25 Mayıs 2015 Pazartesi

VARAKA b. NEVFEL Hz. Hatice Hz Ebu Bekir

Resülullah Aleyhisselam, zevcesi Hz. Hatice'ye: "Ben halvette, yalnız başıma bulunduğum zaman, bir ses işittim. Bunun, benim için tehlikeli bir hadise olabileceğinden korktum" dedi. Hz. Hatice: "Allah korusun! Yüce Allah'ın sana kötü bir şey yapması ihtimali yoktur.Vallahi sen emaneti eda edersin Akrabana iyilik yaparsın Sözü, doğru söylersin!" dedi. Sonra, Hz. Ebu Bekir geldi. Hz. Ebu Bekir, çocukluk çağından beri, Peygamberimz Aleyhisselamın arkadaşı ve dostu idi. Hz. Ebu Bekir geldiği sırada, Peygamberimiz Aleyhisselam evde değildi. Hz. Hatice; Peygamberimiz Aleyhisselamın söylediklerini ona anlatıp: "Ey Atik! Muhammed'i yanına alıp da Varaka'ya kadar gitsene." dedi. Peygamberimiz Aleyhisselam gelince, Hz. Ebu Bekir onun elinden tutup: "Haydi, bizimle birlikte Varaka b. Nevfel'e gidiver!" d.. Peygamberimiz Aleyhisselam: "Başıma geleni sana kim haber verdi?" diye sordu. Hz. Ebu Bekir: "Hatice!" dedi. Bunun üzerine, gidip hadiseyi Varaka'ya anlattılar. Peygamberimiz Aleyhisselam: "Halvette, yalnız başıma bulunduğum sırada, arkamdan: 'Ey Muhammed! Ey Muhammed!' diye seslenildiğini Sesi işittim, fakat hiçbir şey göremedim" dedi. 
Varaka b. Nevfel: "Bunda, senin için bir sakınca yoktur!" dedi., Peygamberimiz Aleyhisselam: "Sesi işitince, korkarak oradan uzaklaşıyor, başka yerlere doğru gidiyorum" dedi. Varaka: "öyle yapma! Seslenen geldiği zaman, sana söyleyeceği şeyi dinleyinceye kadar, orada sebat edip dur, Sonra da, dinlediğin şeyleri gel bana haber ver" dedi... Yine, yalnız başına bulunduğu sırada, Peygamberimiz Aleyhisselama "-Yâ Muhammed!" diye seslenilmiş ve: Elhamdülillahi Errahmanirrahim. Mâliki yevmiddin. İyyâke na'büdii ve iyyâke İhdinassıratalmüstak.. Sıratallezine en'amıe aleyhim. Ğayrilmağdöbi aleyhim veleddallin' de; `Lâ ilâhe illallah' der buyurulmuştur.

Onun Peygamber Olarak Gönderilmesi Sırasında Görülen Bazı Özellik Ve Mucizeler


Buharı ve Müslim Aişe´den rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz´e ilk gelen vahiy, rüya şeklinde olmuştur. Şüphesiz bunlar, sâlih rüyalar idi. Her biri, sabah aydınlığı gibi hak olarak tecellî ediyordu. Sonra O´na, yalnızlık sevgisi verildi. Hirâ Dağı´na gider, orada ibâdete dalardı. Bunlar, ibâdetle geçirilen sayılı gecelerdi. Azığı tükenince döner gelir, Hatice de kendisine azık hazırlar, tekrar Hira´ya giderdi. Derken ansızın melek kendisine gelip hitap etti:

- "Oku yâ Muhammed!" Allah´ın Resulü ise buna:

- "Ben okumak bilmem!" diye karşılık vermiştir... Olayı bizzat kendisi anlatan Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Melek beni kucaklayıp iyice sıktı, o derece ki ben, canım çıkacak sandım. Sonra beni bıraktı ve:

- "Oku yâ Muhammed!" diye haykırdı. Ben de:

- "Ben okuma bilmem!" diyerek cevap verdim... Tekrar üçüncü defa olarak beni kucakladı ve iyice sıktıktan sonra bıraktı ve kuvvetli ve şiddetli bir sesle:

- "Oku yâ Muhammed!" diye haykırdı ve ilâve etti: "...Yaratan Rabbinin adı ile oku!..."

Melek, böylece bu beş âyeti baştan sonuna kadar okudu." ´

İşte, olayı bu şekilde ve kendilerine ait ifâdelerle anlatan sevgili Peygamberimiz, vahiy meleğinin ayrılmasından sonra hemen koşarak ve mübarek kalbi çarparak evine döner. Hatice´ye hitaben:

- "Beni örtünüz, beni örtünüz!" der. Onu örterler. Bir müddet sonra korkusu ve ürpertisi gider. Kalkar ve yine Hatice´ye hitapla: "Gerçekten bana bir şey olacak diye korktum..." der ve olanları anlatır. Kendisini dikkatle dinleyen Hatice, şu karşılığı verir: "Ben Allah´a yemin ederim ki Allah seni utandırmayacaktır!... Çünkü sen akrabaya iyilik eder, doğruyu söyler, âciz ve zayıflara yardımcı olur, fakiri korur ve destekler, eşe-dosta ziyafetler verir, bir musibete uğrayanın imdadına koşarsın."

Hatice, bunları söyledikten sonra O´nu alarak Varaka bin Nevfel´e götürdü. Varaka, cahıliye zamanında hristiyanlığa geçmiş, kitabı Arapça yazan, İncil´i İbrânîce okuyan bilgili bir kimse idi. Hatice kendisine dedi ki:

- "Ey Amca oğlu, kardeşinin oğlu neler diyor, bir dinle." Varaka Peygamberimiz´e, "neler gördüğünü" sordu. Peygamberimiz de gördüklerini anlattı. Varaka:

- "Bu senin gördüğün, En-Nâmûs´tur, yâni Cebrail ve onun vâzıtasiyle gelen şerîattir ki, Musa´ya da aynen gelmişti" dedi ve ilâve etti: "Ah keşke benim bu hususta gücüm kuvvetim olsa! Keşke, onlar seni Mekke´den çıkaracakları zaman ben de hayatta olsam! Sana yardımcı bulunsam!"

Peygamberimiz:

- "Demek onlar beni Mekke´den çıkaracaklar mı?" dedi. Varaka:

- "Evet, hiçbir peygamber gelmemiştir ki kavmi ona mutlaka düşman kesilmesin... Eğer ben o güne yetişecek olursam yâ Muhammed, hiç şüphen olmasın, sana yardımcı olurum! Hem öyle bir yardım ederim ki, düşmanlar da buna şaşar!"

Bu olaydan az bir zaman geçmişti ki, Varaka vefat etti ve sözünü ettiği günleri görmek ona nasib olmadı."

îmam-ı Ahmed ve Beyhakî´nin rivayet ettikleri de bu mealdedir. Ancak onların Zührî tarîkinden sevkettikleri bu rivayette şu farklılık vardır: "...Ve sonra vahyin arkası kesildi. Peygamberimiz bundan çok üzüldüler... Hattâ bize ulaşan haberlere göre, Peygamberimiz kapıldığı dayanılmaz hüzünlerin te´siri altında, dağın zirvesinden kendisini aşağı atmak için kaç defa zirveye kadar çıkmış, tam kendisini atacağı zaman Cebrail kendisine görünüp:

"Ey Muhammed, sen Allah´ın Resulüsün!" diyerek hitap etmiştir. Resûlüllah Efndimiz´in de bununla kalbi sükûne ermiş,´ nefsi karar kılmıştır ve dönüp gelmiş, vahyin gelmesini beklemiştir. Uzun müddet bekledikten sonra vahyin yine gelmediğini görüp dayanılmaz acılara uğramış, kendisini aşağı atmak için tekrar zirveye çıkmış, Cebrail de yine: "Ey Muhammed Sen Allah´ın Resulüsün!" diyerek kendisine seslenip O´nu teskin etmiştir. Bu hâl, vahyin tekrar başlamasına karar müteaddid defalar vukua gelmiştir."

Buhârî üzerine yazdığı şerhde îbn-i Hacer der ki: "Peygamberimi zin böylesine acılar ve baskılar altında kalması, Peygamberler içinde yalnız kendisine hâs olan bir hâldir... Diğer peygamberlerden herhangi birisinin, vahiy başlangıcında başına böyle bir hâl geldiği vâkî değildir. Bunun ilâhî hikmeti ise O´nun iyice vahye hazırlanmasıdır. Büyük bir kuvvet ve ciddiyetle kendisine indirilecek olan şeye bağlanması, diğer şeylerden ilgisinin kesilmesi içindir. Bunda ayrıca, kendisine indirilecek olan şeyin, ne kadar büyük, ağır ve önemli olduğuna da tenbîh vardır. Bunun hikmetini açıklamak üzere şöyle bir tevcih de yapılmıştır: "İnsanın kendisini kaptırabileceği bir takım hayâl ve vesveseler esas itibariyle insanın elinde olan bir şey olmadığından; bu gibi şeylerden iyice kesilmesi ve uzaklaşması için Peygamberimizde o hâl, Cenab-ı Hakk tarafından yaşatılmıştır... Bu hâli yaşadıktan sonra, cismen ve bedenen dahi, son derece ağır ve büyük olan İlâhî Vahye iyice hazır hâle gelmiştir ve artık bilmiştir ki: "Bu Allah´ın bir emridir, O´nun emrindendir."

Yine Buhari ve Müslim Câbir bin Abdullah´tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber´in (s.a.v.) ilahî vahyin kesilmesinden bahisle şöyle konuştuğunu işittim: "...Ben, o sırada giderken yukarı taraftan gelen bir ses işittim, başımı kaldırdığım zaman, bana Hırâ´da gelen meleğin olduğunu gördüm... Yerle gök arasında duran bir koltuk üzerine oturmuş (altı yüz kanadını ufka yaymış) bir vaziyette idi. O´nu böylesine görünce koktum ve evime dönerek: "Beni örtünüz, beni örtünüz!" diyerek örtünüp yattım. Bu sırada bana Yüce Allah şu âyetlerini inzal buyurdu:

"Ey elbisesine bürünen, kalk uyar! Rabbini tekbîr et, büyük tanı, elbiseni temiz tut, pislikten (Allah´a eş tutmak, puta tapmak gibi çirkin şeylerden) uzak dur!"

Bu âyetleri (ki Müddessir Suresinin ilk beş âyetleridir) indirdikten sonra, artık vahyin arkası kesilmedi; peşpeşe devam etti." [4]

Beyhakl, îbn-i îshâk´tan rivayet eder. O demiştir ki: "Bana Abdul lah oğlu Abdü´l-Melik bazı ehli ilimden naklen şöyle anlattı: "Yüce Allah Habîbi Muhammed´i keremlendirmek ve peygamberlik ile vazifelendir mek istediği zaman, Peygamberimiz hangi taşa veya ağaca uğrasa, mutlaka onların kendisine selam verdiklerini işitirdi. "Bu ses de nedir?" diye arkasına dönüp baktığında, sağını solunu teftiş ettiğinde, kimseleri göremezdi. Halbuki kendisine: "Ey Allah´ın Resulü Allah´ın selamı senin üzerine olsun!" diye selam verilmekte olduğunu işitirdi. Her sene bir aylığına Hıra Dağı´na gider, orada ibâdete çekilirdi. Nihayet Yüce Allah´ın kendisine nübüvvet vererek keremlendireceği zaman geldiğin de ki bu, bu senenin 

ibn-i ishâk der ki: Ben bu hadîsi Abdullah bin Hasen´e anlattım. O da bana dedi ki: "Ey İshak´ın oğlu, bu hadîsi, Fâtıma bintİ Hüseyn de anlattı. Ancak onun bana anlattığı metinde Hatîce´nin şöyle dediği bildirilmekte idi: "Bu sırada Peygamberimizi gömleğimin içine aldım. Bunun üzerine Cebrail derhal oradan uzaklaştı."

Beyhakî ve Ebû Nuaym Amr bin Şürahbil´den naklederler. O demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) Hatice´ye hitaben:

- "Ben, tek başıma kaldığım zamanlar bir ses duyuyorum. Vallahi başıma bir hâl gelmesinden korkuyorum!" demiştir... Hatice de:

- "Allah korusun! Allah buna izin vermez. Allah´a andolsun ki sen, emâneti eda ediyorsun, akrabayı gözetiyorsun, dâima doğruyu söylüyorsun..." Bu sırada Ebu Bekir gelmiş. Hatice ona olanları anlatmış ve Muhammed´i alarak Varaka´ya götürmesini rica etmiş. O da Peygamberimiz´i alarak birlikte gitmişler. Hâli ona anlatmışlar. Varaka:

- "Nasıl?" diye sorduğunda Peygamberimiz:

- "Yolda giderken sesler duyuyorum. Arkamdan bana: "Ey Muhammedi Ey Muhammedi" diye nida olunuyor... Ben de bundan korkarak kaçıyorum..." cevabında bulunmuştur. Varaka:

- "Hiç kaçma! O sana geldiği zaman sebat et. Onun ne dediğini iyi anla. Sonra bana gel olduğu gibi anlat..." demiştir.

Peygamberimiz yine bir gün yalnız kalmıştı. Bir melek kendisine: "Ey Muhammedi Ben, bütün varlığımla şehadet ederim ki, Allah´tan başka hiçbir ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah´ın kulu ve resulüdür!" Sonra Peygamberimiz´e hitaben: "Ey Muhammed, Önce besmele´yi oku sonra arkasından şu Fatiha Sûresi´nin âyetlerini sonuna kadar oku!" diye tebliğ etmiştir. Yine o melek, bundan sonra da: "Ey Muhammed, lâ ilahe illallah de! Allah´tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet getir!" emrini teblîg etmiştir.... Bunlar vukua geldikten sonra Peygamberimiz durumu Varaka´ya bildirmiş, o da:

- "Müjde sana müjde! isa´nın müjdelediği zâtın sen olduğuna ben şehadet ederim... Musa´ya gelen sana da gelmiştir... Sen hak peygambersin. Sonra sen cihad ile emrolunacaksın. Ben o güne yetişirsem, seninle beraber elbette cihad ederim..." diye karşılık vermiştir...

Sonra çok geçmedi Varaka vefat etti... Resûlüllah Efendimiz ondan bahisle demişlerdir ki: "Ben onu, sırtına atlastan bir cübbe giymiş bir vaziyette (memnun ve mesrur) gördüm. Çünkü o bana imân etmiş, beni tasdik edip doğrulamıştır." [5]

Ebû Nuaym´in Abdullah bin Şeddâd´dan çıkardığı haber de şöyledir: "Varaka Hatice´ye demiştir ki: "Senin kocan, ona görüneni huzurunda açıkça görmüş mü?" Hatice: "Evet" demiş. Varaka bunun üzerine demiş ki: "Senin kocan bir peygamberdir ve ona kendi ümmetinden çok eziyetler olacaktır..."

Yine Ebû Nuaym´in Urue tarikiyle Aişe´den rivayeti de şöyledir: "Hatice olanları Varaka´ya anlattığı zaman Varaka demiştir ki: "Cibril´i gönderen Allah, Subbûh´tur, Subbûh´tur! Yüce ve münezzehtir... Böyle putlara tapılan bir ülkede Cibril´in adı anılmazdı... Cibril, Allah´ın kendisi ile peygamberleri arasında bir "Vahiy Emmi" dir. Sen Muhammed´i al, kendisine gelen meleği gördüğü yere götür. Melek geldiği zaman sana haber versin, sen de o zaman başını açıver. Eğer Allah tarafından gönderilmiş bir melek ise, o hemen gider, o da onu göremez." Hatice buna dair olan şeyi anlatırken: "Ben de onun dediğini yaptım. Başımı açınca melek görünmez oldu. O da onu göremedi. Bunun üzerine Varaka´ya gidip durumu anlattım. O da şunu söyledi: "Şüphesiz O´na Nâmûs-ı Ekber gelecektir."

Sonra Varaka, Peygamberimiz´in açıkça davetini yapacağı günleri beklemeye koyuldu. Kendisi duygulu ve inançlı bir adamdı. Bu husustaki duygularını şiir hâlinde terennüm etmeye başladı. Söylediği şiirler şu mealde idi:

"Ben, gözyaşları içinde düşünen bir adamım!

Sabittir yolunda, sağa-sola sapmaz ayağım..."

"Hatice´nin söyledikleri çok dokundu bana,

O derece ki işledi hem ciğere, hem cana..."

"Bekliyorum büyükçe bir ümidle şu Mekke´de,

Bütün bu söylenenler ne zaman çıkacak diye..."

"Inşaallah bir hilafr´blmaksızın çıkacak! 

Biz insanlara Muhammed yönetici olacak.

.." "Bütün beldeleri O´nun nuru aydınlatacak!

Hakk gelip yerleşecek, bâtıl da batacak!"

"Uğraşanlar O´nunla boylayacak hep hüsranı.

O´na uyanlar ise, kazanacaklar gufranı..." 

"Keşke, bütün bunlar olduğu zaman ben de olsam! 

Getirdiği dîne önce girip, felahı bulsam..."

"Hayır" diyerek Kureyş uzaklaşırken hayırdan, 

"Evet" diyerek ben, girip dîne, olsam çağırgan!" 

"Onlar toplu olarak muhalefet ederlerken... 

Olsam ben, tek başıma başın yücelerde çeken!" 

"Sefîh olanlardan, inkardan başka ne beklenir? 

inkâr ettikleri halbuki Hakk´m sefiridir." .

"Onlar o gün sağ olur, ben de sağ olursam eğer, Muhakkak ki benden onlara bir ürperti değer?" "Eğer, ölür gider de hiç görmezsem o günü... Şükürler Rabbim´e ki, gösterdi bana bugünü!"

Tayâlisi, Haris bin Ebû Üsâme´den, Ebû Nuaym de Yezîd bin Babnûs tarikiyle Aişe´dcn rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamberimiz Hatice ile birlikte Hıra´da bir ay itikâfta bulunmayı nezr etmişti (adamıştı). Bu Ramazan ayına rastladı. Bir gece dışarı çıktığında, "Ey Allah´ın elçisi, selam sana!" diye bir ses duydu... O, bu hususta buyur du ki: "Ben bu sesi duyduğum zaman korktum, hattâ bunu ansızın karşılaştığım bir cin zannettim... Acele gelip Hatice´ye anlattım. O da bana: "Müjde sana ey Muhammedi Bilesin ki selam hayırlıdır, bunda korkulacak bir şey yoktur." Sonra yine dışarı çıkmıştım, bu sefer Cebrail ile karşılaştım, kanadının birini doğuya, diğerini de batıya yaymıştı. Yine korkuya kapılarak hızlıca döndüm... Eve geldiğimde kapının önünde onu yine gördüm. Benimle konuştu ve korkum yok oldu. Bana, belli bir zaman sonra tekrar geleceğini söyledi. Ben de ken disini bekledim, hattâ gelmeyecek sandım. Bir de ne göreyim o, MîkâÜ ile birlikte karşımda durmakta... Ufku tamamen kaplamış vaziyettey diler. Cebrail aşağıya inip yanıma geldi, beni iyice kucaklayıp sırtüstü yere yatırdı. Sonra kalbimi yarıp çıkardı. Sonra çıkarılmasını Allah´ın dilediği şeyleri çıkarıp altından bir tas içinde zemzem ile yıkadı. Sonra yerine iade etti. Sonra güzelce bağlayıp dikti. Sonra beni alıp tersime çevirdi ve arkama bir mühür vurdu. Hatta bunu tâ kalbimde hissettim. Sonra gırtlağımı yakaladı, ben de yüksek sesle ağlamaya başladım. Bu sırada o bana: "Oku ey Muhammed!" diye haykırdı. Ben ise okumak bil­miyordum, hiç okuyup yazmış değildim... Tabiî bir şey okuyamadım... O yine: "Oku!" diye seslendi. Ben de: "Ne okuyacağım?" diye sormak zorunda kaldım. O: "Rabbinin adiyle oku!" diye emretti ve beş âyetin so nuna kadar okudu... Sonra bir adamı terazinin öbür kefesine koyup be nimle tarttı. Ben ondan ağır geldim... Yine beni, bir başka adamla ta rttı, ben yine ağır bastım... Sırayla beni yüzüncü adama kadar tarttı, her defasında ben ağır geldim. Bunun üzerine Mîkâîl: "Ümmeti O´na uy acak, Kabe´nin Rabbi´ne yemin ederim!" dedi. Bu olaydan sonra, her ne zaman bir ağaca veya taşa rastlasam, mutlaka bana; "Es-Selâmü aleyke yâ Resûlellah" diyerek selam veriyordu..."

Yine Ebû Nuaym´in Mu´temir bin Süleyman´dan rivayeti de şöyledir: "Cebrail Peygamberimizi kucaklayıp inci ve yakutlarla süslen miş bir yaygı üzerine oturtmuş ve kendisine hitapla: "Ey Muhammed, Rabbinin adiyle oku!..." demiştir. Beş âyeti sonuna kadar okuduktan sonra: "Korkma yâ Muhammed! Sen gerçekten Allah´ın resulüsün!" diy erek O´nu te´yid etmiştir... Bundan sonra Peygamberimiz sür´atle evine dönmüştür. Dönüşü sırasında rastladığı her ağaç ve taş kendisini selam ile karşılamış ve secde ederek saygı hareketinde bulunmuştur. Peygam-berimiz´in de bu sebeble korkusu gitmiş, nefsi yatışmış; Allah´ın îutuf ve keremine mazhar olduğuna iyice inanmıştır..."

îbn-i Sa´d îbn-i Abbas´tan rivayet eder. O demiştir ki: Peygamber Efendimiz Ecyâd denilen yerde iken, ayağından birini diğeri üzerine atmış vaziyette ve ufukta bir melek görmüş. Melek: "Ey Muhammed, ben Cebrail´im" diye seslenmiş... Bu sebeble Peygamberimiz korku içinde kalmış. Başını ne zaman semâya kaldırsa Cebrail´i görüyormuş. Derhal evine dönmüş. Hatice´ye durumu bildirmek üzere: "Ey Hatice, Allah´a yemin ederim ki ben, şu putlara ve kâhinlere kızdığım kadar hiçbir şeye kızmış değilim! Böyle sesler duymakla, "Ben de mi kâhin olacağım" diye korkuyorum..." demiştir. Hatice de: "Böyle söyleme, asla sen kâhin olamazsın! Çünkü Allah edebiyyen senin hakkında böyle bir şeye izin vermez. Zira sen, akrabayı gözetir, sözün daima doğrusunu söyler, emaneti edâ edersin. Gerçekten sen, son derece güzel bir ahlâka sahipsin. Böylesine güzel bir ahlak verdiği kulunu, Yüce Allah yalnız ve yardımsız bırakmaz. Kötü varlıkların kendisine dokunmasına izin ver mez. Bir kâhin olmasına müsade etmez..." gibi sözlerle karşılık ve te-sellî vermiştir. Sonra Hatice, Varaka bin Nevfel´e gitmiş, durumu an-, latmış, Varaka da demiştir ki: "Allah´a yemin ederim ki o gerçektir! Bu, gerçekten Peygamberliğin bir başlangıcıdır. Muhakkak ona Nâmus-ı Ekber gelecektir. Sen Muhammed´e söyle, içinde hayır düşünceden başka bir şey bulundurmasın, asla korku ve endişeye düşmesin."

Tayalisi, Tirmizî ve Beyhakî Câbir bin Semura´dan nakleder, o demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Bana peygamberlik verildiği günlerde Mekke´de beni selamlayan bir taş vardı. Ben oradan geçtiğim zaman, hep o taşı tanırdım..." Müslim´in buna dair haberi şu şekilde naklettiğini görüyoruz: "Peygamberimiz buyurdu: Ben Mekke´de bir taş tanırım, bana peygamberlik verilmezden önce bu taş hep beni selam lardı. Ben, bu taşı şimdi de tanımaktayım." [6]

Dâremi, hasendir kaydiyle Tirmtzî, sahihtir hükmüyle Hâkim, Ta-berânî, Ebâ Nuaym ve Beyhakî Ali´den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Bizler Peygamb erimiz ´in yanında bulunuyorduk. O Mekke´den çıkıp dolaşmaya başladı. Her ne zaman bir ağaca veya taşa rastlasa, mutlaka onun selamı ile karşılaşıyordu. Taş, ağaç veya dağ kendisine lisana gel ip: "Selam sana ey Allah´ın Resulü!" diyordu. Bunu ben dahî duyuyor dum." [7]- .

îbn-i Sa´d ve Ebû Nuaytn Berâ binti Ebû Tecrât´tan nakleder. O şöyle demiştir: "Yüce Allah Peygamber Efendimiz´e peygamberlik ile ke rem kılacağı zaman, Efendimiz; haceti için çıkar, hattâ Mekke´nin evle rinden hiç biri görünmeyecek bir yere kadar uzaklaşır, dağ yollarında kaybolur giderdi. Bu sırada uğradığı her taş ve ağaç kendisine selâm ve rirdi. Peygamberimiz sağına, soluna ve arkasına bakar, hiç bir kimseyi göremezdi."

Ebû Nuaym bu rivayeti başka bir tanktan da nakletmiştir. Ondaki farklılık ise şudur: "Peygamberimiz de onların selamına selam ile karşılık verirdi. Bu şekilde karşılık vermesini kendisine Cebrail öğretmişti."

Yine îbn´-i Sa´d ve Beyhaki, İbrahim bin Muhammed bin Tal-ha´dan şöyle rivayet ediyor. Talha bin Ubeydullah dedi ki: "Ben Busrâ çarşısında bulunuyordum. Bir rahip, manastırından şöyle bağırıyordu: "Şu mevsimde şurada toplanmış olan insanlardan, Mekke Haremi´nden gelmiş kimse var mıdır?" Ben buna "evet" diye cevap verdim. Rahip bana dönüp: "Ahmed meydana çıktı mı?" diye sordu. Ben: "Ahmed dedi ğin kim?" dedim. Rahip: "Abdü´l-Müttalib´in oğlu Abdullah´ın oğludur" dedi ve ilave etti: "İçinde bulunduğunuz şu ay da, onun meydana çıkacağı aydır. O, peygamberlerin sonuncusu olacaktır. O önce Mekke´den çıkacak, sonra hurmalık şehre, Harre´ye, Sibâh´a hicret ede cektir. Sakın bu hususta başkalarından geri kalma!"

Rahibin bu dediklerinden kalbime bir şey düştü. Çabuk hazırlanıp yola koyuldum. Mekke´ye geldiğim zaman: "Mühim bir şey oldu mu?" diye sordum. Dediler ki: "Abdullah´ın oğlu Muhammed el-Emîn meyda na çıktı, peygamberliğini ilân etti. Ebû Bekir kendisine inanıp tâbi oldu." Ben de derhal Ebû Bekir´e gittim. Râhib´in dediklerini ona an lattım. Ebû Bekir de derhal peygambere gidip benden duyduklarını an lattı. Bundan memnun ve mesrur olan peygamberimiz, beni İslama davet eyledi. Ben de müslüman oldum. "

Talha´nın müsîüman olması üzerine çok sinirlenen Nevfel bin el-Adeviyye, Talha´nın elinden tutarak bağladı, Ebû Bekir´i de Talha ile birlikte bağladı. Bu sebeple kendilerine "el-Karîneyn" denilip böylece anılır oldu. Bununla: "islâm uğrunda işkenceye uğrayan iki arkadaş" demek isterlerdi." [8]

îkrime tarikiyle îbn-i Abhas´tan Ebû Nuaym´in çıkardığı bir ha bere göre: Abbas şöyle demiştir: "Bir ticaret kafilesi ile ve ticaret mak sadı ile Yemen´e gitmiştim. Kafilede Ebû Sûfyan da vardı. Biz oradayk en Hanzala bin Ebû Süfyan´dan aldığımız mektupta şöyle deniliyordu: Muhammed Peygamberliğini ilân etti, insanları Allah´a ve Onun dinine çağırıyor." Bu haber Yemende çeşitli toplantılarda derhal duyuldu ve yayıldı. Sonra yahudüerden bir haham tarafindan bize şöyle denilmekte idi: "Şu Peygamberinizi ilân eden adamın amcası olan bir zât, sizin ka file içindeymiş, doğru mu?" Ben kendisine: "Evet" dedim. Dedi ki: "Allah aşkına doğru söyle, O´nun herhangi bir sefîhliği, eğlenceye meyilli oluşu görülmüş müdür?" Ben de dedim ki: "Abdül-Müttalib´in ilâhına yemin olsun ki onda böyle bir şey görülmemiştir. O, asla yalan da söylememiş, emânete hıyanet de etmemiştir. O´nun Kureyş yanındaki adı "El-Emîn´dir." Bunun üzerine haham: "O´nun okuma yazması var mıdır?" diye sordu. Ben: "Hayır" dedim. Haham yerinden fırlayıp cübbesini ora da bırakarak bağırmaya başladı: "Yahudiler mahvoldu, yahudüer mah voldu!"

Sonra kafilemizin konakladığı yere geldiğimiz zaman, Ebû Süfyan bana: "Ey Abbas, görüyorsun ki yahudiler yeğenin Muhammed´den kor kuyorlar" dedi. Ben kendisine şu karşılığı verdim: "Benim gördüğümü sen de gördün. O´na inanmak hususunda ne dersin? O geçekten pey gamber ise, başkalarını geride bırakarak öne geçmiş olursun. Eğer öyle değilse, hiç olmazsa kendisini yalnız bırakmamış olursun. Emsalinden bazılarını yanında bulursun." Ebû Süfyan bana şu karşılığı verdi: "Ben, atlı askerlerin Mekke´nin üst tarafında görüleceği güne kadar O´na îmân etmem!" Ben, "Sen ne diyorsun?" dedim. O da bana: "Hiç, rast-gele konuşuyorum. Fakat aynı zamanda Mekke´nin üst tarafında bizleri zorlayacak askerlerin görülmesine Allah´ın izin vermiyeceğini de biliy orum (!)" diye karşılık verdi."

Vaktâ ki Resûlullah (s.a.v.) Mekke´yi fethettiler, biz o gün Mekke´nin üst tarafından İslâm askerinin gelişini de seyrettik. O sırada Ebû Süfyan´a: "Daha Önceki sarf ettiğin sözleri hatırlıyor musun?" diye sordum. O da: "Allah´a yemin ederim ki, o sözleri aynen hatırlıyorum!" diye cevap verdi."

Haris bin Ebâ Üsâme Müsned´inde Îkrime bin Hâlid´den nakleder. O demiştir ki: "Kureyş´ten bazıları deniz yolculuğu yapıyordu. Peygam-berimiz´in gönderilme zamanı idi. Onlar denizde giderken fırtınaya ya kalandılar. Bir adaya sığındılar. Adada kendilerini bir adam karşıladı ve onlara: "Kimlersiniz?" diye sordu. Onlar: "Kureyş´teniz" dediler. O: "Kureyş de kim?" diye sordu. Onlar da: "Mekke haremindeniz" dediler. O: "Şimdi sizi tanıdım, fakat sizler Harem-i Şerifin ehli değilsiniz, onun ehli biziz" dedi ve kendisinin Cürhüm kabilesinden olduğunu söyledi. Ayrıca; "söyleyin bakalım Ecyâd denilen yere niçin bu isim verilmiştir?" diye sordu ve kendisi cevapladı: "Bizim atlarımız oraya ayak bastığı için." Onlar da kendisine yeni bir olaydan bahisle: "Bizim memleketi mizde bir adam çıktı, kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyor. Bu adamın esas itibariyle şöyle şöyle halleri ve üstün nitelikleri vardır. Şimdi bize bu hususta ne dersin?" dediler. O adalı adam da dedi ki: "O´nun davası haktır, siz O´na uyunuz! Eğer benim şu halim olmasa, muhakkak ben de sizlere katılır, sizlerle beraber o´na uyardım." [9]

îbn-i Asâkir Abdurrahmân bin Humeyd tarikiyle onun ba basından, o da kendi babasından nakleder. O şöyle demiş: "Ben Peygam-berimiz´in gönderilmesinden bir sene önce Yemen´e sefer etmiştim. Hımyerli Avâkin oğlu Askelân´m yanma indiğimde bana Mekke, Kabe ve Zemzem´den sordu. "İçinizden şerefli ve emniyetli bir adam meydana çıktı mı? Dininiz hakkında size karşı gelen birileri duyuldu mu?" dedi. Ben kendisine: "Hayır" diye cevap verdim. Nihayet peygamberimizin gönderilmesi sırasında Yemen´e bir seferim daha oldu. Yine onun ziyar etine gittim. Kendisi iyice zayıflamış, kulakları ağırlaşmış idi. Çocukları ve torunları başına toplanmışlardı. Benim geldiğimi kendisine haber verdiler. Onu yatağından kaldırıp arkasına yastıklarla destek koydular. Bana hitaben: "Kim olduğunu söyle" dedi. Ben de: "Abdurahman bin Avfım" dedim. O: "Yeter ey Kureyş´in ve Zühre´nin kardeşi" dedi ve ilave edip: "Sana ticaretten daha hayırlı bir müjdem var, ne dersin?" dedi. Ben de: "Hay Hay!" dedim. Dedi ki: "Sana olan müjdem, şaşırtıcı ve rağbet ettirici bir müjdedir! Bundan önceki ayda Allah senin kavmin den bir peygamber gönderdi. O´nu tertemiz bir dost olarak seçti, O´na kitap indirdi. Kitabın okunmasına sevaplar verdi. O´nu putlardan neh-yetti, insanları İslâm´a çağırmasını emretti. O, iyiliği emreder ve işler, bâtılı nehyeder ve yıkar." Bunun üzerine ben kendisine: "O peygamber kimlerdendir?" diye sordum. Cevabında: "O, ne Ezd kabilesindendir, ne döküntü ve ayak takımından. O, Hâşim oğullarındandır. Sizler O´nun yakınlarısınız. Ey Abdurahman, benim sana söylediklerimi gizli tut! Mekke´ye de çabuk dön! Sonra git ve O´na destek ol, O´na inan ve O´nu gerçekle! Kendisine benim şu şiirlerimi de ulaştırıver:

Yaradılmışlarm Hâliki, gece ve gündüzün Fâliki Yüce Allah´a şahadet ederim ki senin (ey Muhammed) Kureyş yanındaki şerefin çok yüksektir. Ey, babası yüz deve kurban edilerek kurtarılmış bulunan zât, sen bir peygamber olarak gönderildin! Hak ve Yâkine davet eder sin, hak ve Felâh´a çağırır irşâd eylersin. Musa´nın Rabbi olan Allah´a yemin ederim ki sen, Mekke Vadisinde Allah´ın elçisi kılındın. Bütün in sanları iyilik ve kurtuluşa çağıran O Yüce Melik´in yanında, ne olur bana da şefaatçi ol."

Abdurahman diyor ki, ben onun beyitlerini bir güzelce ezberledim ve işlerimin çabuk görülmesine baktım. Tez Mekke´ye döndüm. Ebû Be kir ile karşılaştım ve onu durumdan haberdar ettim. O da dedi ki: "Bu Muhammeb bin Abdullah´tır. Allah O´nu gerçekten elçi kılmıştır, he men kendisine gidip îmân etmelisin." Ben de derhal kendisine gittim. O sırada kendileri Hatice´nin evinde idi. Beni görünce gülümsediler ve şöyle buyurdular: "Güzel ve yumuşak bir çehre görüyorum, ey Abdur-rahmân; bunun sebebi ne ola ki?" Ben şu karşılığı verdim:

"Neyi öğrenmek istediniz yâ Muhammed?" Bunun üzerine buyur dular ki: "Sen bana verilmek üzere bir emâneti yüklendin, yahut da bana tebliğ edilmek üzere bir elçilik vazifesi kabullendin. Onu bana ver melisin!" Ben de kendisine emâneti teslim ettim ve akabinde de müslüman oldum."


VARAKA b. NEVFEL Hz. Hatice’nin amcasının oğlu,Mekkeli hanîflerden.

(ورقة بن نوفل)

Varaka b. Nevfel b. Esed el-Kureşî (ö. 610 [?])

Hz. Muhammed, kendisine ilk vahiy geldiğinde bu olay hakkında konuşmak üzere Hz. Hatice ile birlikte (bazı rivayetlere göre Hz. Ebû Bekir’le birlikte, bk. İbn Asâkir, LXIII, 7) Varaka’yı ziyarete gittiği zaman o gözlerini kaybetmiş bir ihtiyar olduğuna göre muhtemelen VI. yüzyılın ilk yarısında doğmuştur. Benî Abdüluzzâ’ya mensup olan Varaka’nın soyu Kusay’da Resûl-i Ekrem’in soyu ile birleşir. Babası son Ficâr savaşında öldürülmüştü; annesi Hind bint Ebû Kebîr’dir. Varaka’nın Adî ve Safvân adında iki erkek kardeşi, Tevrat ile İncil’i okuyabildiği ve Hz. Muhammed’in babası Abdullah ile evlenmek istediği belirtilen Rukayye (Ümmü Kıtâl) adlı bir kız kardeşi vardı. Kendisinin Kutayle isimli bir kızının bulunduğu zikredilmekle birlikte (Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, s. 48) nesli devam etmemiştir (İbn Asâkir, LXIII, 4). Varaka, yaşadığı olay hakkında ne düşündüğünü soran Hz. Peygamber’e kendisine gelen meleğin Hz. Mûsâ’ya (bazı rivayetlerde Hz. Îsâ’ya) gelen Nâmûs (Cebrâil veya Tevrat) olduğunu söylemiş ve ona yahudi ve hıristiyanlar tarafından beklenen son peygamber olduğunu bildirmiştir. Kavmi tarafından dışlanacağı zamana yetiştiği takdirde kendisine yardım edeceğini belirtmiş, ancak o günleri göremeden ölmüştür.

Varaka’nın dinî hayatına dair farklı görüşler vardır. Varaka, Câhiliye döneminde müşriklerin yaşayışından ve tapınmalarından hoşlanmayan Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Huveyris ve Zeyd b. Amr ile birlikte yeni bir din arayışı içine girmiş, bu amaçla Suriye tarafına yaptıkları seyahat neticesinde Hıristiyanlığı seçmiştir. Ancak onun hangi din üzere öldüğü konusu ihtilâflıdır. Mekke’deki en meşhur hanîflerden olan Varaka bazı şiirlerinde kendisinin Zeyd b. Amr’ın inancına uyduğunu anlatmaktadır. Zeyd b. Amr’ın da, Suriye yolculuğu sonunda Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa geçmek yerine İbrâhim’in dinine bağlı kalmayı tercih ettiği bilindiğine göre Varaka’nın da muvahhid olarak öldüğü ileri sürülebilir (M. Ebû Zehre, I, 309-310). Onun putlar adına kesilmiş kurban etlerini yemediği ve içki içmediği, putperestlikten Hıristiyanlığa geçtiği, okuma yazma bildiği, İncil’i okuyup onu Arapça veya İbrânîce yazdığı rivayet edilmektedir. Bu durumda kendisinin İncil’i Arapça’ya çevirdiğini düşünmek mümkündür. Ayrıca Varaka’da İncil’in bazı nüshalarının da bulunduğu zikredilmektedir (Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, s. 514, 630). Bu bilgilerden hareketle bazı şarkiyatçılar Varaka’nın Ehl-i kitap kültüründen haberdar hıristiyan bir Arap bilgini ve Mekke’deki hıristiyanların lideri olduğunu, Hz. Muhammed’e birçok şey öğrettiğini iddia etmiş, dolayısıyla onun tebliğinde Hıristiyanlığın etkisinin bulunduğunu söylemiştir. Ancak ilk vahyin gelişinden hemen sonraki görüşmeleri dışında Hz. Peygamber’in Varaka ile münasebet kurduğuna dair bilgi yoktur. Bazı kaynaklarda Varaka’nın Hıristiyanlık’ta karar kıldığı, kutsal kitapları öğrendiği ve Ehl-i kitap ilmini elde ettiği zikredilmekteyse de (İbn İshak, s. 95) onun Mekke’de Hıristiyanlık’la ilgili herhangi bir faaliyet yaptığına dair bir rivayet de mevcut değildir. Bazı tarih kitaplarında Hz. Muhammed’in sütannesi Halîme tarafından Mekke’ye götürüldüğü sırada kaybolduğu, ancak aramalar sonunda Varaka’nın yanında bulunduğu, Hz. Hatice’nin Hz. Peygamber ile evlenme konusunda Varaka ile istişare ettiği, Resûlullah’ın Şam yolculuğu sırasında karşılaştığı rahip Bahîrâ’nın onun hakkındaki sözlerini, ayrıca iki meleğin onu gölgelediğine dair Meysere’den duyduklarını da Varaka’ya sorduğu nakledilmektedir. Ancak bu rivayetler, Resûl-i Ekrem’in Varaka’dan etkilendiği yolunda şarkiyatçılar tarafından ileri sürülen iddiayı doğrulayacak derecede aralarında bir ilişki bulunduğunu göstermez.

İslâm âlimleri Varaka’nın müslüman olup olmadığı hususunda da ihtilâf etmiştir. Süheylî, İbnü’s-Salâh eş-Şehrezûrî, Nevevî, İbn Kayyim el-Cevziyye, İbnü’l-Irâkī ve Bikāî onun İslâm’ı benimsediği kanaatindedir. Hatta Bikāî, Varaka’nın ilk erkek sahâbî olduğuna dair Beźlü’n-nuśĥ ve’ş-şefeķa li’t-taǾrîf bi-śuĥbeti’s-Seyyid Varaķa adıyla bir eser telif etmiştir (nşr. Muhammed Nebîl Tarifî, Beyrut 2003; ayrıca bk. Abdülkādir el-Bağdâdî, III, 391). Ancak İbn Abdülber onu sahâbeden kabul etmediği için eserine almamış, İbn Hacer de Taberî, Ebü’l-Kāsım el-Begavî, İbn Kāni‘ ve İbnü’s-Seken’in Varaka’yı sahâbe arasında zikretmelerini tartışılır bulmuştur (el-İśâbe, III, 633). Varaka, Hz. Peygamber’in vahiy aldığı ilk günlerde onun durumunu doğru teşhis etmekle birlikte muhtemelen yeni peygambere imanını açıkça ifade edecek bir tebliğ ortamı meydana gelmeden ölmüştür. Zira kendisinin Resûl-i Ekrem’in veya müslümanların yanında bulunduğuna, Müslümanlığını gösteren herhangi bir amel ortaya koyduğuna dair bir bilgiye rastlanmamıştır. Nitekim Resûlullah’ın, kendisine iman eden Varaka’yı cennette ipek elbiseler içinde gördüğünü söylediğine dair rivayetler zayıf kabul edilmiş (İbn Asâkir, LXIII, 7), Varaka da kendiliğinden tevhid inancına ulaştıkları için cennete gidecekleri kabul edilen fetret ehlinden sayılmıştır (DİA, XII, 475).
Varaka, bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber’le görüşmesinden kısa bir süre sonra (muhtemelen fetret dönemi içinde) vefat etmiştir (Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 1). İşkence altındaki Bilâl-i Habeşî’ye sabretmesi için telkinde bulunduğuna dair mürsel bir rivayeti kabul edenlere göre onun ölümü bi‘setin 4. yılında (m. 614) gerçekleşmiştir (Uveyyid b. Ayyâd el-Mutrafî, s. 137). Sprenger, Varaka’nın peygamberliğin 6. yılında (m. 616) öldüğünü söylerken M. Hamîdullah, kaynak vermeden onun bazı yağmacı haydutlar tarafından hicretin 2. yılında (624) Suriye’de öldürüldüğü hakkındaki rivayetlerden söz etmiştir (JPHS, VI/2 [1958], s. 103). Kaynaklarda din ve ahlâk konularını işlediği birçok şiiri nakledilen Varaka’nın bu şiirleri derlenmiştir (Eyhem Abbas Hammûdî el-Kaysî, bk. bibl.).




24 Mayıs 2015 Pazar

Fıkıh ilminin konusu

Fıkıh ilmi dört büyük kısımdır
1) İbâdât, 2) Münâkehât (evlenme, boşanma, nafaka v.s.) 3) Muâmelât (alış-veriş bilgileri, kirâ, şirketler), 4) Ukûbât. Ukûbatta had, ta'zir ve kısas olmak üzere üç kısımdır. (Ahmed Zühdü, Alâüddîn-i Haskefî)

Fıkıh ilminin ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Yâni başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Muâmelât ve ukûbât kısımlarını zımmîlerin yâni gayr-i müslim vatandaşların da öğrenmeleri lâzımdır. Çünkü zımmîlerin de muâmelât ve ukûbâta uymasını İslâmiyet emretmektedir. (Ahmed Zühdü)

Ukûbâtta kefâlet sahîh değildir.Bu sebeple birinin yerine kefîli îdâm edilemez. (Ali Haydar Efendi)
Kur'an-ı Kerim, hadis ve müçtehid imamların görüşlerine zıt düşmemek şartıyla günümüz İslam alimlerinin verdiği fetvalarla amel edilebilir.
İslâm'ın ana kaynakları dörttür: Kitap, sünnet, îcma ve kıyasdır. Kitap'dan maksat Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'ân-ı Kerîm'de herhangi bir meselenin hükmü belirtilmişse, o hükümle amel edilmesi kesinlik arzeder. O hükümden başkasına itibâr edilmez.
Sünnet ise, Resûlüllah (asm)'ın söz, fiil ve takriridir. Takririn mânâsı huzurunda yapılmış veya söylenmiş herhangi bir şeye Resûlüllah (asm)'in müdâhalede bulunmamasıdır.

İcmâ ise,
 herhangi bir asırda müctehid ve fâkihlerin herhangi bir husus üzerine ittifakları kastedilmektedir. Kıyasa gelince hakkında âyet, hadîs ve icmâ gibi hükümlerin olmadığı herhangi bir meseleyi, belirtilmiş bir meseleyle aralarındaki illet dolayısıyla benzeterek hüküm vermektir.

İslâmî hükümlere kaynak olan hususlar ve esaslar işte yukarıda belirttiğimiz bu şeylerdir. Ancak İslâm dini bunlara ilaveten örf ve âdetlere de yer vermektedir. Yani Kur'ân ve sünnette hükmü belirtilmemiş herhangi bir meselenin hükme bağlanmamasında Kur'ân ve Sünnet'e muhalif olmayan örf ve âdetlere müracâat edilir4(Usûl'ü Fıkh. Muhammet! Sevvid. c. 2 sh: 101 .). Dolayısıyla örf ve âdetle hükme bağlanan herhangi bir husus zaman geçip de örf ve âdet değişirse o hüküm de değişir.

Meselâ, bir zamanlar erkek için avret olmamasına rağmen örfe binaen baş açık gezmek çok çirkin ve kerih sayılmakta, hatta Şafiî mezhebine göre fıska sebeb olarak gösterilmekteydi. Ancak bugün değişen örfe göre bir erkeğin başı açık gezmesinde herhangi bir sakınca yoktur ve fiska sebeb teşkil etmez.
Yine fulus ve kağıt paralar zekâta tâbi tutulmaz iken bugün bunlar da aynen altın ve gümüşde olduğu gibi zekâta tâbi tutulmaktadır. Zamanın değişmesiyle hükümler değişir, sözünün mânâsı yukarıda belirttiğimiz mânâlara hamledilebilir, yoksa maazallah, zamanın değişmesiyle Kur'ân ve Sünnefin hükmü değişiyor, demek mümkün değildir.

Mü'minlerin Ortak Görüşü: İcma' 

Kur'an ve Sünnet'ten sonra hüccet (dini bir delil) olmak bakımından nasslardan sonra icma' gelir. Fıkıh terimi olarak icma', Hz. Peygamber (asm)'den sonraki bir çağda ameli bir meselenin şer'i hükmü üzerinde, İslam müçtehidlerinin birleşmesidir. İslam alimleri icmanın hüccet oluşunda ittifak etmişlerdir. Ancak, icma' yapacak müçtehidlerin vasıflarında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şiiler kendi müçtehid ve imamlarının icmaını, Müslümanların büyük çoğunluğu ise, alimler topluluğunun icma'ını hüccet kabul etmişlerdir. Sahabeler, hakkında nas bulunan konularda icma' yapardı. Karşılaştıkları yeni konular üzerinde de içtihad ederlerdi. Müçtehid imamlar döneminde ise Ebu Hanife kendisinden önce yaşamış olan Kufe bilginlerinin icma ettikleri hususlara zıt hareket etmemeye gayret ederdi. İmam Malik Medinelilerin icmaını hüccet sayardı. Fakihler sahabelerin icma' ettikleri konuları öğrenmek için çok büyük gayret sarf ederdi.

Hz. Peygamber (asm)'in,
"Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir," ve "Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez"hadisleri ile1
"Kendisine doğru yol açıkça belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp mü'minlerin yolundan başkasına uyan kimseyi, yöneldiğine döndürürüz ve onu Cehenneme yaslandırırız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir."2
ayeti, icma'ın meşruiyetine delil gösterilmiştir. Zira bu ayette "mü'minlerin yolundan başkasına uymak, peygamberin yolundan ayrılmak" olarak anlatılmaktadır. Mü'minlerin yolundan başkasına uymak haram olunca, mü'minlerin yoluna uymak vacip olur.3
Fakihlerin çoğunluğuna göre icma' dini bir delildir. Nitekim sahabeler de bir çok hususta icma' etmişlerdir. Sahabeler, bir kadının üzerine halası ve teyzesinin nikahlanamayacağı konusunda icma' yapmıştır. Baba bir erkek ve kız kardeşlerin, öz kardeşler bulunmadıkları takdirde, onların yerine geçmeleri üzerine icma' ettiler.

İcma'ı kimler yapabilir? İcma' yetkisi müçtehidlerindir. İyi bir müçtehid de fıkhi meseleleri, bunların delillerini ve hüküm çıkarma yollarını bilendir. Mu'teber icma bu sahada yetkili kimselerin yaptıkları icma'dır. İcma' için yetkili bir kimsenin itiraz ettiği bir icma', icma' olmaktan çıkar. "Bu kaide dışıdır" denemez! Çünkü yetkilisinin görüşü ona iştirak etmemektedir. İcma'ın şer'i dayanağı konusunda alimler, değişik ihtimallere yer vermiştir. Bunlardan kuvvetli olanı, icma'ın kıyas deliline dayanarak şer'i bir hüviyet kazanmasıdır. Çünkü kıyas nass'lardan hareketle yapıldığına göre, nass'dan ayrı sayılmaz. Kıyas kendi başına hüccettir. Öyle ise ona dayanılarak yapılan icma' da dini bir hüccettir.

İslam'ın anlaşılması ve yorumlanmasında sahabelerin görüşleri öncelik hakkına sahiptir. Fakihler, sahabelerin fetvalarını Kur'an ve sünnetten sonra üçüncü sırada yer alan şer'i birer hüccet olarak kabul etmişlerdir. Bunun akli ve nakli delilleri vardır. Nakli delil olarak Kur'an sahabelerden Allah'ın razı olduğunu bildirmektedir.
"Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ve onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar da O'ndan razı olmuşlardır."4
Bu ayette, Rabbimiz Sahabelere uyanları övmektedir. Onların yolundan gitmek övülmeyi netice vermiştir. Görüşlerini delil olarak kabul etmek de bir tür onlara uymaktır.
Sahabeler Allah'ın vahyi kendisine inen Hz. Peygamber (asm)'a en yakın kimselerdi. Onların ihlas, sadakat ve dinin maksatlarını idrak derecelerine ulaşmak imkansızdır. Çünkü nassların inmiş olduğu şart ve durumları görmüşlerdi. Sahabelerin sözlerinin Hz. Peygamber (asm)'in bir sünneti olma ihtimali de vardır. Hz. Peygamber (asm)'in açıkladığı hükümleri anlatırken ona nisbet etmiyorlardı. Görüşleri kıyas ve içtihada dayansa bile uyulmaya daha layıktır. Çünkü Rasulüllah (asm), "Ümmetimin en hayırlısı, benim gönderilmiş bulunduğum çağdakilerdir." buyurmuştur.5

Yanlış Anlaşılan Bir Terim: İçtihad 

Aslında içtihad sıralamada, icma' ve kıyastan önce gelir. Kamuoyunda sıkça gündeme gelen bir kavram olan içtihad reform ile karıştırılmıştır. Reform, orijinali ve aslı bozulmuş olanı tamir etmek, düzene koymaktır. İslam'ın böyle bir sıkıntısı olmamıştır. Orijinal kaynaklar elimizdedir. Mesele, bunları anlamak, değişen zamana göre hayata tatbik etmekte düğümlenmektedir.

İçtihad ile reform arasında ilişki kurmak farklı bir kıyastır. Bu, zıtların hayalde bir araya getirilmesine benzer. Ne yazık ki, İslamî bilimlerin tedvini ve bölümleri hakkında bilgi sahibi olmayanlar, dinin esasıyla ilgili olmayan konularda yapılan bazı yorum, verilen fetva ve yapılan içtihadları cehaletleri sebebi ile "dinde reform" diye sunabilmektedir. Özellikle içtihada böyle bir rol izafe etmek, İslam'ın, ameli ve hukuki yanını ilgilendiren fer'i hükümlerini anlamak ve hayata tatbik etmek için teşekkül eden fıkıh ilminin esaslarından gafil olmak demektir.

İçtihad, lügatte, maksadı aramak hususunda olanca gücü ile çabalamak demektir.Istılahta ise, bir müçtehidin, şer'i olan fer'i hükümleri tafsili delillerinden, kendisinde zan hasıl olacak şekilde çıkarabilmek için daha fazla araştırmaktan, acz hissedecek derecede gayret sarf etmesi demektir. Bu tariften içtihadda iki önemli unsur bulunduğu anlaşılmaktadır.

1. Hükümleri çıkarıp anlamakla ilgili içtihad,

2. Hükümleri tatbik etmekle ilgili içtihad. Alimlerin çoğunluğuna göre birinci türden içtihad zaman zaman kesintiye uğrayabilir. İkinci tür içtihadın her asırda bulunacağında ittifak vardır. İkinci gruba giren içtihad önceden çıkarılmış olan hükümlerin illetlerini yeni durumlara tatbik etmekten ibarettir.

Şeriatın ibadet ve muamelatla ilgili hükümleri sınırlı, vak'alar ve hadiseler ise sınırsızdır. Bu sebeple mahdut prensip ve hükümleri sınırsız hadiselere tatbik edebilmek için içtihad ve kıyasın zaruriliği şüphe götürmez bir hakikattir.

Binaenaleyh içtihad farz-ı kifayedir. Hakkında hüküm bulunmayan ilmi ve dini bir konuda ancak içtihad yaparak söz söylenebilir. Bununla birlikte içtihad bazı prensipler çerçevesinde cereyan eder. Öncelikle, hakkında nass bulunan bir konuda içtihad olamaz. "Dinin zaruriyatı" namaz, zekat, hac gibi kat'i hususlarda içtihad yapılmaz. Bu husus, Mecelle'nin 14. maddesinde, "Mevrid-i nass'da içtihada mesağ yoktur" şeklinde ifade edilmiştir. Bu sebeple, ancak hakkında kat'i bir nass bulunmayan şer'i meselelerde içtihad söz konusu olabilir.

Müçtehidlerin bilmesi gereken hususlardan bir kısmını şöyle özetlemek mümkündür:
1. Kur'an'ın nazil olduğu dil olan Arapça'yı bilmelidir. Kur'an lafızlarının özellikleri ancak Arapça'nın inceliklerine nüfuzla öğrenilebilir.
2. Kur'an ilmine sahip olmalıdır. Kur'an'da 500 kadar ahkam ayeti bulunmaktadır. Müçtehid bunların tamamını lafzi özellikleri ile birlikte bilmelidir.
3. Sünneti bilmelidir. Sünnet de kavli, fiili ve takriri olmak üzere üç kısımdır. Kur'an ayetlerinde olduğu gibi sünnetin de değişik lafzi özellikleri bulunmaktadır, amm-hass, nasih-mensuh gibi özellikleri bilinmelidir.
4. Üzerinde icma' ve ittifak edilen konuları bilmelidir.
5. Kıyas'ın, bütün özelliklerine vakıf olmalıdır.
6. Hükümlerin hangi maksatlar için verildiklerini bilmelidir. Kur'an ve Hz. Muhammed (asm) alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bu umumi rahmet içinde emirlerin zaruriyat, haciyat, tahsiniyat olmak üzere üç ayrı kısmı vardır. Mesela, İslam'da güçlük ve sıkıntının kaldırılması, zorluk değil, kolaylığın tercih edilmesi, rahmetin icabıdır. Kur'an'ın teklif ettiği meşakkatler devamlı şekilde yapılması mümkün olan şeylerdir. Sürekli olarak yapılması mümkün olmayanlar daha büyük zararları defetmek amacına yöneliktir. Yeryüzündeki fesadı ortadan kaldırmak için cihadın farz kılınması gibi.
7. Doğru anlayış ve takdir gücüne sahip olmak. Bu anlayış ve ölçü de 'Mantık' gibi alet ilimler ile kazanılabilir.
8. İyi niyetli ve sağlam itikad sahibi olmak. Halis niyet, kalbi iman nuru ile aydınlatır. İlmî gerçeklerden başka tarafa meyl ettirmez.6

İçtihad'la İlgili İtiraz Noktaları 

İçtihad'ın dini bir hüccet olduğunu ifade ettik. Ancak günümüzde, dinin zaruri olarak bilinmesi gerekli hususlarında büyük bir ihmal söz konusudur. Mesela, gençlerimizin, Allah'a iman konusunda bir çok tereddüt ve istifhamları vardır. İlim yuvası olarak bildiğimiz üniversitelerde Allah'a iman etmekte tereddüt içinde olanların yüzdesi az değildir. İçtihadi konular ihtilaflıdır ve dinin aslıyla ilgili değildir. Şeriatın yüzde doksan dokuzu herkesin kabul ettiği ve dinin zaruri hususlarından meydana gelir. (Müsellemat-ı dini zaruriyat-ı diniye) -Said Nursi'nin ifadesi ile- bunlar elmas birer sütun gibidir. İçtihada bakan ihtilaflı, fer'i konular ise yüzde on civarındadır.
"Doksan elmas sütunu on altının sahibi kesesine koyamaz. Ona tabi kılamaz. Elmasların madeni Kur'an ve hadistir."7
Bunun manası, on altın için doksan elmastan sarf-ı nazar etmemek gerektiğidir. İnsanların nazari ve ihtilaflı meselelerden daha çok, dinin esas unsurlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Çünkü çoğunluk ihtilafların inceliklerine tam vakıf olamadığı için, farklı birbirine zıt konuları düşünürken, bilgisizlik sebebi ile dinin kudsiyet ve azameti hakkındaki düşüncesi de yıkılır. Bu sebeple asıl üzerinde durulması gereken hususlar, dinin esaslarıdır.

Vakıa bu olmakla birlikte, zaman zaman dinin fer'i konularındaki içtihad tartışmaları asıl bilinmesi ve öğretilmesi gereken zaruriyatı arka plana itmektedir. Üstelik, bu tür içtihad hevesiyle ortaya çıkanların bir kısmı da dinin içinden değil, din hakkında dışardan söz söyleme cür'etini gösterenlerdir. Bu sebeple İslam'ın bazı şeairini değiştirmeye yönelik içtihadlar, içtihad değil birer hıyanettir. Namazda meal okumak, ezanın Arapça aslı yerine terceme kelimelerle okutulması, tesettürün kaldırılması yönündeki teklifler buna örnek olarak verilebilir.

İlmi zihniyet gereği, İslami bir bilgi kaynağı olarak canlı ve faal bir kurum olması gereken içtihad'ın, bazı kötü niyetli insanların elinde İslam'ın asıl gövdesini çürütmeye yönelik bir mecraya kaydırıldığını fark eden Bediüzzaman Said Nursi, konuyla ilgili, "haddini bilmeyenin haddini bildirmek" için kaleme aldığı bir eserde, "içtihad kapısının açık olduğunu, fakat şu zamanda oraya girmek" için bazı manialar bulunduğunu söyler. Bunların bir kısmını mana itibari ile hülasa etmeye çalışalım:

1. İslam büyük bir saray gibidir. Kur'an'ın kabul etmediği bir çok kötülük asrımızda Müslümanlar arasında sür'atle yaygınlık kazanmıştır. Şiddetli bir fırtınayı andıran münkeratın (İslam'a zıt olan her tür adet, yaşantı ve fikirlerin) hücumu sırasında, değil kapıları açmak, pencereleri bile sıkı sıkıya kapatmak gerekir. Çünkü tahripçiler fırsat kollamaktadır!

2. Dinin asıl konuları ihmale uğrarken, nefsani arzuları tatmine yönelik teferruat bazı meselelerde içtihad yapmak, yeni bid'alar çıkarıp İslam'a hıyanet etmektir. Çünkü İslamî şeairi değiştirmeye niyet edenlerin senet ve delili -her fena şeyde olduğu gibi- Avrupa'yı körü körüne taklit etmektir. Yanlış metodla doğruya varılamaz. İslam'ın zaruri hükümlerini bile uygulamayan bu tür insanların istedikleri içtihad ve çıkarmaya çalıştıkları kolaylıklar, dinde laubaliliktir. Laubaliler ise ruhsatla okşanılmaz, azimetle, şiddetle ikaz edilir!

Burada, ancak dini bir basiretle fark edilecek bir durum da, "içtihada arzulu" kimselerin dinle ilgisidir. Acaba herhangi bir konuda içtihada gayret gösteren bu insanlar, dinin zaruri emirlerini harfiyyen yerine getiriyorlar mı? Tam bir takva ile mi hareket ediyor, yoksa ahiret hayatını dünyaya tercih ederek, ruhsatları genişletmeye mi çalışıyorlar? Şayet, bu kişilerin takvası, dini tekamülü, ahireti tercih ve Allah rızasına yakınlıkları ile ilgili verilecek cevap, müspet değil ise, bu içtihad, dinin dışından birisinin dinin surlarında gedik açmaya çalışmasıdır. Bediüzzaman, bu kimsenin yaptığı işi, ağacın gövdesini içinden gelen kuvvet yerine, dıştan zorlamalar ile büyütmeye gayret eden adama benzetir. Evet, her cisimde gelişme meyli vardır. Fakat bu meyil içten gelirse faydalıdır. Dıştan olursa, canlının tahribini netice verir.8

3. Şu zamanda çoğunluk için mergup olan meta' siyaset ve dünyevi hayatın teminidir. Büyük müçtehid imamlar, Tabiin ve Sahabeler döneminde ise, ilim ehli gibi bütün insanların hedefi, "Arz ve semavat Halıkının emir ve yasaklarını" kelamından öğrenmekti. Toplumun sohbetleri bu minval üzere cereyan ettiği için içtihada kabiliyetli olanlar ortamdan çok istifade ederdi. Günümüzde ise, Batı medeniyetinin manevi baskısı, materyalizmin musallat olması, toplum hayatının ağırlaşması ile fikirler ve kalpler gibi, insanların gayretleri de dağılmıştır. Dört yaşında Kur'an'ı ezberleyen Süfyan ibni Uyeyne, on yaşında fetva verecek seviyeye gelirken, günümüzde bir talebenin ayni noktaya ulaşması için yüz sene tahsil görmesi gerekir. Çünkü zamanımızda, zihinler felsefede boğulmuş, akıllar siyasete dalmış, kalb dünya hayatında sersem olmuş ve içtihaddan uzaklaşmıştır.
Zikredilen psiko-sosyal çevre faktörü çok büyük önem arz etmektedir. Günümüzdeki bir alim kendini Asr-ı Saadete yakın dönemdeki kimselere (selef alimleri) benzetip, "Ben de zekiyim; onlar gibi içtihad yaparım." diyemez.9 Ferdi olarak içtihadda iddialı alimlerin bu risklerden kendini kurtarması fevkalade zordur. Özellikle, dünya nimetlerinden istifadeyi artırmak, siyaset cereyanlarına kuvvet vermeye yönelik "içtihadlar"ın şer'i değil, arzi ve beşeri özellikler taşıyacağı açıktır.

Bediüzzaman bir başka eserinde, ferdin yaptığı içtihadın ancak kendisini bağlayacağını ifade ederek, bunu başkaları için dini bir delil olarak takdim edemeyeceğini söyler. Bu ihtiyacın giderilmesi için, dini emirleri tanzim ve uygulamak, manevi anarşiliği ortadan kaldırmak için tam bir fikir hürriyeti içinde çalışan muhakkik alimlerden bir heyetin bulunması gerektiğini söyler. Böyle bir heyetin ümmetin ve alimler çoğunluğunun itimadını kazanmış kimseler olması gerekir. Bu heyetten çıkan hüküm, icma' kuvvetini de kazanarak şer'i bir düstur (prensip) olabilir ve herkese tamim edilebilir.10

Netice olarak şunu ifade etmek mümkün: 

Esas itibari ile fıkıh ilminin konusu olan hüküm çıkarma ve hükümleri başka durumlara tatbik etmek kıyas, icma', içtihad, istihsan, seddü-zerayi' gibi delillerin Kur'an'ın gerçek yorumunda mutlaka bilinmesi gerekir. Fıkıh usulü ilminin incelikleri ve geçmiş alimlerin birikimi dikkate alınmadan Kur'an meali ve bazı hadislere bakarak dini hükümler çıkarmak imkansızdır. Bu yol, hem manen mesuliyet getirici hem de tehlikelidir. Dinin karmaşık bir hal almasına sebep olur.
Dinin büyük bir gayret ve incelik gerektiren muamelatla ilgili şer'i meselelerinde içtihad etmekten önce, hiç bir ihtilaf bulunması mümkün olmayan esasları üzerinde durmak gerekir. Müslümanların ikinci konudaki ihmalleri, bilgisizlik ve lakaydlığını ortadan kaldıracak gayretlere ihtiyaç vardır. Diğer fer'i meselelerde problem var ve ıztırari durumlar ortaya çıkıyorsa, ilgili probleme çare niyetiyle yapılacak içtihadlar da ancak geniş bir ilmi bakışa sahip değişik ilim dallarında uzman kişilerin gayretleri ile yapılmalıdır. Fikri dağınık, nazarı felsefeden yara almış şu zamanın insanı, ne kadar zeki ve dahi de olsa, Allah'ın muradını anlamak için selef alimlerinin şartlarından çok farklı bir yerdedir. Ortamın şartları himmet ve gayretleri dağıtmaktadır. İçtihadın semavilik vasfını haiz olabilmesi için dünyevi ve menfi şartlardan kurtulmak, sadece Allah'ın rızasını gözetmek gerekmektedir. Bu yüksek evsaf günümüzde ancak heyet çalışmalarında görülebilir.

Fıkıh kelimesi, Arapça’da, genel olarak bilmek-anlamak  veya özel olarak islamiyeti bilmek-anlamak demektir. Ahkâm-ı şer’ıyyeyi bildiren ilme “Fıkıh ilmi”, fıkıh bilgilerini bilen kimseye de “Fakîh” denir. Tefsîr, hadîs ve kelâm ilmlerinden sonra, en şerefli ilm fıkıh ilmidir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namâz kılmakdan dahâ sevâbtır. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkhın ibadetler kısmını kısaca öğrenmek, her müslümâna farz-ı ayındır. Az sonra bahsedeceğimiz gibi, münâkehât ve mu’âmelât kısımlarını öğrenmek ise farz-ı kifâyedir; ya’nî, başına gelenlerin öğrenmeleri farz olur.
Fıkıh bilgileri -bundan önceki makalemizde de belirttiğimiz gibi- temel olarak Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ-ı ümmet ve kıyâsdan meydâna gelmektedir. Fıkıh bilgisinin bu dört kaynağına “Edille-i şer’iyye” denir..
Fıkıh ilmini ilk sistemleştiren İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, geliştiren de başta onun talebeleri olmak üzere, diğer müctehid imamlardır. Hanefî mezhebindeki ahkâm-ı şer’iyye, Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibn-i Mes’ûd’dan başlıyan yol ile meydâna çıkarılmıştır. Ya’nî, mezhebin reîsi olan İmâm-ı A’zam, fıkh ilmini, Hammâd’dan, Hammâd da, İbrâhîm-i Nehâî’den, bu da Alkame’den, o da, Abdüllah bin Mes’ûd’dan, bu da Resûl-i Ekrem’den (s. a.s) almıştır. İmam Ebû Yûsüf, Muhammed, Züfer bin Hüzeyl ve Hasan bin Ziyâd, hep, İmâm-ı A’zamın talebesidirler. Bunlardan, İ.Muhammed, din bilgilerinde, 1.000 (bin) kadar kitap yazmıştır. Talebesinden olan İ.Şâfiî’nin annesini nikâh ettiği için, ölünce, kitâbları, İ. Şâfiî’ye mîrâs kalarak, onun bilgisinin artmasına hizmet etmiştir. Bunun için İ.Şâfiî: “Yemîn ederim ki, fıkıh bilgim, İ.Muhammed’in kitâblarını okumakla arttı. Fıkıh bilgisini derinleştirmek istiyen, Ebû Hanîfe’nin talebesi ile beraber bulunsun” demiştir. Bir kerre de: ”Bütün müslümânlar, İmâm-ı A’zamın ev halkı, çoluk-çocuğu gibidir” buyurmuştur. Ya’nî, bir adam, çoluk-çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı A’zam da, insanların, işlerinde muhtâc oldukları din bilgilerini meydâna çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi güç bir şeyden kurtarmıştır.
Fıkıh ilmi, çok geniş olup başlıca dört büyük kısma ayrılır:
1. İbâdetler: Allah’ın hakları olup, namaz, oruç, zekât, hac ve cihâd olmak üzere beşe ayrılır. Bunlar bugünkü mânâda hukûkun konuları arasında değildir.
2. Münâkehât: İslâm âile hukûkunun bütün konularını bildirir. Evlenme, boşanma, nafaka gibi birçok dalları vardır.
3. Muâmelât: Mâli konuları düzenleyen, eşyâ hukûkunu (aynî hakları), borçlar hukûku ve ticâret hukûkunun konularını içine alır. Alışveriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîras vs. gibi birçok bölümleri vardır.
4. Ukûbât: İslâm cezâ hukûkunu ve usûl hukûkunu düzenleyen kısımdır. Kur’ân-ı kerîm’de beş çeşit cezâ açıkça bildirilmiştir. Bunlar kısas, sirkat (hırsızlık), zinâ, kazif (zinâ iftirasında bulunmak) ve riddet (müslümanlıktan ayrılmak, mürted olmak) cezalarıdır.
Ukûbât; “Had”, “Kısas” ve “Ta’zir” olarak üçe ayrılır. Beş suça, had cezâsı tatbik olunur. Bunlar; zinâ, şarâp içmek(alkollü içkiyle sarhoş olmak), bir kimsenin (erkek veya kadın) nâmusuna iftirâda bulunmak, hırsızlık ve yol kesiciliktir. Kısas, yaralamak ve öldürmek suçlarında uygulanır. Ta’zir, hadden daha hafif cezâ ile cezalandırmaktır. Ta’zir cezâları, çok çeşitli olup, tenbih, ihtâr, tekdir, dövmek, hapsetmek ve öldürmeye kadar gider. Suça ve şahsa uygun olan verilir. Bunların suçluya takdiri hâkime âittir.
Fıkıh ilminin konuları, daha ziyâde, husûsî (özel) hukûkun konuları arasında yer alan hükümleri düzenlemektedir. Amme (Kamu) Hukûkunun düzenleyici kuralları, tamâmen İslâm devlet başkanının (halîfenin) tasarruflarına bırakılmıştır. Devlet başkanı, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği hükümlere bağlı kalarak adâleti sağlamak, ammenin (kamunun) ve fertlerin haklarını korumak üzere gerekli gördüğü her türlü icrâatta bulunmak yetkisine sâhiptir.
İslâm Kamu Hukûkunun hilâfet (devlet başkanlığı) ve bunun kamu görevlerinden olan cihâd (İslâmiyeti yaymak), adâleti gerçekleştirmek, zekât, cizye ve haracın tarh ve tahsili, cezâların tenfizi(infazı, uygulanması), siyer ve fıkıh kitaplarında geniş olarak açıklanmıştır. Onun için fıkıh ilminden müstağni kalmak mümkün değildir. Müctehid olmayan kişilere, fıkıh ilmini terk ettirip onları sadece Kur’an-ı kerime yönlendirmek, hiç hukuk tahsili olmayan kişilere, siz kanun, tüzük, yönetmelik ve diğer bütün hukuki metinleri bırakıp sadece anayasa okuyun demekten farksızdır.

Bilindiği gibi fıkıh ilminin konusu, insanoğlunun fiilleridir. Gayesi ise, insanı dünyada ve ahirette saadete ulaştırmaktır. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) fıkhı şu şekilde tarif etmiştir: "Fıkıh ilmi kişinin leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. İlim ancak amel etmek içindir. İlim ile amel etmek; ahiret saadeti işin dünya meşguliyetlerini terkedip, gönülden çıkarmaktır. Leh ve aleyhte olan şeylerden maksad; mükellef (sorumlu) olan müslümanları ilgilendiren emir ve nehiyler ile mübah olan şeylerdir. Ahiret saadetini elde etmek için dünya meşguliyetlerini terketmekten maksad; dünya hırsını, mal sevgisini terk edip (bütün imkanlarını) Allah yolunda hizmete vasıta kılmak ve böylece ahiret saadetini elde etmektir."[24] İnsanoğlunun lehindeki ve aleyhindeki hakları; Allahû Teâlâ'nın (cc) kitabında ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde, muhkem ve müfesser olarak belirlenmiştir. Bu hakların gizlenmesi, tahribi veya değiştirilmesi mümkün değildir. İnsanoğlunun haklarına sahip olabilmesine "Ehliyet" denilir. Allahû Teâla (cc)'nın teklifleri bu ehliyete dayanır.[24]
Her mükellef, içinde bulunduğu hal ile ilgili ilimleri öğrenmek ve onlarla amel etmek durumundadır. Zira bu ilimler, dünya ve ahiret saadeti için zaruridir. Her mükellefin üzerine farzdır, öğrendikleri ile amel eden müslümanlar, değişik nimetlere mazhar olurlar. Resûl-i Ekrem (sas): "Bir kimse bildikleriyle amel ederse, Allahû Teâla (cc) o kimseye bilmediklerini öğretir."[24] müjdesini verdiği sabittir. Zerre miktarı iyiliğin de, zerre miktarı kötülüğün de, karşılığının verileceği, hesap gününe hazırlanan her mü'min, İslâm'ı öğrenme ve salih amel işleme hususunda titizlik göstermelidir. [24] 
Bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe vakıf olmak. Istılahta, bir kimsenin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesi demektir. Başka bir tarife göre fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer'î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. Ayrıca, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış diye de tarif edilmiştir.[24]
Kur'an-ı Kerîm'de: "... O kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya (fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?" (en-Nisâ, 4/78) ayetinde geçen "lâ yefkahûn" ince anlayış ve keskin idrak anlamına gelmektedir. Başka bir çok ayette kâfirler için "fıkhetmeyenler" denilmektedir.[24] Tevbe suresinde, "...bir topluluk da dinî hükümleri iyice öğrenmek için kalmalıdır" (et- Tevbe: 9/122) buyruğunda özel bir fukahâ topluluğuna işaret edilmiştir.
Resulullah (s.a.s.): "Allah, kimin için dilerse, onu dinde fakîh (dini hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar"[24]
Allah Teâlâ (c.c.)'nın imtihan için beyan buyurduğu emir ve nehiylerin tamamına teklif denilir ve fıkhın konusu, insanın bu tekliflere muhatap olarak (mükellef) ortaya çıkan fiilidir. İnsanın lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını delillere dayanarak çıkarmak fukahanın görevidir. Din hususunda Resulullah (s.a.s.)'dan başka kimseye ilmi bir delile dayanmadan dinde söz söyleme hakkı tanınmamıştır. İlmi bir delile dayanmadan kasıt edille-i şer'iyye, yani dört delildir. Bunlar, Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır.
Dört halife ve Tâbiûn devrindeki fıkıh kelimesiyle ilim kastediliyordu. Fıkh-ı Ekber tabiri, akâid ve tevhid ilmini, Fıkh-ı Vicdâni kavramı, nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini, sadece fıkıh kelimesi ise, ameli konuları kapsıyordu. Usul-i Fıkıh ilmi ise, kişinin lehinde ve aleyhindeki haklarını öğrenmesinde takip edeceği kaide ve tavırlar konu alan ilimdi. İmam Ebû Hanife (Ö. 150/767)'nin fıkhı "kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri bilmesi" şeklindeki tarifi, genel bir tarif olup, kelâm, iman, ahlâk ve tasavvuf gibi ana ilimler bağımsızlaşmamış, bu yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber" adlı eseri itikâdi konuları kapsadığı halde bu ismi almıştı. Ancak giderek fıkıh ilmi yalnız ibadet, muamelât ve ukubâti içine alacak şekilde "amellerin" ilâvesiyle tarif edilmiştir. Mecelle'nin 1. maddesindeki târifte şöyle denilmiştir: "İlm-i fıhh mesâil-i şer'iyye-i ameliyye"yi bilmektir. Fıkıh usulüne büyük hizmeti geçen İmam Şâfiî (Ö. 204/819)'nin tarifi de şöyledir: "Fıkıh, dayandığı delillerden çıkarılmış şer'i, amelî hükümleri bilmektir"[24]
Fıkıh yerine yeni kullanılmaya başlanan "İslâm hukuku" deyimi, fıkh yerine nisbî olarak kullanılmaktadır. Bu terim, ibadetler dışında muamelât, ukûbat ve ferâizi kapsamaktadır. Halbuki fıkhın sınırı daha geniş olup, temizlik ve ibadet konularını da içine almaktadır. Fıkhın konusu İslâm; emir ve yasaklarla yükümlü kimsenin fiilleridir. Bu fiiller, namaz kılmak gibi yapma ile; gasp gibi terketme ile ve yeme-içme gibi muhayyer bırakma şekilleri ile ilgili olabilir. Akıllı ve ergin kimsenin şer'î hükümlerle yükümlülüğü ehliyet ile ifade edilir.
İbadet ve muamelâtla ilgili dini hükümlere "şeriat" denir. Bu kelime, din anlamında da kullanılır. Bu takdirde itikâdi ve amelî hükümlerin hepsini içine alır. Ancak şeriat, genellikle amelî hükümler için kullanılır. Buna göre, ilâhı nizâmın amel ve dış yönünü temsil eder. Dinin iç yönünü, özünü teşkil eden itikâdı hükümler, bütün semavî dinlerde ortak olduğu halde, ilâhı nizâmın dış yönünü oluşturan amelî hükümlerde zaman içinde değişmeler olmuştur. İslâm, geçmiş şeriatların büyük bir kısmını değiştirmiş, kaldırmıştır. Allah, melek, peygamberlik ve ahiret günü gibi inanç esaslarında ise, herhangi bir değişiklik olmamıştır. İşte, fıkıh, İslâm dini'nin amelî ve dünyevî yönünü ifade eder. Yirminci yüzyılda bu kelimelerin aktüel kullanımları ise, olumsuz bir ideolojik manaya tekâbül etmektedir. Ve gerek fıkıhçı, fukaha, gerekse şerîatçı terimlerinin muhtevası kasıtlı olarak yanlış anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber hayatta iken fıkıh, bugün bildiğimiz sistematik manada değildi; kaynaklar, Kur'an ve Sünnetti. Bi'setten tedvîn devrine kadar amelî hükümler peyderpey gelmiş ve risâlet yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Onüç yıl süren Mekke devri'nde daha çok inanç ve ahlâk ayetleri, Medine döneminde ise, daha ziyade hüküm ayetleri inmiştir. Zira İslâm devleti oluştuktan sonra uygulayacağı hukuk esasları cihad, ibadetler, muamelât ve devletler arası ilişkiler olup bu devrede nâzil olmuştur.

FI­KIH İL­Mİ­NİN KAP­SA­DI­ĞI KO­NU­LAR

İslâm’ın amel yö­nü­nü ve in­san­lar ara­sı mü­na­se­bet­le­ri in­ce­le­yen fık­hın iba­det­ler, muâmeleler ve ce­za hu­ku­ku ol­mak üze­re üç ana bö­lüm­den mey­da­na gel­di­ği­ni be­lirt­miş­tik. İslâm hu­ku­ku­nun bu klâsik tas­ni­fi­ne kar­şı­lık beşerî hu­kuk sis­tem­le­ri “âmme hu­ku­ku” ve “hususî hu­kuk” ol­mak üze­re iki­ye ay­rı­lır. Bun­lar da ken­di için­de şu dal­la­ra ay­rı­lır­lar:
Âmme Hu­ku­ku:
1- Esas Teşkilât Hu­ku­ku,
2- İdâre Hu­ku­ku
3- Cezâ Hu­ku­ku
4- Usul Hu­ku­ku, bu da ken­di için­de Hu­kuk Mu­ha­ke­me­le­ri Usu­lü ve Ce­za Mu­ha­ke­me­le­ri Usu­lü di­ye iki­ye ay­rı­lır.
5- Dev­let­ler Umu­mi Hu­ku­ku,
6- Umumî Âmme Hu­ku­ku ve­ya Dev­let Hu­ku­ku.
Hususî Hu­kuk:
1- Medenî Hu­kuk: Şa­hıs, ai­le, mi­ras, eş­ya ve­ya borç­lar hu­ku­ku bu­na gi­rer.
2- Ti­ca­ret,
3- Dev­let­ler Hususî Hu­ku­ku.
İslâm’ın hu­kuk sis­te­mi ise bu şe­kil­de âmme ve hususî hu­kuk ayı­rı­mı ye­ri­ne iba­det­le­ri ba­şa alan ve di­ğer in­san­lar ara­sı mü­na­se­bet­ler­de de ken­di­ne öz­gü yol iz­le­yen bir sis­tem­dir. Dört fı­kıh mez­he­bi­nin ic­ti­had­la­rı­nı içi­ne al­ma­sı ba­kı­mın­dan İbn Rüşd el-Hafîd (ö.595/1198)’in “Bidâyetü’l-Müc­te­hid ve Nihâyetü’l-Muk­te­sid” isim­li ese­ri­nin ko­nu baş­lık­la­rı­nı eser­de­ki sı­ra­ya gö­re ör­nek ola­rak ve­ri­yo­ruz:
           Bu ko­nu baş­lık­la­rın­dan 1 - 15 ara­sı ve 18 ya­ni akîka kur­ba­nı “ibâdetler” 16 - 57 ara­sı “muâmeleler”, 58-66 ara­sı “ce­za hu­ku­ku” 67 ya­ni ak­di­ye ise “muhâkeme usu­lü” bö­lü­mü­ne gi­rer.
Os­man­lı İm­pa­ra­tor­lu­ğu uy­gu­la­ma­sın­da önem­li bir ye­ri olan Me­cel­le 1869-1876 yıl­la­rı ara­sın­da Ah­med Cev­det Pa­şa baş­kan­lı­ğın­da­ki bir ko­mis­yon ta­ra­fın­dan ha­zır­lan­mış ve Tür­ki­ye’de cum­hu­ri­yet dö­ne­mi­ne ka­dar uy­gu­lan­mış­tır. İslâmî esas­la­ra gö­re ha­zır­la­nan bu ka­nun met­ni 1851 mad­de­den iba­ret olup, muâmelâtın şa­hıs, ai­le ve mi­ras hü­küm­le­ri ve aynî hak­la­ra ait bir­çok önem­li ko­nu­lar dı­şın­da ka­lan di­ğer muâmeleleri dü­zen­le­miş­tir.
Me­cel­le’nin ilk yüz mad­de­si, gü­nü­müz hu­kuk­çu­la­rı­na da ışık tu­ta­cak hu­ku­kun ge­nel pren­sip­le­ri­ne ay­rıl­mış­tır. Şu mad­de­ler ör­nek ve­ri­le­bi­lir: “Bir iş­ten mak­sat ne ise hü­küm ona gö­re­dir.” (Mad 2).
“Nass bu­lu­nan yer­de ic­ti­ha­da baş­vu­ru­la­maz.”(Mad. 14)
“Ge­nel za­ra­rı kal­dır­mak için özel za­rar ter­cih edi­lir.” (Mad 26)
“Za­ma­nın de­ğiş­me­siy­le hü­küm­le­rin de­ğiş­me­si inkâr olu­na­maz.”                               (Mad 39)
Gü­nü­müz­de ba­zı İslâm ül­ke­le­ri, fı­kıh kay­nak­la­rın­da yer alan üç­lü tak­sim ye­ri­ne aşa­ğı­da­ki tas­nif için­de İslâm hu­ku­ku­nu in­ce­le­mek­te­dir­ler.
1- İba­det­ler
2- Ahvâl-i şah­siy­ye (şa­hıs ve ai­le hu­ku­ku.)
3- Muâmeleler (Kıs­men medenî ve borç­lar hu­ku­ku.)
4- el-Ahkâmu’s-Sultâniyye ve­ya es-Siyâsetü’ş-Şer’iy­ye (Esas teş­ki­lat, ida­re ve kıs­men ce­za hu­ku­ku)
5- Ukubât (Ce­za hu­ku­ku)
6- Si­yer (Dev­let­ler umu­mi ve kıs­men dev­let­ler hu­su­si hu­ku­ku)
7- Âdâb (Ahlâk ve muâşeret)
Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi. Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir terkiptir. Usûl, "asl" kelimesinin çoğuludur. "Kökler, asıllar, üzerine bir şey bina edilen şey" manalarınadır. Sözlükte, anlayış anlamına gelen fıkıh ise, din ıstılahında; "Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan şer'î-amelî hükümleri bilmektir" şeklinde tarif edilir. Buna göre usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları, fıkhın delilleri manasına gelmektedir. Usulü'l-fıkıh, ıstılahta "Müctehidin, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmesi için gerekli olan kural ve prensiplerdir" diye tarif edilmektedir (Âmidî, el-İhkâm fı Usûlü'l-Ahkâm, I, 7 vd.; Şâkiru'l-Hanbelî, İlmi Usûlü'-Fıkıh, 31 vd; Abdülvehhâb Hallâf İlmi Usfilü'l fıkh,11; İbrahim Kâfı Dönmez, İslâm Hukuk Esasları, terc. 23, 24).

Bu tariflerden anlaşıldığı üzere usûlü'l-fıkıh bir metodoloji ilmidir. Metotlarını belirlediği ilim ise fıkıhtır. O halde bu ilim fıkıh metodolojisi ilmi demektir. Bu ilme İslâm hukuk metodolojisi denilmesinin uygun olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü fıkıh, sadece hukuk ilmi değildir. Hukuk, fıkhın bölümlerinden birisidir. İslâm hukukunun çeşitli dalları fıkıh içerisinde ele alındığı gibi, ibadetler de fıkıh içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla ibadetle ilgili hükümlerin kaynaklardan çıkartılma metotları da usulü'l-fıkıh tarafından belirlenmektedir.

Bilindiği gibi, İslâmî hükümlerin alındığı kaynaklar temelde ikidir. Bunlar Kur'ân ve Hadistir. Fakat her meseleye ait hüküm Kur'ân ve Hadiste her zaman aynıyla mevcut ve açık değildir. Ya da Kur'ân ve Hadisteki lâfızlar, emir, nehy, hass, âm v.s gibi değişik biçimlerde varid olmuştur. Karşısına amelî bir problem çıkan müctehid, bu problemin dînî hükmünü ortaya koymak için Kur'ân'ı ve Hadisi araştırır. O mesele ile ilgili olan âyet veya hadisin ne tür bir kalıpta olduğunu araştırır. Mesela lafız emir kalıbı ile gelmişse, emrin vücup ifade ettiğini bildiren usûl kaidesini göz önüne alarak o hükmün farz olduğuna hükmeder. Cevabını açıkça bulamazsa, hükmü açıkça belirlenen benzer problemlere kıyasla, dinin temel ilkelerini göz önüne alarak ve daha başka temel kaidelerden yararlanarak bu problemleri çözüme kavuşturur. İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden ve içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir. Demek oluyor ki; usulü'l fıkıh; müctehidin, Kur'ân ve Hadisten hüküm çıkarabilmek için ihtiyaç duyduğu kural ve kaidelerden meydana gelen bir ilimdir.

Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi

İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi.

Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu kaynağa sahip bir ilim haline geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı (Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd).

Usûlü'l-fıkıh sahasında eser yazan alimler te'liflerinde iki ayrı metot uygulanmazlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.

a- Mütekellimîn metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyişiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil, onlara hakim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir. Bunların tanınmışları ve eserleri şunlardır:

1- Kadı Abdülcebbar el-Mu'tezilî, eseri: el-Umde,

2- Ebu'l-Hasen el-Basrî, eseri: el-Mü'temed,

3- İmamu'l-Harameyn Abdülmelik el-Cüveynî, eseri: el-Bürhan,

4- Ebû Hamid el-Gazâlî, eseri: el-Müstasfâ,

5- Ebû'l-Hasen el-Âmidî, eseri: el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm

6- Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, eseri: el-Minhâc.

Şüphesiz, bu metotla yazılan daha birçok kitap vardır. Bu sayılanlar, önde gelenleridir.

b- Hanefî metodu: Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir. Bu metod mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir. Bu metoda mensup alimler tarafından da telif edilmiş birçok eser vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları da şunlardır:

1- Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas'ın "el-Usûl"ü,

2- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî'nin "Takvîmu'l-Edille"si,

3- Şemsu'l-Eimme es-Serahsî'nin"el-Usûl"ü,

4- Fahru'l-İslâm Pezdevî'nin "el-Ûsûl"ü,

5- Hafîzuddin en-Nesefî'nin "el-Menâr"ı.

Bunların dışında daha bir çok usûl kitabı bulunduğu gibi, bu eserlere de bir takım şerhler ve haşiyeler yazılmıştır. Bunların hepsinin buraya aktarılması mümkün değildir. Arzu eden, Kâtip Çelebi'nin ve Taşköprülüzade'nin yukarıda işaret edilen eserlerine bakabilir.

Bir de bu iki metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve bu metodâ göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:

1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bağdâdî'nin "Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey el-Pezdevî ve'l İhkâm"ı,

2- Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd'un "et-Tenkîh"ı. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmiştir.

3- Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî'nin "Cem'ul-Cevâmî" adlı eseri.

4- İbnu'l-Hümâm'ın "et-Tahrîr"i (Seyyid Bey, Medhal, I, 50 vd.; Şâkir el-Hanbelî, a.g.e., 34 vd.; Abdülvehhab Hallâf a.g.e., 15 vd.; Dönmez, a.g.e., 30 vd.)

Bu eserlerin dışında, ayrı özellikleri olan, eş-Şatıbî'nin el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.

Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. Özellikle bunlardan sonraki usûlcülerin eserleri daha çok cedel ve münazaraya, biri birlerini tenkide, lafzî münakaşaya yönelik bir hal aldı. Hiç usûlle ilgisi olmayan birçok meseleler bu kitapların muhtevasına girdi. Şüphesiz bu haller bu kitapları anlamayı zorlaştırdı. Bunun için bu kitapları anlamaya yönelik çalışmalar hatta bunlara reddiyeler yazıldı. Bu yüzden, usulü'l-fıkıh ilmi anlaşılması güç hatta imkansız bir ilim haline geldi. Bu yüzden muasır âlimler usûl kurallarının daha kolay anlaşılması için mesai sarfetmişler ve yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey, Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdülvehhab, Hallaf, Muhammed Ebu'z-Zehra, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî ve Zekiyuddin Şâban'ın usûlleri burada zikredilebilir.

Bu eserlerden, Seyyid beyinki Osmanlıca, diğerleri arapçadır. Arapça olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman'ın İmam Hatib okulları için hazırladığı usûlü ile, Fahreddin Atar'ın hazırladığı usûl de zamanımızda Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir. Ayrıca, usûlü'l fıkıhın bazı konularının yüksek lisans ve doktora tezi olarak incelediklerine de işaret etmemiz gerekir.

Usûlü'l-Fıkhın Konusu

Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'î delildir. Fakat onun tüm şer'î nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri âmm, kimileri hâss. sığasıyla varid olmuştur. Bu sîğalar, şer'î delil çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar: Emir îcap içindir, nahy tahrîm içindir. Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nahy tahrim içindir" kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.

Usülü I-Fıkıhın Gayesi

Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer'î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Buna da gücü yetmezse, müctehidlerin hüküm ve delillerini tam olarak kavrar. Müctehidin bu ictihada varırken hangi delile dayandığını ve bu delilden nasıl yararlandığını bilir. Böylece onların kendi kafalarından değil, belirli delillerden istifade ederek hüküm çıkardıklarını anlar ve o hükümleri daha bir gönül hoşluğu ile kabullenir. Kendi mensubu olduğu mezhep imamının görüşü ile diğer imamların görüşleri arasında mukayese imkânı bulur. Hatta bunların delillerini de öğrenmiş olacağı için bunlar arasında tercih imkânına sahip olur. Çünkü, farklı görüşleri mukayese ve bunlardan daha kuvvetli olanını tesbit ancak bu görüşlerin dayandıkları delilleri ve bu delillerden nasıl hüküm çıkarıldığını bilmekle mümkün olur. Bunları bilmenin yolu da usûlül-fıkıh kaidelerini bilmektir.
fıkıh ilminin içeriği
fıkıh ilminin amacı ve önemi
fıkıh ilminin tanımı
fıkıh ilminin kapsadığı konular
fıkıh ilminin konusu nedir belirtiniz
fıkıh ilminin konuları
fikih ilminin konulari