29 Aralık 2014 Pazartesi

Suffa ashabından dermanı kesilen biri bir gün gelip Rasulullah'a halini arzetti.Peygamberimiz de onu zevcelerine gönderdi.Müminlerin anneleri, -evimizde sudan başka bir şey yok- diye beyan-ı özür ettiler. Bunun üzerine Allah Rasülü: -Kim bu açı yemeğine ortak eder?- diye ashabına sordu. Ensar'dan bir kişi ayağa kalkıp: -Ben- dedi ve misafiri alıp evine götürdü. Evinde eşinden -çocuklarının yiyeceğinden başka bir şey bulunmadığını- öğrendi. Sofrayı kurup lambayı yaktıktan sonra yemeği sofraya koydular,Yemeğe başlayınca ev sâhibi kandili düzeltiyormuş gibi yaparak ışığı söndürdü,misafirin yemesi için ortamı kararttı. Karı koca yiyormuş gibi yaptılar. Misafir güzelce karnını doyurdu. Onlar aç sabahladılar. Sabah olunca ev sâhibi Allah Rasülü"nün yanına gittiğinde ona buyurdu ki: -Bu gece Allah sizin hareketinizden memnun oldu ve hakkınızda şöyle buyuruldu: -Onlar kendilerinde yoksulluk olsa bile kardeşlerini nefislerinden üstün tutarlar.- (el-Haşr, 59/9)
Zühd, arapça bir kelime olup, bir şeye rağbet etmemek, dünyaya ve dünyalık nimetlere karşı hırslı olmamak anlamına gelir, İslami bir terim olarak, kişinin kendi iradesi ile, bilerek, şuurlu bir şekilde dünyadan ve dünyalıklardan yüz çevirmesi; nefsi, Allah'tan başka her şeye olan sevgi ve meyilden uzaklaştırmasıdır. Kişinin bir şeye olan sevgi ve yönelişini, ondan daha hayırlı olan başka bir şeye yöneltmesidir de denilebilir. Ancak, kendisinden yüz çevrilen ve yönelinen şey, insanların kıymet verdiği, nefsinde arzu ettiği bir şey olmalıdır. 
Müslümanlar, Kur'an ve Sünnet'in emirleri, tavsiyeleri sayesinde, dünyaya bağlanıp kalmayı ve onu haddinden fazla sevmeyi, her türlü hatanın başı saymışlardır. Bunun aksine, dünyayı her şeyin önüne geçirmeyerek ona aşırı muhabbet duymamak da, iyi bir kul olabilmenin temeli sayılmıştır. Böyle bir inanış ve inancına uygun yaşama şekli, dünya ve ahiret saadetini elde etmenin önemli merhalelerinden biridir. Asr-ı saadet başta olmak üzere, Kur'an ve Sünnet çizgisinde bir hayat sürmeyi gerçekleştiren İslam toplumları, tarih sahnesinde, kısa veya uzun dönemler halinde, bu yaşayışın örneklerini sergilemişlerdir. Eline geçen her imkandan toplumunu da faydalandırmayı düşünen ve meydana getirdikleri vakıf eserleriyle isimlerini ebedileştiren müslüman ecdadımız, milyoner, milyarder, banker vb. olmayı hedeflemiş değildi. Bunun aksine, onlar zahid olmayı, eline geçirdiği dünyalıklara bağlanıp kalmamayı ve bunların geçici oluğunun şuuruna vararak hayırlı yolda harcamayı tercih etmişlerdi.Çünkü, gerçek zahidin ahiret hesabının kolay olacağım biliyorlardı.
Zühd, müslümanın manevî hayatı demek olan tasavvufî hayatın makamlarından ve en üstün olanlarından biridir. Bu makam, dünyada kazanılan ama dünyalık olmayan bir makamdır. Yani, dayalı döşeli,eksiksiz mobilyası, masası ve kasası olan "bir makam değildir. Bu sayılanlara rağbet etmeyenlerin ulaşabileceği manevî bir makamdır. Gönül makamı, ruh makamı, kısaca "Allah'a yakın olma makamı"dır. Bu makarına, paraya pula kıymet vermeyenler, Allah'tan başkasının önünde eğilmeyenler, el-etek öpmeyenler, şükrü ve sabrı bilenler, "varlığa sevinmeyen, yokluğa yenilmeyenler" ulaşabilir.
Bir inanç ve yaşama biçimi olarak, zühd hayatinin temellerim Kur'an ve Sünnet'te, bulmaktayız. Başta Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere, sahabenin hayatı müşahhas bir örnek teşkil eder. Pek çok ayet-i kerîme arasından seçtiğimiz bir kaçının meali, bize ışık tutucu mahiyettedir:
"Sizin nezdinizdeki (dünya ve dünya menfaatleri) tükenir; Allah'ın indindeki (rahmet hazineleri) bakidir" (Nahi, 16/96). "Onlardan bazı zümrelere kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatın süsüne gözlerini dikme. Rabb'inin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir" (Taha, 20/131). "Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip öğünen kimseleri sevmez" (Hadîd, 57/23). "De ki: "Dünyanın faidesi pek azdır; ahiret ise sakınanlar için elbet daha hayırlıdır" . (Nisa, 4/77).
Bunlar ve benzer ayetler, düşünen insan için nasıl bir hayat tarzını tercih edeceğinin müjdeleridir. Ne var ki, yaşayacağı hayat biçimini seçme yetkisi kulun elindedir. İyi de kötü de ortadadır.
Zahid kişi, dünyalık varlığıyla böbürlenmez; ondan kaybettiklerine de üzülmez. Zühd, dünyaya "gelip geçicidir" gözüyle bakmaktır. Zahid için dünyadan vazgeçmek gayet kolaydır. Bu sebepledir ki, zühd kalbi ve bedeni rahatlatır, dünyaya düşkünlük ise gamı ve kederi artırır. Allah'dan başka hiçbir şeye rağbet etmeyen kimse kamil zahiddir. Cennet ve nimetlerine rağbet ederek dünyadan yüz çeviren kimse de zahiddir. Fakat bu sonuncusu, öncekinden daha aşağı bir mertebededir.
Süfyan es-Sevrî'ye göre zühd, arzulara gem vurmaktır. Yoksa az yemek ve aba giyinmekle zahid olunmaz. Ahmed b. Hanbel, zühdün üç mertebesine dikkatimizi çeker:
a.Haramı terketmekle olan zühd, bu avamın zühdüdür;
b.Helal olanların tazlasını terketmekle elde edilen zühd, bu havassın zühdüdür;
c. Kişiyi, Allah'tan alıkoyan her şeyi terketmekle' olan zühd, bu da ariflerin zühdüdür.
İbn Teymiyye, "zühd, ahirete faydası olmayan şeyleri terk etmektir" diyor. Yanında bin altın bulunan birine, "böyle zahid olunur mu?" diye sorulur, o da "arttığına sevinmemek, noksanlaştığında üzülmemek şartıyla, evet" diye cevap verir. Bazı alimler, zühd sadece helallerde olur. çünkü haramları terk etmek zaten farzdır, demişlerdir. Buna karşılık diğer bir grup alim, helallerin Allah'ın kullanna ihsan ettiği nimetleri olduğunu, Allah'ın nimetlerinin eserini kulu üzerinde görmek istediğini, zühdün haramları terketmek olduğunu söylemişlerdir.
ZAHÎDLİK NEDİR? Zühd ile, dünyayı ve dünyalık nimetleri, çalışıp çabalamayı, helal yoldan kazanmayı tamamen terk etmenin kastedilmediği aşikardır. Çünkü dinimiz başkasına el açmayı, istemeyi ve geçimini temin etmemeyi hoş karşılamamış, bazı durumlarda haram saymıştır. Nitekim Süleyman ve Davud (a.s.), mal mülk ve kadınlara sahip oldukları halde, kendi zamanlarınm en zahid kişileri idiler. Peygamberimiz (s.a.v.), dokuz hanımı olmakla beraber. tartışmasız olarak. beşerin en zahidi idi. Ali b. Ebî Talip, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam ve Osman b.Affan, malları ve zenginlikleri olduğu halde zahid sahabelerdendi. Hz.Ali'nin oğlu Hasan, ümmetin en çok nikahlananı ve zengini iken zahid bir kişi idi. Abdullah b. Mübarek de, çok mal sahihi olmakla birlikte, zahid imamlardan biriydi. Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür.
O halde aslolan, dünyaya ve dünyaya gönül bağlayıp kalmamak ve bunlara olan sevgi ve meyli, Allah ve Rasûlünün sevgisinin önüne geçirmemektir. Buna göre zahidlik, iyi müslümanlıktır. Bunu elde etmenin yolu ise, Kur'an ve Sünnet çizgisinde bir hayat sürebilmektir.

17 Aralık 2014 Çarşamba

1931 yılı Mayısında,asla affedilmesi ve unutulması mümkün olmayan bir gaflet neticesi,dünya arşivcilik tarihinde tek örnek olarak, Osmanlı dönemi arşiv malzemesi, millî hafızamızın bir bölümü, sorumsuz, kültür ve şuurdan habersiz bir iki kişinin gayretiyle kuru ot ve paçavra fiyatına, okkası üç kuruş on paraya Bulgaristan’a satıldı.
Tarihi evrakımızın Bulgaristan’a hurda kâğıt ve paçavra fiyatına satılması dönemin basını tarafından şiddetle eleştirilerek satışın durdurulması için adeta kampanyalar başlatılmıştı.

  Tarihî evrakımız ot balyaları gibi çemberlenip vagonlarla Bulgaristan’a gönderilirken, bu durum Son Posta Gazetesi yazarı İbrahim Hakkı (Konyalı) tarafından tespit edilerek ilgili makamlara bildirildiyse de maalesef muvaffak olunamamıştır.

Daha sonra Muallim Cevdet (İnançalp) olayın takipçisi olarak dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye yazdığı bir mektup ile evrak satışının incelenerek, yapılan usulsüzlüğe son verilmesini istemiştir. Bununla beraber gazetelerdeki neşriyat ve Manisa Milletvekili Refik Şevket İnce’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verdiği önerge üzerine, hükümet bu konuda teşebbüse geçerek;  Bulgaristan’a satılan evraktan bir kısmı ancak geri alınabilmiştir. Olaya sebep olanlar hakkında ise soruşturma açıldıysa da Recep Peker’in başbakanlığı döneminde çıkan umumî af sebebiyle, soruşturma dosyası kapanmıştır.

Tarihi evrakımızın Bulgaristan’a hurda kâğıt ve paçavra fiyatına satılması dönemin basını tarafından şiddetle eleştirilerek satışın durdurulması için adeta kampanyalar başlatılmıştı. Bu şekilde başlayansatilan evrak vesikalar tepkiler bir süre sonra sonuç vererek Bulgaristan’a gönderilmek üzere hazırlanan pek çok evrak bu sayede satılmaktan kurtuldu. Diğer yandan bu süreç içerisinde arşiv belgelerimizin önemi anlaşılmış, tarihimizin orijinal kaynaklarının korunması, tasnifi ve araştırma hizmetine sunulması konusunda ilk çalışmalar başlatılmıştır.

Bulgaristan’a evrak satışıyla ilgili gelişmeler ve olayın ayrıntısının yer aldığı, Osman Ergin’in M. Cevdet’in Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi (Bozkurt Basımevi, İstanbul, 1937) adlı eserinden aynen aktaralım:

İstanbul belediyesinde bulunduğum sırada resmî vazifelerimden birsi de gazetecilerle temas etmek ve belediye işleri hakkında onlara malumat vermekten ibaretti.

satilan evrak Muallim Cevdet_Osman Ergin muallim cevdetin hayati_
Muallim Cevdet
Bu münasebetle gazeteciler hemen her gün odama gelirler, onlarla günün birçok meseleleri ve bu meyanda belediye işleri hakkında da konuşurduk. Bir gün yine odamda toplanmışlardı. O günlerde İstanbul Defterdarlığının Maliye evrak hazinesini okkası üç kuruş on paradan satmış olduğunu ve evrakın balyalar yapılarak ve kısmen dökülüp saçılarak Sirkeci’ye kadar götürülüp, oradan şimendiferle Bulgaristan’a gönderilmekte bulunduğu işitilmekte ve görülmekte idi.

Bunu ilk defa gören ve ortaya atan Son Posta muharrirlerinden İbrahim Hakkı’dır. O da aramızda bulunuyordu. Bu havadisin gazetelere yazılıp yazılmaması mevzuu etrafında görüşülürken İbrahim Hakkı “Ben bunu yazarım” dedi ve gitti.

Ertesi gün (4 Haziran 1931) çıkan Son Posta gazetesinde “Okka ile satılan kıymetli evrak meselesi” başlığı altında bir yazı çıktı. Bu yazısında hadiseyi uzun uzadıya anlattıktan sonra bilhassa evrak daha mahzenden çıkarıldığı sırada orayı gezmiş ve görmüş olan İbrahim Hakkı şu tafsilatı veriyordu.

“ Oradaki koridor harman halinde dökülmüş kâğıtlarla dolu idi. Çenberliyorlardı. Arkada yüzlerce torba kâğıt yığılmıştı. O suretle ki içeri girmek mümkün değildi. Evvelâ Bekir Ağa (hademe) bu torbaların üzerine çıktı ve elimden tutarak beni yukarı çekti. Bu kısımda tesadüf edilmiş bir çok kıymetli vesikalar, defterler göze çarpıyordu. Burasını gözden geçirdikten sonra sıra aşağı kata geldi.Burada lalettayin aldığım kâğıtların içinde altın yaldızlı

manisa mebusu Refik_Şevket_İnce
Manisa Mebusu Refik İnce
mecmua parçaları, Silistre, Varna, Tuna vilayetlerine ait kalelerin tamirine, zeamet, tımar vesikalarına, ulufenamelere, matbah masraflarına, vakıflara ait birçok tarihî mülknameler vardı. Bunlar değersiz kâğıt parçaları değil, onbinlerce kuruş ve lira sarfıyla bile yerlerine konması mümkün olmayan vesikalardı.”

Tarihî evrakın okka ile satıldığı şayiası bu suretle gazete sütunlarına da geçince, o ana kadar buna ihtimal vermeyen ve havsalaları almayan kimselerde de artık şüphe kalmamıştı.

satilan evrak Recep Peker
Dönemin başbakanı Recep Peker
Yine o gün odamda Muallim M. Cevdet de geldi. Hiç birşeyden haberi yoktu. Hasta olduğu için eskisi gibi günlük gazeteleri de takip etmiyor, yalnız mühim ve ilmî şeyler olursa kendisinin haberdar edilmesini arkadaşlarından ve dostlarından rica ediyordu.

Cevdeti, bu felâketten ve bu cinayetten haberdar ettim. İhtimal vermedi ve inanmadı. Gazeteyi ve oradaki resimleri gösterdim. Bu sefer de yerinde oturamadı. Yıldırımla vurulmuşa döndü. Bir müddet hüngür hüngür ağlamaya başladı. Azıcık yatışınca biraz daha izahat istedi, verdim. Derhal yerinden kalktı. Sultanahmet Meydanına doğru gitti. Yarım saat sonra elinde bir kucak vesika olduğu halde geldi ve “Bunları beşer kuruşa çocukların elinden aldım, tarihî evrak bu hale getirilir mi?” dedi. Hâlâ ağlıyordu. Kendisini teskine ve teselliye çalıştım, ne mümkün!

satilan evrak halil ethem eldem_
İstanbul Mebusu Halil Ethem Eldem
Nihayet yapılacak muameleyi söyledim, zaten cesur ve pervasız olmakla beraber daha ziyade cesaretlendi.

Fakat olan olmuş, atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Bununla beraber bir tarihçi, bir ilim adamı sıfatıyla keyfiyyetten hükümeti, Türk Tarih Cemiyetini ve hemen hamur haline getirilerek kâğıt yapılmaması için Bulgar Tarih Cemiyetini haberdar etmesini söyledim ve daha bazı tedbirlere müracaat olunmasını da anlattım. Razı oldu. O akşam dört beş arkadaş tüccardan Debreli Fuad’ın evinde toplanacaktık. Cevdet de geldi. Orada bu mevzu etrafında daha etraflı görüştük. Ertesi gün Cevdet elinde bir takım yazılar olduğu halde geldi. Başvekil İsmet Paşaya müracaat ediyor!  Yazdığı yazıyı okudu. Kendisini bir kat daha cesaretlendirdim ve yazısını derhal teksir, bir kaç gün sonra da Belediye Matbaasında tabettirdim. …

satilan evrak depoİstanbul mebusu Halil Etem Eldem Aklıma geldi, Cevdet’in vaziyetini ve teşebbüsünü anlattım. Muhterem mebus ve ilim adamı Cevdet’in yazdığı şikâyetnameyi bizzat götürüp ismet Paşaya vermeyi lütfen kabul ve deruhte ettiler ve derhal Başvekile bir telgraf çektiler…

Bulgarlara satılırken yere düşen ve sokak çocukları tarafından yirmi kuruşa bendenize verilen mühim vesikalardan:

1- Üç yüz elli sene evvelki bir askerî vesika: 1096-1099-1101 senesi Viyana seferine dair parçalanmış (yol masarifi defteri); bundan hangi tarih kitabı bahseder? bu ne mühim vesikadır? Hangi askerî müverrih buna muhtaç değildir?

2- Uygurca anahtar: Dünyada ancak üç müze ile yalnız Ayasofya kütüphanesi (kadim Uygurca) metinlere maliktir. Şimdiye kadar bir Türk âliminin Uygurca metinleri halle yarayacak bir anahtar yaptığı meçhul idi. İşte bu vesika o müşkülü hallediyor. Bu, nasıl satılır? Komisyona göre Uygurcanın hiçehemmiyeti yoktur! Çünkü maliyeye taallûku bulunmaz!

satilan evrak evrak3- Zırhlı Orhaniyenin 1286 senesine ait mühimmat defteri: Bu da (Bahriyeye aittir, çürüktür, maliyeye taalluku yoktur) denilerek  satılmıştır. Belki de hiç görülmemiştir

4- Sırbistanda ilk fethettiğimiz (Niş) kalesine dair kayıtlar.

5- Gazi Mihal evladının (Pilevne) de vakfına âit bir kayıt.

6- 1134 senesine ait ve Hatçe Sultanın mührile defterdarlığa irsal edilen fevkalâde mühim bir mutbak defteridir. Bunlar o devirde Türk yemeklerinin envaını, hububat ve eşya, fiyatlarının tarifesini gösterir. Türk sanayi ve harsı itibarı ile pek mühim olan bir mutbak defterinin komisyonca demek ki hiç kıymeti yokmuş, Kim bilir böyle ne kadar (mutbak defterleri) uçtu gitti.

satilan evrak tahrir defteri
Tahrir defteri
7- 1148 senesine ait (defterdar) vesair mühim maliye memurlarının mühürleri ile vergi nişanlarını hâvi bir levha. Mühürcülük san’atı ve maliyecilik nokta-i nazarından buna kıymet biçilir mi? Tarih kitaplarımıza bu vesikaların bir tanesi geçmemiştir. Diğer vesikalar arasında meşhur Türk edibi Şeyh Galib’in evlatlarına verilen bir ferman ve tersane masarifine dair bir icmal vesaire vardır. Paşam elime geçen vesikaların yalnız unvanları hamiyetli yüreğinizi tutuşturmağa, kâfidir.

———-

Arşiv vesikalarımızım ehemmiyetini göstermesi açısından   Vamberinin (Geletizemle) mecmuasında (1903 senesi) yazdığı Türkçe mütalaasını derc ediyorum:

satilan evrak timar kaydi
Timar Defteri
“Biz Macarlar kendi tarihlerimizi ve münasebatı coğrafîyemizi izah için Türk vesikalarından nevi nevi faide görüyoruz. Türklere şükranımızın sebeplerinden birisi, Türklerin Macaristan’ı zaptı vaktinden kalma (vergi vesairi hâsılatı miriye defterleridir). Bu resmi vesikalar, Macaristan’ın iki yüz seneden daha evvelki hallerini, nüfusunu, ziraatını, ticaret ve sınaatini bildiren takrirat ve tafsilatı havi olup geçmiş zamanımızın aynısıdır.

Bu Türk vesikalarının emsali dünyada kolay kolay bulunmaz.Zira o vakitler Türk memurları her şehrin, her köyün, her mahallenin evlerini nüfusunu, hububatı cins ve miktarını bile kemali dikkatle yazmışlar ve fevkalade kıymetli istatistikler bırakmışlardır” diyor.Hâlbuki bizim komisyon böyle (hububat) kayıtlarını görünce arpa ve buğday hesabının tarihçe ne ehemmiyeti vardır diye hüküm vermiştir sanırım.”
Osmanlı arşivleri Vatikan’a mı satıldı?

Osmanlı arşiv belgelerinin 1931 yılında hurda kâğıt fiyatına satılması işinin, Bulgaristan tarihi ve Ermeni meselesi ile ilgili belgelerin Bulgaristan’a oradan da Vatikan’a kaçırılması ile ilgili bir tezgâh olduğu iddia edildi.


Yedikıta tarih ve Kültür Dergisi ocak sayısında İstanbul Defterdarlığı’na ait 200 balya Maliye Arşivi’nin Bulgaristan’a satılması işinin sıradan bir olay değil planlı ve uzun süren bir istihbarat çalışmasının neticesinde gerçekleştiği ile ilgili iddialara yer verdi. Osmanlı Arşivi Uzmanı Kasım Hızlı ve Kırklareli Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Raşit Gündoğdu tarafından hazırlanan “Okkası Üç Kuruşa Tarih Var” başlıklı dosyada dikkat çekici bilgilere yer veriliyor. Yazıda özel yetiştirilen ve çok iyi Türkçe bilen o dönemde Albay olan Panço Doref’in Osmanlı Arşivleri’nin Ermeni Berger ailesinin kâğıt fabrikasına satılmasında önemli bir rolü olduğu vurgulanıyor.

Arşivleri Didik Didik İncelemiş

Galatasaray Lisesi Mezunu olan Panço Doref, Osmanlı Arşivleri’ne giderek hem Bulgar tarihi hem de Ermeni meselesi üzerine ciddi araştırmalarda bulunmuş. Buldukları belgelerden etkilenerek Bulgaristan hükümetiyle yazışmalarda bulunmuş. Arkasından yerli işbirlikçiler bularak arşiv belgelerinin Bulgaristan’a gönderilmesini konusunu tezgâhlamış.

“Bu İş Şuurlu Bir İhanettir”

Makalede bilgisine başvurulan Devlet Arşivleri Eski Genel Müdürü Prof. Dr. Atilla Çetin, Panço Doref’in faaliyetleri ve arşiv belgelerinin satılması konusunda şunları söylüyor:

“Bir Bulgar albayı yetiştirilmiş. Maliye arşivi depolarına gelerek ‘bunlar işe yaramaz’ vs. diyor. Hâlbuki albay gelip uzun süre istihbarat yapmış, işbirlikçileri bulmuşlar; ekibiyle önemli belgeleri ayırmışlar. Maliye ile anlaşıyorlar. O zaman Defterdar Şefik Bey ve bir de vali muavini Fazlı Güleç var. Onlarla görüşüyorlar. Şuurlu olarak o belgeleri almışlar. Bana bunu ilk görenlerden biri olan İbrahim Hakkı Konyalı (Son Posta Gazetesi) anlattı. ‘Bu şuurlu bir ihanettir’ dedi.”

“Bulgarların iyi Türkologları var, onlar hemen arşiv belgelerine el koydular, işe yarar belgeleri ayırdılar, milli kütüphanelerine aktardılar. Sonradan gördük ki; Bulgarlar çok iyi sahip çıkmışlar, çok iyi tasnif etmişler ve bizdekinden daha iyi korumuşlar. Bütün yabancı ülke Türkologları belgeleri çok iyi korurlar; kendi malları gibi. Şimdi Osmanlı arşivini götürmüşler Kağıthane’de rutubetli depolara, çürütecekler!”

Ermeni Belgeleri 40 Milyon Levaya Vatikan’a Satılmış!

Yedikıta dergisi, Osmanlı arşiv belgelerinin Bulgaristan tarafından Vatikan’a satılıp satılmadığı konusuna da açıklık getirmiş. Yazıda, Manisa milletvekili Refik Şevket Bey’in çok mühim Osmanlı arşiv vesikalarının Papalık tarafın satın alındığı bilgisini TBMM’de doğrulatmak için soru önergesi vermiş ise de dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip “Resmi Bir malumat yoktur.” yanıtını vermiş.

Vatikan’ın elinde bulunan Osmanlı Arşiv vesikalarına dair Milliyet gazetesinin 18 Mayıs 1989 tarihinde Anadolu Ajansı Bürüksel bürosu tarafından geçilen haberi sayfalarına taşımış. Meşhur Fransız haftalık haber dergisi Le Nouvel Observateur’dan naklen yayınlanan habere göre Vatikan’ın elindeki Ermenilerle ilgili belgelerin büyük kısmı 1931 yılında Bulgarlardan alınmış.

Yazar M. Necati Özfatura Türkiye Gazetesi 23 Haziran 1995 tarihli köşe yazısında Vatikan’ın belgeler için 40 milyon Leva ödediğini kaydediyor. Devlet Arşivleri Eski Genel Müdürü Prof. Dr. Atilla Çetin ise bu iddiayı Osmanlı Arşiv belgelerinin satışının durdurulması için en büyük mücadeleyi veren Muallim Cevdet’e dayandırarak doğruluyor.

Panço Doref Kimdir?

Çok iyi Türkçesi olan, Bulgar Tarihi araştırmacılarından Panço Doref Galatasaray Lisesi mezunudur. Manastır ve Makedonya milletvekilliği yapmıştır. Bu dönemlerde, İttihat ve Terakki’nin güvenini kazanmak ve Türklerle Hıristiyanlar arasında iyi ilişkiler tesis etmek gayesiyle Osmanlı İttihat ve Terakki Partisini kurdu. İttihat ve Terakki Partisi’nin pek önem vermediği bu parti, 1910 yılındaki silah toplama girişimine karşı çıkınca kapatıldı. Balkan Savaşları’ndan sonra Makedonya’da komitacılık yapan Panço Doref, bilahere Bulgaristan’a göç etti.

Panço Doref, 1928 yılından sonra Osmanlı Arşivi’nde çalışmış, genellikle Bulgaristan tarihi ve Ermenistan meselesi ile ilgili araştırmalarda bulunmuş. 1931 yılındaki evrak satışından önce, Osmanlı Arşivlerinde Bulgaristan hakkında kıymetli vesikalar olduğuna dair Bulgaristan hükümetine mektuplar yazan Panço, evrakların satışından sonra da bu belgelerin Bulgaristan Milli Kütüphanesi’ne nakli konusunda önemli rol oynamıştır.

1 Kasım 2014 Cumartesi

-Kedinin biri odanın ortasında kurulmuş uyuklar gibi görünerek duyduğu tıkırtıya kulak kabartmiş. Kenardaki deliklerden birinde küçük bir fındık sıçanı da başını uztıp uzatıp etrafa bakınırmış. Kedi bakmış ki uyuklar gibi görünmek farenin oradan çıkmasına yetmeyecek, konuşmaya mecbur kalmış.
-Hadi hadi demiş. Oradan oraya korka korka başını çıkarıp durma, acıdım sana. O delikten çık şu deliğe gir, içerde kelle kelle kaşarlar, bir ambar da buyday var. Afiyetle ye. Sağlığıma dua edersin.

Bir müddet yine uyuklar gibi bekledikten sonra bakmış ki berikinde yine hareket yok…
-Ne duruyorsun dediğimi yapsana!…
Fare üzüle üzüle cevap vermiş:
-Kusura bakma ama yapamıyacağım…
-Neden ? demiş, kedi.
Fare açıklamış:
-Bana o delikten çık, şu deliğe gir kaşar peyniri, buyday var, afiyetle ye, diyorsun…
Bakıyorum teklifine külfet küçük, nimet büyük. Bu işte mutlaka bir bokluk var…

31 Ekim 2014 Cuma

Sözler 10. Söz 4. Kısım

Zeylin İkinci Parçası
Baştaki âyetin mu'cizâne işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i haşriyeye dair 'Dokuz Makam'dan 'Birinci Makam':
فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ     وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ     يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ     1
olan fıkradaki ferman-ı haşre dair buradaki gösterdiği bürhan-ı bâhiri ve hüccet-i kàtıası beyan ve izah edilecek inşaallah. HAŞİYE-1
OTUZUNCU LEM'ANIN BEŞİNCİ NÜKTESİNİN 
DÖRDÜNCÜ REMZİ HAŞİYE-2
Hayatın yirmi sekizinci hassasında beyan edilmiştir ki: Hayat, imanın altı erkânına bakıp ispat ediyor, onların tahakkukuna işaretler ediyor.
Evet, madem bu kâinatın en mühim neticesi ve meyvesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-i âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki, hayatın yirmi dokuz hassasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir, taşıyla ve ağacıyla,


Dipnot-1
"Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı Ona mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah'ı tesbih edip namaz kılın. Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü O diriltir. Siz de kabirlerinizden böyle çıkarılacaksınız." Rum Sûresi, 30:17-19.
Haşiye-1
O makam daha yazılmamış.
Haşiye-2
Hayat meselesi haşre münasebeti için buraya girmiş. Fakat hayatın âhirinde kader rüknüne işareti pek ince ve derindir.
toprağıyla hayattar olan dâr-ı saadetteki hayattır. Yoksa, bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi, zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsiz olmak lâzım gelecek. Ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan, serçe kuşundan, saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelîl bir biçare olacak. Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir belâ olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviyeâhirete iman rüknünü kat'î ispat ediyor ve her baharda haşrin üç yüz binden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor.
Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında senin hayatına lâzım ve münasip bütün levazımatı ve cihazatı hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin bekà ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz'î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki, seni bilmesin ve görmesin? Ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin? Ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan bekà duasını, hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennetin icadıyla kabul etmesin? Ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın Arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip, küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemâl-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!
Hem hiç kabil midir ki, hayatın en cüz'îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin, derman versin ve nazını çeksin ve kemâl-i itinâ ve ihtimamla beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymettar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin? Ve onun çok ehemmiyetli bekà duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Adeta bir neferin kemâl-i itinâ ile teçhiz ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın? Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin? Sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!
Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayetderecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedîbir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemâl-i mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.
Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekàda ve Cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ.
Ve hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem'alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar gidenler gibi yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedâhe gösteriyor ki, o lem'alar, yüksek birtek güneşin cilve-i in'ikâsıdırlar ve güneşin vücudunu muhtelif dillerle yad ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun Muhyîisminin cilve-i âzamıyla berrin yüzünde ve bahrin içindeki zîhayatların kudret-i İlâhiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için "Yâ Hayy" deyip perde-i gaybda gizlenmeleri, bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi; umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlâhîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti ispat eden bütün burhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümfermâ olan irade ve meşieti ispat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbânî ve vahy-i İlâhiyenin medarı olan risaletleri ispat eden bütün alâmetler, mucizeler ve hâkezâ yedi sıfât-ı İlâhiyeye şehadet eden bütün delâil, bil'ittifak Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünkü, nasıl bir şeyde görmek varsa hayatı da vardır; işitmek varsa hayatın alâmetidir; söylemek varsa hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de, bu kâinatta âsârıyla vücutları muhakkak ve bedihîolan kudret-i mutlaka ve irade-i şâmile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delâilleriyle, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerrâtıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.
Hem hayat, melâikeye iman rüknüne dahi bakar, remzen ispat eder. Çünkü, madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymettarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır. Ve madem küre-i arz bu kadar zîhayatın envâıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat envâlarını tecdit ve teksir etmek hikmetiyle, her vakit dolar boşalır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halk edilerek bir mahşer-i huveynat oluyor. Ve madem hayatın süzülmüş en sâfihülâsası olan şuur ve akıl ve en lâtif ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda gayet kesretli bir surette halk olunuyorlar; adeta küre-i arz, hayat ve akıl ve şuurve ervah ile ihyâ olup öyle şenlendirilmiş. Elbette küre-i arzdan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecrâm-ı semâviye, ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semâvâtı gösterecek ve hitâbât-ı Sübhâniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semâvâta münasip sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melâikelerdir.
Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, peygamberlere iman rüknüne bakıp remzen ispat eder. Evet, madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyûm-u Ezelînin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san'at-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediyeresullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve nâzil olan kitaplardır.) Elbette kâinattaki hayat, kat'î bir surette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücud una kat'î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevâtı, münâsebâtı olan "irsâl-i rusül" ve "inzâl-i kütübrükünlerine bakar,remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kur'ânîhayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir.
Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Ve akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye(a.s.m.) dahi, hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.) dahi, kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfihülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur'ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.
Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse,1 kâinat divâne olacak ve küre-i arzkafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.
Hem hayat, iman-ı bilkader rüknüne bakıyor, remzen ispat eder. Çünkü madem hayat âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlık-ı Kâinatın en câmi' âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbâniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yani mazimüstakbel, yani geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evâmir-i tekvîniyeyi imtisalmüheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor.


Dipnot-1
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), kıyamete yakın bir dönemde, Kur'ân'ın yeryüzünden çekilip alınacağını ifade buyurmaktadır: İbni Mâce, Fiten 26; İbni Hibbân, es-Sahîh 15:267; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:520, 587
Nasıl ki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehâsında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi, aynen ağaç gibi, bir nevi hayata mazhardırlar, belki ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasıl ki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler. Aynen öyle de, şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var; geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlâhiyede muhtelif tavırlarla müteaddit vücutları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u hâricî gibi, o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin mânevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderât-ı hayatiye, o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır.
Evet, âlem-i gaybın bir nev'i olan âlem-i ervahayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbeldenilen âlem-i gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayatmazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem bir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı mâneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet, hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu gibi cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u hâricîye münhasır olamaz. Belki herbir âlem, kabiliyetine göre, o ziyanın cilvesine mazhardır. Ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa, nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.
İşte, kadere ve kazâya iman rüknünün dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani, nasıl ki âlem-i şehadet ve mevcut hazır eşyaintizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor; öyle de, âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi mânen hayattar bir vücud-u mânevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki, Levh-i Kazâ ve Kadervasıtasıyla o mânevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.
Zeylin Üçüncü Parçası1
Haşir münasebetiyle bir suâl:
Kur'ân'da mükerreren اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً 2 hem وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ 3 fermanları gösteriyor ki, haşr-i âzam bir anda, zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece harika ve emsalsiz olan meseleyi iz'an ile kabul etmesine medar olacak meşhud bir misal ister.
Elcevap: Haşirde ruhların cesetlere gelmesi var; hem cesetlerin ihyası var; hem cesetlerin inşası var. Üç meseledir.
BİRİNCİ MESELE
Ruhların cesetlerine gelmesine misâl ise, gayet muntazam bir ordunun efradı istirahat için her tarafa dağılmışken, yüksek sadalı bir boru sesiyle toplanmalarıdır.
Evet, İsrafil'in borusu olan sûru,4 ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken, ezel cânibinden gelen, اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ 5 hitabını işiten ve قَالُوا بَلٰى 6 ile cevap veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler derece daha musahhar ve muntazam ve mutîdirler. Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi bir ordu-yu Sübhânî ve emirber neferleri olduğunu kat'î burhanlarla Otuzuncu Söz ispat etmiş.


Dipnot-1
Buraya Zeylin Üçüncü Parçası olarak giren bu kısım, ayrıca Şualar'dan İkinci Şua'nın Hâtime'sinde "Uzunca Bir Hâşiye" başlığı adı altında da yer almaktadır.
Dipnot-2
"Kıyamet işi, tek bir sayha ile olacak!" Yâsin Sûresi, 36:29.
Dipnot-3
"Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadardır…" Nahl Sûresi, 16:77.
Dipnot-4
bk. En'âm Sûresi, 6:73; Kehf Sûresi, 18:99; Tâhâ Sûresi, 20:102; Mü'minûn Sûresi, 23:101; Neml Sûresi, 27:87; Yâsîn Sûresi, 36:49, 51, 53; Sâffât Sûresi, 37:19; Sâd Sûresi, 38:15; Zümer Sûresi, 39:68; Kaf Sûresi, 50:20, 42; Hâkka Sûresi, 69:13; Nebe Sûresi, 78:19, Nâziât Sûresi, 79:6-7, 13.
Dipnot-5
"Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?" A'raf Sûresi,7:172.
Dipnot-6
"Onlar da 'Evet!" diye ikrar etmişlerdi." A'râf Sûresi, 7:172
İKİNCİ MESELE
Cesedlerin ihyasına misâl ise, çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden yüz bin elektrik lâmbaları âdeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün küre-i arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür. Madem Cenâb-ı Hakkın elektrik gibi bir mahlûku ve bir misafirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, Hâlıkından aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyetmazhar oluyor. Elbette, elektrik gibi, binler nuranî hizmetkârlarının temsil ettikleri hikmet-i İlâhiyenin muntazam kanunları dairesinde, haşr-i âzam tarfetü'l-aynda vücuda gelebilir.
ÜÇÜNCÜ MESELE
Ecsâdın def'aten inşasının misâli ise:
Bahar mevsiminde, birkaç gün zarfındanev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların, bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi, birden mükemmel bir surette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulâtı gibi, berk gibi bir sür'atle icadları...
Hem o baharın mebde'leri olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin birden, beraber intibahları ve inkişafları ve ihyaları, hem kemiklerden ibaret olarak, ayakta duran emvât gibi bütün ağaçların cenazeleri, bir emirle def'aten "ba'sü bâde'l-mevt"e mazhariyetleri ve neşirleri, hem küçücük hayvan taifelerinin hadsiz efratlarının gayet derecede san'atlı bir surette ihyaları, hem bilhassasinekler kabilelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezafetihtar eden ve yüzümüzü okşayan, göz önündeki kabilenin bir senede neşr olan efradı, benî Âdemin Âdem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde, her baharda sair kabilelerle beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyaları, haşirleri, elbette kıyamette ecsâd-ı insaniyenin inşasına bir misâl değil belki binler misâldirler.
Evet, dünya dârü'l-hikmet ve âhiret dârü'l-kudret olduğundan, dünyada HakîmMürettibMüdebbirMürebbî gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedrici ve zamanla olması, hikmet-i Rabbâniyenin muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için, maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan, birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda, bir lemhada inşasına işareten, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ أَقْرَبُ 1 ferman eder.
Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kat'î bir sûrette anlamak istersen, haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söze dikkatle bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmazsan, gel, parmağını gözüme sok!
DÖRDÜNCÜ MES'ELE olan mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise:
Bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harap olması gibi.


Dipnot-1
"Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır." Nahl Sûresi, 16:77
Zeylin Dördüncü Parçası
قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ     قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ     1
Yâni, insan der: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" Sen, de: "Kim, onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek."
Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatının Üçüncü Temsilinde tasvir edildiği gibi: Bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, "Şu zât, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar; taburnizamı altına getirebilir." Sen ey insan, desen: "İnanmam"; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçlikten, yeniden ordumisal bütün hayvânat ve sâir zîhayatın, taburmisal cesedlerini kemâl-i intizamla ve mîzan-i hikmetle o bedenlerin zerratını ve letâifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hatta her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevi'l-hayatın envâlarını ve tâifelerini îcad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrât-ı esasiye ve eczâ-yı asliyeyi bir sayha ile sûr-u İsrafil'in borusuyla nasıl toplayabilir? İstib'ad sûretinde denilir mi? Denilse, eblehcesine bir divâneliktir.
3Hem, Kur'ân, kâh oluyor ki, Cenâb-ı Hakkın âhiretteki harika ef'âllerini kal-be kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdikmüheyyâ etmek için


Dipnot-1
Yâsin Sûresi, 36:78-79.
Dipnot-2
"(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece 'Ol' demektir; o da oluverir." Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-3
Buradan itibaren Zeylin Beşinci Parçasına kadarki kısım; Yirmi Beşinci Sözün İkinci Şûlesinin Sekizinci Meziyet-i Cezâletidir ve orada ayrıca yer almaktadır
bir idadiye suretinde, dünyadaki acaib ef'âlini zikreder. Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef'âl-i acîbe-i İlâhiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatimiz gelir. Meselâ, اَوَلَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّاخَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَخَصِيمٌ مُبِينٌ 1 tâ sûrenin âhirine kadar... İşte, şu bahiste, haşirmeselesinde, Kur'ân-ı Hakîm, haşri ispat için yedi sekiz surette, muhtelif bir tarzda ispat ediyor.
Evvelâ neş'e-i ûlâyı nazara verir, der ki: Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş'etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki neş'e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz? O onun misli, belki daha ehvenidir.
Hem Cenâb-ı Hak insana karşı ettiği ihsânât-ı azîmeyi اَلَّذِي جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا 2 kelimesiyle işaret edip der: Size böyle nimet eden bir Zât sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.
Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib'âd ediyorsunuz.
Hem semâvât ve arzı halk eden, semâvât ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhudeyapar mı zannedersiniz?
Der: Haşirde sizi ihyâ edecek Zât öyle bir zâttır ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir; emr-i كُنْ فَيَكُونُ 3'a karşı kemâl-i inkıyadla serfurû eder.


Dipnot-1
"Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarattık da, sonra o Bize ap açık bir düşman kesiliverdi." Yâsin Sûresi, 36:77.
Dipnot-2
"Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır." Yâsin Sûresi, 36:80.
Dipnot-3
"(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece 'Ol' demektir; o da oluverir." Yâsin Sûresi, 36:82
Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvânâtı icadetmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ 1 deyip kudretine karşı tâcizle meydan okunmaz.
Sonra, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ 2 tabiriyle, herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitabın sahifeleri gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir.
Madem böyledir. Bütün delâilin neticesi olarak وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 3 yani, kabirden sizi ihyâ edip, haşre getirip huzur-u kibriyâsında hesabınızı görecektir.
İşte, şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyyâ etti, kalbi de hazır etti. Çünkü nezâirini dünyevî ef'âl ile de gösterdi.
Hem kâh oluyor ki, ef'âl-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevînezâirlerini ihsas etsin, tâ istib'âd ve inkâra meydan kalmasın.
Meselâ اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 4 ilâ ahir, ve اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ 5 ilâ ahir, ve اِذَا السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ 6 ilâ ahir.
İşte, şu sûrelerde, kıyamet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufât-ı rububiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz.


Dipnot-1
"Çürümüş kemikleri kim diriltir?" Yâsin Sûresi, 36:78.
Dipnot-2
"Herşeyin hüküm ve tasarrufu elinde olan Zât, her türlü kusur ve noksandan münezzehtir." Yâsin Sûresi, 36:83.
Dipnot-3
"Siz de Ona döndürüleceksiniz." Yâsin Sûresi, 36:83.
Dipnot-4
"Güneş dürülüp toplandığında." Tekvir Sûresi, 81:1.
Dipnot-5
"Gök yarıldığında." İnfitar Sûresi, 82:1.
Dipnot-6
"Gök yarıldığında." İnşikak Sûresi, 84:1
Meselâ اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ 1 kelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele, kendi kendine çok acaip olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünkü, her meyvedar ağacın ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmişse ubûdiyetleri var. İşte, onun, bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umumçekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih bir surette, analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a'mâlini neşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakîmânehafîzânemüdebbirânemürebbiyânelâtifâne şu işi yapan Odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ
Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz: İşte, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 2 şu kelâm, tekvir lâfzıyla, yani "sarmak ve toplamak" mânâsıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi ima eder.
Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esir ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.
İkinci: Veya, ziya metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura


Dipnot-1
"Defterler açıldığında." Tekvir Sûresi, 81:10.
Dipnot-2
"Güneş dürülüp toplandığında." Tekvir Sûresi, 81:1
metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar, kâh olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker; metâını ve muamelât defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyayı emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, "Haydi, yerde işin kalmadı," der. "Cehenneme git, sana ibadet edip senin gibi bir memur-u musahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri yak" der, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 1 fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.


Dipnot-1
"Güneş dürülüp toplandığında." Tekvir Sûresi, 81:1
Zeylin Beşinci Parçası1
Evet, nass-ı hadisle, nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın2 icmâ ve tevatürle, kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakînistinadenmüttefikan âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinat Hâlıkının kat'î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi; onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile, ilmelyakîn suretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kâinatın Sâni-i Hakîminin bütün esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekàyı bilbedâhe iktiza ettiklerinden, yine âhiretin vücuduna delâletiyle; ve her sene, baharda, rû-yi zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i كُنْ فَيَكُونُ 3 ile ihyâ edip ba'sü ba'delmevt'e mazhareden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebâtat taifelerinden ve hayvânat milletlerinden üç yüz bin nevileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesapsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemâl-i şefkatle gayet harika bir tarzda iâşe ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez envâ-ı ziynet ve mehâsini gösteren bir rahmet-i bâkiye


Dipnot-1
Bu kısım, aynı zamanda Yirmi Altıncı Lem'a'nın Beşinci Ricâsının haşirle ilgili bir parçasıdır.
Dipnot-2
bk. Müsned, 5:266; Veliyyüddin Tebrizî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, 3:122; İbnü'l-Kayyım el-Cevzî, Zâdü'l-Meâd, (Tahkik: el-Arnavud), 1:43-44.
Dipnot-3
"(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece 'Ol' demektir; o da oluverir." Yâsin Sûresi, 36:82
ve bir inâyet-i daime bilbedâhe âhiretin vücudunu istilzam ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın en sevdiği masnuu ve kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan insandaki şedit, sarsılmaz, daimi olan aşk-ı bekà ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyetbilbedâhe işaret ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadetbulunduğunu o derece kat'î bir surette ispat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedâhe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler. HAŞİYE-1
Madem Kur'ân-ı Hakîmin bize verdiği en mühim bir ders, iman-ı bil'âhirettir; ve o iman da bu derece kuvvetlidir; ve o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık birtek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar "Elhamdü lillâhi alâ kemâli'l-îmân" deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.


Haşiye-1
Evet, sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkül olduğu bu temsilden görünür. Şöyle ki: Biri dese, "Meyveleri süt konserveleri olan gayet harika bir bahçe küre-i arz üzerinde vardır"; diğeri dese, "Yoktur." ispat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle, kolayca dâvâsını ispat eder. İnkâr eden adam, nefyini ispat etmek için bütün küre-i arzı görmek ve göstermekle dâvâsını ispat edebilir. Aynen öyle de, Cenneti ihbar edenler, yüz binler tereşşuhâtını, meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat'-ı nazar, iki şahid-i sadıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı, hadsiz ebedî zamanı temâşâ etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını ispat edebilir, ademini gösterebilir. İşte, ey ihtiyar kardeşler, iman-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız.