8 Haziran 2016 Çarşamba

Ahmed Eflaki Ariflerin Menkıbeleri

(300) Hikaye : Yine nakledilmiştir ki: Sultan Veled
hazretlerinin (Allah onun aziz olan sırrını kutlasın) zamanında
değerli bir tacir Konya'ya gelmişti. Türbeyi ziyaı;et edip
Sultan Veled hazretlerine de envai çeşit hediyeler getirdi. Arkadaşlara
çok hizmette bulundu. Kendi yolculuğundaki sergüzeştlerden
hayli hikayeler anlattı. Hikayesi sırasında: «Lal,
inci ve yakut elde etmek için Kiş ve B?hreyn'e seyahat etmiş­
tim. O ülkenin ileri gelenlerinden bir büyük, bana: "Senin istediğin
falan avcının yanında bulunur," dedi. Ben o avcıya
gittim. Bir sandık açıp her çeşitten inci ve yakut gösterdi. öyle
ki her birinin kıymeti hakkında şaşakaldım. O serveti nasıl elde
ettiğini sordum, O da: "Vallahi biz dört kardeştik. İhtiyar
bir babamız vardı. Eskiden beri balıkçılık ederdik. Fakat çok
fakirdik. Bir gün tesadüfen deniz kenarında olta atmıştık. Birdenbire
oltamıza bir canavar takıldı. Ne kadar çektik ve uğ­
raştıksa çıkaramadık. Nihayet binbir zahmetle denizden çıkardığımız
vakit onun bir su Allahsı olduğunu gördük. Ona "Acebu'l-Bahr"
derler. Nitekim halkın ağzında meşhurdur. Çok
acayip bir canavar gördük, hepimiz: "Bunu ne yapalım ve bu
111.: işe yarar?" diye şaşırmıştık. Canımız sıkıldı ve: "Bu kadar
günden sonra elimize bir av mı geçti?" diye kendi talihsizliği­
:ııize ağladık. Bunun üzerine o canavar bize baktı. Babam:
"Bunu bir eve koyup bir direm mukabilinde halka gösterelim
de bu canavarın şeklini seyredip Tarırı'nın kudretini görsii
nlcr. Belki her tarafı dolaştırırsak bir kapı açılır, böylece
zahmetimiz tamaıniyle zayi olmaz," dedi. Fakat hayat ve ko-
nuşma veren Allah'nın konuşturması ile o canavar dile gelip:
"Beni halka rüsvay etmeyin de ne isterseniz size getireyim
ve o kadar getireyim ki nice seneler sizin çocuklarınızın
çocuklarına bile kafi gelir," dedi. Biz onun bu konuşma ve
sözünden hayrette kaldık. Babam: "Ey aziz canavar! Biz, kefilsiz
seni nasıl serbest bırakırız?" dedi. Canavar: "Yemin
edeyim, ondan sonra gideyim," dedi. Babam: "Allah'nın ismi
ile ant içerek neyin varsa getir." dedi. Canavar: "Biz, İslamız
Mevlana Hazretlerinin de müridiyiz. Mevlana Ceialeddin-i
Rumi'nin mukaddes ruhuna yemin ederim ki gidip tekrar dö­
neceğim," dedi. Babam bir nara atıp kendinden geçti. Biz
canavara: "Sen onu nereden tanıyorsun?" dedik. Canavar
"Biz on iki bin kavmiz. Hepimiz ona teveccüh etmişiz. Mevlana
da her defasında denizin dibinde bize yüzünü gösterip mana
ve hakikatlerden ders verir, doğru yolu gösterir, biz de daima
o din sultanının sırları ile meşgul oluruz," dedi. Bunun
üzerine babam onu derhal serbest bıraktı. Canavar ikinci gün
geldi, anlatılmayacak derecede inci ve kıymetli taşlar getirdi.
Bizden helallık isteyip döndü. Biz de o yokluk ve büyük
fakirlikten kurtulup birdenbire zamanın Karun'u ve itibarlı
tacirlerinden olduk. Öyle ki, bizim kölelerimiz bile övünülecek
tacirlerdir. Yakut ve bulunmadık şeyler arayan her tacir
bunları bizde bulur. Biz o avcının çocuklarıyız ve bize Avcı·
oğullan derler. O zaman bizim aziz babamız Konya'ya gitmiş
ve Mevlana Hazretlerini ziyaret etmişti. Allah’a hamdolsun
şimdi de ben kulunuza sizinle mulakat müyesser olup ebedi
devlete ulaştım. ıı Eski tacirler de onlardan bu hikayeyi arka
arkaya rivayet ettiler. Nitekim buyurmuştur:
Şiir:
"Habel"imiz denizdeki balıklara ulaştı.
Deniz binlerce dalgalarla coştu."
Ve başka bir yerde de buyurmuştu:
"Balıklar pirden haberdar, biz ise bundan uza•
ğız. Biz bu devletten mahrum, onlar mesutturlar."
Bu, son derecede büyük kerametlerden ve Muhaınmed'e
ait mucizelerdendir.
(301) Yine ulu arkadaşlardan na k 1edi1 mi ş -
t i r k i : Bir gün Şeyh Sadreddin hazretleri, kadı Sıraceddin
ve diğer alimler, fakirler ve arifler hep birlikte Meram mescidini
ve bağları gezmek üzere (şehirden) dışarı çıkmışlardı.
Mevlana hazretleri de o cemaatin arasında bulunmakla onlara
şeref verıneği layık görmüştü. Bir müddet sonra Mevlana
kalkıp bir de.ğirmene girdi. Orada bir hayli durdu. Bu cemaatin
beklemesi haddi aştı, Şeyh Sadreddin hazretleri ve kadı
Sıraceddin onu aramak üzere değirmene girdiler. Mevlana'
nın değirmen taşı karşısında raksettiğini gördüler. Mevlana;
"Allah hakkı için bu taş Subbô.h, kuddôs diyor" buyurdu. Şeyh
Sadreddin: "Ben ve kadı Sıraceddin o anda duygusedilir bir şekilde
değirmen taşından subbôh, kuddôs sesinin kulağımıza
geldiğini duyduk. Mevlana da şu gazele başladı," dedi.
Şiir:
"Gönül buğday tanesi gibidir, biz de değirmeniz.
Değirmen bu dönüşün neden olduğunu nasıl bilir.
Vücut taş, düşünceler de onu çeviren su gibidir.
Taş: 'Macerayı su bilir,' der.
Su ise: 'Değirmenciye sor,' der, çünkü bu suyu
yukarıdan değirmene salıveren, odur.
Değirmenci sana: 'Ey ekmek yiyen, eğer
bu dönmezse kim ekmekçi olur,' der.
Macera uzun olacak, sus? Allah'dan sor da o sana
bunu söylesin."
Biz o ululuk ve tasarrufun derecesinden kendimizden
geçmiştik. Kendimize geldiğimiz vakit, Mevlana hazretleri
kaybolmuştu.
(302) Hi k ay e : Yine Şeyh Mahmud Sahipkıran r i -
v a y e t e t t i k i : Yar-ı Gar Celaleddin-i Kassap bir gün
h ikaye etti ki, Mevlana 'nın önünde bir şahıs: "Filan adamın
kötü huyu ve ağır yükü vardır. Bu kötü huy ve ağır yük meş­
hur bir darbımeseldir," dedi. Bunun üzerine Mevlana hazretleri:
« Bu darbımeselin aslı şöyledir: Geçmiş zamanda çok
fıdil ve ketim mizaçlı bir padişah vardı. Onun şehrin kapı­
sında gezmeğe çıktığı yerde bir testici dükkanı bulunuyordu.
Bu testici çok yaşlıydı. Bu padişah o kapıdan her çıktığında
yaşlı çömlekçi sultana aşırı derecede dua ediyor ve onun methinde
bulunuyordu. Nevruz gününde padişah onun önünden
geçti ve: "Ey ihtiyar, senin ne maksat ve isteğin varsa bugün
benden iste," dedi. Çömlekçi: "Dünya padişahı ömrün
uzun olsun, emret de haslarından v;;; ülkenin askerlerinden her
biri benden istediğim fiyata bir testi alsınlar ve sultanın meydanına
beraber götürsünler," dedi. Padişah: "Her kim beni
seviyorsa, bu ihtiyardan bir testi satın alsın," diye buyurdu.
Bütün askerler, emirler ve büyükler ayrı ayrı ondan bir dinar
mukabilinde birer testi satın alıp götürdüler. Yalnız, sultanın
ağır canlı, sefil ve kötü huylu bir veziri vardı. Bu vezir,
padişahın emrini daha sonra işitmiş, kerrdisi de bizzat testi
almağa gelmişti. Çok akıllı olan ihtiyar ona bir testi gösterip
yüz bin dinar istedi. Vezir münakaşaya girişti ve kabul etmedi.
Nihayet ister istemez bin direme satın aldı. İhtiyar: "Beni
de boynunda taşıyarak sultan hazretlerine götür; yoksa testiyi
vermem," diye ısrar etti. O da ister istemez ihtiyarı sırtı­
na alıp testiyi padişah hazretlerine götürdü. Padişah bu hali
görür görmez: "Ey ihtiyar, bu ne haldir ve bu yaptığın baka-­
ret nedir?" dedi. İhtiyar: "Dünya padişahı, kötü huy ağır yükle
beraberdir. Yani yavuz huy, yavuz yük. Eğer cimrilik etmeyip
de bir dinar verseydi, testiyi, götürür, bu kınanma ve sı­
kıntıya tutulmazdı. Nefsinin cimriliğinin uğursuzluğundan, temiz
namusunu rüzgara verdi ve ruhunu da hakarete maruz
bıraktı," dedi. »
(303) Y in c arkadaşların nedimi olan Ceialeddin-i
Kassab hazretleri Hikaye e t t i ki: Bu sırların ilk açığa
çıktığı sıralarda, bir gün fakihlerden bir cemaat halvette alay ve
inkar etmek ınaksadiyle beni ortaya çekip son derecede dövdüler.
Ben acımdan birdenbire yellendim, onları bir gülme
aldı, beni derhal serbest bıraktılar. Dışarı fırladım ve: "Yellenmek
benden, inayet de Allah'dan" dedim. Onun bu anlatması
dostların hoşuna gitti güldüler. Mevlana hazretleri: «Bu
meselin esası da şöyledir, » dedi: «Bir padişah vardı, kan aldırmağa
ihtiyacı olmuştu. Padişahın kaasitleri kan alıcıyı getirdiler.
Zavallı kan alıcı, neşteri keskinleyip kan almak için
(bazusuna) vurdu. Fakat neşterin ucu kırılıp padişahın etinde
kaldı. Kan alıcı padişahtan korktu; elinde olmayarak son
derece yellendi. Sultanı büyük bir gülme adlı ve kahkaha ile
güldü. Bu gülmenin tesiri ile derhal neşterin ucu sultanın bazusundan
dışarı fırladı. Kan alıcı: "Ey dünya sultanı, yellenmek
benden, inayet Allah'dan," dedi. İşte insanlar arasındaki
bu mesel o zamandan yadigar kalmıştır. İmkan nispetinde fakir
kullardan kulluk, Allah'dan da inayet ve muavenet. Nitekim
demişlerdir: Horoza ötmek, Allah’a da sabahı getirmek
düşer. »
Bu iki hikaye Mevlana'mn sık sık söylediği latifelerdendir.
Nitekim buyurmuştur:
Şiir:
"Benim şakam, şaka değil, halka ırşat ve talimdir."
(304) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Mevlana'nın
zamanında bir şahıs meyve toplamak üzere bir meyve ağacı­
nın üzerine çıkmıştı. Birdenbire bahçe sahibi buna vakıf olup
(onun yanına) geldi ve ona: "Aşağı in," diye bağırdı. Ağaçtaki
adam: "Aşağı inmiyorum," dedi. Bahçıvan fazla ısrar edince
adam: "Eğer bu ağaçtan inersem, karım boş olsun," dedi ve
üç gün üç gece orada kaldı. Envai çeşit fetvalar çıkardılar,
mümkün olmadı. Nihayet bir aziz: "Bu müşkülü Mevlana hazretlerine
arz etmek lazımdır," dedi. Halis muhiplerden bir
cemaat bu hikayeyi Mevlana hazretlerine anlattılar. Mevlana:
"Yemininin bozulmaması için o adam, o ağaçtan diğer bir ağaca
geçsin ve ondan insin. Eğer bu ağacın yanında başka bir
ağaç yoksa, bir atın üzerine, oradan da yere insin. Böylece yemini
bozulmaz," dedi. O adam Mevlana'nın dediği gibi yaptı
ve ı kurtuldu. Şehrin bütün müftüleri Mevlana'ya aferinlerde
bulundular.
(305) Hikaye : Yine fakirlerin büyüklerinden n a k-
1edi1 mi ş tir ki : Vezir Ziyaeddin'in hanında Tavus
adında harp çalan bir hanım vardı. Sesi de çok tatlı ve gö­
nül okşayıcı idi. Gönül kapıcı ve benzeri az bulunur bir kadındı.
Saz çalmasındaki maharetinden ötürü bütün aşıklar
onun esiri olmuşlardı. Tesadüfen bir gün Mevlana hazretleri
o hana girip Tavus hanımın odasının karşısında oturdu. O
sırada Tavus-i Çengi cilve yaparak, Mevlana'nın huzuruna
gelip baş koydu, sazını Mevlana'nın eteğine vurup onu kendi
höcresine davet etti. Mevlana hazretleri icabet buyurup
sabahın erken saatlerinden ta akşam namazına kadar onun
odasında namaz ve niyazla meşgul oldu. Mübarek sarığından
bir gez miktarı kesip Tavus hanıma verdi. Cariyelerine de kırmızı
dinarlar bağışlayarak hareket etti. Aynı gün, sultanın hazinedarı
Şerefeddin o hana uğradı. Tavus hanıma aşık ve meftun
oldu. Emin adamlar gönderip Tavus'u hamama gönderdi,
sonra da kendi nikahı altına aldı. Tavus hanıma başlık olarak
elli bin dinar hediye edip hadsiz hesapsız hizmetlerde bulundu.
Zifaf gecesi ondan: "Şimdiye kadar sende bu güzellik ve
dilberlik yoktu. Bu günlerde seni zamanın Rabiası ve Züleyhası
gibi görmemin sebebi nedir? Bundan evvel olduğun gibi
değil misin? Bu güzellik ve süs nereden geldi?" diye sordu.
Hanım, Mevl:lna'nın kendisini şereflendirdiğini söyledi ve ba­
şına bağladığı Mevlana'nın vermiş olduğu sarık parçasını ona
gösterdi. Hazinedar memnun olup Mevlana hazretlerine te­
şekkürlerini sundu ve mürit oldu. Nihayet Tavus-i Çengi'nin
durumu o dereceye vardı ki, Konya'nın hurileri ve tertemiz
olan alemin nurlu güzelleri onun müridesi oldular. Tavus hanım
onların arası:gda açık kerametler gösteriyor, insanların
kalplerinden haber veriyordu. Bu hanım bütün cariyelerini
azat edip evlendirdi ve nihayet o mübarek han da Müslümanların
hamamı oldu. Şimdi oraya meşhur Nakışlı hamam derler.
(306) Y i n e n a k l e d i l mi ş t i r k i : Mevlana hazretleri
bir gün halvetinde namaza gark olmuştu. Biri içeri girdi:
"Fakirim ve hiç bir şeyim de yoktur," dedi. Sonra Mevlana'yı
istiğrakta görünce mübarek ayağımn altından halıyı çekti
ve alıp gitti. Hoca Mecdeddin-i Meragi bu durumu öğrenir
öğrenmez o şahsı aramak üzere bir kuş gibi dışarı çıktı, onu
bitpazarında halıyı satarken gördü. Mecdeddin eziyet ede ede
o fakiri Mevlana'nın huzuruna getirdi. Mevlana hazretleri:
"İhtiyacından ötürü bunu yapmıştır, ayıp değildir. Onu mazur
gör. Ondan bu halıyı satın almak lftzımdır," buyurdu. Bu ne
mükemmel bir hilm, ne güzel bir ilim ve ne de güzel bir sulh
deryası.
(307) Yine şeyh Nefiseddin-i Sivasi (Allah ona rahmet
etsin) r i v a y e t e t t i k i : Mevlana hazretleri bir
gün bana: "iki diremlik iyi hotab al getir," buyurdu. O zaman
bir sini hotabı bir direme veriyorlardı. Derhal hotabı
aldım, o da benim elimden aldı ve bir mendile koyup gitti.
Ben yavaş yavaş onun peşinden gittim. Nihayet o, bir harabeye
girdi. Orada dişi bir köpeğin yavrulamış olduğunu
gördüm. Mevlana hotabın cümlesini köpeğe verdi. Ben, Mevlana'nın
bu şefkat ve merhametinden dolayı şaşakalmıştım.
Mevlana: "Yedi gün yedi gecedir ki, bu zavallı köpek bir şey
yememiştir. Yavruları sebebiyle de buradan ayrılamıyor. Yü­
ce Allah onun sesini benim kulağıma ulaştırdı ve onu teselli
etmemi buyurdu," dedi.
(308) Y ine rivayet etti 1 er ki : Pervane'nin
evinde büyük bir sema vardı. Mevlana hazretleri halvethaneye
girip namaza başlamıştı. Gürcü Hatun hazretleri dostların yemesi
için iki büyük sini hotab göndermişti. Birdenbire bir kö­
pek içeri girip hotabları yedi ve bir kısmını da pisletti. Arkadaşlar
müteessir oldular ve köpeği dövüp ?ncitmek istediler.
Mevlana hazretleri: "Bu iyi bir şey değildir. O sizden daha
muhtaçtır, onun iştahı sizinkinden daha hakikitir," buyurdu.
Cümlesi baş koyup (köpeğe eziyet etmekten) vazgeçtiler.
(309) Y i n e ulu arkadaşlardan Çelebi Bedreddin ve
Şemseddin r i v a y e t e t t i 1 e r k i : Bir gün Liila'nın
medresesinin damında oturmuşlardı. Bedreddin'in kardeşi
Şemseddin: "Nefis elbiseler giydiğimiz, katıra bindiğimiz ve
kölelerin arkamızdan koştuğu o zamanlar nerede?" dedi. Hemen
biraz sonra Bedreddin Mevlana hazretlerine gitti. Birdenbire
Pervane üç bin direm, nefis elbiselerle dolu bir bohça,
bir köle ve bir katır gönderip özürler dilediler. Mevlana hazretleri
derhal: "Çelebi Bedreddin, bu diremleri kardeşin Şemseddin'
e ver de elbiseler giysin, kadehler devirsin, katıra binsin,
hizmetçileri olsun, diremleri harcasın ve masum gönlüne
eseflenme, hüzün gelmesin, gurura kapılmasın, fakirlik ve dinin
doğru fakirlerinin kıskanmasından sakınsın," dedi. Derhal Çe-
lebi Bedreddin ve Şemseddin elbiselerini yırtarak yüzlerini yere
koyarak istiğfarda bulundular. Ondan sonra Mevlana:
"Hazreti Muhammed sav'in (övdüğü) fakirliğin lezzetini kim tattıysa
hakikiten o kimse iki dünyanın lezzetlerinden, fani arzulardan
yüz çevirip boşaldı ve mümtaz insanların (ahrar) dizisine
girdi," buyurup şu beyitleri söyledi:
"Allah'nın yüzünü görmek saadetine eren kimse·
nin gözünde bu dünya murdar oldu •. Tamah
edenlerden gani olan Allah’a kaçayım diye
peygamberin, 'Fakirlik benim övünülecek şeyim.
dir,' sözü büyük oldu."
(3 1 0) Yine Sultan Veled hazretleri (Allah bizi onun
sırrı ile kuvvetlendirsin) n ak l e t t i ki: Bir gün babam mü­
barek medresesinde oturmuştu. Kırmızılar giyinmiş üç gencin
içeri girip baş koyduğunu ve tam bir huzurla oturduklarını
gördüm. Babam hazretleri: "(Birlikte) götürseler iyi olur," dedi.
O üç kişi derhal gözümün önünden kayboldular. Bu hali
babamdan sordum. Babam: "Onlar yedilerdendir. Onlardan
biri öldüğü için ona mukabil başka birini almağa geldiler. Burada
bizim muhiplerimizden bir saka vardır. O halinin kemaline,
erlerin makamlarına ulaşmış ve Allah dergahının yakınlarından
olmuştur. Benden onu istediler. Ben de onu götürmeleri
ve ölenin yerine tayin etmeleri içın işaret ettim," dedi ve:
"Ne zaman onlardan biri ölürse, Allah onun yerine bir başkasını
kor. Emir gelince de bunların cümlesi ölürler," hadisini buyurdu.
Bizim dostlar o sakayı ne kadar arayıp bulmak istedilerse
de bir daha görmediler. Saka, Mevlana hazretlerinin ölü­
münden sonra Sultan Veled'i ziyarete geldi. Kendi makam ve
derecelerini gösterip yine kayboldu.
(3 1 1) Y i n e ilahi dost, suret bağlamış melek ve nurlanmış
felek Mevlana İhtiyareddin İmam (Allah'nın rahmeti
Oilun üzerine olsun) r i v a y e t e t t i k i : Bir gün Mevlana
hazretlerine gördüğüm rüyayı anlatıp onun tabirini istedim.
