17 Ekim 2014 Cuma

TEFSÎR-İ ŞERÎF Tedkīk-i Mühim İbâdet, beyân olunduğu üzere huzû’ ve tazarru’un nihâyet dereceye, en yüksek tabakaya bâliğ olan nev’idir. Fakat huzû’ ve zarâ‘atın bu nev’-i ekmeli ibâdet addolunmak için ma’bûdun künh ü hakīkati kābil-i tasavvur olmayan azamet ve celâlini istiş‘âr-ı kalbden, te’sîr ü îcâd ve keyfe mâ yeşâ infâz-ı hükm münhasıran şân-ı ecell-i ulûhiyyeti olduğunu cezmen i’tikâddan nâşi olmak şartıyla meşrûtdur. Âbid ma‘bûdunun merci’-i yegâne-i âlem olmasını ve idrâk-i beşerî fevkinde bir ihâta-i ilmiyye ve kudret-i kâmile ile müteferrid bulunmasını i’tikât etmedikçe îfâsına muvâzıb bulunduğu arz-ı ta’zîmât ve tebcîlat ile âbid sayılmaz. Binâ’en-aleyh mülûk ve selâtînden bir zâta bendegânı tarafından perestiş derecesinde bulunan tezellül ve huzû’lara, yerlerde sürünmek ve ayaklarının altını öpmek ve her ne tarîkle mümkün olursa rızâsını taharrî etmek gibi mu’âmelelere –dâire-i meşrû’iyyetden hâric olmalarıyla beraber– ibâdet lâfzı ıtlâk olunmaz. Hattâ ibâdet kasdı ile olmayan secde bile küfrü îcâb etmez. Çünkü bu takım zara’ât ve huzû’ âbidlerin ve hattâ zümre-i kānitînin Cenâb-ı Hakk’a karşı îfâ edebildikleri itâ’at ve inkiyâdın yüz kat fevkinde bile farz olunsa mâdem ki esbâb-ı mûcibesi onun zulm-i ma’hûdu havfinden veya kerem-i mahdûdu recâsından ibâret olduğu, mahzâ böyle âdî bir emel ve garaz-ı dünyeviyyeden münba’is bulunduğu ra’nâ ma’lûmdur, ibâdetin ta’rîf-i ma’- rûzuna mâ-sadakun aleyh olamaz. Kezâlik âşıkın ma’şûku hakkında vâki’ olan guluvv ü ifrâtı ne derece perestişkârâne olursa olsun filhakīka ibâdet değildir. Lisânü’l-Arab’da buna da lafz-ı mezkûr ıtlâk edilmez. Zîrâ başka vâdîlere müte’allik olup i’tikâd-ı sâlifü’zzikrden ârîdir. Vâkı’â bir takım cehele-i nâs, sebük-mağzân-ı enâm mülk ü saltanatın mülûk üzerine feyezân etmiş bir kuvvet-i gaybiye-i semâviyye ve bir hârika-i kudsiye-i melekûtiyye olmasını i’tikâd ile onların tîyb-i unsûr ve nefâset-i cevher i’tibâriyle nev’-i beşerden mümtâz olmalarını zihinlerine yerleştirerek kendilerini ma’bûd ittihâz etmişler ve bu i’tikād-ı bâtıl sebebiyle ibâdet ve perestişlerini ciddiyet üzere iltizâm ederek küfr ü ilhâd mezlekasına düşmüşlerdir. Ef’âl-i ibâdın bir kısmını tahrîm, diğer aksâmını tahlîl etmek, günâhlarını afv ile bir kulu cennete lâyık kılmak, dilerse cehenneme atıvermek gibi ancak şân-ı ulûhiyyete şâyân, hasîsa-i celîle-i Rahmân olan ahkâm ve mu’âmelâtdan bir şeyi hâiz olması i’tikâd olunan kesân da mu’tekidleri tarafından ma’bûd ittihâz edilmiş oluyorlar ki este’îzübillah 1 اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُم وَرُهْبَانَهُمْ أَرْباَباً مِنْ دُونِ اللَّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمْ âyât-ı celîlesi bu hakīkat-ı kat’iyyeyi i’lân etmektedir. Tefâsîr-i şerîfede mastûr olduğu üzere bu âyet-i kerîmenin hengâm-ı nüzûlünde huzûr-ı Hazret-i Risâlet-penâhî’de bulunan Adiy bin Hâtim radiyallahu anhu fi’l-asl nasrânî olmasına mebnî demiş ki: – Ya Resulâllah! Ruhbândan bir kimseyi ulûhiyetle tavsîf ederek kendisine ibâdet ettiklerini işittim... Makām-ı cevâbda Sultan-ı Enbiyâ aleyhi ezka’t-tehâyâ efendimiz hazretleri: 2 اليس يحرمون ما احل الله تعالى فيحرمون ) فيستحلون الله ماحرم ويحلون (buyurmuşlar. Yani değil mi ki onlar istedikleri gibi tahlîl ve tahrîm ahkâmını kabûl ettiriyorlar, bu husûsda bir kimseye mutâva’at kendisine ibâdet demektir. [146] Bunun üzerine Cenâb-ı Adiy: – Bu cihet pek doğrudur, diyerek i’tirâfda bulunmuşdur. Her dîn-i hakda şerâ’i-i ilâhiyyenin kâffesinde emzice-i beşeriyye ve isti’dâdâtı mütenevvi’aya göre ibâdetin suver-i 1 Tevbe, 9/31. 2 Taberânî. 138 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 10 - SAYFA 147 kesîre ve hey’ât-ı muhtelifesi olup sunûf-ı âdemden Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kibriyâsı ve saltanat-ı sermediyye ve hâkimiyet-i mutlaka ile teferrüd-i sübhânîsi şu’ûr ve mülâhazasında bulunmaları tezkîr buyurulmak hikmet-i aliyye-i rabbâniyyesine binâ’en meşrû’ kılınmış ve lüzûm-ı îfâsına dâir evâmir-i kat’iyye şeref-sudûr etmişdir. Bu şu’ûr ve mülâhaza ise her ibâdetin rûhu ve sırrı, illet-i gâ’iye-i meşrû’iyyeti olduğu hüveydâdır. İbâdât-ı meşrû’adan herbirinin takvîm-i ahlâk ve tezhîb-i nüfûs husûsunda te’sîr-i azîmi kābil-i inkâr değildir. Fakat dergâh-ı sübhâniyye arz-ı ta’zîm ü ihlâs-ı ubûdiyyetin medâr ve menşe’i olacak mülâhaza ve intibâh-ı kalb husûl bulmadıkça, teveccühü ilâllah emr-i râsih olmadıkça te’sîr-i matlûb husûl-pezîr olmaz. Binâ’en-aleyh ibâdetin şekl ü sûret-i zâhiriyyesi rûh-ı ma’nâdan, mülâhaza-i ma’rûzadan ârî kalırsa ibâdet sayılmaya sâlih değildir. Meselâ kılmakda bulunduğumuz namazı nazar-ı mütâla’aya alarak düşünelim: Bizler keyfe mâ-kân ityân-ı salât ile değil, belki “ikāme-i salât” ta’bîrine mâ-sadak olacak vech-i ekmel üzere edâ ve îfâsıyla me’mûr ve mükellef bulunduğumuzda şüphe eder miyiz? Hâyır! Çünkü mü’minlere medh ü salâta terğîb bâbında vürûd eden nusûs-ı şer’iyyede hep 1 ( َةَلاَّالصَ ونُيمِقُيَو (gibi ikāmeden müştâk siyag ve ta’birât-ı şerîfeye müsâdif olmaktayız. İkâme-i salât ise bütün erkân ve hudûd-ı zâhiriyye ve bâtiniyyesiyle îfâ-yı salâta mübâderet, bilcümle âsâr ü fevâ’idini muhtevî olacak tarz ve hey’etde o vazîfe-i âliyyeyi ityâna muvaffakiyet demekdir. Nasıl ki 2 ı-nazm) قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ ) şerîfi de ehl-i îmânın felâhını erkân-ı bâtıniyyeden ma’dûd huşû’a, edâ-yı salât hengâmındaki huzûr-ı kalbîye binâ kılınmıştır. Bir de bâ-fermân-ı ilâhî farîza-i zimmet, a’zam-ı erkân-ı rasîne-i İslâmiyet olan salât-ı hakīkiyye ve kâmile3 إِنَّ الصَّلاَةَ ) 4 ve) تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ إِنَّ اْلإِنْسَانَ خُلِقَ هَلُوعاً إِذَا ) (مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعاً وَإِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعاً إِلاَّ الْمُصَلِّينَ الَّذِينَ هُمْ... الخ misillü nusûs-ı Kur’âniyyenin delâlât-i kat’iyyesiyle insanı her türlü mesâvî-i ahlâk u menâhî ve münkerâttan alıkoyarak ihtirâsât-ı cibilliyyesini ta’dîl eden, ve bu sâyede ma’- kes-i füyûzât-ı Hudâ olacak kalbini dergâh-ı sübhânîye incizâb-ı tâm ile müncezib, sânihât-ı gaybiyyeyi müterakkib kılan en büyük bir zikr-i ilâhî, en samîmî bir münâcât-ı rabbâniyyedir. Rûh-ı ibâdet ve medâr-ı feyz ü sa’âdet olacak esrâr-ı ma’neviyyeden zuhûl ile sehv ü gaflete mukārin bulunan harekât ü sekenât, lisân ve a’zâ-yı sâirede alelâde vukū’ bulan iştigâlât ve bu hâsiyet-i uzmâdan ârî, netâ’ic-i matlûbeden hâlî olacağı cihetle âyât ve ehâdîsde mazhar-ı senâ-yı azîm kılınan mübârek namaz olmadığı vâreste-i kayd-ı izâhdır. 1 Tevbe, 9/71. 2 Mü’minûn, 23/1-2. 3 Ankebut, 29/45. 4 Me’âric, 70/19-23. Furkân-ı Hakîm’in bu sûretle namaz kılan erbâb-ı gaflet haklarında 5 فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ الَّذِينَ هُمْ عَن صَلاَتِهِمْ سَاهُونَ الَّذِينَ هُمْ يُرَاؤُونَ ) ityan salâtı i-sûret yalnız, ki buyurulmuşdur) وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ etmeleri hasebiyle kendilerine “musallîn” ıtlâk buyurularak ikâme-i salâttan mahrûm ve haşyet-i ilâhiyyeyi müzekkir, azamet-i sübhâniyyeyi müş’ir bulunan teveccüh-i kalbîye mukārin salât-ı hakīkiyyeden sehv ü zuhûl ile me’lûf oldukları ifâde buyurulmuşdur. Manastırlı İsmâil Hakkı
NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE Sûre-i Âl-i İmran Âyet 103 وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعاً وَلاَ تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَاناً وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ Cümleniz birlikte hablullaha yapışıp ayrılmayın (Dîn-i İslâm’a Kitabullah’a şiddetle temessük edin, sakın aranıza ihtilâf ve şikāk düşerek hakdan ayrılmayın, zamân-ı câhiliyyette olduğu gibi fırka fırka olup da ittifâk-ı kelimeyi ihlâl etmeyin, tefrikayı mûcib olur ve aranızdaki ülfet ve muhabbeti izâle eder hâlât ihdâs eylemeyin. Elhâsıl habl-i metîn-i ilâhîye yapışıp el-hazer muhabbet ü ülfetinizi izâle, cem’iyyet ve ittihâdınızı târumâr, ve perîşân edecek ahvâl ve esbâba tekarrub etmeyin) ve Cenâb-ı Hakk’ın size olan ni’metini yâd ve tahattur edin ki siz (zamân-ı câhiliyyetde) biri birinizin düşmanı (olup aranızdaki buğz u adâvetler ve lâ-yenkatı’ devâm eden muhârebeler ile tâb ü tüvânınız kesilmiş, 1 Tevbe, 9/122. huzûr ve râhatınız bütün bütün münselib olmuş) iken Allah sizin kulûbunüzü te’lîf edip lûtf u keremiyle (mütehâb, müterâhim, mütenâsih, kelime-i hak üzerine müctemi’ ve müttefik) ihvân olduğunuz (zulümât-ı cehl ü nâdânî içinde asabiyet ve gayret-i kavmiyye ile uğraşıp durur iken nûr-ı Kur’- ân ile basar-ı basîretiniz rûşenâ ve beyninizdeki tefrika-i asabiyyet, cihet-i vahdet-i İslâmiyye ile ber-taraf oldu. Bu bir ni’met-i celîle-i dünyeviyyedir. Düşününüz, kadrini biliniz, bu ni’met-i bî-adîli elden kaçırmayınız.) دو قبيله اوس و خزرج نام داشت يك ز ديكر جان خون آشام داشت كينهاى كهنه شان از مصطفا محو شد در نور اسلام وصفا Mesnevî Ve siz ateşten bir hufrenin kenarında bulunmakta iken (yani siz küfrünüzden nâşi hûfre-i dûzahın kenârında bulunup bu hâl üzere fevt olsanız, o hufreye düşeceğiniz muhakkak iken) sizi (İslâm’a hidâyet ederek) o hufreden tahlîs eyledi (bu da bir ni’met-i girân-bahâ-yı uhrevîdir.) Allah size âyât u delâ’ilini işte böyle bir beyân-ı vâzıh ile beyân ediyor, belki tarîk-i hakka ihtidâ ederseniz (Hak celle ve alâ hazretlerinin bu beyân-ı ilâhîsi sizin tarîk-i hidâyette sebât ve izdiyâdınızı taleb ve irâde eylediği içindir, sizin salâh ve sa’âdetiniz içindir.) İntibâh Bu aralık bazı akvâm-ı İslâmiyye nâmına husûsî cem’iyyetler, lecneler, encümenler teşkîl edildiği işitiliyor. Bir ilmin terakkîsi, bir san’atın himâyesi, bir ticâretin tevsî’i, bir şirket teşkîli, te’âvün ve müvâsât gibi umûr-ı hayriyyeden bir emr-i hayrın müzâkeresi için cem’iyetler, lecneler, encümenler te’sîs ve teşkîl olunursa bu gibi mehâfil-i fazîlet cihet cihet ittihâd-ı ümmete hâdim olacağı cihetle şüphesiz kabûl-i âmmeye mazhar olur, bu kadar da değil, bu gibi me’- âsir-i ilm ü hamiyetin kulûb-i ümmetde bir mevki’-i mu’âllâ-yı ihtirâmı olur, ilelebed lisân-ı sitâyiş ü hürmet ile yâd olunur, mü’essisleri, a’zâsı her dem tebcîl edilir. Fakat bir ferd-i Osmânî nazarında bütün efrâd-ı ümmet, bütün cihât-ı vatan müsâvî olup birini diğer ferdden, diğer kavimden, bir diyârı öbür diyârdan seçmeğe hiç bir sebeb-i ma’kūl yok iken ve bir Osmanlı kâffe-i memâlik-i Osmaniyye’nin ikbâl ve idbârına sûret-i mütesâviyyede alâkadar olup nazar ve himmeti bir cihete ve bir kavmin terakkî ve te’âlîsine hasr ü kasrın pîş-i nigâh-ı Osmâniyânda hiç bir ma’nâ-yı müstakîmi olmamak îcâb eder iken ve alelhusûs ahâlînin vükelâsından müteşekkil ve müntehâb şûrâ-yı ümmet ve meb’ûsân-ı millet olup bunlar vâsıtasıyla vatanın her tarafınca olan ihtiyâcât-ı umûmiyye ve husûsiyye müctemi’an düşünülecek iken böyle akvâm nâmına encümenler teşkîli gâye-i cem’iyyet-i kübrâ olan vahdeti ihlâle [149] bâ’is olacağından muvâfık-ı maslahat-ı âmme olmasa gerektir. Fırka fırka olup da husemâya tu’me-i şikâr olmayalım, bünyân-ı mersûs olalım. Allahümme erine’l-eşyâ’e kemâ hiye. Bereketzâde İsmâil Hakkı CİLD 1 – ADED 10 - SAYFA 150 SIRÂTIMÜSTAKĪM 141 SAFAHÂT-I HAYÂTTAN BAYRAM Pür handedir âfâk, cihan başka cihandır; Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır! Bayramda güler çehre-i ma’sûm-i sabâvet, Ümmîd çocuk sûret-i sâfında iyandır. Her cebhede bir nûr-i mücerred lemeânda; Her dîdede bir rûh demâdem-cevelândır. Âlâm-ı hayâtın iki kat büktüğü ecsâd Feyzindeki te’sîr ile âsûde-revandır. Ferdâ-yı sükûn-perveridir sâl-i cidâlin, Nevmîd düşen kalbe ümîd-âver-i candır. Heycâ-yı maîşetteki feryâd-ı mehîbin Dünyâda biraz dindiği an varsa bu andır. Subhunda bahârın şu sabâhat bulunur mu? Bak çehre-i gabrâya: Nasıl şen, ne civandır! Her sînede bir kalb-i meserret darabanda, Her kalbde bir âlem-i eşvāk nihandır. Raksân oluyor cünbüş-i dûşiyle anâsır, Gûya ki bütün sadr-ı zemin pür-galeyandır. Eşbâhı da cûşân ediyor feyz-i mübîni, Yâ Rab bu nasıl rûh-i avâlim-sereyandır! Bayramda gelir yâda ne hoş hâtıralar ki: Bin ömre verilmez, o kadar kadri girandır. Iydin bana dâim görünür levh-i kerîmi: Mâzî-i tufûliyyetimin yâd-ı besîmi. * * * Birinci gün hava bir parça nâ-müsâiddi; İkinci gün açılıp, sonra pek güzel gitti. Dedim ki: “Fâtih’e çıksam yavaşça, bir yanda Durup o âlemi seyreylesem de meydanda, Ziyâret etsem ehibbâyı sonradan... Hoş olur. Bütün gün evde oturmak ne olsa pek boş olur.” Bu ârzû-yi tenezzüh gelince, artık ben Durur muyum? Ne gezer! Fırladım hemen evden. Gelin de bayramı Fâtih’te seyredin, zîrâ Hayâle, hâtıra sığmaz o herc ü merc-i safâ, Kucakta gezdirilen bir karış çocuklardan Tutun da, tâ dedemiz demlerinden arta kalan, Birer asır yaşamış kad-hamîdegâna kadar Büyük küçük bütün efrâd-ı belde, boy boy var! Adım başında kurulmuş beşik salıncaklar, İçinde darbuka, deflerle zilli şakşaklar. Biraz gidin: Kocaman bir çadır... Önünde bütün, Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek için Nöbetle bekleşiyorlar. Aceb içinde ne var? “Caponya’dan gelen, insan suratlı bir canavar!” Geçin: Sırayla çadırlar. Önünde her birinin Diyor: “Kuzum, girecek varsa, durmasın girsin.” Bağırmadan sesi bitmiş ayaklı bir i’lân. “Alın gözüm, buna derler...” sadâsı her yandan. Alettirikçilerin keyfi pek yolunda hele: Gelen yapışmada bir mutlaka o saplı tele. Terâzilerden adam eksik olmuyor; birisi İnince binmede artık onun da hemşehrisi: “Hak okka çünkü bu kantar... Firenk icâdı gıram Değil! Diremleri dört yüz, hesapta şaşmaz adam.” – Muhallebim ne de kaymak! – Şifâlıdır ma’cûn! Simid mi istedin ağa? – Yokmuş onluğum, dursun. O başta: Kuskunu kopmuş eyerli düldüller, Bu başta: Paldımı düşmüş semerli bülbüller! Baloncular, hacıyatmazcılar, fırıldaklar, Horoz şekerleri, civ civ öten oyuncaklar; Sağında atlıkarınca, solunda tahtırevan; Önünde bir sürü çekçek, tepende çifte kolan. Öbek öbek yere çökmüş kömür çeken develer... Ferâğ-ı bâl ile birden geviş getirmedeler. Koşan, gezen, oturan, türkü söyleyen, çağıran, Davullu zurnalı “dans!” eyleyen, coşup bağıran Bu kâinât-ı sürûrun içinde gezdikçe, Çocukların tarafında bulurdum eğlence. Güzelce süslenerek dest-i nâz-ı mâderle, Birer çiçek gibi nevvâr olan bebeklerle Gelirdi safha-i mevvâc-ı ıyde başka hayât... Bütün sürûr ü şetâretti gördüğüm harekât. [150] Onar parayla biraz sallanırdılar... Derken, Dururdu “Yandı!” sadâsıyle türküler birden. – Ayol, demin daha yanmıştı â! Herif sen de... – Peki kızım, azıcık fazla sallarım ben de. “Deniz dalgasız olmaz, Gönül sevdâsız olmaz, Yâri güzel olanın Başı belâsız olmaz! Haydindi mini mini mâşâ’allah Kavuşuruz inşâ’allah...” Fakat bu levha-i handâna karşı, pek yaşlı Bir ihtiyar kadının koltuğunda, gür kaşlı, Uzunca saçlı güzel bir kız ağlayıp duruyor. Gelen geçen, bu niçin ağlıyor, deyip, soruyor. — Yetim ayol... Bana evlâd belâsıdır bu acı. Çocuk değil mi? “Salıncak!” diyor... – Salıncakçı! Kuzum, biraz bu da binsin... Ne var sevâbına say... Yetim sevindirenin ömrü çok olur... – Hay hay! Hemen o kız da salıncakçının mürüvvetine, Katıldı ağlamayan kızların şetâretine. Mehmed Âkif FÂTİH Hâk-dân gûya ki şems olmuş da etmiş iğtirâb, Mağribî bir renk almış mâtem eylerdi türâb; Böyle bir şebdi nigehbândım dil-i rencîdeme, Zulmet-i şeb rehnümâ-yı kabrin oldu dîdeme, Leyli zannettim görünce zâhirât-ı necm ile, Katre katre hûnun akmış sîne-i müstakbele! Medfen-i târında etmişti senin gûyâ gurûb, 142 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 10 - SAYFA 151 Subh-i mahşer leyl-i müstakbelle hem-âğuş olup. Kabrinin hîçî dolardı hâk-i cûşâ cûşuna, İlticâ etmiş gibi mâzî gidip âgûşuna! Meş’al-i kabrin bu zulmetlerde sûzişkâr idi... Meş’alin ki rûz-ı âfilden kalan envâr idi.. Mülhak olmuşken avâlim füshat-i efkârına, İltihâk ettin şu dehrin hâk-i zulmetdârına! Ümmet-i merhûmeye sıytin hayât-ı müşterek. Bir cihânsın âsumânın burclar olmak gerek. Encüm âlemler ki tenvîr eylemiş fikrin senin. Şems yükseklerdeki fikr-i cihangîrin senin. Şanlı eyyâmın senin –şâyeste bulmam hayrete– Meyl etmişse şu ufk-i zulmet ender zulmete. Bir kader ki zulmet olmuş nûrunun vâbestesi. Yıldırımlar âteşîn ef’âlinin ser-riştesi! Sen gurûb ettin de mutlak sonra oldu rûnümâ Leylde, mağribde, toprakda şu zulmet câ-becâ... Çehre-i âtînin işmi’zâzı gûya bamdâd. Mâteminle eyleyip durdukça öyle imtidâd Serv-i makberden alâmet rûz-i muzlim çehreler.. Seng-i kabre müftekır durmaktadır ma’mûreler. Topların döndükçe saf saf âhenîn volkanlara, Rahş-ı tûfan savletin daldıkça hep ummânlara Bahr-i zehhârın dimâ’-i mevc ender mevc idi. Serv-i sîmînin ise ervâh-i fevcâ fevc idi. Her günün asr-ı serî’ü’s-seyr-i müstakbel... yine Her gecen mâziydi: Almış sîne-i tekrîmine Kehkeşânlardan müzeyyen türbet-i ecdâdını Görmeğe gelmiş idi dârât-ı adl ü dâdını.. Dehrde Mevlâ ki hem manzûrdur hem zî-hafâ, Sen de hem şu kabre girmiş eylemişsin ihtifâ Hem yine zâhir durur kabrinde ulvî hey’etin. Tûr-ı dîger mi nedir kabr-i semâvî hey’etin? Hâkden mi cenneti halk eylemiş perverdigâr? Arşı mı rûy-ı siyehle eylemişdir âşikâr? Gördüğüm bir medfen-i muzlim değildir, mutlaka Mâtemî bir renk almışdır budur mülk-i bekā! Bir cihân-ı nûrdur ey âsumân ebrin bile, Şems-i encüm-kesret olmuş meş’al-i kabrin bile. Bahtını tenvîr için şu hâkdân-ı esfelin Nûr ta’lîk eylemekçün vechine müstakbelin Leyle-i kabrinden eyyâm-ı bekā eyler bürûz! Sen de mâzîsin fakat mazî-i müstakbel-fürûz! Midhat Cemâl
 MESÂLİK-İ İRŞÂD Müsellem-i erbâb-ı ukūldür ki dîn ü mezheb cism-i milletin rûhu mesâbesindedir, ruhsuz cisim pâyidâr olamadığı gibi din ve mezhepsiz bir millet de pâyidâr olamaz. Rûh-ı millet olan dini hıfz u himâye ise ulûhiyet, nübüvvet, me’âd gibi usûl-i dîniyyeyi her sınıfa hâl ü şânına muvâfık berâhîn ve delâ’il ile ta’lîm ve tefhîmden başka bir tarîk ile olmak tasavvur edilemez. Hele bu bâbda cebr ü şiddet ibrâzı aslâ câ’iz olmaz. Çünkü îmân, ef’al-i kalbiyyedendir. Kalbe, vicdâna bir şeyi cebren kabûl ettirmeğe çalışmak o şey hakkında daha ziyâde mûcib-i nefret olmakdan başka bir şeyi müfîd olamaz. Ulûm u fünûnun pek çok müterakkî olduğu ve binâ’enaleyh din ve ulûm arasında âdetâ bir tezâd-ı kâmil vardır, zannolunduğu böyle bir zamanda erkân-ı dîniyye ve hakāyık-ı İslâmiyyemizi delâ’il-i vâzıha ve berâhîn-i kātı’a ile erbâb-ı fünûn ve ashâb-ı ma’ârife karşı isbât etmeğe ve bu sûretle onları din ü milletimize muhabbet ettirmeğe eşedd-i lüzûm vardır. Her müşkilimizi halle, her ihtiyâcımızı def’e kâfi, insâniyet ve beşeriyete te’alluk eden bilcümle fezâ’il ve vezâ’ifi ta’lîme vâfî olan Kur’ân-ı mu’ciz-beyân nev’-i beşerin nasıl ta’lîm ve terbiye edileceği ve dâire-i insâniyyet ü medeniyyete ne yolda irşâd olunacağını beyân ve izâh etmektedir. Ez cümle sûre-i Nahl’in yüz yirmi beşinci; اُدْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَهُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ âyet-i celîlesi beyânı sadedinde bulunduğumuz ta’lîm ve irşâd mesleklerini bir sûret-i mu’cizkârânede beyân eylemektedir ki me’âl-i münîfi, “Resûl-i zîşânım! Meb’ûs olduğun nâsdan her tâ’ifeyi kendi hâl ü şânına muvâfık delâ’il ile irşâd eyle! Havâss-ı ümmeti makālât-ı muhkeme ve berâhîn-i kat’iyye, avâm-ı nâsı dahi mevâ’iz-i nâfi’a ve delâ’il-i mukni’a ile dîn-i hakka ve tarîk-i selâmete da’vet et! Mu’ânidleri de cümlece veya onlarca müsellem ve meşhûr olan mukaddimât ile ilzâm ve onlara kanâ’at verecek mücâdele-i haseneye rıfk u mülâyemetle ihtimâm eyle! Senin üzerine vâcib olan şey bu minvâl üzere halka teblîğ-i ahkâm ve hakāyık-ı İslâmiyyeyi herkese i’lâm olup onlar için husûl-i hidâyet ve bilfi’l matlûba vuslat ise senin vüs’un hâricindedir. Rabbin te’âlâ hazretleri dalâlet üzere kalacak olanlar ile kabûl-i hidayet edecek olanları bilir ve her ikisine de müstehak oldukları mücâzât ve mükâfâtı verir” demektir. Fahreddîn Râzî, Cenâb-ı Hakk’ın şu âyette Resûl-i Ekrem’ine hikmet ve mev’iza-i hasene ve mücâdele-i müstahseneden ibâret olan turuk-ı selâse ile nâsı dîn-i mübîn ve sırât-ı müstakîme da’vet ve irşâd etmesini emr ü fermân buyurmuş olduğunu ve bu turukun bazısı bazısına ma’tûf olmakla yekdiğerinin aynı olmayıp beheri başlı başına bir meslek-i irşâd bulunduğunu zikr ü beyândan sonra tarîk-i irşâdın şu üç kısma inhisârını ber-vech-i âtî isbât edip diyor ki: “Halkı bir mezheb ü i’tikāda da’vet behemehâl bir hüccet ve beyyineye müstenid olmak lâzımdır. Hücceti zikirden maksad ise ya o mezheb ve i’tikādı kulûb-i sâmi’înde yerleştirmek yâhûd mu’ânidîni ifhâm ve ilzâm etmekdir. “Kısm-ı evvel ikiye münkasemdir. Çünkü kulûb-i sâmi’- înde bir mezheb ve i’tikādı yerleşdirmek için serd ü ityân olunan hüccet ya nakīza-i ihtimâlden müberrâ ve mu’arrâ olur veya böyle olmayıp belki zann-ı zâhiri ve iknâ’-ı kâmili ifâde edecek bir hâlde bulunur. Binâ’en-aleyh şu taksîm ile halkı bir mezhep ve i’tikāda da’vet ve irşâd zamanında serd edilecek hüccetlerin ber vech-i âtî aksâm-ı selâseye inhisârı zâhir oluyor. CİLD 1 – ADED 10 - SAYFA 152 SIRÂTIMÜSTAKĪM 143 “1. Akā’id-i yakîniyyeyi ifâde eden hüccet-i kat’iyyedir ki eşref-i derecât ve a’lâ-yı makāmat olup hikmet tesmiye olunmuş ve 1 celîlesiyle i-âyet) وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيراً ) hem kendi hem de muttasıfı mazhar-ı tavsîf-i rabbânî ve nâ’il-i tebcîl-i sübhânî olmuşdur. “2. Emârât-ı zanniyye ve delâ’il-i iknâiyyedir ki mev’iza-i haseneden ibâretdir. “3. Kendisini zikirden maksad ilzâm-ı hasm olan delâ’ildir ki o da cedeldir. Cedel iki kısımdır. Birisi cümlece veya yalnız hasımca müsellem ve meşhûr olan mukaddemât-ı makbûleden, diğeri de hiç bir kimsece müsellem ve meşhûr olmayan mukaddemât-ı bâtıla ve fâsideden mürekkeb olan delîldir. Cedelin bu ikinci kısmından maksad ise nazar-ı sâmi’înde bir takım hiyel-i bâtıla ve turuk-ı fâside ile tervîc-i merâmdır. Bunun için ehl-i fazlın bu kısm-ı evvel ile istidlâli lâyıkdır ki 2 Efendimiz Ekrem i-Resûl kavliyle) وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ ) hazretlerinin mu’ânidler ile mükâlemesine me’mûr olduğu cedelden maksad dahi bu kısm-ı evveldir. İmdi şu beyânımızla, makām-ı da’vet ve hâl-i irşadda serd ü ityân edilecek hucec ve delâ’ilin bu âyette zikr olunan aksâm-ı selâseye inhisârı kat’iyyen sâbit oluyor.” Hazret-i İmâm şu mukaddimâta binâ’en şu netâyici dahi ityânla diyor ki: “Nâs, üç tâ’ifedir. Birincisi ma’ârif-i hakīkiyye ve ulûm-ı nâfi’ayı tâlib olan kâmillerdir ki hîn-i da’vette bunlarla mükâleme ancak hikmet yani delâ’il-i kat’iyye ile mümkün olabilir. “İkincisi tabî’at ve hilkatlerinde sofistâ’îlik haslet-i kabîhası gâlib olan nâkıslardır ki zamân-ı irşâdda onlar ile mükâleme de ancak ifhâm u ilzâmı ifâde eden mücâdele ile husûl-pezîr olur. “Üçüncüsü şu iki taraf arasında vâsıta olup delâ’il-i yakîniyye ve ma’ârif-i hikemiyyeyi fehm ü iz’ân isti’dâdından mahrûm bulunan ve fakat hilkat-i asliyye ve selâmet-i fıtriyyeleri üzere bâkî kalan ve bu cihetle ne kemâlde hükemâ-yı muhakkikîn mertebesine terakkî, ne de noksan ve rezâlette mu’ânidîn derekesine tedennî etmiş olan kimselerdir ki hâl-i da’vetde bunlar ile mükâleme dahi ancak mev’iza-i hasene ile kābil olabilir.” Fahreddîn Râzî hazretleri mesâlik-i irşâdı ber-minvâl-i sâbık beyân u izâhı müte’âkib tercüme ettiğimiz vechile şu âyet-i kerîmenin me’ânî-i [152] münîfesini ve mutazammın olduğu bazı letâif-i şerîfesini de beyân ettikden sonra bu bâbda kendisince muhtâr u müreccah olan vech-i tefsîri dahi ber-vech-i âtî beyân edip diyor ki: “Cevâhir-i nüfûs-ı beşeriyye bi’l-mâhiye muhtelif olup kimisi âlem-i cismâniyyete kalîlü’t-te’alluk ve âlem-i rûhâniyyete kesîrü’l-incizâb olan nüfûs-ı muzîe-i sâfiyye; kimisi de âlem-i cismaniyyete kaviyyü’t-te’alluk ve âlem-i rûhâniyete adîmü’l-iltifât olan nüfûs-ı muzlime-i câhiledir. Bu isti’- dâdât cevâhir-i nüfûsun levâzımından olmakla onlardan infikâk u zevâli mümteni’dir. Bunun için Hak celle ve alâ hazretleri Habîb-i Ekrem’ine “Sen ancak da’vetle iştigâl et, her- 1 Bakara, 2/269. 2 Nahl, 16/125. kes için husûl-i hidâyete tama’ etme. Zîrâ Rabbin te’âlâ ve tekaddes hazretleri nüfûs-i muzlime-i câhilenin dalâletde kalacağını ve nüfûs-i meşrika-ı sâfiyyenin de nûr-ı hidâyetle tenevvür ve işrâk eyleyeceğini biliyor” buyurmuştur. Nasıl ki her nefis için bir fıtrat-ı mahsûsa ve bir mâhiyet-i muhtassa olduğuna 3 i-kavl) فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لاَ تَبْدِيلَ لِخَلْقِ الله) şerîfi dahi şehâdet etmektedir. Fahreddîn Râzî hazretlerinin yukarıdan beri nakl ü tercüme eylediğimiz tavzîh-i muhakkıkāne ve tefsîr-i hakîmânesinden anlaşılıyor ki nâs, “havâs”, “avâm”, “mu’ânidîn” tâ’ifelerinden olmak üzere üç kısma münkasim olup dîn-i hak ve tarîk-i selâmete bunları irşâd makāmında kendilerine karşı serdi lâzım gelen edillenin bittabi’ başka başka olması icâb edeceğinden 4 celîlesiyle i-âyet ) اُدْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ الخ ) Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri her sınıfın kendi hâline münâsib berâhîn ve delâil sevk ile teblîğ-i ahkâm ve irşâd-ı en’âma me’mûr olmuşdur. Tavâ’if-i selâsenin ahvâline ri’âyetle tebliğ-i ahkâm ve irşâd-ı enâm her asırda mevcûd olan ulûm ve fünûnun tahsîline mütevakkıf olduğu için bizim dahi şu asırdaki fünûn-ı mevcûdeyi tahsîl etmemiz elbet lâzımdır. Zîrâ zamanımızda tâ’ife-i âliye ulûm-ı tabî’iyye ile meşgûl olup hattâ bir takım ameliyât ile kavânîn-i tabî’iyyenin ne sûretle ibrâz-ı âsâr ettiğini gördüklerinden bütün kâ’inâtın ve kâffe-i masnû’âtın ihdâsını bir madde ile o maddenin kuvvetine isnâda kadar varıyorlar. Öyle ise o fenleri tahsîl etmeli ki onların şüpheleri neden ibâret olduğu ber-tafsîl bilinsin de ona göre burhân ikāmesiyle kendileri düştükleri girdâb-ı dalâlden tahlîs edile bilsin. Zîrâ bir maraz teşhîs olunmadıkça tedâvîsi gayr-i kābildir. Mûsâ Kâzım SADR-I İSLÂM’A BİR NAZAR Nûr-ı nevvâr-ı İslâmiyet Cezîretü’l-Arab’da zuhûr ediyor, derhal âfâk-ı diyâr-ı Arabı münevver kılıyor, dağınık bedevîleri livâ-yı sa’âdet-ihtivâ-yı İslâm sâyesinde birleştiriyor. Ulüvv-i fıtrat ile mümtâz olan kavm-i Arab i’lâ-yı kelimetullâh için Arabistan çöllerinden çıkıyorlar. Müddet-i kalîle zarfında dünyanın en büyük ve en mütemeddin devletleri olan Kayâsire ve Ekâsireyi satvet-i hâkimânelerine fermân fermâ-yı itâ’at ediyorlar. On bu kadar sene zarfında o kavm-i necîb bilâd-ı Rûm ve Fürs’ü zabt ediyorlar. Evvel ve âhir mevcûd olan devletlerin hiç birinin nâ’il olamadığı fütûhâta yarım asır zarfında nâ’il oluyorlar, bir asırdan az bir müddet zarfında âlemde husûle getirdikleri inkılâbı en kavî hükûmetler, en mütemeddin devletler birkaç asırda bile hâsıl edemiyorlar, kable’l-İslâm Rum ve Fürs’e fevkâlâde ta’- zîm ederler ve onlardan pek ziyâde korkarlar ve memleketlerinin azametine hayrân olurlar iken ne oluyor ki bir fırka-i kalîle yalnız ok, kılıç, arpa, darı, adî bir kisve, deve, at ile iki devlet-i mu’azzamaya birden meydân okuyorlar, hücûma 3 Rûm 30/30. 4 İsrâ, 16/125. 144 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 10 - SAYFA 153 cür’et ediyorlar, onları hiçe sayıyorlar.. Ne oluyor ki akvâm-ı Fürs’ü ta’kîb için ellerinde birer kargı, altlarında birer at olduğu halde koca bir nehri yüzerek geçiyorlar.. Ne oluyor ki aslâ zahîr ve nâsırları bulunmayan bir memlekete hücûm ediyorlar. Hâlbuki o beldede mühimmât, daha ziyâde bulunuyor.. Ne oluyor ki dâima memleketlerinin hâricinde harb ettikleri halde yine hasma göz açtırmıyorlar. Ne oluyor ki paraları, kaleleleri olmadığı halde paraları, kaleleleri çok olan hasma galebe ediyorlar.. Ne oluyor ki şehâdeti hayâta tercîh ediyorlar.. Bu hâl kable’l-İslâm neye hâsıl olmuyor idi? Bu Arablar yine o Arablar’dan değil mi? Evet Rûm ve Fürs’den korkan bâdiye-nişîn Arablar ba’de’l-İslâm tamamıyla başka bir âleme girdiler. Hazîz-i cehlden evc-i irfâna ve dereke-i sâfile-i bedeviyyetten derece-i âliye-i medeniyyete su’ûd ettiler, kabâil-i müteşettite iken ümmet-i vâhide oldular, bir maksada hâdim, bir kānûn-ı ilâhîye tâbi’ oldular. Yek diğerlerinin düşmanı iken bir nefsin müte’addid a’zâsı hükmünde oldular. Kitabsız, kānunsuz bir kavim iken bütün ümmetin sa’âdetini ve hayât-ı medeniyyenin kemâlini ve insâniyetin her türlü te’mîn-i menâfi’ini zâmin olan bir kānûn-ı mü’eyyed-i ilâhîye, bir câmiu’l-hakâyık olan furkān-ı rabbânîye nâ’il oldular. Bu hâl bir hârika değil midir? Tâkat-ı beşeriyye fevkinde bir inkılâb değil midir? Bu işin içinde ulvî bir yed-i ma’nevî yok mudur? İşte bade’l-İslâm Arablar’da derhal ittihâd u nusret ve sıdk-ı da’vete i’tikâd hâsıl oldu. Artık pek büyük tanıdıkları devletleri pek küçük görmeğe başladılar, hücûmdan korkmadılar. Nusreti muhakkak bildiler. İslâmiyet akd-i ittihâdın vâsıta-i yegânesidir. Hulefâ ve ümerâ-yı İslâmiyye bütün hutbelerinde ittihâdı tavsiye ederler ve tefrîka ve teşettütün mazarratlarını yegân yegân ta’- dâd eylerler idi. Her gün beş def’a edâ-yı salât için câmi’-i şerîfde bulunmak dâima ittihâdı der-hâtır eder, metîn kılar. Hicretin ilk senelerinde muhâcirîn ile ensâr arasında akd olan mu’âhât ve müslimîn ile Yahûd arasında akd olunan muvâda’a ittihâdın ehemmiyetini gösterir. Bu mu’âhât ve muvâda’a husûsları târîh-i medeniyyetde pek mühimdir. Hükûmet-i İslâmiyye’nin esâs-ı evvelidir. İslâmiyet nusrete ve sıdk-ı da’vete i’tikādı te’mîn eder. Her müslim i’lâ-yı kelimetullâh için cihâd eder, dünyayı din uğurunda [153] feth eder. Ölürse şehîd olur, yevm-i âhirette ecr-i azîme nâil olur. Neşr-i İslâm’ı, da’veti kendince bir vazîfe bilir. Nusreti ancak Allah’dan bekler. Bu ittihâd ve i’tikāda neş’e-i muzafferiyet ve ganîmet munzam olursa artık böyle mu’tekid olan bir müslime karşı ne mukāvemet eder? Bu ittihâd ve i’tikād ile beraber ma’îşette sâde idiler, açlıktan ve susuzluktan pervâ etmezler idi. Esnâ-yı harbde yükleri pek hafif idi, kazâ-i Bârî’ye râzı olurlar idi. Mukadderât-ı ilâhiyyeye karşı gerdendâde-i itâ’at idiler, ok atma, ata binmede pek ziyâde mâhir idiler, esnâ-yı harbde sabr u metânet gösterirler idi, bedenleri kavî idi, hazm, şecâ’at ve siyâset erbâbı çok idi. Ebûbekir es-Sıddîk ve Ömerü’l-Fârûk gibi ehl-i hazm ve sıdk-ı azîmet, Ali bin Ebî Tâlib, Sa’d bin Ebî Vakkas, Ebi Ubeyde bin Cerrâh ve Halid bin Velîd gibi ricâl-i harb ve şecâ’at ve Mugîre bin Şu’be, Amr ibnü’l-Âs, Muâviye bin Ebiî Süfyân ve Ziyâd bin Semîne gibi ehl-i dehâ ve siyâset mevcûd idi, hatt-ı ric’atlerini dâima te’mîn ederler idi. Arkalarını sahrâya verirler idi. Irak, Şam ve Mısır ahâlîsi me’mûrlarının zulm ü istibdâdlarından müştekî olduklarından onlara evâmir-i şer’iyyeye imtisâlen adl ü rıfk ve zühd ile mu’âmele olunur idi. Ba’de’l-feth ahâlî-i asliyyenin dinlerine, mu’âmelelerine, hattâ ahkâm-ı medeniyye ve kâzâ’iyyelerine bile aslâ ta’arruz vâki’ olmaz idi. Yalnız cizye ile iktifâ olunur idi. Cizye, bedel-i himâye idi. Cizye ile beraber onların huzû’u şart kılınmış idi. Müslümanların istîlâsı ahâliye ağır gelmez idi. Verdikleri cizye Rum ve Fars devletlerine verilen vergiden daha az idi. Zulm u hakāret yerine adl u rıfk ve mülâyemet görürler idi. Hülâsa Sadr-ı İslâm’da i’tikād, ittihâd, dirâyet, şecâ’at, metânet, yükde hiffet, bedende kuvvet, ma’îşette sâdelik, mu’âmelede mülâyemet ve adâlet ile emsâli meşhûd olmayan fütûhât-ı celîleye mazhar oldular. 27 Ramazan 1324 Dârülmu’allimîn Müdürü Hakkı İLM-İ TÂRÎH, SIDK-I NÜBÜVVET-İ MUHAMMEDİYYEYİ CENÂB-I PEYGAMBER’İN SÛRET-İ NEŞ’ET VE ZUHÛRUYLA İSBÂT EDER Şu makālemizde zamân-ı bi’set-i Muhammediyye’de akvâm-ı âlemin hâl-i târîhîsini bilcümle tafsîlâtıyla tasvîr ederek basîta-i meskûnu serâser telvîs eden seyyi’âtı ortadan kaldırıp insâniyete yakışır, insanları hazîz-i mezelletten evc-i rif’ate çıkarır, ıslâh-ı âlem etmek meziyetini hâiz bir dîn-i mübîn-i semâvîyye ne derece muhtâc olduklarından bahs edecek değiliz. Bahsimizin bu kadar tafsîlâtı istî’âb edecek vüs’ati yokdur. Biz yalnız o devirde gelen müverrihînin bi’littifâk taht-ı tasdîkinde olup isbâtı sadedinde olduğumuz maksad-ı âlîyi tenvîre sâlih îzâhât-ı muhtasara ile iktifâ edeceğiz. Zuhûr-ı İslâm’ın bidâyetinde âlem-i medeniyyette fermân-revâ olan hükûmetler Roma İmparatorluğuyla İran’daki hükûmet-i Sâsâniyye idi. Bunlar Arabistan kıt’asını sağından solundan ihâta edip en mühim yerleri üzerinde bir hakk-ı hâkimiyyet ve metbû’iyetleri vardı. Bu iki devletin biri hâkime-i garb, diğeri hâkime-i şark olup rûy-ı zemîni bir türlü paylaşamadıklarından dâima yekdiğeri üzerine ihrâz-ı galebe ve tefevvükle uğraşır ve bu uğurda her iki taraftan bir çok kanlar dökülür, bir çok mallar telef olur, bir çok hânümânlar sönerdi. Yekdiğerini düşman ve beynlerinde biri Mesîhî diğeri Mecûsî olmak gibi bir tehâlüf mevcûd olmakla beraber yine hakīkatte şark ile garb hemhâl ve hem-‘ayâr idi. Her iki tarafta da isrâf ve sefâhet ve bunlardan mütevellid âdât-ı kabîha derece-i kusvâ-yı rezâlete çıkarak fıtrat-ı selîmeyi iğrendirecek seyyi’ât hoş görülürdü. Her iki tarafta da rü’esâ-yı dîn halkı iğfâl ile mallarını gasb etmek ve şahıslarını hevesât-ı nefsâniyyeleri uğurunda istihdâm eylemek için dîni gâyet mü’essir bir âlet ve âdetâ bir dâmgâh-ı dalâlet ittihâz ederek avâm-ı nâsı mertebe-i hayvâniyyete kadar tenzîl etmişlerdi. Bir derecede ki halk kendi mâhiyet-i ulviyyelerini, sebeb-i hilkatlerini, bu âlemdeki vazîfe ve hizmetlerini taharrîye, te’allüme bile lüzûm görmeyerek kendilerini rü’esâ-yı din ve tabakât-ı ilmiyye ricâlinin hevesât-ı CİLD 1 – ADED 10 - SAYFA 154 SIRÂTIMÜSTAKĪM 145 nefsâniyye ve şehvâniyyesine hizmet için yaratılmış kıyas ve i’tikâdında bulunurlardı. Böyle bir i’tikād-ı bâtıla kapılarak teskîn-i hevesât-ı nefsâniyyelerine yarayan bir hiss-i dindârâne ile nüfûz ve tasallutlarının gâlib ve pâyidâr olmasına hizmet eden bu cemm-i gafîr cühelânın elbette günün birinde akıllarına danışıp kendilerine ilkā olunan efkâr-ı dîniyyenin butlânına kā’il olacakları, din nâmına gerden-i inkiyâdlarına atılan ribkā-i mezelleti silkip atacakları, hakkın bâtıla, aklın vehme, basîretin amâya galebe edeceği rü’esâ-yı merkūmenin hâtırına geldikçe sermâye-i menâfi’i ellerinden alacak olan bu sâ’ati te’hîr için ebsâr-ı basîrete karşı evhâm ve dalâletten mürekkeb sehâib-i muzlime îcâdına, akıllara karşı ebâtîl ve hurâfâtdan mensûc perdeler germeye çalışırlar idi. Nûr-ı fıtratı bu karanlıkların içinde boğmak isterlerdi. Aklı aduvv-i din ü hakīkat, mahsûl-i aklî olan fikr ü nazarı – Kitâb-ı Mukaddes’i tefsîre te’alluk etmedikçe– en büyük cinâyet gibi gösterirlerdi. Kitâb-ı Mukaddes’in hak tefsîri ise tağyîr ve tahrîfi kendilerine san’at ve âlet-i cerr-i menfa’at ittihâz eden rü’esâ-yı dînin inhisârında olup onu okumaya bile me’zûn olmayan avâm-ı nâs ve tefsîrâtı ne kadar bî-ma’- nâ ve vicdânı iknâ meziyyetinden mu’arrâ olursa olsun kabûl ve tasdîke mecbûr tutulurdu. O zaman âlem-i medeniyyeti işgâl eden akvâmın derece-i ma’rifeti, tarz-ı idâresi işte böyle idi. Bu hâl devam ede ede artık hakâ’ik-i hikmet-i sâlifeden, bekā-yı şerî’at-ı hakīkiyyeden zihinlerde pek az birşey kalmışdı. Usûl ü füru’-i i’tikâd hakkında o kadar şüpheler, o kadar hatâlar kökleşti ki akl-ı beşer doğruyu yanlışdan tefrîk edemez, vicdân-ı beşer kendine karargâh-ı istirâhat olacak bir penâh bulamaz oldu. Ehemmiyeti o basît akıllarca da münker olmayan bu hâl-i elîmin sebeb-i yegânesi din ve daha doğrusu dinsizlik olduğu anlaşılıyordu. Fikirler tereddüdden kurtulmak için [154] velev yanlış olsun –kendilerine irâ’e-i tarîk edecek bir delîle muhtâc olduğunu hissediyordu. Bu şaşkınlıktan istifâde yolunu arayan uzemâ-yı dînin bir takımı fırsat-şikârâne bir mel’anetle yeni yeni dinler ihdâs etmeye, ibâhiyye, dehriyye gibi harâb-ı âlemi müntec mezâhibi telkîn ve tervîc eylemeğe başlamışlardı. Âlem-i bedâvette, yaşayan, nisbeten mütemeddin sayılmayan Cezîretü’l-Arab ahalîsine gelince bunlar bir asıldan münşe’ab, bir nesilden müteferri’ oldukları halde sâ’ika-i cehâletle yekdiğerine hasm-ı cân olmuş kabâ’il-i muhtelifeye inkısâm etmişlerdi. Cümlesi hissiyât-ı nefsâniyyeye, hevesât-ı behîmiyyeye mağlûb idi. Her kabîlenin en büyük medâr-ı fahr ü mübâhâtı ekārib ü hîşânından olan diğer kabîle ile cenk etmek, kanını dökmek, kadınlarını seby etmek, mallarını selb etmekten başka birşey değil idi. Hükûmet yok, şerî’at yok, ihkāk-ı hak için kuvvetden daha sâlim bir kānūn-ı ma’delet mefkūd. Akvâm-ı sâ’irenin kâffesine tekaddüm eden zekâ-yı fıtrî-i hârikulâdeleriyle beraber ilim ü ma’rifet, dîn ü şerî’at nâmına birşey bilmezlerdi. İçlerinden kitabî veya muvahhid-i hakīkī olanlar yüz binde bir derecesinde ekall-i kalîl idi. Velev gâyet âdî olsun okuma yazma bilenlerin mikdârı beş on kişiyi tecâvüz etmiyordu. Fesâd-ı i’tikâd husûsunda putperestliğin o kadar şenî’ bir derkesinde idiler ki, dekā’ik-i san’ata büsbütün bîgâne olan o kaba elleriyle yapıp taptıkları ma’bûdlar meyânında helvâdan da sanem yaptıkları, bu sûret-i helvâyîyi îfâ-yı te’abbüdden sonra karınları acıkınca tatlı niyetine yedikleri olurdu. Fesâd-ı ahlâkları ise fesâd-ı i’tikādlarından geri kalmazdı. İleride âr-ı rezîletlerinden veyâhûd bâr-ı ma’îşetlerinden kurtulmak için kızlarını hengâm-ı tufûliyetlerinde diri diri gömmek merdâne bir hareket sayılırdı. Bir taraftan da fuhşiyât şîme-i iffete hiç bir kadr ü kıymet bırakmayacak derecede çoğalmışdı. Herkes hevâ ve hevâsı peşinde koşar, hiss ü zevkinden başka bir mi’yâr-ı fazîlet bilinmezdi. Sehâ ve ahde vefâ, mihmanperverlik gibi o kavmin mahsûsâtından olan bazı fezâ’ile gelince bunlar âbâ ve ecdâddan mevrûs bir takım mehâsin-i kavmiyyeden iken yine tekâsür ve tefâhür gibi mekāsıd-ı redî’e ve deniyyeye vesîle ve âlet ittihaz edildikleri için vaz’-ı aslîlerindeki hüsn-i dilâşûbu muhâfaza edemeyerek ahlâk-ı mezmûme-i câhiliyye derekesine tenezzül ediyordu. Gerek mehd-i İslâmiyet’deki ve gerek etrâfındaki akvâm-ı âlemin kâffesinde –bâlâda tasvîr edildiği vechile- revâbıt-ı ictimâ’iyye gevşemiş, nizâm ü intizâmdan eser kalmamış iken dîn-i mübîn-i İslâm’ın olanca ulviyyetiyle olanca revnak-ı harûd-sûzuyle nûr-efşân-ı tecellî olması halka kendilerinden eşfak bir Rabb-i rahîmin lûtf-ı azîm-i cihân-perverî, ilhâm-ı mu’ciz-i hakīkat-küsteri değildir de nedir? Akīdesinde, emrinde, nehyinde, va’dinde, va’îdinde, tebşîrinde, inzârında, ahbârında, hâsılı her şeyde sâdık ve mükemmel olan böyle bir dîn, mahkûm-ı acz olan beşerin muhteri’âtından, bir insanın tasnî’âtından olabilir mi? İnsâf edelim. Kim bilir kaç yüz asırlık telâhuk-ı efkâr mahsûlâtını, netâ’icini birden ortaya saçan, hükemâ-yı kadîme ve cedîdenin zübde-i ma’lûmâtını zâtlarında cem’ eden bu yirminci asır feylesofları neden –eslâfın bunca tecâribine vâkıf oldukları, ıslâh-ı âleme bu kadar özendikleri halde- mensûb oldukları akvâmın seyyi’ât-ı ictimâ’iyyelerine fi’lî ve amelî bir çâre-i mü’essir bulup tatbîk edemiyorlar? Hâlbuki şerî’at-i İslâmiyye yalnız kavm-i Arabı değil, bütün âlemi ıslâh etmek da’vâsıyla ortaya çıkıp bu da’vâsını alâ ru’ûsi’l-işhâd isbât etti, hâlâ da ediyor. Ulûm-ı sahîha bu da’vâsında ilâ yevmi’l-kıyâm sâdık olacağını da gösteriyor. Bir kere düşünelim, imdâd-ı ilâhî, ilhâm-ı rahmânî olmasa mümkün müdür ki zulümât-ı cehl ü işrâk içinden hurşîd-i tevhîd ve irfân doğsun da o zulmetleri nûra kalb etsin? Mümkün müdür ki çirkâbe-i cihân âlâ-yı seyyi’ât içinden zülâl-ı hasenât nebe’ân etsin de tathîrine muvaffak olsun? Feyz-i te’dîb-i rabbanî olmasa kābil midir ki edeb ve terbiye nâmına birşey bilmeyecek derecede deşt-peymâ-yı bedâvet olan bir kavm bir rub’ asırdan az bir zaman içinde sath-ı gazâda fezâ’ilde, me’âlîde, nizâm-ı ictimâ’îde kendisiyle hem ayar olacak mütemeddin bir kavim bulamasın? Bütün âlem diyânetçe, ilm ü ma’rifetçe, medeniyetçe, siyâsetçe hâl-i tedennîde iken bir asır içinde nev’-i beşere mürebbî-i a’zam ve müceddid-i nizâm-ı benî âdem kesilsin? Bir mahşer-i ukûl ü kulûba dönmüş olan âlem-i insâniyyete nefh-i sûr-i adl ü hakīkat ederek aslâ fenâ bulmayacak cihân cihân oldukça pâyidâr ve nemâdâr olacak cerâsîm-i hayât-ı cavidânîyi hars ü isbât eylesin? Dinimizin dîn-i semâvî, şer’imizin şer’-i ilâhî olduğunu nev’-i beşerin fâtiha-i sa’âdet ve ikbâli demek olan nuzûl-i Kur’ân-ı azîmüşşânın şeb-i yeldâ-yı fetret ü şekāvete subh-ı 146 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 10 - SAYFA 155 sâdık gibi hâtime çektiğini anlamak için yalnız bu hakīkat-i târîhiyyeye nazar-ı im’ân ve ibretle bakmak kâfîdir. Lâkin müdde’âmızı daha ziyâde tenvîr için Fahr-i Kâ’inât ve eşref-i mevcudât sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin sûret-i zuhûr ve neş’et-i risâlet-penâhîlerini de velev muhtasaran olsun tetebbu’ edelim.
HUTBELERE DÂİR Ba’de’l-Bi’set Hutbe Dîn-i mübîn-i İslâm zuhûr edince hutbeler daha ziyâde kesb-i ehemmiyyet etdi. Şerî’at-i garrâ-yı Muhamediyye, hutbelere, âdet, esbâb, müfâhere, müeddâ sayılan, şânı lâyıkı vecihle tanınmayan hutbelere öyle bir mevki’ ta’yîn etdi ki o mevki’e hiçbir vakit gelememişlerdi... Zâten dîn-i İslâm, min tarafi’llâh bütün kâ’inâtın mevki’lerini irâ’e, haklarını ta’yîn, vazîfelerini ta’dîl için vaz’ olunmuşdu. İşte bunun için Fahr-i Kâ’inât Efendimiz de 1 rahmetden bu de hutbeler İşte... olmuşdu mazhar tâbınahi) وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ) müstefîd oldu. Hakları, vazîfeleri, mevki’leri te’ayyün etdi; [155] İslâmiyet hutbelere pek parlak bir yer gösterdi. Hemen ibâdetler sırasına geçdi; hutbeler Cum’a’larda farz oldu; nikâh akidlerinde, mutlakâ ictimâ’larda sünnet oldu. Ba’demâ hatîb hutbesini tefâhür için değil, bir maksad-ı mukaddesi tervîc, bir vazîfe-i mu’ayyeneyi îfâ niyet-i hayriyyesine mebnî ibâdet olarak okur oldu. Ba’demâ hatîb hutbesiyle nefsine mahsûs küçük bir şân ü şeref kazanmak için değil, belki bütün âlem-i insâniyyetin hakīkī olan şân ve şereflerini i’lâ için çalışır oldu. Ba’demâ bir İslâm hatîbi hutbesinde ibrâz ettiği fesâhat ve belâğat mukābilinde âferînler, tahsînler ile kalmıyor idi. Sermedî sevâblara erişir oldu. A’sâr-ı câhiliyyede herkes hutbe söylemek ve fesâhat ü belâğat ibrâz etmek husûsunda büyük bir tehâlük gösteriyordu. O zamânlar bir cem’iyete çıkıp kısa bir nutuk îrâdı büyük bir fazîlet sayılıyordu. Herkes de buna karşı bir hiss ü meyl vardı. O insanlar bilmiyorlardı, ki Cenâb-ı Allah onları dîn-i mübîn-i İslâm’a a’dâd buyuruyordu. Onlar kendileri dahî bilmediği hâlde şerî’at-i garrâ-yı Muhammediyye’nin mübeşşiri olarak yetişiyorlardı. İşte o hiss ü meyli ta’kīb ederek hutbe ilkāsına alışanlar, bi’set-i nebeviyyeden sonra dîn-i mübîn-i İslâm’a büyük hizmetler ibrâz etdiler. Gazavât-ı nebeviyye, futûhât-ı İslâmiyye târîhini mütâla’a edenlere asr-ı evvel ve asr-ı sânîde hutbelerin ilkā ettiği te’sîrât ile vücûda gelmiş vukû’ât-ı siyâsiyye hafî değildir. Asâkir-i İslâmiyyeyi aktâr-ı âleme sevk eden, o dilâverleri, o mücâhidleri, göklere yanaşmış dağların, sâhili yok deryâların verâsına îsâl eden, dîni i’lâ, vatanı himâye yolunda o saf kalbli İslâm yiğitlerine en zor şeyleri kolay eden şey, hutbelerin te’sîriyle kalblerde, gönüllerde cûş etmiş şecâ’at, besâlet olmuşdur. Hutbeler, o hutbeler evâ’il-i İslâm’da pek büyük, pek âlî efkârın neşrinde en te’sîrli, en nüfûzlu vesâ’itden sayılırdı. Hem de bi’l-fi’l büyük te’sîrleri de görülmüşdür. Az bir zaman zarfında dîn-i mübîn-i İslâm’ın Cezîretü’l-Arab’a intişâr 1 Enbiyâ, 21/1/7. etmesinde hutbelerin dahl-i küllîsi olmuşdur. Evet dîn-i mübîn-i İslâm pek ma’kūl, pek basît ve sâf bir tarzda zâhir oldu. Ma’azâlik bunu ahâlîye tefhîm etmek lâzımdı. İşte bu vazîfeyi hutebâ hutbeleriyle îfâ ederlerdi. O hatîbler, o büyük müslümanlar hutbeleriyle ehl-i îmânı i’lâ-yı kelimetullâh yolunda gayrete, millet, vatan uğrunda himmete, hukūku himâye ve ahkâm-ı şer’iyyeyi muhâfaza emrinde hamiyyet ve ictihâda da’vet ederlerdi.... Hutbelerin Hikmet-i Meşrû’iyyeti Dîn-i mübîn-i İslâm’ın bütün ibâdât ve umûm ahkâm-ı şer’iyyesinde cemî’ akvâm ve ümemin, bilhassa ehl-i İslâm’ın menâfi’ ve mesâlih-i müşterekesi mündemicdir. Hiç bir hükm-i şer’î yokdur ki kendisinde müslim ve gayr-i müslim ibâdın maslahatı düşünülmesin, hiç bir ibâdet yokdur ki kendisinde ibâd için bir fayda melhûz olmasın. Cenâb-ı Allah insanları Cum’a namazının in’ikādına şart olmak üzere hutbe ile teklîf ediyor. Hutbe, büyük bir zikir ve tâ’atdir, ibâdetdir. Acaba ne hikmete mebnîdir ki Cenâb-ı Allah, Cum’a namazının in’ikādı için hutbeyi şart ediyor? Ne maslahat ve menfa’ate mebnîdir ki hutbe zikir ve ibâdet oluyor?.. İşte şüphesiz hutbenin de sâir ibâdetlerde vesâir me’- mûrun-bihlerde olduğu gibi bir hikmet ü maslahatı mutazammın olması zarûrîdir. Binâ’en-aleyh bu hikmet ve maslahatı ta’yîn etmeliyiz, neden ibâret olduğunu bilmeliyiz. Bu hikmeti, bu maslahatı, hutbeden ne gibi maksadlar ta’kîb edildiğini taharrî edelim. Şüphesizdir ki, ilkā-yı hutbeden maksad, meşrû’iyetinde hikmet: “Cenâb-ı Allah’a hamd ü senâ, zât-ı pak-i Hudâ’ya vahdâniyet Hazret-i Resûl’e risâlet ile şehâdet, ibâdı tezkîr ü tahzîr, kavâ’id-i İslâmiyye, umûr-ı mühimmeyi ta’lîm ü tebliğ” gibi şeylerden ibârettir. Zîrâ Risâletpenâh Efendimiz’in, Hulefâ-yı Râşidîn hazerâtının hutbeleri işbu mevâdd-ı mesrûdeyi hâvî bulunuyordu. Kütüb-i ehâdîs ve siyerde huteb-i nebeviyye ve huteb-i me’sûre tamamen zabt edilmişdir. Mürâca’at olunduğunda huteb-i nebeviyyenin ne gibi maksadları ilkā için îrâd buyurulduğu meydâna çıkar; müdde’â de sâbit olur. Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretlerinin hutbe kırâ’et ettikleri esnâda bizzât zât-ı nebevîlerinin ve ashâb-ı güzîn hazerâtının izhâr-ı te’essür buyurmaları ve bükâları, taraf-ı nebevîden îrâd buyurulan hutbelerin va’z u nasîhati, tezkîr ü inzârı hâvî olduğuna delâlet ediyor, değil mi? Şimdiki zamanımızda olduğu misillü Fahr-i Kâ’inât Efendimizin hutbe ilkā ederken vaziyet-i mahsûsa alarak gûya askere kumanda eder gibi yüksek ses ile ifâde “Eyyühennas” “Yâ eyyühellezîne âmenû” gibi huzzâra karşı hitâb, onları sükûta ve istimâ’a da’vet buyurmaları, zât-ı nebevî tarafından huteb-i âlîlerinde bir maksad ta’kîb ve mühim bir şey ilkā ve teblîğ buyurduklarına pek vâzıh, pek açık bir sûretde şehâdet ediyor... O huteb-i âliyye, bâ-husûs Haccetü’l-Vedâ’da îrâd buyurulmuş hutbeler ne âlî fikirleri, ne büyük ta’lîmât-ı İslâmiyye ve tebligât mühimmeyi muhtevîdir.. Asr-ı risâletde Fahr-i Kâ’inât Efendimiz’in, zamân-ı hilâfetde Hulefâ-yı Raşidîn hazerâtının hutbeleri, hep o vakit- CİLD 1 – ADED 10 - SAYFA 156 SIRÂTIMÜSTAKĪM 147 lerde, o zamanlarda tehaddüs eden vukū’ât-ı mühimme hakkında ta’lîmât-ı nebeviyye ve evâmir-i irşâdiyyeyi tazammun etmekde idi. Kütüb-i ehâdîs ve siyeri mütâla’a ederek Hazret-i Peygamber’in ve Hulefâ-yı Râşidîn hazerâtının hutbelerini okuyup fehm ü idrâk eden, Nehcü’l-Belâğa gibi Ali kerremallahu vechehû hazretlerinin hutebini hâvî kitablardan istifâde eden zât elbet, elbet bu sözleri tasdîk eder... Hutbeler dîn-i mübîn-i İslâm’da hem zikir, hem nasîhat, hem ders-i ibretdir. Esmâ-yı ilâhiyye ve sıfât-ı sübhâniyyeyi okumak, yâd etmek, Cenâb-ı te’âlâyı tahattura ve onu ta’- zîm ve tebcîle bâdî olması i’tibâriyle zikir olduğu gibi, hutbeler dahi va’z u nasîhati, ta’lîmât-ı mühimmeyi hâvî bir ders-i umûmî olması cihetiyle zikirdir, ibâdettir. Kazanlı Halim Sâbit