hazretlerinin (Allah onun aziz olan sırrını kutlasın) zamanında
değerli bir tacir Konya'ya gelmişti. Türbeyi ziyaı;et edip
Sultan Veled hazretlerine de envai çeşit hediyeler getirdi. Arkadaşlara
çok hizmette bulundu. Kendi yolculuğundaki sergüzeştlerden
hayli hikayeler anlattı. Hikayesi sırasında: «Lal,
inci ve yakut elde etmek için Kiş ve B?hreyn'e seyahat etmiş
tim. O ülkenin ileri gelenlerinden bir büyük, bana: "Senin istediğin
falan avcının yanında bulunur," dedi. Ben o avcıya
gittim. Bir sandık açıp her çeşitten inci ve yakut gösterdi. öyle
ki her birinin kıymeti hakkında şaşakaldım. O serveti nasıl elde
ettiğini sordum, O da: "Vallahi biz dört kardeştik. İhtiyar
bir babamız vardı. Eskiden beri balıkçılık ederdik. Fakat çok
fakirdik. Bir gün tesadüfen deniz kenarında olta atmıştık. Birdenbire
oltamıza bir canavar takıldı. Ne kadar çektik ve uğ
raştıksa çıkaramadık. Nihayet binbir zahmetle denizden çıkardığımız
vakit onun bir su Allahsı olduğunu gördük. Ona "Acebu'l-Bahr"
derler. Nitekim halkın ağzında meşhurdur. Çok
acayip bir canavar gördük, hepimiz: "Bunu ne yapalım ve bu
111.: işe yarar?" diye şaşırmıştık. Canımız sıkıldı ve: "Bu kadar
günden sonra elimize bir av mı geçti?" diye kendi talihsizliği
:ııize ağladık. Bunun üzerine o canavar bize baktı. Babam:
"Bunu bir eve koyup bir direm mukabilinde halka gösterelim
de bu canavarın şeklini seyredip Tarırı'nın kudretini görsii
nlcr. Belki her tarafı dolaştırırsak bir kapı açılır, böylece
zahmetimiz tamaıniyle zayi olmaz," dedi. Fakat hayat ve ko-
nuşma veren Allah'nın konuşturması ile o canavar dile gelip:
"Beni halka rüsvay etmeyin de ne isterseniz size getireyim
ve o kadar getireyim ki nice seneler sizin çocuklarınızın
çocuklarına bile kafi gelir," dedi. Biz onun bu konuşma ve
sözünden hayrette kaldık. Babam: "Ey aziz canavar! Biz, kefilsiz
seni nasıl serbest bırakırız?" dedi. Canavar: "Yemin
edeyim, ondan sonra gideyim," dedi. Babam: "Allah'nın ismi
ile ant içerek neyin varsa getir." dedi. Canavar: "Biz, İslamız
Mevlana Hazretlerinin de müridiyiz. Mevlana Ceialeddin-i
Rumi'nin mukaddes ruhuna yemin ederim ki gidip tekrar dö
neceğim," dedi. Babam bir nara atıp kendinden geçti. Biz
canavara: "Sen onu nereden tanıyorsun?" dedik. Canavar
"Biz on iki bin kavmiz. Hepimiz ona teveccüh etmişiz. Mevlana
da her defasında denizin dibinde bize yüzünü gösterip mana
ve hakikatlerden ders verir, doğru yolu gösterir, biz de daima
o din sultanının sırları ile meşgul oluruz," dedi. Bunun
üzerine babam onu derhal serbest bıraktı. Canavar ikinci gün
geldi, anlatılmayacak derecede inci ve kıymetli taşlar getirdi.
Bizden helallık isteyip döndü. Biz de o yokluk ve büyük
fakirlikten kurtulup birdenbire zamanın Karun'u ve itibarlı
tacirlerinden olduk. Öyle ki, bizim kölelerimiz bile övünülecek
tacirlerdir. Yakut ve bulunmadık şeyler arayan her tacir
bunları bizde bulur. Biz o avcının çocuklarıyız ve bize Avcı·
oğullan derler. O zaman bizim aziz babamız Konya'ya gitmiş
ve Mevlana Hazretlerini ziyaret etmişti. Allah’a hamdolsun
şimdi de ben kulunuza sizinle mulakat müyesser olup ebedi
devlete ulaştım. ıı Eski tacirler de onlardan bu hikayeyi arka
arkaya rivayet ettiler. Nitekim buyurmuştur:
Şiir:
"Habel"imiz denizdeki balıklara ulaştı.
Deniz binlerce dalgalarla coştu."
Ve başka bir yerde de buyurmuştu:
"Balıklar pirden haberdar, biz ise bundan uza•
ğız. Biz bu devletten mahrum, onlar mesutturlar."
Bu, son derecede büyük kerametlerden ve Muhaınmed'e
ait mucizelerdendir.
(301) Yine ulu arkadaşlardan na k 1edi1 mi ş -
t i r k i : Bir gün Şeyh Sadreddin hazretleri, kadı Sıraceddin
ve diğer alimler, fakirler ve arifler hep birlikte Meram mescidini
ve bağları gezmek üzere (şehirden) dışarı çıkmışlardı.
Mevlana hazretleri de o cemaatin arasında bulunmakla onlara
şeref verıneği layık görmüştü. Bir müddet sonra Mevlana
kalkıp bir de.ğirmene girdi. Orada bir hayli durdu. Bu cemaatin
beklemesi haddi aştı, Şeyh Sadreddin hazretleri ve kadı
Sıraceddin onu aramak üzere değirmene girdiler. Mevlana'
nın değirmen taşı karşısında raksettiğini gördüler. Mevlana;
"Allah hakkı için bu taş Subbô.h, kuddôs diyor" buyurdu. Şeyh
Sadreddin: "Ben ve kadı Sıraceddin o anda duygusedilir bir şekilde
değirmen taşından subbôh, kuddôs sesinin kulağımıza
geldiğini duyduk. Mevlana da şu gazele başladı," dedi.
Şiir:
"Gönül buğday tanesi gibidir, biz de değirmeniz.
Değirmen bu dönüşün neden olduğunu nasıl bilir.
Vücut taş, düşünceler de onu çeviren su gibidir.
Taş: 'Macerayı su bilir,' der.
Su ise: 'Değirmenciye sor,' der, çünkü bu suyu
yukarıdan değirmene salıveren, odur.
Değirmenci sana: 'Ey ekmek yiyen, eğer
bu dönmezse kim ekmekçi olur,' der.
Macera uzun olacak, sus? Allah'dan sor da o sana
bunu söylesin."
Biz o ululuk ve tasarrufun derecesinden kendimizden
geçmiştik. Kendimize geldiğimiz vakit, Mevlana hazretleri
kaybolmuştu.
(302) Hi k ay e : Yine Şeyh Mahmud Sahipkıran r i -
v a y e t e t t i k i : Yar-ı Gar Celaleddin-i Kassap bir gün
h ikaye etti ki, Mevlana 'nın önünde bir şahıs: "Filan adamın
kötü huyu ve ağır yükü vardır. Bu kötü huy ve ağır yük meş
hur bir darbımeseldir," dedi. Bunun üzerine Mevlana hazretleri:
« Bu darbımeselin aslı şöyledir: Geçmiş zamanda çok
fıdil ve ketim mizaçlı bir padişah vardı. Onun şehrin kapı
sında gezmeğe çıktığı yerde bir testici dükkanı bulunuyordu.
Bu testici çok yaşlıydı. Bu padişah o kapıdan her çıktığında
yaşlı çömlekçi sultana aşırı derecede dua ediyor ve onun methinde
bulunuyordu. Nevruz gününde padişah onun önünden
geçti ve: "Ey ihtiyar, senin ne maksat ve isteğin varsa bugün
benden iste," dedi. Çömlekçi: "Dünya padişahı ömrün
uzun olsun, emret de haslarından v;;; ülkenin askerlerinden her
biri benden istediğim fiyata bir testi alsınlar ve sultanın meydanına
beraber götürsünler," dedi. Padişah: "Her kim beni
seviyorsa, bu ihtiyardan bir testi satın alsın," diye buyurdu.
Bütün askerler, emirler ve büyükler ayrı ayrı ondan bir dinar
mukabilinde birer testi satın alıp götürdüler. Yalnız, sultanın
ağır canlı, sefil ve kötü huylu bir veziri vardı. Bu vezir,
padişahın emrini daha sonra işitmiş, kerrdisi de bizzat testi
almağa gelmişti. Çok akıllı olan ihtiyar ona bir testi gösterip
yüz bin dinar istedi. Vezir münakaşaya girişti ve kabul etmedi.
Nihayet ister istemez bin direme satın aldı. İhtiyar: "Beni
de boynunda taşıyarak sultan hazretlerine götür; yoksa testiyi
vermem," diye ısrar etti. O da ister istemez ihtiyarı sırtı
na alıp testiyi padişah hazretlerine götürdü. Padişah bu hali
görür görmez: "Ey ihtiyar, bu ne haldir ve bu yaptığın baka-
ret nedir?" dedi. İhtiyar: "Dünya padişahı, kötü huy ağır yükle
beraberdir. Yani yavuz huy, yavuz yük. Eğer cimrilik etmeyip
de bir dinar verseydi, testiyi, götürür, bu kınanma ve sı
kıntıya tutulmazdı. Nefsinin cimriliğinin uğursuzluğundan, temiz
namusunu rüzgara verdi ve ruhunu da hakarete maruz
bıraktı," dedi. »
(303) Y in c arkadaşların nedimi olan Ceialeddin-i
Kassab hazretleri Hikaye e t t i ki: Bu sırların ilk açığa
çıktığı sıralarda, bir gün fakihlerden bir cemaat halvette alay ve
inkar etmek ınaksadiyle beni ortaya çekip son derecede dövdüler.
Ben acımdan birdenbire yellendim, onları bir gülme
aldı, beni derhal serbest bıraktılar. Dışarı fırladım ve: "Yellenmek
benden, inayet de Allah'dan" dedim. Onun bu anlatması
dostların hoşuna gitti güldüler. Mevlana hazretleri: «Bu
meselin esası da şöyledir, » dedi: «Bir padişah vardı, kan aldırmağa
ihtiyacı olmuştu. Padişahın kaasitleri kan alıcıyı getirdiler.
Zavallı kan alıcı, neşteri keskinleyip kan almak için
(bazusuna) vurdu. Fakat neşterin ucu kırılıp padişahın etinde
kaldı. Kan alıcı padişahtan korktu; elinde olmayarak son
derece yellendi. Sultanı büyük bir gülme adlı ve kahkaha ile
güldü. Bu gülmenin tesiri ile derhal neşterin ucu sultanın bazusundan
dışarı fırladı. Kan alıcı: "Ey dünya sultanı, yellenmek
benden, inayet Allah'dan," dedi. İşte insanlar arasındaki
bu mesel o zamandan yadigar kalmıştır. İmkan nispetinde fakir
kullardan kulluk, Allah'dan da inayet ve muavenet. Nitekim
demişlerdir: Horoza ötmek, Allah’a da sabahı getirmek
düşer. »
Bu iki hikaye Mevlana'mn sık sık söylediği latifelerdendir.
