5 Haziran 2016 Pazar

Ahmed Eflaki Ariflerin Menkıbeleri


( 115) Y i n e n a k l e d i 1 m i ş t i r k i : Sultan Veled
hazretleri (Allah onun zikrini yüceltsin) buyurdu ki: Babam
bir gün beni yanına çağırdı; yüzümü ve başımı öptü.
Bana sonsuz inayetlerde bulundu. Ondan sonra: "Bahaeddin,
Allah'yı sana göstermemi ister misin?" dedi. Ben de: "Büyük
bir lutuf olur," dedim. Bunun üzerine o: "On günde görürsün,
yalnız şu şartla ki, yirmi dört saatlik gece ve gündüzü taksim
edeceksin, yirmi iki rasat saatinde yemek, uyku gibi dünya
işleri ile meşgul olacaksın. Geri kalan iki saatte de büyük bir
ciddiyet ve huzurla Allahnın hizmetinde bulunacaksın. Yine
"öylece birkaç günden sonra yirmi saat kendi işinle uğraşacak,
dört saat de tekrar Allah hizmetiyle meşgul olacaksın.
Nihayet o dereceye gelecek ki, tam yirmi saat Allah'ya ibadet
için ayakta duracak, dört saat de dünya, dostlar ve onların 
işleriyle meşgul olacaksın. Bu hali o dereceye ulaştıracaksın
ki, her anın ve bütün vakitlerin Allah'ya harcanmış olacak,
bu dünyanın ilgileri tamamiyle kesilecek ve hiç bir şey kalmayacak.
Ondan sonra ne kadar istersen ve edebilirsen Allah'yı
gör ve sevgili ile aşk oyunları oyna. Artık ona ne söylersen
ve ondan ne ararsan sana müyesser olur," buyurdu. Babamın
ruhuna yemin ederim ki, ben de babamın byurmuş
olduğu gibi yaptım, işaret ve irşat ettiği gibi oldum. Şöyle ki,
Yüce Allah, Musay-ı Kelim'e: "Ya Musa! Bana, benim istediğim
gibi ol ki, ben de sana, senin istediğin gibi olayım,"
buyurmuştur.
Şiir:
"Dün aşk, bana, ben tamamiyle nazım; ben naz
ettiğim an, sen de tamamiyle niyaz ol, dedi."
"Sen nazı bırakınca tamamiyle niyaz olursun,
ben de kendimi senin için tamamiyle niyaz yaparım.''
(116) Hikaye: Arkadaşların ileri gelenleri (Allah onların
kadrini yüceltsin) şöyle rivayet ettiler ki: Bir gün Mevlana
hazretleri hakikilerin hakikiliğini (kakikati) ve gizli sırları
açıklamada coşmuştu. Tam o sırada: "Yüce Allah'nın Rum
halki hakkında büyük inayeti vardır ve Sıddık-ı Ekber'in duasiyle
de bu halk bütün ümmetin en merhamete layık olanıdır.
En iyi ülke de Rum ülkesidir. Fakat bu diyarın insanları,
Mülk sahibinin (Allah'nın) aşk aleminden ve deruni zevkten,
çok habersizdirler. Müsebbib-ül-Esbab (Allah) (şanı aziz
olsun ve saltanatı yücelsin) hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik
aleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden
Rum vilayetine çekip getirdi; haleflerimize de bu temiz toprakta
konacak yer verdi ki, ledüni iksirimizden onların bakır
gibi olan vücutlarına saçalım da onlar tamamiyle kimya, irfan
aleminin mahremi ve dünya ariflerinin hemdemi olsunlar."
buyurdu. Nitekim demiştir:
Şiir:
"Beni Horasan'dan çekip Yunanlılar içine getirdin
ki onlarla haşır neşir olup hoş bir mezhep
vücuda getireyim." 
Onların hiç bir suretle doğru yola meyletmediklerini ve
ilahi sırlardan mahrum kaldıklarını görünce, insanların tabiatına
muvafık düşen şiir ve sema yolu ile o manaları onlara layık
gördük; çünkü, Rum halkı, zevk ehli ve şirin sözlüdür.
Mesela bir çocuk hasta olur ve tabibin verdiği ilaçtan nefret
edip mutlaka şerbet isterse, hazık doktor ilacı bir şerbet testisine
koymak suretiyle çocuğa verir. Çocuk onu şerbet zanniyle
seve seve içer, dertlerinden kurtulur, sıhhat bulur ve
onun bozulmuş olan mizacı düzelir.
Şiir:
"Onulmaz hastalık için koşun buraya! Bizim ilacımız
hastaya birebirdir.
"Biz Allah'mn tabipleri ve talebesiyiz. Kızıldeniz
bizi gördü, ikiye ayrıldı." (K., LXIII, 26)
"Biz, kimseden ücret istemeyiz. Bizim el ücretimiz
Allah tarafından fazlasiyle gelir."
(117) Hikaye : Nakledilmiştir ki: Sünnetleri ve
farzları kendinde toplayan (onları yerine getirmekte, kusur etmeyen)
yeryüzünde Allah'nın velisi olan müderrislerin sultanı
Şemseddin-i Mardini hazretleri (Allah'nın rahmeti onun üzerine
olsun) zamanın Şureyhi ve ikinci Numanı idi. Dini muhafazada
onun bir ikincisi yoktu; fakat Sema'ı ve şeyhlerin kerametlerini
son derecede inkar ederdi. Allah velilerinin aleminden
biraz haheri ve nasibi olan fakihlerden bir cemaat bir gün
onun huzurunda Mevlana'nın menkıbelerini zikrettiler ve;
"Mevlana hazretleri düşünmeksizin, kitapları mütalaa etmeksizin
sema halinde fetva veriyor, filozofların nefislerini öyle
teshir ediyor ve. akıllı insanların aklını öyle durduruyor ki, bu
ululardan hiç biri onun yanında bir şey söyleyip nefes alamı?
yor; mantık alimlerinin söz söyleme kemerleri onun huzurunda
bağlı kalıyor," diyerek onun beğenilen huylarını sayı­
yorlardı. Şeyh Şemseddin bu fakihlere: "Bu bozuk hayallerden
vazgeçmek ve daima dini ilimlerle meşgul olmak lazımdır,"
diye cevap vererek onları susturdu. Umuma verdiği bu
dersi bitirdikten sonra kalkıp birkaç rekat namaz kıldı ve
(uyanınca) tekrar özel dersiyle meşgul olınak üzere biraz ba-
şını yere koyup uykuya daldıkta, elçilerin ve peygamberlerin
sultanı Allah'nın elçisi Muhammed sav'i (Allah'nın selat ve selamı
üzerine olsun) rüyasında gördü: Peygamber Celaleddin-i Karatayl'nin
(Allah rahmet etsin) medresesinde sofanın başköşesinde oturmuştu. Bütün ulu arkadaşları (sahabe) da orada bulunuyordu. Peygamberin önüne bir tabak konulmuştu. O
anda Mevlana Şemseddin ilerler ve tam bir edeple peygambere,
(Allah'nm selamı onun üzerine olsun) selam verir. Mustafa
hazretleri: "Aleyke's-selam vel-ikram ( = Selam ve ikram senin
üzerine olsun)" diye cevap verir. Şemseddin, tabağa par­
ça parça pişmiş etlerin konulmuş olduğunu görür. Peygamber,
onu yanına çağırıp o etlerden bir parça verir. O: "Ey Allah'nın
elçisi! Etlerin en iyi ve lezzetlisi hangisidir?" diye peygamberden
sorar. Peygamber: "Etlerin en iyisi kemiğe yapı­
şık olanıdır," buyurur. Şemseddin birdenbire uyanır. Peygamber
hazretlerini rüyasında gördüğünden ve peygamberin mü­
barek eli ile kendisine bir nasip verildiği için duyduğu sevinçten
ötürü kabına sığmaz, abdestini yenileyerek medresenin
hücresinden sofaya çıkar ve orada rüyasında hazreti Peygamberi
gördüğü yerde Mevlana hazretlerinin oturduğunu
görünce: "Bu, ne haldir?" diye şaşakalır. Edeple selam verir.
Mevlana hazretleri ikram buyurup selamının karşılığı olarak
ayağa kalkar, Şemseddin, Mevlananın elini öptükten sonra
karşısına otuıur. Hatırından: "Acaba gördüğüm bu rüyayı
Mevlana hazretlerine söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi? diye
(bir şeyler) geçirir. Fakat sonra: "Bu soruyu ondan sorayım,
bakalım ne cevap verecek," diye düşünür. Şemseddin bu suali
sormadan Mevlana hazretleri, Muhammed sav Emin hazretlerinin
kendisine söylediği gibi: "Etlerin en iyisi kemiğe yapışık olanıdır,"
cevabını verir. Bunun üzerine Şemseddin, kendinden
geçer, Mevlana da oradan kaybolur. Şemseddin kendine geldi­
ği vakit Mevlana'nın kaybolduğunu görür. Fakat bu olayı gizleyip
kimseye söylemezse de bu olay, onun içinde büyük bir
korku (heybet) yaratır ve tesir bırakır.
( 1 1 8) Y i n e bir gün Mevlana Efsaheddin Muid, bir
rüya görüp Mevlana'ya olan inkarından ötürü tövbe eder.
Kapı dibinde başını açıp pay-ı maçanda durur. Mevlana makas sürüp irade buyurmadıkça Şemseddin oturmaz. O gun kırka yakın danişment ve talebesi hocalarına uyarak fukara
sırasına girip Mevlevi kıyafetine bürünerek mürit oldular.
( 1 19) Y i n e arkadaşların alimlerinden n ak 1 e d i 1 -
m i ş t i r k i : Mevlana son zamanlarda sema'a başladığı
vakit, Şemseddin-i Mardini küçük bir defi başı üzerine kor
ve: "Vallahi, billahi bu tesbih ediyor. Her kim bu sema haramdır
derse o kimse haramzadedir," derdi. "Hiç bir şey yoktur
ki, Allah'yı tesbih etmesin" (K., XVII, 44) muktezasınca
bu da tesbih ediyor. Tıpkı 'Ey dağlar benimle beraber tesbih
ediniz' (K., XXXIV, 1 O) ayetindeki Davud'Ja beraber
tesbih eden dağlar gibi,'' buyurdu. Bu olay müderrislerin üstadı
Zeyneddin-i Razi'den (Allah'nın rahmeti onun üzerine olsun)
nakledilmiştir. O da Şemseddin-i Mardini'den dinlemiş­
ti. Zeyneddin-i Razi, zamanında Rum alimlerinin ileri gelenlerindendi.
(120) Yine Mevlana Şemseddin-i Mardini hazretlerinden
n a k J e d i 1 m i ş t i f k i : Şemseddin-i Mardin!
bir gün (gusül için) hamama gitmek ihtiyacını duydu. Sabahleyin
kalktı, hamama gitmek üzere yola çıktı. Yol da birdenbire
Mevlana hazretleriyle karsıla<>tı. Son derecede utandığından
geri dönmek ve gizlenmek istedi. Mevlana: "Niçin kaçı­
yorsun, neden böyle yapıyorsun, beni görmek istememene
engel nedir?" diye bağırdı. O da: "Mevlana hazretlerinden
utandım, ne yapacağımı şaşırdım. Bu cünüp halinde temiz yü­
zünüze bakmak istemedim," dedi. Mevlana da: "Bu, görünüş-
te güzel bir hareket ve büyük bir terbiye eseridir. Fakat bizi
böyle bir hal.de görmek lazımdır. Çünkü, Allah velilerinin inayet
nazarları hamam suyundan aşağı kalmaz. Kur'andaki
'biz semadan bereketli suyu indirdik' (K., L, 9) ayetindeki sudan
maksat, velilerin ruhlarıdır.
Şiir:
"Bu sudan maksat velilerin canıdır. Çünkü o
velilerin canı, sizdeki pisliklerin en iyi yıkayıcısıdır."
Allah velileri iç pisliklerini yıkamağa muktedir olduktan
sonra dış pislikleri ne yapmazlar. Nitekim demiştir:
Şiir:
"Pislik, bizim ırmaklarımızda (kaybolup) berrak
su haline gelir. Ayranımıza düşen sinek de
doğan ve anka olur."
buyurdu.
(121) Yine Allah'nın hür erlerinin sırlarının katibi
ve Ledüni ilimlerde bir deniz gibi olan şeyh Bahaeddin-i Bahri
(Allah rahmet etsin) şöyle r i v ay e t e t ti k i : Bir gün
Çelebi Hüsameddin'in (Allah ondan razı olsun) bağında bü­
yük bir sema vardı. Bu sema, yedi gün, yedi gece sürdü. Sema
bittikten sonra arkadaşlar dağıldılar, her biri bir köşeye
çekildi. Nasılsa o gece bana ihtilam vakı oldu. Tanyeri ağarmadan
kalktım, ırmağın kenarına gidip gusletmek ve sabah
namazına hazır olmak istedim. Yolda birdenbire Mevlana'ya
rasladım, bana doğru geliyordu. İster istemez baş koydum.
Mevlana: "Mukbil çeşmesinin suyu sıcaktır. Gusl için oraya
git ve mümkün mertebe çabuk dönüp gel," buyurdu ve hemen
kayboldu.
(122) Hikaye : Ariflerin sultanı Çelebi Arif (Allah
onun aziz olan sırrını kutlasın) şöyle rivayet etti ki: Bir gün
babam Sultan Veled hikaye etti ki: Şeyhim Mevlana Şemseddin-i
Tebrizi'nin (Allah onun zikrini yüceltsin) kör halkın gözünden saklandığı ve latif suretinin yüksek manası gibi kaybolduğu ve gönülleri bir olan dostlar arasına bir fetret düştüğü
vakit. Mevlana, bu korkunç fitnenin ateşini bastırmak için 
bir kısım arkadaşları ve yakınlarını alarak Şam'a hareket etti.
Şam hududuna geldiğimiz zaman birdenbire üç yüze yakın
harami'den teşekkül etmiş baştan aşağı silahlı ve yağmaya hazır
bir ordunun kervanımıza doğru gelmekte olduğu görüldü.
Bütün kervan yolcuları ne yapacaklarını şaşırdılar. Babam hemen
malum namazına başladı. Ben yanına gidip yalvardım.
Babam: "Bahaeddin! sakın gam yeme, zira kumandan bizimle
beraberdir," dedi. Kervanın etrafına, Hud peygamberin o müthiş
kasırganın ümmetini berhava etmemes? için çevirdiği daire
gibi bir daire çizdi. Bu harami ordusu kervanımıza karşı
geldiği vakit, ne kadar çalıştılarsa atları bir adım ileri atmadı.
Haramiler, bu hal karşısında şaşakaldılar. Onlardan biri
atından inerek bize doğru geldi. Yüksek sesle selam verdikten
sonra: "Siz nasıl bir kavimsiniz, nereden geliyorsunuz? Bu
ne haldir ki, arap atlarımız sizin tarafınıza doğru yürümüyor
ve bir adım ilerlemiyor. Mısır kılıçlarımız kınlarından çıkmı­
yor. Yoksa aranızda cadılar mı var'?" diye sordu. Kervan halkı:
"Haşa, erler arasına cadılar giremez; fakat şunu biliniz ve
haberdar olunuz ki, Belhli Bahaedd n'in o?lu Mevlana Celaleddin-i
Rumi, ile oğulları ve torunları bizim aramızda bulunuyor.
Sizi bağlayan onun velayetinin heybetidir," dedi.
Şiir:
"Necip ve asil bir keklikte bir doğan heybeti
vardır. Eşek arısının bu heybetten nasibi yoktur."
Bunun üzerine bunların hepsi hazan yapraklan gibi atlarından
indiler, yerlere döküldüler. Sürüne sürüne yanımıza
gelerek başlarını açıp tam bir samimiyetle mürit oldular ve
bu günahlarından ötürü tövbeler ettiler. Müritlere birçok gö­
rülmemiş hediyeler verdiler. Bizimle beraber Halep şehrine
kadar gelerek kılavuzluk ettiler. Sonra izin alarak kendi yerlerine
göçüp gittiler. İşte Allah'nın yardım ettiği ve desteklediği
bir kimse nihayetine kadar dünyanın belalarından ve afetlerinden
emin olur. Nitekim buyumıuştur:
Şiir:
"Allah bir kimsenin muhafazı olursa, kuşlar
ve balıklar da onun muhafazı olur." 
(123) Hikaye: Yine makbul dostlarından şöyle nakledilmiştir
ki: Salihlerin kendisiyle iftihar ettiği Hacı Mübarek
Hayderi (Allah ona rzhmet etsin), Kutbeddin Haydar'ın itibarlı
halifelerinden ve Hüdavendigar hazretlerinin (Allah
onun sırrını kutlasın) muhiplerindendi. Onu Taceddin Vezir'in
(Allah rahmet etsin) Dar-uz-Zakirin adı verilen medresesine
şeyh tayin ediyorlardı. Büyük bir posta oturtma töreni yapılıyordu. Bütün alimler, fakirler, emirler, ileri gelenler ve ahiler orada bulunuyorlardı. O günü Mevlana hazretleri
çok büyük bir heyecan içinde tamamiyJe sema'a dalmıştı.
Sema'nın güzelliğinden yüce göğün bile dönerek
deve gibi raksederek altüst olmasından korkuluyordu. İşte o
halin şevkınden o, hala dönmededir. Nitekim Mevlana k.:­
retleri buyurmuştur:
Şiir:
"Ey, başımızın üstünde dönen gök? Güneşe aşık
olmada benimle bir tarikattensin."
Meğer zanlar ilmi fenlerinde (funun-i ilm-i zunun) çok
nasibi olup velilerin hallerinden nasibi olmayan Seyyid Şerefeddin
bir köşeye çekilmiş birkaç vesveseci ile müritleri kötü­
lemekle meşguldü. Birdenbire Mevlana hazretleri ona: "Ey
kahpenin kardeşi! Allah'nın kelamında (Kur'anda,) 'Biriniz
ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi?' (K., XLIX, 1 2) ayetini
okumadın mı?" diye bağırdı. Bütün ulular: "Mevlana hazretleri
ne buyurdu," diye şaşakaldılar. Seyyid Şerefeddin:
"Haşa! Mevlana'nın bu düşüncesi hayaldir," derneğe başladı.
Mevlana: "Sus, her türlü hayal sizin tarafınızdadır. Bizim
tarafımızda hakikatlerin ruhundan başka bir şey yoktur. Allah
erlerinin hakikatlerinin heybeti yanında kalpleri donmuş
olanların hayali ne iştir ki baş kaldırır?" buyurdu. Şeyh Sadreddin
ve Pervane hemen kurt tabiatli, Seyyid'i susturdular
ve tam bir hiddetle: "Sus! Zira Mevlana'nın sözünün üzerine
söz yoktur. Doğru söz, onların buyurduklarıdır." dediler. Bunun
üzerine Seyyid Şerefeddin dostların ve ayaktakımının (runudun)
elinden kaçtı, aylarca evinden dışarı çıkmadı, nihayet
kör ve fakir oldu.
  (124) Yine Şeyh Mahmud Sahibkıran (Allah rahmet
etsin) şöyle rivayet etti ki: Bir gece Mevlana hazretlerinin hizmetinde
idim. Şiddetli bir soğuk vardı. Mevlana, arkadaşlara
Baha Veled hazretlerinin sözlerinden manalar saçıyordu, arkadaşlar
da yazıyorlardı. Ben de yazılan kağıtları gece yarısı­
na kadar tandırda kuruttum. Ondan sonra Mevlana kalktı, hamam
tarafına gitti, hamamın hazinesine girip orada oturdu.
üç gün, üç gece dostlar cemaat cemaat buraya girıp çıktılar. üçüncü
gün dışarı çıkıp: "Dostlar biraz uyusunlar," diye buyurdu.
Arkadaşlar, uyumak üzere başlarını yere koyunca kalktı, yavaş
yavaş bir halvete girip namazla meşgul oldu. Sık sık: "Allah!
Allah!" dediğini işitiyordum. öyle söylüyordu ki, hamamın
tavanını titretiyordu. Sabaha kadar her hücreye girip namaz
kılıyordu. Tanyeri adamakıllı ağarınca ve güneş Cemşidi felek
atına binince: "Medreseye kadar gidelim," buyurdular.
Medreseye ulaştığımız vakit, tekrar tam yedi gün süren bir
sema'a başladılar.
( 125) Yine Müderrisin oğlu Çelebi Şemseddin (Allah
rahmet etsin) rivayet etti ki: Bir gün Konya şehrinde korkunç
bir vaka olmuştu. Bütün Konya halkı, Muinüddin Pervane'ye
bir inayetname yazması, şefaatte bulunması için Mevlananın
evine geldiler. Sultan Veled'i şefaatçi yaptılar. Sultan
Veled, durumu Mevlana hazretlerine arz etti. Mevlana
hazretleri af ve şefaat edilmeleri hususunda yazılan bir mektubu
Muinüddin Pervane'ye gönderdi. Pervane hazretleri mektubu
öpüp okuyunca: "Bu işin Veled'le yüz türlü alakası vardır,
o da hazır bulunsun," dedi. Mevlana, Pervane'nin pusulasına
cevabında: "Bu işin yüz cephesi varsa da dervişlerin bundan
maksadı onun yalnız bir cepheli olmasıdır," diye yazılmasını
buyurdu. Pervane pusulayı gözlerine sürüp şehrin halkını kurtardı.
Konya halkı, bu olaydan, bu gaileden kurtulmaları için
on bin dinar vermeğe razı idiler. Halbuki Mevlana hazretleri,
bir mübarek mektupla halkı bir beladan kurtardı. Kim bilir
ahirette de nder yapacak?
(126) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Mevlana
hazretlerinin muhiblerinden bir amil, devir teslimden çok zarar
etmiş, iki üç bin dinara yakın borçlanmıştı, onu ödemeğc 
takatı da yoktu. Kalktı, çoluğu çocuğu ile birlikte Mevlana
hazretlerine gelip mübarek ayağına düşüp, Allah rızası için
bu hususta Pervane'ye bir şefaat ve inayetname yazmasını rica
etti. Bu suretle, belki de bu borçtan bir şey indirirdi. Mevlana,
derhal bir pusula gönderip şefaatte bulundu. Pervane
der ki, bu işin divanla alakası vardır. Mevlana ona cevap olarak:
"Haşa! haşa! Devler Süleyman'ın hükmündedirler. Süleyman devlerin hükmünde değildir," diye yazılmasını emretti.Pervane'nin adı Süleymandı. Pervane çok sevinip bu cevaptan
haz duydu ve pusulayı öptü, amilin borcunu da indirdi.
Kendi hassesinden divana cevap verdi. Mevlana hazretleri
hemen dualar edip:  Muinüddin Pervane'nin alnında
Süleyman'a ait bir nur vardır ki, eğer bu nur isterse, doğu ve
batı ülkesini kaplar," buyurdu. Bunun üzerine: "Acaba o nur,
ne nurdu?" diye sordular. Mevlana: "O nur, bizim aşkımızın
nurudur," buyurdu. Dostlar bunu Pervane'nin kulağına ulaş­
tırdılar. Pervane yerlere kapanıp Allah'ya şükürler etti ve anlatılmayacak
derecede hediyeler gönderdi.
(127) Yine Müderrisin oğlu Şemseddin (Allah'nın
rahmeti üzerine olsun) r i v a y e t e t t i k i : Emir Celaleddin
Karatay! (Allah'nın rahmeti üzerine olsun) veli tabiatlı,
temiz tabiatli ve hayırları, sadakaları herkese ulaş­
mış bir adamdı. Mevlana onu çok ağırlar, daima taltif ederdi.
Celaleddin Karatayi'nin vefatından sonra bir gün Mevlana
onun medresesinin önünden geçiyordu. Bir müddet orada durdu.
Sonra yanındakilere: "Bizim merhum dostumuz Ceıaieddin
Karatay!, ben dostların huzurunun delisi olmuşum. Mevlana'nın
mübarek nefesiyle bir an dinlenmek istiyorum, diye
bağırıyor," dedi. Bütün dostları ile Karatayi'nin türbesine gidip
bir müdd<!t oturdular. Hafızlar Kur'an, dostlar gazeller ve
Mesnevi okudular. (Böylece) Mevlana sonsuz bir merhamet
gösterip türbeden çıktılar.
( 128) y i ne Çelebi Şemseddin hikaye etti ki:
Bir gün Mevlana bütün arkadaşlarla birlikte şeyh Sadreddin'
in zaviyesine gidiyordu. Zaviyeye yaklaştıkları vakit, hizmetçi kapıdan çıkarak "Şeyh zaviyede yoktur," dedi. Mevlana kızarak: "Sus, bir şey sorulmadan cevap verme. Şeyhinden 
bu kadar şeyi de öğrenmedin mi?" buyurdu. Sonra oradan ge­
çip o civarda bulunan bir medreseye girdiler. Mevlana orada
o kadar ilahi ilimler saçtı ki, anlatılamaz. Sonra bir müddet
kulaklarını medresenin duvarına koyup başını salladı ve:
"Arkadaşlara buraya niçin geldiğimiz malum mudur? Bizim
buraya gelmekteki asıl maksadımız şu idi: bu biçare yer "hal"
dili ile Allah'ya: "Ne zamana kadar böyle içinde öz bulunmayan
boş bir kabuk gibi kalacağım," deyip şikayette bulunuyordu.
(İşte) Allah'nın ilhamı ile biz buraya indik, onu bir
müddet mananın latif özü ile özlendirdik ve dostlarımızın mübarek kademiyle onu şereflendirdik," buyurdu.
· Yine buyurdular ki: İmam Muhammed Gazzali (Allah'
nın rahmeti onun üzerine olsun) bu dünyada ilim deryasını
altüst etmiş, ilim bayrağını açıp bütün dünyanın kendisine
uyduğu bir kimse ve bütün insanların bilgini olmuştur. Eğer
onda Ahmed Gazzali gibi aşktan bir zerre olsaydı, daha iyi
olurdu ve Muhammed sav'in yakınlık sırrını Ahmed gibi bilirdi.
Çünkü dünyada aşk gibi bir üstat, bir mürşit ve (insanı doğ­
ru yola) ulaştıran bir kimse yoktur," buyurdu.
Şiir:
"Aşkı seç, aşkı ki sen de seçilmiş bir insan olasın.
Sana en sağlam fikri aşk verir."
(129) Yine na k 1 e d ilmiştir ki: Mevlana
bir gün zamanın allamesi olan Sıraceddin-i Tatari'nin hücresine
giderek orada manalarla meşgul oldu. Buyurdu ki:
"İlahi hakim Hoca Senai ve Feridüddin-i Attar (Allah ikisinin
de sırrını kutlasın) hazretleri, dinin ulularından oldukları
halde çok defa ayrılıktan dem vurdular. Biz ise hep vuslattan
bahsettik," ve yine buyurdu ki: "İmam Ebu Hanife, İmam
Muttalibi ve diğer imamlar (Allah onlardan razı olsun) toprak
dünyasının mimari idiler. Kim tam bir ihlasla bunların
tarikatine girdi, bu azizlerin peşine takıldı ise kötü insanların
ve din yolu eşkiyasının şerrinden emin olup kurtuldu.
Fakat Cüneyd, Zünnun, Ebu yezid, Şakik, Edhem, Mansur
ve bunlar gibi veliler, su kuşu ve manalar ummanının yüzü­
cüleriydiler. Kim bunlara uyar ise, hilekar nefsin hilelerinden
kurtulur ve kudret denizinin cevherlerini bulur." 
( l 3O) Yine meani ilminden büyük bir nasibi olan
Bahaaddin-i Bahri rivayet etti ki : Bir gün Mevlana
hazretleri: "Attar'ın sözü ile meşgul olan, Hakim Senai'nin
sözlerinden istifade eder ve onun sözlerinin sırlarını anlar.
Senayi'nin sözlerini tam bir ciddiyetle mütalaa eden, bizim
sözlerimizin nurunun sırrına vakıf olur," buyurdu.
(131) Y i n e adı geçrn r i v a y e t e t t i k i : Bir
gün Mevlana hazretleri (Allah'nın selamları üzerine olsun)
medresede oturmuştu. Birdenbire zamanın Hakani'si olan
Emir Bahaeddin-i Kaani'i büyüklerden mürekkep bir
cemaatle birlikte Hudavendigar'ı ziyarete geldi. Birçok
sözlerden, sualler ve cevaplardan sonra Kaani'i: "Ben Senai'yi
hiç sevmiyorum, çünkü Müslüman değildi." Mevlana:
"Müslüman değildi ne demek?" buyurdu. Kaani'i "Çünkü o,
Kur'an-ı Mecidi'n ayetlerini kendi şiirleri arasına sokmuş ve
onlardan kafiyeler düzmüştür," diye cevap verdi. Mevlana
hazretleri fena halde kızıp Kaanii'yi şiddetle azarladı ve: "Sus!
Müslümanlık ne demek? Eğer Müslümanlık onun büyüklüğü­
nü görseydi, külahı başından düşerdi. O Müslüman değil de
sen ve senin gibi binlercesi mi müslümandır? Onun müslü­
manlığı dünya ve ahirette kabul olunmuştur. O, Kur'an'ın sırlarını
açıklayan sözlerini o tarzda süslemiş ve söylemiştir ki,
'biz denizden aldık yine denize döktük' sözünü (onun hakkında
söylemek doğru olur). Sen bu hikmeti bilmezsin, okumamışsın
da. Çünkü Kaani'i'sin, amma zahirin kaani'i'sin.
Şiir:
"Abdalların öyle terimleri vardır ki, onlardan
sözlerin haberi yoktur. Bu hakikatler, bu ham
insanların onları anlamaktan mahrum olmaları
için noksan gözükürler.'
Velilerin sırlarından nasibiniz olmadığından ötürü onların
halini inkar etmeniz ve yok olmağa sürüklenmeniz gerekmez.
Fakat eğer sen onlar hakkında iyi bir itikat besler ve doğruluk gösterirsen, kıyamet gününde sana bir günah gelmez.Belki onlar senin dayanağın ve şefkatli bir şefaatçin olurlar."
buyurdu. Bunun üzerine Kaani'i, kalktı, başını açtı, yaptığı 
bu terbiyesizlikten ötürü tövbeler etti, istiğfarda bulundu ve
halis bir mürit oldu.
(1 32) Yine Allah'nın apaçık velisi Mesnevihan Sıraceddin, (Allah'nın rahmeti onun üzerine olsun) Çelebi Hüsameddin hazretlerinden (Allah onun sırrını kutlasın) şöyle
r i v a y e t e t t i k i : Bir gün Çelebi Hüsameddin müritlerinden
birine Şeriate muhalif işlerle uğraşmaması için yemin
verdiriyordu. Bir rahle üzerinde üstü örtülmüş olduğu halde
Hakim Senai'nin ilahiname'sini müridin önüne getirdiler. O
anda Mevlana hazretleri içeri girerek: "Bu ne ant içmedir?"
diye sordu. Çelebi: "Yemini bozmasından korktuğum
için ona Mushafla yemin verdirmedim. İlahiname'nin üzerini
kapadım, bunun üzerine ant içireceğim," buyurdu. 
(1 33) Yine Şihabeddin Guyende ve Osman-ı Kavval
(Allah her ikisine rahmet etsin) ikbal sahibi makbul kişilerden
idiler. Şöyle r i v ay et e t t i 1 er k i : Bir gün medresede
büyük bir sema vardı. Mevlana hazretleri hudutsuz heyecan
gösterip, sık sık guyendelerin sedirine geliyor, eğilerek
özürler diliyor, tekrar vecde dalıyor ve: "Sizin nazik bir aleminiz
vardır, bu kafidir," diyordu. Mevlana, bu tevazuu kime
gösteriyor ve bu özentisi kimedir diye müritlerin hayreti bir
iken bin oluyordu. Sema bitince Çelebi Hüsameddin hazretleri
baş koyup bu sırrı ondan sordu. Mevlana: "Hakim senai'nin
ruhaniyeti temessül ve tecessüd edip Osman'la Şihabeddin'in
yanına oturmuş def çalıp lütuflarda bulunuyordu.
Ben de, bizden memnun olsun diye sık sık onun tecessüm eden
ruhundan özürler diliyordum. Hakikatte bilmek lazımdır ki,
Allah velileri, gayb aleminden her kimi hatırlar ve isterlerse
hemen onun önünde bir şekle girip (temessül ederler) gözükürler.
Nasıl ki Ruh-ül-Kuds Meryem'de, Peygamber hazretlerinde
(Allah'nın selamı her ikisinin üzerine olsun) ve ruhi
suretler de kamil velilerin önünde temessül etti. Dervişler buna ruhanileşme (taravhun), temessül ve tecessüd derler," buyurdu.
( 134) Yine ilahi dost Hoca Nefiseddin-i Sivas!
(Allah'nın rahmeti onun üzerine olsun) r i v ay e t e t ti k i:
Bir gün Mevlana hazretleri hamama girmişti. Hamamın ortasında
bağdaş kurup oturmuş, manalar saçıyordu. Arkadaşlar
da heyecanlar gösteriyordu. Birdenbire ayağa kalktı ve: "Aramızda
Mevlevi kimdir?" diye üç defa bağırdı. Bütün dostlar,
susup hiç bir şey söylemediler. Ondan sonra: "Eğer bu hamama
bir yabancı girip hamamın soyunma yerinde arkadaşların
elbiselerini görürse, derhal Mevlana'nın dostlarının burada
olduğunu anlar. Şimdi elbise ve sarıklarınız, sizin muarifiniz
(tarif eden, yani sizin Mevlevi olduğunuzu gösteren) oluyor
da siz niçin ruhlar ve elbiselerin muarrifi olmuyorsunuz? Nı­
tekim dostların dışı bunlarla süslenmiştir. Sizin içlerinizin de
ilahi marifet ve hakikatlerle süslenmiş olması lazımdır. Çünkü:
'Allah sizin suret ve işlerinize bakmaz, belki kalb ve
niyetlerinize bakar' (Bu itibarla) her bakımdan manevi bir
mevlevi olunuz," buyurdu.
( 1 35) Hoca Nefiseddin rivayet etti ki: Bir gün
medresede büyük bir sema vardı. Birdenbire Mevlana hazretleri
çabuk çabuk benim tarafıma gelip sıkıca yakamı tuttu.
Ben bu heybet karşısında kendimden geçtim. Ondan sonra:
"Birisi senden Mevlana ferecisinin yenini niçin sıvıyor derse
ne diyeceksin?" diye sordu. Ben de: "Hudavendigar ne buyurursa
onu söylerim," dedim. Bunun üzerine buyurdu ki: "Bü­
tün kainat ulu ve büyük bir hanakah gibidir. O hanakahta hakiki
şeyh Allah hazretleridir. Bütün peygamberler, veliler ve
ümmetin hasları da orada misafir sofiler gibidirler. Yabancı
bir sofi bu hfınakaha inip hizmetçinin kim olduğunu bilmeyince
yenini sığamış olan kimseye bakar, bundan hilnakahın
hizmetçisinin o kimse olduğunu istidlal eder ve tasavvuf erbabının
sair erkan ve adabını ondan öğrenir. Ondan sonra temiz
sofiler, vefa yoluna girenlerle mahrem ve hemdem olmağa,
orada kalmağa ve doğruluk göstermeğe muktedir olur. Yoksa
hemen o anda onu hilnakahtan dışarı atarlar. Şimdi
bu dünya hanakahında, Ademin yer değiştirmesinden ve o 
anın feyzinden beri Allahnın hizmetçisi biziz; 'Hizmetçi Allahın sevgilisidir,' sözü genel bir kaidedir. Akıllıya bir işaret,kafidir. Bu hizmet etmek nasibi Allah'nın elçisinden bize
geçmiştir. Nitekim Allah'nın elçisi (Allah'nın selamı
onun üzerine olsun) 'Bir kavmin seyyidi o kavmin hizmetçisidir.'
Ne de mübarek bir hizmet ki, hizmetçi, hizmetçilik bereket
ve feyzinden bütün insanların en iyisi, en büyüğü ve bü­
tün dünyanın kendisine hizmet ettiği bir kimse oldu."
( 1 36) Y i n e bir aziz r i v a y e t e t t i k i : Bir
gün Mevlana hazretlerinin yanında birinden: "Falan, canım
ve gönlüm hizmettedir, diyor.'' diye bahsettiler. Mevlana:
"Sus, insanlar arasında söylenen bu yalan miras olarak kalmıştır.
O, erlerin hizmetinde olan öyle gönül ve canı nerede
buldu?" dedi ve mübarek yüzünü Çelebi Hüsameddin'e çevirerek
"Allah, Allah! Allah velileri ile diz dize oturmak lazımdır. Çünkü o yakınlığın büyük tesirleri vardır," buyurdu.Nitekim buyuimuştur:
Şiir:
"Her ne halde olursan ol, onun yanında olmağa
çalış, çünkü yakınlıktan sevgi doğar.
"Nasıl vücut, yarin .vücuduna temas ederse, onu
görmekle de senin ruhun onun ruhu ile birleşir"
"Ayrılığı niçin denemeye kalkıyorsun. Bir insan,zehiri nasıl denemeye kalkar.
"Sen temiz de olsan pis de, ondan uzak bulunma.
Çünkü temizlik, (cana) yakınlıktan
artar."
(13 7) Y i n e bir gün Alaeddin Siryanus, hazretleri
Mevlana hazretlerine: "Ahi Ahmed bugün bir toplantıda: Biz
de Mevlana'mn aşıklarındanız diyordu," diye anlatıyordu.
Mevlana: "Sus o nasıl ölü efendi aşıktır ki, maşuku onu tanı­
mıyor. Bunlar bize mahrem değillerse de, bizden mahrum da
değildirler."
Şiir:
"Allah, velileri yeryüzüne, alemlere rahmet olsun
için getirdi." 
( 1 38) Y ine n ak 1 e d i 1 mi ş tir ki : Mevlana
hazretleri aziz dostlara dönerek: "Şöhretimizin arttığı, insanJar)n
bizim ziyaretimize geldiği ve bize rağbet gösterdikleri
günden beri dünya afetinden rahat etmiyorum. Nitekim Mustafa
hazretleri ne de güzel buyurmuştur: 'Şöhret afettir, rahat
şöhretsizliktedir.' Fakat mademki emir böyledir, ne yapılabilir.
Çünkü: 'Halkıma benim sıfatlarımla çık. Seni gören beni
görmüş, sana kasteden bana kastetmiş, olur', denilmiştir," buyurdu.
Mevlana arkadaşlara daima şöhret afetinden sakınmalarını
emrediyor ve diyordu:
Şiir:
"Seni şöhretten kurtarmaları için kendini
inleyen bir hasta yap;
"Çünkü halk arasında meşhur olma sağlam
bir bağdır.(Allaha teveccühe mani) Bu bağ, Allah yolunda demir bir bağdan
daha aşağı değildir."
(139) Hikaye : Son derece fakir olan şeyh Sinaneddin-i
Akşehri (Allah'nın rahmeti onun üzerine oisun) hoş
sohbetli, kemal sahibi arkadaşlardan olup yüce yolun yolcusu
idi. Sultan Veled'den şöyle rivayet etti ki, Sultan Veled
(şöyle) buyurmuştur: "Babam, Ramazan ayında, bir evde inzivaya
çekilerek on güne yakın yüzünü kimseye göstermedi.
Bir gün Konya'nın alimleri, fakirleri, emirleri ve bütün insanlar
medreseye gelip hep birlikte: "Hudavendigar'ın ayrılığına dayanamıyoruz," diye kıyamet kopardılar ve çok ağlayıp sızladılar.
Şiir:
"Hikaye uzundur. Sen de bunu biliyorsun
Balığın çırpınmaları susuzluktandır."
Sultan Veled, buyurdu: "Kalktım, babamın halini gözetlemek
için hücrenin kapısına gittim. Yavaş yavaş yürüdüm, kapı
aralığından gizlice baktım. Babam, benden: "Bahaeddin dı­
şarıdaki cemaat nedir?" diye sordu. Ben de: "Bütün muhibler
ve aşıklar Hudavendigar'ın firakından yanıp yakılıyorlar,
" dedim. O da: "Hakları var, fakat üç gün daha mühlet 
versinler," dedi. Baş koydum ve dönüp arkadaşlara haber
verdim. Arkadaşlar sevinip sema'a başladılar. üç gün geçtikten
sonra sabahleyin geldim, kapının aralığından hücrenin içine
baktım. Hücrenin her tarafını Mevlana'nın mübarek vücudu ile dopdolu olduğunu gördüm. Hatta, yarıklara pamuk tıkadıkları gibi kapının aralığı da Mevlana ile tıkanmıştı. Bu
heybetli manzara karşısında bağırarak kendimden geçtim. İki
defa bu manzarayı gördüm. Son defasında tekrar baktım, onun
cisminin güzellik ve zayıflık itibariyle eski halini aldığını ve
mübarek eliyle vücudunu okşadığını gördüm ve vücuduna:
"Aferin! Aferin! İyi dayandın. Tur dağı buna dayanamamış,
parça parça olmuştu. Sen bunu kaldırabildin. Senin gibi bir
Yar-i Gar'a Aferinler olsun," dediğini işittim.
Şiir:
(Allah'mn) kudretinin kemalinden Allah erle·
rinin bedenleri, nasıl olduğu belli olmayan Allah
nuruna tahammül edebildi. Tur'un, kendisine
bir zerre bile takat getiremediği o Allah'nm
kudreti camdan bir yer yaptı."
Feryat ederek kapıdan içeri girdim. Baş koyup yüzümü ayaklarına
sürdüm. Buyurdular ki: "Bahaeddin! Bu bizimle sizin
aranızda bir sırdır. Bazı zamanlar olur ki, biz Allah'ya gideriz,
bazı da yüce ve mübarek Allah'n1n feyiz ve tecellisi bize
gelir. Biz ona gittiğimiz zaman incelir, zelil oluruz, baştan
aşağı niyaz kesiliriz. O aziz olan Allah hazretleri, bize teşrif
buyurduğu vakit de biz, dünyalara sığmayız, nerede kaldı ki,
bu hücreye," Ben hücreden çıktım, arkadaşlara haber verdim.
Konya şehrinde bir kıyamettir koptu. Büyük küçük halk
bölük bölük ziyarete geldi. Mevlana da her birine ayrı ayrı
iltifatlarda bulunup gönüllerini hoş etti. Ondan sonra hiç durmadan
yedi gün, yedi gece sema yaptı.
(140) Tarikatin hakikat arayıcıları ve hakikat ehli (Selam
onların üzerine olsun) ş ö y 1 e r i v a y e t e t t i 1 e r
k i : Bir gün Celaleddin-i Karatayi'nin içinde, Mevlana'nın
arkasında sabah namazını kılmak arzusu uyandı. Gizlice kalktı,
sabah ezanında medreseye geldi, kapının ardında namaza 
durdu ve Mevlana'nın mihrapta namaza durduğunu gördü.
Baktı ki, birdenbire Mevlana yükseldi, büyüyüp yüceldi, irileş­
ti, medresenin sofa ve sahanlığı onunla tamamıyle doldu. (Öyle
bir yücelik ve heybet karşısında) söz söylemeğe ve durmağa
mecali kalmadı, bağırarak kendinden geçip yere düştü. Bir
müddet sonra kendine gelince, Mevlana'nın secdeye varmış
olduğunu gördü. Mevlana, namazı bitirdikten sonra: "Emir
Celaleddin aziz olan Allah hazretleri bizi okşadığı vakit işte
öyle oluruz ve bizi kendine çağırdığı vakit de böyle oluruz,"
dedi. Bunun üzerine Emir Celaleddin baş koydu ve ağlayarak
çıkıp gitti. O gün dostlara birçok ihsanlarda bulundu.
(141) Y i n e fazılların özü ve manalar kaynağı Mevlana
Selahaddin-i Malati (Malatyalı), Hudavendigar hazretlerinin
dostlarından ve ileri gelen alimlerdendi. Mevlana ona
Yarek (Küçük dost) Bahaeddin diye hitap ederdi. Selahaddin ·
Arap dil bilgisinde zamanının Sibeveyh'i idi. Arif Çelebinin
de hocası idi. Şöyle r i v a y e t e t t i k i : Hudavendigar
hazretleri, birdenbire kırk gün kadar tamamiyle ortadan kayboldu.
Büyük küçük bütün arkadaşlar onu deli gibi aradılar.
Bir düşmanın veya bir münkirin, fırsat bulup ona bir şey
yapmasından korktular. Bütün müritler bölük bölük olup, her
tarafı arayıp sordular. iş o dereceye geldi ki şehirde tellal ba­
ğırttılar. Mevlana'dan bir haber ve ipucu verene mükafat olarak
bin direm vereceklerini ilan ettiler. Meğer (o sırada)
Develi hamamının kazanı bozulup su damlamağa başlamıştı.
Ateşi çekip bunu tamir etmek için Hamamcı kazanın bulunduğu
yere girince Mevlananın giyinik ve sarığı başında bulunduğu
halde hazinenin üstünde oturmakta olduğunu gördü.
Hamamcı şaşırıp kaldı; Zira Mevlana'nın ne elbisesi ıslanmış,
ne de kendisi terlemişti. Tam bir edep ve terbiye ile baş
koyup çekildi, koşa koşa medreseye geldi. Orada arkadaşların
hepsi Sultan Veled'le Çelebi Hüsameddin'in etrafına toplanıp
Mevlana'yı düşünmekte idiler. Bu Hamamcı hali onlara
anlatınca, dostlar son derecede neşelerinden onu tutup
kaldırdılar, kendisine fereciler ve birçok şeyler verdiler. Hoca
Mecdeddin-i Meragi derhal hamamcıya bin direm ve elbise
verdi. Hepsi kalkıp hamama gittiler. Kavvaller de geldiler. 
öylece sema ve raksederek medreseye döndüler. Bir hafta sema
ve toplantı olduğunu söylerler.
(142) Hikaye : Hudavendigar'ın halifesi doğru ve
dini bütün insanlar (ebrar) ın sultanı, Hakkın ve dinin kılıcı
(Hüsameddin), (Allah ondan razı olsun) şöyle rivayet buyurdu
ki: Bir gün Mevlana hazretlerinden şöyle işittim, buyurdular
ki: Allah, Adem'in (Selam onun üzerine olsun) temiz olan
cismini topraktan yaratıp mübarek ruhu ona üfleyince Cebrail-1
Emin'e: "Benim kudret denizinden üç tane büyük cevher al,
nurdan yapılmış bir tabak içerisine koyup onu Adem-i Safi'nin
önüne götürüp bunları ona göster. O, bu üç cevherden
birini seçsin. Bunlardan, biri akıl, ikincisi iman, üçüncüsü de
utanma (haya) cevheri idi. Cebrail-i Emin, tabağı Adem'e
tuttuğu ve bu hali ona anlattığı vakit, Adem, 'Mümin,
Allah'nın nuru ile bakar' sözünün feraset nazarı ile aklı
seçti. Cebrail, içinde iman ve utanma cevheri bulunan tabağı
kaldırıp tekrar kudret denizine götürmek istedi. Fakat Cebrail
Bu kadar kudretine rağmen tabağı yerinden kaldırmadı. iman
ve haya cevherleri ona: "Biz Allah'nın sevgilisi olan aklın
sohbetinden ayrılamayız, onsuz hiç bir yerde karar ve anlamımız kalmaz. Çünkü biz üçümüz ezelden beri onun şeref madeni ve kudret denizinin cevherleriyiz, biribirimizden ayrılamayız,"
dediler. Bunun üzerine Allah'dan Cebrail'e: "Ey
Cebrail! Onları bırak gel." Bunun üzerine akıl cevheri Adem'
in dimağı tepesinde, iman cevheri de mübarek yüzünde yer
etti. Bu üç temiz cevher, Adem oğullarına kalmiş mirastır.
İşte bunun için Adem neslinden olan bir insan, bu cevherlerle
süslenmiş ve parlamış olmazsa, onda o nur ve mana bulunmaz.
Akıllıya bir işaret kafidir.
(143) yin e müderrisin oğlu Şemseddin riva yet
e t t i k i : Mevlana'nın hizmetinde Hamza isminde bir neyzen
vardı. Son derecede mahir ve iyi çalardı. Mevlana'nın onun
hakkında inayetleri çoktu. Bu neyzen birdenbire hastalanıp
öldü. Mevlana hazretlerine haber verirlerken müritlerinden
bir kısmı da onu (gömmek üzere) hazırlamakla meşgul oldu.
Mevlana hemen kalkıp neyzenin evine gitti, kapıdan içeri girince:
"Aziz dost Hamza, kalk!" dedi. Hamza: "Buyur!" diye-
rek kalktı ve ney çalmağa başladı. üç gün, üç gece büyük bir
sema yaptılar. O gün, yüze yakın Rum'lu kafir Müslüman
oldu. Mevlana mübarek ayağını evden dışarı atar atmaz neyzen
öldü. ·
(144) Yine müritlerden bir derviş öldü. Ölüm haberi
Mevlana hazretlerine ulaşınca: "Niçin daha erken haber vermediniz.
Onun ölmesini önlerdim. 'İş bitti, bütün işler Allah'
ya döner.' (K., II, 210)
(145) Yine ilahi dost halifelerin sultanı ve yüce salik
Bedreddin-i Ma'deni (Allah ona rahmet etsin) Lulve Madeninde
büyük bir halife ve gönül sahibi bir kişi idi. R i v a y e t
e t t i k i : Mevlana hazretlerinin çok tatlı sesli bir guyendesi
vardı. Fakat kamburdu. Bir gün, Mevlana hazretleri, sema'da
heyecanlar gösteriyor ve vecde geliyordu. Bu kamburun yanına
gelip vecd gösteriyordu. O zavallı da iki kat olmuş
tam bir aşkla tef çalıyor, sirlar söylüyordu. Sema'dan sonra
Mevlana, kambura: "Niçin doğru durmuyorsun, neyin
var?" diye buyurdu, Kambur, kamburunu gösterdi. Mevlana
hemen mübarek elini onun kamburuna sürdü, derhal kamburu
düzeldi. Kambur, baş koydu ve sevinerek yürüyen bir servi
gibi hareket etti. Sevinerek evine geldiği vakit karısı: "Sen
benim kocam değilsin," diyerek onu tanımadığını söyledi ve
kapıyı açmadı. Arkadaşlar, Mevlana'nın bu inayet olayını kadına
anlattılar. Guyende, yıllarca Mevlana'nın hizmetinde
kaldı.
(146) Y i n e bir gün Mevlana hazretlerine Hikaye
et t ı 1 er ki: Filan neyzen mestlik halinde ölmüştür. Mevlana:
"Şükür ki, kalmadı da mestlik içinde öldü. Çünkü, eğer
kalsaydı ve ayılsaydı iyi olmayacaktı. Nitekim gül mevsiminde
bülbül, gülün karşısında kendinden geçecek kadar feryat
ve figan ederken bir kedi fırsat bulup kendinden geçen o
bülbülü yese, o bülbül ebediyete kadar mest. olarak kalır ve
böylece haşrolur. Nitekim 'Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz;
nasıl ölürseniz ?yle haşrolursunuz,'' denilmiştir.'' 
Şiir:
"Bu kadarını ben söyledim, gerisini de sen dü­
şün. Eğer fikir cansızsa, git zikret, Fikri zikir
harekete getirir. Zikri bu donmuş olanın (fikrin)
güneşi yap."
(147) Yine bir cemaat Mevlana hazretlerinden:
"Eskiden beri ölenlerin cenazesi önünde okuyucular (mukriler)
ve müezzinler bulunagelmiştir. Sizin zamanınızda bu şarkı
söyleyip tef çalanların bulunmasının ne manası vardır?" diye
sorup, "ümmetin alimleri ve şeriat fakihleri (bunu) kö­
tülüyor ve buna bid'at diyorlar," dediler. Bunun üzerine Mevlana:
Cenazenin önünde bulunan müezzinler, okuyucular
(mukriler) ve hafızlar, bu ölünün mümin olduğuna ve islam
şeriatında öldüğüne, bizim şarkıcılarımız ise, bu ölünün hem
mümin, hem müslüman ve hem de aşık olduğuna şehadet ediyorlar.
Bundan başka dünya zindanında ve tabiatın kuyusunda
hapis kalıp beden sandığının esiri olan insan ruhu, birdenbire
Allah'nın lütfu ile kurtulup kendi aslına ulaşıyor. (Bunun
için) şenlik, sema ve şükürler etmek icap etmez, mi? O, öylece
kanat vurarak şenlik yaparak, o aziz olan Allah hazretlerini
arzu edip ona dönüyor ki, başkalarını da fedakarlığa
ve yiğitliğe teşvik etsin. Çünkü normal zamanda bile birini
zindandan serbest bırakıp gönlünü hoş etseler hiç şüphesiz bu
olay bin hamd ve sevince sebep olur. hakikatte bizim dostların
ölümü de bunun gibidir. Nitekim denilmiştir:
Şiir:
"Onlar, din sultanlan olduklan için, beden ba­
ğını kopardıkları vakit sevinirler.
(Onlar) devlet şadırvanı tarafına koştular,
ayak bağını ve zinciri attılar.
Sultana ait olan ruh bir zindandan çıktı.
"(Biz bunun için) niçin elbiseyi yırtalım ve
kızalım."
(148) Yine sultan Veled hazretlerinden nakledilmiş­
tir ki: Bir gün bana büyük bir ruh bezginliği ve sıkıntı galebe
etmişti. (O sırada) babam hazretlerinin medresenin kapısından
içeri girdiğini gördüm. Beni bezgin ve sıkıntılı görünce: 
"Birinden mi incindin de böyle sıkıldın," dedi. Ben: "Bilmiyorum,
bu ne haldir," dedim. Babam kalkıp eve girdi ve bir
müddet sonra kurt postunu çevirip başına ve yüzüne geçirmiş
'Bu! Bu! Bu!' yaparak dışarı çıktı. Benim yanıma gelince
çocukları korkuttukları gibi yine 'Bu! Bu! Bu!' yaptı. Babamın
bu hoş hareketinden bana büyük bir gülme geldi. Anlatılamayacak
derecede güldüm. Baş koyup babamın ayaklarını
öptüm. Babam: "Bahaeddin! Eğer bir latif sevgili sana
sıkı sıkıya bağlansa, daima seninle şaka şenlik etse ve birdenbire
yüzünün şeklini değiştirip gelse ve sana: 'Bu! Bu! Bu!'
dese ondan hiç korkar mısın?" buyurdu. Ben de: "Hayır, korkmam,"
dedim. Buyurdu ki: "Seni mesud eden, seni neşe içinde tutan sevgili, seni üzen ve kendisinden sıkıntı duyduğun aynı sevgilidir. Hep odur, hep ondandır ve ondan feyizlenirsin."
Şiir:
"Kıvılcım gibi kahır elbisesi de giyse onu tanı­
nın, çünkü o bu tarzda mest olarak bize defalarca
gelmiştir."
O halde niçin boş yere hüzünlü duruyor, sıkıntının elinde
aciz kalıyorsun?
Şiir:
"İçinde sıkıntı görünce onun çaresine bak;
çünkü dalların hepsi kökten biter. İçinde genişlik,
ferahlık görünce ona su ver. Kalp ferahlığının
verdiği meyveyi de, dostlara ve ahbaplara
sun."
Sultan Veled buyurdu ki, derhal halim değişti, taze gül
gibi açılıp ferahlandım. ömrüm oldukça da başka gam yü­
zü görmedim ve üzülmedim. Dünyanın gamı da yanıma yaklaşmadı.
!çimdeki ferahlıktan ötürü babamla şakalaşarak:
"Bütün peygamber ve velilerin makamlarından, kerametlerinden
derecelerinden haberler verdiniz, her ulunun uluiuğundan
eserler gösterdiniz. Fakat kendi büyüklük ve padişahlığınızdan
bahsetmediniz," dedim. Babam: "Bahaeddin, işi kolay
tut, bilmiyor musun ki: 
Şiir:
"Güneşi öven kendinin övücüsüdür. Çünkü
bu. benim iki gözüm parlak ve hastalıksızdır,
demektir.?'
Babam hazretleri beni kabz aleminden bast alemıne çekince
ve cokluk aleminden birlik melekütuna ulaştırınca ...
Şiir (Arapça):
"Güzellik birdir, yalnız şu kadar var ki, eğer
sen aynaları çoğaltırsan o da çoğalır."
Onu neşelendirerek mutlaka kendi hallerinden biraz bahsetmesi
için ısrar ettim. Bunun üzerine o: "Bahaeddin, Konya
şehrine bak, kaç bin emirin, büyüğün ve ileri gelenin evi,
köşkü ve sarayı vardır. Tacirlerin ve iğdişlerin evleri zanaat
erbabının evlerinden, emirlerin sarayları tacirlerin, sultan
ve meliklerin köşkleri ve takları bunların hepsinden yüzlerce
derece yüksek ve büyüktür. Fakat o saraylar karşısında göklerin
yükseklik ve büyüklüğü daha yüce, daha büyüktür. Bunlar,
onların kaç kaç mislidir. Şimdi bütün Peygamberlerin ve
velilerin makamlan zikredilen minval üzeredir. Nitekim
Kur'an-ı Mecid: 'Bazısını bazısına üstün kıldığımız bu peygamberlerden
... ' (K., II, 253), 'Peygamberlerden bazılarını
bazıları üzerine üstün kıldık' (K., XVII, 55), 'Ve bazılarını
bazıları üzerine yükselttik ... ' (K., XLIII, 32) buyuruyor. Bu
manada ayet \le hadisler çoktur. Fakat bizim makamlarımızın
o saraylara nisbeti göklerin o saraylara nisbeti gibidir ve 'Allah
dilediğine hesapsız rızk verir' (K. II, 2 12) ayeti bize aittir.
Biz her suretle Peygamberin nurunun varisiyiz," buyurdu.
Şiir:
"Hazinenin kapısını açtılar, herkes hil'at giydi
Mustafa yine geldi, hepiniz iman ediniz."
(149) Hikaye: hakiki ilim sahibi arkadaşlar (Allah'­
nın rızası onların hepsinin üzerine olsun) şöyle rivayet ettiler
ki: İlahi dost Fahreddin-i Sivas! (Allah'nın rahmeti üzerine
oısun) ilim sahibi bir adamdı; o devirde sırları ve manaları 
yazmak onun üstünde idi. Birdenbire ona bir delilik gelip
deli oldu. Mevlana hazretleri bu gazeli o günde buyurdu.
Şiir:
"Ey aşıklar, ey aşıklar! Bir inci taciri delirdi.
Bizim yüzümüzden rusva olup işte tımarhaneye
gitti."
Meğer bu adam Mevlana'dan izin almadan, onun sözlerine
kalem karıştırır ve onları düzeltmek isteyerek kelimeleri
değiştirirmiş.
( 1 50) Yine na k 1edi1 mi ş t ir ki: Bir gün Mevlana
hazretleri Fahreddin'i şiddetle tutup: "Sana bir sorum
var: Allah'dan korkan Adem'le bedbaht iblis'in her ikisi de
bir günah işlemişlerdi. Fakat sonunda Adem Allah'nın rahmet
ve mağfiretine mazhar, şeytan ise (bunlardan.) mahrum
olmuş ve recmedilmişti. Bunun sebebi nedir?" dedi. Fahreddin
baş koyup çok ağladı, bu soruya cevap vermekten aciz
kaldı. Mevlana buyurdu ki: "Şeytanın Allah'nın dergahından
kovulmasının sebebi şeriklik (ortaklık) yapmak istediğidir."
Fahreddin utancından kendini kaybetti.
Fahreddin öldükten sonra kalbi aydın azizlerden biri
onu rüyada gördü. Kahredici melekler demir kerpetenlerle
onun dişlerini parça parça ediyor ve o da çığlık koparıyordu.
Fahreddin'i rüyasında gören kimse bu hali ondan sordu.
Fahreddin: "Ben Mevlana'nın sözlerine kalem katardım. Iş­
te bu. o yaptığım terbiyesizliklerin cezasıdır," dedi. Bunu
işiten dostlar, bu heybetten çok üzülüp ağladılar. Sonra hep
birden kalkıp bu şeyh hazretlerinin türbesine gittiler, başları­
nı açtılar, ağlayıp sızladılar ve onun günahlarının affı için dua
köşklerinde dolaşmakta olduğunu gördüler ve ondan: "Allah
sana ne yaptı?" diye sordular. O da: "Rabbim bana acıdı. mü­
ritlerin dua ve şefaatiyle o beladan kurtuldum." dedi.