14 Kasım 2016 Pazartesi

Yavrucuğum mümkün olduğu kadar gücün yettiği kadar hiçbir zaman,hiçbir sabah,
hiçbir akşam,hiçbir mümine karşı kalbinde kin,öfke ve nefret olmasın.Yavrucuğum
bu benim sünnetimdir,
kim benim bu sünnetimi ihya ederse
cennete benimle birlikte girecektir.
Allah Resulu, Hazreti Enes'e demiştir
Sizin üzerinize Müslüman olmayan milletler adeta bir yiyeceğe üşüşen vahşi hayvanlar gibi üşüşecekler.
 Orada bulunanlardan birisi şöyle dedi:
-Bu durum bizim azlığımızdan mı olacak?
Allah Resülü (sav);
-Hayır! Bilakis siz çok olacaksınız.Fakat sizin çokluğunuz selin üzerindeki çer çöp gibi olacaktır.Allah,düşmanınızın kalbinden sizin korkunuzu sökecek de sizin kalbinize vehn bırakacak.
 Orada bulunanlardan birisi:
-Vehn nedir ey Allah Rasülü?
-Vehn dünyayı sevmek ve ölümden hoşlanmamaktır.
1918 le 1933 arasında Filistin topraklarına
göç eden Yahudi göçmen sayısı 100 bini geçmemiştir.Bunun üzerine Avrupa'da
bir Nazi fırtınası estirildi.
Holokost (Yahudi soykırımı) hikayeleri bütün Avrupa'yı sardı Yahudilerin Filistin'e göçleri de hızlandı 1945'e gelindiğinde Filistin topraklarına yerleşen Yahudi sayısı sekiz yüz bini buldu.
Vallahi anne iyi bil ki senin yüz canın olsa bunlar birer birer çıksalar ben yine de dinimden dönmem.
Sa’d b Ebi Vakkâs r.a annesine hürmet ve itaat eden biri idi.Müslüman olunca,annesi ona:“Ey Sa’d! Bu yaptığın nedir?
Ya sen bu yeni dinini bırakırsın,ya da ben yemem,içmem ve sonunda ölürüm.Sen de benim yüzümden
anasının katili,diye ayıplanırsın.” dedi.
 Sa’d bin Ebi Vakkas(r.a):“Anneciğim böyle yapma.İyi bil ki,
ben bu dini bırakmam.” diye cevap verdi.Böylece iki gün iki gece bekledi.Annesi ne yedi,ne içti.Bunun üzerine Sa’d bin Ebi Vakkas(r.a) tekrar ona şöyle dedi:“Vallahi anne,iyi bil ki,senin yüz canın olsa,bunlar birer birer çıksalar,ben yine de dinimden dönmem.
İster ye,ister yeme.Artık sen bilirsin.” dedi.Oğlunun bu kararlılığı karşısında annesi direnmekten vazgeçti.


Fakirin hediyesi
 Ümmü Süleym oğlu küçük Enes'in elinden tutarak sevgili Peygamberimizin huzûruna gelerek dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bizler zengin değiliz.Size takdim edecek,fazla bir şeyimiz yok.Ancak çok sevdiğimiz şu küçük oğlumuzu,hizmet etsin diye,size armağan ediyoruz.Lûtfen kabûl buyurunuz!
 Peygamberimiz, bu içten gelen teklife pek memnun kaldılar. Küçük Enes'in başını okşayıp, duâ ettiler. Ana ve babasını kırmayıp, onu, yanlarına aldılar. Medîne dışında koşa koşa Efendimizi karşılayan bu küçük Müslüman, meğer kendi saâdetine doğru koşuyormuş! Böylece iki cihânın Efendisiyle, gece ve gündüz beraber olmak saâdetine kavuşmuş oldu.
 O da, bu büyük nimetin karşılığını ödemek için, büyük gayret sarfetti. Efendimizin hiçbir sözlerini kaçırmadan, dikkatle hizmet etti. Sevgili Peygamberimiz Enes bin Mâlik'e, sanki çocuk değil de; olgun bir insan gibi davranıyorlardı. Bir kerecik yüzlerini astığı görülmedi. Sert konuştukları işitilmedi. O'nun minik kalbini kırdıkları, incittikleri duyulmadı.









Sizi idâre eden amirleriniz hayırlı ise;
zenginleriniz cömert ise;
işlerinizi de istişare ederek yapıyorsanız,
yerin üstü sizin için
yerin altından daha hayırlıdır.
Hz.Muhammed(sav)


ايّما والٍ وُلِىَّ شيْئًا مِنْ اَمْرِ اُمَّتي فَلَمْ يَنْصَحْ لَهُمْ وَيَجْتَهِدْ لَهُمْ كَنَصيحَتِهِ 1 وَجَهْدِهِ لِنَفْسِهِ كَبَّهُ الله عَلى وَجْهِهِ فىِ النّارِ يَوْمَ الْقِيامَةِ Herhangi bir vâli. Yani velâyet-i umûru hâiz kimseler. Alâ merâtibihim iş başında bulunan zevât. Vâli demek, ekseriyâ hâkim demektir. Sultana da şumûlü var. Bütün âmirler. Ümmet üzerine bir nevi’ salâhiyeti hâiz olanlar. Herhangi bir vâli kendisine ümmetim umûrundan bir şey tevliye kılınır da onlar hakkında hayırhâhâne ve hâlisâne hizmet etmez, nefsi için çalıştığı, kendi menâfi’ini muhâfazaya cehd ü ikdâm ettiği kadar onlar için çalışmaz, ihtimâmlı davranmazsa Cenâb-ı Hak yevm-i kıyâmetde onu yüzü üzerine sürüterek nâr-ı cahîme ilkā ettirecektir. Diğer hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmuştur: أيما رجل استعمل رجلا على عشرة أنفس، علم أن فيهم أفضل منه فقد غش الله 2 وغش رسوله وغش المسلمين Herhangi bir kişi, bir şahs-ı âhar bir adamı bir işde kullanırsa, on neferi meselâ teslîm eder, bir iş üzerine bir adamı isti’mal eder. Hâlbuki biliyor ki o on kişi içinde daha iyisi var. Onun fevkinde, ondan efdal, ondan dirâyetli, ondan emîn, ondan daha ehil varken öyle dûn kimselere tefvîz-i umûr ederse (الله غش فقد (evvelâ Allah’a, (رسوله وغش (sâniyen Resûl-i Ekrem, (المسلمين وغش (sâlisen bütün cemâ’at-ı müslimîne, bütün âhâd-ı millete gışş, hud’a ve hâinlik etmiş olur. 3 (منا فليس غشنا من (diye hadîs vardır. Her kim bize, yani Allah’a ve Peygamber’e karşı gışş eder, hıyânet eder, kendi menfa’atine göre hareket eylerse bizden değildir. Sonra Allah ne buyuruyor? Daha neyi fermân buyuruyor? 4 bütün, min’mü i-gayr, min’mü vakit hükmedeceğiniz nindebey nâs Sizler ) وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ) efrâd-ı tebe’a hakkında bir hükme tesaddî edeceğiniz vakit hâtır ve tavsiyeye bakmayın. (بالعدل تحكموا ان (adâletle, hakkāniyetle hükmedin. Hiç kimseyi dininden dolayı müstesnâ bir mu’âmeleye tâbi’ tutmayın. Tavsiyeye, ağrâz-ı nefsâniyyeye kapılmayın. Hak, haktır. Haklıya haklı, haksıza haksız deyin!..

SÛRE-İ ŞÛRÂ Usûl-i meşveret şer’an me’mûrun-bih olduğu gibi İslâmiyet’in hayru’l-kurûn olmak şerefiyle mümtâz olan feyizli devirlerinde mesâ’il-i mu’dilenin halli için dâima tevessül olunur bir habl-i metîn-i i’tisâm idi. [7] Şerî’at-i garrâ bu kā’ide-i celîleyi öyle bir mertebe-i kemâle is’âd etmiştir ki lâfz-ı güzîn-i islâmiyyet bi-tariki’l-iltizâm usûl-i meşverete delâlet eylediği gibi Hilâfet-i İslâmiyye şekl-i meşrûtiyetin en parlak misâlini irâ’e eylemektedir. Şer’an ve târîhen sâbit olan şu hakāyık bugün usûl-i meşveretin meşrû’iyetini isbât husûsunda delîl ve burhân ikāmesine lüzûm bırakmamıştır. Celî ve vâzıh olan bu hakīkatleri kimse inkâr edemez ki müdde’îsine isbât külfeti teveccüh etmiş olsun. Ulemâmızın isbât-ı meşrû’iyet yolundaki beyânâtı (ْكِّرَذ( emr-i celîline imtisâlen mücerred tezkîrden ibâretdir. İşte bu garaza binâ’en efâdıl-ı ümmet cânibinden gazetelere bir çok makāleler ithâf olunduğu gibi ayrıca risâleler neşr ve mev’izeler irâd edildi. Bütün âlem-i İslâm’ın medâr-ı iftihârı olan Üstâd-ı muhterem fâzıl-ı şehîr Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi hazretleri îd-i ekber-i ümmetin usbû’-i devrîsi olan Cum’a günü Ayasofya Câmi’-i Şerîfi’nde umûm beşeriyete min kıbeli’r-rahman ihsân buyurulmuş olan hukūk-ı esâsiyye ve asliyyeyi – ki muhâfazası için her türlü fedâkârlığı icrâ edeceğimizi bugün te’ahhüd ediyoruz– Şerî’at-i İslâmiyye’nin ne sûretle te’yîd ve takviye buyurmuş olduğunu kendilerine hâs olan bir talâkat-ı beyân ile îzâh buyurdular. Tesadüfât-ı haseneden olmak üzere Çarşambalı Hoca Efendi hazretleri, dem-i vâpesîn-i istibdâddan birkaç gün mukaddem tilâvet ve tedrîsine şurû’ eyledikleri sûre-i celîle-i Şûrâ’nın 1 i-ânî’me kerîmesinin i-âyet) وَأُمِرْتُ ِلأَعْدِلَ بَيْنَكُمُ) şâmilesini tavzîh ve tebyîn sırasında vücûb-ı meşverete dâir bir çok hakāyık-ı ’âliyye serd ve beyân etmek sûretiyle bihavlihî ve keremihî te’âlâ ümmet-i mu’azzamanın muvaffak olacağı şu emr-i hayr için bir berâ’at-i istihlâl vücûda getirdiler. Cenâb-ı Hak cümlenin mesâ’îsini meşkûr buyursun. Dîn ü vatana elden geldiği kadar hüsn-i hizmet ümniyye-i mahsûsasıyla sabahü’l-hayr-i hürriyyetde te’sîsini istediğimiz “Sırâtımüstakīm”in esas-ı münderecâtını ilm-i tefsîr ve hadîs teşkîl edeceği cihetle muhterem hutebâ ve muharrirlerimizin berây-ı tezkîr irâd eyledikleri âyât-ı kerîme ve ehâdîs-i şerîfe hakkında mütenevvi’ nukāt-ı nazardan icrâ edeceğimiz tedkīkāt ve tetebbu’âtı bi-mennihi’l-Kerîm ilerde müte’addid makālelerle neşr edeceğiz. 1 Şûrâ, 42/15. Bugün yalnız bahşâyiş-i ilâhî olan şu hukūk-ı asliyye-i beşeriyyenin ta’zîz ve tebcîli ve aynı zamanda ehemmiyet-i meşveret hakkında ümmeti îkāz maksad-ı ulvîsiyle Risâletpenah sallâllahu te’âla aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin mütehallik buyuruldukları şiyem-i azîme-i hudâpesendâne mukteziyât-ı celîlesinden olarak ibrâz buyurdukları nezâket-i nebeviyyenin bir eser-i bedî’ini, Kur’ân-ı azîmüşşân gibi ahkâm-ı kudsiyyesi ebedî bir kitâb-ı celîl-i ilâhînin muhtevî olduğu süver-i şerîfeden birinin “Şûrâ” nâm-ı şerîfiyle tev’sîmine masrûf olan inâyet-i seniyye-i peygamberîlerini mevzû’-ı bahs etmek isterim. Cümlemiz biliyoruz ki süver-i şerîfe-i Kur’âniyye’nin esmâ-i mübârekesi tevkīfîdir. Yani Risâletpenâh efendimizin izn-i hümâyûnlarına iktirân etmeyen isimlerin süver-i şerîfeye ıtlâkı tecvîz olunamadığından esmâ-i mübârekenin ehâdîs-i nebeviyye ile sübûtu lâzımdır. Bir sûrenin naklen sâbit olan ismi ta’addüd ederse cümlesi mu’teber add olunur. İsm-i mübâreki ta’addüd eden süver-i şerîfe, ulûm-ı Kur’âniyye’den bâhis olan eserlerde beyân ve ta’dâd olunmuşdur. Sernâme-i makāle ittihâz olunan sûre-i celîlenin ise yalnız bir ismi vardır ki o da “Şûrâ” nâm-ı güzînidir. –mâba’di var– Mardinîzâde: Ebu’l-Ulâ

Allah Teâlâ (c.c.) buyuruyor:
Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere gelince biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. (Ankebût, 69) Yani, bizim hidâyetimiz, kulların mücâhedelerine bağlıdır, buyuruluyor. Ve yine:
Hakîkat insan için kendi çalıştığından başka (bir şey) yoktur. (Necm Sûresi / 39) âyet-i kerîmesi de yalnız maîşet-i dünyeviyeye münhâsır olmayıp, maişet-i uhreviyyeye de âittir.
Hadîs-i şerîfte:
Ulemâ, nebîlerin vârisidirler. (Buhârî, Müslim, Müsned, Keşfü’l-hafâ II-83) buyurulmuştur.
Âlim billâh olan, halkı, garazsız ve ücretsiz hiçbir menfaat mukâbili olmayarak livechillâh Hakk’a, şerîat-ı mutahharanın emirlerine dâvet eder. Nitekim:
Siz insanlar için (insanlığın fâidesi için gaybdan, yahut levh-i mahfûzdan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsizin, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışırsınız. (Âl-i İmrân, 110) buyurulmuştur.
Hiçbir peygamberin ümmeti, vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani, hiçbir peygamberin ümmetine emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker vazîfesi verilmemiş ancak bu vazîfe ümmet-i Muhammed’e tevdî ve ihsân buyurulmuştur.
Hadîs-i şerîfte:
Alim-i âmilin yüzüne bakmak ibâdet makâmına kâim olur. Haram olan şeylerden sakın ki, halkın en âbidi olasın.” buyurulmuştur.
Binâenaleyh, bir âlim-i âmil ve mürşid huzûrunda üç cihetten ibâdet vardır:
1- Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir.
2- Orada ikâmetle, ma’siyet etmemeğe sebât ve kef-i mahârim yani haramdan el çekmek vardır. Bu da bir ibâdettir.
3- Rızâullah maksadıyla gelip zikir ve fikir hizmetinde bulunmak da bir nevî ibâdettir.
Şah-ı Nakşibend hazretleri:
“Bizim Târikimiz sohbetledir.” buyurmuştur ki, Ebû Bekr Sıddîk -radıyallahu anh- tarîkidir.
Gerek Hazret-i Sıddîk ve gerekse bilcümle ashâb-ı kirâm -radıyallahu anhum- sohbet ile istifâza eylemişlerdir. Sohbetin terakkî ve tasfiye husûsusunda pek çok faydaları vardır.
Sahâbe-i kirâmın cümlesi âlimdi, fakat hepsi sülûk ve teslîk bilmezlerdi. Kendileri muhabbet-i Nebeviyye ve teveccüh-i Hazret-i Peygamberî ile Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olurlardı. Bu kâfî gelirdi.
Feyz göze görünmez. Meselâ, incir ve üzüm gibi meyve büyür ve güneşten istifâde ederse de kemâle gelinceye kadar güneşten gıdâ aldığını bilmez.
Bir sâlik feyz alır, terakkî eder. Fakat aldığı feyz ve terakkîsini bilemez. Çünkü feyz göze görünmez. Dünya seriu’z-zevâl ve fânîdir. Ukbâda ecr u sevâb ise ebedîdir.
Hadîs-i şerîfte:
Hayra delâlet eden o hayrı işleyen gibidir. (Keşfü’l-hafâ / II/480; el-Askerî’den) buyurulmuştur. Bir kimse bu hadîs-i şerîfin sırrına mâ-sadak olarak yüz kişiyi hayra delâlet etse, onların her birerlerine bir sevâb verilmiş ise, delil olana yüz sevâb verilmiş olur. İşte irşâda memur olanlar da bu noktada terakkî ediyorlar. Feyyaz-ı Mutlak hazretleri bilcümle ihvân-ı dînimizin medîne-i vücûdlarını mâ-i hayât-ı şeriatla iska ve kalblerine de zülâl-i feyz-i tarîkatla ihyâ buyursun. Âmin.
Nitekim bir kimse hamamda sıcağı hisseder, fakat, sıcaklık göze görünmez, lâkin eseri zâhirdir. Meselâ bir sâlik eğer, namaza ve diğer ibâdetlere başladığında kendisinde muhabbetullah, takvâ ve bir hafiflik hissederse, bu onun feyz aldığına işârettir.

8] DERS: 46 18 TEMMUZ 1334 اعوذ بالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظّاً غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى 1 اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ الاول الله، الاخرالله، الظاهر الله، الباطن الله. ومن كان فى قلبه الله، فمعينه وناصره فى الدارين الله . Ol Cenâb-ı vâcibü’l-vücûd, feyyâzü’l-hayri ve’l-cûd ol gâye-i küll-i maksûd olan Hazret-i Allah celle celâluhû ve amme nevâluhû ve lâ-ilâhe gayruhû.. Emîn-i vahy-i ilâhî, sefîr-i celîl-i sübhânî Cenâb-ı Cibrîl-i Emîn vesâtat-ı aliyyeleriyle... ol râzdân-ı ilmü’l-gayb-i mâ-evhâ ve ol server-i serâ’- ir-şinâsân-ı rümûz ü esmâ’ Hazret-i Resûl-i Müctebâ Seyyidüna Ebelkāsım Muhammed el-Mustafa aleyhi ve alâ âlihî ve ashâbihî efdalü’t-tehâyâ efendimiz hazretlerine inzâl buyurduğu Kur’ân-ı Kerîm’inde, Furkân-ı mübîninde, ale’lhusûs işbu âyât-ı celîlesinde buyuruyorlar ki: bir büyük en olan Zülcelâlden Rabbin) فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّهِ) rahmet-i sübhâniyye ile, tevfîk-i samedâniyyesiyle, ancak bu sâyede (ْمُهَلَ نتِل (sen ey habîbim, ey resûlüm gâyet leyyin oldun. Ashâbına mülâyemetle mu’âmele eyledin. Bütün ef’- âl ve harekâtın, bütün mu’âmelâtın lütufkârâne oldu. Bu âyet-i celîle Uhud Muhârebesi’nden sonra şeref-nâzil olmuşdur. Bidâyetde muzafferiyet kazanılmış iken bazıları emr-i Resûle muhâlefet ettiler. Ganîmet sevdâsına düştüler. Sultan-ı enbiyâ efendimizin ta’yin buyurduğu mevki’i terk edenler Abdullah b. Cubeyr radıyallâhu anhu kumandasında elli kadar kemankeş bulunduğu hâlde mühim bir mevki’e ta’yin buyurulmuştu. – Biz ne olur isek olalım; siz bu mevki’i muhâfaza edin zinhâr ayrılmayınız!.. 1 Âl-i İmrân, 3/159. denilmişti. Sonra galebe-i kâmile teveccüh edince sufûf-ı İslâmiyye ile müşrikler karışdı. Artık Hazret-i Abdullah’ın ma’iyyetindekiler dinlemez oldular. – Bu kadar ganîmet ortaya çıkmış. Biz niçin duralım? diye ekserisi mevki’lerini bıraktılar. Dünya garazından nâşi ganîmetden hisse almak için koşdular. Resûl-i Ekrem Efendimiz ganâ’imi harbe mübâşir olanlara, ta’kīb edenlere tahsîs buyurur zannettiler. Âdâb-ı İslâmiyye henüz o kadar tekarrur etmemiş idi. Metbû’-ı zîşânları büyük, her zaman büyük. Lâkin ma’iyyetinde bulunanlar İslâm’a yeni girmişler. Dinlemediler, ileri gittiler. Onun üzerine Halid bin Velid –ki o esnâda henüz dîn-i İslâm’ı kabul etmemiş idi– arkadan geldi. Orada kalanları şehîd etti. Bir çok kimselerle hatt-ı ric’atlerini kesti. Bozgunluk oldu. Bütün ashâb dağıldı. Sonra Cenâb-ı Allah kendi kudretiyle harikulâde bir sûretde müşrikîne bir korku verdi. Yine kaçtılar. Fakat esnâ-yı inhizâmda yetmiş kadar ashâb şehîd oldu. Hazret-i Hamza Efendimiz şühedâ-yı kirâma dâhildir. Hazret-i Peygamber’in de mübârek dendâne-i şerîfi şikest oldu. Vâkı’a sonra yine geldiler. Muhârebeyi kazandılar. Fakat Resûl-i Ekrem kalben kendilerine münkesir oldu; kendilerine muhâlefet ettikleri için. Lâkin yine yüzlerine vurmadı. Mahcûb etmedi. Tekdîr etmedi. Tevbîh eylemedi. Şimdi Allah senâ ediyor: – “Ey Habîb-i Ekremim! Sen bir peygamber-i zîşân iken, her vechile emrine, fermânına inkıyâd lâzım iken bu mu’âmele-i nâ-revâya karşı mülâyemetden ayrılmadın. Cümlesine mülâyemetle mu’âmele eyledin...” Bu işte Allah’ın lûtfu, Cenâb-ı Rabb-i Celîl’in keremi âsârıdır. (ِبْلَقْالَ يظِلَغً اّظَفَ نتُكْ وَلَو” (Ey Habîbim! Mekârim-i ahlâkı sana veren benim. Rüşd ü kiyâsetle fevkalâde hamâset ve şecâ’atle, her türlü meziyyât-ı ’âliyye ile seni mevsûf kılan ben Allahu zülcelâlim, Nâs bu sâyede emrine inkıyâd ederler. Herkese lâyıkı vechile, mevki’ine göre dürüşt mu’âmeleden mücânebet buyurur. Eğer böyle olmasan, fazz olsan* , galîzü’l-kalb olsan, dürüşt sözlerle kalbleri münkesir etsen...” Gılzat-ı kalb ile muttasıf olmak.... bu, sû-i hulkdan kinâyedir. Galîzü’l-kalb olur demek, ne kadar sıfât-ı zemîme varsa ictimâ’ eder demektir. 2 (ابعد القلوب عن الله القلب القاسى) Eğer bi’l-farz Habîb-i Ekremim sen böyle mekârim-i ahlâk ile muttasıf olmasan, gönülleri kırsan, ahlâk-ı hamîde sahibi olmasan, kerem ve samâhatin olmasa, hamâset ve şecâ’atin bulunmasa, her türlü reviyyetin, Allah rızâsına muvâfık harekâtın olmasa, mu’cizelerine güvenerek ümmetine bed mu’âmele etsen (َكِلْوَحْ نِم ضُّواَنفَلا (bakmazlar ki sen peygambersin. Hepsi etrafından çekilirler, dağılırlar, giderler. Emr-i bi’set... ne kadar güç. Eğer böyle olmasa peygamber ahkâmı teblîğ edemez. Her âmire en birinci hüsn-i ahlâk lâzım. Allah’dan ahkâm gelir bunu, bu ahkâm-ı Rabbaniyyeyi ümmete teblîğ edecek, ne kadar büyük vazîfe!.. Ne kadar büyük bir şeref!.. Bunca mu’cizâtı güneş gibi parlamış iken yine hüsn-i mu’âmeleyi emr ediyor. * Fazz gayet mütehevvir demek. (Fezâzet) akvâlde olur. 2 Tirmizî, Sünen, Kitâbü’z-Zühd 49. 8 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 1 - SAYFA 9 – Sen mu’cizâtınla teshîr edemezsin kulûbu. Böyle âlîcâh bir peygamber iken eğer fezâzetle, gılzatle, bed mu’âmele ile mu’âmele eylesen nefret ederler senden. Çekilirler yanından zîrâ merhamet, şefkatdir gönülleri celb ettiren. Lûtf ü mülâyemetdir teveccüh-i kulûbu kazandıran. Ahkâm-ı ilâhiyyeyi teblîğ için, benî Âdemi irşâd için mansûb oldun. Bu azamet-i gâ’iyye ile seni gönderdim. Âlemîne rahmet olarak; rahmetün ale’r-rahmet olmak üzere seni mekârim-i ahlâk ile muttasıf kıldım. Sen ümmetin dâima kusurlarını görsen, lûtf ü inâyetle mu’âmele eylemesen, zengini fukarâyı müsâvî tutmasan [9] yanında kimse kalmaz, bütün etrâfından çekilirler idi. Fakat senin nazarında zengin, fakīr birdir. Müsâvîdir. Hak huzurunda, Şerî’at nazarında bir tutarsın. Canlarını fedâ ederler senin uğurunda. Bu adâlet, bu müsâvât, bu istikāmet-i harekâtındır seni ümmetin indinde muazzez, muhterem kılan. Bu sâyede her türlü tevfîkāt-ı sübhâniyyeye mazhar olursun. Ne büyük şeydir. Bir def’a daha böyle oldu, hutbe tilâvet ederken bir Cum’a günü. Medîne’yi yeni teşrîfleri hengâmında, epey muhâcir çoğalmıştı. Hâricden gelen erzâk ve zahîre kâfî gelemiyordu. Kaht u galâ yüz gösterdi. Herkes düşünmeğe başladı. Tamam hutbe-i celîle kırâ’eti esnâsında bir kāfile girdi Medîne’ye. Şam cihetinden bir çok erzak ile, zahîre ile geldiler. Medîne’de kaht u galâ son dereceye gelmişti. Dört gözle bekliyorlardı. O hengâma tesâdüf etti. İstikbâl için hemen câmi’den dışarı çıktılar. Çünkü açlık, zarûret fevkalâde bir derecede idi, müzâyaka insanı her şeye sevk eder. Beşeriyet îcâbına tâbi’ oldular cümlesi dışarı çıktılar. Yalnız on iki kişi kaldı. Ötekiler: – Aman kāfileye gidelim, bir an evvel birşey alalım... yâhûd görmekle iftihâr edecekler, görmekle mütesellî olacaklar. وَإِذَا رَأَوْا تِجَارَةً أَوْ لَهْواً انفَضُّوا إِلَيْهَا وَتَرَكُوكَ قَائِماً قُلْ مَا عِندَ اللَّهِ خَيْرٌ مِّنَ 1 اللَّهْوِ وَمِنَ التِّجَارَةِ وَاللَّهُ خَيْرُ الرَّازِقِينَ O vakit bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Sonra geldiler, toplandılar, Resûl-i Ekrem Efendimiz hiç birini tevbîh etmedi, tekdîr eylemedi. Halbuki kalb-i şerîfleri ne kadar münkesir oldu, onun üzerine bu âyet-i celîle nâzil oldu. Cenâb-ı Hak tarafından tevbîh olundu. Beşeriyet ve zarûret sâ’ikasınca böyle şeyler olur... Cenâb-ı Hak yalnız hikâye etti: – Öyle bir ticaret görürlerse yâhud, lehviyâtdan birşey olursa koşarlar, mü’minlerin şânı mıdır? Seni ayakta hutbe okurken bırakırlar, dışarı koşarlar, dünya menfa’ati için. Habîbim onlara söyle ki çok küstahlık ettiler. Hayrü’r-râzikîndir Allah. Rızıklarını kervan getirmez. Allah gönderir. Dilediğini merzûk eder. İşte o vakit Hazret-i Peygamber’in yüzünden anladılar. Eser-i gazab nümâyan oldu. Onun üzerine Allah onları tekdîr etti. Mülâyemetle hareket esasdır. Dürüşt mu’âmeleden mücânebet lâzımdır. Hele umûm işine karşı mülâyemet pek ma’kūl bir harekettir. Hazret-i Resûl-i Ekrem dâima böyle mülâyemetle mu’âmele buyururlardı. 1 Cum’a, 62/11. Sonra: – ( ْمُهْنَعُ فْاعَف“– (fâ” ile tefrî’ eder– İmdi ey Habîbim onların bu takım kusûrlarını, cümlesini afvet. Bundan böyle de vâki’ olacak kusurlarını görme. Hani hürmetsizlikdir, husûsen muhârebeden kaçmak .... böyle büyük küçük günâhların sana âid kısmını kendi hukūkuna dâir olanını durma afvet. Emr eder Allah. Allah’ın emri farziyyet îcâb eder. Sakın gazab etme. Bedduâ etme. Dâima afv ile mu’âmele eyle. خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُر بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ 2 3 (ْمُهَلْ رِفْغَتْاسَو (Allah’a karşı kusûr ederler. Hukūk-i ilâhiyyeye dâir itaatsizlikde bulunurlar. Bunun için de istiğfâr eyle, şefâ’at eyle. Böyle kusûrlardan, seyyi’âtdan ümmetini pâk etmeğe çalış!.. Kendi hukūkunu afv eyle, yani onlar birbirinin hukūkunu aff etsinler. Peygambere emir, ümmetine emir demektir. Yani beynlerinde haklarını afvetsinler, haklarını bağışlasınlar. Sonra bununla tamam olmuyor, Allah’a karşı da çok günâhları var. Onun için de istiğfâr eyle. Sen tavassut et Habîbim, tövbekâr olsunlar. Dergâhıma arz eyle. Kendilerini nâ’il-i gufrân edeceğim. Hakk-ı ibâd, hakk-ı ilâhî ne olduğunu bilince mevki’leri daha âlî olur. sana, âlîşânsın i-peygamber bir ki Sen) وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ) vahy gelir, bütün hakāyık-ı ilmiyye, bütün esrâr-ı ledünniyye sana münkeşif olur. Lâkin li-hikmetin bazen te’ehhür eder. Ekseriyetle dîne müte’allik bulunur. Lâkin dünyaya müte’allik şeyler de olur. Re’y-i rezîn-i peygamber, her şeyi idrâke kâfî, bütün ârâ-yı ümmetin fevkinde fakat yine öyle buyurur: – Ashâb-ı iz’ânla müşâveret et! Müzâkere eyle, bütün umûrda meşveretden ayrılma. Bazıları: Emr-i meşvereti harbe dâir şeylere tahsîs etmiş. Lakin (ِرْمَلاْا ىِف (lafzı âmmdır. Ehâdîs-i şerîfenin delâleti de umûmiyeti müş’irdir. Onun için Beydâvî merhûm, Allâme Zemahşerî, İmam Fahreddîn Râzî, Alûsî merhûm ıtlâkı tercîh ederler: Bütün umûrda ümmetinle meşveret et, re’ylerini sor, gönülleri öyle mutma’in olur.Sana daha ziyâde ısınırlar. Elbet senin re’yin onların re’ylerinin yüz kat fevkinde. Sultân-ı Enbiyâ’nın re’y-i rezîni, müsellem-i cihan, güneş gibi şa’şa’a-pâş. Fakat hep bir yere toplanınca ârâ, hakīkate mukārenet daha kolay olur. Hem umūr-ı dünyeviyyede mes’ûliyeti üzerine almazsın, hem daha ziyâde tatyîb-i kalb etmiş, muvaffakiyetini te’mîn etmiş olursun. Bu âyet nâzil olduğu vakit Abdullah bin Abbas hazretleri, emr-i celîl-i mezkûrun hikmetini sordular. Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdular ki: اما والله ان الله و رسوله لغنيان عنها و لكن الله جعلها رحمة لامتى فمن استشار منهم لم يعدم رشداً ومن تركها لم يعدم غيا. 2 A’raf, 7/199. 3 Âl-i İmrân, 3/159. CİLD 1 - ADED 1 - SAYFA 10 SIRÂTIMÜSTAKĪM 9 “Bilirsiniz ey ümmetim, ashâbım! Allahu zülcelâl bana emr ü fermân buyurur. Umûr-ı dünyeviyyede sizinle meşveret edeyim. Re’yinizi sorayım. Müzâkere edeyim. Ondan sonra bir iş tutayım. Lâkin siz de bilirsiniz, hakīkat de meydandadır. Allah ve Resûlü meşveretden [10] müstağnîdir. Meşveret ve müzâkereye ihtiyâcımız yok. Müşâvereden ganîyiz. Allah’ın inâyet ve keremiyle meşverete ihtiyâcım yok. “Lâkin meşvereti niçin bana emr ediyor? Bittabi’ ümmetime rahmet için yani bu bir sebeb olacak ilâ yevmi’l-kıyâme ümmetim meşveretle hareket edecek, meşveret onlara bir düstûr-ı esâsî olacak. Herkese vahy gelmiyor semâdan, herkese Cebrâ’il Kur’ân getirmiyor.” Hulefâ-yı Raşidîn devrinden başladı usûl-i meşveret. Hattâ bunun için müstakil bir sûre nâzîl olmuştu. “Şûrâ” nâmıyla tesmiye kılınmıştır. 1 (وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ ) nazm-ı kerîmi o sûrenin hâvî olduğu âyât-ı celîle cümlesindendir. Mâdem ki “umûr-ı âmme” de deniyor, bütün müslimîne, –velev gayr-i müslimîn tebe’a olsun– cemî’ nâsa şumûlü vardır. Her husûsda meşvereti iltizâm etmek... Bu muvâfık-ı nefsü’l-emrdir. Bunlar böyle yaparlardı. Ma’lûm meşveret kelimesi (العسلُ شرت (terkîbinden ahz olunmuştur. Erbâb-ı lisân arıları dağıtıp bal aldığı vakit (العسل شرت (derler. Balı yakaladım. Arıdan kurtuldum. Demek tatlılık var meşveretde, dikenler içinden, zehirler içinden seçilerek alınıyor. Asıl, hülâsa, zübde, asel-i musaffâ gibi hak, hakīkat ne ise o seçilecek. O kadar arının tasallutuyla içinde kalmış, işte Arab, balı aldığı vakit şu terkîbi kullanır. (العسل شرت .(Elhamdülillah muvaffak oldum. Zehirler içinden balı çıkardım. “Allah bunu ümmetime rahmet kıldı.” Allah’ın rahmeti olursa ondan büyük bir ni’met tasavvur edilmez. Bu inâyet-i celîleye mazhariyet için her husûsda müşâvereyi iltizâm etmeli, müşâvereyi kabûl edenler her bir hayra nâ’il olurlar. Her kim müşâvereyi terk ederse, her türlü hızlâna giriftâr olur. Bu müşâverenin mebnâsı olan hürriyet, müsâvât, adâlet yok mu? En büyük bir ni’metdir, emn ü emândır. 2 نعمتان ) met’ni bir fevkinde âfiyetin) مغبون فيهما كثير من الناس الامن والعافية arar mısın? İşte emn ü emân. Ümmetin teveccühüne emîn olmazsan sıhhatin ne kadarı olur? Onun için Resûl-i Ekrem Efendimiz âfiyetten evvel “emn”i zikr ediyor. Emn ü emân ne büyük şey!... İşte hürriyet budur, zulümden, istibdâddan, her türlü işkenceden âzâde olmak. Sonra âfiyeti ikinci dereceye bırakıyor. Bu iki ni’metin kadrini bilelim. Bu sefer padişahımız hakīkaten Kur’ân mûcebince hareket buyurdular. Resûlullah’- ın tavsiyesi üzerine kemâl-i mülâyemetle hiç bir şiddet ve unf göstermeyerek isr-i âlî-i peygamberîye iktifâ ettiler. Vâkı’a esbâbı var. Fakat esbâbı halk eden Allah’dır. Gerçi sa’y edenler meşkûrdur. Esbâbı hazırlayanlar ümmet nazarında muhterem, mübecceldir. Fakat her şey Allah’ın inâyetiy- 1 Şûrâ, 42/38. 2 Hadîste geçen (العافيهُ الامن (kelimeleri (الفراغ الصحة (şeklinde; Buhârî, Sahîh, Kitâbü’r-Rikâk 1; Tirmizî, Sünen, Kitâbü’z-Zühd 1. ledir. Ümmet arasında ciddiyetle, fetânet ve kiyâsetle, fevkalâde nâmûsuyla temeyyüz etmiş bir takım erbâb-ı hamiyyet pek çok çalıştılar. Bilhassa Üçüncü Ordu’nun bu bâbdaki mesâ’î-i ciddiyyeleri hayret-fezâdır. Uykularını, rahatlarını terk ettiler, selâmet-i umûmiyye için geceli gündüzlü çalıştılar. Âkibetü’l-emr muvaffak oldular. Milyonlarca zulmdîdegânı kurtardılar. Fakat bunu Allah yaptı. Mağrûr olmamalı yapanlar. Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i kibriyâsını düşünmeli, Allah’ı unutmamalı, kendine güvenmemeli. Bu ni’meti Allah’dan bilmeli. Müsebbib-i hakīkī Allah olduğunu hiç bir zaman hâtırdan çıkarmamalı. Pâdişahımızın kalbini yumuşatan, gılzat ve kasvetden muhafâza buyuran, Allah’dır. Mü’essisleri dahi Allah’a bin şükür etmeli ki bu emr-i hayra Allah onları sebeb kılmış. Bu kadar efrâd arasında bu işin hayyiz-i husûle gelmesi için onları münâsib görmüş. Bu işin eri onları görmüş. Daha doğrusu bu şerefe onları mazhar kılmış. Ne büyük sa’âdet, ne büyük şeref!.. Allah’ın inâyeti bu! Ey kahramanlar! Allah’a şükr ediniz!.. Ey vatandaşlar! Biz de elden geldiği kadar şükr edelim. Yardım edelim. Şükür ne ile olur; gönülden. “Şükür, şükür” demekle olmaz. Elden gelen mu’âveneti dirîğ etmemeli. Biz böyle şükür edersek o ni’met tezâyüd eder. Biz el birliğiyle hareket ettikçe, vüs’atimiz yettiği derece mu’âvenetden geri durmadıkça, herkes hâline göre zenginler parasıyla, kahramanlar kuvve-i bâzûsuyla, hatîbler lisânlarıyla, muharrirler kalemleriyle... Hep birlikte çalışırsak bu nimeti Allah tezyîd eder. Bütün ma’nâsıyla hürriyetimizi muhâfaza ederiz. Öyle buyuruluyor: 3 nimetime Eğer) “لَئِنْ شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ) şükür ederseniz, ey kullarım; ben o nimeti tezyîd ederim.” Ni’met, ni’met... En birinci ni’met, âfiyetden büyük olan ni’met, emn ü emândır. Bu ni’met adâlet, bu atiyye-i ilâhiyye olan hürriyetdir. Yani her türlü esâretden, istibdâddan, mezâlimden, ezâlardan, işkencelerden halâs olmak, en büyük ni’met bu. İnsanın insan olduğu onunla belli olur. İstemediğini yapmağa mecbûr olursa insan mı o? Böyle bir hâle gelmiştik. Ma’âzallah büyük büyük felâketler zuhûr edecekdi. İçimizde milel-i gayr-i müslime de var. Bunların hâmîleri de var. Onlar bizim gibi boş durmadılar. Atâletle, zulm ü istibdâda mümâşâtla vakit geçirmediler. Okudular, her şeyi anladılar, ma’ârifde, ticarette, san’atda, hâsılı her şeyde bizi geçtiler. Biz zulm içinde, istibdâd dalgaları arasında çalkalanıyorduk. Onlar adâlet, müsâvât, hürriyeti te’sîs için çalışıyordular. Biz ale’l-ekser hâl-i gaflet ve atâletde kalıp dururken onlar, onlarla beraber bütün hamiyetli müslümanlar için için ağlarlardı. Balkanlarda meşveretler kuruyorlar, bu bîçâre mazlûmları, bu zavallı ma’sûmları, bu her şeyden bî-haber, esâret zincirleri altında inleyen kavâfil-i gâfileyi îkāza, kurtarmağa sa’y ü gayret ediyorlardı. Her türlü vesâ’it peydâ ettiler. Tabî’î o işkenceden [11] kurtulmağa çalışmaz mı insan? Hayvâniyetde kalmağa kim râzı olur? İstihsâli mümkün iken niçin teşebbüs etmesinler? Çalıştılar, geceli gündüzlü çalıştılar. Evlerini, çoluk çocuklarını terk ettiler. Dağlara çekildiler. Allah’ın inâyetine ilticâ et- 3 İbrahim, 14/7. 10 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 1 - SAYFA 12 tiler. İslâm, Ermeni, Bulgar, Rum, Mûsevi ... Bütün milletler birleşti. Bütün ta’assubât-i dîniyyeyi bıraktılar. Bütün münâferet-i kavmiyyeyi unuttular. Anâsır-ı mütebâyineden unsûr-ı vâhid teşkîl ettiler. “Osmanlı İttihad ve Terakkī Cem’iyyeti” nâmıyla büyük bir cem’iyet vücûda getirdiler. Bütün Osmanlı memleketlerini sardılar. Hattâ memâlik-i ecnebiyyeye kol attılar. Maksad hep bir: Zulmü kaldırmak. İstibdâda hâtime çekmek. Her yerde mu’în buldular. Her tarafdan müzâheret gördüler. Hayra çalışanların Allah’dır hâmîsi. Mezâlime göğüs gerenlerin Allah’dır muzâhiri. Bu zulm ü istibdâd dünyaları tuttu. Bu engizisyonlar memleketleri harâbe-zâra çevirdi. Bitiyorduk, mahv oluyorduk. Fakat elhamdülillah nusret-i İlâhiyye yetişti. Kahramanlar ortaya atıldılar. Râyet-i hürriyyet Balkanlarda temevvüce başladı. Bir nesîm-i seher bütün meşâmm-ı ümmete hürriyet kokuları getirdi. Kalbler galeyâna geldi. Zâlimler şaşırdı, rüyâ zannettiler. Yerden insanlar, gökden melekler hep birlikte çalıştılar. O mel’ûnların cümlesini ser-nigûn etti Allah. Elhamdülillah, sümme elhamdülillah. Bu böyle devam edeydi hâlimiz ne olurdu? İnd-i ilâhîde ne kadar mes’ûl olacakdık. Böyle hâlleri, böyle zulm ü istibdâdı İslâmiyet şiddetle takbîh eder. Bu istibdâdı kaldırmak için çalışmağa herkes dînen mecbûrdur. Şerî’atimiz hürriyeti, adâleti, müsâvâtı emr ediyor. İçimizde milel-i gayr-i müslime de var: Ermeni, Rum, Bulgar, Mûsevî... Onlar da bu hey’etden cüz’dür. Onlar bize Allah’ın vedî’asıdır. Kendimizden ziyâde onların hukūkunu muhâfazaya çalışacağız. Zerre kadar rencîde olmamalarına gayret edeceğiz. Dînimiz böyle emr eder. Hazret-i Peygamber’in son nefesde birkaç tavsiyesi var ümmete: Birincisi tebe’a-i gayr-i müslimeyi zulmden vikāyedir. Sultan-ı Enbiyâ dünyadan teşrîfleri hengâmında ashâbını çağırdı. Onlara vasiyet buyurdu. En evvel zihinlerine bunları yerleştirmelerini tenbîh buyurdu. İşte birincisi: (افعل ماكنت بمثل الوقور اجيزوا (hâricten gelen meb’ûslar, elçiler, bir takım ziyâretçiler dâima görürdünüz, ben onlara nasıl mu’âmele ederdim? Siz de öyle hareket edeceksiniz. Hüsn-i mu’âmele sâyesinde onların bize karşı muhabbetleri artacak, kalbleri ısınacak. Ben nasıl mu’âmele ediyordum, hüsn-i kabûl gösteriyordumsa, siz de sakın ondan ayrılmayın, gelenleri horlamayın bütün cihâna karşı duramaz bir millet. – Husûsen bu devirde bütün cihân terakkī etmiş, fen sâyesinde neler, ne silâhlar îcâd olunmuş. – Onun için münâsebât-ı düveliyyeyi muhâfaza edin, komşularınızla hoş geçinin. Ne sorarlarsa cevap verin. Ne söylemek lâzımsa ona göre söyleyin. Münâsebât-ı düveliyyeyi unutmayın. Sonra: tebe’aya sakın zulm etmeyin. Hukūkunu ibtâl etmeyin. Ne büyük düstûr! Bizim ne kadar hukūkumuz varsa onlar da aynı hukūka mâlik. Rum, Bulgar, Ermeni, Mûsevî ne olursa olsun mâdem ki ahd-i saltanatda yaşarlar, onları serbest bırakmalı. Onların menâfi’i ayn-ı menâfi’imiz, mazarratları ayn-ı mazarratımız hiç ayrılmayız. Büyük dakîkadır bu. Mazarrat gelen şeylerden sakının. Onlara gelen mazarrat size de âiddir. Cümlesini vikāye edin. Emânet olsun size. Yakalarınızdadır elim, en büyük hasmıyım onun, her kim bir zimmîyi horlarsa, hukūkuna tecavüz ederse. Demek biz onları muhâfaza etmezsek Hazret-i Resûl-i Ekrem düşmanımız olur. İnsan kendi kendine düşünmeli. Hazret-i Peygamber ne buyuruyor? – Türlü türlü işkencelerle, bin türlü bed mu’âmelelerle, tecâvüzât-ı mel’anet-kârâne ile zulm ü gadr edenler olursa yarın kıyâmetde ben hasmıyım onun. Düşünmeli, Peygamber da’vâcı olursa artık dünya işinde selâmet kalır mı? Hakīkaten öyle bir devre gelmiştik, ki Devlet-i Aliyye hemen hemen batıyordu, üç ay sürmeyecekti. Rumeli’nin ne hâle geldiğini görüyorduk. Avrupa devletlerinin ictimâ’larını işitiyorduk. Bütün o müdhiş, o muzlim tecessüs bulutu altında ezildiğimiz hâlde yine bunları, bizim memleketimizi taksîm için, bizi ortadan kaldırmak için vukū’ bulan mülâkātları, cereyân eden müzâkereleri haber alıyorduk. Bir şey yapamıyorduk. Fakat içimiz cız cız cızlıyordu. Yüreklerimiz yanıyordu. Diğer tarafdan dâhilî ihtilâller, Rumeli bir türlü, Anadolu bir türlü. İdâreden hiç kimse memnûn değil. Ma’âzallah bunca senelik devlet, millet-i muazzama-i İslâmiyye mahv ü nâbûd olmak derecesine gelmişti. Muhakkaktı mahvımız. Vallahi billahi böyle idi. Mart’ı bulmazdı. Hazîne-i Mâliye bitti. Memleketde her türlü mezâlim cârî. Olur mu böyle şeyler? Devletler, insâniyet muktezâsı olan hamiyet îcâbınca hareket etmesi lâzım gelirken sükût etmezler. Cümlesi birden hücûm etmiş, vazîfelerini yapmışlar. Kararlar pek katî’ idi. İcrâ’âta hemen başlamak üzre idiler. Rumeli’nin taksîminden sonra İstanbul’dan ne hayır kalır? Sonra nemize güvenelim? Okumamız mı var, san’atımız mı var? Bizi muhâfaza eden şerî’at-ı garrâ-yı İslâmiyyedir. Her hareketimizi ona tevfîk etsek cihanda misli görülmemiş bir hükümet-i âdile teşkîl etmiş oluruz. Ahkâm-ı ilâhiyye bütün hukūk-ı beşeriyyeyi kâfildir. Hükûmet icrâya me’mûrdur. Hükûmetin vazîfesi odur. İslâmiyet’te hukūk-ı beşeriyyeye muzır bir şey yoktur. Bütün ahkâmı mizâca muvâfık, adâlete mukārin, hürriyete mutâbık. Hükûmetin vazîfesi değildir kānûn vaz’ etmek. Re’s-i kâr-ı hükümetde bulunanlara niçin “sultan” deniyor? [12] Saltanat odur. Cümle ârâya mutâbık, Mecelle ahkâmına muvâfık ahkâm olur. Hükûmet onları icrâya me’mûr olur. Meb’ûsan da nezâret eder: Kānûnlar icrâ olunur mu, olunmuyor mu? Haksız mu’âmele vukū’ buluyor mu, bulmuyor mu? Demek bütün ahkâm-ı esâsiye şerî’atimizde var. Kānûn-ı Esâsî de onun suver-i icrâ’iyyesini te’mîn edecek. En emîn kimseler intihâbıyla göz önünde îfâ olunacak. Hukūk-ı ibâd, ötekinin berikinin yed-i müstebidânesine tevdî’ olunmayacak. Sefîne-i hükûmet muktedir, emîn ellere geçecek. İnşâallah yakında hükûmet-i aliyye pek ziyâde te’âlî edecek. Bir memlekette ki efkâr-ı umûmiyye yok, dâima büyükler küçükleri ezer, insan sayılmaz onlar. Devlet-i Aliyye Avrupa komisyonlarında insan sıfatıyla anılmazdı. En âdî milletleri millet sayarlardı, bizi insan saymazlardı. CİLD 1 - ADED 1 - SAYFA 13 SIRÂTIMÜSTAKĪM 11 – Bir-iki kişinin idâresi altında yaşarlar, insan mı onlar, bu mu insanlık? Böyle derlerdi. Vükelâ meb’ûsâna tâbi’, Kānûn-ı Esâsî var. Meb’ûsân var. Teşekkül eder. Vazîfesini yapar. Herkes müsterîh yaşar. Hukūkunun muhâfazasından emîn. Zulm yok, istibdâd yok. İnsanlık böyle olur. Rahatını bilecek, gününü, sâ’atini bilecek. Hergün engizisyon vekāyı’ını işidirse nasıl yaşasın? Öyle değil mi idi? Pâdişah hazretleri daha bidâyet-i cülûsunda Kānûn-ı Esâsî’yi vaz’ etmişti. Fakat sonra işte bazı hâinler zencir gibi etrafını sardılar. Bin türlü tesvîlât, bin türlü tahvifât ile Kānûn-ı Esâsî’nin tatbîkine mâni’ oldular. Pâdişahımızı evhâm içine batırmışlardı, yoksa pâdişahın fetânet ve kiyâseti, hissiyât-ı dindarânesi bütün cihânca müsellem, musaddakdır. Kimsenin bunda şüphesi yoktur. Bir fırsat bulunca, karşısında büyük bir kuvvet, iki üçyüz bin kişilik müsellah bir ordu görünce hemen tatbîkini fermân buyurdular. Artık o hâinlerden futûru kalmadı. Hattâ Kānûn-ı Esâsî’nin bi-temâmihâ muhâfazasına çalışacağını yeminle, kasem ile va’d etmesi hüsn-i niyyetine pek büyük delîldir. Bu kadar dindâr bir pâdişah yemîninde hânis olmak ihtimâli var mı? Kābil değil. Bu esnâlarda kendi de gâyet mütevahhiş idi. Devlet-i Aliyye’nin inhitâta yüz tuttuğunu, batmak üzere olduğunu, o irtikâbları, o hiyânetleri hep görüyordu. Ne kadar üzülüyordu. Bu hâllerden ne kadar tevahhuş ediyordu. Himâye-i ilâhiyyeye ilticâ ediyordu. Her hafta Buhârî-i Şerîf okutuyordu. Dîni, i’tikâdı buna sevk eder. “Dînin devlet ve milletin selâmeti, hâinlerin makhûriyeti için...” Buhâri’yi böyle okuttururdu. Allah eğer bir kavmi nâ’il-i refâh, mazhar-ı sa’âdet buyurmağı murâd buyurursa ilhâm eder. Bir takım sebebler halk eder. Bir takım hamiyet-perverler, kahramanlar ortaya çıkarır. Milletin terakkīsine, İslâmiyet’in te’âlîsine onları sebeb kılar. Allah bu. Bazen celâlini gösterir, bazen cemâlini izhâr eder. Biz vezâ’if-i ubûdiyyetimizi bilsek, bi-hakkın îfâ etsek o mezâlime dûçâr olmazdık. Fakat bizde de çok kusûr var. Dinimize pek lâkayd kaldık. Zevk ve sefâhete daldık. İş başlarında bulunanlar yılan olduysa diğerleri de akrep oldu. Sağdan, soldan, aşağıdan, yukarıdan mülkü harâb ettik. Fakat bu kitle-i zulm, bu kitle-i sefâhet arasında öyle hamiyet-perver kahramanlar zuhûr etti ki cihânı hayretlere düşürdü, ne hamiyet, ne hissiyât-ı necîbe! Ne efkar-ı ulviyye! Mağbût-ı melâ’ik oldular. Bu kadar mesâ’î, bu kadar gayret herkese müyesser değil. Bu ilhâm-ı rabbânî. Biz uyurken onlar uyumadılar. Vâkı’a biz de uyumazdık, fakat elimizden birşey gelmezdi. Onlar böyle çalıştılar, bu hüsn-i niyyetle ikdâm ettiler. Cenâb-ı Hak da muvaffak etti, bu ittihâd sâyesinde bu iş oldu, bitti. Bozulmak imkânı yok artık. Cem’iyyet i’tidâli, te’- ennîyi, metâneti tavsiye eder. Buna tevfîk-i hareket lâzımdır. Görülüyor ki işte Cem’iyyet’in bütün vasâyâsı şer’e, akla, hikmete hep muvâfık şeylerdir. Onu dinlemek lâzımdır. Düşmanlar etrafımızda gözlerini açmış, müdâhale için bir sebeb arıyorlar. Rusya donanması Karadeniz’de gezer. Yolsuz bir hareketimiz olsa ne’ûzü billah hemen gelecek. Bittabi’ kimse arzu etmez bunu. Sonra Avusturya da böyle. O da bir sebeb-i müdâhale arar. İşte bir İngiltere var ki hakīkaten bu hürriyetden memnûndur. Müdâhaleyi arzu etmez. – Varsın ilerlesinler. Kendi kendilerine adam olsunlar, terakkī etsinler. Böyle diyor, bu hiss-i âlîyi besliyor. Diğer tarafdan Fransa da öyle. Onlar da bu hürriyeti memnûniyetle telakkī ederler. Lâkin Rusya ile Avusturya... Onlar bin türlü entrikalar, desâyisler, bu rişte-i ittihâdı çürütecek hiyânetler ortaya koyarlar. Allah muhâfaza etsin! Allah herkesin düşündüğünü başına getirsin! Hayır düşünenleri âlî, şer düşünenleri zelil eylesin! – Âmin!.. İşte o Cem’iyyet-i İttihâd, o hamiyyet-mendân-ı ahâlî böyle muvaffakiyetlerine mağrûr olmamalı, Allah’ın inâyetinden bilmeli. Birbirine de kimse tecâvüz etmemeli. Artık kānûnlar tatbîk olunacak. O lâfızdan ibâret kalan kānûnlar haklıyı, haksızı ayırcak. İhkāk-ı hak edecek. Hiç kimse merak etmesin. Âsâr-ı telâş göstermesin. Biz şükr edelim. Lâzım gelen mu’- âvenetden geri durmayalım! Yakında Meclis-i Meb’ûsân teşekkül edecek. O vakit her şeyler hall olunacak. Oraya milletin vekilleri toplanacaklar. Orada şahsiyyet, ağrâz-ı nefsâniyye olmaz. Orası bir merkez-i adâlettir. [13] Onun mukarrerâtından herkes memnûn olacaktır. Adâlet yerini bulur. Gaddârlar müstahak oldukları cezâyı görür. Allah’ın mülkünden kaçılmaz, pençe-i rabbânîden kurtulmak olmaz en büyük müntakim Allah’dır. Mazlûmların âhı yere düşmez. Ma’sûmların feryâdı redd olunmaz. Bu mahkemelerin fevkinde bir mahkeme var ki; hükmünde zerre kadar hatâ tasavvur olunmaz. Kuvve-i icrâ’iyyesi var ki elinden kurtulmak mümkün olmaz. Siz sıkılmayın, şimdiye kadar nasıl her umûrunuzda Allah’a ilticâ ettiniz, Allah’a yalvardınız, göz yaşlarınızı dergâh-ı ilâhiyye döktünüz; yine bu hatt-ı hareketden ayrılmayın. O mel’ûnlar nereye kaçsa yine kahr-ı rabbânî onlara yetişir. Azamet-i ilâhiyyeyi, Celâl-i sübhâniyyeyi düşününüz. Burdan kaçmakla kurtuldu denmez. Allah daha büyük belâ hazırladı onlar için. Onların mülevves vücûdlarını Allah bu memleketlerde yaşatmaz artık. Onlar nereye gitseler kendilerine muzâhir bulamazlar. Onlar için Avrupa’da te’essüs imkânı yok. Bütün o mütemeddin devletler arasında öyle mülevves vücûdları toprağına bastıracak, hükûmetini târîh-i insâniyetde lekelendirecek bir devlet Avrupa’da yoktur, olamaz. Onlar için Afrika çöllerinden başka melce’ yok. Sıkılmayınız, yakında kudret-i rabbânîyi işitir, görürsünüz. Size şimdi düşen vazîfe i’tidâl, şükürdür, Hazret-i Zülcelâle şükrü hiç bir dakīka unutmayınız. 1 şükür mete’ni büyük En. buyuruluyor) لَئِن شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ) ederseniz ni’am-ı sübhâniyyemi artırırım... Şükür kavlen, fi’len olmalı. Kalb ile ni’meti sevmek, ya’- ni ni’metini hâtırlarda tutmak, gönlünden muhabbet bağlamak, ulviyetine i’tikād etmek, lisân ile medh ve sitâyişde 1 İbrahim, 14/7. 12 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 1 - SAYFA 14 bulunmak... Sonra a’zâ ile mu’âvenet etmek, nakd ile kavl ile cem’iyyetin makāsıdına hizmet etmek her türlü tecâvüzden sakınmak. Tecavüzkârâne bir hareket iyâzen billah mahrûmiyetimizi mûcib olur. 1 (ٌيدِدَشَل يِابَذَعَّ نِإْ مُتْرَفَك نِئَلَو (Benim verdiğim ni’mete küfrân-ı ni’met ederseniz, sû-i isti’mâle kalkışırsanız, ni’met olduğunu teslîm etmezseniz, ni’meti nikbete tahvîle yeltenirseniz vallâhi azâbım şedîddir. Nankörlerden intikām alırım. Onun için bu ni’metin kadrini bilelim. Şükr edelim. Mu’âvenet edelim. Mantık dâiresinde hareket edelim. Biz de adâletsizlik eder, tecâvüzkârâne bir hareket ta’kīb edersek başka bir hey’et-i ıslâhiyye göndermekden Allah âciz değildir. Ni’meti nikbete tahvîl etmeyelim. Yollar açıldı. Hep birlikte cins ve mezheb tefrîk etmeyerek bu yolda yürüyelim. Bu sırât-ı müstakīmi ta’kīb edelim. Şimdi gelelim bu Cem’iyyet-i İttihâdiyye’nin hizmetlerine filhakīka hizmetleri şâyân-ı takdîrdir. Herkesin harcı değil bu. Bu kadar seneden beri vücûdlarını bu emr-i hayr uğuruna hasr etmişler. Bu emel-i mukaddes uğrunda canlarını fedâya hazırlanmışlar. “Yeni Asır” gazetesi nakl eder, bidâyetden nasıl olmuş, nasıl başlamış, ne devirler geçmiş, nihâyet ne olmuş?. Uzun uzadıya hakīkī, ciddî bir lisânla yazıyor. Bunların sûret-i harekâtı daha üç-dört ay mukaddem meydana çıkmıştı. Nûr-ı hürriyyet leme’âna başlamıştı. Lâkin Allah hâinlerin gafletini artırdı. Bunlar etrâfı güzelce sarıncaya kadar, dâire-i nüfûzlarını esaslı tahkîm edinceye kadar o zâlimler işin hakīkatini anlayamadılar, o Cem’iyyet-i muhtereme hüsn-i niyyetleri sâyesinde mazhar-ı hidâyet oldular. Tevfîk-i rabbânî kendilerine rehber oldu. Hiç bir mâni’aya tesâdüf etmediler. Bu Allah’ın büyük inâyeti! Cenâb-ı Hakk’ın büyük lütf u keremi! فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ 2 Ama esbâb-ı zâhire bu. Allah bir kavmi mazhar-ı hidâyet etmek murâd buyurursa neler, ne sebebler halk eder. Cihân hayretlere düşer, işte bunu bilmeli. Zâhirle bâtını cem’ etmeli: 3 إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ اِھْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ O vakit me’cûr olur insan. Marzî-i sübhâniyyeye de bu muvâfık, böyle olursa, bunu Allah’ın inâyeti bilirsen o da tevfîk-i sübhânîsini tezyîd eder. Bütün şahrâh-ı terakkī münkeşif olur. Yükseldikçe yükseliriz. İşte Sultan-ı Enbiyâ’ya böyle fermân gelirse makāmına kā’im olanlar o emre mecbûr değil midir? Elhamdülillâh Rabbimiz bu hürriyeti ihsân buyurdu. Hâinleri kahr ü tedmîr etti. Bir bâd-ı hidâyet bütün istibdâd bulutlarını sürükledi götürdü. Memleketimiz nûrlarla, hürriyet, adâlet, müsâvât nûrlarıyla doldu. Pâdişahımız da bu ihsân-ı ilâhîye şükrgüzârdır. Bu sa’âdete mazhar olur olmaz hemen kasemle bu hürriyeti muhâfazaya çalışacaklarını bütün cihâna bildirdiler. Hüsn-i niyyet-i şâhânelerini isbât ettiler. Daha kim bilir nasıl istimdâdlarda bulunurdu. Hele Buharî-i Şerîf’le istim- 1 İbrahim, 14/7. 2 Enfâl, 8/17. 3 Fâtiha, 1/5-6. dâd pek büyük şeydir. Her perîşanlığa karşı bütün muhteviyât-ı celîlesini gece gündüz okutarak Allah’a teveccüh etmek... Elbet âkıbeti hayr olur. 4 oraya gene ) انما الاعمال بالنيات) bağladı. Böyle başlamıştı. Böyle nihâyet bulacak. Arada bir devr-i zulmet geçti. Dünya böyledir. Felâketlerden, belâlardan sonra ni’metin kadri bilinir. Ne idi o zulm, ne idi o istibdâd? Zulm azıttıkça azıttı, bir râddeye geldi ki o hâl üzere yaşamanın imkânı kalmadı. Her türlü tecrübeler oldu. Nihâyet bu bâbda ittihâd hâsıl oldu: Bu idâreyi behemehâl değiştirmeli. Çünkü başka çâre yok. Göz göre göre işte batıyoruz. Son bir nâle-i mezbûhâne ile bütün millet: – Hürriyet! diye feryâd etti. Avn-i ilâhî yetişti. Bir an içinde şu karanlık memleketler hürriyet nûrlarıyla doldu. Bütün Avrupa devletleri bunu takdîr etti. Vâkı’a hoşlanmayanlar varsa da onların da ehemmiyeti yok. – Ama buralarını taksîme kalkışmıştı Avrupa, nasıl olur şimdi bunu takdîr etsin? [14] Elbet o zaman kim olsa öyle yapardı, bir yerde yağma varsa herkes koşar, taksîm olacak. Kendisi niçin hâricde kalsın? Elbet o da bu yağmadan hisse almağa kalkışır. Buna birşey denemez. Lâkin yağma kalkarsa, nev’-i beşer için arzû edilen ahvâl görünürse kimin bir diyeceği kalır? Yağma değil, herkes bunu takdîr eder. Şimdi öyle evvelki gibi ta’assub yok Hristiyanlarda. Evvelce İslâm’ın âdâb ve ahlâkına vukūfları yok idi. Bu ta’assub ondan ileri geliyordu. O barbarların harekât-ı nâ-lâyıkası cehâletden neş’et etmişti. Şimdi bi’l-umûm insanların mehâsin-i ahlâkıyyeye her türlü isti’dâdı olduğu anlaşıldı. Münâsebât-ı beşeriyye hakīkī ve sâf oldu. Millet de nasıl hareket lâzımsa öyle hareket etti. Yek vücûd olarak cihâna hayret verdi. Elbette gazeteler uzun uzadıya bunları anlatıyorlar. Bizim maksadımız du’âdan ibâret. Gazeteler güzel güzel makāleler, nutuklar yazıyorlar. İşte mümkün mertebe tafsilâtıyla anlatıyorlar. Bu hürriyet milletle, milletin ittifâkıyla hâsıl oldu. İşte bunlar okunmalı, işitilmeli. Bu, hüsn-i isti’mâle medârdır. Meb’ûsların toplanmasında iş değil. İdâre etmek, hüsn-i isti’mâl eylemek lâzım. Milletlerin alkışları ziyâde olursa vükelânın da ihtimâmı ziyâde olur. Ona göre terakkī, te’âlî yüz gösterir. Az zaman içinde, birkaç sene zarfında zararlarımızı telâfî ederiz. Öyle gençler var ki terbiye-i ahlâkiyyeleri, necâbet-i fikriyyeleri bize pek büyük ümidler bahş ediyor. Askerden, mülkiyeden, ilmiyeden pek muktedir, hürriyet-perver, pek mukdim gençlerimiz vardır. Herkes hissesine düşen vazîfeyi îfâya başlayınca az zamanda mu’azzam bir devlet olacağımızdan şüphe edilmesin. Şimdiki Osmanlılık o eski hâl ile kıyâs olunmaz. Cem’iyyet’in muvaffakıyetine du’â etmeliyiz. Pâdişahın hüsn-i niyyeti de âşikâre. Bu hâlin bekāsına, hürriyetin devâmına du’â etmeliyiz. Mu’âvenet etmeliyiz. Bidâyetde her nasıl olduysa oldu. Şimdi Allah’dan onu istimdâd 4 Buhârî, Sahîh, Bed’ü’l-Vahy 1. CİLD 1 - ADED 1 - SAYFA 15 SIRÂTIMÜSTAKĪM 13 etmeli. O keşmekeş-i ahvâl, o ahlâkın bozulması hep o sû-i idârenin, hep o zulm ü istibdâdın netîce-i tabî’îsi idi. Her nasıl olduysa oldu. Şimdi sırât-ı müstakīmi gösterdi Allah. Yardım etti Mevlâ. Biz de bunun kadrini bilelim. Bunun şükrünü kavlen, fi’len îfâya çalışalım. Dâima böyledir. Yetmiş sene küfr içinde yaşar. Tövbe eder. Allah kabûl eder. Bazen de aksi olur. Bütün müddet-i hayatını ibâdetle, zühd ü takvâ ile geçirir; ne’ûzü-billah son zamanında küfr ile gider. Dünyada böyle olduğu gibi âhiretde de öyle. Yâ Rabb! Ümmetin selâmetini temîn et! Kemâl-i adâletle sâbit ve ber-karâr eyle. Şimdi dikkat ediyorsunuz ya, âyetin hüsn-i tertîbine! Evvelâ: Kendine âid kusûrlardan dolayı afv et! Allah’a karşı olanlar için de mağfiret iste!... Sonra meşvereti emr eder. Hüsn-i niyyet lâzım meşverette. Garazdan, ivazdan ârî olmalı. Her şey belli olmalı. Ona müra’ât etmeli. Onun için erbâb-ı istikāmetden intihâb lâzım, ashâb-ı istikāmetden olmalı. Velev ki milel-i sâireden biri olmuş. Aranılacak şey istikāmet-i reviyyet, iktidârdır. Ma’lûmâtlı, asîl kimseler olmalı. Memâlik-i Osmâniye’de yaşayanlardan cins ve mezheb tefrîk etmeksizin intihâb icrâ edilmeli. Çünkü onlar da bu devletin eczâsındandır. Onlar da Osmanlı’dır. İstemez hiç birisi ayrılmağa. Ne Rumlar, ne Bulgarlar, ne Ermeniler, ne Mûsevîler. Altıyüz bu kadar sene olmuş, bizimle karışık yaşamışlar. Bir tarafdan eşkiyâya taraflık ederler. Bir tarafdan çalışırlar. Hem o dağa çıkanlara hepsine eşkiyâ demek de olmaz. Çünkü maksadları bugün anlaşıldı. O hâller, hep idâre-i sâbıkanın te’sîr-i zulüm-kârîsi idi. O zulme sükût etmek, muvâfık olamazdı. Hattâ zulme karşı sükût etmek, acz ve meskenet göstermek şer’an bile memnû’dur. Onlar ise dünyanın ma’mûriyetinden, âsâyişinden haber alırlar. Zencîr-i esâretde niçin kalsınlar? Birşey yapamazsa da yapmağa çalışırsa fenâ mı? Ehl-i İslam’la hep birlikte çalıştılar. Müslüman gene müslüman; Hristiyan gene Hristiyan. Dîn ciheti başkadır. Dîn demek, devlet demek değildir ki, o başka, bu başka. Bu bâbda âyetler nâzil olmuştur, Habeş ahâlîsi hakkında. Allah onları senâ ediyor. – Niçin? Çünkü mü’minler hicret ettiler. Onlara lûtf-ı mu’âmelede bulundular. Hristiyan idiler o vakit. Sonra çok kimseler İslâmiyet’i kabul etti. Hattâ Necaşî hazretleri de kabûl etti. Fakat bidâyette de ashâb-ı kirâm oraya gittiler. İlticâ ettiler. Kureyş’in zulmüne, din aleyhindeki tecâvüzlerine dayanamadılar. Haber aldılar ki oralarda adâlet var. Cenâb-ı Resûl-i Ekrem’den izin istediler. Müsâ’ade buyurdu. Hazret-i Osman da onlarla beraber gitti. Rahat oldular. Nefes aldılar. Çok hürmete nâ’il oldular. (وَلَتَجِدَنَّ أَقْرَبَهُمْ مَّوَدَّةً ... الخ...) – :işte eder senâ Allah 1 Görürsün Habîbim, onların içinde mü’minlere en ziyâde meveddeti olanlar bulunur. Demek Hıristiyan mü’mini severmiş, buğz olmazsa, insana, insanlığa muhabbeti olursa neden sevmesin? 1 Mâ’ide, 5/82. Görürsün işte habîbim, onların meveddetlerini niçin böyle yaptılar? 2 ذَلِكَ بِأَنَّ مِنْهُم ْقِسِّيسِينَ وَرُهْبَاناً وَأَنَّهُمْ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ Onların içinde âlim var; okumuşlar, hakāyıka âgâh olmuşlar. Bunların mazlûm olduğunu anlamışlar.

Allah teâlâ ile Resûlü ان الله ورسوله لغنيا عنها
müşâvereden ganîdirler,
و لكن الله جعلها رحمة لامتى
Lâkin müşâvere usûlü Rabbim tarafından ümmetime en büyük bir inâyet, en mühim bir düstûr-i hikmet kılınmışdır.
Savaşı körüklemek amacıyla
terörist israilde okullarda ders kitabı olarak okunan yeşunun kitabı(eski ahit,yeşu bölümü),ele geçirilen ülkelerde halkın kutsal amaçla
yok edilmesi ve kadınlarında çocuklarında ihtiyarlarında öldürülmesi üzerinde ısrarla durulmaktadır.
Allah-u Teâlâ yeryüzündekilerin duası bereketi ile kabirdekilere dağlar misali rahmet indirir.
Dirilerin ölülere hediyesi: İstiğfardır.
Ölü, yardım isteyen denize düşmüş kimse gibidir. Babadan, anadan, kardeşten, dosttan kendisine gelecek bir duâ bekler..
Böyle bir duâ ona geldiği zaman, dünya ve içindekilerden daha sevimli olur.
MEKTÛBÂT-I RABBÂNÎ 159 MEKTUP