Gördüğüm rüyayı şöyle anlattım: "Bu gece çok engin
bir deniz, bu denizin kenarında da bir ağaç gördüm. Bu ağaç
Tuba ağacı gibi son derecede yüksek ve büyüktü. Sayısız dal-
tarı üzerine ırı iri kuşlar konmuştu. Bu kuşların her birisi
latlı bir sesle ıslık çalıyorlar ve 'Süphan Allah! Süphan Allah!'
diyorlardı. Ben o ululuk karşısında şaşakalmıştım." Bu rüyamı
Mcvlfına hazretleri şöyle yordu: "O nihayetsiz deniz, ulu
Allah'nın azametidir, o büyük ağaç, Muhammed sav Mustafa'nın
(Allah'nın selfıt ve selfımı onun üzerine olsun) mübarek vücududur.
O ağacın dalları peygamberlerin dereceleri ve velilerin
makamlarıdır. O iri iri kuşlar da onların ruhlarıdır. Kuş­
ların çıkardıkları muhtelif sesler ise, onların dilinin lfigatı,
sırları ve manalarıdır."
(3 1 2) Yine Mevlana thtiyareddin hazretleri rüyasında,
yüce Allah'nın kendisine şu duayı şu şekilde telkin ett
iğini görmüştü: "Yarabbi! Sen benim seyyidim, senedim, şeyhim,
mutemedim ve benim cesedimde ruhumun yerine kaim,
bugünün ve yarının zahiresi olan din ve hakkın celaline (Celfüeddin'e)
onun babasına, büyük babasına, ana ve büyük anasına,
çocuklarına halifelerine ve bütün mensuplarına kıyamete
kadar acı."
(3 13) Y i n e Mevlevi tarikatının makbullerinden mü­
derrisin oğlu Mevlana Şemseddin bir gün Mevlana hazretlerine
bir danişmentten naklederek dedi ki: Falan kimse: "Biz de Hudavendigar'ın
kulu ve aşıkıyız. Fakat şimdi ilim elde etmekle
meşgulüz ve bütün gayretimizle çalışıyoruz ki, belki arzumuz
elde edildikten. sonra gelir de onun müridi oluruz," diyor. Mevlfma:
"İstediğini elde edemeyen onu terk edemez. Elde ettiği
vakit de fıkhın bağından kendisini nasıl kurtarabilir ve fakirlik
alemine ulaşabilir. Çünkü fakirlik işsizlerin işidir," buyurdu.
Şiir:
"Bu, işi olanın işi değildir. Bakalım talih kime
yüz gösterecek ve kimi sevecek ... "
(3 1 4) Yine o ulu kişiden rivayet olunur ki:
Bir danişment, son derecede münkirdi. Velilerin hallerini inkfırda
inat ediyordu. Bir kurban bayramı arifesinde birdenbire
Mevlana'ya tesadüf etti. Mevlana onun elini tutup meyF:
danın kapısından dışarı çıktı. Onu hiç kimsenin bulunmadığı
tenha bir yere götürdü ve: "Bak," dedi. Danişment bakınca
kendini Arafat dağında Iebbeyk, lebbeyk (buyurun, buyurun)
diyen hacılar arasında gördü. Şaşkınlığından sersemleyip bir
nara attı ve kendinden geçti. Mevlana hazretleri onu bırakıp
gitti. Zavallı danişment o yokluk girdabından kendine geldiği
vakit, Mevlana hazretlerinin gitmiş olduğunu gördü. Feryat
ederek medreseye geldi ve bu hali dostlara anlattı. Tam bir
samimiyet ve hakiki bir imanla halis itikat edenlerden oldu.
Bu beklenilmeyen yardımdan ve şahlara layıkiltifatlardan
dolayı şükürler edip şükraneler verdi.
Şiir:
"Belki birdenbire (Allah tarafından) bir inayet erişir.
Ben böyle beklenilmeyen inayetlerin kölesiyim."
(3 1 5J Hikaye : Faziletle süslenip bezenmiş doğru raviler
rivayet ittiler ki: Hacı Bektaş-ı Veli, Baba Resul'un has
halifelerinden idi. Baba Resul Rum ülkesinde (Anadolu'da)
zuhur etmişti. Bir cemaat, ona (Baba Resul'a) Baba Resulu'llah
diyordu. Hacı Bektaş'ın marifetle dolu ve aydın bir
kalbi vardı. Fakat (şeriate) uymuyordu. Nakibi şeyh lshak'ı
birkaç müritle birlikte Mevlana'nın yanına gönderdi ve MevJana'dan:
"Ne iştesin, ne istiyorsun, dünyada kopardığın kı­
yamet nedir?" diye sordurdu. Buna sebep de dünyanın bütün
büyük ve küçüklerinin Mevlana hazretlerine teveccüh etmeıeri
idi. Bütün şeyhler ve emirler Mevlana'nın sözlerini işitmekten
lezzet alıyorlardı. Birçok mukallit müritler de kendi
sahte (müteressim) şeyhlerinden yüz çevirip bu hakikati arayan
ve onu tasdik eden hanedanın kulu ve müridi olmuşlardı.
İşte bu hali kıskanma onlara çok işliyordu. Kıskançlık sebebiyle
her taraftan her biri onun aleyhine sözler söylüyor, nükteler
savuruyor ve onu yeriyorlardı. Yine Hacı Bektaş demişti
ki: "Eğer aradığını buldunsa sus, bulmadınsa dünyaya attığın
bu gürültü nedir? Kendini insan oğullarının manzum yaptın.
Halkın bu kadar hanumanını birbirine kattın," Nitekim Mevlana
buyurmuştur:
Şiir:
"Başımızı ayak yapıp Ceyhun tarafına doğru
koşuverdik. Biz dünyayı birbirine kattık ve sonra
aradan fırlayıp çıktık. O Leyla'nın Mecnunlannın
sınırına gittiğimiz vakit, binek hayvanımız serkeşlik
etti. Biz Mecnun'un sınırını da aştık ilah ... "
Hacı Bektaş-ı Veli yine demişti ki: Dünyayı heyecanı­
nın tatlılığı ile doldurdun. Hayli ameli bozuk munafıklar senin
heyecanının heybetinden damakları acı olup siyah elbise
giydiler.
Derler ki, adı geçen şeyh İshak, medresenin kapısına
ulaştığı vakit, Mevlana hazretleri semada idi. Şeyh İshak
medresenin eşiğini tam bir edeple öptü ve dervişlere yara­
şır bir huzurla içeri girdi. Hemen o anda Mevlana hazretleri
şu gazele başladı:
"Eğer dostun yoksa, niçin aramıyorsun? Eğer
yarine ulaştınsa niçin sevinmiyor, lakayt oturuyorsun?
Bu acayip bir iştir. Asıl hayret edilecek
şey, sen bu hayret edilecek şeyin sevdasında
değilsin, ilah ... ".
Şeyh İshak kendinden geçti, bu gazeli ve bu olayın tarihini
yazıp gitti. Hacı Bektaş hazretlerine ulaşınca, görüp işittiğini
olduğu gibi anlatıp yazdığı tarihi arz edince Hacı-Bektaş:
"Aynı günde Mevlana hazretleri kükreyen bir aslan gibi
içeri girdi ve bana: "Ey kahpenin kardeşi! Bızim heyecanımız
neşe ve aşktan geliyor, yanma ve aramaktan değil, deyip gırtlağımı
sıktı. öleceğimden korktum, baş koyup istiğfar ettim.
Yal varıp yakardım ve kendi aczimi itiraf ettim. Bir anda
gÖL:ümden kayboldu," dedi ve "Şimdi ey dervişlerim! Mevlfı­
na'nın saltanat ve ululuğu bizim tasavvurumuza ve teşbihlerimize
sığmaz. o mana timsalinin fermanına itaatten başka bizim
için yapılacak şey yoktur," diye ilave etti.
Şiir:
"Bu ne letafet, bu ne güzellik, bu ne can bağış­
layan dilberliktir. Bunun karşısında sabretmek
ne kadar talihsizlik ve sapıklıktır."
Bunun üzerine cümlesi baş koyup mürit ve halis muhip oldular.
(3 1 6) Y i n e ulu arkadaşların alimleri (Allah onlardan
razı olsun) r i v a y e t e t t i 1 e r k i : Bir gün MevHina
hazretleri ulu arkadaşlarla birlikte Cuma mesçidine gidiyorlardı.
Birdenbire birçok kişinin kanına girmiş ve başını
kesmiş bir cellatla karşılaştılar. Mevlana onu ziyaret edip izazda
bulundu. Dostlar: "Bu cellat nasıl bir insandır ki, Mevlana
gibi bir sultan onu ağırlıyor," diyerek şaşakaldılar. Bir büyük,
bu hali ondan sordu. Mevlana: "Gayret kubbeleri altında gizli
kalmış velilerden bir adam vardı. Bu adam, daima beden
kafesinden ruh kuşunu uçurtmak ve şahadet derecesine ulaş­
mak isterdi. Yüce Allah bir sebep yarattı, bu adamı mahkum
ettiler. Bu cellat onu beden kafesinden kurtardı. O Allah velisi
kendi velayetini bu cellada verdi," dedi. Dostlar bu hali
cellada anlatır anlatmaz zavallı cellat tam bir kahramanlık
ve büyük bir ihlasla tövbe ve istiğfar edip talihli müritlerden
oldu.
Şiir:
"Ne kadar köpek postlu insanlar vardır ki, onlann
adı yoktur. Fakat onlarsız meclisin şarap ka?
dehi dönmez".64
(3 1 7) Y i n e İlahi imam, müzekkirlerin seyyidi Mevlana
Mecdeddin Çağa el - Kırşehri (Allah rahmet etsin) Allahdan
korkan, vera sahibi ve türlü ilimlerden nasibi olan ve
evliya ilminden de çok kısmeti bulunan bir adamdı. Hudavendigar
hazretlerinden biri de o idi. Onun şerecesini Mevlana
bizzat kendi eliyle yazmıştı. Bu zat rivayet etti ki: Halimin
başlangıcında Kırşehir'den talebem olan bir Türk çocuğunu
Konya'ya beraber götürmüştüm. Mevlana'nın medresesinde
benim hizmetimde idi. Bir gece Mevlana hazretleri medresenin
sahanlığında bedir halinde olan ay gibi gece yarısına kadar
dolaşıyordu. Bütün müritler uykuya dalmış; o ilim talibi
Türk de yavaş yavaş kendi dersini tekrar ediyor ve Hudavendigar'ın
hallerini gözetliyordu. Bana da uyku galebe etmişti.
Türk fakih Mevlana hazretlerinin yeşil bir nura binip yavaş
yavaş tepedeki pencereye doğru yükseldiğini görür. Pencereye
ulaştığı vakit fakih beni uyandırdı. Bu hali öğrenince dayanamadım,
kendimi tutamayarak bağırıp kendimden geçtim. Dostların
cümlesi birden uyandılar. Ben ayıldığım vakit Mevlana:
"Mecdeddin, niçin nara atıyor ve kendi lokmanı ağzından
çıkarıyorsun. Yeni mürit olmuş bir Türk buna dayanabiliyor
da sen bunu niçin açığa vuruyorsun? Allah Abdallarında böyle
haller çok olur. Bunlardan mahrum olmamak için mahremiyet
elde et. "Kim sırrını saklarsa işine hakim olur," sözünü
Allah velileri buyurmamışlar mı?" dedi.
Şiir:
"Eğer beşer sır saklamış olsaydı, hayır ve şer peyda
olmazdı. Gözükmeyen her şey ona gözükürdü."
(3 1 8) Yine mümtaz, gözde ve ihlfts nurlariyle aydınlanmış
has dostlar şöyle r i v a y e t e t t i 1 e r ki: Bir gün
Mevlana hazretleri kendi medresesinde: "Mevlana Şemseddin-i
Mardin! veli bir adamdır, fakat o kendini tanımryor. Onu
kendisinden haberdar edelim. Çünkü velilerden bazısı kendi
veliliğini bilmez, bazısı kendi velftyetine vakıf olur, fakat baş­
kasınınkini bilmez, bazı mükemmel ulular da kendi velftyetini
ve başkasınınkini ayn-el yakin ile görür ve hakk-·al yakin ile
bilir. Onlar, kamil sakilerdir ve Hazreti Muhammed sav'in Kevser
kaynağından içerler. Bizim bu Şemseddin'e bir gün Allah
erlerinden biri bir nazar atmıştı. O mübarek nazardan beri
Şemseddin dünyanın emsali olmayan bir velisi oldu,"
buyurdu. Dostlar bu hayırlı haberi Şemseddin'e ulaştırıp:
"MevJana hazretleri bugün medresede bu kadar büyükler arasında
sizin hakkınızda böyle bir şahadette bulundu," dedikleri
vakit, Mevlftrıa Şemseddin baş koyup mesud oldu ve: "Mevlana' -
nın buyurduğu gibidir," deyip şu hikayeyi anlattı: ·'Büllıga
ermiştim. Bir gün Halep şehrinde medresede tahsil ediyordum.
Hidayeyi tekrar ile meşguldüm. Birdenbire bir dervişin kapı­
dan girip benden su istediğini gördüm. Hemen kalktım, su
testisini dervişe verdim ve malik olduğum bir miktar yemeği
de gönlü yaralı olan bu dervişin önüne koydum. Benim bu
yerinde hareketimden dervişin memnun olduğunu ve üz?riıne
garip bir nazar attığını gördüm; Onun bu tatlı nazarından o
kadar zevk duydum ki, ihtilam oldum ve ben o hoşluk içerisinde
kendimi toplayıncaya kadar dervişin gidip kaybolmuş
olduğunu gördüm. O nazarın lezzeti halft benim ruhumda duruyor.
Fakat Mevlana hazretlerine ulaştığım vakit, bu büyüklüğü
gördüm ve onun inayet nazarına nail oldum. O evvelki
nazarın tatlılığını, Mevlana'nın bu inayeti karşısında deryadaki
bir damladan daha az gördüm ve onu, yüce nur karşısında
bir zerreden daha az buldum. Hamd ve minnet Allah'nın olsun
ki, o Sultanın (Mevlana'nın) imayet ve irşadı ile veli tanır
da oldum."
(3 1 9) Y i n e ulu arkadaşlar (Allah onları cennete yerleştirsin)
rivayet ettiler ki : Şeyh Bedreddin-i Tebrizi
muhtelif fenleri bilen bir adamdı. Kimya fenninde ve simya
sanatında da Ebu Ali Sina idi. Filozofların felsefesinde de
ikinci Sokrates ve Yunanlı Eflatundu. Konya başkentine ulaş­
tığı vakit mukaddes türbeyi yapan emir Alfuneddin-i Kayser
(Allah onun ruhunu rahatlandırsın), onu Sultan Veled hazretlerine
götürdü ve onun meharetini arz edip dedi ki: Bu şeyh
her gün bin sultani diremi müritlere tedarik edebileceğini iddia
ediyor. Arkadaşlar daha çok, yaşama imkanları ise, daha azdır.
Bütün arkadaşların, emirlerin ve adap ehlinin mürebbisi
olan Sultan V eled hazretleri bu meseleyi babasına arz etti.
Mevlana hazretleri hiç bir şey söylemedi. Bunun üzerine Bcdreddin-i
Tebrizi tam bir edeple içeri girince baş koydu ve
içten gelen bir ihlasla halis bir mürid oldu.
(320) Yine yer yüzünde Allah'nın veliyesi ve bizim
şeyhimiz, ariflerin sultanı, Çelebi Celftleddin Emir Arifin
(Allah her ikisinin sırrını kutlasın) annesi, Şeyh Selahaddin'in
(Allah ondan razı olsun) kızı, ikinci Meryem ve ilahi Sıddika
olan Fatma Hatun h a b e r v e r d i ki: Ben, Hudavendigar
bu kimyager hakkında ne buyuracak diye kapının aralığından
bakıyordum. Mevlana: "Suphan Allah, bu tuhaf bir haberdir.
Biz fitne tozunun dinmesi ve hanedanımız üzerinden bulanıklık
dumanının kalkması için, altını toprak yapmağa çalışıyoruz.
Şimdi de biri gelmiş: 'Kötülük çıkarayım diye toprağı altın
yapıyorum,' diyor. Yoksa bu adam, 'Fitne uykudadır, onu 
uyandırana Allah lanet etsin,' sözünü duymamış mıdır? Bu
işi büyütmektir. Benim fazla (şey) istemeyi sevmediğimi bilmiyor
mu? Hakikaten Allah'nın öyle kulları vardır ki, kimya
ilminin rolü olmaksızın taş veya kerpiçe baksalar, bu kerpiç
veya taş durduğu yerde altın ve yakut olur," diyordu. Yine
bu sırada Mevlana kalkıp mübarek elini bir mermer sütununun
üzerine koyar koymaz bu mermer sütununun güneş gibi
gözleri kamaştıracak kadar altın olduğunu gördüm. Arkadaş­
lar ve Bedreddin-i Tebrizi bağırarak cümlesi birden kendilerin_­
den geçtiler. Benim de aklım başımdan gitmişti. Kendime geldiğim
vakit Mevlana hazretleri: "Bahaeddin, Bedreddin hazretlerini
zamanın Cüneyd'i ve Allah'nın halifesi Çelebi Hüsameddin'in
yanına götür de onlara hizmet etsin," buyurdu.
Şiir:
"Nihayet bilsin ki biz altına tamah edici değiliz, biz
altını, altını yaratandan getirmişiz. O Allah eğer
istese bütün yeryüzünün toprağı altın ve kıymetli inci
olur.
Biz altına doymuşuz. Çünkü biz o kadar
fenle doluyuz ki, bj.itün toprağa mensup olanları
baştan başa altın yaparız. Ben sizden nasıl altın
isterim. Ben sizi (altın yapan) kimyager yaparım.
Mülk ve altın, öldüğün vakitte senin canının
yoldaşı olmaz. Altını ver, basiret gözün için sürme al."
Bugünden sonra Bedreddin meşgul olduğu her hüneri ve
kullandığı her sanatı dostlara vakfediyordu. Nihayet Mevlana'nın
vefatından sonra Alemeddin-i Kayser onu mübarek
türbenin mimarı yaptı.
(321) Yine Mevlana hazretlerinin yakınlarından
n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Bir gün sultan Rükneddin hazretleri
(Allah onun bürhanını nurlanJiırsın) beş kese sim-i
sultani göndermişti. Hoca Mecdeddin bu parayı alıp Mevlana'
nın huzuruna götürdü. Mevlana: "Dışarı at da kim isterse alsın,"
diye ona bağırdı.
Şiir:
"Senin olmayan bir kumaşı evinden dışarı at. 
Mescid-i Aksa'nın içinde, ölmüş köpeğin ne işi
var."
(Paraları) dışarı attılar, hiç kimse de bunları almadı. Mecdeddin
vaziyeti Mevlana hazretlerine arz etti. Mevlana: "Eğer
onları yok edemiyorsan git de harca," buyurdu. Mecdeddin
yine altınları yok edemeyince, üçüncü defa olarak: "O gü­
müşleri ne yapayım ve ne yapmak lazımdır?" diye tekrar
sordu. Mevlana: "Eğer hakikaten beni halis seviyorsan,
o paraların cümlesini topla, hendeğin içine dök de canın onun
hesabından kurtulsun," buyurdu. öylece o paraları alıp kalenin
hendeğine attılar. Bu hendek su ve siyah bir çamurla doluydu.
Hayli kimseler o beyaz gümüşün hevesiyle hendeğe
dalıp beyaz yüzlerini karartıp canları ile oynadılar. Ondan
sonra Mevlana: "Dünya malı öldürücü bir zehirdir ve herkes
de bu para için birbirleriyle dövüşüyor. Bu para bütün halkı
öldürüyor ve yok ediyor. Nihayet o derecede ki Allah velilerinin
ağzının tadını bile bozuyor. Allah Allah, gümüşün bütün
afetlerinden salim kalman ve onun zehirli iğnesini yememek
için ihtiyatlı davranman Iazımdır," buyurdu.
Şiir:
"Dünya bana bayram olmaz. Ben onun çirkinliğini
gördüm, o san yüzlü kötü kadın yüzüne allık sürüyor."
(322) Hikaye: Yine ufukların meşhuru_ ve baş olmayı
hak eden Bayburtlu Ahi Emir Ahmed (Allah ona rahmet
etsin) o diyarın reislerindendi. Zengin, hayır isteyen, makam
sahibi, çok zaman görmüş ve büyüklerin sohbetine erişmiş bir
adamdı. Ariflerin sultanı Çelebi Celaleddin Arif (Allah onun
sırrını kutlasın) hazretleri Bayburd'a gittiği vakit, oranın erkek
ve kadın bütün halkı onun kulu ve müridi oldular. Emir Ahmed
şöyle hikaye etti ki: Gençliğimin ilk çağında sizin ceddiniz
Mevlana hazretlerinin güzel şöhreti ağızdan ağıza Bayburd'a
ulaşınca ve onun "hal" ve "kal" inin yüceliğini seyyahlar
anlatınca, bende, babamdan müsaade dileyip Konya'ya
gitmek ve o hazretin elini öpmek şerefine nail olmak hevesi
uyandı. Fakat annem ve babam hiç müsaade etmiyorlardı.
Ben "Niçin olmasın, niçin olmasın," diyerek gitme zamanını 
düşünüyordum. Bir gece son derece arzu ve aşkla kalktım,
birkaç rekat hacet namazı kıldım ve Allah'nın nimet ihsan
etmesi yardımcım olur da sürüden ayrılıp o ziyaretle müşerref
olurum ümidi ile kırk defa En'am Suresi (K., VI) ni okudum.
Sabaha yakın başımı koyup uykuya daldığım vakit rü­
yamda müritlerden ve seyyahlardan işittiğim şekilde Mevlana' -
yı gördüm: Mevlana fereci giymiş, duman renginde bir sarık
başına sarmış olduğu halde evimize giriyordu. Ben daba önce
koşarak baş koydum, yüzümü onun ayaklarına sürdüm ve
yalvarıp yakardım. O, bir dosttan makas istedi, saçlarımı kesti,
yüzümü öptü ve birkaç defa: "Allah mübarek etsin Allah
mübarek etsin," dedikten sonra: «Bu Mesnevi şeyhidir," buyurdu.
Ben sevincimden uyandığım vakit, kesilmiş saçlarımı yastığımın
üzerinde buldum. Bu vaziyetten dolayı bende bir şaş­
kınlık belirdi. O zevkin şevkinden birkaç gün deli gibi dağlarda
dolaştım. Nihayet büyük bir posta oturtma merasimi yaparak
fereci giydim, sema'a, toplantılar tertib etmeğe ve Mesnevi
okumağa başladım. Ondan sonra muhtelif şeylerden hazırlanmış
güzel bir armağanı Mevlana'ya gönderip kendi halimi
bildirdim. Bunun üzerine Mevlana hilafet şeceresini gönderip
bu kulu müritliğe kabul etti. Siz Çelebi Celftleddin hazretlerinin
bu diyarı şereflendirip benim ilm - el - yakin'imi
ayn - el -yakine çevirmeniz ve beni hakk - al yakine ulaştırmanız
da kabülümün alametidir.
Yine sultan Veled, Emir Ahmed'i daima kardeş ve dost
diye çağırdı. O yeniden tam bir ihlasla Çelebi Arif hazretlerinin
müridi olup bütün çocuklarını ve dostlarını o sultanın
müridi yaptı "ve ona yakınlık ve iyi mekan vardır" (K.,
XXXVIII, 254) ayeti de onların yeri oldu.
(323) Y ine n ak 1 e d i 1 mi ş tir ki: Bir derviş
Mevlana hazretlerini rüyada görüp müridi oldu. Mevlana
onun saçını kesti. Derviş sabahleyin erkenden rüyasını ulu
arkadaşlara anlattı. Arkadaşlar onu, yeniden mürit olsun ve
"lşte evvelce gördüğüm rüyanın, bu tabiridir. Rabbim onu
hak etti" (K. , XII, 100) ayetini okusun diye Mevlana hazretlerine
götürdüler. Mevlana hazretleri dervişi görünce: "Onun 
saçını daha dün kesmiş, müritliğe kabul etmiştim. Bu kafidir,"
buyurdu.
(324) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Bir gün Şeyh
Sadreddin hazretleri hadis dersi ile meşguldü. Dünya fazılları
da o mecliste hazırdılar. Birdenbire Mevlana hazretleri kapı­
dan içeri girdi. Şeyh o günkü dersi Mevlana'nın vermesi için
ricada bulundu. Mevlana hazretleri, her hadisi anlatırken o
kadar duyulmadık hadisler şahit getirdi, işitilmedik manaları
açıkladı, hadislerin gelme sebeplerini söyledi ve o kadar derinlere
daldı ki, mecliste bulunanlar şaşakaldılar. Şeyh Sadreddin'in
içinden: "Acaba bu hadisin manası Mevlana'nın
söylediği gibi mi, yoksa başka mıdır? Çünkü biz bu manaları
hiç bir büyükten dinlememiş ve bu tarzı işitmemişiz," diye
geçti. Hemen o gece Şeyh Sadreddin, Mustafa Hazretlerini
(Allah'nın selfıt ve selamı onun üzerine olsun) rüyasında gördü:
Peygamber hazretleri hankahın baş köşesinde oturmuş­
tur. Şeyh Sadreddin onun önüne gider ve Allah elçisinin elini
öper. Peygamber: "O hadisin manası ve benim maksadım,
Mevlana'nın buyurduğu gibidir. Ona ilave edilmiş değildir,"
der. Şeyh sevincinden uyanır. Rüyasını, dervişlere anlatmadan
önce Mevlana hazretleri hankahın kapısından içeri girip
sofanın baş köşesinde· oturdu ve: "Biz seni şahit olarak ve sırrımızın
hakikatını müjdelemen için gönderdik" (K., XXXIII,
44; XL VIII, 8) ayetini okudu. "Yani öyle adil bir şahidin şahitliği,
kullar hakkında makbuldür, çünkü yüce Allah isterse
kabule mazhar olur," buyurdu. Sadreddin hemen kalktı, ona
olan güveni, imanı ve birliği bir iken bin oldu.
(325) Yine bir gün Mevlana hazretleri hamama girmişti.
Hemen dışarı çıkıp elbiselerini giydi. Dostlar: "Hudavendigar
ne çabuk dışarı çıktı?" diye sordular. Mevlana:
"Tellak bana yer açmak için bir şahsı havuzun kenarından
uzaklaştırdı. Ona karşı utancımdan terledim de çabucak dışarı
çıktım," dedi.
(326) Yine dostlar bir kimse hakkında "Vefasız bir
adamdır," dediler. Mevlana: "Vefa hoş mudur?" diye sordu.
Onlar: "Evet," dediler. Mevlana: "O halde şimdi siz vefaya 
sıkı sarılın," buyurdu. Mevlana daima: "Erlerin vefası veya
vefa hakkı için," diyerek yemin ederdi.
Şiir:
"T ann vefasından ötürü övünür ve başkasının
ahdine benden daha vefalı olan var mı? dedi.
Mademki vefa köpeklerin şiarıdır. O halde git,
onları ayıplama.
Mademki vefasızlık köpekler için bir ayıptır, o
halde vefasızlığı nasıl reva görüyorsun" .65
Eğer Hintli bir köle ".efakarlık ederse, devlet
onun için, Allah onun bekasını uzun etsin, diye
dua eder."
(327) Yine çok defa şöyle vakı olurdu ki Gfryende'ler
scma'ın uzun sürmesinden hasta olur, pazartesi ve perşembe
günleri medreseye geç kalırlardı. Mevlana hazretleri (Sema
edemediği için): "Mademki aşıkların namazını kılmadık, hiç
olmazsa kuşluk namazını kılalım," derdi. Gfryende'ler gelinceye
kadar, birkaç rekat namaz kılar ve onlar gelir gelmez birlikte
sema ederdi.
(328) Y i n e bir gün Mevlana'nın hizmetinde rebap
çalıyorlardı. Mevlana büyük bir zevk duyuyordu. Birdenbire
bir aziz içeriye girdi: "İkindi namazı (namaz-ı diğer) okunuyor,"
dedi. Mevlana, bir an durakladı ve sonra: "Hayır hayır, o
başka namaz, (namaz - ı diğer,) bu da başka;66 her ikisi de
Hakk'a çağırıyor. Birisi insanın zahirini hizmete, ötekisi ise
batınını Allah'nın sevgi ve marifetine çağırıyor," dedi.
(329) Yine arkadaşlardan birisi evlendi. Mevlana;
"lnşallah (aldığın hayat arkadaşı bir) din arkadaşı olur," dedi.
Bir gün bir derviş, birinin onu bunu kötülemesinden şikayet
etti ve bu işin kötülüğünü tekrarladı. Mevlana: "İnsan
diinyayı zaptedebilir, fakat ağzını zaptedemez," dedi.
(330) Y i ne bir gün Mevlana hamama girmişti. Merhamet
gözü ile kendi mübarek vücuduna baktı. Vücudu iğne
--- ipliğe dönmüştü. Buyurdu ki: Bütün ömrümdtı kimseden
utanmadım, fakat bugün zayıf vücudumdan çok utandım. 
Çünkü o: "Bir gün bana huzur vermedin," diye kim bilir "hal"
dili ile neler söyledi, neler de söylemeyip gizledi ve "Yükünü
taşıyabilmem için beni hiç rahat bırakmadın; bir gececik olsun
istirahat edip kuvvet bulmama bile müsaade etmedin," diye
ne kadar inledi. Fakat ne yapayım ki, benim huzurum onun
ıstırabındadır. Nitekim buyurmuştur:
Şiir:
"Ben, bir rahat etsem, mhum rahat etmez. Ben
hiçbir dakika dinlenmediğim anda dinlenirim."
Aşıkların huzuru yorgunluktadır. Hazine, zahmette; ne­
şe, arayıp istemede ve acınmışlık da edeptedir.
Şiir:
"Ruhum çekişmeler içerisindedir. Beni çekip
sürükleyenin kim olduğunu biliyonım. Bir an
dinlenmek istiyorum, fakat dinlenmek için imkanım
yok."
(33 1) Y i n e bir gün Mevlana'nın haremi Kira Hatun
(Allah ondan razı olsun): ' 'Cennet halkının çoğu aptaldır,"
hadisinin manası nedir?" diye sordu. Mevlana: "Aptal olma?
salardı, Cennet '
ve Cennet'in nehirleriyle nasıl yetinirlerdi.
Sevgilinin yüzünün bulunduğu bir yerde Cennet'in ve nehirlerinin
yeri mi olur. Bunun için "Cennet halkının çoğu aptaldır
ve illiyin ise akıl sahipleri içindir," buyurdu ve şu rubaiyi
söyledi:
"Eğer Cehennemde senin zülfün elime geçerse,
cennetlik olmaktan ar ederim.
"Eğer sensiz, beni cennete çağırsalar, cennet
sahrası kalbimi sıkar."
O halde yalnız bağı gezmeyi gaye edinmiş diişüncesi kıt kimse,
bahçıvanın yüzünü görmekten mahrum kalır.
Şiir:
"Onun yüzü olmazsa cennet bana hem cehennem
hem de düşmandır. Bu fani renk ve kokulardan
yandım. Nerede beka nurları." 
Yine bir gün gönül sahibi velilerden bir cemaat, Rabia' -
nın bir elinde ateş, bir elinde de bir testi bulunduğu halde
acele ile koştuğunu gördüler. Veliler: "Ey ahiretin hanımı,
nereye ve ne için koşuyorsun?" diye sordular. Rabia: "Cenneti
yakmak, Cehennemi de su döküp söndürmeğe gidiyorum ki
Bu yolu kapıyan iki hicap da ortadan kalksın, maksat gözüksün
ve Allah'nın kulları ümitsiz (reca) ve korkusuz (havf)
Allah’a hizmet etsinler. Çünkü eğer cennet ümidi ve cehennem
korkusu olmasaydı, kimse Allah’a tapmaz ve itaat etmezdi,"
dedi.
Şiir:
"Eğer cennetteki kızarmış et ve helva ümidi olmasaydı,
bu bir mukallid mestin rükô için sırtı eğilir miydi?"
Fakat, halis muhiplerin maksat ve istediği şey sevgiliye
ulaşmaktır. Her iki dünya da bu visalin kulu ve kölesidir.
Şiir:
"Allah'dan başka Allah istemek fazlasını isteyip de
yemek bile olsa, bir can çekişmedir ."67
"Allah'dan başka Allah istemek fazlasını isteyip de
cümlesini kaybetmektir."68
Şeyh Maturidi'ye: "Dilediğini iste," dediler. O da "1ste­
ınemeği istiyorum," dedi.
(332) Hikaye: Yine nakledilmiştir ki: Bir gün
Mevlana hazretleri manalar saçmakta hararetlenmişti. Her
tayfadan bir cemaat vardı. O şu hikayeyi anlattı: Bir Türk şehre
pl'lmi<;tİ. Birdenbire bir medresenin kapısına geldi. Medreseyi
?iipiiriilmüş, sulanmış ve fakihlerin de büyük sarık ve elbiseleriyle
oturmuş olduklarını gördü. Bir an sonra medresenin
kapıcısının geldi?ini !!ördü. Kapıcı medresede bulunanlardan
lın birisine tayin edilen ekmeği, eti ve diğer şeyleri getirip
kendilerine verdi. Bu hal Türkün çok hoşuna gitti. Ertesi gün
:rnval lı Ti.irk, çoluk çocuğunu terk edip basına bir sarık sardı,
bir cübbe giydi ve medreseye girdi. Müderrise seıam verip
y:ınına oturdu. Müderris faklh, fakirdi. Gelenin alim olmadığını
ve bu sarıkla cübbeyi mahsus giyindiğini zekasiyle an-
ladı. Müderris: "Ey azizim, harici süs, cübbe ve sarıkla kimse
danişmend ve fakih olmaz ve mücahedesiz kimse müşahedeye
ulaşmamıştır. Yıllarca didinip kendi kendini tüketmek
ve bunu tekrar etmek, kandil isi ile kararıp bulanmak lazımdır
ki Allahnın uygulaması inayetiyle bir insan insan olsun.
Ona bakan insan olan ve olmayan kimse, ondan insanlık öğ­
rensin," dedi. (Mevlana bu hikayeyi anlattıktan sonra) "O
halde görünüşe tapan, görünüşün süsü içinde kalmış olan, dış
terbiye ile yetinen, gösteriş için fereci giyen ve asla özü bilmeyen
ve görmeyen bu cemaat, bahsedilen bu Türk gibidir.
Bir insanın o anın adamı olması için yıllarca zahmet çekmesi
lazımdır.
Şiir:
"Yakutun renk, parlaklık ve letafet bulması için
yıllarca güneşte kalması gerekir69•
"Ev mürit, bir puşkin misk olması için ahunun
yıllarca o bahçede otlaması lazımdır.7°
"Bir iplik ucu bana ?örününceye kadar gönlüm
ve kalbim şuhutta ipliğe döndü.71
·
İçteki fasit hayalleri süpürüp atmak için vücudun
züht ve tekvada hayal gibi olması lazımdır.'m
(333) Yine kamil, hür kişilerin (ahrarın) makbulü şeyh
Mahmud-i Neccar (Allah rahmet etsin) r iv ay e t e t t i ki:
birgün mübarek medresede büyük bir sema vardı. Zamanın
ariflerinden şeyh Fahreddin-i Irak! o anda cezbelenip h1fkası
ve tahfifesi düşmüş bir halde dolaşıyor ve bağırıyordu. Mevlana
hazretleri de diğer bir köşede sema ediyordu. Mevlana
Ekmeleddin Tabib, bütün emirler ve alimlerle seyrediyordu.
Sema'dan sonra, Ekmeleddin Tabib: "Hudavendigar, şeyh
Fahreddin-i Irak! hakikaten bundan sonra hoş düşler görecek,"
dedi. Mevlana: "Eğer başını bu tarafa çevirip uyursa ... "
buyurdu. Nihayet şeyh Fahreddin Mevlana'nın inayet nazarı­
na mazhar oldu. Mevlananın müsaadesiyle Muineddin Pervane,
şeyh Fahreddin'i Tokat tarafına çağırdı ve onun için yüksek
bir bankalı yapılmasını emretti. Fahreddin o hankahın
şeyhi oldu. Şeyh Fahreddin daima medresedeki sema'da ha-
ıır bulunur ve Mev!ana'nın büyüklüğünden bahiıole ahlar
edip: "Hiç kimse Mevlana'yı gerektiği gibi anlayamadı. O bu
dünyaya garip olarak geldi, garip olarak gitti." derdi.
Şiir:
"Dünyaya geldi, bize bir iki gün yüzünü gösterdi, fakat
öyle çabuk gitti ki kim olduğunu bile bilmedim."
(334) Yine bir gün Mevlana hazretleri ilimler sa­
çarken: Balıkların içinde bulundukları bu ırmağın suyuna ekmek
kırıntıları atmadan balıklar başlarını dışarı çıkarıp o ekmek
kırıntılarına üşüşmezler. Tıpkı bunlar gibi, bizim ruhumuzda
akan hikmet ırmağına da doğruluğu, talebi, dürüst
imanı ve riyasız bir samimiyeti dökmeden bizim mana balıkhırımız,
işitmek isteyenlerin ve arayanların himmetleri nispetinde
başlarını bu ırmaktan dışarı çıkarmazlar ve hiç bir
avcının oltasına düşmezler. O halde çok zillet göstermek ve
fakirlik lazımdır. Çünkü ıstırap ve zaruret bir şeyi hak etme­
ğe vesiledir. 'Sıkıntıda olan kimse dua ettikte ona icabet eden
kimdir?' (K., XXVII, 63)
Şiir:
"Allah gökleri yarathysa ihtiyaçları def etmek
için yarath. Yerden biten her şey, bir muhtacın
ihtiyacını def etmek ve her talibin aradığı şeyi,
bulmak için biter".
"Nazik boğazlı çocukcağız ağlamadıkça memeden
süt nasıl gelir?"
(335) Yine bir gün dostlardan bir azizin ruhu sıkılmıştı.
Mevlana hazretleri ona: "Dünyanın bütün can sıkıntısı bu
ıli'ınyaya gönül verme neticesidir. Bu dünyadan azat olduğun,
krııdini garip bildiğin, baktığın her renk ve tattığın her zevkin
kalmayacağını başka bir yere gideceğini bildiğin an, can sı­
k ıııtısından kurtulursun. Ne mutlu o insana ki fıkıh ve hikmet
l'lıli ile oturur, zillet ve miskinlik ehli ile düşer kalkar," dedi
ve yine buyurdu ki: "Azat er başkasının kendisini incitmesindrn
incinmeyen kimsedir. Yiğit, incinmeyi hak edeni, incitmeyrn
kimsedir. Nitekim demiştir. 
Şiir:
"Bu hırka içinde olduğumuz müddetçe ne kimseden
incinir, ne de kimseyi incitiriz".
(336) Y in e r i vay et o 1 un m u ş tur ki: Bir
gün arkadaşlardan biri malının azlığından şikayet ediyor. Mevlana
hazretlerine, kendisine biraz dünyahğın yüz göstermesi
için yalvarıp yakarıyordu. Mevlana: "Git, beni düşman kabul
et ve hiç sevme de, dünya senin dostun olsun ve Allah sana
dünyayı versin," buyurdu. Mürit: "Yapamam," dedi. Mevlana:
"O halde git, fakirlik ve sefalete tahammül et de bolluğa kavuşasın
ve (o iilemden) bir ses işitesin. Çünkü Allah velilerinden
başka kimsede dünya ile din bir arada bulunamaz," buyurdu
ve şu şiiri söyledi:
"Ey dünya talibi! Sen bir gündelikçisin. Ey
cennet aşıkı! Sen bu hakikatten uzaksın.
"Ey hakikatı bilmediğinden ötürü dünya ve
ahiret ile başı hoş olan kimse! Sen onların neşe
ve kederinden haberdar olmadığın için mazursun."
(337) Yine bir şahıs altın dolusu bir kese kaybetmiş­
ti. Kendinden geçmiş gibi koşuyor ve herkesten soruyordu.
Birdenbire Mevlana hazretlerine rasladı. Mevlana: "Kaybettim
deme, bilakis buldum, de," buyurdu.
(3J8) Yine gönlü yaralı bir derviş rivayet et -
t i k i : Bir gün, bir şahıs Mevlana ile karşılaştı. Baş koydu ve:
"Bu sefil dünyaya çok doymuş ve ondan usanmışım. Keşke
öteki dünyaya gitsem de dinlensem. Çünkü yüce Allah hazretleri
oradadır," dedi. Mevlana hazretleri: "Allah'nın burada
olmadığını ne biliyorsun?" buyurdu.
Şiir:
"Dünyada ne varsa senin haricinde değildir. Ne
ararsan kendinde ara, çünkü sen her şeysin." 
(339) Yine dostlardan bir aziz büyük bir toplantıya
rasladı. Bu toplantıda herkes her hususta muhtelif şeyler okuyor
ve kendi üstünlüklerini göstermeğe çalışıyordu. O aziz
hiç bir şey söylemiyordu. Mevlana hazretleri: "Ey arkadaş,
sen niçin bir ilim vermiyor ve bir söz söylemiyorsun" diye
ondan sordu. Aziz: "Bu, bir büyükler toplantısı olduğu için çekindim,"
dedi. Mevlana: "Ağzını açmalıydın, biz söylerdik,"
buyurdu.
(340) Yine arkadaşların kendilerine örnek edindikleri
tbni Isfehsalar unvanı ile tanınan, müritlerin ariflerinden
ve şehirin emirlerinden birinin oğlu olan Çelebi Celaleddin
(Allah ona rahmet etsin) r i v a y e t e t t i k i : Bir gün MevJana
hazretleri haberci olarak beni birkaç dostla birlikte Kayseri'de
Pervanenin yanına gönderdi. Çelebi Hüsameddin'e bir
mektup yazdırdı. Bu mektupta icap edeni söylemiş ve mana
incilerini delmişti. Mübarek mektubunu sarığımın kenarına
yerleştirip baş koydum ve Hudavendigar'ın mübarek ayaklarını
öptükten sonra: "Eğer benden haber sorarlarsa, ne söyleyeyim?"
diye sordum. Mevlana: "Sen orada ağzını açınca gerekeni
biz söyleriz," buyurdu. Sultanın ve emirlerin hizmetine
ulaşıp Mevlana'nın selamını ilettiğimde, cümlesi ayağa kalkıp
büyük bir saygıda bulundular. Pervane mektubu ayakta tatlı
bir eda ile okuyor ve metnin her yerinde aferinlerde bulunuyordu.
Bizim istediğimize icabet ederek Hudavendigar'ın bü­
yüklüğü hakkında benden: "Hudaverdigar ne yapıyor, mübarek
sıhhati nasıldır?" diye sordular. Ben o kadar hakikatler
ve ince şeyler söylemişim ki kendimden geçmişim. Pervane ve
emirler: "O hazretten niçin uzağız?" diyerek ağlıyor ve hayıflanıyorlardı.
Nihayet Pervane bana: "Çelebi hazretleri sık
sık teşrif buyuruyorlardı, fakat bu seferki kadar sizi marifetle
ve manalarla dolu görmemiştim," dedi. Ben hikayeyi tekrar
anlattım. Cümlesi birlikte baş koyup filerinlerde bulundular ve
çok hediyeler gönderdiler.
(341) Yine zamanın Eflatunu, Hoca Ekmeleddin TaOlb
(Allah onun toprağını iyi etsin) bir gün Mevlana'nın ziyaretine
gelmişti. Mevlana o günü Çelebi Hüsameddin'in evinde
idi. Ekmeleddin çok güzel elbiseler giymiş, samur kürklü kırmızı
bir ıskarlat çuhasını da omuzuna atmıştı. Bir an sonra
Mevlana hazretleri, Ekmeleddin'in kulağına gizli bir şey söyledi.
Ekmeleddin hemen baş koyup elbiselerini verip gitti.
Çelebi Hüsameddin hazretleri Ekmeleddin'den: "Mevlana senin
kulağına ne söyledi .. Bu secde ve bu halin sebebi ne idi?"
diye sordu. Ekmeleddin: "Bu kadınlara mahsus güzel elbiselerle
Allah velilerinin gözü önüne nasıl gelip bulundum. Bu hareketim
hiç doğru değildi, diye içimden geçti. O anda kendimi
son derece zavallı ve mahçup gördüm, halim değişti. Tam
bu sırada Mevlana hazretleri kulağıma: "Aldırma, düşünme
ve mahçup olma, ruhumuzun elbisesi olan tenin bile bizim yanımızda
itibarı yoktur. Dışta olan yağmur elbisesinin nasıl itibarı
olabilir. Çünkü: 'Allah sizin şekillerinize ve amellerinize
bakmaz, kalbinize ve niyetlerinize bakar.' Çalış ki, elbise seninle
tanınsın, sen elbise ile tanınma," buyurdu. Ben o inayetin
memnuniyetinden elbiseleri şükrane olarak kavvallere verdim,"
dedi. Ekmeleddin hayatta bulunduğu müddetçe süslü
elbise giymedi.
(342) Y i n e onun müdavimleri ve hizmetini yapanlar
şöyle r i v a y e t e t t i l e r ki: Mevlana hazretleri, Haydar
gibi sarmısağı çok severdi. On, on beş belki de yirmi otuz günde
bir yemek yerdi. İftarda çiy sarmısak tanelerini yer ve:
Mustafa hazretleri, bildiği sebeb ve hikmet üzre müminlerin
emlri Ali'ye her zaman: "Ey Ali, sarmısağı çiy ye," buyururdu.
(343) Y i n e Arif Çelebi'nin annesi Kirake Hatun
(Allah her ikisinin sırrını kutlasın) r i v a y e t e t t i ki:
Mevlana hazretlerinin bir aya yakın yemek yemediğini gördüm.
Ben, yeni gelin olmuştum. Muallimim de Mevlana hazretleri
idi. Bir gün Mevlana benden: "Fatına hanım evimizde
yoğurt var mı?" diye sordu. Ben: "Evet var, fakat son derecede
ekşidir," dedim. Buyurdu, onu büyük bir kaseye doldurup
önüne koydum. Mevlana: "Yirmi baş sarmısak döv, içine dök
de lezzetli olsun," dedi. Ben, gece yarısı Mevlana'nın geldiğini
gördüm. Benden yoğurdu istedi ve alıp yoğurdun içine bayat
küf tutınuş ekmekleri doğradı. Sonra o kasedeki tiriti tama-
miyle yedi. Ben o yoğurttan bir parça ağzıma koydum, yoğurdun
keskinliğinden derhal dilim kabardı. Fakat Mevlana, yo­
ğurdu tamamiyle tüketip kaseyi bana verdi ve sabah oluncaya
kadar teheccüt namazı ile meşgul oldu.
Dostlar toplanınca da yedi gün, yedi gece sema edip sü­
kunet bulmadı ve bir lfthza dinlenmedi. Sekizinci gün hamama
gidip bir hafta orada kaldı. Herkes bu kuvvet ve kudretten
ötürü hayrette kaldı ve birçok münafıklar da zünnarlarını
kopararak ve muhalefetlerinden ötürü istiğfar ederek ona uydular.
Y i n e bir gün b u y u r d u ki: Biz bu dünyadan üç
şey seçmişiz; semaı, şerbeti ve hamamı.
(344) Yine Müderrisin oğlu Çelebi Şemseddin'den
n a k I e d i I m i ş t i r ki: Bir gün Mevlana'nın kızı Melike
Hatun (Allah her ikisine de rahmet etsin) kendi cariyesini azarlamıştı.
Mevlana hazretleri birden bire kapıdan içeri girdi ve:
"Onu niçin dövüyor ve niçin incitiyorsun. Acaba o, hanım,
sen de cariye olsaydın ne yapardın? İster misin ki, bütün
dünyada Allah'dan başka hiç kimsenin köle ve cariyesi yoktur,
diye bir fetva vereyim. Hakikatte onların cümlesi bizim kardeşlerimiz
ve hemşirelerimizdir. Çünkü Allah: 'Allah sizi bir
nefis gibi yarattı ve dünya'ya getirdi,' (K., XXXI, 27) buyurmuştur,"
diyerek kızına bağırdı. Bunun üzerine kızı tövbe
edip o cariyeyi azat etti ve üzerinde ne varsa cümlesini ona
giydirdi. Hayatta bulunduğu müddetçe de köleleri ve cariyeleri
incitmeyip Peyg?berin sünnetine uyup diyordu:
Şiir:
"Fenlerle dolu olan Peygamberlerden utanıyorum. O,
giydiğinizden onlara (kölelere) da giydiriniz," dedi.
"Yediğinizden fakirlere de yediriniz, vasiyetini
Peygamber çocuklarına etti". "Ben ipek ve atlas
giydiğim vakit, maiyetime de ipek ve atlas giy-
. diririm, çul giydirmem".
(345) Yi n e n a k I e d i I m i ş t i r ki: Bir gün Mevlana
hazretleri semam feyzinden ve mizacının letafetinden
kış mevsiminde nezle olmuştu. Nezle, sersamı karşılar ve 
cüzzamın damarını keser. önce kan almak, sonra da hamama
gitmek lazımdır, denildiği için o anda kan almağa niyet
etti ve gömleğini de kan alıcıya verdi. İkinci günü de hamama
gitti.
(346) Y i n e bir büyük: "Farz olan namazların arkasından
Ayetü'l-Kürsi'yi okumanın ne hikmeti vardır?" diye
sordu. Mevlana hazretleri: "Peygamber (Allahnın selat ve
selamı onun üzerine olsun) beş vakit namazın arkasından
Ayetü'l-Kürsi'yi (K., il, 256) okuyan kimsenin ruhunu, Allah
bizzat alır," buyurmuştur. "Allahnın senin ruhunu bizzat
kendi eliyle almasından ve rahmet bahşetmesinden daha büyük
bir fayda ve hikmet olabilir mi? Şüphesiz Mustafa hazretleri
(Allah'nın selamı onun üzerine olsun) daima Ayetü'l-Kürsi'yi
okur ve kendi ümmetini de onu okumağa teşvik ve tahrik ederdi.
Ayetü'l-Kürsinin fazileti yüce arştan daha yücedir ve bu
fazilet hiç bir kitapta yoktur. Bu Mustafa'ya ve onun ümmeti
merhumesine mahsustur," buyurdu.
(347) Yine hakikat yolunun sfüikleri ve ilahi şarabın
mestleri olan eski dostlar (Allah'nın rızası onların cümlesinin
üzerine olsun) şöyle r i v ay e t e t t i 1 e r ki: Bir gün Mevlana
hazretleri: "Dostlarımız türbemizi, uzak mesafelerden gö­
zükmesi için yüksek yapsınlar. Kim bizim türbemizi uzaktan
görür, itikat eder ve bizim velayetimize güvenirse, yüce Allah
onu rahmete kavuşmuşlar sırasına kor. Hususiyle tam bir aşk,
riyasız bir ihlasla, mecazsız bir hakikat ve içinde şüphe
olmayan bir ilim ile gelip türbemizi ziyaret eden ve namaz
kılan bir kimsenin her dileğini yüce Allah yerine getirir ve
kendi maksatlarına ulaştırır. Onun dine ve dünyaya ait iştiyakleri
hasıl olur," buyurdu.
Şiir:
"Fazla dua yaptığımdan ötürü vücudum dua oldu.
O kadar ki, kim yüzümü görürse duayı hatırlar."
Ve yine buyurdu ki: Dua bir ok gibidir. Müridlerin aminleri
de o okun kanisimleridır.
Şiir:
''Ey gönül istediğini iste, ihsan peşin, padişah da ha-
zırdır. Çünkü o ay yüzlü padişah, gelecek yıla kadar
bekle demez."
(348) Yine hakiki bir na ki 1 d i r ki: Bir gün
Mevlana hazretleri buyurdu ki: "Bizim türbemizi yedi defa
yapacaklar. Sonuncu defada zengin bir Türk çıkacak, onu,
lıir tuğlasını altundan bir tuğlasını da ham gümüşten olmak
iizcre yapacaktır.' Bizim türbemizin etrafında da bir şehir
olacak sonra türbemiz bu şehirin ortasında kalacaktır. O zaman
da Mesnevi'miz şeyhlik edecektir."
(349) Yine ulu arkadaşlardan n a k l e d i 1 mi ş tir
ki: Bir gün Mevlana'nın hizmetinde Kur'an'ı yedi tarzda okuyan
Sa'ineddin-i Mukri'nin hikayesini anlatıp: "Sa'ineddin-i
Mukri zamanın Ebu Hafs'ı ve Kalfın'udur. Her gece Kur'an'ı
hatmetmeden yatmaz," dediler. Bunun üzerine Mevlana: "Evet,
sadece cevizleri iyi sayıyor, onun özünden bir haz almıyor.
Allah'nın kitabı dört esas üzerine kurulmuştur: tbare, işaret,
latifeler ve hakikatler. İbare, avam içindir; işaret, haslar
içindir; latifeler veliler ve hakikatler de Peygamberler içindir.
O aziz daima ibareyi tamirle meşgul, onun sırlarından mahrumdur,"
buyurdu.
(350) Y ine bir gün Sa'ineddin kabara kabara: "Bu
gece Mevlana'nm aşkı ile Kur'anı hatmettim," dedi. Mevlana:
"Nasıl oldu da çatlamadın?" buyurdu. Sa'ineddin derhal baş
koyup ağladı. Mevlana buyurdu:
Şiir:
''Eğer onun dudağından çıkan sözler kalbine aksetseydi,
onun kalıbı tuzla buz olurdu.
Çüııkü Allah: 'Biz Kur'an'ı bir dağ üzerine indirmiş
olsaydık, o dağ Allah'nın korkusundan
alçalır ve parçalanıp yok olurdu' buyurmuştur."
'Sen onu Allah'm korkusundan alçalmış · ve parçalanmış
görürdün' (K., LIX, 21). Bu hususta bundan başka daha ne
manalar saçtı. Buyurdu ki, İmam Ebu Hanife (Allah ondan
razı olsun) bir gece akşam namazını kılıyordu. 'Zelzele olduğu
vakit. . .' (K., XCIX, 1) ayetini okuyup 'Bir zerre ağırlığınca 
hayır işleyen onu görür' (K., XCX, 7) ayetine ulaştığı vakit,
bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Derler ki: Kur'an'ın sırlarının
heybetinden yedi gün, yedi gece seccadesinin üzerinde
kendinden geçmiş bir halde kalmıştı. Eğer Kur'an okursan
öyle oku ki, seni çağırsınlar. Okuduğundan haberin olmadığı
için seni Allah'nın dergahından kovacakları şekilde okuma.
"Ne kadar Kur'an okuyan vardır ki Kur'an ona lanet eder,"
sözünün sırrı budur.
Şiir:
"Kur'an denilen gelin, iman başkentini kavga·
dan ari gördüğü vakit sebebiyle örtüsünü atar·"
(351) Yine basiretli ve kamil arkadaşlar şöyle r i -
vay et etti 1 er ki: Kadı Sıraceddin-i Urmevi (Allah ona
rahmet etsin) akli ve nakll bütün ilimlerde ikinci bir imam
Şafii idi. Birkaç muteber fenden zor meseleler ve parlak nükteler
çıkarıp hazırlandı ve talebesine: "Emirlerin ve fazılların
bulunduğu mecliste Mevlana'ya tesadüf edersem, alimliğin ne
olduğunu bilmesi için, ona kendi fazilet ve maharetimi göstermek
istiyorum. Baduygu hararetlendiği ve benim de en ehemmiyetsiz
bir şeyde yanıldığını zaman her taraftan bana yardım ediniz,"
diye bildirdi.
Mevlana hazretleri bir sabah kadının odasına girer, selam
verir, büyük bir heybetle ona bakar ve çabuk dışarı çıkar. Kadı
Sıraceddin onun arkasından dışarı koşar, hiç kimseyi görmez.
Bunun üzerine mahkemenin adamlarından sorar, fakat kimse
ona bir iz veremez.Bir an sonra Mevlana hazretlerinin kadı­
nın evinin üst katından aşağıya inip gittiğini görür. O cemaatin
şaşkınlığı bir iken bin olur. Kadı hazretleri sabah namazını
kılmak üzere yukarı kata çıktığı vakit, bu katın camları üzerinde
(Mevlana'dan sormak istediği) mesele ve nüktelerin cümlesinin
birer birer yazılmış olduğunu, her meselenin ve nüktenin
altına da cevaplarının yazıldığını ve onun tahkiki için anlatılmıyacak
kadar gaybi ve ayni latifeler de itave edildiğini gö­
rür. Kadı derhal bir nara atar, elbiselerini yırtar. O soğuk imtihandan
ve münasebetsiz tasavvurdan tövbe edip koşarak
medreseye gelir, Mevlana hazretlerinden özür diler, ona can-
dan bir muhip olur, büyüklerin ve şeyhlerin huzurunda bu meseleyi
tekrar anlatır.
Bu hikayedeki hadise kadının sülfikünün başlangıcında
olmuştur. Bu sebepten ötürü Mevlana'nm vefatından sonra,
rebabı menetmek ve semfu haram saymak için bir cemaat kimseler
gayretler sarf edip kadı Sıraceddin'den yardım istedikleri
vakit o buna asla razı olmadı.
(352) Y i ne bir gün Çelebi Hüsameddin hazretleri
(Allah onun sırrını kutlasın) Mevlana hazretlerinden: "Hem­
şerimiz Kadı Sıraceddin nasıl bir kimsedir?" diye sordu. Mevlfma:
"1yi adamdır. Havuzun etrafını dönüyor, bir tekmelik
işi kalmıştır. ümitsiz olmayacağını umarız. Belki de ümitleri
tazelenecek," buyurdu.
(353) Yine Müderrisin oğlu Çelebi Şemseddin (Allah
nna rahmet etsin) şöyle rivayet etti ki: Aşık dostlar Mevlana'
11 1 11 müridi olunca, Mevlana dua etti ve: "Yüce Allah sizi eski
kurtların şerrinden korusun," dedi. Dostlar: "Onlar nasıl
kavimdirler," diye sordular. Mevlana: "Onlar, Allah yolunu
kesenler, kendi arzularına uyanlar ve yeni usuller icad eden
cahil münkirlerdir," dedi.
(354) Yine na k 1edi1 mi ş t i r ki: Mevlana hazretleri
semada mest olduğu vakit kavvalleri yakalayıp raksederck
ayakları ile tepinerek: "Yarabbi! Muhammed sav ve onun
ai lesi üzerine selat olsun," diye selavat getirir ve tekrar sema'
ya başlardı.
(355) Yine bir gün bir berber Mevlananın mübarek
sakalını kesiyordu. Berber: "Hüdavendigar ne buyuruyor,
nasıl yapayım? dedi. Mevlana: "Kadınla erkeği birbirinden
ayıracak kadar kes," dedi. Başka bir gün de: "Ben hiç sakalları
olmadığı için kalenderleri kıskanıyorum," dedi ve "Az sakal
erkeğin saadetindendir, çünkü sakal erkeğin süsüdür. Onun
çokluğu erkeği böbürlendirir. Bu da insanı (manen) öldüren
?eylerdendir," hadisini söyledikten sonra: "Çok sakal sofilerin
hoşuna gider. Fakat sofi sakalını tarayıncaya kadar, arif Allah’a
ulaşır,' buyurdu.
(356) Yine bir gün Mevlana medresenin kapısında
ayakta durmuştu. Bütün dostlar da orada idiler. Yüzünü dost-
lara çevirip: "Allah’a yemin ederim ki dünyada bir kimse.
den başka kimse yoktur. O kimse de sizinledir, sizin içindir,
sizin için çalışıyor ve sizi istiyor." dedi. Nitekim demiştir:
Şiir:
"Ben insanların iyiliği için dünya zindanında
kalmışım. Zindan nerede ben nerede? Kimin
malını çalmışım."
Dostlar şükürler edip baş koydular ve mesud olduler.
(357) Yine Müderrisin oğlu rivayet etti ki:
Bir gün Mevlana hazretleri buyurdu ki: Hoca Fakih Ahmet
(Allah ona rahmet etsin) daima: "Tam kırk yıldır, gece ve
gündüz sonsuz mücahedede bulundum ve birçok riyazetler
çektim ki bilginlik illeti benden gitsin ve o perdeden dışarı çı­
kayım. Fakat hllla bende ondan bir eserin kaldığını görüyorum.
Gönül levhası ne kadar sade olsa, Allah’a yakınlık da
o kadar fazla olur. Çünkü levh-i mahfuz, hafızın levhasından
daha yüksektedir," derdi.
(358) Yine buyurdu ki: Dünyada alimlerin
sultanı (Sultan'ul-Ulema) olan babam Bahaeddin Veled (Allah
ondan razı olsun) daima: "Eğer bende bu tahsille elde edilen
ilimler olmasaydı, o mana, ilimden daha kuvvetli olurdu,"
diye tekrarladı.
Şiir:
"Kalbimi ilimlerden temizledim, aşinalık buldum.
Varlığın zülınetini bıraktım, aydınlığa ulaştım."
İmdi, fıkıh medresesinden fakirlik medresesine geldikçe
Hakk'ı bulan bir nadir kişi lanmdır.
Şiir:
Fıkıh medresesinin bitirme diplomaları olduğn
gibi, aşk medresesinin de kanunlarının olduğunu
bil."
(359) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Bir gün Mev•
lana hazretleri, Aiaeddin Sırayanus (Allah rahmet etsin) hazretlerine
buyurdu ki: Eğer senden: "Mevlana kimdir?" <'tiye 
sorarlarsa, görmediğini ve işitmediğini söyle. Yani, "Onun
ııc ululuğunu görebilirsin, ne de sırlarını işitebilirsin," diye
cevap ver. Sonra: "On men ekmeği çiğneyip yakadan aşağı
dökmek daha kolay, fakat bir men ekmeği yemek daha zordur.
Çünkü bu zahir alimleri, malum alimlerin ilimlerini
<;iğner ve dökerler. Eğer okumadan gerektiği gibi yutsalardı,
?·iğnemek zahmetinden kurtulurlar ve susmayı kendilerine
san'at edinirlerdi," buyurdu.
Şiir:
"Sözden altmış fersah uzağa kaç, çünkü sen söz
tuzağı sebebiyle bu kapana düşmüşsün."
(360) Y in e buyurdu ki: Hakim Senai (Allah'nın
rahmeti onun üzerine olsun) hayatının son zamanlarında dili?
ııin altında bir şey mırıldandı. Muhipler kulaklarını onun ağ­
zına götürdüler, şu beyti söylediğini işittiler:
"Sözde mana, manada söz olmadığından ötürü
söylediğimden döndüm."
(361) Yine ulu arkadaşlardan na k 1edi1 mi ş tir
ki: Muineddin Pervane, vezir Taceddin'in oğlunu Konya'da
kadı yapmak istedi. Bu çocuk fazilet ve ilimle dolu edib, fakat
terbiyesiz, kendini beğenmiş ve veliler aleminden haber­
?iz bir adamdı. Bu zat, Muineddin Pervaneye: "Kadılık mekamını
üç şartla kabul ederim: Birinci şart rebabı halk aras
ından kaldıracaksın; ikincisi mahkemenin cellisimleri gibi olan
eski mübaşirleri kovacaksın; üçüncü şart da yeni mübaşirlere,
halktan bir şey almamaları için dolgun maaş vereceksin," dedi.
Pervane: "Her iki şartı taahhüt ediyorum ve bunları yapabil
irim, fakat rebabı kaldıramam; çünkü o hayli büyük bir
padişahın eseridir," dedi. Bu yüzden vezir Taceddin'in oğlu
k adılığa razı olmadı.
Bu hikaye Mevlana'nın kulağına eriştiği vakit buyurdu
ki: "Aferin mübarek rebaba! Allah’a hamd olsun ki rebab
oıııın elini tuttu da kazanın hükmü pençesinden onu kurlardı."
Sonunda onun bütün evladı Mevlana hanedanının mü­
ritli oldu. 
(362) Y i n e ulu arkadaşlar r i v ay e t e t t i 1 e r ki:
Bir gün Sultan Veled hazretleri babası hazretlerine: "Bu sofiler
birbirleriyle ne hoş geçiniyor, arkaqaşlık ediyorlar ve biribirleriyle
de hiç bir dedikoduları yoktur. Halbuki bizim dostlar
hiç bir sebep yokken biribirleriyle dövüşüyor, geçinmiyorlar,"
dedi. Mevlana: "Evet, Bahaeddin eğer bin tavuk bir kü­
meste olsa birbirleriyle geçinir, fakat iki horoz bir yerde beraber
geçinemez. Bizim arkadaşlar horoz gibidirler. Bundan dolayı
birbirleriyle kavga ediyorlar," buyurdu.
(363) Yine Şeyh Mahmud Sahip Kıran rivayet
e t t i ki: Bir gün bir şahıs Mevlana hazretlerine: "Müritler
biribirleriyle daima kavgadadırlar," diye şikayette bulundu.
Mevlana: "Kardeş kavga ederse de babanın her ikisiyle arası
hoştur," dedi.
Bir gün dostlar Mevlana'nın huzurunda sofilerin aralarındaki
birlikten bahsettiler ve: "Birbirleriyle ne hoş hürmet
gösteriyorlar (biribirlerini yükseltiyorlar)." dediler. Mevlana:
"Hayır hay?r, bu yükselme değil, alçalmadır. İnsan oğlunun
yükselme alameti, Allah velileri ve yüce velilerle sohbet etmesidir.
Yoksa dünya ehlinin yükselmesi alçalmanın ta kendisidir.
Nitekim gübre ve pislik içinde bulunan kurt yukarı doğru
çıkmak isterse de aşağı düşer," dedi. Ondan sonra: "Şeyh, bir
güneştir, onun eteğine yapışınız ve kendinizi ona teslim ediniz.
O yükselirse, siz de yükseleceksiniz. O alçalırsa, siz de alçalacaksınız.
Ona uymada tam bir teslimiyet ve itaat ile sabit kadem
olun," buyurdu.
(364) Yine bir gün Mevlana yüksek bir ?ahsa ilim
saçıyordu. Dedi ki: "Bu halinle sen bir altın gibisin. Altından
daha altın olman lazımdır. Bir zaman potaya girecek, birçok
defalar kaynayacak ve riyazetin örsü üzerinde çekiç darbeleri
yiyeceksin ki, Süleyman'ın yüzüğü veya sultanın yanağında kü­
pe olasın. Şimdi bütün bu insanlar, insan ve mukallit Müslü­
manlardır. Bunlar, aşkın potasına girdikten, sabrın örsünde
şiddetli darbeler yedikten, imkansız şeylere tahammül ettikten
ve ayak takımının cefalarını çektikten sonra temizlenip
Allah'nın aynası oldukları anda muhakkik olurlar. Bu kadar
yeter." 


Ahmed Eflaki Ariflerin Menkıbeleri

(249) Hikaye: Mevlana'nın kızı Melike Hatun (Allah
onun ruhunu şad etsin) bir gün eşi Hacı Şihabeddin-i Rugani-i
Karamid'in cimriliğinden Mevlana'ya şikayet ile: "O,
bu kadar eşyası ve malı, köleleri ve cariyeleri olduğu halde
aç ve uryan duruyor," dedi. Mevlana. "1yi yapmıyor galiba,
başını kaşıyor," buyurdu ve sözüne devamla: "Eğer bu cimrilerin
cimriliği olmasaydı, bu dünyaya ait mal ve eşya nasıl
toplanırdı?" dedi ve şu hikayeyi anlattı: Zengin, fakat cimri
bir efendi varmış. Bir gün camiye gitmiş, orada iken birdenbire
hatırına: "Acaba evde kandil külahsız mı kaldı," diye bir
şüphe düşmüş. Hemen kalkıp koşarak eve gelmiş, cariyesine:
"Kapıyı açma, kandilin külahını geçir ki rüzgar içindeki yağı
tüketmesin," demiş. Cariye: "Kapıyı niçin açmayayım?" diye
sormuş. Efendi: "Açmakla kapının topuğu aşınmasın," demiş.
Cariye: "Mademki bu kadar iktisadi düşünüyorsun, camiden
buraya kadar yürümekle ayakkabının eskiyeceğini düşünmedin mi?" demiş. Efendi: "Mazur gör, buraya kadar yalınayak geldim, işte ayakkabılarım koltuğumun altında," demiş.
Bunun üzerine Melike Hatun ferahladı ve gülerek sustu.
(250) Yine Şeyh Mahmud-ı Naccar (Allah rahmet etsin)
Hikaye e t t i k i : Bir gün dervişlerden biri ölmüş­
tü. Cesedini mezara koyduktan sonra, Mevlana mübarek ayaklarını
mezarın üzerine koyup bir müddet murakabeye daldı.
Sonra bir nara ile kendine gelip, gülerek kalktı. Onunla içli
dışlı olan arkadaşlar bunun sebebini sordular. Mevlana: "Münker,
Nekir ona eziyet etmek için gelmişlerdi. Ben merhamet
edip bu bizimdir, diyerek onları menettim; çünkü sultanın
komşuları zalimlerin ve zorbaların şerrinden emin olup selamette
kalırlar," buyurdu.
Birine: "Sen Mevlana'dan ne gördün de onun müridi oldun?"
dediler. O da: "Bundan daha büyük görülecek ne var
ki: Benim ismimi ona nispet ediyorlar, beni onun adı ile çağırı­
yorlar, Filaneddin-i Mevlevi diyorlar. Bundan daha iyi ne
olabilir? Benim adım O'nun adıyle karıştı ve benim canım
onun canının aşıkı olup, onun sevgisiyle meşgul oluyor. Ben
de onu sevenlerden oldum. 'Bir kavmi seven o kavimdendir,'
sırrı gözüktü. Bu onun sonsuz inayetinden ve cezbesindendir.
'Lütuf ve inayet Allah'nın elindedir, onu istediğine verir' (K.,
III, 63) dedi. Nitekim buyurdu.
Şiir:
"Aşığın derecesi, maşuka göredir. Ey biçare
aşık, bak da dereceni gör."
(251) Y i n e n ak 1 e d i 1 mi ş t i r k i : Mevlana
müritlerine daima: "Ben ne halde olursam olayım, bir kimse
benden bir fetva almak veya bir şey sormak için gelirse sakın
mani olmayın. Her halde bana bildirin ki medreselerin aidatı
bize helal olsun ve bu takva hanedanından fetvanın kesilmesini
istemiyorum," diye tembih ederdi. İşte bunun için Mevlananın
istiğrak ve sema zamanında bile ulu arkadaşlara kalem
ve hokkayı daima hazır bulundururlardı. Hiç bakmadan herkesin
suallerini bilir ve o suallere doğru cevaplar yazardı. Tesadüfen
bir gün ihtilaflı, güç bir mesele hakkında bir cevap 
yazmıştı. Onun verdiği bu fetvayı, Şemseddin-i Mardini'ye
götürdüler, Şemseddin kabul etmeyip reddetti. Sonra Kadı Sıraceddin' e götürdüler. Bu fetvaya verilen cevabın yanlışığı
hakkında birçok boş söz söylediler. Meğer Mevlana ihtiyareddin
de bu toplantıda idi. Bu da Mevlana lehine münakaşaya
girdi. Sonunda kalktı, Mevlana'ya gelip meseleyi olduğu gibi
anlattı. Mevlana gülerek: "Sen git, mollalara selamımızı söyle,
Bir mesele hakkında incelemeler yapmadan dervişler hakkında
ileri geri söz söylemesinler. Bu doğru değildir. Mevlana
Şemseddin'in fetvaların şerhine dair iki ciltlik bir kitabı vardır.
Halep şehrinde bu kitabı kırk direme almıştı. Bir müddetten
beridir de o kitabın mütalaası ile meşgul olmamıştır.
Onu kütüphaneden alıp ortasında sekizinci satıra baksın, o
zaman bu mesele hallolur," buyurdu. 1htiyareddin hemen kalkıp
gitti, bunu olduğu gibi onlara anlattı. Bütün alimler aya-
ğa kalkıp özürler dilediler. Şemseddin-i Mardini: "Evet,
ben bu iki ciltlik kitabı Halep şehrinde kırk direme almıştım.
Bu doğrudur, onun mütalaası ile de meşgul olmamıştım. Bu
da ayniyle vakidir. Bunların cümlesi büyük kerametlerdir. Bundan
sonrası için ihtiyatlı davranmak gerek, dedi. Bunun üzerine
kadı Sıraceddin bu kitabı getirmelerini emretti. Şemseddin-i
Mardini'nin oğlu kalkıp kitabı getirdi. Mevlana'nın işaret
ettiği veçhile, yaprak yaprak saydılar ve buyurduğu sahifede
meselenin halledilmiş şeklini gördüler. O mecliste bulunanlar
Mevlana'nın velayetinin nurundan ve bu kadar sırlara vukufundan
dolayı hayrette kaldılar. Onun keşif ve kerametlerini
kabul ettiler. Acizler gibi tövbe edip günahlarının affedilmesini
istediler.
(252) Y i n e Şemseddin-i Mardini hazretleri n a k 1 e t -
t i k i : Ben bir gece Peygamber hazretlerini rüyada görmüştüm.
O bir yerde durmuştu. Huzuruna gidip selam verdim,
mübarek yüzünü benden çevirdi. Ben bu sefer yüzünü
çevirdiği tarafa gittim. Bu sefer yine benden yüz çevirdi. Ağlayarak:
"Ey Allah'nın elçisi! Ben senelerden beri senin şefkat
ve inayetine nail olmak için birçok zahmetler çektim, çalış­
tım, senin hadislerini ve eserlerini anlamak için uğraştım. Dine
ait olan müşkülleri çözmek için didinip durdum. Bu zaval-
lı kulun, bu mahrumiyetine sebep nedir?" dedim. Peygamber
(Selam onun üzerine olsun): "Senin bu dediklerin doğrudur.
Fakat sen, bizim kardeşlerimize inkar gözü ile bakıyorsun.
Bu senin yaptığın hoşumuza gitmiyor. Senin bu hareketin bü­
tün günahlardan daha kötüdür. Bu büyük bir günah, suç ve
kötü bir cinayettir.
Şiir:
"Ey Hakk'ın velilerini Hak'tan ayrı sayan kimse,
sen veliler hakkında iyi bir zan beslesen ne olur?"
Hususiyle bizim can çocuğumuz olan Mevlana hazretleri
hakkında," buyurdu. Şemseddin: "Ben bu rüya ile uyanınca
günahımın affedilmesini isteyip tövbe ettim. Ben bu zamana
kadar Mevlana ile müşerref olmamıştım. Onun böyle ardı sı­
ra gelen kerametlerini gördüm, nihayet itaat gösterip muhlis
kullarından oldum," dedi.
(253) Yine Şemseddin-i Mardini'den na k 1edi1-
m i ş t i r k i : Bir gün Şemseddin-i Mardini, din imamları
arasında şu olayı anlattı: Bir gün Mevlana'nın medresesinde
büyük bir toplantı olmuştu. Bütün emirler ve büyükler orada
idiler. Hararetli de bir sema oluyordu. Bizim medresemiz de o
civarda idi. Onların her tarafa yayılan bu cuş u huruşundan
rahatsız oldum. Kalktım, adi ve sade bir elbise giydim, halkın
kalabalığı arasından geçerek_ medreseye girdim. Halkın arkasında
bulunan bir köşeye oturup Secde suresini (K., XXXII)
okumakla meşgul oldum. Secde ayetine geldiğim vakit,
Mevlana hemen secde etti. Ben kendi kendime:
"Bu, her halde bir tesadüf olsa gerektir," dedim. Bundan
sonra başka bir sure okudum, bu surede hangi
secde ayetini okudumsa Mevlana'nın hemen kalkıp secde
ettiğini gördüm. O zaman ben de Mevlana'nın mübarek
gözlerinin Levh-i Mahfuz'a doğru açılmış olduğuna kanaat
getirdim. Levh-i Mahfuz da onun anlayış dolu olan iç
alemidir ve 'Kalbi gördüğünü yalanlamadı' (K., LIII, il) işareti
de bundan ibarettir. Ben bu tefekkür ve hayret içinde iken
Mevlana yakamdan tutarak çeke çeke beni yanına götürdü
ve: "Bu secdeler, alelade halkın secdeleri değildir. Bunlar 
Saadet ehlinin secdeleridir. Sen bundan sonra bilgiçliği bırak,
görenlerden olmağa bak. Artık bundan fazla Allah velilerini
imtihan etmek haramdır," buyurdular. Ben, bu hal karşısında
kendimden geçtim, aklım başıma geldiği vakit, elbiselerimi
yırtarak kendi kendime: "Ey Şemscik! Böyle bir mana güneşinin nurlarından ne zamana kadar gözü kapalı kalacaksın? Defalarca deliller ve hüccetler gördün, fakat sen gözsüz oldu­
ğun için dünyanın gördüğünü görmemezlikte bulundun," dedim.
Sonra ağlaya ağlaya yavaşça oradan çıkıp evime geldim.
Bütün talebe ve kalabalığımı topladım, geceleyin Mevlana'nın
evine gittim. Medreseye yaklaştığım vakit, şeyh Muhammed 
Hadim'in kapıyı açıp bizi karşıladığını gördüm. Ben ona. "Hayır
ola," dedim. Muhammed Hadim: "Mevlana hazretleri
dostlardan bir cemaat geliyor, kapıyı aç, onları karşıla, buyurdu,"
dedi. Ben içeri girince ayakkabıların çıkarıldığı yerde
pay-i maçanda durup günahımın affedilmesini istedim, ileri
varıp yüz binlerce yalvarma ve dostların, şefaatiyle mübarek
ayaklarını öptüm, onlara yüzümü, gözümü sürdüm ve ona halis
bir mürit oldum. öyle ki mübarek ferecesini bana giydirdiği
vakit ruhumu bir ferahlık ve neşe kapladı.
Mevlana hazretlerinin istiğrakı o derecedeydi ki, yolda
giderken pabucu birdenbire bir çamura batıp kalsaydı, onu
olduğu yerde bırakır, yalınayak yürüyüp giderdi. Eğer bütün
fakirler bir şey dilenmek üzere onun karşısına çıksalardı, sırtından
ferecisini, başından sarığını, vücudundan gömleğini,
ayağından pabucunu onlara verip yürürdü.
(254) Y i n e n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Muineddin
Pervane'nin damadı yüce değerli divan başkanı (sadr)
Mevlana Mecdeddin-i Atabek (Allah ikisine de rahmet etsin)
bir gün Mevlana'dan medreselerinde çile çıkarması için ricada
bulundu. Mevlana ona izin verdi. O da medresenin bir hücresinde
halvete girdi. Birkaç gün sonra açlığı galebe çaldı, çünkü
Mecdeddin naz ve rahat içinde yaşamağa alışmıştı. Yanında
da kendinin bir dert ortağı ve sırdaşı vardı. Bunların her
ikisi açlığa bir çare bulmak için anlaştılar. Bir gece hücrelerinden
çıkıp dostlarından birinin evine gidip ona açlıklarını anlattılar.
O da bunlar için yağlı bir ördek ve biberli bir pilav 
hazırladı. Bunlar yemeklerini yedikten sonra kalkıp gittiler,
yine hücrelerine girip kapandılar. Sabahleyin Mevlana hazretleri
adetleri veçhile hücrenin kapısına gelerek mübarek parmaklarını
kapıya koyduktan sonra kokladı ve: "Tuhaf şey!
Bu hücreden riyazet kokusu değil, ördek ve pirinç kokusu
geliyor. Müridin kendini kamil şeyhe teslim etmesi lazımdır
ki şeyh her halde onun her derdine göz kulak olsun ve onu
maksadına eriştirsin," buyurdular. Bunun üzerine bu iki arkadaş
hücreden çıkarak Mevlananın ayağına kapandılar ve
günahlarının bağışlanmasını dileyerek: "Böyle bir bast deryası
ve rahmet okyanusu varken insanın vücudunu halvet köşesinde
pastırmaya çevirmek bedbahtlıktır," dediler.
(255) Yine na k 1 e dilmiştir ki : ilahi dostlardan
ve arkadaşların ileri gelenlerinden Fahreddin-i Sivasi
(Allah rahmet etsin) yüksek ateşli ve tehlikeli bir sıtmaya yakalanmış,
bir müddet yatalak olmuş ve pervane gibi yanmıştı.
Bütün doktorlar tedavisindeq aciz kalmışlardı. Mevlana hazretleri
kendisini ziyarete gitti, onu bu halde görünce sarmısak
taneleri tedarik etmeleri ve onları dövüp hastaya yedirmelerini
emretti. Doktorlar bu tedavi tarzından haberdar oldukları
vakit hastanın sıhhatinden tamamiyle ümitlerini kestiler; (fakat)
Allah'nın inayeti ve onun erlerinin himmetiyle hasta hemen
o gece terleyip şifa buldu. Bunun üzerine doktorlar: "Bu tedavi
Mevlana'nın kudret elinin yaptığı bir tedavidir, yoksa bunun
tıp kaidelerinde ve hikmet kanunlarında yeri yoktur,"
dediler.
(256) Yine bir gün kıymetli dostlardan Çelebi Celaleddin
(Allah rahmet etsin) Mevlana hazretlerine uykusunun
fazlalığından şikayet etti. Mevlana haşhaşın usaresini çıkarıp
yemesini emretti. O da bunu yaptı ve tamamiyle uykusuz kaldı.
Hatta o derecede ki, uykusuzluğun şiddetinden dimağı bozuldu.
Bunun için tekrar Mevlana'ya müracaat etti. Mevlana
mübarek elini onun başına sürdü ve o, bu hastalıktan da kurtuldu.
Herkesin şunu bilmesi lazımdır ki, Allah velilerinin bu
kuvvet ve kudreti vardır ve bu kudret onların öyle bir öz malı
olmuştur ki, onlar hastalık ve zahmeti mucip olan bir şeyi, 
sıhhat ve şifa sebebi, bilgisizliği ilim, aptallığı irfan, düşman•
lan dost yaparlar. Nasıl ki buyurmuştur:
Şiir:
"Bir kul Allah'nın makbulü olursa, bütün işlerde
onun eli Allah'nın elidir."
"Velilerdeki kudret, Allah'dandır. Onlar ister·
Ierse yaydan fırlamış olan oku yolundan geri
çevirirler ."54
(257) Y i n e n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Bir gün
Mevlana hazretleri medreselerinin damında dolaşıyor ve hakikatler
saçıyordu. Arkadaşlardan biri ta ciğerinden yakıcı bir
"ah" çekti. Şehrin ileri gelen mütekebbir büyüklerinden biri
yoldan geçiyordu. Bunu işittiği vakit: "Bu bir hastalıktır,"
dedi. Mevlana buna fena halde kızarak: "Hastalık kime gelir,
görürüz," buyurdu. Allah'nın hükmü ile bu adam öyle bir
hastalığa ve ateşe tutuldu ki, ileri gelen bütün hekimlar bunun
nasıl bir hastalık olduğunu anlamaktan aciz kaldılar. Bir
müddet sonra kendisi hastalığının hakiki sebebini anladı. Tam
bir ihlasla kalkıp Mevlana'nın huzuruna gitti, tövbeler
etti ve özürler diledi. Tövbesi kabul edildikten sonra hastalığın
bütün arazları geçti ve iradet getirip Mevlana'ya mürit oldu.
(258) Hi k a ye: Yine nakledilmiştir ki: Sultan Veled'in
en yakın müritlerinden olan Muhammed Sekürci şöyle
nakletti: Dünyanın şehzadesi Keygatu Han, Mevlana dünyadan
göçtükten sonra Aksaray'a geldiği vakit kendisine boyun
eğmeleri ve kendisini karşılamaları için Konya emirlerine
ve Türklerine itibarlı bir elçi gönderdi. Ayaktakımından
bazı kimseler küstahlık ve zorbalıklarından elçiyi öldürdüler.
Bu haber padişahın kulağına gelince, fena halde kızarak, bü­
tün askerlerin Konya üzerine yürümelerini, şehri kuşatarak:
bütün ahaliyi öldürmelerini, bütün mal ve mülklerini yağma
etmelerini emretti. Emirler ve vezirlerden hiç birisi onun bu
gazabını önleyemediler. Bu haberi alan Konya halkı fena halde
korktu, kendilerini kurtarmak için Mevlana'nın türbesine sığınmaktan başka bir çare bulamadılar. Hep birlikte kalkıp türbeye
geldiler, ağlayıp sızladılar. Keygatu büyük bir ordu ile 
şehrin etrafına geldiğinde bir gece Mevlana hazretlerini rüyasında
gördü: Mevlana büyük bir heybetle kendi kubbesinden
dışarı çıktı ve mübarek sarığını başından çözüp onunla şehrin
kalesini kuşattı. Sonra hiddet ve gazapla Keygatu'nun ota­
ğına girip parmaklariyle boğazına sarılarak Keygatu'yu boğ­
mak istedi. O da feryat edip Mevlana'dan aman dıledi. Mevlana
da ona: "Ey habersiz Türk, bu düşünceyi bırak, bu iş­
ten vazgeç, bu getirdiğin Türkleri mümkün mertebe süratle
geri çekip arkadaşları yanına götür, yok?a canını kurtaramazsın,"
dedi. Keygatu uykudan uyandığı vakit emirlerini ve
yakın adamlarını çağırdı. Biz Keygatu'nun yanına gittiğimiz
vakit o son derecede bir korku içinde idi, vücudu titriyor ve
ağlıyordu. Biz bunun sebebini sormadan o, rüyasını anlattı.
Bütün noyinler ve yakın adamları onun önünde baş koyarak:
"Biz bunu düşünmüştük, bu şehir ve ülke Mevlana'nındır. Bu
ülkeye kim kastederse onun nesli kurur, fakat ne yapalım ki padişahımızın
korkusundan bir şey söyleyemedik," dediler. Bunun
üzerine askerin geri dönmesi için emir çıktı. Sabah olunca
Keygatu bütün emirleriyle birlikte mukaddes türbenin ziyareti
ile şereflendi. Ben de (Sakürci) o vakte kadar Türbeyi
görmemiştim. Keygatu, sultan Veled'i çağırıp ona mürit oldu,
kurbanlar kestirdi, Türbe'nin yöresinde bulunanlara ve din
ulularına sadakalar dağıttı, halkın günahını bağışladı ve gö­
nül hoşluğu ile dönüp gitti. Konya halkı çok mesud olduler ve ona
türlü türlü hediyeler verdiler. Benim de eski aşk ve sevgim
bir iken bin oldu. Sonunda sultan Veled'e mürit oldum. Bu
nimet ve rahmetin teşekkür borcunu ödemek için hemen türbenin
çeşmesini tamir ettirdim.
(259) Y ine n ak l e d i 1 mi ş tir k i : Mevlana
gençliğinin başlarında bir gün vaaz esnasınd8 Hızır ve Musa'
nın (Her ikisine selam olsun) hikayesini anlatıyordu. İlahi
dost ebrarın kendisiyle iftihar ettiği Şemseddin-i Attar da mesçidin bir köşesinde tam huzur içinde oturmuştu Vaaz esnasında
acayip şekilli bir adamın bir köşede oturduğunu ve her
defasında başını sallayarak: "Doğru söylüyor ve iyi anlatıyorsun;
sanki sen aramızda üçüncü bir şahısmışsın gibi," demekte
olduğunu gördü. Bu sözleri işitince, onun Hızır (Selam üze-
rine olsun) olduğunu anladı. Hemen eteğine yapışıp ondan
yardım dilemek istedi. Hızır, ''Biz hepimiz ondan yardım diliyoruz.
Bütün abdal'ın evtad'ın ve ileri gelen kutupların sultanı
odur. Sen, onun eteğine yapış, ne istersen ondan iste," dedikten
sonra birdenbire onun elinden eteğini çekip kayboldu.
Şemseddin-i Attar: «Ben Mevlana'nın elini öpmeğe gittiğim
vakit, Mevlana: "Hızır peygamber ve diğer bütün azizler aşıklarımızdandır,"
buyurdu. Ben bunun üzerine hemen baş koyup
mürit oldum,» dedi.
(260) Hikaye : Ulu arkadaşlar şöyle rivayet ettiler
ki: Bir gece Şeyhü'l-1slam Sadreddin (Allah ondan razı olsun)
Peygamber'i rüyasında görmüştü: Peygamber onun hankahına
gelmiş sofanın üst başında oturmuştu. Bütün ulu eshab
ve veliler de onun sağında ve solunda dizilmişlerdi. Ansızın
Mevlana orada göründü. Peygamber (Allah'nın salat ve selamı
üzerine olsun) bu ulu kişinin hakkında sonsuz iltifatlarda bulunduktan
sonra Sıddık-ı Ekber'e dönerek: "Ey Ebubekir, sen
talihli bir oğula maliksin; zira hepimizin gözleri onunla aydındır.
Biz onunla övünüyoruz. O benim can evladımdır." dedi.
Sonra sağ tarafında Mevlana'ya bir yer gösterip oturmasını
işaret buyurdular. Mevlana orada birçok hakikatler ve özlü dü­
şünceler anlattı. Peygamber de (selam onun üzerine olsun)
bunları hep takdir etti. Orada bulunanların cümlesi çok heyecanlandılar.

(O gecenin) sababından Mevlana, Sadreddin'in hankahına
gitti. Şeyh ileri koşarak ona büyük ikramlarda bulundu ve
kendi seccadesinde oturmasını teklif etti. Mevlana da Peygamber'in
rüyada işaret ettiği yere oturdu. Sonra: "Mademki
sultanımız burasını tayin etmişti, biz de onun emrine uyarız,"
buyurdu ve başka hiç bir şey söylemedi. Mevlana, şeyhin huzurundan
çıktıktan sonra şeyh orada bulunanlara: "Bu Allah
erinin yanında kalbinizi temiz tutun, fena fikirlerden sakının.
O bütün insanların kalplerindeki sırları bilir ve o ulu bir sultandır,"
diye tavsiyede bulundu ve gördüğü rüyayı onlara anlatıp
Mevlana'nın büyüklüğünü cümlesine bildirdi. Kendisinin
de Mevlana hakkındaki iradeti bir iken bin oldu.
(261) Y i n e n a k 1 o 1 u n u r k i : Sultan Rükneddin'in
eşi, Mevlananın müridesi, talihli kraliçe Gumac Hatun
hikaye etti ki: Bir gün hısım akrabamız ve bütün bayanlarla
birlikte eski evlerimizde oturmuştuk. Birdenbire Mevlana
içeri girerek: "Bu evden hemen çıkınız," diye buyurdu. Biz
hepimiz yalınayak koşarak çıktık. Hepimiz çıktıktan sonra,
sofanın kemeri vıkıldı. Ben Mevlananın mübarek ayaklarına
kapandım, ihtiyacı olanlara sadakalar verdim. Bunun şükranesi
olarak da yedi bin direm-i sultani de arkadaşlara (esbaba)
gönderdim.
(262) Y ine n ak 1 e d i 1 m i ş tir k i : Mevlana
daima ağzında sarı helile bulundururdu. Yakınlarından her
biri buna bir mana verirdi. Nihayet halifelerin sultanı Çelebi
Hüsameddin'den bunun sırrını sordular. O da: "Mevlana o
derecede riyazet eder ki, ağzının tatlı suyunun bile boğazından
gitmesini istemez. Nefsine tat vermemek için helilenin acılığı
ile ağzını da acılaştırmak ister. Bu onun riyazetinin kuvvetinin
tamlığına delildir," dedi.
(263) Y ine n ak 1 e d i 1 mi ş t ir k i : Bir gün Mevlana
bütün arkadaşlarla Çelebi Hüsameddin'in iyadetine gidiyordu.
Mahallenin ortasında karşılarına bir köpek çıktı. İç­
lerinden birisi bu köpeği incitmek istedi. Mevlana: "Bu, Çelebinin
mahallesinin köpeğidir, buna dokunmak doğru değildir,"
buyurdu.
Şiir:
"Ey (mahallesinin) köpeklerine, aslanların köle
olduğu (Hüsameddin!) artık söz söylemek imkanı
kalmadı. Sus! İşte bu kadar.
Onun mahallesinde olan köpeğin bir kılını bile
aslanlara değişmem."
(264) Na k l olunur ki: Kira Hatun daima: "Ben
yıllardan beri Mevlana hazretlerine uyup arkasında bir defa
namaz kılmak isterdim. Bu saadet ve bu devlet bana müyesser
olmadı," derdi. Bir gün sabahleyin erkenden Mevlana'yı
derin bir istiğrak ve sarhoşluk kaplamıştı. Sabahtan yatsı vaktine
kadar medresenin damında vecd ve istiğrak içinde gidip 
geliyor, hiç bir şeyle ilgilenmiyordu. Birdenbire damın kenarına
geldi, ayağını havaya kaldırarak gözden kayboldu. Ben
bu hal karşısında kendimden geçtim. Sabah vaktine kadar
kaldım. Mevlana birdenbire odamın damı üzerine gelerek:
"Namaz vaktidir, kalk namaz kılalım" dedi. Sarığını çıkardı,
iki ucunu yere serip seccade yaptı. Farz için niyet etti, ben
de ona uydum. Namaz bittikten sonra kalktım, Mevlana'nın
ayakkaplarını düzeltmek istedim. Ayakkapların içinin Hicaz
kumu ile dolu olduğunu gördüm. Mevlana hazretleri: "Bu gördüğünü
sakın kimseye söylemeyesin," buyurdular. Ben de,
o hayatta olduğu müddetçe bunu hiç kimseye söylemedim. Bu
kumları havanda dövüp ezdim. Gözü ağrıyanlardan her kimin
gözüne tutya gibi sürdümse iyi oldu ve hangi hastanın şerbetine
koydumsa şifa buldu.
(265) Hikaye : Dünyanın hekimi, zamanının Eflatunu
olan Ekmeleddin Tabip (Allah rahmet etsin) rivayet etti
ki: Bir gün Sultan Rükneddin-i Sa'id benden tiryak-ı faruki
yapmamı rica etti. Ben, bütün ilaçları hazırladım. Halvethanemde
bunları macun haline getirmekle meşgul oldum. Hizmetçileri
bile evde bırakmadım. Halvethanemin bütün girecek
ve çıkacak yerlerini kapamıştım. Tiryakı tamamlayınca
birdenbire Mevlana hazretleri tabhanenin bir köşesinden gö­
ründü. Ben, son dereceye varan hayretimden dolayı kendimden
geçerek, baş koydum ve altın tas içindeki tiryakı kendisine
arz ettim. O buna hiç bakmadı ve :"Ey Hoca Ekmelüddin,
bizim içimizi öyle bir ejderha sokmuştur ki, okyanus tiryak
olsa onu yine iyi edemez," buyurdu ve derhal ortadan kayboldu.
Bu hikayeyi tabip Alaeddin-i Erzincani'nin de naklettiğini
söylerler.
(266) Y i n e n ak l ol u nu r k i : Bir defa Mevlana
kaplıcaya gitmişti. Arkadaşlar Mevlana'dan evvel giderek hamamı
yıkayıp buhurladılar, bütün müşterileri çıkardılar, tekrar
dönüp Mevlana'yı karşılamağa gittiler. Mevlana gelinceye
kadar hamam bütün cüzzamlılar ve· diğer hastalıklara tutulanl:ırla
yine doldu. Arkadaşlar onları inciterek sudan uzaklaş­
tırdılar. (Bunu gören) Mevlana hiddetle arkadaşlara bağırdı
ve soyunarak suya girdi, bu hastaların yanına giderek onların 
yıkandığı sudan kendisi de üzerine dökündü. Orada hazır bulunanların
cümlesi onun bu yüksek ahlakından ve herkese yaygın
olan kereminden şaşakaldılar. Meğer ediplerin sultanı
Emir Bedreddin Yahya orada bulunuyordu. Bu hal karşısında
zevke gelerek şu şiiri söyledi:
"Sen halk için Allah tarafından nazil olmuş bir
rahmet ayetisin. Senin hakkında nazil olmayan
hangi rahmet ve güzellik vardır."
(267) Y i n e n ak 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Bir gün Muineddin
Pervane bir toplantı yapıp birçok büyük adamları davet
etmişti. Cümlesi hazırdılar. Sonunda Mevlana hazretlerini de
getirdiler. Sema sona erince bunlar yemek yemeğe başladılar.
Mevlana hazretleri şeyh Muhammed Hadim'den bir ibrik isteyip
ayakyoluna gitti. Emir Pervane ibriği kendisine vermesi
için şeyh Muhammed Hadim'e üç bin dirhem bahşiş verdi,
ibriği ondan alıp Mevlana hazretlerine götürdü. Mevlana hazretleri
dualar ederek ayakyoluna girdi. Emir Pervane de geç
vakte kadar kapıda bekledi. Bir zaman sonra Pervane'nin hizmetçilerinden
bir cemaat gelip Pervane'nin elini öptü ve: "Emir
neyi bekliyor?" diye sorup uzakta, ayakta durdular. Pervane'
nin, Mevlana hazretlerinin ayakyolundan çıkmasını beklediğini
söylediler. Hizmetçiler: "Biz, Meram mesçidinden geliyorduk.
Mevlana'n?n acele acele gittiğini gördük," dediler. Pervane şa­
şakaldı. Şeyh Muhammed Hadim'e: "İçeri gir de bu haberin
doğruluğunu anla," dedi. Şeyh Muhammed ayakyoluna girdi
kimseyi görmedi. Orada sadece dolu olarak bir ibrik duruyordu.
Pervane secdeler etti ve itikadı iki misli oldu. Mevlana
hazretleri tam kırk gün kimseye görünmedi.
(268) Y i n e n ak 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Bir defa
Sultan Rükneddin (Allah onu mağfirete ulaştırsın) kendi sarayında
büyük bir toplantı tertip etmişti. Bütün şeyhler, bü­
yükler orada hazırdılar. Şöyle ki: Kadı Sıraceddin üst başta,
şeyh Sadreddin başka bir üst köşede idi. Seyyid Şerefeddin,
sultanın tahtı yanında oturmuştu ve bütün büyükler de aşağı
ve üst köşelerin cümlesini işgal edip oturmuşlardı. Birdenbire
Mevlana hazretleri arkadaşlarla birlikte içeri girip sarayın 
ortasındaki havuzun etrafına çekildi. Sultan ve Pervane ne
kadar ısrar ettilerse de yukarı çıkmadı. Şeyh Sadreddin: 'Ve
her şeyi sudan dirilttik.' (K., XXI, 30) dedi. Mevlana hazretleri:
"Belki her şey Allah'dan dirilmiştir," buyurdu. Nihayet
bütün büyükler aşağıya geldiler ve hemen orada büyük bir
sema oldu.
(269) Yi n e Pervane'nin evinde büyük bir sema vardı.
Mevlana hazretleri sonsuz heyecanlar gösterdi. Meğer Seyyid
Şerefeddin, Pervane ile bir köşeye giderek Mevlana'nın
aleyhinde bulundu. Pervane de istemeyerek onu dinliyordu.
Mevlana hazretleri derhal şu gazele başladı:
"Düşmanın söylediği hezeyanları kalbimle işittim.
Benim arkamda tasarladıklarını da gördüm.»
"Ayağunı onun köpeği ısırıp bana hayli cefalar
etti. Ben köpek gibi onu ısıracağıma kendi dudağımı
ısırırım.
"Mademki ben, erler gibi, erlerin sırrına ulaş­
mışım, (o halde) onun sırrına ulaştım diye ni·
çin övüneyim?"
Pervane derhal, baş koyup istiğfar etti ve artık Seyyid
Şerefeddin' e yüz vermedi.
(270) Yine Osman-ı Guyende'den na k 1edi1 mi ş -
t i r k i : Yeni düğün yapmıştım. Çok parasız kalmıştım. Sı­
kıntım son dereceye ulaşmıştı. Genç karımı memnun etmek
icap ederdi. Mevlana hazretlerine halim malUm oldu. Kalktı,
kendi haremine gitti. Kira Hatun'dan altı Mısır dinarı borç
aldı ve dışarı çıkıp oturdu. Bir müddet sonra söz sırasında:
"Ey Osman! Bundan önce güzel bir adetin vardı: sık sık bizim
elimizi sıkardın. Uzun bir müddettir ki, bu adetini terk
ettin. Sebebi nedir?" buyurdu. Bunun üzerine Mevlana'nın
elini öpmek için acele kalktım. Dinarları gizlice elime' koydu
ve: "Bu sünneti namaz farzı gibi muhafaza et," dedi. mesud oldum,
bir müddet bu parayı sarf ettim.
(271) Başka bir defasında yine parasız kalmıştım, hiç bir
şeyim yoktu. "El öpme adetini yerine getirmem zamanı geldi,"
diyerek yanına geldim. Mevlana hazretleri gülümseyerek: 
"Kolaydır, merak etme. Bugün senin eline yağlı bir lokma
geçecek," buyurdu. O günü akşama kadar orada kaldım, hiç
bir eser gözükmedi. "O hazretin işareti nasıl oldu da çıkmadı,"
diye beni bir hayret kapladı. Akşam olunca biraz yağmur yağ­
mağa başladı. Dostlar da birer birer gidiyorlardı. Ben, karanlık
basmadan ve sokaklar çamur olınadan evin yolunu tutayım,
dedim. Medresenin kapısından çıktığım vakit, büyük
bir selin aktığını gördüm. Mahallenin çörçöpü selin önünü
kapamış, su yürümüyordu. Ayağımla su gitsin diye yolunu aç­
tım. Birdenbire bir ipin ucu ayağıma takılıp sarıldı. Ayağımı
sudan çıkardığım vakit orada düşmüş ve sim-i sultani ile dolu
bir kese gördüm. Keseyi koltuğumun altına sıkıştırıp götürdüm.
Evde saydım, yedi yüz diremdi. Bir kısmını karıma verdim,
diğer bir kısmını da kendi ihtiyacıma sarf ettim. Ertesi gün
umulmadık bir nimet (futuh) zuhur etmemiş gibi yine suratımı
ekşiterek Mevlana hazretlerine gittim. Mevlana: "Osman, ni­
çin suratını asmışsın. Altını kese ile evine götürdüğün halde
yine parasızlıktan dem vuruyorsun. Sakın şikayet etme; bilakis sana, bu verginin şükranesi olarak teşekkür etmek gerekir," dedi. Ben derhal baş koyup tövbe ettim.
(272) Y i n e n ak 1 edilmiştir ki : Zenginlerden
ve Mevlana'nın müritlerinden olan birisi bu dünyadan göç­
tüğü vakit: "Mevlana hazretlerinin merhamet ederek üç gün
benim mezarım üzerine gelip gitmesini istiyorum," diye vasiyet
etti. Bu adam öldükten sonra Mevlana tam bir gün onun
mezarı üzerine oturdu. Ölen bu şahsın çocuklarından bir cemaat,
babalarını rüyada gördüler; babaları, muhteşem elbiseler giymis.
sallana sallana geliyordu. Onlar ondan: "Allah sana ne
yaptı?" diye sordular. O: "Beni mezara koydukları anda, eziyet
eden meleklerden bir cemaat, bana eziyet etmek için hazırlandılar.
Fakat Mevlana hazretlerine olan hürmetlerından ötürü
yanıma yaklaşmıyorlardı. Birdenbire güzel yüzlü bir melek
bir köşeden çıkıverdi, o eziyet veren melekleri benden uzaklaştırdı
ve: 'Yüce Allah bu şahsı Mevlana'nın hatırı için ba­
ğışladı ve ona inayet buyurdu,' dedi."
(273) Yine : İlahi dost Bahaeddin-i Bahri hikaye etti
ki: Emirliğim zamanında, Çelebi Hüsameddin hazretlerini 
sık sık ziyarete gitmek ve onunla sohbette bulunmak adetimdi.
Çelebi de çok vakitler bize gelirdi. Mevlana hazretleri ile daha
tanışmamıştım. Bir gün Çelebi benim evime teşrif etmişti.
O anda Mevlana'nın merdivenlerden yukarı çıktığını gördüm.
Mevlana: "Emir Bahaeddin, Çelebi hazretlerini bizim elimizden
kapmak mı istiyorsun?" dedi. Ben baş koydum ve: "Bizim
her ikimiz de Hüdavendigar hazretleri tarafından kapılmış
olan halis kullardanız," dedim ve o gelip oturunca bir yemek
hazırlamayı düşündüm. Mevlana tam bu sırada: "Bir şeycik
getir," buyurdu. Ben getirmek üzere kalktım. Mevlana:
"Hizmetçiye bağır da o getiriversin," dedi. bunun üzerine
ben hizmetçiye Rumca, "Hazır neyin var?" diye sordum. Hizmetçi
"Şimdi yemek yedik ve kapları yıkamak için tencereye
sıcak su koydum," dedi. Mevlana: "Hizmetçi o tencereyi getirsin,"
buyurdu. Sonra sahan ve kaseyi istedi, kendi eliyle tencereden
kaseye biraz koydu. Bu koyduğunun kızartılmış etli
pilav olduğunu gördüm. Güzelliği ve tadı itibariyle eşsizdi.
Hepimiz boş tencereden bu kadar yemeğin nasıl çıktığına şa­
şıp kaldık. Mevlana: "Bu Allah tarafından gelmiş bir gayb
yemeğidir. Onu yemek lazımdır," buyurdu. Bu kul ve Çelebi
hazretleri yemekle meşgul olduğumuz sırada, Mevlana hazretleri
namaza durdu .. Malımı, çoluk çocuğumu, akarlarımı, dostlarımı
terk edip kul ve mürit olmamın sebebi işte bu oldu.
(274) Yine na k 1edi1 i r ki: Mevlana hazretleri
çok vakitler hamama gider, tıraş olurdu. Dökülen kılları
dostlar uğur sayarak alırlardı. Meğer bir büyük kimse hamamın
bir hücresinde oturmuştu. Bu adam: "Eğer o kıllardan
bir miktar elime düşerse, Mevlana'nın müridi olurum," diye
içinden geçirdi. Derhal Mevlana o kıllardan bir miktar o azize
vermelerini emretti. Bu aziz, hemen o anda baş koyup mü­
rit oldu, hizmetler yaptı ve sema'lar tertip etti.
(2 7 5) Y i n e n a k l e d i 1 i r k i : Mevlana hazretleri
bir gün medresesinde dolaşıyordu. Sultan Veled hazretleri,
Celaleddin Feridun ve ulu arkadaşlardan bir cemaat da yukarıda
idiler ve Mevlana'nın gezişini seyrediyorlardı. Birdenbire yabancı
bir emir Mevlana'yı ziyaret etti ve adak olarak bir torba
altını Mevlana'nın önüne koydu. Mevlana hazretlerinin bunu
kabul etmesi için bu adağın helalinden kazanıldığına dair bü­
yük yeminler edip cümlesini onun yenine dökerek dışarı çıktı.
Bu ziyaretçi gözden kaybolunca, Mevlana bunların cümlesini
toprağa döküp çıkıp gitti. Arkadaşlar aşağı inip o parayı topladılar.
Sultan Veled hazretleri bu paranın cümlesini dostlara
bağışladı. Onlar da bu parayı geçimleri için harcadılar.
(276) Yine Mevlana hazretleri halkın kalabalığından
sıkıldığı vakit hamama giderdi. Hamamda da bunlardan kurtulamayınca
hamamın hazinesinde sıcak suya girerdi. Bir defasında
tam üç gün üç gece hamamın hazinesinde kaldı ve kimseye
gözükmedi. Tecellilere ve vuslat şimşeklerine gömülmüştü.
üçüncü gün Çelebi Hüsameddin hazretleri arkadaşlara
yüzünü göstermesi için çok yalvarıp ricada bulundu. Mevlana'nın
mübarek mizacını son derecede zayıf görünce göz yaş­
larını yanaklarından akıtıp: "Hüdavendigar'ın latif mizacı
son derecede zayıflamıştır. Biz zayıf kulların hatırı için bir şerbetle
iftar etse ve bir an dinlense ne olur," diye feryatlar etti.
Mevlana: "Tur dağı bütün vücudu ile Allah'nın cemalinin bir
nazarına tahammül edemedi de parça parça oldu".
Şiir: .
"O Allah tarafından parçalandı, dağ yanldı.
Siz dağın deve gibi raksettiğini gördünüz mü".55
Benim miskin ve zayıf olan vücudumun üzerine ise üç gün üç
gecede, on yedi defa celal güneşinin parıltısı vurdu ve cemal
nurlarının şimşekleri çaktı. Vücudum buna nasıl güç yetirir,
dayanır ve o parlaklıktan nasıl olur da hiç yüz çevirmez," buyurdu
ve dedi:
Şiir:
"Allah velilerinin bedenleri onun kudretlyle,
onun keyfiyetten münezzeh olan nuruna taham·
mül etti. Tur'un zerre kadar tahammül edemediği
şeye Allah'nın kudreti sırçadan bir mekan yaptı.
Kaf ve Tur dağlarının dayanamayıp parçalandı·
ğı bir nur bir lambalığı (mişkatı) ve bir şişeyi
yer edindi. Onların vücutlarını lambalık, gönül-
lerini de (bu lambahğın içine konulnuş) şişe
bil. Bu lamba arş ve felekler üzerine ışıldanıış,'5'
Hemen o anda kalktı ve sema'a başladı. Yedi gün, yedi gece
fasılasız sema ettiğini söylerler.
(277) Na k 1edi1 i r ki: Eskiden Celaleddin Feridun'
la dost olan tacirlerden bir cemaat sohbet edip yemek yemek
için her zaman onun yanına gelir ve ona büyük bir gönül bağ­
lılığı gösterirlerdi. Bir gün, bu tacirler Celaleddin Feridun'dan
Mevlana hazretlerine mürit olmaları için ricada bulundular.
Dünyadan tamamiyle çekilip derviş olmaları için kendi mallarının
hesabını yazıp dostlara şükrane olarak Celaleddin Feridun'a
teslim ettiler ve: "Bizim mürit olacağımızı Mevlana
hazretlerine bildir. O ne buyurur ve bu malların, ne tarzda
sarf edileceğini muvafık görür," diye ısrar ettiler. Çelebi Celaleddin
tacirlerin bu arzularını Mevlana'ya olduğu gibi arz ettiği
vakit, o sıkılarak yerinden kalktı, ibriği alıp ayakyoluna girdi.
Bir müddet orada kaldı. Tacirler beklemekten sabırsızlandı­
lar. Sıraceddin-i Tatari'den bu gecikmenin sebebini incelemesini
rica ettiler. Sıraceddin ayakyoluna girdiği vakit, Mevlana'
nın bir kö?ede oturmuş olduğunu gördü. Mevlana Sıraceddin'i
görünce ona: "Ey Sıraceddin, biz nerede, dünya nerede? Dünya
ne zanıan bizim ve Peygamberimizin malı olmuştur. Onun
esbabı ne zaman dünyayı sevmişlerdir. Hakikatte bu ayakyolu
pisliğinin kokusu, benim burnuma bütün dünyadan, dünya ehlinin
mal ve mülkünden daha hoş gelir. Lfıtfet, onlardan özür
dile. Eğer hakikaten onlar riyasız ve gösterişsiz olarak hak
yolunun sadık erleri iseler, mallarını kendi elleri ile gönül
sahiplerine ve müstahak olanlara dağıtsınlar. Zira bizim ve
arkadaşların zahmette olmasındansa bu şekilde hareket etmelerinde
daha çok sevap vardır." buyurdu ve bu maldan bir çöp
bile kabul etmedi. Bu tacirler de bütün mallarını, fakirlere ve
dostlara dağıtıp sema'lar tertip ettiler, mürit oldular.
(278) Hikaye: Yine ulu arkadaşlardan nakledilmiş­
tir ki: Sultan Rükneddin, Erzincanlı AJaeddin Tabip'den, Erzincan'da
kendisi için birtakım macunlar hazırlamasını rica
etti. Alaeddin Tabip bunun için üç bin direm-i sultani harca-
yıp macunların cümlesini hazırladı. Tabibin çocukları kendisine:
"Sen lütuf ve kerem sahibi bir adamsın, sana daima gelip giden
dostlar bulunuyor. Onlar bu macunları görünce senden
isteyecekler. Sen de her halde her birine bir parça vereceksin.
Bu suretle bunların birçoğu mahvolup gidecek. Bunun için yapılacak
iş şudur: Sen boş bir odaya girip kapan. Gelip gidenlerin
senin evde olduğunu bilmemeleri için biz bu odanın kapısını
dışardan kilitleriz,'' dediler. Alfteddin Tabip hemen o
gün dedikleri gibi karısı ile birlikte bir odaya girdi. Kapıyı
sımsıkı kapadılar ve hekimla karısı içeride macunları hazırlamakla
meşgul oldular. Onlar uğraşırken birdenbire tabhanenin
perdesi açıldı, Mevlana içeri girip odanın bir köşesine çekildi.
Hekim ve karısı bu halin heybetinden donup kaldılar.
Bir müddet sonra hekim kendine gelerek ayağa kalktı. Altın
tasa koymuş olduğu bütün macunları Mevlana'nın önüne getirdi
ve Mevlana'dan onlardan mutlaka yemesi için ricada bulundu.
Mevlana mübarek parmaklarını onların üzerine koyup:
"Bizim içimizde öyle bir dert vardır ki, bütün dünyanın macunlarını
verseler, o dert bir an sakin olmaz ve bu şiddetli acı
durmaz,'' buyurdular. Bunun üzerine hekim ve karısı ağlama­
ğa başladılar. Mevlana ayağa kalkıp kapıya işaret etti. Kilit
açıldı ve kendisi de çıkıp gitti. Ne kadar onun arkasından koş­
tularsa da ondan bir iz görmediler. Bunun üzerine karı koca
tam bir samimiyetle Mevlana'nın kulu ve aşıkı oldular. Çünkü
bundan önce Aiaeddin Tabip'in velilere itikadı yoktu. Daima
onların aleyhinde bulunurdu. Bugünden itibaren kalbinde uyanan
sevgi ile karısını alıp Konya'ya geldi ve halis bir mürit oldu.
Bu hadise Erzincan'da vakı olmuştu.
(279) Yine arkadaşların ulularından n ak 1edi1-
m i ş t i r k i : Hızır (Allah'nın selamı üzerine olsun) daima
Mevlana ile görüşüp konuşur ve ondan gayb filefinin hakikat
hazinelerinin sırlarını sorardı ve güzel cevaplar alırdı. Bir gün
Sultan Veled hazretleri sarığını sarıyordu; fakat sarığın ucu
bir türlü doğru gelmiyordu. Bunun için tekrar bozuyor ve
yeniden sarıyordu. Mevlana: "Bahaeddin bunu böyle boyuna
sarıp bozma, kendini külfet ve zahmete sokma. Zira ben de
gençliğimde bir defa sarığımı tekrar çözüp bağladım. Bu yüz-
den kardeşim Hızır (Selam üzerine olsun) benden uzaklaştı, ve
ben bir müddet onun sohbetinden mahrum kaldım," buyurdular.
Sultan Veled de o günden sonra sarığını hiç kendisi
sarmadı. Sarığı arkadaşlar sararlardı, o da mübarek başına
koyardı.
(280) Y i n e n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Mevlana
gençliğinde Şam'da Mukaddemiye veya Beraniye medresesinde
ilim tahsili ile meşguldü. Basiret sahibi kimseler Hızır'ın çok
kere o hücreye gelip gittiğini gördüler. Bu hücre şimdiye kadar
ahrarın ziyaret ettiği yerdir. Birçok arif ve !:amiller, o hazretin
sırlarını bilmekten gafildiler. Çünkü Allah'nın gizli erlerini
herkes göremez ve herkes onları bilemez.
(281) Yine na k 1o1 unu r ki: Şeyh Eblı-Bekr-i
Kettani (Allah rahmet etsin), Kabe'yi ziyaretle şereflenmiş,
oluğun altında oturmuştu. Beni Şeybe kapısından yaşlı bir adamın
içeri girdiğini gördü. Bu adam büyük bir vakar ve temkinle
şeyhin yanına gelip selam verdi ve: "Neden burada oturuyorsun
da Makam-ı tbrahim'e gidip oturmuyorsun. Orada
bir cemaat oturmuş, Peygamber'in hadisini dinliyorlar. Sen
de oraya git, dinleyip faydalan. Zira oraya, rivayeti doğru ve
füi isnatları olan bir ihtiyar gelmiştir," dedi. Ebu-Bckr-i Kettanr:
"Ey efendi; onun isnatları uzundur. Onun orada isnat ile
rıvayet ettiği hadisleri ben burada isnatsız olarak doğrudan
doğruya üstattan dinliyorum," dedi. İhtiyar: "Sen kimden işitiyorsun?"
diye sordu. Ebu Bekr: "Kalbim bana Allah'dan
rivayet etti," dedi. O zat: "Hangi delille söylüyorsun?" diye
sordu. Ebu Bekr: "O delille ki sen Hızır'sın," dedi. Bunun
üzerine Hızır: "Allah'yı her türlü eksik sıfatlardan tenzih ederim,
ben şimdiye kadar Allah'nın velilerini bildiğimi ve onların
benden gizli kalmadığını zannediyordum. Şimdi hakiki
olarak bildim ki Allah'nın gizli velileri benim gözümden de
gizli kalmışlardır, ben onları tanımıyorum. Onlar beni tanıyorlar.
Nasıl ki, 'Her ilim sahibinin üstünde daha bilici bir filim
vardır' (K., XII, 76) buyurulınuştur," dedi.
Şiir:
"Ey delikanlı, her şeyin müntehası olan Allah'
ya kadar el elden üstündür.57 
(282) Y i n e Mevlana hazretleri buyurdu ki: Bizim
Mevlana Şemseddin-i Tebrizi'miz, Hızır'ın (Selam üzerine
olsun) sevgilisidir. Mevlana medresenin hücresinin kapısı üzerine
mübarek eli ile 'Makam-ı Maşuk-i Hızır Aleyhi's-selam
[ = Hızır (selam onun üzerine olsun) ın sevgilisinin makamı]
diye yazmıştır. Mevlana hazretleri bizzat o gizli ve nazlı velilerden
idi ki, Hızır'dan da, Şems-i Tebrizi'den de saklıydı.
Allah'nın has hücresinde gizli idi.
Şiir:
''Defalarca zamanede olan sırlan açığa vurmak
istemişim. Fakat ne yapayını, fena gözlerden,
eza, cefa korkusundan dilimin üzerine bir çivi
kakılnııştır ."
(283) Yine ulu arkadaşlardan nakledilmiştir ki: Mevlana
hazretleri şiddetli kış mevsiminde bir gece kendi medresesinde
teheccüd namazı ile meşguldü. Mübarek yüzünü medresenin
döşemesine koyup tulumlar dolusu göz yaşı dökmüş­
tü. öyle ki, havanın soğukluğundan mübarek sakalları buz
tutmuş, döşemeye yapışmıştı. Sabahleyin erkenden arkadaş­
lar büyük bir çığlık kopararak buzun erimesi için üzerine sı­
cak su döktüler. Onun zahir namazının şekli böyle olursa,
kim bilir batın namazının sırları nasıl olur? Halis muhipler
bu hali Mevlana'dan sordular. O, bunu şöyle anlattı: Müminlerin
emiri Ali b. Ebi-Tfilib'den (Allah onun yüzünü tekrim
etsin) nakledilmiştir ki: Ali, namaz vakti olunca titrer ve rengi
değişirdi. Ona: "Neyin var?" diye sorulduğunda o: "Emanet
vakti geldi," der. 'Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz
ettik. Onu yüklenmekten imtina ettiler ve biz de onlara acı­
dık. O emaneti insan yüklendi. .. ' (K., XXXIII, 72) ayetini
okur ve sonra: "Fakat bilmiyorum, insan bu yükü yüklenmekle
iyi mi yaptı fena mı," diye ilave ederdi. Peygamber
(Allah'nın salil.t ve selamı onun üzerine olsun): "Namaz, zahiren
bilinmesi mümkün olınayacak şekilde Allah ile birleş­
mektir," buyurmuştur.
Ali-i Veli'nin hali böyle olunca, artık diğerlerinin ne olur? 
Şiir:
"Dil, bin türlü konuşan bir papağan olduğu halde
gönlün halinin sırlarından yüzde birini anlatamaz.

Kalem boğum boğum yaradıhnış ağaçtan bir
dildir. Aşıkların gönlünün sırrını nasıl yazab?
lir?"
(284) Yine na k 1edi1 i r ki: Bir gün zamanın
ariflerinden bir cemaat, Mevlana hazretlerini ziyarete gelmişlerdi.
Onlardan biri: "Allah'nın bir şarabı vardır ki, Allah onu
veliler için hazırladı. Veliler onu içince sarhoş oldu, sarhoş
olunca hoş bir hal aldılar. Hoş hal olunca da hafiflediler
ilah .. " hadisinin sırrını sordu ve: "O nasıl şaraptır?" dedi.
Mevlana hazretleri buyurdu ki: Muhammed sav hazretleri (Allah'nın
salat ve selamı onun üzerine olsun) 'Araları iki yay
kadar veya daha yakındı' (K., LIII, 9) ayetindeki özel yakınlıkla
hususiyet elde edip şereflenince ve hakikat şerefelerine
bakınca, Allah birliğinin ceial cemalini basiret gözü ile müşahede
buyurunca, iiahi 18.tifelerin keşfinden ve rabbani hazinelerin
remizlerini tahkikten sonra aziz olan Allah tarafından
nurdan, dünyayı gösteren iki kadeh geldi. Birisi halis şarap,
diğeri ise içimi kolay bir süt ile dolu idi. Bu iki kadehten birisini
seçmesi için Peygambere işaret edildi. Peygamber hazretleri
"Sütü kendim için tercih ettim, şarabı da ümmetimin
hayırlı insanları için sakladım," dedi. Çünkü bu devir, şeriat
kanunları hükümlerinin başlangıcı ve tarikat emirlerinin temelinin
kuvvetleştiği bir devirdi. Peygamber, hakikatin dünyayı
gösteren kadehini kendi ümmetinin arifleri ve dininin hasları
için sakladı. O şarabın güzel kokusuyladır ki, zaman zaman
kamil velilerin bir kısmı kendilerinden geçerler ve sırları
keşfederler. Nitekim demiştir:
Şiir:
"Edhem'in oğlu hangi şaraptan içti de sarhoş
gibi kendi saltanat ve memleketinden nefret
etti.
O nasıl bir sarhoşlokto ki, (onun tesiri ile) 
kimi, 'Kendimi tenzih ederim,' dedi. Kimi de
ben Allah'yun deyip, darağacına gitti."
Bunun üzerine orada bulunanların cümlesi birlikte aferinler deyip
mürit oldular. Mevlana hazretleri de öyle hoş, ve içimi gü­
zel şarabın vasfında ne kadar çok söz söylemişlerdir.
Şiir:
"Eğer insanların akıllan üzerine bundan (bu
şaraptan) bir damla damlarsa, ne dünya (alem)
ne insan (adem), ne mecburiyet ve ne de serbestlik
kalır."
Yine bir gazelinde buyuruyor:
"Benim riyazet sahibi ve zahidimin, başı ve
ayağından haberi olmayacak bir hale gelmesi
için güzel yüzlü can sakisi ona testi testi şarap
verir.
Allah benim hem hıikimim, hem kethüdam olsun
diye ihtiyarımı bırakıp şarap küpünün dibine
oturmuşum.
Ondan: "Vecd nedir?" diye sordular. O: "Şevkin galebesini
yüklenmekten ruhun huzursuzluğudur," dedi.
(285) Y i n e arkadaşların uluları r i v a y e t e t t i 1 e r
ki : Bir gün Mevlana hazretleri arkadaşlarla birlikte hamama
gitmişti. Dostlar Mevlana'nın işareti üzerine birbirlerinin
hizmetiyle meşgul oldular. Mevlana kalkıp bir hücreye girdi,
orada uzun zaman kaldı. Arkadaşların uluları, Çelebi Celaleddin
Feridun'u Mevlana'nın orada kalmasının sebebini anlamak
amacıyle vazifelendirdiler. Celaleddin Feridun, o hücrede
ne göreceğim diye hücrenin kapısına geldi. Bir de hücrenin
ta tavanına kadar, Mevlana'nın mübarek vücudu ile dopdolu
olduğunu gördü. Bütün vücudunu bir titreme kapladı. öyle
bir nara attı ki bütün dostlar kendilerinden geçtiler. Mevlana
hazretleri yavaş yavaş dışarı çıktı, sema ederek medreseye
kadar gitti.
(286) Y i n e faziletli insanların üstadı Mevlana Şerefeddin-i
Kayseri (Allah ona rahmet etsin) den n ak 1 e d il -
m i ş t ir k i : Şeyh Sadreddin hazretleri, Mevlana hazretlerinin
cenaze namazını kıldırmak için ilerlediği vakit birdenbire
ona bir hıçkırık gelip bir müddet kendinden geçti, sonra namaz
kılıp gözlerinden kanlı yaşlar akıtarak hareket etti. Ululardan
bir cemaat, durumu ondan sordular. Sadreddin: "Namazı
kıldırmak için ilerlediğim vakit, yüce meclis melekelerinin
önümde sıra ile dizildiklerini, Peygamber hazretlerinin (Allah'nın
salat ve selamı onun üzerine olsun) şekil bağlamış ruhunun
da Mevlana'yı ziyarete gelip onun namazını kılınakla
meşgul olduğunu gördüm. semadaki meleklerin cümlesi mavi
giyinmiş ağlıyorlardı," dedi. Şeyh hazretleri bütün büyüklerle
birlikte tam kırk gün Mevlana hazretlerinin mübarek türbesini
ziyaret için gidip geldi.
Yine Mevlana Şerefeddin-i Kayseri buyurdu ki: üstadım
ve isnadımın mesnedi kadı Sıraceddin, Mevlana'nın
türbesi karşısına durmuş ağlayıp sızlayarak şu beyitleri söylüyordu:
"Kaşki ecel dikeni senin ayağına battığı o gün,
dünya helak kılıcını benim başıma vursaydı da
dünyayı sensiz gözlerim görmeseydi. Toprak ba·
şıma olsun, senin mezarının toprağı üzerinde
duran ben miyim?"
(287) Y i n e n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Mevlana
hazretleri gençliğinin ilk çağında Halep şehrinde yüksek kadir
ve kıymet sahibi, emsali olmayan Kemaleddin b. Adim'in
yanında birkaç medresede öğretmek ve öğrenmekle meşguldü.
Yine bir gün Şam'da Mükaddemiye medresesinin damında
sırlar ilmini tekrarlıyordu. Dolaşırken damın şerefesi kenarında
bir iki okun gidebileceği mesafe kadar gökyüzünde yü- ·
riiyiip tekrar gerisin geri gelirdi. Bu yüzden medrese talebesinin
(talebe-i ilm) cümlesi halis mürid olmuşlardı. Onlar onun bu
hallerini daima müşahede ediyorlardı.
(288) Yine thvanu's-safa (Temiz kardeşler), şöyle rivayet
ettiler ki: Mevlana hazretleri medresesinin damında
dolaşıyordu. Zaman zaman iki okun gidebileceği mesafe kadar
gökyüzünde gidiyor ve tekrar medresesinin damına geli-
yordu. Bir gün öyle kayboldu ki, tam yirmi gün sonra onu
Meram mesçidinde gördüler. Arkadaşlar toplanıp bir hafta sema'da
bulundular.
(289) Y ine ahrarın ulularından n ak 1edi1 mi ş -
ti r k i : Halis müritlerden olan aziz dost Emirci bir iş için
Şam'a gitmeğe karar vermişti. Mevlana'nın yanına geldi, ondan
yardım ve medet dileyip hareket etti. Şam'a girdiği vakit,
Mevlana'nın bir köşkün üzerinde durduğunu ve mübarek eliyle
de işaret ettiğini gördü. Derhal bir nara atıp kendinden geçti.
Kendine gelince hiç bir şey görmedi. İşlerini tamamlayıp
Konya'ya geldiği vakit, Mevlana'yı ziyaretle müşerref oldu ve
gördüklerini tekrar etmek istedi. Mevlana: "Allah velileri, Okyanus'un
balıkları gibidirler. İstedikleri yerden başlarını dı­
şarı çıkarabilirler," buyurdu. Emirci baş koydu ve bu temessül
keyfiyetini arkadaşlara anlattı.
(290) Y i n e ediplerin sultanı Malatyalı Salahaddin
(Allah rahmet etsin) b u y u r d u k i : Mevlana hazretlerine
mürit olduğum zaman, Mevlana ihtiyaç ehline ve miskinlere
yardım etmesi için, Pervane hazretlerine ve başkalarına
bir günde on ile on iki tezkere gönderirdi ve cümlesinin
işi olurdu, hiç birininki reddedilmezdi. Benim içimden de:
"Acaba kıyamet gününde de Mevlana bu yardımda bulunacak
mı?" diye geçti. Mevlana: "Allah! Allah! Neden olmasın, ümmetin
salihlerinin orada rahmetleri, şefaatleri ve keremleri
olacaktır," buyurdu. Nitekim buyurmuştur:
Şiir:
"ümmetimin salihleri kıyamet gününde benim
şefaatime muhtaç değildirler. Belki onlar da
benim gibi başkalanna şefaat ederler. Onların
sözleri orada çok geçer."58
Kınında iken kesen kılıcın, kınından çıkarıldığı vakit neler yapacağını
tasavvur et. (Bu müjde üzerine) dostlar şenlik yaparak
şükürler ettiler.
(291) Yine O'nların keremlerinin kemali, yumuşaklıkları
ve iyi huyları o derecede idi ki, bir gün sema'da hararetlenmişti.
Allah'nın yüzüne gark olup halden hale geçiyordu. 
Birdenbire bir sarhoş sema'a girdi, heyecanlar gösteriyor ve
kendinden geçmiş bir vaziyette Mevlana hazretlerine çarpı­
yordu. Aziz dostlar onu incittiler. Mevlana: "Şarabı o içmiş­
tir, sarhoşluğu siz ediyorsunuz," buyurdu. Onlar "Hıristiyan
(tersa)59 dır," dediler. Mevlana "O korkan ise, siz için değilsiniz?"
dediler. Bunun üzerine dostlar baş koyup günahları­
nın affedilmesini istediler.
(292) Y i n e bir gün Mevlana Konya pazarı ortasında
gidiyordu. Meğer bir Türk, bir tilki postunu elinde tutmuş:
"Dilku!60, Dilku!" diye mezat ediyor ve bunu ciddiyetle
söylüyordu. Mevlana hazretleri nara atarak dönmeğe başladı
ve: "Gönül nerede, Gönül nerede?" diyerek ve sema ederek
mübarek medreseye kadar gitti.
(293) Yine bir gün Mevlana hazretlerinden: "Bazı
velileri kibirli görüyoruz. Onların bu kibirleri ne üzerinedir?"
diye sordular. Mevlana: "Allah velilerinin kibirleri iliihi (kibriya'i)
dir, iki yüzlülüğe (riya'ı), nefse ait ve günah işleyenlerin
mevkiinden gelme kibir değildir. Nitekim İmam Cafer-i
Sadık (Allah cndan razı olsun) zaman zaman kendi nefsinin
tezkiyesini yapar, halifelere ve padişahlara iltifat etmezdi. Ondan
kibrinin sebebini sordular. O da: "Haşa, ben kibirli de­
ğilim, fakat ben kendi varlığımdan çıktığım vakit onun (Allah'nın)
kibri, beni mahvediyor ve benim kibrimin yerine geçiyor.
Bu kibir O'nun kibridir. Ben ortada yokum," buyurdu.
Şiir:
"Güzel sözler söylemek kibir getirir, senin kibrin
Allah’a olan niyazını yer. Git de sen o
kibirden uzaklaş ve Allah’a. sarıl."
Bayezid-i Bistami'den nakledilmiştir ki: Demiş: Kim beni
görürse ezeli talihsizlik damgasından emin olur. Nitekim
buyurmuştur.
Şiir:
"Aşkla beslediğim her mürit feleğin okundan
ve Merih'in t?mreninden kurtulur."
ve başka bir yerde de,
Şiir:
"Yalnız benim miiridim ölmez, çünkü o abı hayat
içmiştir. Ondan sonra da Allah'nın sakilerinin
elinden içti."
3/294
(294) Yine bir gün ulular toplantısında peygamberlerin
mucizeh?ri ve has velilerin kerametleri hakkında manalar
saçıyordu. Buyurdu ki: Mucizeler ile kerametler arasındaki
fark, mucizelerin peygamberlerin işleri ve sünnetleri, kerametlerin
ise; velilerin eser ve nurları olmasıdır. Mucizeler yoktan
bir şeyi çıkartmak ve o şeyin aslını değiştirmektir. Keramet
ise, velilerin batın nurlarının sıfatıdır. Nitekim bazı marifet
ehli: "Velinin kerameti, Allah'nın yardımı ile kendilerine harikulade
şeyleri gösteren kuvvet ve kifayettir. Peygamberlerin
mucizesi ise, bir şeyi yokluktan v:ırlığa çıkarmak ve eşyanın
mahiyetini değiştirmektir," dedi. Nasıl ki Allah sırrını kutlasın
Mevlana demiştir:
Şiir:
"Ten hırkasının parçalannı dikişsiz birbirine
tutturan, eşyanın mahiyetini değiştiren ve dünyayı
kaplayan iksirdir."61
Velilerin kerametleri ve peygamberlerin mucizeleri vardır.
Mucizeler bir dava i!e beraber bulunur. Onlar bu davayı ispat
için birer hüccettirler. Kerametlerde ise dava yoktur, onlar
bir davete icabettirler.
Tarikat yolunun kamilleri ve hakikat Selsebil'inin içicileri
keramet izharından tam bir nefretle sakınırlar ve ondan çekinmeyi
vacip bilirler; belki de onlar kerametle meşgul olmayı
bizzat hicap sayarlar. Nitekim Cüneyd (Allah ondan razı olsun)
hazretlerine: "Falan derviş Dicle'nin üzerinde seccade
sermiş namaz kılıyor, havada uçuyor ve acayip kelimeler söylüyor,"
dediler. Cüneyd: "Yazıklar olsun! O bir oyuncakla oynamış,
onunla kanaat edip kendi halinden memnun olmuş,"
dedi ve onu çağırıp uyardı. O da o (şekilde) durmadan vazgeçti.
Nihayet insanları olgunluğa eriştiren kamil kişilerin
makamlarının ne derece yüksek olduğu anlaşılsın. 
Şiir:
(Veliler) yerin bile yol bulamadığı yere kadar
ulaşırlar. Orada Allah ayının parılhsından baş­
ka bir şey yoktur.62
Ey kardeş, bu nihayeti olmayan bir dergahtır. Ne
kadar yükselsen, Allah hakkı için yine yürü,
durma."
Cüneyd (Allah onun sırrını kutlasın): "Peygamberlerin cezası
vahyin kesilmesi, velilerin cezası keramet göstermeleri, mü­
minlerin cezası da taatte kusur etmeleridir," dedi.
(295) Yine ediblerin sultanı Malatya'lı Mevlana
Selahaddin rivayet e t ti ki : Ereğli (Erakliye) şehrinde
Nureddin-i Vefftdar'ın evinde yüce kubbenin (Kubbe-i
Buzurg) cemaati ve ulu şeyhlerle birlikte bulunuyordum. Şeyh
Müeyyedüddin-i Cendi askeri sınıftan olan (cündi) bir bölük
sofi ile birlikte Konya'dan geldi. Onu karşılayıp son derece
izaz ve ikramda bulundular. Selam, yemek ve türlü konuşmalardan
sonra şeyh Müeyyedüddin'den: "Şeyh Sadreddin hazretleri
Mevlana'nın bir alameti olmayan şanı hakkında neler söylüyor
ve halvetlerde onun nasıl vasfediyordu?" diye sordum.
Şeyh Müeyyedüddin: « Vallahi bir gün Şemseddin-i tyki, Fahreddin-i
Iraki, Şerefeddin-i Mavsili, Şeyh Said-i Fergani, Nasreddin-i
Şerefeddin-i Konevi ve daha başkaları gibi has dostlarla
birlikte şeyh Sadreddin'in hizmetinde oturmuştuk. Mevlananın
tabiat ve halleri baduygu mevzuu oldu. Şeyh tam bir
ihlas ve deı:in anlayışla heyecanlanarak: "Eğer Bayezid ve
Cüneyd bu devirde olsalardı, bu Allah erinin gaşiyesini omuzlarında
taşır ve bu hizmeti canlarına minnet sayarlardı. Muhammed sav
dininin fakirlik sofracısı da odur. Biz parazit gibi
ondan istifade ediyoruz. Bizim bütün zevk ve şevkimiz onun
mübarek ayağının bereketindedir," buyurdu. Bütün dervişler
insafa gelerek şeyhin bu açık sözlerine aferinler dediler, » diye
anlattıktan sonra "Ben zavallı da o sultan hazretlerinin
niyazmendleri cümlesindenim" dedi, şu beyti okudu:
"Bizim içimizde ilahi bir suret varsa, o da sensin.
Bunu da hiç gizlemiyor ve bundan şüphe
etmiyomm." 
(296) Y i n e n ak l e d i l m i ş t i r k i : Kostantiniye
ülkesinde alim bir rahip vardı. Mevlana'nın ilmini, yumu­
şaklığını ve sefil gönüllülüğünü işitmiş, ona aşık olmuştu.
Mevlana'yı görmek üzere Konya'ya geldi. Şehrin rahipleri
onu karşılayıp izazda bulundular. Bu doğru rahip, o hazretin
ziyaretini rica etti. Tesadüfen yolda karşılaştılar. Rahip üç defa
Hüdavendigara secde etti. Secdeden başını kaldırınca Mev­
ıana'nın da secdede olduğunu görüyordu. Derler ki, Mevlana
hazretleri rahibin önünde otuz üç defa baş koydu. Rahip feryat
edip elbiselerini yırttı ve: "Ey dinin sultanı bu ne sefil
gönüllülük ve kendini hor görmekliktir?" dedi. Mevlana:
"Ne mutlu o kimseye ki Allah onu malla, güzellikle, şerefle
ve saltanatla rızıklandırdı ve o da bu malı ile kerem yaptı.
'Güzelliği ile iffet sahibi, şerefi ile sefil gönüllü ve saltanatı
ile de adalet sahibi oldu' hadisini buyuran bizim sultanı­
mızdır. Allah kullarına nasıl sefil gönüllülük göstermeyeyim.
ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim. Eğer bunu yapmazsam,
neye ve kime yararım?" dedi.
Şiir:
"(Allah) yolunun güneşi olan ve nefsini zelil eden
kimseye ne mutlu, dedi."
"Onun kulluğu sultanlıktan iyidir, çünkü ben,
daha hayırlıyım, sözü şeytanın ağzından çıkmış
bir sözdür ."63
Bunun üzerine zavallı rahip derhal arkadaşlariyle birlikte
iman getirerek mürit oldu ve fereci giydi. Mevlana hazretleri
mübarek medresesine geldiği vakit Sultan Veled hazretlerine
ve arkadaşlara: "Bahaeddin, bugün zavallı bir rahip bizim miskinliğimizi
elimizden kapmaya niyet etti, fakat Allah’a hamdolsun,
Allah'nın uygulaması ve Peygamber efendimizin yardımı
ile biz bu miskinlik ve küçüklükte ona galip geldik. Çünkü
o tevazu, küçüklük ve miskinlik, Müslümanlara Hazret-i
Mustafa'dan miras kalmıştır. öyle bir devletin nisabı yalnız
onun ümmetinin miskinlerinin nasibidir." buyurdu.
Şiir:
"İnsansın, insansın, insansın, susuyorsun;
çünkü o anın adamı değilsin. 
İnsanlığı tamamiyle kendinde yak. Eğer mahremsen,
o anın adamı ol.
"O yeni ay noksandan dem vurdu, dolunay oldu.
Sen de herkesten aşağı olduğunu söylemezsen
aşağılıktan kurtulnıazsm.
"Melek gibi feleğe doğru uç. Felek kubbesi gibi
boynunu aşağı ey," ilah ...
(297) Yine bir gün bir dost medresenin hücresinin
duvarına bir çivi çakıyordu. Mevlana hazretleri: "Bizim bu
medresemiz velilerin meskenidir. Bu hücre de, Mevlana Şemseddin'indir.
Buraya çivi çakmaktan korkmuyorlar mı? Bir
daha böyle yapmasınlar. Bana, sanki bu çiviyi ciğerime çakı­
yorlarmış gibi geliyor," buyurdu.
O, medreseye bile o kadar hürmet gösteriyordu. Artık saygısızlara
(ne yapmak) düşeceğini anla.
(298) Yine bir gün Mevlana hazretleri şu beyit hakkında
manalar saçıyordu:
"Aşk davasında bulunmak kolaydır. Fakat bunu
ispat için delil ve bürhan gerektir."
(Bu vesile ile şu hikayeyi anlattı): Bir gün, bir padişah,
bir çocuğun bir ihtiyarı dövüp son derecede incittiğini gördü.
Sultan, buyurdu, çocuğu yanına getirdiler. Padişah, çocuğa:
"Onu niçin dövüyor, ona niçin saygısızlık gösteriyorsun. Şimdi
seni asacağım," dedi. Çocuk: "İslam sultanı daima yaşasın!
o aşıklık davasında bulunuyor ve sevgiden dem vuruyordu.
Bugün üç gündür ki onu göremedim. Allah aşıklarına ibret olması
ve Allah'nın hasedinden korkmaları için onu incitiyorum,"
dedi.
(299) Hikaye: Yine dostlardan muhtelif gruplar
(Allah onlardan razı olsun) rivayet ettiler ki: Bir gün Peygamber
hazrctlcri'nin (Selilm onun üzerine olsun) şehri (Medine)
seyyit1erinden itibarlı bir genç Sultan Veled'i ziyarete gelmişti.
Konya seyyitlerinden bir cemaat de onunla beraberdiler.
Onu: "Mustafa'nın türbedarı olan Seyyid'in oğludur,"
diye Sultan Veled'e takdim ettiler. Bu genç acayip bir sarık
bağlamıştı. Şöyle ki taylesanını göbeğine kadar sarkıtmış, öte-
ki tarafını da mevlevilerin şeker - avizi gibi yapmıştı. Sultan
Veled hazretleri ona çok ikramda bulundu ve 'apaçık
Arapça ile ... ' (K., XXVI, 1 95) manalar ve sırlar söyledi. O
genç tam bir 8amimiyetle iradet getirip onun müridi oldu ve
icazet istedi. O hanedanın halifesi olması için bu gence Arapça
bir icazet verdiler. Sonra Sultan Veled Hazretleri ondan: "Bu
şekeraviz tarzı bizim Mevlana'nın adetidir ve bu Mevlevilere
aittir. öteki şeyhlerde bu tarz olmadığı gibi diğer seyyitler de
bu şekilde sarmazlar. Size bu, nereden?" diye sordu. Seyyit:
« Biz, eskiden beri Halil ailesinden ve Kureyş kabilesindeniz.
Halilu'r-Rahman zamanından beri Kabenin ve Peygamberin
(türbesinin) anahtarları bizdedir. Her kime bir anahtar veya
Peygamberin mübarek ayakkabısı ve onun asarından bir şey
lazım olsa, bizim Peygamber Hazretlerinin türbedarları olan
atalarımız, onu seyyitlere verirler ve onlar da bizim iznimizle
bunları İslam dünyasının dört bucağında Müslümanlar arasında
dolaştırır, ondan faydalar sağlar ve edindikleri geliri de
her yıl bize getirirler. Medine'nin mücavirleri ve sakinleri derecelerine
göre bu geliri kendi tayinleri (vazife) yaparlar.
Yine bizim atalarımızdan nakledilmiştir ki: Esrar-iMi'rac
kitabında şöyle yazılıdır: Peygamber hazretleri (Seıat
ve selam onun üzerine olsun) ' ... Mescid-i Haram' dan yöresini
mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya gece vakti götüren,
her ayıp ve kusurdan münezzehtir.' (K., XVII, 1) ayetinde
buyrulan gecede Mi'raca çıktı ve 'Sonra indi ve göründü.'
(K., LIII, 8) ayetindeki yakınlık ile müşerref olduğu ve özel
bir şekilde Allah'nın cebbar olan yüzünü gördüğü ve onun inayet
nazarına mazhar olduğu vakit hazlandı. Allah'nın eserlerinden
görünmesi lazım geleni gerektiği gibi gördü ve vahyin
sırlarını vasıtasız işitti.
Şiir:
"Aşık ve maşukun arasında, olan olmuştur. Sen
ne aşıksın, ne de maşuk. Sana ne oldu?"
Peygamber, ümmeti davet etmek için uğurla döndüğü
vakit, yüce Arşın şerefesinde bir şeklin timsalini gördü. O gü­
zellikte bir şekli melekler erkanı ve feleğin sakinleri içinde
görmemişti. 
Şiir:
"Gözümün haricinde gözümde bir ay görüyorum.
Onu ne bir göz görmüş, ne de vasfını bir kulak
işitmiştir."
Peygamber hazretleri o şeklin letafet ve temizliği karşı­
sında şaşkına döndü ve sarhoş oldu. Ona büyük bir ilgi gösterdi.
O suretin, başına şekeraviz bir sarık sarmış ve Yemen
kumaşından (burd-i Yemeni) elbiseler giymiş olduğunu, çok
heyecan ve ıstırap gösterdiğini gördü. Cebrail hazretlerinden
o çehrenin keyfiyetini sordu ve: "Bu dünyada hiç bir mahlak
yoktur ki, 'Arşın altında onun bir benzeri olmasın,' sözü ile
buyrulduğu gibi arşın altında şu kadar bin acayip timsaller
ve garip şekilleri birer birer gördüm. Hiç biri beni böyle kendimden
geçirmedi ve hayran bırakmadı. Yalnız Iatif, cana
yakın ve çok güzel olan bu şekil beni kendi kendine çekip
baktırmadı. Acaba bu kimin şekli olabilir? Bunun sırrı nedir?
Bu, Allah’a yakın olan meleklerden mi? Yoksa Allah tarafından
gönderilen bir Peygamber mi, yahut da kamil bir veli
midir?" dedi. Cebrail: "Bu, Sıddık-i Ekberin neslinden birinin
suretidir. Ahır zamanda senin ümmetin arasından zuhur
edecek ve dünyayı senin nur ve hakikatlerinle dolduracak, illemi
süsleyecek. Yüce Allah da ona öyle bir kadem, kalem ve
nefes verecek ki, bütün milletler ve devlet sahipleri onun muhib
ve müridleri olacaklar. O, senin dininin göründüğü tertemiz
yerine nurunun sırrı olacaktır. Nasıl ki buyurmuştur:
Şiir:
"Şüphesiz biz açtık" (K., XL VIII, 1,) ayetinde
buyrulduğu gibi mahzenini aç. Mustafa'nın nurunun
sımnı tekrar et."
Peygamberin: 'Hiç bir peygamber yoktur ki, ümmeti arasında
onun bir benzeri olmasın,' buyurduğu gibi hal ve harekcıte
'siret' ve surette ve her bakımdan senin benzerin ve adı
Muhammed sav, lilkabı da Celilleddin olacaktır. Onun sözleri, se­
ııin hadislerinin sırlarım şerh edecek ve Kur'an'ın iç yüzünün
:u;ıklayıcısı olacak,'' dedi. Bu durum karşısında Peygamber
lıl'yeeanından büyük bir neşe gösterdi. Kendi aziz makamı-
na uğurla geldiği vakit, mübarek sarığını orada gördüğü gibi
sardı ve: "Sarıklarınızda taylesan bırakınız, çünkü şeytan taylesan
bırakmaz. Sarık Arapların tacıdır," buyurdu ve tam bir
karış kadarını memesine kadar sarkıttı. Diğer yarısını da arkasında
şekeriıviz bağladı. O zamandan bugüne kadar biz
Kureyş'liler Peygamberin adetini gözetip böyle yapıyoruz. Bu
bizim kabilemizin adetidir.
Horasanın alim ve şeyhlerinde de bu adetin bulunduğunu
söylerler. O günü, Sıddık-ı Ekber sevincınden neyi varsa
şükrane olarak Peygamber'e ve eshaba feda etti. Derler ki,
Sıddık, Peygamber öleceği vakit, hadsız hesapsız ağlayıp sızladı.
Bunun üzerine Peygamber: "Ey Sıddık! Seni ne ağlatıyor
ve senin bu sonsuz ağlaman ne içindir?" buyurdu. Sıddık dedi
ki: "Adem-i Safi ve Nuh-i Neci hazretlerinin ve kerem sahibi
peygamberlerin ömürleri uzundu. Çok yıllar kendi ümmetleri
arasında dine davetle meşgul oldular. Sen ki, cümlesinin padi­
şalıısın ve: "Adem ve Ademden başka diğer peygamberler benim
bayrağımın altındadır," buyuruyorsun altmış iki yaşında
göçüp gidiyorsun. Bu sebepten dolayı kalbim yanıyor ve senin
gibi bir Sultanın çabucak bu dünyadan göçmesine acı­
yorum. İstiyorum ki, sen, Adem gibi dünyada bin yıl kalasın
da insanlar senin mübarek varlığınla müşerref olalar. Bunun
üzerine Peygamber: "Hiç gam yeme, benim rahmetle dolu
olan bir günlük davetim, diğer peygamberlerin bin yıllık
davetlerine denktir. Benim ümmetime yüz gösteren ve gösterecek
olan ve ümmetimin alimlerine nasip olan (feyiz), geç­
mişteki ümmetlere birçok yıllar içinde nasip olmamıştır ve
olmayacaktır. "ümmetimin alimleri, Beni !srailin peygamberleri
gibi," sözünün benim sözüm olduğunu bilmiyor musun?
Ey Sıddık, gönlünü hoş tut, çünkü: "Ebu-Bekir'in penceresinden
başka her pencere kapanmıştır," buyurdu ve: "Bir
gün ben sırrımla ve hakikatimle Ebu Bekir'in çocuklarının yakasından
başımı dışarı çıkaracak ve senin maksadının tamamiyle
hasıl olması için dünyayı tekrar nurlandıracağım," dedi.
Ebu Bekir baş koyup mesud oldu ve Peygamber hazretleri hemen
o anda bu dünyadan göçtü. Biz seyyitler, asırlardaııberi bu zamanın
arzusunda idik ki, Peygamberimizin görmüş olduğu ve 
işaret buyurduğu o suret zuhur etsin de biz onun şerefli zamanını
idrak etmekle müşerref olalım. Allah’a hamdolsun,
o devlete kavuştuk. O saadet bize el verdi ve maksadımız h?­
sıl oldu. ıı
Hacılar cemaati de arka arkaya bu haberi verdiler. Medinc'nin
sadık seyyitlerinden bu haberi bu şekilde işittiler.
Şiir:
'Onun kemal vasıflan hakkında ne söyledilerse,
hiç bir şey söylemiş olmadılar. Çünkü o, onların
dediklerinin iki yüz şu kadar mislidir."