2 Nisan 2016 Cumartesi

Evin zekatı,misafirleri ağırlamak için bir yer ayrılmasıdır
Enes b Malik(r.a)

İşlediğin şey,bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da,bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa,Allah onu getirip meydana koyar.Allah Latif'tir,haberdardır
Lokman Suresi 16

Hz.Sevde(r.anha)
Kocasından önce Müslüman olmuştu.Yapılan işkencelerden Habeşistan’a hicret etmişti.Mekke’ye döndüklerinde eşi vefat etmişti.Hz.Sevde 5 çocuğu ile dul kalmıştı.Geçim sıkıntısı çekiyordu.O sırada Hz. Hatice vefat etmişti.Bakıma muhtaç çocukları vardı.Hz.Sevde Efendimizle nikahlandığında elli yaşındaydı.Peygamberimize 
Hz.Hatice’nin üzüntüsünü hafifleten,ev işlerine bakan,altı çocuğa analık eden fedakar bir annemizdi.Hicri 54.yılda yüz yaşını aşkın iken vefat etti.

Hristiyanlar,Yahudiler,Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemezler;lütuf Allah'ın elindedir,onu dilediğine verir;Allah büyük lütuf sahibidir.
Hadid 29

632 senesinde Tuleyha isminde birisi,Peygamber olduğunu iddia etti.Halîfe Hazreti Ebû Bekir,Hâlid bin Velid hazretlerinin komutasında bir orduyu Tuleyha bin Huveylid’i yola getirmek üzere gönderdi.Bu ordunun bir kanadına Sâbit bin Kays kumandanlık yaptı. Tuleyha yola getirildikten sonra Hâlid bin Velid kumandasında,İslam ordusu Müseylemet-ül Kezzâb ile Yemame’de çarpıştı.Bu savaşta Müseyleme ve 20 bin mürted öldürüldü.Buna karşı iki bin İslâm askeri şehîd oldu.Sâbit bin Kays ve Ebû Dücâne’nin de aralarında bulunduğu üç yüz altmış Muhâcir ve o kadar da Ensâr şehîd oldu.

İmanın temeli,Müslümanları sevmek ve Allah’ın düşmanlarını, din düşmanlarını sevmemektir. Hadis-i Şerif İ.Ahmed

İmanın temeli,Müslümanları sevmek ve Allah’ın düşmanlarını,
din düşmanlarını sevmemektir.
Hz Muhammed sav


Abdullah b Mesud(ra) Rasûlullah (sav) ın isteği üzerine bir ağaca tırmanmış,bazı sahâbî arkadaşları bacağının inceliğinden dolayı gülüşmüşlerdi.

Abdullah b Mesud(ra) Rasûlullah (sav) ın isteği üzerine bir ağaca tırmanmış,bazı sahâbî arkadaşları bacağının inceliğinden dolayı gülüşmüşlerdi.Bunun üzerine Rasûlullah (sav):“Kıyamet gününde mîzanda Uhud dağından daha ağır gelecek olan bir ayağa mı gülüyorsunuz?”buyurdu.

ABDULLAH BİN MES'ÛD (Radıyallahü Anh)
Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından. İslâma gelenlerin altıncısıdır. Genç iken îmân etti. Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîf ezberledi. İki kerre Habeşistan’a ve Medine’ye hicret etti. Bütün gazalarda ve Yermük muharebesinde bulundu. Cennetle müjdelendi.

Babası Mes’ûd, annesi Ümmü Abdullah olup, sahâbiyyedir. “İbni Mes’ûd ve İbni Ümmi Abd” isimleriyle meşhûrdur. Künyesi Ebû Abdurrahmân veya (Ebû Abdillah)’dır. Kısa boylu, hafif esmer, ince ve zayıf bir bünyeye sahipti. Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.); Peygamberimiz (s.a.v.) in has müşaviri ve hizmetçisi olup, her zaman Peygamberimizin huzuruna hatta evine girmeye izin verilmiş, eshabın seçilmişlerinden idi. Her zaman Resûlullah (s.a.v.) ın yanında bulunarak Kur’ân-ı kerîmi iyi öğrendiği gibi pek çok hadîs-i şerîf de dinlemiş ve ezberlemiştir.

İbni Mes’ûd (r.a.) gençliğinde fakir idi. Bundan dolayı Ukbe bin Ebî Huayfın koyunlarını güderdi. Bir gün koyun güderken Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir ile karşılaştı. Peygamberimiz (s.a.v.) “Ey genç, içmemiz için sütün var mı?” diye sordular. Olmadığı cevabını alınca; Peygamber efendimiz hiç yavrulamamış bir koyunun memesini mübârek elleri ile sıvazladı ve bir duâ okudu. Koyunun memeleri derhal süt ile doldu. Hz. Ebû Bekir derince bir toprak çanak getirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) onun içerisine süt sağdı. Kendisi içti, sonra Hz. Ebû Bekir içti, sonra İbni Mes’ûd içti. Sonra Peygamberimiz (s.a.v.) “Çekil, büzül” buyurdular. Koyunun memeleri büzüldü, eski halini aldı. Bundan sonra Abdullah bin Mes’ûd Resûlullah (s.a.v.) ın yanına geldi. “Yâ Muhammed o söylediğin sözden bana da öğretir misin?” dedi. Resûlullah (s.a.v.) İbni Mes’ûd’un başını sıvazladı ve “Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen (hakkı) öğrenebilecek bir çocuksun” buyurdu. Abdullah İbni Mee’ud (r.a.) hemen orada müslüman oldu. Böylece altıncı olarak îmân etmiş ve Sâbikûn-el-evvelîn (ilk müslüman olanlardan) olmuştur.

Mekke’de ilk defa ve açıkça herkesin önünde Kur’ân-ı kerîm okuyan Sahâbî Abdullah İbni Mes’ûd’dur. Eshâb-ı kirâm bir gün tenha bir yerde toplanmışdı. “Vallahi Resûlullah (s.a.v.)’den başka şu Kureyş’e Kur’ân-ı kerîmi açıktan dinletebilen bir kimse olmadı. Sizden kim gider de onlara açıktan Kur’ân-ı kerîm okuyup dinletebilir” dediler. Abdullah bin Mes’ûd, “Ben dinletirim!” buyurdu. Eshâb-ı kirâm, “Biz onların sana bir zarar vermelerinden korkarız. Biz öyle bir kimse istiyoruz ki icâb ettiği (gerektiği) zaman kendini müşriklerden koruyabilecek bir kavmi ve kabilesi bulunsun” dediler. İbni Mes’ûd (r.a.),” Bırakın gideyim; Allahü teâlâ beni onlardan muhafaza eder” buyurdu. Erten gün kuşluk vakti Makâm-ı İbrâhim’e geldi. Müşrikler de orada toplanmış bulunuyorlardı, İbni Mes’ûd (r.a.) ayakta Besmele-i şerîfe çekti ve “Errahmânü allemel Kur’âne...” diyerek Rahman sûresini okumaya başladı. Müşrikler birbirlerine “Ümmü Abd’in oğlu ne söylüyor. Herhalde Muhammed (s.a.v.)’in getirdiği şeyleri okuyor” diyerek üzerine yürüdüler. Yumruk, tekme ve tokatlarla yüzünü, gözünü her taraflarını morartarak belirsiz hale getirdiler. Fakat o tokat ve yumruklar altında okumaya devam etti. Yüzü, gözü, yara bere içerisinde eshabın yanına döndü. Eshâb-ı kirâm buna çok üzüldüler “Zaten biz senin bu akıbete uğrayacağından korkmuştuk. Nihayet korktuğumuz başına geldi.” dediler. Fakat Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) hiç üzgün değildi. “Allah düşmanlarını ben bugünkü kadar zayıf görmedim, isterseniz yarın sabah, onlara bir o kadar daha dinletebilirim” buyurdu. Eshâb-ı kirâm, “Hayır, sana bu kadarı yeter, O azılı kâfirlere hoşlanmadıkları şeyi dinlettin” dediler, İbni Mes’ûd (r.a.) bundan sonra da defalarca Kur’ân-ı kerîm okumuş, müşriklere dinletmiştir. Kalem sûresini ilk defa sesli olarak okuyan yine İbni Mes’ûd’dur. Müşrikler O’nu kızgın kumlara yatırmışlar, işkenceler yapmışlardır. Fakat o bundan vazgeçmedi, Peygamberimiz (s.a.v.) in izni ile iki defa Habeşistan’a hicret etti. Peygamberimizin Medine-i, münevvere’ye hicret etmesiyle O da Habeşistan’dan Medine-i münevvere’ye hicret etmiştir.. Medine’de önce Muâz bin Cebel’e (r.a.) misafir olmuş, daha sonra Mescid-i Nebevî’nin yanında kendisi için küçük bir ev yapılmış, orada ikâmet etmiştir. Kendisini Resûlullah’a (s.a.v.) adayan Hz. Abdullah bin Mes’ûd evinin Mescid-i Nebî’ye çok yakın olması sebebiyle sık sık Resûlullah’ın (s.a.v.) hizmetine ve sohbetine koşardı, İbni Mes’ûd’u (r.a.) tanımayan O’nu Resûlullahın (s.a.v.) ailesinin bir ferdi zannederdi. Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) kendi cüssesinden umulmayacak kahramanlık göstermiş ve Resûlullah’ın (s.a.v.) katıldığı bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında küfrü ve imânsızlığı Firavun’dan daha şiddetli olan Ebû Cehil’i öldürmüştür.

Muâz bin Afra ile Muâz bin Arar bin Cemûh yaralanmış olan Ebû Cehil’i kımıldamayacak bir hale gelinceye kadar kılıç vurdular. Peygamberimize (s.a.v.) gelip Ebû Cehil’i öldürdüklerini söylediler. Biraz sonra Peygamberimiz (s.a.v.) “Acaba Ebû Cehil ne yaptı, ne oldu? Kim gidip bir bakar” buyurarak ölüler arasında onun araştırılmasını emretti. Aradılar bulamadılar. Peygamberimiz (s.a.v.), “Arayınız, O’nun hakkında sözüm var. Eğer onu tanıyamazsanız dizindeki yara izine bakınız. Bir gün ben ve o Abdullah bin Cüdanın ziyafetinde idik. İkimiz de gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Sıkışınca onu ittim. Dizleri üzerine düştü. Dizlerinden birisi yaralandı ve bu yaranın izi dizinden kaybolmadı” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah İbni Mes’ûd Ebû Cehil’i aramağa gitti. O’nu yaralı olarak buldu ve tanıdı. “Ebû Cehil sen misin?” dedi. Boynuna ayağını bastı. Sakalından tutup çekti ve “Ey Allahın düşmanı Allahü teâlâ nihayet seni hor ve hakir etti mi?” dedi. Ebû Cehil, “Ne diye beni hor ve hakir edecek. Ey koyun çobanı. Allah seni hor ve hakir etsin. Sen çıkılması pek sarp bir yere çıkmışsın. Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver” dedi. İbni Mes’ûd (r.a.), “Zafer Allah ve Resûlünün tarafındadır,” dedi. Ebû Cehil’in miğferini kafasından çıkarırken, “Ey Ebû Cehil seni öldüreceğim” dedi. Ebû Cehil, “Sen kavminin ulusunu öldürenlerin ilki değilsin. Fakat doğrusu senin beni öldürmen bana çok ağır geldi. Hiç olmazsa boynumu göğsüme yakın kes de başım heybetli görünsün” diyerek küfrünün, gurur ve kibirinin ne dereceye çıkmış olduğunu gösterdi. İbni Mes’ûd (r.a.) Ebû Cehil’in başını kendi kılıcıyla kesemeyince, Ebû Cehil’in kılıcıyla, kesti ve silahını, zırhını, miğferini, başını getirip Peygamberimiz (s.a.v.) önüne koydu. “Yâ Resûlallah! Bu Allahü teâlânın düşmanı Ebû Cehil’in başıdır.” dedi. Peygamberimiz (a.a.v.), “O Allah ki O’ndan başka ilâh yoktur” buyurdu. Sonra kalkıp İbni Mes’ûd (r.a.) ile birlikte Ebû Cehil’in ölüsünün yanına kadar gitti. Onun üzerine dikildi ve “Allahü teâlâya hamd olsun ki seni zelil ve hakir kıldı, ey Allah düşmanı. Bu, bu ümmetin firavun’u idi.” buyurdu.

Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) diğer Uhud, Hendek gibi gazvelerde Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte bulundu.

Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) her gazada şehîd olmak gayretiyle harbeden eshâbdan idi. Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra Resûlullah’ın firak (ayrılık) ve hicran acısından insanlardan uzaklaşmış ve inzivaya (yalnızlığa) çekilmiş idi. Hz. Ömer zamanında yeniden başlayan fetihler ile İslâm mücâhidleri safına katılmış 15 (m. 636) senesinde Şam taraflarında bulunmuş, bilhassa Yermük gazasında harikulade cesaret göstererek harbin zaferle neticelenmesine çalışmıştır.

Hicretin 20.nci (m. 651) yılında Kûfe kadılığına tayin olundu. Orada hazine muhâfızlığı da yaptı. Hz. Ömer Kûfe halkına yazdığı mektûbta, “Ben size Ammar İbn-i Yâser’i Emir (vali) ve Abdullah İbn-i Mes’ûd’u muallim ve vezir olarak, gönderdim. Bunlar Eshâb-ı Bedir’den’dir. Siz onlara iktidâ edin (uyun) ve sözlerine itaat edin. İbni Mes’ûd’u yanımda alıkoymayarak; sizi kendime tercih ettim” demiştir. İbni Mes’ûd (r.a.) üzerine aldığı vazifeyi son derece liyâkat ve ehliyet ile ifâ etti. Bu kadılığı sırasında zuhur eden bir çok hadîselere fetva vermiş, ictihâd buyurmuştur, İbni Mes’ûd (r.a.) Hz. Osman zamanında hem kadılık hem de beyt-ül-mâl eminliği (hazinedarlık) yaptı. O zaman İranlılarla, Türkistanlılarla ve Bizanslılarla çarpışan bütün İslâm askerlerinin her türlü ihtiyaçları Kûfe’den tedarik edilirdi. İbni Mes’ûd (r.a.) bütün bunların ihtiyaçlarını gayet güzel bir şekilde idare ve temin etmiş, zekâsının, teşkilât kurmaktaki kuvvetini ve idarecilikteki istidadını ortaya koymuştur. Hz. Osman zamanının ikinci yarısında Kûfe’de fitne yayılınca vazifeden alındı. Hz. Osman zamanında Hicaz’a döndü.

Ebû Zer (r.a.) zahid (dünyâdan uzak) bir hayat yaşadığından Medine’de refah artınca, Medine’yi terketmiş, Rebeze’de ikâmet etmişti. Ağır hastalanmış vefâtı yaklaşmıştı. Mübârek hanımı diğer bir rivâyetle de kızı yanında ağlıyordu. Ebû Zer (r.a.) niçin ağladığını sorduğunda, “Ağlıyorum, çünkü bir fâidem dokunmadıktan başka, ölürsen seni kefenleyecek bir şeyim de yok” dedi. Bu cevap karşısında Ebû Zer (r.a.) üzülmemesini, Resûlullah (s.a.v.)’in kendisinin yalnız öleceğini ve bir kısım mü’minlerin gelip cenazesini kaldıracaklarını haber verdiğini söyleyip, hanımına: “Sen kalk, yola bak dediğimin doğru olduğunu göreceksin” dedi. Ebû Zer (r.a.)’ın hanımı buna pek inanmadı. Çünkü bulundukları yer pek ıssız idi. Hac mevsimi ise zaten değildi. Fakat kalkıp yola baktığında bir cemâatin geldiğini gördü. Ebû Zer hazretlerinin hanımının yanına gelip, “Burada yalnız yaşayan bir zât tanıyor musun?” diye sordular. Kimi aradıkları sorulunca da “Ebû Zer” dediler. Ebû Zer (r.a.)’ın hanımı da gelenleri Ebû Zer’e (r.a.) götürdü. O gün vefât etti. Techiz ve tekfin işleri yapıldı. Bunları yapan Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) idi.

Abdullah bin Mes’ûd altmış yaşları civarında hastalandı. Rüyasında Peygamberimizi (s.a.v.) görmüş, Resûlullah onu kendi tarafına davet etmiş, o da bu daveti büyük bir şevkle kabul etmişti. Bundan çok az bir zaman sonra 32 (m. 652) de vefât etti. Abdullah bin Zübeyr (r.a.) ve oğlu Abdullah techiz ve tekfin etmişler ve bütün vasiyyetlerini yerine getirmişlerdir. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırmış, Cennet-ül-Baki kabristanında Osman bin Mazun (r.a.) da kabre koymuştur.

Abdullah bin Mes’ûd, Resûlullahın huzurunda, meclislerinde sık sık bulunurdu. O derece ki Resûl-i Ekrem’in Ehl-i Beyt’inden olduğu sanılırdı. Resûlullahın eşyalarını taşırdı. Onlara hürmetinden çok güzel giyinirdi. Resûlullah (s.a.v.)ın hususi hizmetinden ve O’na yakınlığından meclisine müsâdesiz girerdi. Her emrini yerine getirirdi. Ebû Musel Eş’arî (r.a.): “Medine’de Resûlullah’ın hizmetinde en çok gördüğüm zattan biri İbni Mes’ûd idi. Onu Resûlullah’ın yanında o kadar çok gördüm ki, Onu Resûlullan’ın ailesinden zannederdim.” buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) Onun için, “Sen muallim olacak bir gençsin” buyurmuştur. 70 sûreyi Resûlullahın mübârek ağızlarından işiterek ezberlemiştir. Âsım, Hamza, Kısâi, Halef, A’meş gibi meşhûr kıraat imamlarının silsilesi İbni Mes’ûd’da son bulmaktadır. Peygamber efendimiz, Abdullah bin Mes’ûd’u Kur’ân-ı kerîm öğretenlerin başında sayardı. “Kur’ân-ı kerîm’i, İbni Mes’ûd, Sâlim, Ubey bin Ka’b ve Muâz bin Cebel’den öğrenin!” buyururdu. Resûl-i Ekrem Kur’ân-ı kerîm’i ondan dinlemeyi çok severdi. Sesi çok güzel idi. Birgün “Nisâ sûresini oku. Dinleyelim” buyurdu. İbni Mes’ûd, “Kur’ân-ı kerîm size indi. Biz onu sizden okuduk ve sizden öğrendik” dedi. Resûl-i Ekrem, “Evet öyledir. Fakat ben Kur’ân-ı kerîmi başkasından dinlemeyi severim” buyurdu, İbni Mes’ûd okumaya başladı. 41. âyet-i kerîme olan, “Halleri ne olacak! Her ümmetten şahid getireceğimiz, Seni de onların üzerine şâhid getireceğimiz zaman...” âyet-i kerîmesine gelince, Resûlullah’ın mübârek gözlerinden yaşlar boşandı.

Haftada bir defa Kur’ân-ı kerîmi hatmederdi. Hadîs-i şerîfde, “Kur’ân-ı kerîmi üç günden önce hatm eden, ma’nâsını anlıyamaz” buyuruldu. Hadîs-i şerîf, bir namazı hatm ile kılmağı yasaklamamaktadır. Resûlullah (s.a.v.) sual edenlerin, hâline ve işine uygun bir zamanda hatm etmesini emr buyururdu.

İbni Mes’ûd Kur’ân-ı kerîmi, Resûlullah (s.a.v.) zamanında ezberliyen bahtiyarlardandı. Ebül-Ahves demiştir ki: “Bir gün Ebû Mûsel Eş’âri’nin evinde bulunuyorduk. Mecliste İbni Mes’ûd’un (r.a.) arkadaşlarından bazıları da bulunuyordu. Bunlar bir Mushafa bakıyorlardı. Abdullah (r.a.) “Resûlullah’ın (s.a.v.) İbni Mes’ûd’dan fazla vahyi bilen bir kimse bırakmadığına inanıyor musun?” dedi. Bunun üzerine Ebû Mûsel Eş’âri: “Biz bulunmadığımız zaman o Resûlullah’ın yanında bulunur, biz kabul olunmadığımız zaman o huzuruna kabul olunurdu” buyurmuştur.

Abdullah, bin Mes’ûd hadîs ilminde en büyük âlimlerdendi. Hadîs rivâyetinde çok büyük hassasiyet gösterirdi. Bildirdiği hadîslerin tamamı Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında 82 sahifede toplanmıştır. Abdullah bin Mes’ûd, fıkıh ve tefsîr ilimlerinde de Eshâb-ı kirâm’ın ileri gelenlerindendi. Bizzat kendisi diyor ki “Kendisinden başka hak ma’bûd olmayan Zât’a yemin ederim ki, Kitâbullah’dan bir âyet yoktur ki, ben onun, kim hakkında ve nerede nazil olduğunu bilmiyeyim. Eğer Kitâbullah’ı benden daha iyi bilen bir kimsenin bulunduğu yeri haber alsam ve beni oraya rahibeler götürecek olsa, mutlaka oraya çıkar giderim.”

Kûfe’de yaptığı vazifelerden biri de herkese dinini öğretmekti. Hanefî mezhebinin temeli İbni Mes’ûd’a dayanır.

Abdullah bin Mes’ûd, Resûlullahın sünnetine tamamen uyardı. Son derece misafirperverdi. Çok namaz kılardı. “Ben nafile oruç tutunca namaza zayıf kalıyorum. Halbuki namaz benim için nafile oruçtan daha kıymetlidir.” derdi. Adalete çok dikkat ederdi. Buyururdu ki: “Zâlimi seven kimse, Kâ’be’de 70 yıl ibâdet etse, yine de kıyâmet günü Allahü teâlâ onu o zâlim ile beraber bulunduracaktır.”

Peygamber efendimizden bizzat işiterek bildirdiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:

“İktisâda riâyet eden fakir olmaz.”

“Said olan kimse başkalarından nasihat alandır.”

“Allahü teâlâ doğruyu Hazret-i Ömer’in dili ve kalbi üzerine indirdi. Ümmetimden Hazret-ı Ömer’in râzı olduğundan ben de razıyım.”

“Günâhlardan tevbe eden hiç günâh işlememiş gibidir.”

“Dünyayı âhirete tercih eden kimseye Allahü teâlâ üç tane belâ verir Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı, hiç kurtulamayacağı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs.”

“Her derdin bir dermanı vardır. Yalnız ölümün çaresi yoktur.”

“Kişi sevdiği ile beraberdir.”

“Allahü teâlâ güzeldir, güzeli sever.”

“Allahü teâlâ dünyâyı, sevdiğine de sevmediğine de verir. Âhireti ise ancak sevdiğine verir.”

“Siz üç kişi olunca içinizden ikisi, öbür arkadaşları yanında gizlice konuşmamalıdır. Çünkü bu konuşma onu mahzun eder.”

“Sen Cennet’te kuşlara bakarsın. Birini canın arzu edince hemen pişmiş ve kızarmış olarak önüne gelir.”

“İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsan eder ve bu da her hareketini, bilgisine uygun yapar, ikincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlerde harcar.”

Şeyh Muhyid-în en-Nevevî hazretlerinin rivâyetlerine göre Abdullah İbn-i Mes’ûd 848 hadîs-i şerîf rivâyet eylemiştir. Başka bir rivâyette: Resûl-i Ekrem’den 840 hadîs rivâyet etmiştir. 120’sini Buhârî ile Müslim müştereken naklederler. Bundan başka bunların 21’i yalnız Buhârî, 35’i de Sahîh-i Müslim’dedir.

Eshâb-ı kirâmın (r.a.) en fakihi olup, yüksek ictihad makamını elde etmiştir. Bir-gün İbni Mes’ûd’a “Sizce hangi ilim makbuldür?” diye sual ettiler. “Kur’ân ilmi ile Sünnet ilmini çok severim.” diye cevap verdi. Kendisi fevkalâde hâfiza kuvvetine ve aklî melekelere sahib idi. Buyurdular ki:

“Hâmil-i Kur’ân-ı kerîm olanlar (hâfizlar) halim ve cesur olmalı ve daima mahzun bir halde bulunmalıdırlar.”

“İnsana helaldan olan fakirlik hali, harâmdan gelen zenginlikten hayırlı olmadıkça, imânın hakikatına vâsıl olamaz.”

“Kâmil insan, medh ve zemm, yanında müsavi olandır.”

“Hayır eken büyük mahsul alır. Şer eken nedamet biçer.”

Bir gün, bir Bedevî gelerek “Ey İbn-i Mes’ûd! Bana bir şey öğret ki bütün menfaatlar onda toplanmış olsun. Dünyâda ve âhirette necat (kurtuluş) bulayım” dedi. İbn-i Mes’ûd Bedevîye “Allahü teâlâya asla şirk (ortak) koşma, Kur’ân-ı kerîme Peygamberimizin Sünnetine uy. Bunlara uygun olmıyanı kabul etme.” buyurdular. Birgün hitab ederlerken “Dünyâda büyük fenalık şirret-i lisandır (kötü dilli olmak).

Kalb vardır ki ikbâl şehvetine sahiptir. Siz kalbleri şehvet zamanında iğtinâm eyleyin” buyurmuşlardır.

Bir gün kendisine: “Ey İbn-i Mes’ûd! Emr bil-mâ’rûf ve nehy ani’l-münker’e riâyet etmeyenler helâk olur” demişlerdi. O da “Hayır, kalbini ma’rûf ile doldurmayanlar helâk olur” cevabını vermişlerdir.

“Şerâb içen kimse, tevbesiz ölürse, mezarını açınız! Yüzünü kıbleye karşı görürseniz, beni öldürünüz!”

“Bir kimse sabah ve akşam, Bekara sûresini başından dört âyet ve âyetel-kürsî ile sonraki iki âyeti ve bu sûrenin sonundaki üç âyeti okursa, evine şeytân girmez. Mecnûn üzerine okunursa, iyi olur.” “Sıkıntısı olan kimse, çok istiğfâr okusun.”

“Cehennemde azâb yapan ondokuz melekten kurtulmak isteyen, Besmele okusun! Besmele, ondokuz harftir.”

“Bir gün Peygamber (s.a.v.) bize bir doğru çizgi çizdi ve “Bu insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan doğru yoldur” buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, “Bunlar da, şeytanların saptırdığı yollardır” buyurdu. O halde, bir kimse Peygamberlere tabi’ olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse istidracdır. Ya’ni, sonu zarar ve ziyandır.

İbni Âbidin birinci cildin otuzbeşinci sahifesinde buyuruyor ki, “Fıkıh bilgisi, ekmek gibi, herkese lâzımdır. Bu bilginin tohumunu eken, Abdullah İbni Mes’ûd “radıyallahü anh” olup, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden ve en âlimlerinden idi. Bunun talebesi Alkame bin Kays bu tohumu sulayarak, ekin hâline getirmiş ve bunun talebesinden olan İbrâhim Nehai, bu ekini biçmiş, yani bu bilgileri bir araya toplamıştır. Hammâd-ı Kufî bin Süleyman, bunu harman yapmış ve bunun talebesi olan İmam-ı A’zam Ebû Hanife öğütmüş, ya’nî bu bilgileri kısımlara ayırmıştır. Ebû Yûsuf, hamur yapmış ve İmâm-ı Muhammed pişirmişdir. Böylece hazırlanan lokmaları insanlar yemektedir. Ya’ni bu bilgileri öğrenip dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşmaktadırlar.”

Hanefî mezhebindeki ahkâm-ı şer’iyye, Eshâb-ı kirâmdan Abdullah İbni Mes’ûd’dan (r.a.) başlayan yol ile meydana çıkarılmıştır. Yani mezhebin reisi olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanife, fıkıh ilmini, Hammâd’dan, Hammâd da İbrâhim Nehâî’den, bu da Alkama’dan, Alkama da Abdullah bin Mes’ûd’dan, bu da Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’den almıştır.

Câbir ve Abdullah İbni Mes’ûd “radıyallahü anhümâ” buyuruyorlar ki “Bir oğlan Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize gelip, ba’zı lüzumlu şeyleri saydı ve “Annem beni sana gönderip, bunları istedi,” dedi. “Bugün bende bunların hiçbiri yok” buyuruldukda, gömleğini bana ver dedi. Hemen, mübârek arkasından gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve evinde gömleksiz kaldı. Bilâl-i Habeşî ezan okuyunca, cemaat her zaman olduğu gibi Resûlullahı beklediler. Gelmeyince merak ettiler. Birkaçı evine bakıp gömleksiz olduğundan gelemediğini anladı. O zaman İsrâ sûresi yirmidokuzuncu âyetinde, “Ey Habîbim! Malını, kendine kalmıyacak şekilde dağıtma!” buyuruldu.

Cüssece küçük, ilim ve faziletçe büyük olmak münasebetiyle Hazret-i Ömer (r.a.) İbn-i Mes’ûd (r.a.) hakkında: “İbn-i Mes’ûd, ilim doldurulmuş bir dağarcıktır” buyurmuştur.

Eshâb-ı kirâm’dan Ebû Musel-Eş’arî’nin (r.a.): “İbni Mes’ûd, içinizde iken bana sormayın” dediğini Buhârî zikretmektedir.

Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: “İbn-i Mes’ûd’un sözüne, bilgisine sarılınız!” buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise, “Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tayin edecek olsa idim, elbette İbn-i Mes’ûd’u tayin ederdim” buyurmuşlardır.

Arafat’ta dururken, Hazret-i Ömer’in yanına gelen bir kimse ona şöyle dedi.

“Ey mü’minlerin emiri! Ben Kûfe’den geldim. Orada mushafları ezbere yazdıran birisi var.

Hz. Ömer, benzeri az görülen bir şekilde öfkelendi ve sordu:

“Yazıklar olsun sana! Kim o?” O kimse:

“Abdullah İbn-i Mes’ûd” diye cevap verdi. Hz. Ömer’in kızgınlığı geçip eski haline dönünce:

“Vallahi, böyle birşeye ondan daha lâyık birinin kaldığını zannetmiyorum. Şimdi sana ondan bahsedeceğim” deyip konuşmaya başladı.

“Resûlullah (s.a.v.) bir gece Hz. Ebû Bekir’le müslümanların durumunu konuşuyordu. Ben de onların yanındaydım. Sonra hep birlikte dışarı çıkdık. Bir de baktık ki tanımadığımız birisi mescidde Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Resûlullah (s.a.v.) onu dinlemeye başladı. Daha sonra bize dönüp şöyle dedi:

“Kim Kur’ân indiği andaki tazeliğiyle okumaktan hoşlanıyorsa, İbn-i Ümmü Abd (İbn-i Mes’ûd) gibi okusun.”

Abdullah İbn-i Mes’ûd duâ etmek için oturunca, Resûlullah da şöyle demeye başladı:

“İste, istediğin sana verilecektir!”

Abdullah İbn-i Mes’ûd hazretlerine Resûlullah sorulduğu zaman tir tir titrer ve ter içinde kalırdı. Çünkü O’nun hakkında yanlış bir şey söylemekten korkardı. Konuşurken gayet yavaş, ihtiyatlı, ağır ağır ve sözlerini düşünüp tartarak konuşurdu.

Vücudları çok zayıf, bacakları ince idi. Resûl-i Ekrem, birgün eshaba hitaben: “Siz İbn-i Mes’ûd’un vücutça zayıf olduğuna bakmayın, mizanda hepinizden ağırdır” buyurdular.

Hastalandıkları zaman Hazret-i Osman (r.a.) hususî olarak yanına gelip, Allahü teâlâya kavuşma halin yakın iken neden şikâyet ediyorsunuz ve ne isteğiniz vardır?” dedi. Cevaben: “Günahımdan şikâyet ediyorum, rahmet-i ilâhiyyeyi isterim” buyurdular. “Bir tabib getirelim mi?” deyince “Hacet yok, beni hasta eden Tabîbdir” cevâbında bulunmuştur. Abdullah İbn-i Mes’ûd hazretlerinin kız evlâdı çoktu. Hazret-i Osman’ın; “Kızlarınıza ne bıraktınız? Onların maişetleri (geçimleri) dardır.” Demesiyle “Ben onlara Vâkıa’ sûresini öğrettim. Ben Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.) den işittim ki: “Her kim, geceleri, akşamdan sonra, Vâkıa’ sûresini tilâvet ederse fakirliğe, darlığa düçar olmaz.” cevabını vermiştir.

Seher vaktinde şu duayı okurlardı:

“Ya Rabbi! Beni davet eyledin, icâbet ettim. Bana emreyledin, ben de itaat ettim. Bu, vakt-i minnettir. Yâ erhamerrâhimîn! Beni afv ve mağfiret et”

İbn-i Mes’ûd (r.a.) Hazret-i Osman’ın hilâfetine kadar Kûfe’de kalıp, O’nun da’veti üzerine Medine-i Münevvere’ye dönmüş, 32 (m. 652) tarihinde, 60 yaşını geçmiş olduğu halde ebedi hayata kavuşmuştur. Baki’ mezarlığına defn olunmuştur.



KAYNAKLAR

1) Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel cild-1, sh-374-466
2) El-İsâbe, cild-2, sh-360
3) Târîh-i Bağdat, cild-1, sh-31
4) Hulâsat u Tezhîb-il Kemâl, sh-181
5) Şezerât-üz-zeheb, cild-1, sh-38
6) Tabakât-i İbn Sa’d, cild-3, sh-159
7) Tabakât-ül-Kurrâ (İbni’l-Cezerî) cild-1, sh- -458.
8) Tabakât-üf-Şirâzî, sh-43
9) Tabakât-ül-Kurrâ liz-Zehebî, cild-1, sh-33
10) En-Nücûm-üz-Zâhire, cild-1 sh-89
11) Tabakât-ül-huffâz, sh-5
12) Meşâhir-i Eshâb-ı Güzîn ve Terecim-i Ahvâl-i Fakahâ, sh-10-13
13) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-975
14) Eshâb-ı Kirâm, sh-303

16) Fâideli Bilgiler, sh-49
Hazret-i Hafsa babasının yanına gelip dedi ki:
Eshabdan bazıları,senin maaşını az bulmuşlar.Bunun için maaşını artırmayı teklif ediyorlar.
Hazret-i Ömer bu teklif üzerine celâllendi ve kızına sordu:
- Kimdi onlar?
- Fikrini öğrenmeden,kim olduklarını söylemem. 
- Eğer kim olduklarını öğrenseydim,onlara gereken cezayı verirdim. Allahü teâlâya duâ etsinler ki,arada sen varsın.
Sonra kızı Hazret-i Hafsa'ya sordu:
- Sen Resulullahın evinde iken,Allahın Resulünün giydiği en kıymetli elbise neydi?
- İki tane renkli elbisesi vardı.Elçileri onlarla karşılar,cuma hutbelerini bunlarla okurdu.
- Peki yediği en iyi yemek neydi?
- Bizim yediğimiz ekmek,arpa ekmeği idi.Ekmek sıcak iken yağ sürer, yumuşatırdık. Bunu güzel bulduğumuz için misafirlerine de ikram ederdik.
- Senin yanında kaldığı zamanlar, yerde yaygı olarak kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi?
- Kaba kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de, yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik.
Daha sonra Hazret-i Ömer dedi ki:
- Ya Hafsa, benim tarafimdan seni gönderenlere söyle! Resulullah efendimiz kendisine yetecek miktarını tespit eder, fazlasını ihtiyaç sahiplerine verirdi. Kalanı ile yetinirdi. Vallahi ben de kendime yetecek olanını tespit ettim. Artanını ihtiyaç sahiplerine vereceğim. Ve bununla yetineceğim.
Ben, Resulullah efendimiz ve Hazret-i Ebu Bekir, bir yol takip eden üç kişi gibiyiz. Onlardan ilki nasibini aldı ve yolun sonuna vardı. Diğeri de aynı yolu takip etti ve Ona kavuştu. Sonra üçüncüsü yola koyuldu. Eğer o da öncekilerin takip ettiği yolu takip eder, onlar gibi yaşarsa, onlara kavuşur ve onlarla beraber olur. Eğer öncekilerin yolunu takip etmezse, başka yoldan giderse, onlarla buluşamaz.
Hazret-i Ömer, böylece sıkıntı içinde yaşamayı tercih edip, maaş artırma teklifini kabul etmedi.

Cennet bahçelerine rastladığınızda istifade ediniz.
Dediler ki:“Ya Resulallah,Cennet bahçeleri nedir?”
Buyurdu ki:“İlim meclisleri” dir.
Hz Muhammed sav

Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak;
ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer.

Mülk 4

Gökleri yedi kat üzerine yaratan O'dur.
Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın.
Gözünü bir çevir bak,bir çatlak görebilir misin?

Mülk 3

Sabırlı ve herşeye razı olan Eyyub,tam yedi yıl Allah konuğunu,belâyı hoş tuttu. Senin de gönlüne belâlar geldikçe o belâları güle güle karşıla. Rabbim, uğradığım belâlara karşı lütfet de şükredeyim, de. Mevlânâ Hz

Sabırlı ve herşeye razı olan Eyyub,tam yedi yıl
Allah konuğunu,belâyı hoş tuttu.
Senin de gönlüne belâlar geldikçe o belâları güle güle karşıla.
Rabbim, uğradığım belâlara karşı lütfet de şükredeyim, de.
Mevlânâ Hz


ALLÂH`IN BEREKETİNDEN MÜSTAĞNÎ KALAMAYAN HAZRET-İ EYYÛB`UN KISSASI
Eyyûb (sallallâhu aleyhi ve sellem) çıplak yıkandığı sırada üzerine altından çekirgeler düştü.Eyyûb (aleyhis-selâm) avuç avuç (alıp) rubasının içine (atmaya) başladı. Rabb(-i Kerîm)i: "Eyyûb, şu gördüğünden seni ganî zengin kılmamış mı idim?" diye nidâ edince: "Evet (Yâ Rabbi,) Senin İzzet (ve Celâline) kasem olsun ki (beni ganî kılmıştın.) Lâkin Senin bereketinden müstağnî kalacağım yok." cevâbını verdi.Buhari 197

Hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için,ölümü ve hayatı yaratan O'dur. O,güçlüdür,bağışlayandır.

Hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için,ölümü ve hayatı yaratan O'dur.
O,güçlüdür,bağışlayandır.
Mülk 2
Ölüm, kıyamet demektir. Bu bakımdan ölen bir kimsenin kıyameti kopmuş demektir.Hz Muhammed sav


Ölümün hakikati hakkında, halkın yanlış olan zanları vardır. Halk o zanlarında yanılmışlardır. Bazıları ölümün yokluk olduğunu zannetmişlerdir: 'Ne haşir vardır, ne neşir, ne hayır, ne de şerrin neticesi vardır. İnsanların ölümü, hayvanların ölümü ve bitkilerin kuruması gibidir'. Bu zan, Allah'ı inkâr edenlerin görüşüdür. Allah'a ve son güne iman etmeyen herkesin zannî böyledir.

Bir kavim de zannetmiştir ki insan, ölümle yok olur. Kabirde kaldıkça ne bir elem duyar, ne de bir sevap ile nimetlenir. Bu durum, tekrar dirîlinceye kadar devam eder zannetmişler.

Başkaları da ruh'un baki olduğunu, ölümle yok olmayacağını, ceza ve mükâfat görenin sadece ruh olduğunu, cesedlerin hiçbir şekilde diriltilmeyeceklerini iddia etmişlerdir.

Bütün bu zanlar (asık ve haktan uzak zanlardır. Doğru olan, ayet ve hadislerin haber verdiği şeydir: Ölümün mânası, sadece bir halin değişmesidir. Cesedden ayrıldıktan sonra ruh bâkidir, ya azap görür veya nimet! Ruhun bedenden ayrılmasının mânâsı, bedende tasarruf etmemesi ve bedenin onun itaatinden çıkması demektir.

Çünkü insanın azaları ruhun aletleridir. Ruh onları kullanır. Hatta ruh, el ile iş yapar, kulakla işitir, gözle görür, kalp ile eşyanın hakikatini bilir. Buradaki kalp ruhtan ibarettir. Ruh, eşyayı aletsiz olarak, kendi nefsiyle bilir. İnsanoğlu bazen kendi nefsiyle çeşitli üzüntüler, gamlar ve kaygılarla elem çeker. Çeşitli sevinçlerle nimetlenir. Bütün bunların azalarla ilgisi yoktur Bu bakımdan ruhun bizatihi vasfı olan herşey, ruh cesedden ayrıldıktan sonra da ruhla beraber kalır. Azalar vasıtasıyla ruhta bulunan şeyler', bedenin ölümüyle ruh ikinci bir defa bedene iade olununcaya kadar: ruhtan uzaklaşır ve ruh muattal olur. Kabirde ruhun bedene döndürülmesi uzak bir ihtimal değildir ve kıyamet gününe kadar bedene döndürülmeliğinin tehir edilmesi de uzak bir ihtimal değildir. Allah Teâlâ (ce) kullarına ne hükmettiğini daha iyi bilir.

Ölümden dolayı bedenin muattal kalması topal bir kimsenin mizacında bulunan bir bozukluktan ölürü veya asabında meydan gelen ve ruhun geçişine mâni olan bir şiddetten ötürü muattal kalan azalarına benzer. Bu bakımdan âlim akıl, idrakçi ruh bazı şeyleri çalıştırmak için haki olarak kalır. Bazıları da onun için zorlaşır. Ölüm de bütün azaların kullanılmasının ruh için zorlaşmasından ibarettir'. Bütün azalar aletleridir. Onları kullanan ruhtur. Benim ruhtan gayem; insanlarda üzüntüleri, elemleri ve sevgileri idrâk eden şeydir. Ruhun âzalardaki tasarrufu iptal olunsa bile sevinç ve üzüntüler iptal olmaz. Elem ve üzüntüleri kabul etmesi iptal olmaz. İnsan hakikatte ilimleri, elemleri ve lezzetleri idrâk eden mânânın ta kendisidir. Bu mânâ ise yok olmaz. Ölümün mânâsı ruhun bedendeki tasarrufunun kesilmesi, bedenin ruha alet olmaktan çıkması demektir. Tıpkı topallığın mânâsının, ayağın ruh için kulanılan bir alet olmaktan çıkması anlamına geldiği gibi! Bu bakımdan ölüm, bütün azalarda mutlak mânâda bir kötürümlüktür. İnsanın hakikati, nefis ile ruhtur. Ruh ise hâkidir. Evet! İnsan halinin bozulması iki cephedendir:

Birincisi: İnsandan insanın gözü, kulağı, dili, eli, ayağı ve bütün azaları alınmıştır. İnsandan aile efradı, çocuğu, akrabaları ve diğer tanıdıkları alınmıştır. İnsanın atları, hayvanları, hizmetkârları, evleri, akarları ve diğer mülkleri alınmıştır.

Bu şeylerin insandan alınması ile insanın bunlardan alınması arasında bir fark yoktur. Çünkü elem veren şey ayrılıktır. Ayrılık ise, bir defa kişinin malının yağma edilmesiyle, diğer bir defa da kişinin mülkünden ve malından alınıp esir edilmesiyle hâsıl olur. İki durumda da duyulan elem aynıdır. Ölümün mânâsı; insanın mallarından bu âleme uygun olmayan başka bir âleme sürüklenmek suretiyle selbedilmesi demektir. Bu bakımdan eğer insan için dünyada sevdiği, kendisiyle rahatladığı ve varlığına önem verdiği birşey varsa, ölümden sonra bu şey hakkında insanın üzüntüsü oldukça büyür ve ondan ayrılmanın elemi oldukça çetinleşir. İnsanın kalbi malının, mertebesinin, akarının en küçük parçalarına bile iltifat eder. Hatta giydiği ve kendisiyle sevindiği gömleğine bile!

Eğer insan sadece Allah'ın zikriyle seviniyorsa, sadece Allah'a yakın olmak istiyorsa, onun nimeti büyür, saadeti tamam olur; zira onunla sevdiğinin arasındaki perdeler kalkar. Onu sevdiğinden,uzaklaştıran engel ve meşguliyetler kesilir. Çünkü dünyanın bütün sabepleri; insanı Allah'ın zikrinden meşgul ederler. İşte bu, ölüm hali ile hayat hali arasındaki muhalefetin iki yönünden biridir.

İkincisi: Ölümle kişiye hayatta keşfolunmamış şeyler keşfolunur.Nitekim uyku âleminde iken keşfolunmamış şeylerin bazen uyanık bir kimseye keşfolunduğu gibi! İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar. İnsanoğluna ilk keşfolunan, ona zarar veya fayda veren iyilikler ve kötülüklerdir! Bunlar, insanın kalbinin gizli bir köşesinde saklı bulunan ve durulmuş olan bir kitabda yazılıdır. Dünya meşgaleleri o kitaba muttali olmaktan insanı alıkoyar. Dünya meşgaleleri kesildiğinde insana bütün amelleri keşfolunur. Herhangi bir günaha baktığında onun için öyle bir hasret çeker ki o hasretten kurtulmak için ateşin derinlik-lerine dalmayı bile tercih eder. O anda ona şöyle denilir:
Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter! (İsra/14)

Bütün bunlar nefes kesildiğinde ve kişi defnedilmeden önce keşfolunur. Kişinin içinde ayrılık ateşi alev alev yanar. Bundan gayem; kalbini kaptırmış olduğu fani dünyanın şeylerinden ayrılma acısıdır. Ahiret azığı ve yolculuğu için dünyadan terkettiklerini kasdetmiyorum; zira dünya yolculuğu için azık talep eden. hedefine vardığında diğer şeylerden ayrıldığı için sevinir; zira onları azık için istemez. İşte dünyadan sadece zarûrî olanı alanın hali budur. Bu kimse zarurî ihtiyacının da kesilip dünyadan müstağni olmayı ister. Böylece onun isteği hâsıl olur ve dünyadan müstağni kılınır.

Bunlar, azap ve elemlerin büyükleridir. Defnedilmeden önce insana hücum ederler. Sonra defnedileceği zaman ruhu başka bir çeşit azabı tatmak için cesede geri çevrilir. Bazen de affolunur. Dünya ile nimetlenenin ve dünyaya gönlünü kaptıranın hali, padişahın evinde, memleket ve hariminde bulunmadığı bir sırada yerinde nimetlenen bir kimsenin hali gibidir.

Bu kimse sultanın, yaptıklarına müsamaha göstereceğini veya onun çirkin fiillerini bilmediği zannına kapılarak böyle yapar. Fakat sultan ansızın onu yaka paça tutar, ona bir defter çıkarır ki o defterde onun bütün fâhiş hareketleri ve suçları zerresi zerresine yazılmış, adım adım kaydedilmiştir! Sultan da kahir, galip, haram kıldığı şeylerin yapılmaması hususunda gayretli, memleketinde cinayet işleyenlerden intikam alıcı, asiler hakkında kendisine yalvaranların sözüne iltifat etmeyen bir padişahtır.

Bu bakımdan sultanın azabına uğrayan kimsenin durumuna dikkatle bak. Acaba sultanın azabı ona tatbik edilmeden önce, çektiği korku, utangaçlık, hasret çekmek ve pişman olmaktan meydana gelen hali nasıl olur? İşte dünya ile mağrur, dünyaya kalbini kaptırmış, fâcir bir ölünün kabir azabı gelmeden önce hali böyledir. Hatta öleceği anda bu duruma düşer. Böyle bir duruma düşmekten Allah Teâlâ'ya sığınıyoruz. Çünkü mahrum ve rezil olup yüz perdesinin yırtılması, bedene yapılan işkenceden daha korkunçtur. İşte bunlar ölüm anında ölünün haline işarettir. Basiret sahipleri, gözle görmeden daha kuvvetli olan basiret ile bunu müşahede etmişlerdir. Kur'ân ve Sünnet bunun doğruluğuna şahidlik etmek-tedir. Evet! Ölümün hakikatinden perdeyi kaldırmak mümkün değildir; zira hayatı bilmeyen bir kimse ölümü bilmez. Hayatın bilgisi, ruhun esasındaki hakikatini bilmeye bağlıdır. Ruhun zatı, mahiyetinin idrâkine bağlıdır.

Oysa Hz. Peygambere (s.a) bu hususta konuşma izni verilmemiştir ve 'Ruh rabbimin emrindedir' demekten fazlasını söylemeye yetkili kılınmamışıtr. Bu bakımdan din âlimlerinin herhangi biri ruhun sırrına vâkıf olsa bile bunu söylemeye yetkisi yoktur. Ancak bu hususta izin verilen, ölümden sonraki ruhun halini zikretmektir.

Ölümün ruhun yok olmasından ve ruhun idrâkinin yok olmasından ibaret olmadığına birçok ayet ve hadîsler delâlet etmektedir:
Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Hayır, (onlar) diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadır.(Al-i İmran/169)

Kureyş'in azgın büyükleri Bedir gününde öldürüldüklerinde Hz. Peygamber onlara şöyle seslenmiştir: 'Ey falan! Ey falan! Ey falan! Ben rabbimin bana va'd ettiğini hak olarak buldum. Acaba siz de rabbinizin size va'd ettiğini hak olarak buldunuz mu?'

Bunun üzerine Hz. Peygamber'e 'Onlar ölüdürler. Onlarla nasıl konuşuyorsunuz?' denilince şöyle buyurdu:
Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun! Onlar sizden daha iyi duyarlar. Ancak cevap vermeye güçleri yetmez.134

İşte bu hadîs, şakî bir kimsenin ruhunun baki kaldığı hususunda kesin bir hükümdür. O ruhun idrâkinin, marifetinin baki kıldığının kesin bir delilidir. Ayet ise, şehidlerin ruhları hakkında kesin hükümdür. Ölü bir kimse; ya said veya şakidir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kabir ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir.135
Bu hadîs-i şerîf, ölümün mânâsının, sadece bir halin değiştirilmesi, ölümün şekavet veya saadetinden olacak şeyin gecikmeksizin ölüm anında verilmesi hususunda açık ve kat'î bir hükümdür. Azabın veya sevabın bazı çeşitleri gecikebilir. Asılları ise gecikmez!
Enes Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Sizden biri öldüğünde ona sabah akşam kıyamet gününe kadar yeri gösterilir. Eğer cennet ehlinden ise, cenneteki yeri gösterilir!137

Azap ve nimetten oluşan iki yerin müşahedesindeki mânânın haldeki tesiri gizli değildir!
Ebû Kays'den şöyle rivayet ediliyor: Biz Alkame ile beraber bir cenaze teçhizinde bulunuyorduk. Alkame şöyle dedi: 'Şu ölen kişinin kıyameti kopmuştur!'

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Herhangi bir nefse, cennet veya cehennem ehlinden olup olmadığını bilmeden dünyadan çıkması yasaktır'.

Ebû Hüreyre Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Kim hasta (veya garip) olarak ölürse, şehid olarak ölmüştür ve kabrin fitnelerinden korunmuştur. Rızkı sabah-akşam cennetten kendisine getirilir.138

Mesrûk dedi ki: 'Bir mü'minin lâhiddeki durumuna gıbta ettiğim gibi, hiç kimsenin durumuna gıpta etmiş değilim. O mü'min, dünya yorgunluğundan istirahata kavuşmuş, Allah'ın azabından emin olmuştur'.

Ya'la b. Velid şöyle diyor: Birgün Ebû Derdâ ile yürüyordum. Ebû Derdâ'ya dedim ki: 'Sevdiğin bir kimse için ne istersin? 'Ölümü!' dedi. 'Eğer ölmezse?!' dedim. 'Malının ve çocuklarının azalmasını isterim' dedi.

Ebû Derda, ölümü ancak şu hikmete binaen istemiştir: Çünkü ölümü ancak mü'min bir kimse sever. Ölüm mü'minin hapisten çıkmasıdır. Malın ve çocuğun az olmasını istemesi de malın ve çocuğun fitne olmasından ve dünyaya ünsiyet vermenin sebebi olmasındandır.

Kesinlikle ayrılacağı bir kimseye bağlanmak şekavetin son derecesidir. Çünkü Allah ve Allah'ın zikrinden başka her şeyden şüphesiz ki ölüm çağında ayrılmak zaruridir. Bu sırra binaen Abdullah b. Amr (r.a) şöyle demiştir: Mü'min bir kimsenin ruhunun çıktığı andaki misali hapse atılmış, sonra hapisten çıkarılmış bir kimsenin misali gibidir. Allah'ın zikrinden başkasına ünsiyet vermeyen, dünya meşgalelerinin kendisi hakiki sevdiğinden meneden bir kimseye şehvetlerin mukavemeti eziyet verir. Bu bakımdan ölümde, onun için bütün eziyetlerden kurtuluş vardır. Engel olmaksızın sevdiğiyle başbaşa kalmak vardır. Bu nimet ve lezzetlerin son noktasıdır. Allah yolunda öldürülen şehidler için lezzetlerin en kâmilidir; zira onlar dünya meşgalelerinden ilgilerini keserek savaşa dalmışlardır.

Allah'ın mükâfatına iştiyakları duyarak ve Allah'ın rızası uğruna öldürülmeye razı olarak savaşa dalmışlardır. Eğer kişi dünyaya iltifat ederse, onu kendi ihtiyarıyla ahiret ile değiştirmiştir. Satan sattığı mala bağlanmaz. Eğer ahi-rete iltifat ederse, onu satın almış ve ona müştak olmuş demektir. Satın aldığı şeyi gördüğünde onunla sevinci artar. Satmış olduğu şeyden ayrıldığında ona fazla iltifat etmez. Kalbi Allah sevgisi için boşaltmak, bazı hallerde mümkündür. Savaş ölümün sebebidir. Bu bakımdan bu hal üzerinde ölmenin idrâkine sebep olur. Bunun nimeti büyük olur; zira nimetin mânâsı, insanın isteğine varması demektir.
Kendilerine hoşlandıkları (erkek çocukları)nı (alyorlar).(Nahl/57)

İşte bu cennet lezzetlerinin mânâlarını kapsayıcı bir ibaredir. Azabın en büyüğü; insanın maksadından menedilmesidir.
Artık kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekilmiştir.(Sebe/54)

Bu ibare, cehennem ehlinin cezalarını çok güzel bir şekilde ifade etmektedir.
Şehidler bu nimeti nefesi kesilir kesilmez, gecikmeden idrâk eder. Bu, yakîn nuruyla basiret sahiplerine keşfolunmuş bir şeydir.

Eğer delil için şahid istiyorsan, şehidler hakkında vârid olan bütün hadîsler buna delâlet ederler.

Hz. Âişe'den (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber (s.a) babası Uhud günü şehid olan Câbire hitaben şöyle demiştir:
- Ey Câbir! Sana müjde vereyim mi?
- Allah sana hayır müjde versin! Bana müjde ver!
- Muhakkak ki Allah Teâlâ senin babanı diriltti. Huzurunda oturttu ve buyurdu: 'Ey kulum! Dile benden ne dilersen'. Baban 'Ey rabbim! Kulluğunun gereği gibi sana kulluk
yaptım. Senden istediğini beni dünyaya geri göndermendir ki peygamberinle birlikte savaşayım. Senin uğrunda ikinci bir defa şehid edileyim!' dedi. Allah şöyle buyurdu. 'Benden daha önce senin dünyaya tekrar döndürülmeyeceğin hakkında hüküm çıkmıştır'.139

Ka'b şöyle diyor: Cennette ağlayan bir kişiye 'Cennette olduğun halde neden ağlıyorsun' denir. Cevap olarak der ki: 'Allah yolunda bir defadan fazla öldürülmediğimden dolayı ağlıyorum. Oysa dünyaya döndürülüp üç defa öldürülmeyi isterdim'.

Bil ki mü'min bir kimseye ölümün akabinde Allah Teâlâ'nın celâl ve azametinin genişliğinden öyle birşey keşfolunur ki dünya ona nisbeten, hapis ve dar bir geçit gibidir. İnsanın misali, kapkaranlık bir eve hapsedilmiş, (sonra) o evden geniş bir bahçeye kapı açılmış gibidir ki gözü o bahçenin sonunu göremez. O bahçede çeşitli ağaçlar, çiçekler, meyveler ve kuşlar vardır. Bahçeye çıkan kişi ikinci bir defa karanlık hapishaneye dönmek istemez.

Hz. Peygamber darb-ı mesel olarak ölen bir kişi hakkında şöyle buyurmuştur:
Şu ölen, dünyadan göç ettiği ve dünyayı dünya ehline UMkettiği halde sabahladı. Eğer razı olmuş ise1, herhangi birimizin annesinin karnına geri dönmeyi istemediği gibi dünyaya geri dönmek onu sevindirmez,140

Hz. Peygamber bu hadîs-i şerîfıyle ahiret genişliğinin dünyaya nisbeten rahmin karanlığının dünyanın genişliğine nisbeti gibi olduğunu anlatmıştır.
Mü'min bir kimsenin dünyadaki durumu, ceninin anne karnındaki durumu gibidir, (cenin annesinin karnından çıktığında ışığı görüp yere konuncaya kadar ağlar! Bundan sonra yerine dönmeyi istemez.141

Mü'min de böyledir, ölümden ürker. Rabbi'nin huzuruna vardığında dünyaya dönmeyi artık istemez. Tıpkı ceninin annesi-nin karnına dönmek istemediği gibi!
Hz. Peygamber'e şöyle (s.a) denildi: Falan adam öldü! Ya istirahata çekildi veya halk ondan kurtuldu!142

Hz. Peygamber İstirahata çekildi' sözüyle mü'mine, 'Halk on-dan kurtuldu' sözüyle de fâcir kimseye işaret etti; zira dünya ehli fâcir kimseden kurtulup rahata kavuşur.
Ebû Amr şöyle diyor: Biz çocuk iken İbn Ömer, yanımızdan geçerken bir kabre baktı ve orada meydana çıkmış bir cimcime gördü. Bir kişiye cimcimeyi örtmeyi emretti, kişi cimcimeyi örttü.
Sonra İbn Ömer şöyle dedi: 'Toprak bedenlere zarar vermez. Ceza çeken veya mükâfat gören ruhlardır..

Amrl43 b. Dinar'dan şöyle rivayet ediliyor;. 'Ölen herkes aile efradının içinde olan şeyleri bilir. Muhakkak ki aile efradı onu yıkar, kefenler. Oysa o onlara bakar'.
Mâlik b. Enes şöyle demiştir: 'Bana gelen bir habere göre mü'minlerin ruhları serbest bırakılmışlardır. Diledikleri yere giderler'.

Nu'man b. Beşîr, 144. Peygamberin minberde iken şöyle buyurduğunu rivayet eder:
İyi bilin ki dünyadan ancak yer ile gök arasında dolaşıp duran sinek gibi birşey kalmıştır. Bu bakımdan kabir ehlinden olan arkadaşlarınız hakkında Allah'tan korkun! Muhakkak ki sizin amelleriniz onlara arzolunur.

Ebû Hüreyre Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Ölülerinizi kötü amellerinizle rezil etmeyin. Muhakkak ki kötü amelleriniz kabir ehlinden olan yakınlarınıza arzulanır.

Ebû Derdâ şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Abdullah b. Revaha'nm yanında benim mahcup olmama sebep olan bir ameli işlemekten sana sığınıyorum'. (Abdullah b. Revaha, Ebû Derdâ'nm ölen dayı siydi!)

Abdullah b. Anır b. el-As'a 'Mü'nıinler öldükleri zaman ruhları nerede olur?' diye sorulunca, cevap olarak 'Beyaz kuşların kursaklarında arş'ın gölgesindedirler. Kâfirlerin ruhları ise yerin yedi kat dibindedir' diye cevap verdi.

Ebû Said el-Hudrî, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Muhakkak ki ölü kendisini yıkayan, kendisini götüren ve kendisini kabrine indiren kimseyi tanır.145

Salih el-Murrî146 şöyle demiştir: 'Kulağıma geldiğine göre ruhlar, ölüm anında bir araya gelirler. Ölülerin ruhları kendilerine katılan ruha şöyle derler: 'Senin yerin nasıldı? Sen iki bedenden hangisinde bulunuyordun? İyisinde mi, yoksa kötüsünde mi?"

Ubeyd b. Umeyr147 şöyle diyor: Kabir ehli haber beklerler! Onlara bir ölü geldiğinde Talan adam ne yaptı?' derler. O da 'O adam size gelmedi mi veya sizin yanınıza varmadı mı?' der. Bunun üzerine onlar derler ki: cİnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. O başka bir yere götürülmüştür'.

Cafer b. Said'den şöyle rivayet ediliyor: 'Kişi öldüğünde yakınları tarafından karşılanan bir kimse gibi, kendisinden önce ölen çocuğu tarafından karşılanır'.
Mücâhid şöyle demiştir: 'Kişiye çocuğunun salahı kabrinde müjde olarak iletilir'.

Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Mü'minin canı kabzolunduğu zaman Allah katında rahmet ehli onu karşılarlar. Tıpkı dünyada müjde getirenin karşılandığı gibi! Onlar derler ki: 'Kardeşinize, yorgunluğu gidinceye kadar mühlet verin! Çünkü kardeşiniz şiddetli bir üzüntüde idi!' Onlar o yeni gelene sorarlar: 'Filan adam ne yaptı! Falan kadın ne yaptı? Falan kız evlendi mi?' Daha önce ölen bir kişinin durumunu kendisine sorduklarında 'O benden önce öldü' dediğinde, "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn Öyleyse o, annesi olan cehenneme götürülmüştür!" derler.
Hükümranlık elinde olan Allah yücedir ve O her şeye Kadir'dir.
Mülk 1

Âlimin dünyaya yöneldiğini gördüğünüz zaman,
dininiz adına onu ayıplayınız.
Çünkü herkes sevdiği şeye dalar.
Hz. Ömer(r.a)

Allah c.c ismi celili,Cenâb-ı Hakka mahsus O'nun bütün kemal sıfatlarını ifâde eden bir isimdir ki başka hiç bir kimseye verilemez.Bu,bir ismi âzamdır.

Ömer b Abdülaziz’e r.a bir adam gelerek:
“Senin hakkında falanca şöyle söyledi.” der.Ömer de:
“İstersen bunu tahkik edelim. Eğer yalancı çıkarsan: 
"Bir fasık size haber getirince araştırın." (Hucurat, 6) hükmüne girersin. 
Şayet duyduğun doğru çıkarsa: 
“Dili ile iğneleyen, koğuculuk eden…" (Kalem, 11) hükmüne girersin ki, her iki halde de mesulsün(sorumlusu
n).
İstersen senin için üçüncü şıkkı tercih edelim,
seni affedelim de bu iş böyle kalsın!” der.


Hucurat suresi 6. ayetin iniş nedenini açıklar mısınız? Velid B.Ukbe neden fasık olarak nitelendirilmiştir?
Cevap
İlgili ayetin meali şöyledir: "Ey İman edenler, eğer fasıkın biri size bir haber getirirse, onun İç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurat 49/6)


Bu âyet-i cedilenin nüzul sebebi şudur: Peygamber (s.a.v.) Velid bin Ukbe'yi Beni Mustalik kabilesine zekât memuru olarak gönderir. Kabilenin ileri gelenleri Resulüllahı'n elçisine hürmet ve tazimde bulunmak için topluca karşılamak isterler. Velid, onlann toplu halde kendisine doğru geldiğini görünce "Bunlar beni öldürmeye geliyorlar" diyerek kaçar. Çünkü Velid'le onlar arasında cahiliye döneminde bir düşmanlık vardı. Velid, Beni Mustalik kabilesinin niyetini anlamadan o düşmanlığı bahane ederek kaçmıştır. Dönünce Allah Resulü durumu sorar o da "Ey Allah'ın Resulü, onlar beni zekâttan men ettiler ve hepsi silahlanıp beni öldürmek istediler, ben de aralarından kaçtım" der. Bu acı haberi duyan peygamberimiz onlann üzerine bir ordu göndermeyi düşünür. Onlar bu haberi alınca kabilenin ileri gelenlerinden bir heyet derhal durumu bildirmek için peygamberimize gelir ve "Ey Allah'ın Resulü, biz senin memurunu zekâttan men etmedik. Onun geldiğini öğrenince hürmet ve tazim etmek için toplanıp yanına gidiyorduk, bizi görünce hemen kaçtı, biz niçin kaçtığını anlamadık" derler ve gerçeği ortaya koyarlar.


Velid'in yanlış beyanda bulunması Allah Resulünü üzer. Bunun üzerine Allahu Teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurur: "Ey iman edenler, eğer fasıkın biri size bir haber getirirse onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz."(Taberi, İlgili ayetin tefsiri)