 diye birşey yoktur, amentü uydurmadır” demektedirler. Bunlara şu şekilde cevap verilebilir.
       Kur’an-ı Kerimde Allah’u Teala (Celle Celaluhu) bizim bildiğimiz manadaki amentüyü çeşitli yerlerde bildirmiştir. Bunlara göz atacak olursak:
    ALLAH’A, MELEKLERE, KİTAPLARA, PEYGAMBERLERE
       “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler…” (Bakara 285)
    AHİRETE İMAN
       “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa 136)
    KADER
       Kaderi ifade eden ayetlerde ise kaderin önemine vurgu yapılır.
       “Bu önce geçenlerde Allah’ın geçerli kıldığı sünneti (işidir-adeti) dir. Allah’ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir.”(Ahzab 38)

       “Çünkü biz herşeyi bir takdir ile yarattık.”(Kamer 49)

       “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid 22)

       Bütün bunlar Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifinde iman esasları olarak toplanmıştır:

       Hazreti Cebrâil: “Ya Muhammed! Îman nedir? Açıklar mısın?” deyince; Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:

       “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe îman etmendir. Kadere de, hayrına ve şerrine (hayır ve şerrin Allah’ın takdiri ile olduğuna) îman etmendir.” (Buhârî – Müslim İbni Mâce – Tirmizî – Ebû Dâvûd – Nesâî)

       İşte îmanın temel esasları bu delillerden şekillenmiştir. Bir çok şeye inanmamız gerekiyor ancak imanın sahih olabilmesi 6 esasa dayanır. Yani bu altı esas temel teşkil eder. Nasıl ki İslam’ın alameti farikası namaz ise İmanın alameti de bu temel esaslara inanmaktır. Diğer meseleler bu 6 ana esasın içinde değerlendirilecek şeylerdir.

       Mesela Allah’tan başka bir varlığa tapmamak “Allah’a iman”, Peygamberlerin kendilerine inen vahyi insanlara eksiksiz aktarması “peygamberlere iman”, Gaybe inanmak da “kadere iman” konularında işlenir.

       Kur’an-ı Kerimden ve sünnetten delili olan bu hususu “yoktur” diyerek inkar etmek cahilliğin bir eseridir.

       AMENTÜ: Alimler insanlara kolaylık olması için bir eğitim metodu olarak hadis-i şerifteki ifadeleri almışlar ve “ben iman ettim” şeklinde okutmuşlardır. Adı “amentü duası” olarak meşhur olmuştur. Amentü duası bir ayet değildir. Sadece ayet ve hadis-i şerifte geçen imanın şartlarını içinde barındıran bir ders bölümüdür. Bu sebeple kimse “uydurmadır” diyemez…

       KADER İMAN ŞARTI EĞİL Mİ?

       Yukarıda verdiğimizi iki ayette Allah’a iman, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahirete iman açıkça zikredildiği halde “kader” zikredilmiyor. O halde kadere iman, iman şartı değil mi?

       Değerli kardeşlerimiz, Kur’an-ı Kerim bize dini esaslarda sınırı çizer ve bir anayasa gibi temel teşkil eder. Her önüne gelen “ben burada bunu gördüm, şunu görmedim, o halde yok” diyerek Allah’ın kelamını kendi kafasına göre yorumlayamaz. Ayetleri anlayabilmek aralarında bağlantı kurabilmek için, bu ayetleri bize getirip tefsir eden kainatın Efendisine kulak vermemiz gerekir. İman esaslarını da, imanın nasıl korunacağını da, İslamın nasıl yaşanacağını da (namazın nasıl kılınacağını gösterdiği gibi) O yüce Peygamber gösterecek, ümmetine rehberlik edecektir. 

       Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de yukarıdaki hadis-i şerifte kadere inanmayı imanın temel esasları arasında saymıştır.

       Başka bir hadis-i şerifinde ise kaderi inkar edenleri uyarmıştır:

       “Her ümmetin Mecusileri vardır. Bu ümmetin Mecusileri “kader yoktur!” diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal’e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır.” [Ebu Davud, Sünnet 17, (4692)

       Kader yani Allah’ın ezeli ilmi ile olacakları bilmesi ve yazmasına iman etmek o kadar mühimdir ki, Peygamberimiz bu hususa inanmayanların ümmetin mecusilerinden olacağını zikretmiştir.

       Peygamberimizin onca uyarısına rağmen günümüzde kader inkarcılarının çoğalması “Allah’ın geleceği bilmeyeceği” gibi bir saçmalığı ortaya atacak kadar alçalan zatların çıkması bu konunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

    İMANIN ŞARTI ALTIDIR – SAYALIM

    1- Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak

    2- Meleklerine inanmak

    3- Kitaplarına inanmak

    4- Peygamberlerine inanmak

    5- Kaza ve kadere inanmak

    6- Ahirete inanmak

    www.ihvanlar.net
    İmanın ve İslam'ın şartları

    Sual: Her müslümanın bilmesi gereken zaruri iman bilgilerini kısaca bildirir misiniz?
    CEVAP
    Zaruri gereken iman bilgisi, imanın ve İslam’ın şartlarıdır. Kısaca aşağıda bildiriyoruz. Geniş olarak Amentü’nün esasları kısmında bilgi var. 

    İmanın şartları şunlardır:
    1- Allah’a inanmak 
    Allahü teâlâ, vacib-ül-vücud [varlığı lazım olan] ve hakiki mabud ve bütün varlıkların yaratıcısıdır. Ondan başka ilah yoktur. Allahü teâlâ zamandan, mekandan münezzehtir. Hiçbir şeye benzemez.

    Allahü teâlânın, sıfat-ı zatiyyesi altıdır: 
    Vücud, 
    Kıdem, 
    Beka, 
    Vahdaniyyet, 
    Muhalefet-ün lil-havadis, 
    Kıyam bi-nefsihi. 

    [Vücud var olmak, Kıdem varlığının öncesi olmamak, Beka varlığı sonsuz olmak, hiç yok olmamak, Vahdaniyyet ortağı, benzeri olmamak, Muhalefet-ün lil-havadis hiçbir şeyinde, hiçbir mahluka, hiçbir bakımdan benzememek, Kıyam bi-nefsihi varlığı kendinden olmak, hep var olması için, hiçbir şeye muhtaç olmamaktır.]

    Sıfat-ı sübutiyyesi de sekizdir:
    Hayat, 
    İlm, 
    Sem', 
    Basar, 
    Kudret, 
    İrade, 
    Kelam, 
    Tekvin. 
    [Hayat diri olmak, ilm bilmek, sem' işitmek, basar görmek, kudret gücü yetmek, irade istemek, kelam söylemek, tekvin yaratmaktır.] Bu sıfatları da kadimdir. 

    2- Meleklere inanmak
    Melekler, hayat sahibi, diri, nurani yaratıklar olup, akıl sahibidir. Allahü tâlânın sevgili ve kıymetli kullarıdır, ortakları ve kızları değildir. Allahü teâlânın emirlerine itaat ederler, isyan etmezler. Günah işlemezler. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur. Erkek ve dişi değildir. Evlenmezler, doğurmazlar, çoğalmazlar, çocukları olmaz, yiyip içmezler. Meleklerin kanatları var, ama, nasıl olduğunu bilemeyiz.

    Her insanın bütün işlerini yazan meleklere, Kiramen katibin denir. Sual meleklerine Münker ve Nekir denir. Meleklerin en üstünleri şunlardır: Cebrail, İsrafil, Mikail, Azrail.

    3- Kitaplara inanmak
    Allahü teâlânın gönderdiği kitaplar çoktur. Din kitaplarımızda bildirilen ise, 104 kitaptır. Bunlardan 100’ü küçük kitaptır. Bu küçük kitaplara suhuf denir. 

    100 suhuf şu Peygamberlere inmiştir:
    10 suhufu, Âdem aleyhisselama, 
    50 suhufu, Şit aleyhisselama, 
    30 suhufu, İdris aleyhisselama, 
    10 suhufu, İbrahim aleyhisselama. 

    Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir:
    Tevrat, Musa aleyhisselama, 
    Zebur, Davud aleyhisselama, 
    İncil, İsa aleyhisselama, 
    Kur'an-ı kerim, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselama.

    4- Peygamberlere inanmak
    Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam ve sonuncusu, bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdır. Bu ikisinin arasında, çok Peygamber gelmiş ve geçmiştir. Sayıları belli değildir. 124 binden çok oldukları meşhurdur.

    Peygamberlere iman etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin Allahü teâlâ tarafından seçilmiş sadık, doğru sözlü olduklarına inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur.

    Âdem aleyhisselamdan, son Peygamber Muhammed aleyhisselama kadar bütün Peygamberler, hep aynı imanı bildirmiş, ümmetlerinden aynı şeylere iman etmelerini istemişlerdir. Yahudiler, Musa aleyhisselama inanıp, İsa aleyhisselama ve Muhammed aleyhisselama inanmazlar. Hristiyanlar, İsa aleyhisselama inanıp, Muhammed aleyhisselama inanmazlar. Müslümanlar ise, bütün Peygamberlere inanırlar yani kabul ederler.

    Peygamberlerin sıfatları şunlardır: 
    Emanet [emindir], 
    Sıdk [her işi doğrudur, yalan söylemez], 
    Tebliğ [Dini eksiksiz bildirir], 
    Adalet [her işte hakkı gözetir], 
    İsmet [günah işlemez], 
    Fetanet [çok akıllı, anlayışlı, zeki], 
    Emnül-azl [peygamberlikten azledilmez yani peygamberlik ellerinden alınmaz.] 

    Allahü teâlâ, ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselamdan beri, her bin senede din sahibi yeni bir Resul vasıtası ile, insanlara dinler göndermiştir. Bunlar aracılığı ile, insanların dünyada rahat ve huzur içinde yaşamaları ve ahirette de sonsuz saadete kavuşmaları yolunu bildirmiştir. Kendileri ile yeni bir din gönderilen Peygamberlere (Resul) denir. Resullerin büyüklerine (Ülülazm) Peygamberler denir. Bunlar, Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed aleyhimüssalatü vesselamdır. Yeni bir din getirmeyip, insanları, daha önceki dine davet eden Peygambere Nebi denir. 

    Peygamber efendimizden sonra, hiç Peygamber gelmeyecektir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
    (Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur.) [Ahzab 40] 

    5- Ahiret gününe inanmak
    Herkes öldükten sonra dirilecek, hesaptan sonra Cennet veya Cehenneme gidecektir. Cennet ve Cehennem şimdi vardır. İkisi de sonsuzdur. Müslümanlar Cennette ebedi, kâfirler de Cehennemde ebedi kalacaklardır. 

    Kıyametin ne zaman kopacağı bildirilmedi. Fakat, Peygamber efendimiz kıyametin birçok alametlerini ve başlangıçlarını haber verdi:

    Hazret-i Mehdi gelecek, İsa aleyhisselam gökten inecek, Deccal çıkacak. Yecüc Mecüc denilen kimseler her yeri karıştıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük depremler olacak. Din bilgileri unutulacak, kötülük çoğalacaktır.

    6- Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak
    İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zararın hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir. 
    Kader, Allahü teâlânın ezeli ilmi ile, insanların ve diğer mahlukatın yapacağı işleri bilmesi ve dilemesidir. Bunun yaratılmasına kaza, ikisine birden kaza ve kader denir. 

    Her şeyi ve insanların iyi, kötü her işini Allahü teâlâ yaratıyor ise de, insanlara İrade-i cüziyye vermiştir. İnsan, irade-i cüziyyesini kullanarak iyilik yaratılmasını isterse sevap, kötülük yaratılmasını isterse günah kazanır. İnsan günah işlerse cezasını, sevap işlerse mükafatını görür. Yani Allahü teâlâ hiç kimseye zorla günah işletmez. 

    İslam’ın Şartları

    1- Kelime-i şehadet getirmek
    [Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü] demek. Manası şudur: 
    (Ben şehadet ederim ki, [Yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki] Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve resulüdür.) [Resulullaha inanmak demek, Onun bildirdiklerinin tamamını kabul etmek, inanmak ve hepsini beğenmek demektir.]

    2- Namaz kılmak
    Akıl baliğ olmuş yani ergenliğe girmiş akıllı her müslümana günde beş vakit namaz kılmak çok önemli bir farzdır. Namaz dinin direğidir. Namaz kılmamak en büyük günahlardan biridir. Kılmayanın imanla ölmesi çok zordur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
    (Namaz kılan kıyamette kurtulur, kılmayan perişan olur.) [Taberani]

    3- Zekât vermek
    Nisap miktarı yani borçlarını düştükten sonra alacaklarıyla beraber elinde 96 gram değerde, para veya ticaret malı olanın kırkta birini zekât vermesi farzdır. Meyve ve tarla mahsulünün de onda birini fakire vermek farzdır. Bu onda bir zekâta da uşur denir. 
    (Zekât vermeyene Allahü teâlâ lanet eder.) [Nesai]

    4- Oruç tutmak
    Ramazan ayında, bir ay oruç tutmak farzdır. Tutmamak büyük günahtır.

    5- Hac etmek
    Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeye yetişecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kere, Kâbe-i şerifi tavaf etmesi ve Arafat’ta durması farzdır.

    İnandım demek yeter mi?
    Sual: Hadis-i şeriflerde Kelime-i şehadeti getiren Müslüman olur deniyor. Bir kimse, inanmadan kelime-i şehadet söylese veya inansa, ancak Amentü’deki esaslara inanmasa yine Müslüman mıdır?
    CEVAP
    İman tarif edilirken, dil ile ikrar kalb ile tasdik deniyor. Kalb ile tasdik etmedikçe Müslüman olamaz.

    Kelime-i şehadet, Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, Ondan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın Allah Resulü ve son Peygamberi olduğuna ve bildirdiklerinin hepsine inanmak, hepsini beğenmek demektir. Yoksa, tarihi bir olayı anlatır gibi, öyle bir Peygamber vardır demek değildir. Ben O yüce Peygambere ve bildirdiklerinin hepsine iman ettim, hepsini beğendim, hepsi doğrudur, yanlış olma ihtimali yoktur diye kesin inanmak demektir. Dolayısıyla, Amentü’deki bütün esaslara inanması gerekir. İnanmadıkça, hatta inanıp da beğenmezse yine Müslüman olamaz. İmanın şartlarının birini kabul etmeyen veya dindeki meşhur bir farzı, bir sünneti veya bir haramı kabul etmeyen, beğenmeyen de Müslüman olamaz. İslamiyet’i bir bütün olarak kabul etmesi ve beğenmesi gerekir.

    Hadis-i şerifler, İslam âlimlerinin açıklaması olmadan okunup anlamaya çalışılırsa tehlikeli olur, insanı küfre kadar götürür. Mesela aşağıdaki hadis-i şerifi, yukarıdaki açıklamalar dahilinde anlamak gerekir:
    (Rab olarak Allahü teâlâya, din olarak İslâm'a, [son] Resul olarak Muhammed aleyhisselama [Onun bildirdiklerinin hepsine] inanıp razı olan, beğenen kimse [Müslüman’dır ve bu imanla ölürse] Cenneti hak eder.) [Müslim, Nesai]

    İnanmak, sevmek ve beğenmek
    Sual: Bir kimse, Amentü’deki imanın şartlarına inansa ve dille de söylese, ama bazı Müslümanları sevmese, bazı gayrimüslimleri sevse veya dinin emirlerinden bazılarını, kabul etmekle beraber beğenmese, imanına zararı olur mu?
    CEVAP
    Bunları yapan kimse, Müslümansa kâfir olur. Mesela, (Kapanmanın Allah'ın emri olduğunu biliyorum, ama bu hüküm eski asırlar için geçerliydi, günümüzde tesettüre gerek yok) demek veya (Hristiyanların kâfir olması, o zamana aittir, günümüzdekiler kâfir değildir) demek yahut (Hazret-i Osman’ı sevmem, ama Ebu Leheb kâfir de olsa, Peygamber efendimizin amcası olduğu için onu severim) demek küfürdür, çünkü imanın esası, temeli Allah'ın dostlarını [Müslümanları] sevmek ve düşmanlarını [kâfirleri] sevmemektir. Çünkü Peygamber efendimiz, (İmanın temeli, Allah’ın dostlarını sevmek ve Onun düşmanlarını sevmemektir) buyuruyor. (İ. Ahmed)

    Hadis-i şerifte bildirilenin aksini yapan yani, Ebu Leheb’i seven, Hazret-i Osman’ı sevmeyen, imanın temelini dinamitlemiş ve İslâm binasını yıkmış olur.

    Allahü teâlâ, dinimizde eksiklik bırakmadığını, Kur'an-ı kerimdeki hükümlerin Kıyamete kadar devam edeceğini bildirirken, (Tesettür, eski insanlar içindi) ve (Eski Hristiyanlar kâfirdi, şimdikiler Müslümandır) demek, Allah'ın emrini beğenmemek olur. Bu ise küfürdür.

    Peygamberler üstündür
    Sual: Din kitaplarında, meleklere iman anlatılırken, peygamberlerden önce bildiriliyor. Bu, meleklerin peygamberlerden üstün olduğunu göstermez mi?
    CEVAP
    Hayır, göstermez. Melekler, her canlıdan önce yaratıldığı için, önce meleklere iman edilmesi bildirildi. Kitaplara iman da, peygamberlerden önce bildiriliyor. Kur’an-ı kerimde de, inanılacak şeylerin ismi, bu sırayladır. (Herkese Lazım Olan İman)

    Peygamberler, meleklerden üstündür. İslamiyet’e uyan Müslüman, yükselir, meleklerden üstün olur. Nefsine ve kötü arkadaşa uyarak, İslamiyet’ten uzaklaşan, alçalır, hayvanlardan daha aşağı olur. (İslam Ahlakı)

    Aşağıdaki âyet-i kerimede de, melekler, kitaplardan ve peygamberlerden önce bildirilmiştir.

    (Asıl iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanmak…) [Bekara 177]
    Kelime-i şehadeti söylemek

    Sual: Müslüman olmak için (Kelime-i şehadet) söylemek yeterli midir?
    CEVAP
    Sadece Kelime-i şehadet söylemek yetmez. Önceki bâtıl dinini terk ettikten sonra, Amentü’de bildirilen altı şarta da inanmak lazımdır. Amentü’nün ilk şartı Allah’a imandır. (Allah'a inandım) demek de yetmez. Allah’a nasıl inanıyor? Her şeyi yaratana mı inanıyor? Yoksa hiçbir şeyden haberi olmayan bir puta mı? Bunun için Allahü teâlânın, sıfat-ı zatiyye ve sıfat-ı sübûtiyye denilen sıfatlarını bilmek gerekir. Allahü teâlâya, böyle sıfatlarını bilerek inanmak gerektiği gibi, meleklere de, peygamberlere de sıfatlarıyla inanmak gerekir. Mesela, meleklerde erkeklik dişilik olmadığını bilmek gerekir. Peygamberlerin sıfatlarını, mesela, yalancı olmadıklarını, hiç günah işlemediklerini bilmek, diğer şartlara da, bildirildiği gibi inanmak lazımdır. Bunlardan biri noksan olursa, o iman geçerli olmaz. Bütün bu şartlara inandıktan sonra, İslam Ahlakı kitabında bildirilen şu şartları da, yerine getirmek gerekir. Kelime-i şehadeti söylemenin dört şartı vardır:
    1- Dille söylerken, kalb hazır olmak: Kalb hazır olmadan yani ne söylediğinin farkında olmadan, rastgele Kelime-i şehadet getirmek geçerli olmaz.

    2- Mânâsını bilmek: Kalb hazır, fakat ne söylediğini bilmiyor. Bu da geçerli olmaz. Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a ve onun Resulü Muhammed aleyhisselama inandığını bilmesi şarttır.

    3- Hulus-i kalble söylemek: Kalb hazır, ne söylediğini de biliyor, fakat ihlâslı değil. Söyle dedikleri için, şaka veya bir menfaat için, yani inanmadığı hâlde söylüyor. Bu da geçerli olmaz. Gerçekten inandığı için söylemesi gerekir.

    4- Hürmetle söylemek: Bunların hepsi tamam, ama saygısızca, hiç önem vermeden, Müslüman olmak da neymiş dercesine, tazim göstermeden, alaylı bir şekilde söylemek de geçerli olmaz.

    Kelime-i şehadetin dört şartına uyulsa da, hubb-i fillah buğd-i fillah yoksa, imanı geçerli olmaz. Yani sevdiği de, sevmediği de, Allah için olmalı. Bu, imanın esasıdır, şartıdır. (Allah için seven, Allah için buğzeden, gerçek iman sahibidir) hadis-i şerifi, bunu açıklamaktadır. (Ebu Davud)

    Şehadet getirmenin yüz otuz kadar faydası vardır; fakat dört şeyden biri bulunursa, faydası yoktur. O dört şey: Şirk, şek, teşbih, ta’til’dir. Bunları açıklayalım:
    Şirk: Allahü teâlâya bir şeyi ortak koşmak demektir. Şirke birkaç örnek verelim: Puta tapmak, ineğe tapmak, İsa heykeli denilen puta tapmak şirktir. Kâfirlerin bayramlarında, onların ibadet olarak yaptıklarını, ibadet niyetiyle yapmak şirktir. Hastalıktan kurtulmak için papazdan imdat beklemek şirktir. Allah’tan başka yaratıcı olduğuna inanmak şirktir.

    Şek: Şüphe demektir. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek demektir. Meksetmek, tevakkuf etmek, durmak demektir. Bir kimse Allahü teâlânın varlığı ile yokluğu arasında duraklarsa, cevap veremezse, şüpheye düşerse, şek etmiş olur. Şek edince kelime-i şehadet fayda vermez.

    Teşbih: Allahü teâlâyı, yarattığı bir mahlûka benzetmek demektir. Bu teşbihi yapan fırkaya Müşebbihe veya Mücessime denir. Bu fırka mensupları kâfirdir. Bu fırkayı ilk çıkaran Yahudi İbni Sebe’dir. Allahü teâlâyı bir cisim olarak kabul eden ve Ona insanlardaki gibi uzuvlar isnat eden, Kur’an-ı kerimdeki müteşabih âyetlere yanlış mana verip, Allah’ın el, yüz gibi organlarının olduğunu iddia eden sapık fırkadır. Müşebbihe denilen fırkalar, Allah’ı yürüyen, oturan, madde, cisim gibi görür. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
    (Onun benzeri hiçbir şey yoktur, O hiçbir şeye benzemez.) [Şura 11]

    Teşbih sahipleri, yani Müşebbihe denilen bozuk fırka mensupları, kâfir oldukları için, onların kelime-i şehadet söylemelerinin hiç kıymeti yoktur.

    Ta’til: (Allah âleme karışmaz, her şey, vakti gelince kendi kendine olur) diyen bir felsefi görüşün inancıdır. Bu felsefecilere göre, hâşâ Allahü teâlâ, robot gibi olup, hiçbir şeye karışmaz, emirleri, yasakları yoktur. Bu, ilah yok demenin başka şeklidir. Hâlbuki Allahü teâlâ, kâinatı ve insanları başıboş bırakmamıştır. Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
    (Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?) [Müminun 115]

    İmanı bilmeyen çocuk
    Sual: Dinimizden habersiz yetişen bir çocuk, âkıl baliğ olunca, sadece (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) dese, Müslüman sayılmaz mı?
    CEVAP
    Hayır, imanın şartlarını, dinin esaslarını bilmezse Müslüman sayılmaz. İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki: Kız küçükken, ana babasına tâbi olarak Müslümandır. Büluğa erince, ana babasının dinine tâbi olması devam etmez. İslamiyet’i bilmeyerek büluğa erince, mürted olur. İman edilecek şeyleri işitip de inanmamış kimse, kelime-i tevhidi söylese, yani (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) dese, Müslüman olmaz. Amentü’de bulunan altı şeye inanan ve (Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını kabul ettim) diyen kimse, Müslüman olur. (Redd-ül muhtar)


    Demek ki, her Müslüman, çocuklarına Amentü’yü ezberletmeli, mânasını iyice öğretmeli. Çocuk bu altı şeyi ve İslamiyet’in emirlerinden ve yasaklarından birini öğrenmez ve inandığını söylemezse, baliğ olduğu zaman Müslüman olmaz, mürted hükmünde olur. Âkıl ve baliğ olunca, bir kızla bir oğlana, nikâh yapılsa, fakat imanın sıfatlarını bilmeseler, Müslüman olmadıkları için, onlara iman edilecek şeyleri öğretip, yeniden nikâhlarını kıymak gerekir. (İslam Ahlakı)

    İman azalıp çoğalmaz

    Sual: İman azalıp çoğalır mı?
    CEVAP
    İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

    İman kalbin tasdiki ve yakîni olduğundan, azalması, çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, iman olmaz. Buna zan denir. İbadetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla iman cilalanır, nurlanır, parlar. Haram işleyince, bulanır, lekelenir. O halde, çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı, imanın cilasının, parlaklığının değişmesidir. Kendisinde azalıp çoğalmak olmaz. Cilası, parlaklığı çok olan imana çok dediler. Bunlar, sanki, cilalı olmayan imanı, iman bilmedi. Cilalılardan bazısını da, iman bilip, fakat az dedi. İman, parlaklıkları başka başka olan, karşılıklı iki ayna gibi oluyor. Cilası çok olup, cisimleri parlak gösteren ayna, az parlak gösteren aynadan daha çoktur demeye benzer. Başka biri de, iki ayna müsavidir. Yalnız, cilaları ve cisimleri göstermeleri, yani sıfatları başkadır demesi gibidir. Bu iki adamdan birincisi, görünüşe bakmış, öze, içe girmemiştir. (Ebu Bekir’in imanı, ümmetimin imanları toplamından daha ağırdır) hadis-i şerifi, imanın cilası, parlaklığı bakımındandır. (Mektubat, m.266)
    Kelime-i tevhidin manası

    Sual: Kelime-i tevhidin manası nedir?
    CEVAP
    Müslüman olan bir kimseye, ilk önce (La ilahe illallah, Muhammedün resulullah) kelimesinin manasını bilmek ve inanmak farzdır. Bu kelimeye Kelime-i tevhid denir. Kısaca manası, (Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam da Onun Resulüdür) demektir.

    Kelime-i tevhidin manasını, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle açıklıyor:
    İnsanlar yok idi. Sonradan yaratıldı. İnsanların bir yaratanı vardır. Her varlığı, O yaratmıştır. Bu yaratan birdir. Ortağı, benzeri yoktur. Bir ikincisi yoktur. O, hep var idi. Varlığının başlangıcı yoktur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Yok olmaz. Onun hep var olması gerekir. O, yok olamaz. Varlığı kendindendir. Hiçbir sebebe ihtiyacı yoktur. Her şeyi var eden, her varı her an varlıkta durduran Odur. O, madde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yoktur. Ölçülmez. Nasıldır diye sorulmaz. O deyince, akla hayale gelen her şey, O değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar hep Onun mahluklarıdır. O, mahlukları gibi değildir. Akla, vehme, hayale gelen her şeyi, O yaratmaktadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yoktur. Her varlık, Arşın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O, Arşın üstündedir. Fakat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş, Onun lutfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arşı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedi sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz. Onun sıfatları vardır. Sıfat-ı sübutiyyesi sekizdir. Hayat, ilm, sem, basar, kudret, irade, kelam, tekvin. Bu sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz. Değişiklik olmak kusurdur. Onda kusur, noksanlık yoktur. Hiçbir mahlukuna benzemez ise de, dünyada, Onu kendisinin bildirdiği kadar bilmek ve ahirette görmek olur. Burada nasıl olduğu anlaşılamadan bilinir. Orada da, anlaşılamadan görülecektir. 

    Allahü teâlâ, kullarına, peygamberler gönderdi. Bu büyük insanlar vasıtası ile kullarına, saadete ve felakete sebep olan işleri bildirdi. Peygamberlerin en yükseği, son Peygamberi olan Muhammed aleyhisselamdır. Yeryüzündeki dinli dinsiz herkese, her yere, her millete Peygamber olarak gönderilmiştir. Bütün insanların, meleklerin ve cinnin Peygamberidir. Dünyanın her yerinde, herkesin, o yüce Peygambere tâbi olması, uyması gerekir. (Kimya-i Saadet)

    Tevhid ve iman
    Sual: Tevhid yani Allah’tan başka ilah yoktur diye inanmak hakkında bilgi verir misiniz?
    CEVAP
    İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
    Tevhid, taze ceviz gibidir. Cevizin iki kabuğunu ve içini herkes bilir. Özünün özü de, yağıdır. Münafıklar, yalnız dil ile (La ilahe illallah) der, kalb ile inanmaz. Bu 1. derecedir.

    2. derece: Kelime-i tevhidin manasına, kalbin inanmasıdır. Bu inanış, ya başkasından görerek, işiterek olur ki, bizim gibi cahillerin inanışı böyledir. Yahut delil ile, aklın ispat etmesi ile inanır. Din âlimlerinin, kelam ilmi üstatlarının inanması böyledir.

    3. derece: Bir yaratanın, her şeyi yarattığını görmek, her işin, tek bir fail tarafından yapıldığını, başka kimsenin, hiçbir şey yapmadığını anlamaktır. Bu anlayış için, kalbde bir nurun parlaması gerekir. Böyle hasıl olan iman, cahillerin ve kelam âlimlerinin imanına benzemez. Mesela, bir ev sahibinin, evde bulunmasına inanmak üç türlü olur:
    a- Birisinden işiterek inanmaktır. Taklit ile olan iman, bunun gibidir.
    b- Ev sahibinin, her gün kullandığı bineğini, elbise ve ayakkabılarını evde gördüğü için inanmaktır. Bu da kelam âlimlerinin imanına örnektir.
    c- Ev sahibini evde görerek inanmaktır. Bu, ariflerin tevhidine örnektir. Böyle tevhid, her ne kadar yüksek derece ise de, bunun sahibi, mahlukları görmekte ve bunların Halık [yaratıcı] tarafından yaratıldığını bilmektedir. Mahlukları gördüğü için, tevhid tam olamaz. 

    4. derece: Bir var görür, birden başka bir şey görmez. Tasavvufta bu hâle, Tevhidde fena derler.

    Bu dört dereceden; 
    Birincisi: Münafıkların tevhidi olup, cevizin dış kabuğuna benzer. Cevizin dış kabuğu, acıdır. Dış yüzü güzel, yeşil ise de, iç yüzü çirkindir ve yakılınca bol duman yaparak ateşi söndürür ve birkaç gün cevizi korumaktan başka, bir işe yaramaz. Münafığın tevhidi de, münafık olduğu bilinmediği için, halk onu Müslüman zanneder. 

    İkincisi: Cahillerin ve kelam âlimlerinin tevhidi, cevizin tahta kabuğu gibidir. Bu tahta kabuk, cevizi birkaç zaman korumaktan başka işe yaramadığı gibi, bu derecedeki tevhid de, yalnız insanı Cehennem ateşinden korumaya yarar. 

    Üçüncüsü: Cevizin özü gibidir. Yenilecek, yararlanacak kısımdır. 


    Dördüncüsü: Cevizin özü yenilip hücrelerine kadar sindirilmiş hâlidir. 
    Amel imandan parça değildir

    Sual: Amel imandan parça mıdır, yani bir farzı yapmayan veya bir haramı işleyen kâfir olur mu?
    CEVAP
    Hayır, kâfir olmaz. Amel imandan bir parça olsaydı, her günah işleyen kâfir olurdu. Hiç müslüman kalmazdı.

    Mutezile ile Vehhabiler ve diğer bazı bid’at fırkaları, (Amel, imandan parçadır) demişlerse de, amel, imanın parçası değildir. Küfrün zıddı iman, günahın zıddı ise ibadettir. İmanı bırakan kâfir olur, ibadeti terk eden günahkâr olur. Amelsiz iman makbuldür, imansız amel ise makbul değildir. Kadınların muayyen hallerinde olduğu gibi, namaz, oruç gibi ibadetleri bırakmak caiz ve gerekirken, imanı hiçbir zaman bırakmak caiz olmaz.

    Yalnız iman ile Cennete girilirse de, yalnız amel ile Cennete girilmez. Amelsiz iman makbul, imansız amel ise makbul değildir. İmanı olmayanların yaptığı ibadetler, ahirette hiçbir işe yaramaz. İman başkasına hediye edilmez, fakat amelin sevabı, başkalarına hediye edilir. İman vasiyet edilmez, fakat kendi için amel yapılması vasiyet edilir. Ameli terk eden kâfir olmaz ise de, imanı terk eden hemen kâfir olur. Özrü olan kimseden amel affolur ise de, iman kimseden affolunmaz.

    İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: 
    Sapık fırkalar, (Onlar, iman edip salih amel işlediler) mealindeki (Rad) suresinin 29.âyet-i kerimesini delil gösterip, (Amel imanın parçasıdır) dediler. Halbuki bu ve benzeri âyetler, amelin, imanın içinde değil, dışında olduğunu gösterir. Eğer aksi olsaydı, (ve amilussalihat) sözü lüzumsuz tekrar edilmiş olurdu. Mutezile fırkasının [ve vehhabilerin], günah işleyenlerin ebedi Cehennemde kalacağını söylemesi yanlıştır. Çünkü hadis-i şerifte, (İkrar ettiği şeyi, inkâr etmeyen, kâfir olmaz) buyuruldu. Günah işleyen, tasdik ettiği imanın esaslarını inkâr etmiş olmaz. Ahirette yalnız imansızlara şefaat edilmez. Bu da, şefaat edilen günahkârların kâfir olmadığını gösterir. Hadis-i şerifte, (Büyük günah işleyenlere şefaat edeceğim) buyuruldu. Ebüdderda hazretleri, (Ya Resulallah, zina ve hırsızlık eden de, şefaate kavuşacak mıdır?) diye sual etti. Cevabında, (Evet zina ve hırsızlık edene de şefaat edeceğim) buyurdu. İman ile ölen herkes, er geç Cennete girer. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
    (Şirk üzere ölmeyen her mümine şefaat edeceğim.) [Bezzar, Hakim, Beyheki]

    (Zina etmiş, hırsızlık yapmış, içki içmiş mümin de Cennete girer.) [Buhari]

    (Kalbinde zerre kadar imanı olan Cehennemde kalmaz.) [Buhari]

    Günahkâr mümin, cezasını çektikten sonra, Cennete girer. (Zina edenden, içki içenden iman çıkar) hadis-i şerifi, günahkârların kâmil mümin olmadığını bildirmektedir. (İman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla ameldir) sözünün manası şudur: İnsanda iman, vücuttaki baş gibidir. El kol gibi uzuvlar da ameller gibidir. Elsiz, kolsuz insan olursa da, başsız insan olmaz. Normal bir insan tarif edilirken, bütün azaları ile tarif edilir. Yani bazı azaları eksik olsa bile insan yine insandır. Bunun gibi, kâmil mümin tarif edilirken, amel de dahil edilmiştir. Eli ayağı kesik kimseye (yaşayan ölü) dendiği gibi, büyük günah işleyene de, kâmil mümin değil manasına "mümin değildir" buyurulmuştur. (İhya)

    Şarap içeri, iman dışarı mı?
    Sual: İslam Ahlakı kitabında, Hazret-i Osman’ın, "Allahü teâlâya yemin ederim ki, bir kimse, şarap içerken, iman o şaraba der ki, ey melun dur, ben çıkayım da ondan sonra sen gir" dediği bildiriliyor. Bir de bu anlamda hadis-i şerifler de var: 
    (İnsan, mümin olduğu halde içki içemez.) [Nesai]
    (Şarap içenin imanı, gömleğin sırttan çıktığı gibi çıkar.) [Hakim]
    (İçki ile iman, bir arada bulunmaz, biri, diğerini uzaklaştırır.) [Beyheki]
    (İçki içenin kalbinden iman nuru çıkar.) [Taberani]
    Sualim, şarap içenin imanı çıkıyor mu, yani kâfir mi oluyor? 
    CEVAP
    Hayır. Dinimizde amel imandan parça değildir, yani şarap içen veya başka günah işleyene kâfir denmez. Amel imandan bir parça olsaydı, her günah işleyen kâfir olur, hiç müslüman kalmazdı. Hatta (amel imandan parçadır, günah işleyen kâfir olur) diyen sapıklar da, müslüman olamazdı. Çünkü masum yani günahsız olmak Peygamberlere mahsustur. 

    İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: 
    İmam-ı a’zam hazretleri, "Mümin büyük günah işlese de imanı gitmez, kâfir olmaz” buyurdu. Günahı çok olan bir mümin, tevbesiz ölmüş ise, Allahü teâlâ dilerse, günahlarının hepsini affeder, dilerse günahları kadar azap eder; fakat sonunda yine Cennete koyar. Ahirette kurtulmayacak olan yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar imanı olan kurtuluşa erer. (2/67)

    İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
    Günah işleyene kâfir denmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
    (Cebrail aleyhisselam, “Allah’a şirk koşmadan ölen her Müslüman Cennete girer” dedi. Zina ve hırsızlık eden de Cennete girer mi dedim. “Evet” dedi. Aynı suali üç defa sordum. Üçüncüsünde ise “Evet zina ve hırsızlık eden mümin de [Affa veya şefaate kavuştuktan sonra yahut sevabları günahlarından çoksa veyahut günahının cezasını çektikten sonra] Cennete girer” dedi.) [Buhari, Müslim, Bezzar]

    Amel imanın parçası mı?
    Sual: Amelin, imandan bir parça olmadığını biliyoruz, fakat (İman, dille ikrar, kalple tasdik ve uzuvlarla amel etmektir) hadis-i şerifinin mânâsı nedir? Günah işleyene kâfir denebilir mi?
    CEVAP
    Asla denemez. İmam-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:
    Bir hadis-i şerifte, (İkrar ettiği şeyi, inkâr etmeyen, kâfir olmaz) buyuruldu. Bir Müslüman günah işleyince, tasdik ettiği imanın esaslarını inkâr etmiş olmuyor. Âhirette, yalnız imansızlara şefaat edilmez. Bu da, şefaat edilen günahkârların kâfir olmadığını gösterir. (İman, kalple tasdik, dille ikrar ve uzuvlarla ameldir) ifadesinin mânâsı şudur:

    İnsanda iman, vücuttaki baş gibidir. El, kol gibi uzuvlar da, ameller gibidir. Elsiz, kolsuz insan olursa da, başsız insan olmaz. Normal bir insan tarif edilirken, bütün uzuvlarıyla tarif edilir. Yani bazı uzuvları eksik olsa bile insan yine insandır. Bunun gibi, kâmil mümin tarif edilirken, amel de dâhil edilerek bildirilmiştir. Elsiz ayaksız kimse, yaşayan ölüye benzetildiği gibi, büyük günah işleyene de, (Kâmil mümin değildir) mânâsında (Mümin değildir) buyurulmuştur. (İhya)
    Doğru iman ve imanı korumak

    Sual: Ahirette kurtulmak neye bağlıdır?
    CEVAP
    Bazıları Allah’a inanan herkesin Cennete gideceğini sanıyor. Bu çok yanlıştır. Amentü’deki altı esastan birine inanmayanın imanı geçersizdir. Bunun için inanmak değil, doğru inanmak önemlidir. Ahirette kurtulmak, ibadetin çok olmasına değil, doğru imana bağlıdır. İhlaslı ameli az da olsa, hatta hiç ameli olmasa, zerre kadar doğru imanı olsa yine Cennete girer. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
    (Kalbinde zerre kadar imanı olan Cehennemde kalmaz.) [Buhari, Müslim]

    Dünyadan herkes ahirete yolculuk yapıyor. Herkes bir vasıtaya binip gidiyor. Bir vasıtaya binmek değil, doğru vasıtaya binmek önemlidir. Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Kâbe’ye gitmek için niyet edip Paris’e giden uçağa binen, niyeti halis olsa da Kâbe’ye varamaz.

    Allahü teâlâ, doğruyu azıcık merak edene, doğruyu arayana doğru yolu yani hakiki İslamiyet’i nasip edeceğine söz vermiştir. [Ankebut 69, Şûra 13], Allah sözünden dönmez. (Al-i imran 9)

    Demek ki bâtıl yollardaki insanlar istemek bir yana merak bile etmiyorlar. Allahü teâlâ rızka kefildir ama imana kefil değildir. Doğru iman sahibi olmaya çalışmalıdır. İtikadı düzeltmeden önce ibadet etmenin faydası olmaz. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur. İhlassız, yani riya ile yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi değersizdir. İtikad doğru olunca ibadetleri arttırmak, insanın gayretine, ihlasına, ilmine bağlıdır. İstediği kadar artırır. Ancak, doğru itikadı, yani ehl-i sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç faydası olmaz, soldaki sıfır gibi değersizdir.

    Mutezile ve benzeri akılcı gruplara göre ibadetler imandan bir parçadır. Onlara göre günah işleyen ve farzları yapmayan kâfir olur, yani iman X amel diyorlar. Bunlardan biri sıfır olursa netice de sıfır olur diyorlar. Yani imansız amel de amelsiz iman da makbul değil diyorlar. Ehl-i sünnete göre, amelsiz iman makbul, imansız amel makbul değildir. Ehl-i sünnete göre amel X ihlas denebilir. Ancak amel işlemeden, (Param olsaydı şu fakire yardım ederdim diye ihlasla düşünen de, vermediği halde, amel işlemediği halde ihlaslı niyetinden dolayı sevaba kavuşur. Bir kimsenin ihlası ne kadar çoksa, amel ile çarpılınca netice büyük olur. Bizim ihlasımız 1 ise, bin fakire birer ekmek versek, 1x1000 = bin sevap eder. Eshab-ı kiramın ihlası çok kuvvetli olduğu için, mesela onların ihlası 1 milyon olsun, bir fakire bir ekmek verse bir milyon sevap alır. Nitekim hadis-i şerifte buyuruluyor ki: 
    (Yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshabımdan birinin bir avuç kadar arpa sadakasının sevabına kavuşamaz.) [Buhari]

    Eshab-ı kiramın imanları çok kuvvetli ve ihlasları çok fazla olduğu için böyle sevaplara kavuşuyorlar. Eshab-ı kiramdan biri diğerinden daha yüksek idi. Bunun için Hazret-i Ebu Bekir’in verdiği bir avuç hurmanın sevabı, diğer sahabeden birinin vereceği sevap arasında dağlar kadar fark vardır. Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor ki: 
    (Benden sonra, Eshabımın ihtilaf edecekleri meseleler hakkında sual ettim. Rabbim bana “Senin eshabın benim yanımda gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı diğerinden daha parlaktır. Onlardan birine uyan hidayet üzerindedir” buyurdu.) [Deylemi]

    Doğru iman nedir?
    Sual: İmanın doğru olması için gerekli şartlar nelerdir?
    CEVAP
    İman doğru olmadıkça, ibadetlere sevab verilmez. Onun için, doğru imanı öğrenip ona göre iman etmek şarttır. İmanın doğru olması için gerekli şartlardan bazıları:
    1- İmanda sabit olmak: (Üç yıl sonra İslamiyet’i bırakıp Hristiyan olacağım) diyen, o anda dinden çıkıp kâfir olur.

    2- Havf ve recâ arasında olmak: Yani Allah’ın azabından korkmak ve rahmetinden ümit kesmemek gerekir.

    3- Can boğaza gelmeden iman etmek: Ölürken, âhiret hâllerini gördükten sonra kâfirin imanı geçerli olmaz, fakat o anda da, Müslümanın günahlardan tevbesi kabul olur.

    4- Güneş batıdan doğmadan önce iman etmek: Güneş batıdan doğunca tevbe kapısı kapanır.

    5- Gaybı yalnız Allahü teâlâ bilir: Allah bildirirse peygamberin veya evliyanın da bilebileceğine inanmak gerekir.

    6- Kâfirliğe sebep olan bir şeyi kullanmamak ve söylememek: Mesela haç takmamak, şakadan da olsa, (Ben kâfirim) dememek gerekir.

    7- Dînî bir hükümde şüphe etmemek: Mesela (Namaz ve tesettür farz mı, şarap haram mı?) diye tereddüt etmemek gerekir.

    8- İtikadını İslam dininden almak: Tarihçilerin, felsefecilerin değil, Resulullah'ın bildirdiği ve Ehl-i sünnet âlimlerinin açıkladığı şekilde iman etmek.

    9- Amentü’deki altı esasa inanmak: Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak gerekir. İnsanda irade-i cüziyye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür. İmanın şartını beşe indiren ve yediye çıkaran sapıklar varsa da, imanın şartlarından herhangi birini inkâr eden veya yeni şart ilave eden kâfir olur.

    10- Hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere olmak: Sevgi ve nefreti yalnız Allah için olmak. Allah düşmanlarını sevmek, onları dost edinmek, Allah dostlarına düşman olmak küfrü gerektirir. Mesela kâfir olan Sokrat’ı sevmek, İmam-ı Gazali’ye düşman olmak gibi.

    11- Ehl-i kitabın da cehennemlik olduğuna inanmak: Onların Cennete gireceğine inanan kâfir olur.

    12- Ehl-i sünnet vel cemaate uygun itikad etmek:
    Bu itikattan bazıları şunlardır:
    1- Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. (Allah gökte veya Arş’ta) demek küfürdür.

    2- Allahü teâlâ hiçbir şeye benzemez. Mesela (Eli var, ayağı var, yürür, iner, çıkar) gibi insanlara benzetmek küfür olur.

    3- Muhammed aleyhisselam son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmez. (Nebi gelmez, ama resul gelir) gibi şeyler söylemek küfürdür.

    4- Ehl-i kıbleye [namaz kılan ve küfre sebep olan inanışı olmayan Müslümana], işlediği günahlardan dolayı kâfir dememek. İbadetler, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen ve günah işleyen mümine kâfir denmez. Allahü teâlâ, dilerse küçük günaha azap edebilir, büyük günahları affedebilir.

    5- Cennetteki Müslümanların Allahü teâlâyı görecektir. Mutezile buna inanmaz.

    6- İman ya vardır, ya yoktur, artıp eksilmez. Parlaklığı, kuvveti artıp eksilir.

    7- Kur’an-ı kerim mahlûk [yaratık] değildir.

    8- Mest üzerine mesh etmek caizdir.

    9- Mirac ruh ve bedenle birlikte olmuştur.

    10- Mucize ve keramet haktır.

    11- Sahabenin hepsini sevip, hiçbirini kötülememeli, çünkü hepsi cennetliktir.

    12- Ebu Bekr-i Sıddık, Eshab-ı kiramın en üstünüdür.

    13- Ruh ölmez.

    14- Kabir ziyareti caizdir. Kabirdeki peygamber, şehit ve evliya zatlardan yardım istemek caizdir.

    15- Kabir suali ve kabir azabı haktır. Kabir azabı ruh ve bedene olur.

    16- Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.

    17- Okunan Kur’an-ı kerimin ve verilen sadakanın sevabını ölülere bağışlamak caizdir. Bu sevablar ve dualar ölülere ulaşarak, azaplarının azalmasına veya kalkmasına sebep olur.

    18- Öldürülen, intihar eden de eceliyle ölmüştür.

    19- Peygamberler, küçük büyük, hiçbir günah işlemez.

    20- Cennet ve Cehennem ebedî yani sonsuzdur. Cennet ve Cehennem şu anda vardır. Günahkâr müminler, Cehennemde sonsuz kalmaz, kâfirler sonsuz kalır.

    21- Bugün için, dört hak mezhepten birinde olmak şarttır. Birinde bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır.

    22- Kıyamet alametlerinden olan Deccal'in, Dabbet-ül-arz'ın, Hazret-i Mehdî’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine, Güneş'in batıdan doğacağına ve diğer bildirilenlere tevilsiz inanmalı.

    23- Sultana, halifeye isyan caiz değildir.
    (Bu bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mektubat-ı Rabbani, F. Fevaid’den alındı.)

    İmanından şüphe etmek 
    Sual: Kitaplarda, (Şimdi imanım var mı veya imanım devam edecek mi diye şüphe etmek küfür olur) denirken, (Son nefeste imansız gitmekten korkmak gerekir, korkmayan imansız gider) de deniyor. Bunların ikisi aynı değil mi? 
    CEVAP 
    Hayır, aynı değildir. İbadetleri yapan kimse, imanının bozulmasında şüphe eder ve günahım çoktur, ibadetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, imanının kuvvetli olduğu anlaşılır. İmanının devam edeceğinden şüphe eden kâfir olur. Şüphe etmeyi beğenmezse, mümin olduğu anlaşılır. (Bezzaziyye) 

    İmanı olduğundan veya imanının hep devam edeceğinden şüphe etmek caiz değildir, küfür olur. Mümin şimdiki ve gelecekteki imanı hakkında hiç şüphe etmemeli, ölünceye kadar imanlıyım demelidir. 

