18 Ekim 2014 Cumartesi

MÜSLÜMAN KADINI
Kadının fıtratında erkek işlerine girişebileceğini
gösterir birşey var mıdır?
Hazret-i Hâlık, bu âlem-i hilkati en mükemmel bir nizâm, en bedî’ bir tarz-ı hikmet üzerine yaratmış, mevcûdâttan herbirine muhtâc olduğu anâsırı, a’zâyı tevdî’ etmiş, her
uzva da hilkatinden maksûd olan gâyeti kendiliğinden aramak isti’dâdını vermiştir. Bi’l-farz hayvânâtın dişlerini nazar-ı im’âna alsak bunların arasında şekil ve tertîb i’tibâriyle
azîm bir ihtilâf görürüz. Ot yiyen hayvânâtın dişleri yalnız
otu ezebilecek sûrette basît iken et yiyenlerin çeneleri keskin
bir takım enyâb ile, kavâtı’ ile, adrâs ile techîz olunmuştur ki
hey’et-i mec’muasından bunların eti parçalamak, çiğnemek
isti’dâdında bulundukları nazar-ı dikkate karşı sarâhaten nümâyân olur.
İşte bu sûretle hayvânâtın bedenlerinin herbir cihâzında,
herbir cüz’ünde onun gıdâsının şekliyle, idâme-i hayât için
ta’kîb edeceği tarîk-i taleble mütenâsib husûsî bir tertîb,
husûsî bir isti’dât görülür.
132 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 9 - SAYFA 140
Târîh-i tabî’î okuyanlar için şu müşâhede, kadınların
erkek işleriyle uğraşmaları, âdetâ kendi hukūk-ı tabî’iyyelerine karşı te’addîde bulunmaları, cânib-i fıtrattan kendilerine
resm olunan dâirenin hâricine çıkmaları demek olacağına
en güzel bir tarîk-i istidlâldir. Binâ’en-aleyh kadınları bu tarîk-i te’addîye icbâr etmek, şu katı yürekli erkek tarafından o
nârin, o nâzenin refîka-i hayata revâ görülen esâretin en celî
bir numûnesi, kezâlik gâyet hatar-nâk olan hayât-ı hâriciyye
meydânlarında o bî-çâreye karşı hiç eser-i şefkat ve merhamet gösterilmeksizin edilen mühâcemâtın en büyük bir nişânesidir.
Fıtraten kadında bulunan her şey onun, erkeğin bulunduğu âlemden başka bir âlemde yaşaması lâzım geleceğini
gösteriyor. Yoksa üstad Giyom Ferrer’in dediği gibi, o zaman erkek ile kadın arasında üçüncü bir cins olur ki bunun
havâss-ı mümeyyizesi de, âsârı her dem vechinde nümâyan
olan bir kederden, hazîn bir tefekkürden ibâretdir.
İhtisâsâtı cihetinden nazar-ı im’âna alındığı sûrette, kadın timsâl-i şefkat, enmûzec-i rıfk ü rikkat olarak tecellî eder.
Temâyülâtı nokta-i nazarından [140] bakılırsa kendisini
başkasının yolunda fedâya meyyâl, fıtraten a’mâl-ı hayra
müsta’id olduğu görülür. Halbuki bu sıfâtın kâffesi hayât-ı
hâricî âlemindeki o korkunç gîrudârlara külliyen münâfidir.
Zîrâ hayât-ı hâricî yani âlem-i ma’îşet, döğüşmeden, çarpışmadan, mukāteleden, muhâcemeden ibârettir. Burada en
birinci iş gören, kolun kuvveti; en ziyâde medâr-ı i’timâd
olan, kalbin gılzetidir. Ya o zavallı kadın o rakîk hissiyâtiyle,
o ulvî temâyülâtiyle bu harb-i cehennem-i lehîb içinde
nereye gider? Her manzara-i hevl-engîzi, bî-çâreyi müte’ellim eden, rikkatini sarsan bu ma’reke-i kasvet-nâk arasında
o kalb-i şefîk ile ne yapar? İşte bu sebebten kadınlar, a’mâl-i
hâriciyyede erkeklerle müşârekete me’zûn oldukları memâlikte bütün mahlûkāt-ı Hûda’nın en perîşân-hâli, en sefîli,
en teng-ma’îşeti olmuşlar da, bugün nisvâna taraftarlık edenlerin en büyüğü bulunan feylesof Foriye’nin dediği gibi
“Kûşe-i nisyânda, en ağır işlerin altında, kemâl-i fakr u sefâlet içinde” yaşıyorlar. Bakınız Foriye ne söylüyor: “Bu kadınların birçoğu en ağır işlerde çalıştırıldıkları halde gündelikleri yirmi santimi geçmiyor. Yedikleri ise atılmış çay yaprakları ile kaynatılmış ekmekten ibarettir. İşte bu fecâyi’in
kâffesi kadının erkekle müsâbakaya, müzâhameye asla kudret-yâb olamamasından ileri gelmektedir. Zîrâ beş on para
kazanacak bir mekseb bulacak olsa, erkek derhal kendisi ile
müsâbakaya girişerek onu geride bırakıyor. Metâneti, kuvvet-i bedeni sâyesinde terziliğe, zînete müte’allik işlere, baş
süslemeye varıncaya kadar her işi ondan güzel yapıyor.
“Şimdi bize diyecekler ki: Ya duymakta olduğumuz bu tabîbeler, bu mühendiseler nedir? Evet bunlar tâlihin zengin
babaya düşürdüğü o bahtiyar kızlardır ki, uğurlarında ağırlıklarınca altın sarfedilmiştir. Ma’a-mâfih sefâletten, açlıktan
ölüm derecesine gelmiş olan fukarâ-yı nisvâna nisbetle adedce pek dûn olan bu tâ’ife, acaba kavanîn-i tabî’atın ahkāmına itâ’at etmiş sayılabilir mi? O tabîbe için, yâhûd o
mühendise için çocukluğunda terbiye ve tehzîbine ihtimâm
edilmiş bir vâlide olmak, sonra benî nev’inin menâfi’ine hâdim olacak, ümmetin felâhına çalışacak, teksîr-i nesil edecek beş tabîb, beş mühendis doğurmak daha muvâfık değil
midir?
İşte bu haller bütün kavânîn-i fıtrata karşı isyân addolunur. Binâ’en-aleyh bunların terakkī-i kemâl-i insâniyete delîl
olarak ityânı kat’iyyen doğru olamaz. el-Mer’etü’l-Cedîde
müellifi diyor ki: “Lâkin eğer nizâm-ı hayât, kadınlardan birçoğunun yapayalnız kalarak kendisinin, evlâdının, kezâlik
sa’y ü amelden âciz bulunan akrabasından bir kısmının akvât-ı yevmiyesini tedârik için çalışmasını, iş işlemesini iktizâ
ederse o zaman buna çâre nedir? Biz deriz ki, buna çâre bu
gibi kadınların hâl-i sefâletlerinden müte’essir olmak, bâ-husûs bunların hâriçte çalışmak sûretiyle ahkām-ı tabî’ata isyân etmeleri şe’âmet-i tâli’, fakr u fâka sâ’ikasiyle düşmüş
oldukları ölüm girdâbından kurtulmak için ıztırârî bir hareket olduğunu yakînen bilmek, hayât-ı insâniyetin bu tarz-ı
hüzn-engîzine, an-samîmi’r-rûh şâyân olduğu kadar te’essüf
etmek, sonra bu azâb-ı elimi tedâbîr-i hakīmâne ile ta’dîl
vesâ’itini araşdırmakdır. Yoksa bu hâlin de alâ’im-i temeddünden biri olduğu iddi’âsiyle ta’mîm ve tevsî’ine çalışmak
değildir.
Her merd-i mütehassisin vicdânına mürâca’atla niyâz ederim ki benimle berâber olsunlar da, tâli’-i meş’ûmu kendisini kocasız yaşamaya mecbur eden, pençe-i helâkden nefsini müdâfa’a edecek bir ekmek parası için uzun günlerini
öğle sıcaklarında güneş altında erkekler gibi çalışmaya mahkûm eden bî-çâre kadının hâlini bir lahzacık te’emmül etsinler de sonra bana haber versinler ki bu cins-i rakîke karşı
kalblerinde nasıl bir hiss-i merhamet cûşân oluyor da kendilerini, yirminci asr-ı medeniyyetin yüzünü tırmalamakta
olan bu fenâlığın men’-i sirâyeti için bir tedbîr ittihâzına, bir
vesîle tahârrîsine ne büyük bir kuvvetle sevk ediyor? (Halbuki hayat-ı mes’ûdâne için vesâ’il nâ-mahdûddur.)
Feylesof Foriye, ki hürriyet-i nisvân tarafdârânının en
büyüğüdür, bakınız memâlik-i mütemeddinenin ortasında,
âlâ mele’il-kavm, ne sûretle nidâ ediyor. Bunu hangi kalb
duyar da parça parça olmaz: “Nedir kadınların bu günkü
hâli? Zavallılar terzilik, zînete müte’allik a’mâl gibi ince işlere
varıncaya kadar her şu’be-i sanatta erkeklerin zebûn-ı rekābeti olmuşlar, bütün âlem-i sınâ’atta hırmân içinde yaşıyorlar. Bir kûşe-i nisyâna çekilmiş, en ağır işlerde uğraşıyorlar.
Artık maldan mahrum olan nisvân için menâbi’-i ma’îşet ne
olabilir? İğne mi yâhûd, var ise cemâlleri mi? Evet zavallıların çâre-i yegâneleri alenen yâhûd mahfiyyen sifâddan
başka birşey değildir. Bu ise bir çâredir ki mürâca’at olunmasına felsefenin rızâsı yoktur. İşte o bî-çâreleri bu meş’um
hale getiren sebeb, medeniyet-i hâzıra ile şimdiye kadar def’
ü ref’ini düşünemedikleri esâret-i zevciyyedir. Ya kadınların
şu hâllerinde adâletten bir eser görebilmek bizim için mümkün müdür?”
Ben müslüman kadınlarının hâdisât-ı zaman şevkiyle
günün birinde def’-i atş için bu çeşme-sâr-ı hûnîne gelmelerinden sakınır da Cenâb-ı Hakk’a niyâz ederim ki; erkeklerimize akıl ve hikmet versin de kadınlarımızı medeniyet-i maddiyyenin inkirâza yüz tutmuş şekl-i hâzırının sürükleyip getirdiği bu muhâtarâtın, bu seyyi’âtın savletinden
muhâfaza etsinler.
Kadındaki herşey, kendisinin erkek işinden başka bir işle
CİLD 1 – ADED 9 - SAYFA 141 SIRÂTIMÜSTAKĪM 133
iştigâl için yaratıldığını göstermektedir, demiş idik. Evet
kadına gebe iken bakılsa son derece i’tinâ olunmak îcâb
eden bir devirde bulunduğu görülür: Devr-i vihâmda (aş erdiği zaman) ise menâzır-ı muhtelifeden, husûsiyle havf ü
hüzün îrâs eden manzaralardan ziyâdesiyle müte’essir olur.
Zâten etibbâ münhasıran bu mevzû’-i mühimme dâir gâyet
büyük müellefât tedvîn etmişlerdir. Sonra devirden devire
intikāl eder, nihâyet doğurur. İşte o zaman hakīkī bir hastalığa tutulur, bir müddet de eşkâl ve a’râzı [141] kendi
isti’dâdına, mizâcına göre değişen emrâz-ı humeviyyenin
hedef-i savleti olur. Sonra yavrusunu emzirmeye başlayarak
bu sûretle yani sütü vâsıtasıyla çocuğun hayatı üzerinde bir
tasarruf-ı mutlak sâhibi olur.
Allah’ı severseniz söyleyin, siyâsiyât ile iştigâl eden bir
kadın devr-i vihâmda bulunur, parlamento â’zası da mevzû-ı bahs olan mesele hakkındaki münâkaşayı ileri götürerek –çok def’alar vâki’ olduğu üzere– yumruk yumruğa gelirler, sayha-zenliğe başlarlarsa o zavallının hâli ne olur? Yâhûd o kadın bir cemâ’at-i kübrâ içinde ayağa kalkarak bir
lâyiha-i nizâmiyyenin bir maddesinin tebdîli, yâhûd bir kānûnun feshi için hissiyât-ı umûmiyyeyi heyecâna, hükkâmın
merhametini galeyâna getirmek ister, fakat öteden bir hatîb-i ateş-zebân kıyâm ile –siyâsiyyûn arasında pek çok kereler görüldüğü üzere– kadının sözünü cerh ve re’yini tezyîf
eder, onun bir hatâ-yı azîm içinde bulunduğunu alâ melei’lhuzzâr birçok delâ’il ile isbât eyler ise artık zavallının te’essürü, infi’âli ne derecelere varmak îcâb eder? Böyle bir kadın gebeyse ne hâle girer? Yok emzikli ise sütü ne kadar bozulur? Kezâlik iş zamanını kısaltmak için i’lân-ı isyân eden
ameleye iltihâk ederek kılıç şakırtıları, tüfek gürültüleri arasında kalan bir gebe kadının sıhhati, karnındaki cenînin sıhhati hangi derekeye iner?
Kadının maddiyâtı, ma’neviyâtı, el-hâsıl her hâli delâlet
etmiyor mu ki –her birinin hissesine düşen nasîbe-i hilkati
verdikten sonra bütün mevcûdatı bu sahne-i hayâta sevkeden– Cenâb-ı Hak, o cins-i rakîki sükûn ve asûdegî içinde
yaşayacak, velveleden, keşmekeş-i izdırâbdan masûn bulunacak sûrette yaratmışdır. Farzedelim ki bütün dünya kalkmış, nizâm-ı tabî’î-i kevne rağmen kadınlara erkek işleriyle
iştigâl etmek hukūkunu veriyor, acaba dîn-i fıtrî ashâbı için
ahkâm-ı fıtrat ile bu dereceye kadar mu’ârazada bulunan
sâir ümemi taklîd etmek lâyık olur mu? Yoksa kadınlarımızın hâlini tehzîb için dînin, tabî’atın, fıtratın kabul edeceği
sûrette bir kānûn vaz’etmek müslümanların ulvî karîhalarına
güç mü geliyor? Artık bizim için ümîd kapıları büsbütün
kapandı mı ki kalkmış da mühlik hastalıklarını bile kabûl
sûretiyle garbı taklîd ediyoruz?
Yedinci Fasıl
Bazı memleketlerde kadınların
erkek işlerine girişmekde olmaları
devam edecek mi?
Bütün kevnin hâlıkı olan Fâtır-ı Hakîm 1
ِوَمَن يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ )
 nefsine ederse tecâvüz ilâhîyi ı-hudûd Kim) “فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ

1 Talâk, 65/1.
zulmetmiş olur.” diyor. Ulemâ-yı âlem ise “Tabî’atde bir nizam-ı hâs hükümrândır. Eğer insan o nizâmın ta’yîn ettiği
hudûdu aşar yâhûd nakzına kalkışacak olursa bizzat tabî’at
tarafından bir takım hâdisât zuhûra gelerek onu ya âlem-i
tabî’atden tard eder, yâhûd tavr-ı i’tidâle ric’ate mecbur
eder.” diyor.
Beşerin bidâyet-i zuhûrundan bu güne kadar olan
hayat-ı insâniyye ise öyle bir dârü’l-fünûn-ı âlîdir ki sırât-ı
müstakîmi bulmak isteyenler burada muhtaç olduğu şeyleri
öğrenebilir. Kadınların erkek işiyle iştigâl edilmesinin, içtima’î bir maraz, kavânîn-i tabî’ate karşı bir isyân olduğunu
yukarıki bahsimizde isbat eylemiş idik. Vâkı’â, o faslımız bu
isyân için –ne kadar parlak kışırlarla setredilirse edilsin– bekā-pezîr olmak müstahîl olduğunu te’yîde kâfi ise de meseleyi daha ziyâde îzah için deriz ki:
Bizim bildiğimiz, havâssın bildiği, avâmın anladığı, tabî’atin, bütün zerrât-ı kâinatın şehâdet ettiği birşey varsa o
da şudur: Cins-i nisvâna hâs bir kemâl vardır ki bir kadının
o kemâle zafer-yâb olması için zevce ve vâlide olarak çocuğunu terbiye etmesi, umûr-ı beytiyyesini idâre eylemesi
kat’iyyü’l-lüzûmdur. Kadını vazîfesinden uzaklaştıran herşey
o kemâlin ihrâzına mâni’ olur. Özünde fenâ bir te’sîr hâsıl
eder. Biliyoruz ki insâniyet bir terâkkī-i dâim ile ileriye
doğru gitmektedir, gerisin geriye ric’atte değildir. Bu terakkī
ise metâlib-i insâniyye, ahkâm-ı tabî’iyyeye tevâfuk etmedikçe kābil olamaz. Binâ’en-aleyh bir ümmette a’mâl, her
ferdin isti’dâdına ve onun fıtraten muvazzaf olduğu vazîfeye
göre taksîm olunmadıkça o ümmet kesb-i kemâl edemez.
Öyle ise filân kavimde kadınlar evlerini bırakmışlar, en meşakkatli en ağır işlerde erkeklerle beraber çalışıyorlarmış gibi
bir söz işittiğimiz zaman eğer basîra-i kalbi perde-dâr-ı gaflet
olmayan ashâb-ı-hikmetten isek, bu hâli kendimiz için şâyân-ı taklîd bir kemâl sûretinde telakkī etmek şöyle dursun,
bilâkis bunu bir noksan addederek mümkün olduğu kadar
ondan tebâ’üd eylemek üzerimize vücûb-ı kat’î ile vâcibdir,
deriz. Zîrâ o kavim âsâr-ı medeniyyece bizden müterakkī
olsa bile, şu hâlleri kemâl-i hakīkīye münâfîdir. Öyle ya, biz
evvelce gelmiş ne kadar akvâm-ı mütemeddine biliyoruz ki
kâinatı ziyâlarıyla, şa’şa’a-i ikbâlleriyle doldurmuş iken kavânîn-i fıtrata isyân ettikleri için bütün o medeniyetler gûya
hiç yokmuş gibi mahvolup gittiler. Bu kaziyede el-Mer’etü’lCedîde müellifi de muhâlefet etmiyor, bakınız ne diyor:
“Biz fıtratın, kadınları a’mâl-i beytiyye ile, terbiye-i etfâl
ile iştigâle hazırladığını, kezâlik haml, tevlîd, ırzâ’ gibi birçok
avârız-ı tabî’iyyeye ma’rûz oldukları için erkek işleriyle uğraşmaya vakit bulamayacaklarını teslim etmeyenlerden değiliz. Bilâkis kadının hey’et-i içtimâ’iyyeye karşı ifâ edeceği
en güzel hizmet kocaya varıp çocuk doğurmasından, evlâdını terbiye etmesinden ibâret olduğunu da sarâhaten beyân ederiz. Zâten bu bir bedîhî kaziyyedir ki uzun uzadıya
isbâta muhtâc değildir.”
İşte kadına has olan kemâlin, onu bir zevce, evlâdının
terbiyesini deruhte etmiş bir vâlide olmasıyla kā’im olabileceği husûsunda cenâb-ı müellifin bizimle hem-fikir olduğu
görülüyor. Daha sonra diyor ki: “İşde bir hatâ varsa o da
buna istinâden kadınların indel-hâce kendilerinin, şâyet küçük çocukları varsa onların medâr-ı ma’îşetlerini [142] istih-
134 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 9 - SAYFA 143
zâr edebilecek bir sûrette terbiye ve ta’lîm edilmeleri lâzım
gelmeyeceğini iddi’â etmektir.”
Biz diyoruz ki, müslümanların hâlet-i ictimâ’iyyeleri her
cihetten milel-i garbiyyeninkine mugâyirdir. Hattâ bir mütefahhis nazar, az bir im’ân ile görür ki, şu’ûn-ı ictimâ’iyyeden
hiç birinde bu iki âlem için ittihâd mümkün değildir. Meğer
biri öbürünün vücûdunda mahvolsun da ondan bir cüz’ teşkîl etsin. Şimdi eğer müellifin şu son cümlesi bilâd-ı garbda
söylenmiş olsaydı her taraftan alkışlanırdı. Ancak hüsn-i telakkī, o cümlenin bir hikmeti mütezammın olduğundan, ihrâzı için çalışmak lâzım gelen bir kemâli tavsiye ettiğinden
değil, belki garbda varacağı adama vermeye borçlu olduğu
mehri biriktirmek, yâhûd doğrudan doğruya kendi kût-i
yevmîsini tedârik etmek için erkek işleriyle iştigâl eden kızdan, kadından hâlî bir ev bulunmadığındandır.
Lâkin şarka gelince, şark olduğu günden beri kadınları
cihetinden kemâl-i fıtrata daha yakın bulduğu için bu cümle
orada hiç bir zaman mevki’-i kabûl göremez. Bilakis şarkta
hangi â’ile olursa olsun efrâdı meyânındaki bir kadını hâricde çalıştırmakda muzdar kaldığı günü, eyyâmının en meş’ûmu, en menhûsu addeder de bu hâl ile yaşamaktan ise yeraltında bulunmayı tercîh eder.
Mehmed Âkif
MEVÂ’İZ
Mukarriri: Manastırlı İsmâ’il Hakkı Efendi
Muharriri: Sirozlu H. Eşref Edib
Mü’minlere ri’âyetde bulundukları için Allahu te’âlâ
Kur’ân’da senâ eder. Nasrânîlerden mü’minleri himâye edenler mazhar-ı sitâyiş-i ilâhî olmuşlardır. Ashâb-ı güzîn
efendilerimiz diyâr-ı Habeş’e hicret ettikleri zaman misâfirperverlikde bulunan Necâşî ve onun ma’iyyetindeki rehâbîn
ve zîr-i idâresindeki ahâlîyi Kur’ân da senâ etmişdir.
Cenâb-ı Hak kâfiri senâ eder mi? Şîme-i insâniyyet başka, âhiret cezâsı başka. Belki o senâdan dolayı hüsn-i âkıbeti kazanır. Mü’min kendi âkıbetini bilir mi? Bilmez. Çünkü
gaybdır bu. Herkes sû-i hâtimeden korkar. Âlim olsun, fâzıl
olsun, hattâ veliyullah olsun, keşf-i kat’î olmadan “bu şahıs
mutlakā cennete gidecek, şefâ’at edecek” diyebilir misin?
Kur’ân’da, hadîsde beyân edilmedikçe gayba hükm edemezsin. Ashâb-ı nâr ile ehl-i cennet müsâvî tutulmaz. Beynlerinde müsâvât yokdur. Hükm ederiz. Lâkin kimdir ehl-i
cennet? Kimdir ashâb-ı nâr? Şahsını ta’yîn edebilir misin?
Binâ’en-aleyh her kâfirin âkıbeti ne olacağı belli değildir.
Kırk sene küfür ile, bazen putperestlikle imrâr-ı hayât eder,
âkıbetinde hidâyet erişir. Aksi de melhûzdur. Âbid olur, zâhid olur, fakat bir fenâ huyu bulunur, mürûr-ı zamanla kalbindeki o nokta-i siyâh genişler, ahlâksızlık, bed huyluk bütün etrafını sarar, git gide îmânı zayıflar, nihâyet bütün bütün zıvanadan çıkar. İyâzen-billah helâk-ı ebedîye giriftâr olur. Onun için i’tibâr âkıbetedir. Şakī, sa’îd bize zâhiren
ma’lûm olur. Lâkin bâtın belli değil.
Şahs-ı zâlim –velev ki mü’min olsun– zulmünden dolayı
nasıl zemmolursa, âdil de –velev gayr-i müslim olsun– insâniyete olan hizmetinden, ashâb-ı hamiyyete olan bir takım
mu’âvenâtından dolayı –ta’assub etmeyelim, hakkı teslîm
edelim– mazhar-ı senâ olur. Du’â edilir: Allah âkıbetini hayreylesin, diye. 1
 ,celîle i-âyet bu) وَلَتَجِدَنَّ أَقْرَبَهُمْ مَوَدَّةً لِلَّذِينَ آمَنُوا...)
Necâşî hazretleri hakkında vârid olmuşdur. Sonradan îmâna geldi. Fakat âyetin nüzûlu zamanında nasrânî idi. Şimdi
Allah senâ eder. Niçin? Çünkü ehl-i İslâm oraya hicret ettiler, bunlar misâfir-perverlik ettiler. Arkalarından gelen Mekke müşriklerini reddettiler, onların bühtân-âmîz sözlerine inanmadılar. Hakīkati teslîm ettiler. Hakdan adâletten ayrılmadılar. O hâinler öyle diyorlardı.: –Bunlar aramıza tefrîka
düşürdüler, yeni din çıkardılar. Cem’iyetimizi perîşân edecekler!.. Ahâlî-i Mekke tarafından geldiler, bir çok hediyeler,
nefîs nefîs şeyler getirdiler. Amr ibn Âs riyâsetinde bir hey’et
ile bu hediyeleri gönderdiler. Ashâb-ı kirâm yetmiş kadar
kimselerdi. Hazret-i Osman efendimiz de içlerinde idi. Müşriklerin ezâlarına dayanamadılar, müsâ’ade aldılar, gittiler.
Bu ilk hicretdir. Hicret-i ûlâ var, hicret-i sâniye var. Kütüb-i
siyerde bunlar mufassalan var. Fakat âyâtı bile okusanız
anlarsınız. Siyer-i nebeviyyeyi okumadan lezzet alamazsınız.
İnsan İslâmiyet’i havadan bellemiş olursa, dinin menşe’ini,
esâsını, sûret-i neşrini, ne yolda Allah’ın inâyetiyle gâlib geldiğini bilmezse dînin kadr ü kıymetini takdîr edebilir mi?
Anadan, babadan mîrâs kalan malın kıymeti bilinmez. Az
zamanda sarf eder. Âriyet bir şey çünkü. Îmân taklidî olursa, i’tikādı taklîdden ibâret kalırsa ondan ne hayır olur? Okumakla ulemâ ile musâhabe ile, mücâlese ile asıl-ı esâsından anlamalı. Sîret-i Muhammediyye’ye vâkıf olmalı. Hazret-i Peygamber nasıl nübüvvet da’vâsı etti? Kur’ân’ı nasıl
telakkī ederdi?.. Bunları bilmeli. Dîn-i İslâm’ı neşr edip vahdâniyete da’vet edince avâm ve havâs kendisine düşman
oldular. Amcaları, dayıları izhâr-ı husûmet ettiler. Ale’l-ekser
gençler mu’âvenet etti. İhtiyârların kısm-ı küllîsi son derece
hiddet ettiler, düşman oldular. Zâten bu tabî’îdir. İnsan ihtiyarladıkça kalbine kasvet gelir. Bulunduğu meslekten ayrılmak gücüne gider. Tahvîl-i meslek teklîfine karşı, bulsa seni
boğar, o kadar hasım olur. Ama şubbân-ı ümmet... Onların
kalbleri daha rakīkdir. (...ًافئدة ارق الشبان (Ef’ide-i şubbân rakīk
olur. Daha bozulmamış, fenâlığa alışmamış, seyyi’ât-ı ahlâk
ile kalbleri kararmamış. Hazret-i Peygamber’e îmân ve ittibâ’ edenler ekseriyetle gençlerdir. O sanâdîd-i [143] Kureyş... Onlar bir takım şuyûh idi. İstibdâda alışmışlar, nâsa
gurûr satmaya ülfet etmişler. Mine’l-kadîm herkesi kabza-i
istibdâdlarına almışlar, bir çok a’vân ve ensâr peydâ etmişler:
– Ebû Tâlib’in yetimine nasıl boyun eğeriz?
diye kibirlendiler, kabûl-i hakdan i’râz ettiler: – Kim olurmuş
Muhammed! Bu güzel sözleri en büyüklerimizden birisi söylese “peki” diyeceğiz. Fakat bu daha henüz gençtir, fakīrdir,
vâkı’â asîldir, âkildir, kâmildir. Fakat bizim gibi zengin mi
ya? Bizim gibi etbâ’ı bizim kadar nükūd ve i’tibârı var mıdır? Ebû Tâlib’in elinde yetim büyümüş. Biz, nasıl olur böyle bir yetime boyun eğelim?..

1 Mâide, 5/82.
CİLD 1 – ADED 9 - SAYFA 144 SIRÂTIMÜSTAKĪM 135
Hak olduğunu anladılar. Lâkin tekebbür ve istibdâdı
i’tiyâdlarına mebnî çok güçlerine gitti. Alışmışlar istibdâda,
azamet-fürûşluğa, şimdi böyle bir gence, bâ-husûs bir yetime ittibâ’ etmek... kābil mi? Kibirlerine, azametlerine nasıl
sığar bu? Bu hâl, sırf bu hâl onların yüreklerine te’sîr etti.
Vâkı’â kabûl edenler vardı. Fakat ekseriyeti söylüyorum.
Pek telâşa düşdüler:
– Bunlar çoğaldıkça, Muhammed’in etbâ’ı tekessür ettikçe, bizim nüfûzumuz kırılacak. Riyâseti, hükûmeti onlar
alacak. Biz solda sıfır gibi kalacağız...
dediler. Onun için bu lem’ayı, bu ziyâ-yı hakīkati söndürmeye çok çalışdılar. Ellerinden geldiği kadar ezâ ve cefâya
cür’et ettiler. Yapmadıkları fenâlık, cür’et etmedikleri desâ’is
kalmadı. O ezâlar, o cefâlara ashâb-ı kirâm dayanamadılar.
Diyâr-ı Habeş’e gittiler. Ahâlî onları ihtirâm ile, i’zâz ile karşıladılar. Sonra bizimkilere hayrân oldular. Müslüman değil,
ama kānûnları var, adâlet istiyorlar, mazlûma tarafdar oluyorlar, gördüler ki bunlar kimsenin aleyhinde değil. Kendi
dinlerini muhâfaza için gelmişler.. Bunları himâye ettiler. O
sanâdîd-i Kureyş, o hâin ihtiyarlar iftirâya bile cür’et ettiler:
– Siz bunları himâye ediyorsunuz ama, bunlar fitnekârdır. Aramıza fitne ilkā ettiler, yeni bir din çıkardılar. Hem
Îsâ hakkında da neler söylüyorlar, işitseniz... Sizin ma’bûdunuzu, sor bakalım ne kadar küçültüyorlar! Sana da, dînine
de düşmandırlar.
Öyle ma’sûm, berî kimseleri mahkûm etmek için iftirâya
da cür’et ettiler. Sonra ashâb-ı kirâm Îsâ hakkındaki âyât-ı
Kur’âniyye’yi okudular, Necâşî bu hakīkate hayrân oldu.
Hak olduğunu anladı.
– Bu hakīkate karşı bir şey söyleyemem, dedi. Hem Allah olsun, hem oğlu, kızı olsun... Böyle şey olur mu? Bunlar
öyle diyorlar: Meryem pâk-dâmendir. Allah’ın kudretiyle
hâmile olmuş, Allah hikmetini göstermiş kullarına. Hazret-i
Meryem’e ne Yahûdîler gibi iftirâ ederiz, ne de nasrânîler
gibi Îsâ’ya Allah’ın oğlu deriz. 1
وَإِذَا سَمِعُوا مَا أُنزِلَ إِلَى الرَّسُولِ تَرَى )
أَعْيُنَهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّ يَقُولُونَ رَبَّنَا آمَنَّا فَاكْتُبْنَا مَعَ
َينِدِاهَّالش (Nazm-ı kerîmi de bunlar hakkındadır. Ma’nâ-yı şerîfi: Kur’ânı işittikleri vakit görürsün ki gözlerinden yaşlar
akar. Niçin? Hakkı tanıdıklarından. Hakka karşı müte’essir
olduklarından. Derler ki: Ey Rabbimiz, biz buna îmân ettik.
Bizleri erbâb-ı şehâdete ilhâk buyur.
 hürriyete i-İstihsâl. ettiler hizmet Hakīkate: ettiler yardım larbun ziyâde en minlere’mü içinde kefere zamandaki bu bimhabî, musun Görüyor) وَلَتَجِدَنَّ أَقْرَبَهُمْ مَّوَدَّةً لِلَّذِينَ آمَنُوا... الآية)
mu’âvin oldular. Müşrikler ekserîsini köle gibi kullansın isterlerdi. Rakīklerin bazıları îmâna geldiler. Efendileri kendilerinden el çekmek lâzım geldi. Çünkü dîn-i İslâm hürriyet
veriyor, herkesin hukūkunu tanıtdırıyor. Bu, onların güçlerine gitti. Onun için ehl-i İslâm’a her türlü işkenceyi revâ
gördüler. Bilal-i Habeşî’yi çırçıplak soydular. Harâret-i şemse ma’rûz bıraktılar. Bu yolda ezâ ettiler. Niçin? Çünkü “E-

1 Mâ’ide, 5/83.
had” diyor. “Allah birdir” diyor. “İki” dedirtemediler. Bir takım köleler dîn-i İslâm’a girmişler, öldürsen dönmez. Tazyîk
ederlerdi. Çevirsinler, Allah’ın nûrunu söndürsünler, söndürsünler de eski mesleklerini serbest serbest icrâ etsinler.
Nasıl alışmışlarsa ahâlîyi öyle mahkūm etsinler. Budala herifler!..
İşte o ezâlara, o cefâlara dayanamayarak, hürriyetlerini
muhâfaza için Habeş’e gittiler. Lâkin onlar takdîr etti. Görürsün habîbim bu zamanda mevcûd kefere içinde mü’minlere en ziyâde dost olan, meveddet gösteren kimlerdir?
2
 müslüman demekle” müslümanım “Zâten. diyorlar” rânîyiznas, “demiyor” müslümanız biz) “الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى .. الآية)
olur mu? Nice münâfıklar kendilerine müslüman dediler de
herkesi aldatmak istediler. Öyle göründüler, kendilerine
“müslüman” dediler, ama öyle olmadıkları meydâna çıktı.
Çok kimseler vardır, müslüman nikābı altında icrâ-yı hıyânet ve nifâk ediyorlar. Onların kisveleri, nâmları müslümandır, fakat kalbleri, mâhiyetleri hâindir, kâfirdir, zâlimdir,
gaddârdır. Sonra nice putperestler, mecûsîler de vardır ki
dâima küfür içinde pûyân olurlar; fakat hak, hukūk tanırlar,
zâlimlerden mazlûmları kurtarmaya kol açarlar. 3
ذَلِكَ بِأَنَّ مِنْهُمْ )
 ,âlimler öyle içinde Bunların) قِسِّيسِينَ وَرُهْبَاناً وَأَنَّهُمْ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ
öyle hakāyık-âşinâ kimseler vardır ki... (َينِسِّيسِق (İşte onların
ulemâsı demekdir. Kendileri hıristiyan, lâkin hakīkate âşinâ.
Yani ahvâl-i âleme muttali’. İ’tikādları ne isterse olsun; değil
mi ki ahvâl-i câriyyeyi tedkīk ve muhâkeme ederler, temyîze
uğraşırlar.. Kim zâlim, kim mazlûm bilirler. Tecrübeleri, vukūfları çok, târih okumuşlar, her şeye vâkıf olmuşlar. Allah
te’âlâ kendilerini âlim, âşinâ, munsıf diye senâ buyuruyor.
(ًاناَبْهُرَو (İçlerinde bir çok râhibler, âbidler, zâhid kimseler
var... Asl-ı râhibin ma’nâsı budur; râhib, “rehebtü”den gelir.
Allah korkusu var kalblerinde. [144] Bir köşeye çekilmişler,
nâsa hayırları olmazsa da, şerleri de dokunmaz. ( َلاْ مُهَّنَأَو
 .karışmıyorlar sınıfına kibriyâ gibi zâlimler Onlar) يَسْتَكْبِرُونَ
Hadlerini bilirler. Gâyet mütevâzı’ âdemler. İşte habîbim
görür musun, insâniyet meftûnlarını, adâlet âşıklarını? Her
ne dinde olurlarsa.. Orası sana lâzım değil. Bana â’id bir
şey o. Sen onların insâniyetlerine, adâletlerine bak.
Bizzat Necâşî hazretleri muhâcirînin rahatlarına baktı.
Her birine tahsîsât gösterdi. Halbuki o iklimin hükümdârı,
hâkim-i yegânesi; hani azamet? Hani ceberût? Siyâseten de
mecbûr değil. Sırf insâniyeten böyle yapıyordu. Husûsen
da’vâcıları olup arkalarından ta’kīb ediyorlardı. Öyle iken
hüsn-i mu’âmelede bulundu. Kendisi bizzat gitti. Hâl ve hâtırlarını sordu. Muhâkemelerine dikkat etti.
İşte Allah celle şânuhû, onları bu yolda senâ buyurdu.
Şimdi bizim de üzerimizde hukūku bulunur kimseler var.
Dînimizin selâmetine, vatanımızın halâs bulmasına, ahâlîmizin esâretten kurtulmasına yardım eden devletler var. Onlara du’â borçluyuz. Allah âkıbetlerini hayır eylesin! Âmin!...

2 Mâ’ide, 5/82.
3 Mâ’ide, 5/82.
136 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 9 - SAYFA 144
İngiltere’den çok mu’âvenet gördük, Fransa’nın da mu-
’âvenetinden mahrûm kalmadık. Dinleri başka, varsın olsun, bize lâzım olan insâniyetdir, ulûm ve ma’ârifdir. İçlerinde öyle hakīkat tarafdârları var ki hayretde kalırsın. Elsine-i şarkiyyeye vâkıf, bizden ziyâde Arapça bilirler. Fünûn-ı
şer’iyyeye vukūfları var. Paris’de, Berlin’de Şerh-i Mevâkıf,
Tefsîr-i Kâdî okutuyorlar. Her dînin ledünniyâtını anlamak
isterler. Bir çoğu da kalben mü’min muvahhiddir. Fakat kolay değil me’lûfdan ayrılmak. Bütün bütün dînini terk etmek. Buraya gelse hakāret ediyorsun. Dîn-i İslâm’a girerse
artık orada da ihtirâm görür mü? Böyle kalben mü’minler
var, lâkin dâr-ı harbde bulunduğu için dîn-i İslâm’a her ahkāmı kabûle mecbûr değillerdir. Onların ahkāmı ayrıdır.
Orada şabka da giyer, yavaş yavaş bir fırsat gelir, dâr-ı İslâm’a da geçebilir.
Bundan dolayı ta’assub etmemeliyiz. İnsâniyete hâdim
olanlar, menâfi’-i müslimîne çalışanlar.. Hukūk-ı milleti muhâfazaya mu’âvenet edenler... Bunlar medh ü senâya lâyıkdır. Niçin? Çünkü hakka yardım ettiler. Meselâ İngiltere,
Fransa dahi tam izmihilâl zamanında, inkırâzın muhakkak
olduğu hengâmda bize mu’âvenet ettiler. Daha o istibdâd
zamanında oraya ilticâ eden ahrâra türlü türlü mu’âvenette
bulunuyorlardı. Bilirsiniz, oradaki bizim sefirler neler yapıyorlardı? Kimine paralar vererek, kimine iftirâlar atarak onların neşriyât-ı ahrârânesini men’e çalışıyorlardı. Lâkin hükûmet-i mahalliyye yüz vermezdi. Çünkü bunların maksadlarını görüyorlar ki insâniyete, hamiyete muvâfık... Kimseye
ta’arruz etmezler. Bizim hâin sefirlerimiz o bîçâreleri â’ilelerini ne kadar tazyîk ettiler. Ne kadar işkencelere, hîlelere
teşebbüs ettiler. Fakat yapamıyorlardı.. Ne müdhiş paralar
va’d ettiler. Fakat bu zevâtı, hürriyet uğrunda canlarını fedâ
edercesine çalışan bu ashâb-ı hamiyyeti, celb etmek mümkün olamadı. Hattâ:
–İşte sana on bin lira vereceğiz, demişlerdi, sen ye, iç,
zevkine bak, yalnız bizim için hiç bir şey söyleme, hiç bir şey
yazma.
Pişvâ-yı ahrâr Ahmed Rızâ Bey’e bu yolda teklîfde bulundular. Müşârun-ileyh kırk beş yaşında bir âdemdir. Yirmi
seneden ziyâde müddet istihsâl-i hürriyyet uğrunda vücûdunu vakf etmişdir. Çalışıyordu, dâima da çalışıyor. Refiklerini de biliriz. Kendisi Bursa’da ma’ârif müdürü idi. Allah
kalbine ilhâm etti. Bu türlü ma’îşete gönlü râzı olmadı. Tazyîk altına durmaya tahammül edemedi. Aldı â’ilesini, gitti
Avrupa’ya. Zâten san’at ve hüner sâhibi idi. Kendi emeğiyle
geçinirdi, frenklerin me’mûriyetinde bulunurdu.
Böyle hiç kimseye boyun eğmeyerek çalışdı. Nihâyetü’lemr Allah da muvaffak buyurdu. Bizim müstebidler anladılar ki bunlar bünyâd-ı zulmü yıkacak, istibdâd tarafdârânı
sernigûn olacak... Bunun üzerine para ile elde etmeye çalışdılar. Fakat nâ’il-i merâm olamadılar.
– İstemem, dedi. Ben nâmûsumu satmam. Azmimi bozmam. Allah için olan niyetimi sizin paranızla tebdîl etmem!..
İnsâf edin efendiler!.. Bu az hüner değildir. Bu az muvaffakiyet değildir... Hangimiz yapabiliriz? Bu devirde en
büyük kerâmetdir. Para verirsin de kabûl etmez. Bütün cihân hâline hayrân oldu. Hakīkaten hârikulâde. Âdete muğâyir değil mi? Herkes para için dînini satar, her türlü mel’-
aneti kabûl ederken, o zât-ı şerîf sebât gösterdi, mesleğini
muhâfaza etti. Kerâmetdir bu kerâmet!.. Göster mislini! En
büyük ulemâmızın hâlini bilirsiniz burada ne hâlde idiler.
Uzun uzadıya anlatmaya hâcet yok. Allah cümlemizi menâm-ı gafletten îkāz eyleye!.. Âmin!..
Tashîh
Geçen nüshamızın yüz on altıncı sahîfesinin sekizinci
satırında “nisânın” kelimesi bir “elif” ziyâdesiyle sehven “insanın” tarzında tertîb edilmiş ve hatâ-yı vâkı’ ma’nâ-yı maksûd hakkında hâiz-i te’sîr bulunmuş olmağla tashîh olunur.