Nitekim buyurmuştur:
Şiir:
"Benim şakam, şaka değil, halka ırşat ve talimdir."
(304) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Mevlana'nın
zamanında bir şahıs meyve toplamak üzere bir meyve ağacı
nın üzerine çıkmıştı. Birdenbire bahçe sahibi buna vakıf olup
(onun yanına) geldi ve ona: "Aşağı in," diye bağırdı. Ağaçtaki
adam: "Aşağı inmiyorum," dedi. Bahçıvan fazla ısrar edince
adam: "Eğer bu ağaçtan inersem, karım boş olsun," dedi ve
üç gün üç gece orada kaldı. Envai çeşit fetvalar çıkardılar,
mümkün olmadı. Nihayet bir aziz: "Bu müşkülü Mevlana hazretlerine
arz etmek lazımdır," dedi. Halis muhiplerden bir
cemaat bu hikayeyi Mevlana hazretlerine anlattılar. Mevlana:
"Yemininin bozulmaması için o adam, o ağaçtan diğer bir ağaca
geçsin ve ondan insin. Eğer bu ağacın yanında başka bir
ağaç yoksa, bir atın üzerine, oradan da yere insin. Böylece yemini
bozulmaz," dedi. O adam Mevlana'nın dediği gibi yaptı
ve ı kurtuldu. Şehrin bütün müftüleri Mevlana'ya aferinlerde
bulundular.
(305) Hikaye : Yine fakirlerin büyüklerinden n a k-
1edi1 mi ş tir ki : Vezir Ziyaeddin'in hanında Tavus
adında harp çalan bir hanım vardı. Sesi de çok tatlı ve gö
nül okşayıcı idi. Gönül kapıcı ve benzeri az bulunur bir kadındı.
Saz çalmasındaki maharetinden ötürü bütün aşıklar
onun esiri olmuşlardı. Tesadüfen bir gün Mevlana hazretleri
o hana girip Tavus hanımın odasının karşısında oturdu. O
sırada Tavus-i Çengi cilve yaparak, Mevlana'nın huzuruna
gelip baş koydu, sazını Mevlana'nın eteğine vurup onu kendi
höcresine davet etti. Mevlana hazretleri icabet buyurup
sabahın erken saatlerinden ta akşam namazına kadar onun
odasında namaz ve niyazla meşgul oldu. Mübarek sarığından
bir gez miktarı kesip Tavus hanıma verdi. Cariyelerine de kırmızı
dinarlar bağışlayarak hareket etti. Aynı gün, sultanın hazinedarı
Şerefeddin o hana uğradı. Tavus hanıma aşık ve meftun
oldu. Emin adamlar gönderip Tavus'u hamama gönderdi,
sonra da kendi nikahı altına aldı. Tavus hanıma başlık olarak
elli bin dinar hediye edip hadsiz hesapsız hizmetlerde bulundu.
Zifaf gecesi ondan: "Şimdiye kadar sende bu güzellik ve
dilberlik yoktu. Bu günlerde seni zamanın Rabiası ve Züleyhası
gibi görmemin sebebi nedir? Bundan evvel olduğun gibi
değil misin? Bu güzellik ve süs nereden geldi?" diye sordu.
Hanım, Mevl:lna'nın kendisini şereflendirdiğini söyledi ve ba
şına bağladığı Mevlana'nın vermiş olduğu sarık parçasını ona
gösterdi. Hazinedar memnun olup Mevlana hazretlerine te
şekkürlerini sundu ve mürit oldu. Nihayet Tavus-i Çengi'nin
durumu o dereceye vardı ki, Konya'nın hurileri ve tertemiz
olan alemin nurlu güzelleri onun müridesi oldular. Tavus hanım
onların arası:gda açık kerametler gösteriyor, insanların
kalplerinden haber veriyordu. Bu hanım bütün cariyelerini
azat edip evlendirdi ve nihayet o mübarek han da Müslümanların
hamamı oldu. Şimdi oraya meşhur Nakışlı hamam derler.
(306) Y i n e n a k l e d i l mi ş t i r k i : Mevlana hazretleri
bir gün halvetinde namaza gark olmuştu. Biri içeri girdi:
"Fakirim ve hiç bir şeyim de yoktur," dedi. Sonra Mevlana'yı
istiğrakta görünce mübarek ayağımn altından halıyı çekti
ve alıp gitti. Hoca Mecdeddin-i Meragi bu durumu öğrenir
öğrenmez o şahsı aramak üzere bir kuş gibi dışarı çıktı, onu
bitpazarında halıyı satarken gördü. Mecdeddin eziyet ede ede
o fakiri Mevlana'nın huzuruna getirdi. Mevlana hazretleri:
"İhtiyacından ötürü bunu yapmıştır, ayıp değildir. Onu mazur
gör. Ondan bu halıyı satın almak lftzımdır," buyurdu. Bu ne
mükemmel bir hilm, ne güzel bir ilim ve ne de güzel bir sulh
deryası.
(307) Yine şeyh Nefiseddin-i Sivasi (Allah ona rahmet
etsin) r i v a y e t e t t i k i : Mevlana hazretleri bir
gün bana: "iki diremlik iyi hotab al getir," buyurdu. O zaman
bir sini hotabı bir direme veriyorlardı. Derhal hotabı
aldım, o da benim elimden aldı ve bir mendile koyup gitti.
Ben yavaş yavaş onun peşinden gittim. Nihayet o, bir harabeye
girdi. Orada dişi bir köpeğin yavrulamış olduğunu
gördüm. Mevlana hotabın cümlesini köpeğe verdi. Ben, Mevlana'nın
bu şefkat ve merhametinden dolayı şaşakalmıştım.
Mevlana: "Yedi gün yedi gecedir ki, bu zavallı köpek bir şey
yememiştir. Yavruları sebebiyle de buradan ayrılamıyor. Yü
ce Allah onun sesini benim kulağıma ulaştırdı ve onu teselli
etmemi buyurdu," dedi.
(308) Y ine rivayet etti 1 er ki : Pervane'nin
evinde büyük bir sema vardı. Mevlana hazretleri halvethaneye
girip namaza başlamıştı. Gürcü Hatun hazretleri dostların yemesi
için iki büyük sini hotab göndermişti. Birdenbire bir kö
pek içeri girip hotabları yedi ve bir kısmını da pisletti. Arkadaşlar
müteessir oldular ve köpeği dövüp ?ncitmek istediler.
Mevlana hazretleri: "Bu iyi bir şey değildir. O sizden daha
muhtaçtır, onun iştahı sizinkinden daha hakikitir," buyurdu.
Cümlesi baş koyup (köpeğe eziyet etmekten) vazgeçtiler.
(309) Y i n e ulu arkadaşlardan Çelebi Bedreddin ve
Şemseddin r i v a y e t e t t i 1 e r k i : Bir gün Liila'nın
medresesinin damında oturmuşlardı. Bedreddin'in kardeşi
Şemseddin: "Nefis elbiseler giydiğimiz, katıra bindiğimiz ve
kölelerin arkamızdan koştuğu o zamanlar nerede?" dedi. Hemen
biraz sonra Bedreddin Mevlana hazretlerine gitti. Birdenbire
Pervane üç bin direm, nefis elbiselerle dolu bir bohça,
bir köle ve bir katır gönderip özürler dilediler. Mevlana hazretleri
derhal: "Çelebi Bedreddin, bu diremleri kardeşin Şemseddin'
e ver de elbiseler giysin, kadehler devirsin, katıra binsin,
hizmetçileri olsun, diremleri harcasın ve masum gönlüne
eseflenme, hüzün gelmesin, gurura kapılmasın, fakirlik ve dinin
doğru fakirlerinin kıskanmasından sakınsın," dedi. Derhal Çe-
lebi Bedreddin ve Şemseddin elbiselerini yırtarak yüzlerini yere
koyarak istiğfarda bulundular. Ondan sonra Mevlana:
"Hazreti Muhammed sav'in (övdüğü) fakirliğin lezzetini kim tattıysa
hakikiten o kimse iki dünyanın lezzetlerinden, fani arzulardan
yüz çevirip boşaldı ve mümtaz insanların (ahrar) dizisine
girdi," buyurup şu beyitleri söyledi:
"Allah'nın yüzünü görmek saadetine eren kimse·
nin gözünde bu dünya murdar oldu •. Tamah
edenlerden gani olan Allah’a kaçayım diye
peygamberin, 'Fakirlik benim övünülecek şeyim.
dir,' sözü büyük oldu."
(3 1 0) Yine Sultan Veled hazretleri (Allah bizi onun
sırrı ile kuvvetlendirsin) n ak l e t t i ki: Bir gün babam mü
barek medresesinde oturmuştu. Kırmızılar giyinmiş üç gencin
içeri girip baş koyduğunu ve tam bir huzurla oturduklarını
gördüm. Babam hazretleri: "(Birlikte) götürseler iyi olur," dedi.
O üç kişi derhal gözümün önünden kayboldular. Bu hali
babamdan sordum. Babam: "Onlar yedilerdendir. Onlardan
biri öldüğü için ona mukabil başka birini almağa geldiler. Burada
bizim muhiplerimizden bir saka vardır. O halinin kemaline,
erlerin makamlarına ulaşmış ve Allah dergahının yakınlarından
olmuştur. Benden onu istediler. Ben de onu götürmeleri
ve ölenin yerine tayin etmeleri içın işaret ettim," dedi ve:
"Ne zaman onlardan biri ölürse, Allah onun yerine bir başkasını
kor. Emir gelince de bunların cümlesi ölürler," hadisini buyurdu.
Bizim dostlar o sakayı ne kadar arayıp bulmak istedilerse
de bir daha görmediler. Saka, Mevlana hazretlerinin ölü
münden sonra Sultan Veled'i ziyarete geldi. Kendi makam ve
derecelerini gösterip yine kayboldu.
(3 1 1) Y i n e ilahi dost, suret bağlamış melek ve nurlanmış
felek Mevlana İhtiyareddin İmam (Allah'nın rahmeti
Oilun üzerine olsun) r i v a y e t e t t i k i : Bir gün Mevlana
hazretlerine gördüğüm rüyayı anlatıp onun tabirini istedim.
Gördüğüm rüyayı şöyle anlattım: "Bu gece çok engin
bir deniz, bu denizin kenarında da bir ağaç gördüm. Bu ağaç
Tuba ağacı gibi son derecede yüksek ve büyüktü. Sayısız dal-
tarı üzerine ırı iri kuşlar konmuştu. Bu kuşların her birisi
latlı bir sesle ıslık çalıyorlar ve 'Süphan Allah! Süphan Allah!'
diyorlardı. Ben o ululuk karşısında şaşakalmıştım." Bu rüyamı
Mcvlfına hazretleri şöyle yordu: "O nihayetsiz deniz, ulu
Allah'nın azametidir, o büyük ağaç, Muhammed sav Mustafa'nın
(Allah'nın selfıt ve selfımı onun üzerine olsun) mübarek vücududur.
O ağacın dalları peygamberlerin dereceleri ve velilerin
makamlarıdır. O iri iri kuşlar da onların ruhlarıdır. Kuş
ların çıkardıkları muhtelif sesler ise, onların dilinin lfigatı,
sırları ve manalarıdır."
(3 1 2) Yine Mevlana thtiyareddin hazretleri rüyasında,
yüce Allah'nın kendisine şu duayı şu şekilde telkin ett
iğini görmüştü: "Yarabbi! Sen benim seyyidim, senedim, şeyhim,
mutemedim ve benim cesedimde ruhumun yerine kaim,
bugünün ve yarının zahiresi olan din ve hakkın celaline (Celfüeddin'e)
onun babasına, büyük babasına, ana ve büyük anasına,
çocuklarına halifelerine ve bütün mensuplarına kıyamete
kadar acı."
(3 13) Y i n e Mevlevi tarikatının makbullerinden mü
derrisin oğlu Mevlana Şemseddin bir gün Mevlana hazretlerine
bir danişmentten naklederek dedi ki: Falan kimse: "Biz de Hudavendigar'ın
kulu ve aşıkıyız. Fakat şimdi ilim elde etmekle
meşgulüz ve bütün gayretimizle çalışıyoruz ki, belki arzumuz
elde edildikten. sonra gelir de onun müridi oluruz," diyor. Mevlfma:
"İstediğini elde edemeyen onu terk edemez. Elde ettiği
vakit de fıkhın bağından kendisini nasıl kurtarabilir ve fakirlik
alemine ulaşabilir. Çünkü fakirlik işsizlerin işidir," buyurdu.
Şiir:
"Bu, işi olanın işi değildir. Bakalım talih kime
yüz gösterecek ve kimi sevecek ... "
(3 1 4) Yine o ulu kişiden rivayet olunur ki:
Bir danişment, son derecede münkirdi. Velilerin hallerini inkfırda
inat ediyordu. Bir kurban bayramı arifesinde birdenbire
Mevlana'ya tesadüf etti. Mevlana onun elini tutup meyF:
danın kapısından dışarı çıktı. Onu hiç kimsenin bulunmadığı
tenha bir yere götürdü ve: "Bak," dedi. Danişment bakınca
kendini Arafat dağında Iebbeyk, lebbeyk (buyurun, buyurun)
diyen hacılar arasında gördü. Şaşkınlığından sersemleyip bir
nara attı ve kendinden geçti. Mevlana hazretleri onu bırakıp
gitti. Zavallı danişment o yokluk girdabından kendine geldiği
vakit, Mevlana hazretlerinin gitmiş olduğunu gördü. Feryat
ederek medreseye geldi ve bu hali dostlara anlattı. Tam bir
samimiyet ve hakiki bir imanla halis itikat edenlerden oldu.
Bu beklenilmeyen yardımdan ve şahlara layıkiltifatlardan
dolayı şükürler edip şükraneler verdi.
Şiir:
"Belki birdenbire (Allah tarafından) bir inayet erişir.
Ben böyle beklenilmeyen inayetlerin kölesiyim."
(3 1 5J Hikaye : Faziletle süslenip bezenmiş doğru raviler
rivayet ittiler ki: Hacı Bektaş-ı Veli, Baba Resul'un has
halifelerinden idi. Baba Resul Rum ülkesinde (Anadolu'da)
zuhur etmişti. Bir cemaat, ona (Baba Resul'a) Baba Resulu'llah
diyordu. Hacı Bektaş'ın marifetle dolu ve aydın bir
kalbi vardı. Fakat (şeriate) uymuyordu. Nakibi şeyh lshak'ı
birkaç müritle birlikte Mevlana'nın yanına gönderdi ve MevJana'dan:
"Ne iştesin, ne istiyorsun, dünyada kopardığın kı
yamet nedir?" diye sordurdu. Buna sebep de dünyanın bütün
büyük ve küçüklerinin Mevlana hazretlerine teveccüh etmeıeri
idi. Bütün şeyhler ve emirler Mevlana'nın sözlerini işitmekten
lezzet alıyorlardı. Birçok mukallit müritler de kendi
sahte (müteressim) şeyhlerinden yüz çevirip bu hakikati arayan
ve onu tasdik eden hanedanın kulu ve müridi olmuşlardı.
İşte bu hali kıskanma onlara çok işliyordu. Kıskançlık sebebiyle
her taraftan her biri onun aleyhine sözler söylüyor, nükteler
savuruyor ve onu yeriyorlardı. Yine Hacı Bektaş demişti
ki: "Eğer aradığını buldunsa sus, bulmadınsa dünyaya attığın
bu gürültü nedir? Kendini insan oğullarının manzum yaptın.
Halkın bu kadar hanumanını birbirine kattın," Nitekim Mevlana
buyurmuştur:
Şiir:
"Başımızı ayak yapıp Ceyhun tarafına doğru
koşuverdik. Biz dünyayı birbirine kattık ve sonra
aradan fırlayıp çıktık. O Leyla'nın Mecnunlannın
sınırına gittiğimiz vakit, binek hayvanımız serkeşlik
etti. Biz Mecnun'un sınırını da aştık ilah ... "
Hacı Bektaş-ı Veli yine demişti ki: Dünyayı heyecanı
nın tatlılığı ile doldurdun. Hayli ameli bozuk munafıklar senin
heyecanının heybetinden damakları acı olup siyah elbise
giydiler.
Derler ki, adı geçen şeyh İshak, medresenin kapısına
ulaştığı vakit, Mevlana hazretleri semada idi. Şeyh İshak
medresenin eşiğini tam bir edeple öptü ve dervişlere yara
şır bir huzurla içeri girdi. Hemen o anda Mevlana hazretleri
şu gazele başladı:
"Eğer dostun yoksa, niçin aramıyorsun? Eğer
yarine ulaştınsa niçin sevinmiyor, lakayt oturuyorsun?
Bu acayip bir iştir. Asıl hayret edilecek
şey, sen bu hayret edilecek şeyin sevdasında
değilsin, ilah ... ".
Şeyh İshak kendinden geçti, bu gazeli ve bu olayın tarihini
yazıp gitti. Hacı Bektaş hazretlerine ulaşınca, görüp işittiğini
olduğu gibi anlatıp yazdığı tarihi arz edince Hacı-Bektaş:
"Aynı günde Mevlana hazretleri kükreyen bir aslan gibi
içeri girdi ve bana: "Ey kahpenin kardeşi! Bızim heyecanımız
neşe ve aşktan geliyor, yanma ve aramaktan değil, deyip gırtlağımı
sıktı. öleceğimden korktum, baş koyup istiğfar ettim.
Yal varıp yakardım ve kendi aczimi itiraf ettim. Bir anda
gÖL:ümden kayboldu," dedi ve "Şimdi ey dervişlerim! Mevlfı
na'nın saltanat ve ululuğu bizim tasavvurumuza ve teşbihlerimize
sığmaz. o mana timsalinin fermanına itaatten başka bizim
için yapılacak şey yoktur," diye ilave etti.
Şiir:
"Bu ne letafet, bu ne güzellik, bu ne can bağış
layan dilberliktir. Bunun karşısında sabretmek
ne kadar talihsizlik ve sapıklıktır."
Bunun üzerine cümlesi baş koyup mürit ve halis muhip oldular.
(3 1 6) Y i n e ulu arkadaşların alimleri (Allah onlardan
razı olsun) r i v a y e t e t t i 1 e r k i : Bir gün MevHina
hazretleri ulu arkadaşlarla birlikte Cuma mesçidine gidiyorlardı.
Birdenbire birçok kişinin kanına girmiş ve başını
kesmiş bir cellatla karşılaştılar. Mevlana onu ziyaret edip izazda
bulundu. Dostlar: "Bu cellat nasıl bir insandır ki, Mevlana
gibi bir sultan onu ağırlıyor," diyerek şaşakaldılar. Bir büyük,
bu hali ondan sordu. Mevlana: "Gayret kubbeleri altında gizli
kalmış velilerden bir adam vardı. Bu adam, daima beden
kafesinden ruh kuşunu uçurtmak ve şahadet derecesine ulaş
mak isterdi. Yüce Allah bir sebep yarattı, bu adamı mahkum
ettiler. Bu cellat onu beden kafesinden kurtardı. O Allah velisi
kendi velayetini bu cellada verdi," dedi. Dostlar bu hali
cellada anlatır anlatmaz zavallı cellat tam bir kahramanlık
ve büyük bir ihlasla tövbe ve istiğfar edip talihli müritlerden
oldu.
Şiir:
"Ne kadar köpek postlu insanlar vardır ki, onlann
adı yoktur. Fakat onlarsız meclisin şarap ka?
dehi dönmez".64
(3 1 7) Y i n e İlahi imam, müzekkirlerin seyyidi Mevlana
Mecdeddin Çağa el - Kırşehri (Allah rahmet etsin) Allahdan
korkan, vera sahibi ve türlü ilimlerden nasibi olan ve
evliya ilminden de çok kısmeti bulunan bir adamdı. Hudavendigar
hazretlerinden biri de o idi. Onun şerecesini Mevlana
bizzat kendi eliyle yazmıştı. Bu zat rivayet etti ki: Halimin
başlangıcında Kırşehir'den talebem olan bir Türk çocuğunu
Konya'ya beraber götürmüştüm. Mevlana'nın medresesinde
benim hizmetimde idi. Bir gece Mevlana hazretleri medresenin
sahanlığında bedir halinde olan ay gibi gece yarısına kadar
dolaşıyordu. Bütün müritler uykuya dalmış; o ilim talibi
Türk de yavaş yavaş kendi dersini tekrar ediyor ve Hudavendigar'ın
hallerini gözetliyordu. Bana da uyku galebe etmişti.
Türk fakih Mevlana hazretlerinin yeşil bir nura binip yavaş
yavaş tepedeki pencereye doğru yükseldiğini görür. Pencereye
ulaştığı vakit fakih beni uyandırdı. Bu hali öğrenince dayanamadım,
kendimi tutamayarak bağırıp kendimden geçtim. Dostların
cümlesi birden uyandılar. Ben ayıldığım vakit Mevlana:
"Mecdeddin, niçin nara atıyor ve kendi lokmanı ağzından
çıkarıyorsun. Yeni mürit olmuş bir Türk buna dayanabiliyor
da sen bunu niçin açığa vuruyorsun? Allah Abdallarında böyle
haller çok olur. Bunlardan mahrum olmamak için mahremiyet
elde et. "Kim sırrını saklarsa işine hakim olur," sözünü
Allah velileri buyurmamışlar mı?" dedi.
Şiir:
"Eğer beşer sır saklamış olsaydı, hayır ve şer peyda
olmazdı. Gözükmeyen her şey ona gözükürdü."
(3 1 8) Yine mümtaz, gözde ve ihlfts nurlariyle aydınlanmış
has dostlar şöyle r i v a y e t e t t i 1 e r ki: Bir gün
Mevlana hazretleri kendi medresesinde: "Mevlana Şemseddin-i
Mardin! veli bir adamdır, fakat o kendini tanımryor. Onu
kendisinden haberdar edelim. Çünkü velilerden bazısı kendi
veliliğini bilmez, bazısı kendi velftyetine vakıf olur, fakat baş
kasınınkini bilmez, bazı mükemmel ulular da kendi velftyetini
ve başkasınınkini ayn-el yakin ile görür ve hakk-·al yakin ile
bilir. Onlar, kamil sakilerdir ve Hazreti Muhammed sav'in Kevser
kaynağından içerler. Bizim bu Şemseddin'e bir gün Allah
erlerinden biri bir nazar atmıştı. O mübarek nazardan beri
Şemseddin dünyanın emsali olmayan bir velisi oldu,"
buyurdu. Dostlar bu hayırlı haberi Şemseddin'e ulaştırıp:
"MevJana hazretleri bugün medresede bu kadar büyükler arasında
sizin hakkınızda böyle bir şahadette bulundu," dedikleri
vakit, Mevlftrıa Şemseddin baş koyup mesud oldu ve: "Mevlana' -
nın buyurduğu gibidir," deyip şu hikayeyi anlattı: ·'Büllıga
ermiştim. Bir gün Halep şehrinde medresede tahsil ediyordum.
Hidayeyi tekrar ile meşguldüm. Birdenbire bir dervişin kapı
dan girip benden su istediğini gördüm. Hemen kalktım, su
testisini dervişe verdim ve malik olduğum bir miktar yemeği
de gönlü yaralı olan bu dervişin önüne koydum. Benim bu
yerinde hareketimden dervişin memnun olduğunu ve üz?riıne
garip bir nazar attığını gördüm; Onun bu tatlı nazarından o
kadar zevk duydum ki, ihtilam oldum ve ben o hoşluk içerisinde
kendimi toplayıncaya kadar dervişin gidip kaybolmuş
olduğunu gördüm. O nazarın lezzeti halft benim ruhumda duruyor.
Fakat Mevlana hazretlerine ulaştığım vakit, bu büyüklüğü
gördüm ve onun inayet nazarına nail oldum. O evvelki
nazarın tatlılığını, Mevlana'nın bu inayeti karşısında deryadaki
bir damladan daha az gördüm ve onu, yüce nur karşısında
bir zerreden daha az buldum. Hamd ve minnet Allah'nın olsun
ki, o Sultanın (Mevlana'nın) imayet ve irşadı ile veli tanır
da oldum."
(3 1 9) Y i n e ulu arkadaşlar (Allah onları cennete yerleştirsin)
rivayet ettiler ki : Şeyh Bedreddin-i Tebrizi
muhtelif fenleri bilen bir adamdı. Kimya fenninde ve simya
sanatında da Ebu Ali Sina idi. Filozofların felsefesinde de
ikinci Sokrates ve Yunanlı Eflatundu. Konya başkentine ulaş
tığı vakit mukaddes türbeyi yapan emir Alfuneddin-i Kayser
(Allah onun ruhunu rahatlandırsın), onu Sultan Veled hazretlerine
götürdü ve onun meharetini arz edip dedi ki: Bu şeyh
her gün bin sultani diremi müritlere tedarik edebileceğini iddia
ediyor. Arkadaşlar daha çok, yaşama imkanları ise, daha azdır.
Bütün arkadaşların, emirlerin ve adap ehlinin mürebbisi
olan Sultan V eled hazretleri bu meseleyi babasına arz etti.
Mevlana hazretleri hiç bir şey söylemedi. Bunun üzerine Bcdreddin-i
Tebrizi tam bir edeple içeri girince baş koydu ve
içten gelen bir ihlasla halis bir mürid oldu.
(320) Yine yer yüzünde Allah'nın veliyesi ve bizim
şeyhimiz, ariflerin sultanı, Çelebi Celftleddin Emir Arifin
(Allah her ikisinin sırrını kutlasın) annesi, Şeyh Selahaddin'in
(Allah ondan razı olsun) kızı, ikinci Meryem ve ilahi Sıddika
olan Fatma Hatun h a b e r v e r d i ki: Ben, Hudavendigar
bu kimyager hakkında ne buyuracak diye kapının aralığından
bakıyordum. Mevlana: "Suphan Allah, bu tuhaf bir haberdir.
Biz fitne tozunun dinmesi ve hanedanımız üzerinden bulanıklık
dumanının kalkması için, altını toprak yapmağa çalışıyoruz.
Şimdi de biri gelmiş: 'Kötülük çıkarayım diye toprağı altın
yapıyorum,' diyor. Yoksa bu adam, 'Fitne uykudadır, onu
uyandırana Allah lanet etsin,' sözünü duymamış mıdır? Bu
işi büyütmektir. Benim fazla (şey) istemeyi sevmediğimi bilmiyor
mu? Hakikaten Allah'nın öyle kulları vardır ki, kimya
ilminin rolü olmaksızın taş veya kerpiçe baksalar, bu kerpiç
veya taş durduğu yerde altın ve yakut olur," diyordu. Yine
bu sırada Mevlana kalkıp mübarek elini bir mermer sütununun
üzerine koyar koymaz bu mermer sütununun güneş gibi
gözleri kamaştıracak kadar altın olduğunu gördüm. Arkadaş
lar ve Bedreddin-i Tebrizi bağırarak cümlesi birden kendilerin_
den geçtiler. Benim de aklım başımdan gitmişti. Kendime geldiğim
vakit Mevlana hazretleri: "Bahaeddin, Bedreddin hazretlerini
zamanın Cüneyd'i ve Allah'nın halifesi Çelebi Hüsameddin'in
yanına götür de onlara hizmet etsin," buyurdu.
Şiir:
"Nihayet bilsin ki biz altına tamah edici değiliz, biz
altını, altını yaratandan getirmişiz. O Allah eğer
istese bütün yeryüzünün toprağı altın ve kıymetli inci
olur.
Biz altına doymuşuz. Çünkü biz o kadar
fenle doluyuz ki, bj.itün toprağa mensup olanları
baştan başa altın yaparız. Ben sizden nasıl altın
isterim. Ben sizi (altın yapan) kimyager yaparım.
Mülk ve altın, öldüğün vakitte senin canının
yoldaşı olmaz. Altını ver, basiret gözün için sürme al."
Bugünden sonra Bedreddin meşgul olduğu her hüneri ve
kullandığı her sanatı dostlara vakfediyordu. Nihayet Mevlana'nın
vefatından sonra Alemeddin-i Kayser onu mübarek
türbenin mimarı yaptı.
(321) Yine Mevlana hazretlerinin yakınlarından
n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Bir gün sultan Rükneddin hazretleri
(Allah onun bürhanını nurlanJiırsın) beş kese sim-i
sultani göndermişti. Hoca Mecdeddin bu parayı alıp Mevlana'
nın huzuruna götürdü. Mevlana: "Dışarı at da kim isterse alsın,"
diye ona bağırdı.
Şiir:
"Senin olmayan bir kumaşı evinden dışarı at.
Mescid-i Aksa'nın içinde, ölmüş köpeğin ne işi
var."
(Paraları) dışarı attılar, hiç kimse de bunları almadı. Mecdeddin
vaziyeti Mevlana hazretlerine arz etti. Mevlana: "Eğer
onları yok edemiyorsan git de harca," buyurdu. Mecdeddin
yine altınları yok edemeyince, üçüncü defa olarak: "O gü
müşleri ne yapayım ve ne yapmak lazımdır?" diye tekrar
sordu. Mevlana: "Eğer hakikaten beni halis seviyorsan,
o paraların cümlesini topla, hendeğin içine dök de canın onun
hesabından kurtulsun," buyurdu. öylece o paraları alıp kalenin
hendeğine attılar. Bu hendek su ve siyah bir çamurla doluydu.
Hayli kimseler o beyaz gümüşün hevesiyle hendeğe
dalıp beyaz yüzlerini karartıp canları ile oynadılar. Ondan
sonra Mevlana: "Dünya malı öldürücü bir zehirdir ve herkes
de bu para için birbirleriyle dövüşüyor. Bu para bütün halkı
öldürüyor ve yok ediyor. Nihayet o derecede ki Allah velilerinin
ağzının tadını bile bozuyor. Allah Allah, gümüşün bütün
afetlerinden salim kalman ve onun zehirli iğnesini yememek
için ihtiyatlı davranman Iazımdır," buyurdu.
Şiir:
"Dünya bana bayram olmaz. Ben onun çirkinliğini
gördüm, o san yüzlü kötü kadın yüzüne allık sürüyor."
(322) Hikaye: Yine ufukların meşhuru_ ve baş olmayı
hak eden Bayburtlu Ahi Emir Ahmed (Allah ona rahmet
etsin) o diyarın reislerindendi. Zengin, hayır isteyen, makam
sahibi, çok zaman görmüş ve büyüklerin sohbetine erişmiş bir
adamdı. Ariflerin sultanı Çelebi Celaleddin Arif (Allah onun
sırrını kutlasın) hazretleri Bayburd'a gittiği vakit, oranın erkek
ve kadın bütün halkı onun kulu ve müridi oldular. Emir Ahmed
şöyle hikaye etti ki: Gençliğimin ilk çağında sizin ceddiniz
Mevlana hazretlerinin güzel şöhreti ağızdan ağıza Bayburd'a
ulaşınca ve onun "hal" ve "kal" inin yüceliğini seyyahlar
anlatınca, bende, babamdan müsaade dileyip Konya'ya
gitmek ve o hazretin elini öpmek şerefine nail olmak hevesi
uyandı. Fakat annem ve babam hiç müsaade etmiyorlardı.
Ben "Niçin olmasın, niçin olmasın," diyerek gitme zamanını
düşünüyordum. Bir gece son derece arzu ve aşkla kalktım,
birkaç rekat hacet namazı kıldım ve Allah'nın nimet ihsan
etmesi yardımcım olur da sürüden ayrılıp o ziyaretle müşerref
olurum ümidi ile kırk defa En'am Suresi (K., VI) ni okudum.
Sabaha yakın başımı koyup uykuya daldığım vakit rü
yamda müritlerden ve seyyahlardan işittiğim şekilde Mevlana' -
yı gördüm: Mevlana fereci giymiş, duman renginde bir sarık
başına sarmış olduğu halde evimize giriyordu. Ben daba önce
koşarak baş koydum, yüzümü onun ayaklarına sürdüm ve
yalvarıp yakardım. O, bir dosttan makas istedi, saçlarımı kesti,
yüzümü öptü ve birkaç defa: "Allah mübarek etsin Allah
mübarek etsin," dedikten sonra: «Bu Mesnevi şeyhidir," buyurdu.
Ben sevincimden uyandığım vakit, kesilmiş saçlarımı yastığımın
üzerinde buldum. Bu vaziyetten dolayı bende bir şaş
kınlık belirdi. O zevkin şevkinden birkaç gün deli gibi dağlarda
dolaştım. Nihayet büyük bir posta oturtma merasimi yaparak
fereci giydim, sema'a, toplantılar tertib etmeğe ve Mesnevi
okumağa başladım. Ondan sonra muhtelif şeylerden hazırlanmış
güzel bir armağanı Mevlana'ya gönderip kendi halimi
bildirdim. Bunun üzerine Mevlana hilafet şeceresini gönderip
bu kulu müritliğe kabul etti. Siz Çelebi Celftleddin hazretlerinin
bu diyarı şereflendirip benim ilm - el - yakin'imi
ayn - el -yakine çevirmeniz ve beni hakk - al yakine ulaştırmanız
da kabülümün alametidir.
Yine sultan Veled, Emir Ahmed'i daima kardeş ve dost
diye çağırdı. O yeniden tam bir ihlasla Çelebi Arif hazretlerinin
müridi olup bütün çocuklarını ve dostlarını o sultanın
müridi yaptı "ve ona yakınlık ve iyi mekan vardır" (K.,
XXXVIII, 254) ayeti de onların yeri oldu.
(323) Y ine n ak 1 e d i 1 mi ş tir ki: Bir derviş
Mevlana hazretlerini rüyada görüp müridi oldu. Mevlana
onun saçını kesti. Derviş sabahleyin erkenden rüyasını ulu
arkadaşlara anlattı. Arkadaşlar onu, yeniden mürit olsun ve
"lşte evvelce gördüğüm rüyanın, bu tabiridir. Rabbim onu
hak etti" (K. , XII, 100) ayetini okusun diye Mevlana hazretlerine
götürdüler. Mevlana hazretleri dervişi görünce: "Onun
saçını daha dün kesmiş, müritliğe kabul etmiştim. Bu kafidir,"
buyurdu.
(324) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Bir gün Şeyh
Sadreddin hazretleri hadis dersi ile meşguldü. Dünya fazılları
da o mecliste hazırdılar. Birdenbire Mevlana hazretleri kapı
dan içeri girdi. Şeyh o günkü dersi Mevlana'nın vermesi için
ricada bulundu. Mevlana hazretleri, her hadisi anlatırken o
kadar duyulmadık hadisler şahit getirdi, işitilmedik manaları
açıkladı, hadislerin gelme sebeplerini söyledi ve o kadar derinlere
daldı ki, mecliste bulunanlar şaşakaldılar. Şeyh Sadreddin'in
içinden: "Acaba bu hadisin manası Mevlana'nın
söylediği gibi mi, yoksa başka mıdır? Çünkü biz bu manaları
hiç bir büyükten dinlememiş ve bu tarzı işitmemişiz," diye
geçti. Hemen o gece Şeyh Sadreddin, Mustafa Hazretlerini
(Allah'nın selfıt ve selamı onun üzerine olsun) rüyasında gördü:
Peygamber hazretleri hankahın baş köşesinde oturmuş
tur. Şeyh Sadreddin onun önüne gider ve Allah elçisinin elini
öper. Peygamber: "O hadisin manası ve benim maksadım,
Mevlana'nın buyurduğu gibidir. Ona ilave edilmiş değildir,"
der. Şeyh sevincinden uyanır. Rüyasını, dervişlere anlatmadan
önce Mevlana hazretleri hankahın kapısından içeri girip
sofanın baş köşesinde· oturdu ve: "Biz seni şahit olarak ve sırrımızın
hakikatını müjdelemen için gönderdik" (K., XXXIII,
44; XL VIII, 8) ayetini okudu. "Yani öyle adil bir şahidin şahitliği,
kullar hakkında makbuldür, çünkü yüce Allah isterse
kabule mazhar olur," buyurdu. Sadreddin hemen kalktı, ona
olan güveni, imanı ve birliği bir iken bin oldu.
(325) Yine bir gün Mevlana hazretleri hamama girmişti.
Hemen dışarı çıkıp elbiselerini giydi. Dostlar: "Hudavendigar
ne çabuk dışarı çıktı?" diye sordular. Mevlana:
"Tellak bana yer açmak için bir şahsı havuzun kenarından
uzaklaştırdı. Ona karşı utancımdan terledim de çabucak dışarı
çıktım," dedi.
(326) Yine dostlar bir kimse hakkında "Vefasız bir
adamdır," dediler. Mevlana: "Vefa hoş mudur?" diye sordu.
Onlar: "Evet," dediler. Mevlana: "O halde şimdi siz vefaya
sıkı sarılın," buyurdu. Mevlana daima: "Erlerin vefası veya
vefa hakkı için," diyerek yemin ederdi.
Şiir:
"T ann vefasından ötürü övünür ve başkasının
ahdine benden daha vefalı olan var mı? dedi.
Mademki vefa köpeklerin şiarıdır. O halde git,
onları ayıplama.
Mademki vefasızlık köpekler için bir ayıptır, o
halde vefasızlığı nasıl reva görüyorsun" .65
Eğer Hintli bir köle ".efakarlık ederse, devlet
onun için, Allah onun bekasını uzun etsin, diye
dua eder."
(327) Yine çok defa şöyle vakı olurdu ki Gfryende'ler
scma'ın uzun sürmesinden hasta olur, pazartesi ve perşembe
günleri medreseye geç kalırlardı. Mevlana hazretleri (Sema
edemediği için): "Mademki aşıkların namazını kılmadık, hiç
olmazsa kuşluk namazını kılalım," derdi. Gfryende'ler gelinceye
kadar, birkaç rekat namaz kılar ve onlar gelir gelmez birlikte
sema ederdi.
(328) Y i n e bir gün Mevlana'nın hizmetinde rebap
çalıyorlardı. Mevlana büyük bir zevk duyuyordu. Birdenbire
bir aziz içeriye girdi: "İkindi namazı (namaz-ı diğer) okunuyor,"
dedi. Mevlana, bir an durakladı ve sonra: "Hayır hayır, o
başka namaz, (namaz - ı diğer,) bu da başka;66 her ikisi de
Hakk'a çağırıyor. Birisi insanın zahirini hizmete, ötekisi ise
batınını Allah'nın sevgi ve marifetine çağırıyor," dedi.
(329) Yine arkadaşlardan birisi evlendi. Mevlana;
"lnşallah (aldığın hayat arkadaşı bir) din arkadaşı olur," dedi.
Bir gün bir derviş, birinin onu bunu kötülemesinden şikayet
etti ve bu işin kötülüğünü tekrarladı. Mevlana: "İnsan
diinyayı zaptedebilir, fakat ağzını zaptedemez," dedi.
(330) Y i ne bir gün Mevlana hamama girmişti. Merhamet
gözü ile kendi mübarek vücuduna baktı. Vücudu iğne
--- ipliğe dönmüştü. Buyurdu ki: Bütün ömrümdtı kimseden
utanmadım, fakat bugün zayıf vücudumdan çok utandım.
Çünkü o: "Bir gün bana huzur vermedin," diye kim bilir "hal"
dili ile neler söyledi, neler de söylemeyip gizledi ve "Yükünü
taşıyabilmem için beni hiç rahat bırakmadın; bir gececik olsun
istirahat edip kuvvet bulmama bile müsaade etmedin," diye
ne kadar inledi. Fakat ne yapayım ki, benim huzurum onun
ıstırabındadır. Nitekim buyurmuştur:
Şiir:
"Ben, bir rahat etsem, mhum rahat etmez. Ben
hiçbir dakika dinlenmediğim anda dinlenirim."
Aşıkların huzuru yorgunluktadır. Hazine, zahmette; ne
şe, arayıp istemede ve acınmışlık da edeptedir.
Şiir:
"Ruhum çekişmeler içerisindedir. Beni çekip
sürükleyenin kim olduğunu biliyonım. Bir an
dinlenmek istiyorum, fakat dinlenmek için imkanım
yok."
(33 1) Y i n e bir gün Mevlana'nın haremi Kira Hatun
(Allah ondan razı olsun): ' 'Cennet halkının çoğu aptaldır,"
hadisinin manası nedir?" diye sordu. Mevlana: "Aptal olma?
salardı, Cennet '
ve Cennet'in nehirleriyle nasıl yetinirlerdi.
Sevgilinin yüzünün bulunduğu bir yerde Cennet'in ve nehirlerinin
yeri mi olur. Bunun için "Cennet halkının çoğu aptaldır
ve illiyin ise akıl sahipleri içindir," buyurdu ve şu rubaiyi
söyledi:
"Eğer Cehennemde senin zülfün elime geçerse,
cennetlik olmaktan ar ederim.
"Eğer sensiz, beni cennete çağırsalar, cennet
sahrası kalbimi sıkar."
O halde yalnız bağı gezmeyi gaye edinmiş diişüncesi kıt kimse,
bahçıvanın yüzünü görmekten mahrum kalır.
Şiir:
"Onun yüzü olmazsa cennet bana hem cehennem
hem de düşmandır. Bu fani renk ve kokulardan
yandım. Nerede beka nurları."
Yine bir gün gönül sahibi velilerden bir cemaat, Rabia' -
nın bir elinde ateş, bir elinde de bir testi bulunduğu halde
acele ile koştuğunu gördüler. Veliler: "Ey ahiretin hanımı,
nereye ve ne için koşuyorsun?" diye sordular. Rabia: "Cenneti
yakmak, Cehennemi de su döküp söndürmeğe gidiyorum ki
Bu yolu kapıyan iki hicap da ortadan kalksın, maksat gözüksün
ve Allah'nın kulları ümitsiz (reca) ve korkusuz (havf)
Allah’a hizmet etsinler. Çünkü eğer cennet ümidi ve cehennem
korkusu olmasaydı, kimse Allah’a tapmaz ve itaat etmezdi,"
dedi.
Şiir:
"Eğer cennetteki kızarmış et ve helva ümidi olmasaydı,
bu bir mukallid mestin rükô için sırtı eğilir miydi?"
Fakat, halis muhiplerin maksat ve istediği şey sevgiliye
ulaşmaktır. Her iki dünya da bu visalin kulu ve kölesidir.
Şiir:
"Allah'dan başka Allah istemek fazlasını isteyip de
yemek bile olsa, bir can çekişmedir ."67
"Allah'dan başka Allah istemek fazlasını isteyip de
cümlesini kaybetmektir."68
Şeyh Maturidi'ye: "Dilediğini iste," dediler. O da "1ste
ınemeği istiyorum," dedi.
(332) Hikaye: Yine nakledilmiştir ki: Bir gün
Mevlana hazretleri manalar saçmakta hararetlenmişti. Her
tayfadan bir cemaat vardı. O şu hikayeyi anlattı: Bir Türk şehre
pl'lmi<;tİ. Birdenbire bir medresenin kapısına geldi. Medreseyi
?iipiiriilmüş, sulanmış ve fakihlerin de büyük sarık ve elbiseleriyle
oturmuş olduklarını gördü. Bir an sonra medresenin
kapıcısının geldi?ini !!ördü. Kapıcı medresede bulunanlardan
lın birisine tayin edilen ekmeği, eti ve diğer şeyleri getirip
kendilerine verdi. Bu hal Türkün çok hoşuna gitti. Ertesi gün
:rnval lı Ti.irk, çoluk çocuğunu terk edip basına bir sarık sardı,
bir cübbe giydi ve medreseye girdi. Müderrise seıam verip
y:ınına oturdu. Müderris faklh, fakirdi. Gelenin alim olmadığını
ve bu sarıkla cübbeyi mahsus giyindiğini zekasiyle an-
ladı. Müderris: "Ey azizim, harici süs, cübbe ve sarıkla kimse
danişmend ve fakih olmaz ve mücahedesiz kimse müşahedeye
ulaşmamıştır. Yıllarca didinip kendi kendini tüketmek
ve bunu tekrar etmek, kandil isi ile kararıp bulanmak lazımdır
ki Allahnın uygulaması inayetiyle bir insan insan olsun.
Ona bakan insan olan ve olmayan kimse, ondan insanlık öğ
rensin," dedi. (Mevlana bu hikayeyi anlattıktan sonra) "O
halde görünüşe tapan, görünüşün süsü içinde kalmış olan, dış
terbiye ile yetinen, gösteriş için fereci giyen ve asla özü bilmeyen
ve görmeyen bu cemaat, bahsedilen bu Türk gibidir.
Bir insanın o anın adamı olması için yıllarca zahmet çekmesi
lazımdır.
Şiir:
"Yakutun renk, parlaklık ve letafet bulması için
yıllarca güneşte kalması gerekir69•
"Ev mürit, bir puşkin misk olması için ahunun
yıllarca o bahçede otlaması lazımdır.7°
"Bir iplik ucu bana ?örününceye kadar gönlüm
ve kalbim şuhutta ipliğe döndü.71
·
İçteki fasit hayalleri süpürüp atmak için vücudun
züht ve tekvada hayal gibi olması lazımdır.'m
(333) Yine kamil, hür kişilerin (ahrarın) makbulü şeyh
Mahmud-i Neccar (Allah rahmet etsin) r iv ay e t e t t i ki:
birgün mübarek medresede büyük bir sema vardı. Zamanın
ariflerinden şeyh Fahreddin-i Irak! o anda cezbelenip h1fkası
ve tahfifesi düşmüş bir halde dolaşıyor ve bağırıyordu. Mevlana
hazretleri de diğer bir köşede sema ediyordu. Mevlana
Ekmeleddin Tabib, bütün emirler ve alimlerle seyrediyordu.
Sema'dan sonra, Ekmeleddin Tabib: "Hudavendigar, şeyh
Fahreddin-i Irak! hakikaten bundan sonra hoş düşler görecek,"
dedi. Mevlana: "Eğer başını bu tarafa çevirip uyursa ... "
buyurdu. Nihayet şeyh Fahreddin Mevlana'nın inayet nazarı
na mazhar oldu. Mevlananın müsaadesiyle Muineddin Pervane,
şeyh Fahreddin'i Tokat tarafına çağırdı ve onun için yüksek
bir bankalı yapılmasını emretti. Fahreddin o hankahın
şeyhi oldu. Şeyh Fahreddin daima medresedeki sema'da ha-
ıır bulunur ve Mev!ana'nın büyüklüğünden bahiıole ahlar
edip: "Hiç kimse Mevlana'yı gerektiği gibi anlayamadı. O bu
dünyaya garip olarak geldi, garip olarak gitti." derdi.
Şiir:
"Dünyaya geldi, bize bir iki gün yüzünü gösterdi, fakat
öyle çabuk gitti ki kim olduğunu bile bilmedim."
(334) Yine bir gün Mevlana hazretleri ilimler sa
çarken: Balıkların içinde bulundukları bu ırmağın suyuna ekmek
kırıntıları atmadan balıklar başlarını dışarı çıkarıp o ekmek
kırıntılarına üşüşmezler. Tıpkı bunlar gibi, bizim ruhumuzda
akan hikmet ırmağına da doğruluğu, talebi, dürüst
imanı ve riyasız bir samimiyeti dökmeden bizim mana balıkhırımız,
işitmek isteyenlerin ve arayanların himmetleri nispetinde
başlarını bu ırmaktan dışarı çıkarmazlar ve hiç bir
avcının oltasına düşmezler. O halde çok zillet göstermek ve
fakirlik lazımdır. Çünkü ıstırap ve zaruret bir şeyi hak etme
ğe vesiledir. 'Sıkıntıda olan kimse dua ettikte ona icabet eden
kimdir?' (K., XXVII, 63)
Şiir:
"Allah gökleri yarathysa ihtiyaçları def etmek
için yarath. Yerden biten her şey, bir muhtacın
ihtiyacını def etmek ve her talibin aradığı şeyi,
bulmak için biter".
"Nazik boğazlı çocukcağız ağlamadıkça memeden
süt nasıl gelir?"
(335) Yine bir gün dostlardan bir azizin ruhu sıkılmıştı.
Mevlana hazretleri ona: "Dünyanın bütün can sıkıntısı bu
ıli'ınyaya gönül verme neticesidir. Bu dünyadan azat olduğun,
krııdini garip bildiğin, baktığın her renk ve tattığın her zevkin
kalmayacağını başka bir yere gideceğini bildiğin an, can sı
k ıııtısından kurtulursun. Ne mutlu o insana ki fıkıh ve hikmet
l'lıli ile oturur, zillet ve miskinlik ehli ile düşer kalkar," dedi
ve yine buyurdu ki: "Azat er başkasının kendisini incitmesindrn
incinmeyen kimsedir. Yiğit, incinmeyi hak edeni, incitmeyrn
kimsedir. Nitekim demiştir.
Şiir:
"Bu hırka içinde olduğumuz müddetçe ne kimseden
incinir, ne de kimseyi incitiriz".
(336) Y in e r i vay et o 1 un m u ş tur ki: Bir
gün arkadaşlardan biri malının azlığından şikayet ediyor. Mevlana
hazretlerine, kendisine biraz dünyahğın yüz göstermesi
için yalvarıp yakarıyordu. Mevlana: "Git, beni düşman kabul
et ve hiç sevme de, dünya senin dostun olsun ve Allah sana
dünyayı versin," buyurdu. Mürit: "Yapamam," dedi. Mevlana:
"O halde git, fakirlik ve sefalete tahammül et de bolluğa kavuşasın
ve (o iilemden) bir ses işitesin. Çünkü Allah velilerinden
başka kimsede dünya ile din bir arada bulunamaz," buyurdu
ve şu şiiri söyledi:
"Ey dünya talibi! Sen bir gündelikçisin. Ey
cennet aşıkı! Sen bu hakikatten uzaksın.
"Ey hakikatı bilmediğinden ötürü dünya ve
ahiret ile başı hoş olan kimse! Sen onların neşe
ve kederinden haberdar olmadığın için mazursun."
(337) Yine bir şahıs altın dolusu bir kese kaybetmiş
ti. Kendinden geçmiş gibi koşuyor ve herkesten soruyordu.
Birdenbire Mevlana hazretlerine rasladı. Mevlana: "Kaybettim
deme, bilakis buldum, de," buyurdu.
(3J8) Yine gönlü yaralı bir derviş rivayet et -
t i k i : Bir gün, bir şahıs Mevlana ile karşılaştı. Baş koydu ve:
"Bu sefil dünyaya çok doymuş ve ondan usanmışım. Keşke
öteki dünyaya gitsem de dinlensem. Çünkü yüce Allah hazretleri
oradadır," dedi. Mevlana hazretleri: "Allah'nın burada
olmadığını ne biliyorsun?" buyurdu.
Şiir:
"Dünyada ne varsa senin haricinde değildir. Ne
ararsan kendinde ara, çünkü sen her şeysin."
(339) Yine dostlardan bir aziz büyük bir toplantıya
rasladı. Bu toplantıda herkes her hususta muhtelif şeyler okuyor
ve kendi üstünlüklerini göstermeğe çalışıyordu. O aziz
hiç bir şey söylemiyordu. Mevlana hazretleri: "Ey arkadaş,
sen niçin bir ilim vermiyor ve bir söz söylemiyorsun" diye
ondan sordu. Aziz: "Bu, bir büyükler toplantısı olduğu için çekindim,"
dedi. Mevlana: "Ağzını açmalıydın, biz söylerdik,"
buyurdu.
(340) Yine arkadaşların kendilerine örnek edindikleri
tbni Isfehsalar unvanı ile tanınan, müritlerin ariflerinden
ve şehirin emirlerinden birinin oğlu olan Çelebi Celaleddin
(Allah ona rahmet etsin) r i v a y e t e t t i k i : Bir gün MevJana
hazretleri haberci olarak beni birkaç dostla birlikte Kayseri'de
Pervanenin yanına gönderdi. Çelebi Hüsameddin'e bir
mektup yazdırdı. Bu mektupta icap edeni söylemiş ve mana
incilerini delmişti. Mübarek mektubunu sarığımın kenarına
yerleştirip baş koydum ve Hudavendigar'ın mübarek ayaklarını
öptükten sonra: "Eğer benden haber sorarlarsa, ne söyleyeyim?"
diye sordum. Mevlana: "Sen orada ağzını açınca gerekeni
biz söyleriz," buyurdu. Sultanın ve emirlerin hizmetine
ulaşıp Mevlana'nın selamını ilettiğimde, cümlesi ayağa kalkıp
büyük bir saygıda bulundular. Pervane mektubu ayakta tatlı
bir eda ile okuyor ve metnin her yerinde aferinlerde bulunuyordu.
Bizim istediğimize icabet ederek Hudavendigar'ın bü
yüklüğü hakkında benden: "Hudaverdigar ne yapıyor, mübarek
sıhhati nasıldır?" diye sordular. Ben o kadar hakikatler
ve ince şeyler söylemişim ki kendimden geçmişim. Pervane ve
emirler: "O hazretten niçin uzağız?" diyerek ağlıyor ve hayıflanıyorlardı.
Nihayet Pervane bana: "Çelebi hazretleri sık
sık teşrif buyuruyorlardı, fakat bu seferki kadar sizi marifetle
ve manalarla dolu görmemiştim," dedi. Ben hikayeyi tekrar
anlattım. Cümlesi birlikte baş koyup filerinlerde bulundular ve
çok hediyeler gönderdiler.
(341) Yine zamanın Eflatunu, Hoca Ekmeleddin TaOlb
(Allah onun toprağını iyi etsin) bir gün Mevlana'nın ziyaretine
gelmişti. Mevlana o günü Çelebi Hüsameddin'in evinde
idi. Ekmeleddin çok güzel elbiseler giymiş, samur kürklü kırmızı
bir ıskarlat çuhasını da omuzuna atmıştı. Bir an sonra
Mevlana hazretleri, Ekmeleddin'in kulağına gizli bir şey söyledi.
Ekmeleddin hemen baş koyup elbiselerini verip gitti.
Çelebi Hüsameddin hazretleri Ekmeleddin'den: "Mevlana senin
kulağına ne söyledi .. Bu secde ve bu halin sebebi ne idi?"
diye sordu. Ekmeleddin: "Bu kadınlara mahsus güzel elbiselerle
Allah velilerinin gözü önüne nasıl gelip bulundum. Bu hareketim
hiç doğru değildi, diye içimden geçti. O anda kendimi
son derece zavallı ve mahçup gördüm, halim değişti. Tam
bu sırada Mevlana hazretleri kulağıma: "Aldırma, düşünme
ve mahçup olma, ruhumuzun elbisesi olan tenin bile bizim yanımızda
itibarı yoktur. Dışta olan yağmur elbisesinin nasıl itibarı
olabilir. Çünkü: 'Allah sizin şekillerinize ve amellerinize
bakmaz, kalbinize ve niyetlerinize bakar.' Çalış ki, elbise seninle
tanınsın, sen elbise ile tanınma," buyurdu. Ben o inayetin
memnuniyetinden elbiseleri şükrane olarak kavvallere verdim,"
dedi. Ekmeleddin hayatta bulunduğu müddetçe süslü
elbise giymedi.
(342) Y i n e onun müdavimleri ve hizmetini yapanlar
şöyle r i v a y e t e t t i l e r ki: Mevlana hazretleri, Haydar
gibi sarmısağı çok severdi. On, on beş belki de yirmi otuz günde
bir yemek yerdi. İftarda çiy sarmısak tanelerini yer ve:
Mustafa hazretleri, bildiği sebeb ve hikmet üzre müminlerin
emlri Ali'ye her zaman: "Ey Ali, sarmısağı çiy ye," buyururdu.
(343) Y i n e Arif Çelebi'nin annesi Kirake Hatun
(Allah her ikisinin sırrını kutlasın) r i v a y e t e t t i ki:
Mevlana hazretlerinin bir aya yakın yemek yemediğini gördüm.
Ben, yeni gelin olmuştum. Muallimim de Mevlana hazretleri
idi. Bir gün Mevlana benden: "Fatına hanım evimizde
yoğurt var mı?" diye sordu. Ben: "Evet var, fakat son derecede
ekşidir," dedim. Buyurdu, onu büyük bir kaseye doldurup
önüne koydum. Mevlana: "Yirmi baş sarmısak döv, içine dök
de lezzetli olsun," dedi. Ben, gece yarısı Mevlana'nın geldiğini
gördüm. Benden yoğurdu istedi ve alıp yoğurdun içine bayat
küf tutınuş ekmekleri doğradı. Sonra o kasedeki tiriti tama-
miyle yedi. Ben o yoğurttan bir parça ağzıma koydum, yoğurdun
keskinliğinden derhal dilim kabardı. Fakat Mevlana, yo
ğurdu tamamiyle tüketip kaseyi bana verdi ve sabah oluncaya
kadar teheccüt namazı ile meşgul oldu.
Dostlar toplanınca da yedi gün, yedi gece sema edip sü
kunet bulmadı ve bir lfthza dinlenmedi. Sekizinci gün hamama
gidip bir hafta orada kaldı. Herkes bu kuvvet ve kudretten
ötürü hayrette kaldı ve birçok münafıklar da zünnarlarını
kopararak ve muhalefetlerinden ötürü istiğfar ederek ona uydular.
Y i n e bir gün b u y u r d u ki: Biz bu dünyadan üç
şey seçmişiz; semaı, şerbeti ve hamamı.
(344) Yine Müderrisin oğlu Çelebi Şemseddin'den
n a k I e d i I m i ş t i r ki: Bir gün Mevlana'nın kızı Melike
Hatun (Allah her ikisine de rahmet etsin) kendi cariyesini azarlamıştı.
Mevlana hazretleri birden bire kapıdan içeri girdi ve:
"Onu niçin dövüyor ve niçin incitiyorsun. Acaba o, hanım,
sen de cariye olsaydın ne yapardın? İster misin ki, bütün
dünyada Allah'dan başka hiç kimsenin köle ve cariyesi yoktur,
diye bir fetva vereyim. Hakikatte onların cümlesi bizim kardeşlerimiz
ve hemşirelerimizdir. Çünkü Allah: 'Allah sizi bir
nefis gibi yarattı ve dünya'ya getirdi,' (K., XXXI, 27) buyurmuştur,"
diyerek kızına bağırdı. Bunun üzerine kızı tövbe
edip o cariyeyi azat etti ve üzerinde ne varsa cümlesini ona
giydirdi. Hayatta bulunduğu müddetçe de köleleri ve cariyeleri
incitmeyip Peyg?berin sünnetine uyup diyordu:
Şiir:
"Fenlerle dolu olan Peygamberlerden utanıyorum. O,
giydiğinizden onlara (kölelere) da giydiriniz," dedi.
"Yediğinizden fakirlere de yediriniz, vasiyetini
Peygamber çocuklarına etti". "Ben ipek ve atlas
giydiğim vakit, maiyetime de ipek ve atlas giy-
. diririm, çul giydirmem".
(345) Yi n e n a k I e d i I m i ş t i r ki: Bir gün Mevlana
hazretleri semam feyzinden ve mizacının letafetinden
kış mevsiminde nezle olmuştu. Nezle, sersamı karşılar ve
cüzzamın damarını keser. önce kan almak, sonra da hamama
gitmek lazımdır, denildiği için o anda kan almağa niyet
etti ve gömleğini de kan alıcıya verdi. İkinci günü de hamama
gitti.
(346) Y i n e bir büyük: "Farz olan namazların arkasından
Ayetü'l-Kürsi'yi okumanın ne hikmeti vardır?" diye
sordu. Mevlana hazretleri: "Peygamber (Allahnın selat ve
selamı onun üzerine olsun) beş vakit namazın arkasından
Ayetü'l-Kürsi'yi (K., il, 256) okuyan kimsenin ruhunu, Allah
bizzat alır," buyurmuştur. "Allahnın senin ruhunu bizzat
kendi eliyle almasından ve rahmet bahşetmesinden daha büyük
bir fayda ve hikmet olabilir mi? Şüphesiz Mustafa hazretleri
(Allah'nın selamı onun üzerine olsun) daima Ayetü'l-Kürsi'yi
okur ve kendi ümmetini de onu okumağa teşvik ve tahrik ederdi.
Ayetü'l-Kürsinin fazileti yüce arştan daha yücedir ve bu
fazilet hiç bir kitapta yoktur. Bu Mustafa'ya ve onun ümmeti
merhumesine mahsustur," buyurdu.
(347) Yine hakikat yolunun sfüikleri ve ilahi şarabın
mestleri olan eski dostlar (Allah'nın rızası onların cümlesinin
üzerine olsun) şöyle r i v ay e t e t t i 1 e r ki: Bir gün Mevlana
hazretleri: "Dostlarımız türbemizi, uzak mesafelerden gö
zükmesi için yüksek yapsınlar. Kim bizim türbemizi uzaktan
görür, itikat eder ve bizim velayetimize güvenirse, yüce Allah
onu rahmete kavuşmuşlar sırasına kor. Hususiyle tam bir aşk,
riyasız bir ihlasla, mecazsız bir hakikat ve içinde şüphe
olmayan bir ilim ile gelip türbemizi ziyaret eden ve namaz
kılan bir kimsenin her dileğini yüce Allah yerine getirir ve
kendi maksatlarına ulaştırır. Onun dine ve dünyaya ait iştiyakleri
hasıl olur," buyurdu.
Şiir:
"Fazla dua yaptığımdan ötürü vücudum dua oldu.
O kadar ki, kim yüzümü görürse duayı hatırlar."
Ve yine buyurdu ki: Dua bir ok gibidir. Müridlerin aminleri
de o okun kanisimleridır.
Şiir:
''Ey gönül istediğini iste, ihsan peşin, padişah da ha-
zırdır. Çünkü o ay yüzlü padişah, gelecek yıla kadar
bekle demez."
(348) Yine hakiki bir na ki 1 d i r ki: Bir gün
Mevlana hazretleri buyurdu ki: "Bizim türbemizi yedi defa
yapacaklar. Sonuncu defada zengin bir Türk çıkacak, onu,
lıir tuğlasını altundan bir tuğlasını da ham gümüşten olmak
iizcre yapacaktır.' Bizim türbemizin etrafında da bir şehir
olacak sonra türbemiz bu şehirin ortasında kalacaktır. O zaman
da Mesnevi'miz şeyhlik edecektir."
(349) Yine ulu arkadaşlardan n a k l e d i 1 mi ş tir
ki: Bir gün Mevlana'nın hizmetinde Kur'an'ı yedi tarzda okuyan
Sa'ineddin-i Mukri'nin hikayesini anlatıp: "Sa'ineddin-i
Mukri zamanın Ebu Hafs'ı ve Kalfın'udur. Her gece Kur'an'ı
hatmetmeden yatmaz," dediler. Bunun üzerine Mevlana: "Evet,
sadece cevizleri iyi sayıyor, onun özünden bir haz almıyor.
Allah'nın kitabı dört esas üzerine kurulmuştur: tbare, işaret,
latifeler ve hakikatler. İbare, avam içindir; işaret, haslar
içindir; latifeler veliler ve hakikatler de Peygamberler içindir.
O aziz daima ibareyi tamirle meşgul, onun sırlarından mahrumdur,"
buyurdu.
(350) Y ine bir gün Sa'ineddin kabara kabara: "Bu
gece Mevlana'nm aşkı ile Kur'anı hatmettim," dedi. Mevlana:
"Nasıl oldu da çatlamadın?" buyurdu. Sa'ineddin derhal baş
koyup ağladı. Mevlana buyurdu:
Şiir:
''Eğer onun dudağından çıkan sözler kalbine aksetseydi,
onun kalıbı tuzla buz olurdu.
Çüııkü Allah: 'Biz Kur'an'ı bir dağ üzerine indirmiş
olsaydık, o dağ Allah'nın korkusundan
alçalır ve parçalanıp yok olurdu' buyurmuştur."
'Sen onu Allah'm korkusundan alçalmış · ve parçalanmış
görürdün' (K., LIX, 21). Bu hususta bundan başka daha ne
manalar saçtı. Buyurdu ki, İmam Ebu Hanife (Allah ondan
razı olsun) bir gece akşam namazını kılıyordu. 'Zelzele olduğu
vakit. . .' (K., XCIX, 1) ayetini okuyup 'Bir zerre ağırlığınca
hayır işleyen onu görür' (K., XCX, 7) ayetine ulaştığı vakit,
bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Derler ki: Kur'an'ın sırlarının
heybetinden yedi gün, yedi gece seccadesinin üzerinde
kendinden geçmiş bir halde kalmıştı. Eğer Kur'an okursan
öyle oku ki, seni çağırsınlar. Okuduğundan haberin olmadığı
için seni Allah'nın dergahından kovacakları şekilde okuma.
"Ne kadar Kur'an okuyan vardır ki Kur'an ona lanet eder,"
sözünün sırrı budur.
Şiir:
"Kur'an denilen gelin, iman başkentini kavga·
dan ari gördüğü vakit sebebiyle örtüsünü atar·"
(351) Yine basiretli ve kamil arkadaşlar şöyle r i -
vay et etti 1 er ki: Kadı Sıraceddin-i Urmevi (Allah ona
rahmet etsin) akli ve nakll bütün ilimlerde ikinci bir imam
Şafii idi. Birkaç muteber fenden zor meseleler ve parlak nükteler
çıkarıp hazırlandı ve talebesine: "Emirlerin ve fazılların
bulunduğu mecliste Mevlana'ya tesadüf edersem, alimliğin ne
olduğunu bilmesi için, ona kendi fazilet ve maharetimi göstermek
istiyorum. Baduygu hararetlendiği ve benim de en ehemmiyetsiz
bir şeyde yanıldığını zaman her taraftan bana yardım ediniz,"
diye bildirdi.
Mevlana hazretleri bir sabah kadının odasına girer, selam
verir, büyük bir heybetle ona bakar ve çabuk dışarı çıkar. Kadı
Sıraceddin onun arkasından dışarı koşar, hiç kimseyi görmez.
Bunun üzerine mahkemenin adamlarından sorar, fakat kimse
ona bir iz veremez.Bir an sonra Mevlana hazretlerinin kadı
nın evinin üst katından aşağıya inip gittiğini görür. O cemaatin
şaşkınlığı bir iken bin olur. Kadı hazretleri sabah namazını
kılmak üzere yukarı kata çıktığı vakit, bu katın camları üzerinde
(Mevlana'dan sormak istediği) mesele ve nüktelerin cümlesinin
birer birer yazılmış olduğunu, her meselenin ve nüktenin
altına da cevaplarının yazıldığını ve onun tahkiki için anlatılmıyacak
kadar gaybi ve ayni latifeler de itave edildiğini gö
rür. Kadı derhal bir nara atar, elbiselerini yırtar. O soğuk imtihandan
ve münasebetsiz tasavvurdan tövbe edip koşarak
medreseye gelir, Mevlana hazretlerinden özür diler, ona can-
dan bir muhip olur, büyüklerin ve şeyhlerin huzurunda bu meseleyi
tekrar anlatır.
Bu hikayedeki hadise kadının sülfikünün başlangıcında
olmuştur. Bu sebepten ötürü Mevlana'nm vefatından sonra,
rebabı menetmek ve semfu haram saymak için bir cemaat kimseler
gayretler sarf edip kadı Sıraceddin'den yardım istedikleri
vakit o buna asla razı olmadı.
(352) Y i ne bir gün Çelebi Hüsameddin hazretleri
(Allah onun sırrını kutlasın) Mevlana hazretlerinden: "Hem
şerimiz Kadı Sıraceddin nasıl bir kimsedir?" diye sordu. Mevlfma:
"1yi adamdır. Havuzun etrafını dönüyor, bir tekmelik
işi kalmıştır. ümitsiz olmayacağını umarız. Belki de ümitleri
tazelenecek," buyurdu.
(353) Yine Müderrisin oğlu Çelebi Şemseddin (Allah
nna rahmet etsin) şöyle rivayet etti ki: Aşık dostlar Mevlana'
11 1 11 müridi olunca, Mevlana dua etti ve: "Yüce Allah sizi eski
kurtların şerrinden korusun," dedi. Dostlar: "Onlar nasıl
kavimdirler," diye sordular. Mevlana: "Onlar, Allah yolunu
kesenler, kendi arzularına uyanlar ve yeni usuller icad eden
cahil münkirlerdir," dedi.
(354) Yine na k 1edi1 mi ş t i r ki: Mevlana hazretleri
semada mest olduğu vakit kavvalleri yakalayıp raksederck
ayakları ile tepinerek: "Yarabbi! Muhammed sav ve onun
ai lesi üzerine selat olsun," diye selavat getirir ve tekrar sema'
ya başlardı.
(355) Yine bir gün bir berber Mevlananın mübarek
sakalını kesiyordu. Berber: "Hüdavendigar ne buyuruyor,
nasıl yapayım? dedi. Mevlana: "Kadınla erkeği birbirinden
ayıracak kadar kes," dedi. Başka bir gün de: "Ben hiç sakalları
olmadığı için kalenderleri kıskanıyorum," dedi ve "Az sakal
erkeğin saadetindendir, çünkü sakal erkeğin süsüdür. Onun
çokluğu erkeği böbürlendirir. Bu da insanı (manen) öldüren
?eylerdendir," hadisini söyledikten sonra: "Çok sakal sofilerin
hoşuna gider. Fakat sofi sakalını tarayıncaya kadar, arif Allah’a
ulaşır,' buyurdu.
(356) Yine bir gün Mevlana medresenin kapısında
ayakta durmuştu. Bütün dostlar da orada idiler. Yüzünü dost-
lara çevirip: "Allah’a yemin ederim ki dünyada bir kimse.
den başka kimse yoktur. O kimse de sizinledir, sizin içindir,
sizin için çalışıyor ve sizi istiyor." dedi. Nitekim demiştir:
Şiir:
"Ben insanların iyiliği için dünya zindanında
kalmışım. Zindan nerede ben nerede? Kimin
malını çalmışım."
Dostlar şükürler edip baş koydular ve mesud olduler.
(357) Yine Müderrisin oğlu rivayet etti ki:
Bir gün Mevlana hazretleri buyurdu ki: Hoca Fakih Ahmet
(Allah ona rahmet etsin) daima: "Tam kırk yıldır, gece ve
gündüz sonsuz mücahedede bulundum ve birçok riyazetler
çektim ki bilginlik illeti benden gitsin ve o perdeden dışarı çı
kayım. Fakat hllla bende ondan bir eserin kaldığını görüyorum.
Gönül levhası ne kadar sade olsa, Allah’a yakınlık da
o kadar fazla olur. Çünkü levh-i mahfuz, hafızın levhasından
daha yüksektedir," derdi.
(358) Yine buyurdu ki: Dünyada alimlerin
sultanı (Sultan'ul-Ulema) olan babam Bahaeddin Veled (Allah
ondan razı olsun) daima: "Eğer bende bu tahsille elde edilen
ilimler olmasaydı, o mana, ilimden daha kuvvetli olurdu,"
diye tekrarladı.
Şiir:
"Kalbimi ilimlerden temizledim, aşinalık buldum.
Varlığın zülınetini bıraktım, aydınlığa ulaştım."
İmdi, fıkıh medresesinden fakirlik medresesine geldikçe
Hakk'ı bulan bir nadir kişi lanmdır.
Şiir:
Fıkıh medresesinin bitirme diplomaları olduğn
gibi, aşk medresesinin de kanunlarının olduğunu
bil."
(359) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Bir gün Mev•
lana hazretleri, Aiaeddin Sırayanus (Allah rahmet etsin) hazretlerine
buyurdu ki: Eğer senden: "Mevlana kimdir?" <'tiye
sorarlarsa, görmediğini ve işitmediğini söyle. Yani, "Onun
ııc ululuğunu görebilirsin, ne de sırlarını işitebilirsin," diye
cevap ver. Sonra: "On men ekmeği çiğneyip yakadan aşağı
dökmek daha kolay, fakat bir men ekmeği yemek daha zordur.
Çünkü bu zahir alimleri, malum alimlerin ilimlerini
<;iğner ve dökerler. Eğer okumadan gerektiği gibi yutsalardı,
?·iğnemek zahmetinden kurtulurlar ve susmayı kendilerine
san'at edinirlerdi," buyurdu.
Şiir:
"Sözden altmış fersah uzağa kaç, çünkü sen söz
tuzağı sebebiyle bu kapana düşmüşsün."
(360) Y in e buyurdu ki: Hakim Senai (Allah'nın
rahmeti onun üzerine olsun) hayatının son zamanlarında dili?
ııin altında bir şey mırıldandı. Muhipler kulaklarını onun ağ
zına götürdüler, şu beyti söylediğini işittiler:
"Sözde mana, manada söz olmadığından ötürü
söylediğimden döndüm."
(361) Yine ulu arkadaşlardan na k 1edi1 mi ş tir
ki: Muineddin Pervane, vezir Taceddin'in oğlunu Konya'da
kadı yapmak istedi. Bu çocuk fazilet ve ilimle dolu edib, fakat
terbiyesiz, kendini beğenmiş ve veliler aleminden haber
?iz bir adamdı. Bu zat, Muineddin Pervaneye: "Kadılık mekamını
üç şartla kabul ederim: Birinci şart rebabı halk aras
ından kaldıracaksın; ikincisi mahkemenin cellisimleri gibi olan
eski mübaşirleri kovacaksın; üçüncü şart da yeni mübaşirlere,
halktan bir şey almamaları için dolgun maaş vereceksin," dedi.
Pervane: "Her iki şartı taahhüt ediyorum ve bunları yapabil
irim, fakat rebabı kaldıramam; çünkü o hayli büyük bir
padişahın eseridir," dedi. Bu yüzden vezir Taceddin'in oğlu
k adılığa razı olmadı.
Bu hikaye Mevlana'nın kulağına eriştiği vakit buyurdu
ki: "Aferin mübarek rebaba! Allah’a hamd olsun ki rebab
oıııın elini tuttu da kazanın hükmü pençesinden onu kurlardı."
Sonunda onun bütün evladı Mevlana hanedanının mü
ritli oldu.
(362) Y i n e ulu arkadaşlar r i v ay e t e t t i 1 e r ki:
Bir gün Sultan Veled hazretleri babası hazretlerine: "Bu sofiler
birbirleriyle ne hoş geçiniyor, arkaqaşlık ediyorlar ve biribirleriyle
de hiç bir dedikoduları yoktur. Halbuki bizim dostlar
hiç bir sebep yokken biribirleriyle dövüşüyor, geçinmiyorlar,"
dedi. Mevlana: "Evet, Bahaeddin eğer bin tavuk bir kü
meste olsa birbirleriyle geçinir, fakat iki horoz bir yerde beraber
geçinemez. Bizim arkadaşlar horoz gibidirler. Bundan dolayı
birbirleriyle kavga ediyorlar," buyurdu.
(363) Yine Şeyh Mahmud Sahip Kıran rivayet
e t t i ki: Bir gün bir şahıs Mevlana hazretlerine: "Müritler
biribirleriyle daima kavgadadırlar," diye şikayette bulundu.
Mevlana: "Kardeş kavga ederse de babanın her ikisiyle arası
hoştur," dedi.
Bir gün dostlar Mevlana'nın huzurunda sofilerin aralarındaki
birlikten bahsettiler ve: "Birbirleriyle ne hoş hürmet
gösteriyorlar (biribirlerini yükseltiyorlar)." dediler. Mevlana:
"Hayır hay?r, bu yükselme değil, alçalmadır. İnsan oğlunun
yükselme alameti, Allah velileri ve yüce velilerle sohbet etmesidir.
Yoksa dünya ehlinin yükselmesi alçalmanın ta kendisidir.
Nitekim gübre ve pislik içinde bulunan kurt yukarı doğru
çıkmak isterse de aşağı düşer," dedi. Ondan sonra: "Şeyh, bir
güneştir, onun eteğine yapışınız ve kendinizi ona teslim ediniz.
O yükselirse, siz de yükseleceksiniz. O alçalırsa, siz de alçalacaksınız.
Ona uymada tam bir teslimiyet ve itaat ile sabit kadem
olun," buyurdu.
(364) Yine bir gün Mevlana yüksek bir ?ahsa ilim
saçıyordu. Dedi ki: "Bu halinle sen bir altın gibisin. Altından
daha altın olman lazımdır. Bir zaman potaya girecek, birçok
defalar kaynayacak ve riyazetin örsü üzerinde çekiç darbeleri
yiyeceksin ki, Süleyman'ın yüzüğü veya sultanın yanağında kü
pe olasın. Şimdi bütün bu insanlar, insan ve mukallit Müslü
manlardır. Bunlar, aşkın potasına girdikten, sabrın örsünde
şiddetli darbeler yedikten, imkansız şeylere tahammül ettikten
ve ayak takımının cefalarını çektikten sonra temizlenip
Allah'nın aynası oldukları anda muhakkik olurlar. Bu kadar
yeter."