    Son nefes için ise, korku ve ümit arasında olmalı. Son nefeste imansız gitmekten korkmak, şüphe değil iman alametidir. Ehl-i sünnet âlimleri, (Son nefeste imansız gitmekten korkmayan, imansız ölür) buyurmuştur; çünkü son nefese kadar bu imanı muhafaza edip etmeyeceğimiz belli değildir. Bunun için, daima korku içinde yaşamak, haramlardan kaçmak, dinimizin bütün emirlerini yapmak ve Allah’ın rahmetinden de ümit kesmemek gerekir.

    İmanı korumak için
    Sual: En kıymetli nimet iman olduğuna göre, bunu korumak için ne yapmak gerekir?
    CEVAP
    İmanı korumak için şunlara uymak gerekir:
    1- Gayba iman etmiş olmalı. Melekleri, Cenneti, Cehennemi gösterseler, gözümüzle gördüğümüz için, "Cennet, Cehennem vardır" demek iman olmaz. Gayrimüslimlerin hepsi, ölürken Cenneti Cehennemi görüp, "İman ettik" diyecekler; ama kabul olmayacaktır. Müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3)

    2- Gaybı yalnız Allahü teâlânın bildiğine inanmaktır. Peygamber, melek, cin gaybı bilmez. Ancak Allahü teâlâ dilerse, bildirebilir. Bu bakımdan mucizeyi, kerameti inkâr etmek caiz değildir. 

    3- Haramı haram, helali helal bilmek yani kabul etmek. Kasten, harama helal, helale haram diyen dinden çıkar.

    4- Allahü teâlânın azabından emin olmamak ve gazabından çok korkmak gerekir. Kur’an-ı kerimde, Rabbin azabından korkanların, Onun azabından emin olmadığı bildiriliyor. (Mearic 27-28)

    5- Bir insan ne kadar çok günah işlerse işlesin, kendini garanti Cehennemlik bilmemeli. Bir hadis-i kudsi meali: 
    (Kulum, göklere ulaşacak günah işlese; fakat rahmetimden ümidini kesmeyip, benden mağfiret dilerse, affederim.) [Tirmizi] 

    Bir âyet meali:
    (De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) [Zümer 53]

    6- Allah’ın azabından emin olmamalı, rahmetinden de ümit kesmemeli! Bir hadis-i şerif meali: 
    (Mümin havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunursa, Allahü teâlâ, o kuluna ümit ettiğini verir ve korktuğundan onu emin kılar.) [Tirmizi]

    7- Hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere olmak. Yani sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir. Bu, imanın temelidir. Bir hadis-i şerif meali:
    (İmanın temeli Müslümanları sevmek ve Allah düşmanlarını sevmemektir.) [İ. Ahmed] 

    Cenab-ı Hak, Hazret-i İsa’ya buyurdu ki: 
    (Yer ve göklerdeki bütün mahlukatın ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [K.Saadet]

    8- İmanın makbul olması ve korunması için gerekli şartlardan bazıları da şunlardır: 

    Allahü teâlâ, vacib-ül-vücud ve hakiki mabud ve bütün varlıkların yaratıcısıdır.

    Dünya ve ahiret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır.

    Tevekkül farzdır. 

    Zaruri olarak ve icma ile bilinen, inanılacak şeylerde, kıyas olmaz. Bunlarda ictihad veya kıyas edip yanılan kâfir olur. Zaruri olarak ve icma ile bildirilmemiş olan iman bilgilerinde ictihad edip de yanılan, kâfir olmaz ise de, bid'at sahibi olur.

    İman artıp eksilmez. Yani iman edilmesi gereken şeyler yönünden artıp eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden parlaklığı, kuvveti artıp eksilir. Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır. 

    İtikadını İslam dininden almak. Resulullah efendimizin bildirdiği şekilde iman etmek.

    Günah işleyen, fakat tevbe etmeden mümin olarak ölen kimseyi Allah dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.

    Melekler, kâfirlerin dediği gibi, Allahü teâlânın ortakları veya kızları değildir. Günah işlemezler. Meleklerde erkeklik dişilik yoktur. 

    Kur’an-ı kerimdeki veya diğer din kitaplarımızdaki dini bir hükümden şüphe etmemek: Mesela tesettür acaba farz mı diye şüphe etmemek.

    Helal da haram da rızktır. Herkes kendi rızkını yer, kimse kimsenin rızkını yiyemez. 

    Elfaz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür olur. Mesela şakadan ben peygamberim dese küfür olur.]

    Sarhoş iken, elfaz-ı küfrü söyleyene kâfir dememelidir. 

    Bu kâinat sonradan yaratılmıştır. [Felsefeciler, bunu kabul etmiyor, kâinat böyle gelmiş, böyle gider diyerek kâfir oluyorlar.]

    Ehl-i kıbleyi tekfir etmemek, yani namaz kılan müslümana işlediği günahlardan dolayı kâfir dememek. [Ehl-i kıble denilen kimsenin bir inanışı, manası çok açık olan kati bir delile zıt ise, küfür olur. Böyle bir kimse, namaz kılsa da, her ibadeti yapsa da kâfir olur.] 

    Tasavvufu inkâr etmemek. (Avarif-ül-mearif)

    Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Hazret-i Ebu Bekir, sonra sırası ile diğer üç halifedir. 

    Eshab-ı kiramın hepsi Cennetliktir. (Hadid suresi 10)

    Allahü teâlânın Eshab-ı kiramdan razı olduğu Kur’an-ı kerimde bildiriliyor. Onlardan birini kötülemek, bu âyet-i kerimelere inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan)

    İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zararın hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir.

    Kader, Allahü teâlânın ezeli ilmi ile, insanların ve diğer mahlukatın yapacağı işleri bilmesi ve dilemesidir. Bunun yaratılmasına kaza, ikisine birden kaza ve kader denir. 

    Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Çünkü insanların işlerini Allahü teâlâ yaratır, fakat insana da irade-i cüziye vermiş, yaptığından sorumlu tutmuştur.

    Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm olmaz. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: 
    (Hiç kimse, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.) [Araf 34]

    İntihar eden müslümanın namazı kılınır. (Dürr-ül-muhtar)

    Öldükten sonra herkes dirilecektir.

    Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr müminler için kabir azabı vardır. 

    Müminlerin, Cennete girmesi Allah’ın fazlındandır. Çünkü kimse ameliyle Cenneti hak edemez.

    İnsanlar, dirilince hesaba çekileceklerdir. Ameller mizanda tartılacaktır.

    Peygamberler, âlimler ve salihler, günahkârlara şefaat edecektir. Peygamber efendimizin şefaati büyük günah işleyenleredir. Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate kavuşacaktır. Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: 
    (Her peygamberin, müstecab [kabul olan] bir duası vardır. Ben duamı, ümmetime şefaat etmek için ahirete sakladım.) [Buhari]

    Şefaati inkârdan sakınmalı. Çünkü hadis-i şerifte, (Şefaatime inanmayan, ona kavuşamaz) buyuruldu. (Şir’a)

    Kıyamet alametlerine inanmak: Hadis-i şerifte buyuruldu ki: 
    (Şu alametler çıkmadan kıyamet kopmaz: Güneş batıdan doğar, üç yer batar, İsa gökten iner, Duman, Dabbetül arz, Deccal, Yecüc Mecüc ve Aden’den bir ateş çıkar.) [Müslim]

    Hazret-i Mehdinin geleceğine inanmak da, Ehl-i sünnet itikadındandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
    (Kıyamet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adaletle dolar.) [Tirmizi, İ. Asakir] 

    [Bu bilgilerin hepsi, Fıkh-ı ekber, Emali, R. Nasıhin, Mektubat-ı Rabbani, Feraidül fevaid kitaplarından alınmıştır. Başka kitaplardan alınanların ise kaynağı sonunda bildirildi.]

    Doğru itikadın önemi
    Sual: İtikad üzerinde çok durmanızın sebebi nedir?
    CEVAP
    Çünkü, itikadı düzeltmeden önce ibadet etmenin faydası olmaz. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur. İhlassız, [riya ile] yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi değersizdir. Ehl-i sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç faydası olmaz, soldaki sıfır gibi değersizdir. İşte bu kadar önemli olduğu için Ubeydullah-i Ahrar hazretleri (Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız düzgün değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün çirkinlikleri verseler itikadımız düzgün ise, hiç üzülmeyiz) buyuruyor.

    İtikadı düzgün olan
    Sual: İtikadı düzgün Müslümanlar Cehenneme girmez deniyor. Günahları ne olacaktır?
    CEVAP
    Haramlardan kaçan ve ibadetlerini yapan Müslüman Allah’ın dostudur. Allah dostunu Cehenneme koymaz. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
    (Vallahi, Allah dostunu ateşe atmaz.) [Cami-us-sagir]

    Eğer Müslüman küfre düşmemişse, dünyada çektiği sıkıntılar günahlarına kefaret olur, şefaate de kavuşur ve Cehenneme hiç girmez.

    Ehl-i sünnet yolunun iki esası
    Sual: Ehl-i sünnet bilgilerinin bozulmadan günümüze kadar gelmesinin sebebi nedir?
    CEVAP
    Ehl-i sünnet âlimlerinin gayretleri sayesinde bozulmaktan korunarak gelmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri şu iki şeye titizlikle riayet etmişlerdir:

    Birincisi: Olduğu gibi muhafaza edip, ondan hiçbir şey çıkarmadılar.

    İkincisi: Ona bir şey ilave etmediler. Yani sünnete uyup, bidate karşı çıktılar.

    Sünnete uymak demek, İslam’a uymak demektir; ama bildirildiği şekilde, hiç değiştirmeden uymak gerekir. Onun için Ehl-i sünnet âlimleri, Resulullah’tan gelene, hiçbir şey ilave etmemişler, bir şey de çıkarmamışlardır. Metni aynen almışlar, ona şerhler yapmışlar yani açıklamışlardır. İşte bu sebeple, Ehl-i sünnet bilgileri günümüze kadar bozulmadan gelmiştir.

    İmanı muhafaza
    Sual: İmanı muhafaza etmek için nelere dikkat etmeli?
    CEVAP
    İman, beş katlı bir kaleye benzer. Bunlar, bakır, demir, tunç, gümüş ve altın katıdır.
    1- Bakır katı, edeplerdir.
    2- Demir katı, sünnetlerdir.
    3- Tunç katı, farzlardır.
    4- Gümüş katı, ihlâstır.
    5- Altın katı, Allahü teâlânın rızasıdır.

    Edebleri gözetmeyen, sünnete yol bulamaz. Sünnete uymayan, farza yol bulamaz. Farzı tutmayan, ihlâsa yol bulamaz. İhlâsı olmayan da, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmaya yol bulamaz. (Ey Oğul İlmihali)

    Demek ki, son yani beşinci kata çıkabilmek için, sırayla, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü katlardan geçerek çıkmak gerekir. Diğer katları geçmeden beşinci kata çıkılamaz.

    Felaketlerin en büyüğü
    Sual: Felaketlerin en büyüğü nedir?
    CEVAP
    En büyük felaket imansız ölmektir. İmansız, yani kâfir olarak ölmemek için, ilim sahibi olmak, ihlâsla amel etmek, haramlardan kaçıp ibadetleri yapmak şarttır. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. O hâlde, imanlı yaşamak lazımdır. İmanlı yaşamak için de, haramlardan sakınmak ve ibadetleri yapmak gerekir.

    İkinci bir felaket de, bir kimse, bir sözüyle, bir işiyle küfre düşer yani kâfir olur da, kendini Müslüman zanneder. Yaptığı işin küfür olduğunu bilmediği için tevbe de etmez, imansız olarak ölebilir. Günahı bilmemekten daha kötüsü, günahı ibadet olarak işlemektir. Bid’at inanış ve diğer bid’atler böyledir. Bu felaketlerden kurtulmak için, İmam-ı Rabbani hazretleri, (İlim, amel ve ihlâs şarttır) buyuruyor. Yani dinimizi doğru olarak öğrenip, ihlâsla amel edeceğiz. Bilmeden yapmak felaket olduğu gibi, bildiklerini de ihlâssız yapmak felakettir.

    İmanın esas şartı
    Sual: İmanın altı şartına inanan kimse mutlaka mümin midir?
    CEVAP
    Topluma bakınca, herkesin mutlaka mümin olduğu söylenemez. Birkaç örnek verelim:
    1- Bir kimse, Amentü’deki altı şarttan biri olan kitaplara iman ettiğini söylese, fakat Kur’an tarihseldir dese, bazı hükümleri kıyamete kadar geçerli değil dese, mümin olamaz. Kur’ana inandım demesinin bir faydası olmaz.

    2- Bir kimse, Amentü’deki altı şarttan biri olan meleklere iman etse, fakat meleklerin günah işlediğini söylese ve Hristiyanlar gibi onları kız olarak bilse, mümin olamaz.

    3- Bir kimse, Amentü’deki altı şarttan biri olan Allah’a iman ettiğini söylese, fakat Allah dostlarını sevmese, onlara düşman olsa veya Allah düşmanlarını sevse, onlarla dost olsa, ölülerine rahmet okusa mümin olamaz. İmanın esas şartı, alameti; hubb-i fillah, buğd-i fillahtır. Allahü teâlânın sevdiklerini ve emrettiği şeyleri sevmek, düşmanlarından ve yasak ettiklerinden sakınmaktır. Bir kimsenin imanlı olup olmadığı buradan belli olur. Ehl-i sünnet yolunda olanları, Allah’ın dinine hizmet edenleri sevmek hubb-i fillahtır. Kâfirleri, Allahü teâlânın düşmanlarını, 72 sapık fırkada olanları sevmemek buğd-i fillahtır. Bunlar sadece kalble olur. Sevilmeyen kimse ile tartışılmaz ve dövüşülmez. Dostla da düşmanla da tartışmak zararlıdır. Dostların dostluğu azalır, kalmayabilir, düşmanların düşmanlığı artar.

    İmanı olan emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunur. Yani Allah’ın emrettiklerini öğretmeye çalışır. Bu da imanın şartlarındandır.

    İmanda şüphe
    Sual: (Küfre düşülmüş olabilir) diye iman tazelemeye caiz denirken, imanın varlığından şüphe etmeye küfür deniyor. İkisi arasında ne fark vardır? İkisi de imanda şüphe değil mi?
    CEVAP
    İkisi farklıdır. İman tazeleyen kişi imanının olduğunu biliyor, şayet bilmeden küfre düşmüşse, iman zayıflamış veya eskimişse diye düşünerek tazeliyor. Peygamber efendimiz, (Elbisenin eskidiği gibi, içinizdeki iman da eskir. İmanınızı tazeleyin!) buyuruyor. İmanımızı yenilemek için sık sık kelime-i şehadet getirmelidir.


    (İmanım var mı yok mu) diye şüphe etmek küfür olur. Yani (Acaba imanım var mı?) diye şüphe edilmez. Fakat (Ölürken imanımızı muhafaza edebilir miyiz?) diye şimdi korkmak imanlı olmanın alametidir. Bu, imanından şüphe değildir. İmanı kaybetme endişesinden meydana gelen haklı bir korkudur. Çok kıymetli mücevheri olanın, onu kaybetmekten veya çaldırmaktan korkmasına benzer. Bu kimse, (Acaba benim mücevherim var mı?) diye şüpheye düşmez. Sadece çaldırmaktan ve kaybetmekten korkar.
    Gayba iman esastır

    Sual: Tam İlmihal’in iman bahsinde, Seyyid Abdülhakim efendi imanı şöyle tarif ediyor:
    “Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve itikat etmektir, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur. Resulü tasdik etmiş olmaz veya Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz; çünkü iman parçalanamaz. Akıl, Resulullahın bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır.”
    Bu tarif, aklı dışlamıyor mu?
    CEVAP
    Asla dışlamıyor. Bu tarif selim olan akla değil, sakim olan akla zıt olabilir. Sakim olan aklın anlamaması da önemsizdir.

    Yine diyor ki: Bu tarif, Kur'anı anlamaya mani olmak için konulmuş bir engeldir.
    CEVAP
    Tam aksine, dini aklına uydurmaya çalışanlara engel olur. Din akla uydurulursa insan sayısı kadar din ortaya çıkar. Âlimlerin aklı dinde ölçü değilse, sizin aklınız nasıl dinde ölçü oluyor? Bu tarifi yapan İslam âlimidir. Allahü teâlâ, (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) buyuruyor.

    Yine diyor ki: Dogmaları, yani âyetleri akıl süzgecinden geçirmeden inanmak gerçek iman olmaz.
    CEVAP
    Dogma tabirini daha çok ateistler kullanır. (Siz Kur’an ne diyorsa hemen incelemeden inanıyorsunuz) diyorlar. Sizin onlardan ne farkınız kaldı? Biri bize (Bu âyettir) dese, sadece biz onun âyet olup olmadığını araştırırız. O âyet ise, aklımıza zıt gelse de, hemen tasdik ederiz.

    Yine diyor ki: Görmeden, akıl süzgecinden geçirmeden inanmak olacak şey değildir.
    CEVAP
    Siz Cenneti, Cehennemi gördünüz mü? Görmeden nasıl inanıyorsunuz?

    Yine diyor ki: Bekara suresinin 3. âyetinde Onlar gaybı tasdik ederler, deniyor. Görmeden inanın denmiyor ki.
    CEVAP
    Anlaşılan siz, gaybın ne olduğunu bilmiyorsunuz. Gayb, duygu organları [görmek, işitmek, dokunmak, koklamak, tatmak] ile veya hesap ve tecrübe ile anlaşılmayan şey demektir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Akıl ve vehim Allah’a yaklaşamaz. Hiç bir şeye benzemeyen ve akılla anlaşılamayan yaratıcıya, gayb yolu ile inanmaktan başka çare yoktur; çünkü görerek, düşünerek anlamaya kalkışmak, iman olmaz. Kendi yaptığına inanmak olur ki bu da iman değildir. (2/9)

    Yine diyor ki: İman, gördükten sonra tasdiktir.
    CEVAP
    Bu, İslamiyet’e inanmıyorum demenin başka şeklidir. İmanın altı esasından hangisini gördünüz? İman, görmeden tasdiktir. Cebimden elma çıkarsam, sonra bu elmadır desem, bunu görenin tasdiki inanmak olmaz, gördüğünü söylemek olur. İman gayba olur. Cebimde altın var desem, siz bana güvenerek evet var diye tasdik ederseniz bu inanmak olur, ama altını gördükten sonra bu altın demek iman değil, gördüğünü söylemek olur. Bu farkı iyi anlamalıdır.

    Yine diyor ki: Allah’ın gayb ile ilgili her şeyini akıl süzgecinden geçirmeden inanmak iman olmaz.
    CEVAP
    Akıl ile Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu, nasıl konuştuğunu nasıl yarattığını, Cennetteki meyvelerin tadını bilebilir miyiz? Melekleri akıl ile tarif edebilir miyiz? Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu tarif etmeniz mümkün mü? Elleri, gözleri, bir mekânı var mı, ne ile işitiyor, nasıl ezeli ve ebedi olur? Bu terazi bu sıkleti çekmez denmiştir. Yani akıl ile bunları anlamak imkânsızdır.

    Sual: Akla ve araştırmaya çok önem veren genç bir arkadaş, (Şu neden farz, şu neden günah? Bunların hikmetini, sebebini bilmeden kabul etmem. Ben görmediğim Allah’a, koca karı gibi inanmam) diyor. Dinimiz görmeden iman etmeyi bildirmiyor mu?
    CEVAP
    Bu genç gibi söylemek çok tehlikelidir. İlahi emrin hikmeti anlaşılmasa da Allah’ın emri olduğu için, hiç tereddütsüz kabul etmek şarttır. İslam âlimlerinin en büyüklerinden olan Hüccet-ül-İslam unvanına sahip imam-ı Gazali hazretlerinin İhya’da ve imam-ı Süyuti hazretlerinin Cami-us-sagîr’de bildirdiği hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
    (Ahir zamanda değişik inançlar çıkınca, koca karılar gibi inanın.) [Deylemi]

    Bu hadis-i şerif kocakarı gibi bâtıl şeylere körü körüne inan demek değildir. Allah ve resulünün bildirdiklerine aklın almasa da, ispat edemesen de, inanın demektir. Cennet, Cehennem, Sırat köprüsü ve ahiret hayatı akıl ile mantık ile ispat edilemez. Mutezile aklı almadığı için sırat köprüsünü, miracı ve benzeri olayları inkâr etmiştir. Şimdi bir çok Müslüman inanamayıp mürted olurken, müşrikler, bu bir çılgınlık derken, Hazret-i Ebu Bekir, O söylediyse doğrudur diyerek imanın zirvesine çıkmıştır.

    Görmeden, aklını kullanmadan, bir anda Miraca gidip geldiğine inanarak Resulullahı tasdik etmesi imanını yükseltmiştir. Güneşten daha parlak olan imanından dolayı Peygamber efendimiz, (Ebu Bekrin imanı, bütün insanların imanları toplamı ile tartılsa, Ebu Bekrin imanı daha ağır gelir) buyurmuştur.

    Lüzumlu fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı ayn iken, bu farzı terk edip, (İmanı araştırıyorum) diyerek ağaçların, çiçeklerin, insan ve hayvanların anatomisini incelemekle devamlı meşgul olmak caiz değildir. İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. Peygamber efendimiz, gayba imanı emretmiştir. İspat ile delil ile iman olmaz. İman, görmeden inanmaktır. Kur’an-ı kerimde, salihler övülürken, (O müttekîler ki, gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3)

    Demek ki gayba inanmak, müttekilerin vasfıdır. Resulullah ne bildirmişse doğrudur diyerek inananlar kurtulmuştur. İman, araştırarak, akıl yürüterek elde edilen bir şey değildir. İslam âlimleri imanı şöyle tarif etmişlerdir:
    İman, Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
    (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) [Taberani]

    Selim akıl çok kıymetlidir. Hadis-i şerifte, (Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir nurdur) buyuruluyor. Allahü teâlâ, insana, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahluklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir. İnsan, bir yol gösterici olmadan aklı ile Allah’ın bildirdiği doğru yolu bulamadı. Tarih incelendiğinde, kendi başlarına giden insanların yanlış yollara saptıkları görülür. O halde Resulullaha inanmak şarttır.

    Sual: (Görmediğim şeye iman etmeyi aklım almıyor, dindeki şeylerden ruhum sıkılıyor) diyen arkadaşıma ne cevap vereyim?
    CEVAP
    Almayan aklını ve sıkılan ruhunu göstermesini isteyin, bakalım gösterebilecek mi?

    Sual: Ben görmediğim Allah’a inanmam demek uygun mu?
    CEVAP
    Hayır değildir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
    Bildiğimiz, hatırımıza, hayalimize gelen, duygu organlarımıza etki eden her şey mahlûktur. Bizim, Allahü teâlâ bir şeye benzemez dememiz, benzetmek olur. Bizim anladığımız büyüklük, küçüklüktür. İbrahim aleyhisselam, kâfirlere, (Niçin kendi yaptığınız putlara tapıyorsunuz? Sizleri de, yaptığınız işleri de Allahü teâlâ yarattı!) dedi. İster elimizle yapmış olalım, ister aklımız ve hayalimizle meydana getirelim, bunların hepsi, Allahü teâlânın mahlûkudur. O, bildiğimiz, düşünerek bulduğumuz şeylerin hiçbirine benzemez ve nasıl olduğu anlaşılamaz. Akıl ve hayal Ona yaklaşamaz. Böyle hiçbir şeye benzemeyen ve akıl ile anlaşılamayan yüce yaratıcıya, gayb yolu ile inanmaktan başka çare yoktur. Çünkü, görerek, düşünerek anlamaya kalkışarak inanmak, Ona inanmak olmaz. Kendi yaptığımız şeye iman etmek olur. Bu da, Onun mahlûkudur. Bunu, Ona ortak yapmış, Ondan başkasına iman etmiş oluruz. (2/9)

    Sual: Evliya zatlardan bazıları, (Biz Cenneti, Cehennemi görsek, imanımızda bir artma, bir değişiklik olmaz) demişler. Bu nasıl olur? İnsanın bir şeyi bilmesine ilmel yakîn, gözle görmesine de aynel yakîn deniyor. Gözle görmek, ilimle bilmekten çok daha üstün değil midir? Atalarımız, (Gözüm sana mı inanayım, yoksa sözüm sana mı inanayım?) diye boşuna mı söylediler? Bu zatların böyle söylemesinin hikmeti ne olabilir?
    CEVAP
    Elbette göz, bilmeye göre daha sağlam delildir. Ama bu bizim gibi insanlar içindir. Hakiki imana kavuşmuş evliya zatların ilimleri farklıdır. Hazret-i Ebu Bekr’in (O söylediyse doğrudur) demesi bunun bariz örneğidir. Göz yanılabilir ama bu ilim sahiplerinin imanları öyle sağlamdır ki, hiçbir şey onu değiştiremez. Göz ile görenin imanı bu kadar sağlam olamaz. İman etmede göz ölçü değildir. Sadece göz ölçü olsaydı, Resulullah efendimizi gören herkesin iman etmesi gerekirdi. (Ebu talibin yetimi) diye bakanlar kâfirlikte kaldı, (Allah Resulü) diye bakanlar hidayete erdi. Baştaki göz yanılabilir, kalbdeki göz yanılmaz. Müslümanların görmeleri, anlamaları kalb gözü ile olur. Göz bakınca, kalb inanınca görür. Müslümanın kalbi inanmıştır, Allahü teâlânın ihsanlarına kavuşmuştur. Derecesine göre neler görür neler, dünya ahiret fark etmez.

    Görerek iman
    Sual: Eğitimci bir arkadaş, (Görerek inanmak, iman olmaz) dedi. Bir öğrenci de, (Mucize ve keramet görerek iman eden kimse, görerek iman etmiş olmuyor mu? Mesela Peygamber efendimizin mucizelerini veya Abdülkadir Geylani hazretlerinin menkıbesindeki papazın Cenneti ve Cehennemi görüp inanması görerek iman değil mi?) dedi. Hangisinin sözü doğrudur?
    CEVAP
    Eğitimci arkadaşın söylediği doğrudur. Görerek inanmak iman değildir. Gördüğünü tasdik etmek olur. Bekara suresinin başında, salihler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. Gayba inanmak esastır. Bir insanı Cennete, Cehenneme götürseler, o da gördüğü için inansa, iman etmiş olmaz. Gördüğünü söylemek olur. Onu herkes yapar. Marifet, görmeden iman etmektir. Şeytan da, Cenneti gördü ve Cennetin olduğunu söylemesi, iman sahibi olduğunu göstermez.

    Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:
    İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, inanıp tasdik etmektir. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur, Resulü tasdik etmiş olmaz. Yahut Resulle aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanamaz. (S. Ebediyye)

    İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
    Akıl, kuruntu, hayâl Allah’a yaklaşamaz. Hiçbir şeye benzemeyen ve akılla anlaşılamayan yaratıcıya, gayb yoluyla inanmaktan başka çare yoktur, çünkü görerek, düşünerek anlamaya kalkışmak, iman olmaz. Kendi yaptığına inanmak olur ki, bu da iman değildir. (2/9)

    Bir kimse, gayba inandıktan sonra, Cenneti, Cehennemi ve melekleri görse, imanı daha çok kuvvetlenmiş olur. Mucize ve kerametler de, imanın kuvvetlenmesine sebep olur. Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
    Eshab-ı kiram, Resulullah'ı, vahyi ve mucizeleri gördükleri, melekle birlikte bulundukları için onların imanları görerek inanmak oldu. Bu üstünlükler, diğer bütün üstünlüklerin temelidir. Eshab-ı kiramdan başkası bu üstünlüklere kavuşamadı. (1/120)

    Mucizeye de inanmayan çok kimse oldu. Peygamber efendimizin bin kadar mucizesi görüldüğü hâlde, sihir diyerek inanmayanlar çıktı. Bu bin mucizeden biri ve devamlı bir mucize olan Kur'anı kerime de inanmayanlar çıktı. Musa aleyhisselamın asasının büyük bir yılan olması, denizde yürümesi gibi mucizelerine Firavun ve adamları inanmadı. İsa aleyhisselamın körlerin gözünü açmak, ölüleri diriltmek gibi mucizelerine çok kimse inanmadı.


    Kerametlere de inanmayan çok kimse oldu. Kerameti görmek görerek iman değildir. Abdülkadir Geylani hazretlerinin kolunun içinde Cennetin ve Cehennemin görülmesi iman etmeyi gerektirmez. Sihir derler, büyü derler, inanmayan çıkar. Kimi hiçbir şey görmeden inanır, kimi de görünce imanı daha kuvvetlenir. Mucize ve keramet iman etmeyi kolaylaştırır, ama (Kesin olarak iman etmeyi gerektirir) denmez.

    imanın ve islamın şartları
    imanın ve islamın şartları nelerdir
    imanın ve islamın şartları açıklamalı
    imanın ve islamın şartları nedir
    imanın ve islamın şartları kaçtır
    iman ve islam şartları
    imanın ve islamın şartı
    imamın şartları
    İmanın ve İslamın Şartları: Tüm Detaylarıyla ( Türkçe )
    https://books.google.com.tr/books?id=5uhjAgAAQBAJ - Translate this page
    Mehmet Emin HOCAOĞLU - 2013 - ‎Religion

    [Æ1 İslamın Şartları 1. ) İslamın şartlarından Kelime-i Şehadet Kelime-i Şehadet ne demektir? “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ...