NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYE
Sûre-i Bakara âyet 283
وَإِن كُنتُمْ عَلَى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُوا كَاتِباً فَرِهَانٌ مَّقْبُوضَةٌ فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُم
بَعْضاً فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ أَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَ وَمَن
1 يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ
Cenâb-ı Hak âyet-i mütekaddimede tahrîr ve işhâd ile
deynin tevsîk edilmesi yolunu beyân buyurduktan sonra
yolculuk hâlinde ya kâtib bulunmaz veyâhûd kâtib bulunur
da edevât-ı kitâbet bulunmaz olduğundan ve esnâ-yı müsâferette bundan dolayı bu tarîk-i tevsîk mümkün olamayacağından nâşi rehin alınarak tevsîk-i deyn edilmesi yolunu dahi gösterip buyurur ki: “Eğer siz sefer üzere olup da kâtib
bulamazsanız (deyni tevsîk edecek şey) rihân-ı makbûzadır.
(Yani siz misafir olur veyâhûd sefere müteveccih bulunur da
tahrîr-i deyn edecek kâtib bulamazsanız kabz olunmuş rehinler ile tevsîk-i deyn edin – Ebussu’ûd. Ahz-ı rehn sûretiyle tevsîk-i deynin sefere ta’lîk edilmesi irtihânın meşrû’iyetinde sefer şart olduğu için değildir. Çünkü Resûl-i Ekrem
sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz ehl-i beyti için bir
vakt-i mu’ayyene dek, Ebû Şahm nâm yahudiden almış olduğu yirmi ölçek arpa mukābilinde zırhını Medine’de iken
rehin etmişti. Ta’lîk-i mezkûrdan maksad, yolculuk hâlinde
tahrîr-i deyn husûsunca dûçâr-ı su’ûbet olmak ihtimâli gâlib
olduğundan hâl-i müsâferette irtihân sûretiyle tevsîk-i deyni
tahrîr sûretiyle tevsîk-i deyn makamına kā’im etmek içindir
– Kādî ve Ebussu’ûd. Ta’lîk-i mezkûrdan maksad bu olduğundan fukahâ-yı izâm hazerâtı hazar ve seferde ve kâtib
mevcûd olup olmaması hâlinde rehinin cevâzına kā’il oldular. Ancak İmâm Mücâhid ile İmâm Dahhâk hazerâtı âyet-i
kerîmenin zâhirini ahz edip İmâm Mücâhid rehinin yalnız
hâl-i seferde cevâzına ve Dahhâk hazretleri hâl-i seferde yalnız kâtib bulunmadığı zaman cevâzına zâhib oldular – Rûhu’l-Me’ânî. Şâhidin hâline ta’arruz olunmaması, şâhid tevessük ve i’vâz itibariyle kâtib hükmünde olduğu içindir –
Ebussu’ûd. Hemzenin kesriyle “i’vâz” bir şeye ihtiyaç var
iken ele geçmemesidir – Şeyhzâde. İmâm Mâlik hazretlerinden mâ’adâ cumhûr-i fukahâ rahimehümullah hazerâtı rehinin ancak kabz ile tamam olacağını beyân etmişlerdir –
Kādî ve Ebussu’ûd. Rehin fi’l-usûl sâbit ve pâyidâr olmak
ma’nâsınadır. Istılâh-ı şer’de bir malı ondan istîfâsı mümkün
olan bir hak mukābilinde mahsûb ve mevkūf kılmaktır. Ol
mala merhûn denildiği gibi rehin dahi denir – Mecelle. Masdarlar ma’nâ-yı masdariyyetden ismiyete nakl olunduklarından onlar da isimler gibi cemi’lenirler. Rehn lafzı dahi merhûn ma’nâsında isti’mâl edildiği zaman (راء (harfinin kesriyle (رهان ,(râ ve hâ’nın zammeleriyle (رهن ,(râ’nın zammıyla
(رهن (vezninde cemi’lenir ve abd ve abîd gibi râ’nın fethiyle
(رهين (vezninde dahi cemi’lenir. Merhûn ma’nâsınca rehne
Fârisî’de “kirev”, Türkçe’de “tutu” denir. Eğer birbirinize emin olursanız “eğer bazı dâ’in bazı medyûna hüsn-i zannına
1 Bakara, 2/283.
mebnî emniyet edip de rehn almazsa” emniyet olunan kimse emânetini “yani deynini va’desi hulûlünde inkâr ve mümâtale etmeyip” te’diye etsin ve hukūk-ı emânete ri’âyette
rabbi olan Allah’dan ittikā eylesin. Perverdigâr-ı zü’l-celâl
hazretlerinden havf ü hazer edip dâ’inin şu emniyetini sû-i
isti’mâl etmesin. Onun mu’âmele-i cemîlesine hüsn-i mukābele eylesin. Âyet-i kerîmede deyn-i mazmûna emânet ıtlâk
buyrulması dâ’in terk-i irtihân ile medyûna emniyet eylediği
içindir – Kādî ve Ebussu’ûd. Hukuk-ı emânete ri’âyet husûsunda ünvân-ı ulûhiyyet ile sıfat-ı rubûbiyyet bir yere cem’
derece ne bunda ki buyurulmuşdur) وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ) olunarak
te’kîd ve tahzîr bulunduğu hafî değildir – Ebussu’ûd. Bazıları, kitâbet ve işhâd ile rehn hakkında vârid olan evâmir-i
فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُم ) sonra ettikten haml vücûba mütekaddimeyi
mezkûreyi i-evâmir kerîmi i-kavl) بَعْضاً فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ أَمَانَتَهُ
nâsih olduğuna zâhib olmuşsa da neshin vukū’unu iltizâma
ilcâ eder bir delîl olmaksızın onun vukū’unu iltizâm hatâdır.
Evâmir-i mütekaddime âyet-i sâbıkada zikr edildiği vechile
cumhûr-i ulemâ indinde nedb ü istihbâb için olarak irşâd-ı
hıfz-ı mala ve ri’âyet-i ihtiyâta, bu kavl-i kerîm ise ruhsata
mahmûldür. İbn Abbas radiyallahu anhumâ hazretlerinden
mervîdir ki: Âyet-i müdâyenede nesih yokdur demiş – Fahreddîn. Ve şehâdeti ketm etmeyin. “Ey şâhidler şehâdetinizi
ketm etmeyin, zîrâ ketm-i şehâdet tazyî’-i hakka mü’eddî
olur ve şehâdet ihyâ-i hukūk edeceği cihetle mekârim-i ahlâktandır.” Yâhûd ey medyûnlar deyni mütezammın mu’âmelenin cereyân ettiği zaman nefisleriniz üzerine vukū’ bulan ikrârınızı ketm ü inkâr etmeyin demekdir. 2
كُونُوا قَوَّامِينَ )
3 ile şerîfi ı-nazm) بِالْقِسْطِ شُهَدَاء لِلّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ
وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى )
ْمِهِسُنفَأ (âyet-i kerîmesinde Cenâb-ı Hak ikrâra şehâdet ıtlâk
buyurmuş olduğundan bu kavl-i şerîfde de şehâdeti ikrâr
ma’nâsına almak sahihdir. Kādî ve Şeyhzâde ve Ebussu’ûd.
Rûhu’l-Me’ânî sahibi bu ikinci tefsîre i’tirâz ile “selef-i sâlihden me’sûr ve mervî olan zâhirin hilâfıdır” diyor. Kim ki şehâdeti ketm ederse onun kalbi âsimdir, günâhkârdır. Âsim
olan yalnız insanın kalbi olmayıp belki mecmû’u ve bütün
cevârih ve a’zâsı âsim olduğu hâlde (ُهُبْلَقٌ مِآثُ هَّنِإَف (kavl-i kerîminde ism’in kalbe isnâd buyurulması, kitman-ı şehâdet
kalb ile iktisâb olunup bir fi’ili ise a’zâ-yı bedenden vâsıta-i
fi’il ve amel bulunan uzva isnâd etmek daha beliğ olduğu
içindir. Bir de kalb, re’îs-i a’zâ bir mudğa, bir lahm-pâre olup o sâlih olursa cesedin küllîsi sâlih ve fâsid olursa cesedin
küllîsi fâsid olacağı cihetle gûyâ ism ve fücûr kitmân-ı şehâdet edenin nefsinde temekkün etti ve eşref-i mekânına müstevlî olarak sâir zünûbuna fâ’ik oldu denilmiş gibi olduğuna
mebnîdir – Kādî ve Şeyhzâde ve Ebussu’ûd. İbn Abbas radiyallahu te’âlâ anhumâ hazretlerinden mervîdir ki: “Ekber-i
kebâir işrâk-ı billâhdır.” Zîrâ Cenâb-ı Hak [132] müşrik-i
billâh hakkında 4
i-Şehâdet. “buyurdu) فَقَدْ حَرَّمَ اللّهُ عَلَيهِ الْجَنَّةَ)
zûr ile kitmân-ı şehâdet dahi ekber-i kebâirdir.” demiş –
Ebussu’ûd. Mülteka’l-Ebhur ile şerhi Mecma’u’l-Enhur’un
2
Nisa, 4/135.
3
A’raf, 7/172.
4
Mâide, 5/72.
CİLD 1 – ADED 9 - SAYFA 133 SIRÂTIMÜSTAKĪM 125
Kitabü’ş-Şehâdât’ında zikr olunmuşdur ki: “Hudûdda setr-i
şehâdet edâ-i şehâdetten efdaldir.” Yani hudûdu mûcib ef’-
âle şehâdet edilmekle fesâdın zevâline ve hiç olmazsa kılletine hizmet edilmiş olacağına nazaran şâhid ef’âl-i mezkûrede
şehâdetini izhâr ile setr eylemek arasında muhayyer ise de
setri ahsendir. Zîrâ Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem
efendimiz haddi îcâb eden bir husûsda nezd-i nebevîlerinde
şehâdet eden bir kimseye 1
(لك اًخير لكان بثوبك سترته لو (buyurdular ki “Sen onu sevbin ile setr edeydin senin için hayır
olurdu” demektir. Diğer bir hadîs-i şerîfde dahi 2
من ستر على )
bir ki Kim. “olmuştur vârid) مسلم سترالله عليه فى الدنيا والآخرة
müslimin ayıbını setr ederse Cenâb-ı Hak o kimsenin dünya
ve âhirette ayıbını setr eder” demektir. (Şârih-i Mültekā Damad merhûm orada diyor ki (قلبه آثم فانه يكتمها ومن” (Kavl-i
kerîmi hukūk-ı ibâd hakkındadır.” Ve Ebhur’da bu babda
tafsîlât vardır. Mütâla’a olunsun diye tavsiye ediyor.) Allah
sizin ettiğiniz işlediğiniz şeyleri bilir. “Cenâb-ı Zülcelâl sizin
a’mâlinize muttali’dir. Hayır işlerseniz mükâfât ve şer işlerseniz mücâzât eder – Ebussu’ûd. Bu kavl-i kerîmde ketm-i
şehâdet edenlere va’îd ve tahzîr var.” – Hâzin.
Fer’-i Mühim
Âyet-i müdâyene üzerine tefrî’ olunarak Âlem-i İslâm’da
pek mühim bir vazîfe ihdâs olunmuştur ki, o da fî-yevminâhâzâ Mukāvelât Muharrirliği denilen me’mûriyetdir. Vaktiyle
me’muriyet-i mezkûreye hizmet ve bu hizmeti ifâ edene
“adl” ve cem’ine de “udûl” denir idi. Müfred ve cemi’ olarak “Kâtib-i Vesâ’ik” ve “Küttâb-ı Vesâ’ik” dahi ıtlâk olunur.
Bu iki tesmiyenin ikisi de 3
ikincisinde, adle tesmiyede Birinci. olunmuşdur ahz rîfindenşe i-kavl) وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ)
kâtibe nazar edilmiş.
Hizmet-i mezkûre mansıb-ı kazâya tâbi’ idi ve bu hizmetde istihdâm olunacak me’mûrîn, kudât tarafından intihâb ve ta’yîn kılınırlar idi. Bu hizmet gâyetle mühim ve dâire-i vezâ’if ve mu’âmelâtı şimdi bizdeki mukāvelât muharrirlerinin vezâ’if ve muâmelâtından pek vâsi’ olup, ona istihkāk başlıca iki şart ile meşrût idi. Birinci şartı bu hizmete ta’-
yîn kılınacak zâtın esbâb-ı ta’n u cerhden sâlim ve adl ü salâh ile mevsûf olması idi. Bu şart onun mu’âmelâtı mevsûk
ve mu’teber olup medâr-ı hükm olabilsin için idi. İkinci şartı
fenn-i sakkda mümârese ve mahâreti bulunmak idi. Bu da
zabt-ı vakāi’ ve tahrîr-i vesâ’ikde resm-i sakk üzere sebk-i
terkîbe ve ukūd ü füsûhda vesâir muâmelât ve hukūkda
meşrût olan kuyûd-ı fıkhiyyeyi gözetmeye muktedir bulunsun için idi.
İşte “udûl” ıtlâk olunan me’mûrîn adl ü salâh ile ma’rûf
ve mu’âmelât-ı nâsın sıhhat ve fesâdına müte’allik ahkām-ı
şer’iyyeye âşinâ olmakla beraber zabt-ı vekāi’ ve tahrîr-i
vesâ’ikde meleke ve rüsûh ashâbından bulunmak lâzım olduğundan hizmet-i adâlete sû-i hâl ile müştehir olmayan ve
1 Suyûtî, Câmi’u’s-Sağîr 13950. 2 Müslim, Sahîh, Kitâbü’l-Birr 21. 3 Bakara, 2/281.
ilm ü ameli câmi’ yani hem tahsîl görmüş hem bilfi’il iş içinde bulunmuş olan zevât nasb ü ta’yîn kılınır idi.
Bazı diyârda çarşılarda udûle mahsûs dükkânlar, odalar
var idi. Ashâb-ı mesâlih oralara mürâcaatla bey’ ü şirâ ve
ikrâr-ı hukūk vesâir mu’âmelât ve mu’âvezâtı udûle takrîr edip onlar da vech-i şer’î üzere zabt u tahrîr ile cerîdelerine
kayd ederler idi.
Hizmet-i adâlet ne demek olduğuna bir ilm-i icmâlî hâsıl
edebilmek için Mu’înü’l-Hükkâm’ı dinleyelim. Bakın Mu’înü’l-Hükkâm ne diyor: Bu hizmette istihdâm olunacak me’-
mûrda evsâf-ı âtiyye bulunmalıdır. Kitâbet ve inşâsı güzel,
lahn ü hatâsı kalîl, umûr-ı şer’iyyeye vukūf ile beraber lüzûmu derece hesâba ve kısmet-i şer’iyyeye âşinâ, sıfat-ı emânet ile mütehallî, turuk-ı diyânet ve adâlete sâlik, silk-i fudalâya dâhil, ecille-i ulemânın menhec ve sîretleri üzere hareket eder olmalıdır. Bu bir şerefli san’at-ı celîledir ki nâsın
kavânîn-i şer’iyye üzere zabt-ı umûrunu ve müslimînin hıfz-ı
dimâ’ ve emvâliyle esrâr-ı ahvâllerine vukūfu ve hükümdârân ile mücâlese ve musâhabeyi ve onların umûruna ıttılâ’ı
ihtivâ eder. Bu şerefe neyl, ancak bu san’at ile olabilir.
Bazıları dedi ki; kitâbet-i vesâ’ika, ulemâ-i udûldan başka hiç bir ferd cür’et-yâb-ı kıyâm olmamalı, beyne’n-nâs
senedât ve mukāvelâtı tahrîr-i vesâ’ik usûlünü bilir ve
hadd-i zâtında adl olup yazdığına emniyet olunur kimselerden mâ’adâ yazmamalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hak ( بُتْكَيْلَو
ve muktedir kitâbete ı-Vücûh. buyurmuştur) بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ
usûl-i sakka âşinâ olmayanların bu hizmete nasb ve ta’yîn
olunmalarına müsâ’ade edilmemelidir. Çünkü bu kabîl âdemler hizmet-i mezkûreye ta’yin olunursa halkın bir çok
mu’âmelâtını ifsâd ederler. Vücûh-ı kitâbete âşinâ olup
fakat din ve akīdesince müttehem bulunanlar da bu işe takrîb edilmemelidir. Çünkü vâkı’â müvessik tahrîr ettiği senede ismini şâhid olarak vaz’ etmeyecekse de mübâlât-ı dîniyyesi olmayan kimse halka envâ’-ı şurûr ve mefâsid ta’lîm
eyler ve meselâ şâhid dinletmesi kendilerine düşmek için
şekl-i da’vâyı değiştirmelerini onlara telkīn eder. Zamanımızda pek çok oluyor ki, halk mu’âmelât-ı ribâ’iyye, şirket-i
fâside, enkiha-i mefsûha vesâire gibi cevâz-ı şer’î bulunmayan vekāi’ hakkında istiftâya geliyorlar. Ehl-i diyânet bu gibi
mefâsidden kendilerini men’ edince kalkıp o makūle kesânın yanına gidiyorlar. Onlar da o vekāi’in elfâzını tahrîf edip
fesâd-ı sarîhi müştemil iken zâhiri cevâz olan ibâreler ile telvîn ediyorlar.
Yine Mu’înü’l-Hükkâm, ulemâ-i Şâfi’iyye’den Ahmed
bin Musa el-Huyî el-Dımeşkī nâm zâtın el-Âlî er-Rütbeti fi
Ahkâmi’l-Hısbe’sinden naklen “Müvessik bir vesîkayı yazacağı vakit ba’de’l-besmele mukırrın zikriyle ibtidâ edip mukırr ma’rûf değilse evvelâ onun ismini ve babasının ismini,
ceddini, lakābını zikr eder, ba’dehû kabîlesini, san’atını, ikāmetgâhını, eşkâlini zikr eder. Eğer ma’rûf [133] ise şu vesîkanın şâhidleri mukırrı bilirler ve onu tahkīk etmişlerdir diye
beyân eder. Mukırrun-lehin ismini dahi bu sûretle kayd ve
tahrîr eyler. Müte’ākıben vesîkaya günüyle, ayıyla, senesiyle
târih atar. Vesîkayı yazıp bitirdikten sonra onu baştan aşağı
süzer ve muhteviyâtını “âkidîn ile şâhidler muvâcehesinde
anlaşılacak vech ile tane tane cehren okur” diyor. Ve aka-
126 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 9 - SAYFA 134
binde şu şerâ’iti de zikr ediyor: “seb’a” ile “tis’a” kelimelerini biri birinden fark olunur sûrette yazmalı ve eğer senedde
“mi’e dirhem” terkîbi bulunursa mâba’dine “vâhide” kaydını ilâve etmekle beraber def’-i iştibâh için nısfını da zikr etmelidir. Yani “bir kere yüz akçe ki yarısı elli akçe eder” diye
yazmalıdır. Kezâlik “elf dirhem” terkibi bulunursa “vâhide”
ile te’kîd edilmekle beraber def’an li’l-iştibâh nısfı da zikr olunmalıdır. Eğer yazılacak akçe “hamse âlâf” ise “hamse”
kelimesi tashih olunup da “hamsîne elfen” yapılamamak için bir harf-i ta’rif ilâvesiyle “el-âlâf” yazılmalıdır. Tahrîr kılınacak meblağın nısfını zikr etmek o meblağı tezyîd edebilmenin önünü alabilmek içindir: “Hamse aşar” gibi ki nısfı
zikr olunmasa hurûf ilâvesiyle kemiyeti tezyîd kılınarak
“hamsetü ve işrîn” olabilir. “Seb’în” dahi böyledir ki nısfı
zikr edilmese tahrîf ile “tis’în” olur. Eğer kâtib-i vesâ’ik yazılacak meblağın nısfını zikr etmeyecek olursa şuhûd şehâdetlerinde meblağ-ı meşhûdunu zikr ü tasrîh etmeli derler ki
vesîkaya şâyed bir tağyîr ve tebdîl târî olacak olursa şekk ü
şüphede kalmasınlar.
Senedde bir tashih veya bir çıkıntı vâki’ olsa ona ve
senedin neresinde olduğuna kâtib-i vesâ’ik tenbîh edecektir.
Ve senedin ahkāmını tamamen veya kısmen ifsâd eder şeyler ilâve olunamamak için her satırını nihâyetine kadar yazıp evâhir-i sutûrda boş yer bırakmayacakdır. Meselâ bir satırın âhirinde “Ve ce’ale’n-nazar fi’l-vakfi’l-mezkûr” cümlesi
ve onu vely eden satırın başında “li-Zeyd” kaydı vâki’ olduğu halde evvelki satırın sonunda “li-nefsihî sümme” kelimelerini ilâve edecek kadar boşluk olup da bu kelimeler ilâve edilse ibâre “ve ce’ale’n-nazar fi’l-vakfi’l-mezkûr li-nefsihî
sümme li-Zeyd” hâline gireceği ve şu hâlde ma’nâ-yı cümle:
Vâkıf vakf-ı mezkûrun nezaretini Zeyd’e şart eyledi demek
iken, zikr olunan ilâve ile ma’nâsı: Vâkıf vakf-ı mezkûrun
nezaretini evvela kendisine ba’dehû Zeyd’e şart eyledi sûretine münkalib olacağı cihetle bunu tecvîz etmeyenlere göre vakıf bâtıl olur. Bu fesâd ise yed-i tahrîfin telâ’ubüne
meydan bırakan boşluktan neş’et etmiş olduğundan satırı
nihâyetine kadar ikmâl edecektir. Satırların evâhiri boş bırakılacak olursa daha bunun gibi nice mefâsid zuhûra gelebilir. Şâyed bir satırın âhirinde boşluk kalıp da yazılacak
kelime uzunluğundan ve kesret-i hurûfundan nâşî oraya sığmayacak olursa müvessik ya üzerinde durduğu kelimeyi
tekrar eder, yâhûd “sah” ya uzun “sad” çekerek yâhûd açık
bir dâire çizerek, yâhûd bunlara mümâsil bir şey yaparak o
boşluğu hükm-i vesîkaya muhâlif bir şey yazmak mümkün
olmaz sûrette kapatmalıdır. Eğer vesîkanın son satırında
boşluk kalırsa oraya ya zikr-i samedânîye mütedâir bir cümle yazar veyâhûd vesîkaya hattını vaz’ edecek olan ilk şâhide o boşluğa yazmasını emr eder. Vesîkaya bir kâğıd yetişmeyip de başka kâğıd eklemek îcâb ederse eklenen varakanın ek mahalli üzerine kâtibü’l-vesâ’ik memuriyetine mahsûs alâmetini (resmî mührünü) basar ve kaç aded kâğıd eklenmiş ise vesîkanın âhirinde onun adedini yazar. Bazıları
Kitâbü Hükmî’de (Yani Kitâbü’l-Kādî ile’l-Kādî’de) olduğu
gibi vesîkanın aded satırını dahi tahrîr ediyor. Eğer vesîkanın müte’addid nüshaları var ise bunu ve kaç nüsha olduğunu ve nüshaların biri birine mutâbık bulunduğunu zikr
eder.
İşte buraya kadar serd eylediğimiz ekāvîl ve nükūlden
celiyyen nümâyân oluyor ki mukāvelât muharrirliği me’mûriyeti âlem-i İslâmiyette mine’l-kadîm mevcûd bir me’muriyet olup garbın “noter”leri gibi pek şerefli ve dâire-i vezâ’ifi pek geniş idi. Bunun da asıl ve me’hazi Kitâbullah’dan
âyet-i müdâyenedir. Şimdi biz selef-i sâlihin isr-i mu’allâsına
iktifâ ile bu hizmete eski ehemmiyet ve revnakını iâde edelim. Umûr-ı adliye ile iştigâl edenlere cümleten malûmdur ki
esnâ-yı mürâfa’âtda ibrâz olunan senedât-ı âdiyye hakkında
pek çok ihtilâflar zuhûr eder. Bu gibi senedât pek çok münâkaşa ve keşmekeşlere mevzû’ olur. Kâh mührü veya imzâsı inkâr olunur, kâh mühür benim ama ben basmadım
gibi sözler cereyân eder. İstiktâblar, tedkîk-i hat ve hâtimlar,
sâir gûnâ muâmelât ve tedkīkāt icrâ olunur. Ehl-i hıbre arasında dâima ittifâk hâsıl olmaz, yapılan tedkikāttan her vakit
bir netice-i müfîdeye dest-res olunamaz, iş uzar, muhâkeme
sürüncümede kalır, mesârif hadd-i ma’rûfunu aşar, taşar.
Buraları te’emmül edilecek olursa hep senedât ve mukāvelâtı, mukāvelât muharrirlerine tahrîr ve tasdîk ettirmek bi’lvücûh hayır ve selâmettir. Fakat mukāvelât muharrirleri
şimdiki gibi yalnız devâ’ir-i adliyeye maksûr değil, selef-i sâlihîn zamanlarında olduğu gibi dâd ü sitedlerin mu’âmelât
ve mukāvelâtın kesretle cereyân eylediği her yerde ve ale’lhusus çarşılarda onların merkez-i iştigâlleri bulunmalı ve alınacak harçlar cüz’î olmalıdır. Hülâsa tevsîk-i senedât ve
mukāvelât mevki’an ve nakden külfetten vâreste bulunmalıdır. Düşünülürse bunun tesrî’-i muhâkemâta, dolayısıyla
intizâm-ı mehâkime hayliden hayli yardımı olacağı teslîm
edilir. İcrâ-yı adâlet yanında tenzîl-i harcdan husûlü farz olunan noksan â’idât mülâhazasının hiç hükmü yokdur. Ve
harcın tenzîli hâlinde posta ve telgraflarda görüldüğü üzere
mukāvelât muharrirlerine mürâca’at tekessür edip bununla
ma’a-ziyâde telâfî-i mâfât edileceğinden o mülâhaza-i mefrûza bu cihet ile de şâyân-ı iltifât değildir. Vallahu’l-muvaffık.
Bereketzâde İsmâil Hakkı
[134] SAFAHÂT-I HAYÂTTAN
MEYHÂNE
Hurûşan bâd-ı süfliyyet derûnundan, kenârından;
Girîzan rûh-i ulviyyet harîminden, civârından.
Çıkar bin nâle-i nevmîd hâk-i ra’şe-dârından,
İner bin zulmet-i makber fezâ-yı şeb-nisârından.
Gelir feryâdlar ebkem duran her seng-i zârından:
Yıkılmış hânümanlar sanki çıkmış da mezârından,
Dehân-ı hasret açmış rahnedâr olmuş cidârından!
Çöker bir dûd-i mâtem titreyen kandîl-i târından:
Sönüp gitmiş ocaklar yükselir gûyâ gubârından!
Giren bir kerre nâdimdir hayât-ı müsteârından;
Çıkan âvâredir artık cihânın kâr ü bârından.
Dökülmüş âb-rûlar bâde-i pesmande hâlinde...
Emel bir münkesir peymânedir saff-ı ni’âlinde!
Boğulmuş rûh-i insânî şarâbın mevc-i âlinde.
CİLD 1 – ADED 9 - SAYFA 135 SIRÂTIMÜSTAKĪM 127
Nümâyan mel’anet sâkîsinin çirkin cemâlinde!
Ne mâzî var, ne âtî, bak şu ayyâşın hayâlinde...
Tutup bir zehr-i âteşnâk dest-i bî-mecâlinde,
Zevâl-i ömrü bekler hem şebâbın tâ kemâlinde!
Merâret intıbâ’ etmiş cebîn-i infiâlinde...
Derin bir iltivânın sîne-i zerd-i melâlinde
Odur ancak hüveydâ ser-nüvişt-i bî-meâlinde,
Müebbed bir de nisyân nazra-i sengîn-i lâlinde.
* * *
Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim;
Sonunda bir yere saptım ki, önce bilmezdim.
Bitince bir sıra ev, sonra bir de vîrâne,
Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhâne:
Basık tavanlı, karanlık, sefîl bir dükkân;
İçinde bir masa, yâhud civar tabutluktan
Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir!
Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir.
Sakat, bacaksız on onbeş hasırlı iskemle,
Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle
Beş on kadeh, iki üç testi... Sonra tezgâhlık
Eden yan üstüne devrilme bir kırık sandık.
Sönük sönük yanıyor rafta isli bir lâmba...
Önünde bir küme: Fes, takke, hırka, salta, aba
Kımıldanıp duruyorlar. Vakit vakit sesler
Bu isli zulmete vermekte vahşet-i dîger:
– Kuzum Dimitri, bu akşam biraz ziyâdece ver...
– Ziyâde, anladık amma ya içtiğin şişeler?
– Çizersin...
– Öyle mi? Lâkin silinmiyor çetele!
Bakın tavan tebeşirden görünmez oldu...
– Hele!
– Bizim peşin paramız... Almadın mı dün guruşu?
– Ayol, tükendi mezen... Bari koy biraz turşu.
Arattı kendini ustan... Dinince dinlensin!
– Hasan be! Sen de nasıl nazlı nazlı söylersin?
Nedir o türkü... Aman başka yok mu? Hah, şöyle!
– Ömer, ne nazlanıyorsun? Biraz da sen söyle.
– Nevâzil olmuşum Ahmed, bırak, sesim yok hiç...
– Sesin mi yok? Açılır şimdi: Bir imam suyu iç!
– Yarın ne iştesin Osman?
– Ne işteyim... Burada!
– Dimitri çorbacı, doldur! Ne durmuşun orada?
– O kim gelen?
– Baba Ârif.
– Sakallı, gel bakalım...
Yanaş.
– Selâmün aleyküm.
– Otur biraz çakalım...
– Dimitri, hey, parasız geldi sanma, işte para!
– Ey anladık a kuzum...
– Sar be yoldaşım cıgara...
– Aman bizim Baba Ârif susuz musuz içiyor!
– Onun bi dalgası olmak gerek: Tünel geçiyor.
– Moruk, kaçıncı kadeh? Şimdicek sızarsın ha!
– Sızarsa mis gibi yer, yatmamış adam değil a.
* * *
Yavaş yavaş kafalar, kelleler kızışmıştı,
Ağız, burun, hele sesler bütün karışmıştı;
Dikildi ağzına, baktım, açık duran kapının,
Fener elinde bir âdem yanında bir de kadın.
Beş on dakika süren bir düşünceden sonra,
Kadın da girdi o zulmet-serâ-yı menfûra.
[135] Gözünde ebr-i te’essür, yüzünde hûn-i hicâb,
Vücûdu ra’şe-i ye’s ü fütûr içinde harâb,
Teveccüh eyleyerek sonradan gelen Baba’ya:
– Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya!
Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık...
Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık!
Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sâde;
Sakın düşünme çocuklar aceb ne yer evde?
Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa;
Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksa!
Zavallı ben... Çamaşır, tahta, her gün uğraş da,
Sonunda bir paralar yok, el elde baş başta!
O tahtalar, çamaşırlar da geçti: Yok hâlim...
Ayakta sallanışım zorladır Hudâ âlim!
Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın;
O yavrucakları çıplak, sefîl alıştırdın;
Bilir mahalleli kim aldığın zamanda beni,
Çeyiz çimenle donatmıştı beybabam evini.
Ne oldu şimdi o eşya? Satıp kumarda yedin.
Evet, kumarda yedin, hem de Karşılar’da yedin!
Kızın yetişti, alan yok, nasıl olur ki? Soran
«Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgeç aman!»
Diyen kadınlara; «Pek doğru, pek» deyip gidiyor.
Bu söz zavallıyı bilsen ne türlü incitiyor!
Benim güzel meleğim, hiç de tâli’in yokmuş:
Anan benim gibi sersem; babansa bir sarhoş!
Necip de minderi koltukta geldi mektepten...
Demiş ki kalfa: «Sekiz aydır almadım hele ben
Ne haftalık, ne de aylık... Senin baban olacak
Kumarcı, oğlu için az yesin de tutsun uşak!»
Koğuldum anne! deyip ağlıyor zavallı çocuk...
Ne yapsın annesi? Dünyâda bir güvendiği yok!
O bâri bir adam olsun da kalmasın câhil,
Demiştim olmadı... Lâkin kabâhat onda değil:
O her sabah okuyordu gürül gürül cüzünü;
Ayırmıyordu kitaptan ne olsa hiç gözünü.
Üç akşam oldu ki yoksun. Necip: Babam nerde!
Ben isterim onu mutlak, demez mi? Bak derde!
Sular karardı; bu sâ’atte hiç gezer mi kadın?
O, sarhoşun biri; tut kim sokak sokak aradın...
Nasıl bulursun a yavrum? Yarın gelir belki,
Dedim. Fakat çocuğun durmuyordu. Baktım ki
Avutmanın yolu yok; komşunun Hüseyn Ağ’yı
Alıp dolaşmadayım yatsı vakti dünyâyı.
Anam benim gibi evlâd doğurmaz olsaydı,
128 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 9 - SAYFA 136
Bu hâli görmeden evvel gözüm yumulsaydı!
Herif, şu hâlime bak, merhametli ol azıcık...
Bırak o zıkkımı, içtiklerin yeter artık.
Efendiler, ağalar, siz de bir nasîhat edin,
Sizin de belki var evlâdınız...
– Hasan, ne dedin?
– Bırak, köpoğlu kadın amma çalçeneymiş ha!
– Benimki çok daha fazlaydı.
– Etme!
– Elbet ya!
Onun için boşadım. Sen işitmedin mi Halim?
– Kadın lâkırdısı girmez kulağma zâti benim.
Senin kadın dediğin âdetâ pabuç gibidir:
Biraz vakit taşınır, sonradan değiştirilir.
Kadın bu sözleri duymaz, tazallüm eylerdi;
Herif mezar taşı tavrıyle sâde dinlerdi.
Açıldı ağzı nihâyet, açılmaz olsa idi!
Taşıp döküldü, içinden şu lâ’net-i ebedî:
– Cehennnem ol seni hınzır orospu, git: Boşsun!
– Ben anladım işi: Sen komşu, iyce sarhoşsun!
Ayıltınız şunu yâhu!
– İlişmeyin!
– Bırakın!
Herif ayıldı mı, bilmem, düşüp bayıldı kadın!
Mehmed Âkif
İ’CÂZ-I KUR’ÂN
Mesrûdât-ı sâbıka ve ma’rûzât-ı icmâliyyemize ilâveten
mebâhis-i âtiyyeyi ityân etmeyi dahi akdem-i vezâ’ifden addeyledik:
Mebhas-ı Evvel: Resûl-i Ekrem sallallâhu te’âlâ aleyhi ve
sellem efendimiz hazretleri bundan bin üç yüz bu kadar sene evvel ulûm ve ma’ârifden bi’l-külliye denilecek derecede
mahrûm olan ve hattâ “kavm-i ümmî” nâmını [136] almış
bulunan bir ahâli içinde zuhûr etmiş ve hiç bir ferd-i âferîde
tarafından ta’lîm ve terbiye dahi görmemiş olduğu hâlde
kendisine nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm o zamanlarda dünyada
mevcûd olan ulûm-ı mütenevvi’a ve ma’lûmât-ı beşeriyyenin kâffesini câmi’ olduğu gibi o asırlarda hiç kimsenin hâtır
ve hayâline gelmemiş olan nice ma’ârif-i kevniyye ve hakāyik-ı fenniyyeyi dahi hâvî ve bu ise onun münzelün min indillah bir kitab-ı havârık-nisâb olduğuna pek büyük bir burhân-ı kātı’dır.
Ezcümle küre-i arzın sâkin olmayıp belki ale’d-devâm
seyr ü deverân eylediği, şemsin de kendi mihver ve mahall-i
karârında cereyân etmekte olduğu keşfiyât-ı ahîre cümlesinden iken Kur’ân-ı Kerîm “takdîr-i azîz ve alîm ile şems kendi
mihver ve mahall-i karârında cereyân etmektedir” me’âlindeki 1
bu Sen “ve) وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ)
1
Yâsin, 36/38.
dağları sâkin görüyorsun halbuki onlar bulutlar gibi mürûr
ve ubûr eylemektedir” me’âlindeki 2
وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً )
üç bin bundan hakīkati şu celîlesiyle i-âyet) وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَاب
yüz bu kadar sene evvel izhâr ve i’lân eylemiş ve bu sûretle
de sıdk-ı nübüvvet-i Muhammediyye’ye şehâdet etmiştir.
Kezâlik “kevn ü fesâd” kānûnu felâsife-i kadîmenin
zu’m ettikleri gibi felek ve kamerin cevfinde bulunan unsûriyât âlemine mahsûs değil belki o kānûnun hükmü arziyye
olsun, felekiyye olsun bilcümle ecsâmda cârî olup bu âlem-i
his ve maddîde her şeyin tebeddül ve tegayyüre ma’rûz olduğu ve binâ’en-aleyh hiç bir cismin kendi sûret-i mahsûsasını ebedî olarak muhâfaza edemeyeceği muhakkakāt-ı
umûr sırasına girdiği muhteri’ât-ı cedîde ve keşfiyât-ı ahîre
cümlesinden bulunduğu halde Kur’ân-ı Kerîm bu esrâr-ı
kevniyye ve dekāyik-ı tabî’iyyeyi dahi “Zât-ı Bârî’den başka
her şey rûz-ı kıyâmette bilcümle ecsâm-ı arziyye ve ecrâm-ı
ulviyyeden başka sûretlere tebdîl edilecek ve işte o zaman
insanlar vâhid-i kahhârın satvet ve azametini aynen müşâhede eyleyeceklerdir.” müfâdında bulunan 3
يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ )
ihbâr ile celîlesi i-âyet) غَيْرَ الأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُوا لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
etmiş ve “tebeddül” lâfzıyla yine keşfiyât-ı ahîreden ma’dûd
olan “Bu âlemde hiç bir şey bilkülliyye mahv olamaz” kā’ide-i hikemiyyesine işâret eylemişdir.
Kezâlik ekser ecsâm-ı semâviyyenin küre-i arzımız gibi
meskûn olduğuna ve onlarda dahi insanlar, hayvanlar bulunduğuna dâir husûle gelen nazariyeler dahi keşfiyât-ı ahîre cümlesinden olduğu halde Kur’ân-ı Kerîm “Cenâb-ı
Hakk’ın ecrâm-ı ulviyye ve süfliyyeyi şu tarz-ı bedî’ üzere
halk edişi ve her ikisinde de envâ’-ı hayvânâtı neşr eyleyişi
kendisinin mevcûdiyetine, vahdâniyetine delâlet eden berâhîn-ı kātı’a cümlesindendir.” me’âlindeki 4
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ )
dahi acîbi ı-sırr şu gâyetiyle-hikmet i-âyet) السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ...
bundan bin üç yüz sene evvel ihbâr ve i’lân etmiş ve bu
ihbâr-ı mu’cizkârânesiyle de o nebî-yi ümmînin sıdk-ı nübüvvet ve risâletinde asla şek ve şüphe bırakmamışdır.
Kezâ nebâtâtda dahi keyfiyet-i izdivâc bulunduğu keşfiyât-ı ahîre cümlesinden iken Kur’ân-ı Kerîm bu keyfiyet-i
acîbeye dahi bundan bin üç yüz şu kadar sene evvel 5
سُبْحَانَ )
gibi) الَّذِي خَلَقَ اْلأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنبِتُ اْلأَرْضُ وَمِنْ أَنفُسِهِمْ وَمِمَّا لاَ يَعْلَمُونَ
bir çok âyât-ı beyyinât ile işâret eylemişdir.
İşte Kur’ân-ı Kerîm bunlar gibi daha nice hakāyik-ı fenniyye ve esrâr-ı kevniyyeyi mutazammın bulunmuş ve bu
cihetle fünûn-ı maddiyye-i sahîha ve ulûm-ı beşeriyye-i hakīkiyyeye muhâlefet şöyle dursun belki mu’âvenet bile eylemiş iken garibdir ki bizler Kur’ân-ı Kerîm’in bu gibi âyât-ı
beyyinâtını fünûn-ı hâzıraya tevfîkan ve bu sûretle erbâb-ı
fünûndan olan ve zihinleri bir takım teşvîşât ile mâlî bulunan evlâd-ı vatanımızı şerî’at-i garrâ-yı Ahmediyye ahkāmını seve seve kabûle sevk ve teşvîke sarf-ı himmet etmiyoruz.
Bil’akis onların nazarlarında kesb-i kat’iyyet etmiş olan fü-
2 Neml, 27/88.
3 İbrahim, 15/48. 4 Şûrâ, 42/29. 5 Yâsin, 36/36.
CİLD 1 – ADED 9 - SAYFA 137 SIRÂTIMÜSTAKĪM 129
nûn-ı hâzırayı redde çalışıyoruz ki bunun tevlîd etmekde
olduğu mazarratın derecesini artık kâri’în-i kirâm ta’yîn etsinler.
Kur’ân-ı Kerîm fünûn-ı Yunâniyye’nin ekser mesâ’iline
taban tabana zıd olduğu hâlde fünûn-ı mezkûre Arabca’ya
bi’t-tercüme beyne’l-İslâm intişâr ettiği zaman bazıları ulûm-ı mezkûrenin her mes’elesine hakīkat nazarıyla bakarak
ahkām-ı ahbâr-ı Kur’âniyye’den tebâ’ud etmeye başlayınca
bu hâl-i esef-iştimâli gören eslâf-ı kirâm hazerâtı mücerred
hem-cinslerinin akā’idini zeyğ ü dalâlden muhâfaza pek zâhir olan mesâ’ilini redde ve mütebâkīsine muhâlif görülen
âyetleri de te’vîle ve ikisi arasını tevfîka bezl-i himmet ve
sarf-ı gayret etmişler ve işte bu sûretle âlem-i İslâmiyete pek
büyük hizmetler eylemişlerdir. Hâlbuki fünûn-ı hâzıra ile âyât-ı Kur’âniyye arasında hemen hiç de mübâyenet olmayıp
bi’l-akis beynlerinde muvâfakat-ı kāmile bulunduğu cihetle
ikisi beynini tevfîk hususunda aslâ külfet yok iken bizim
bundan iğmâz-ı ayn edişimize, hâlâ tahayyülât-ı sırfadan
ibâret olan ulûm-ı Yunâniye’yi bi’l-iltizâm âyât-ı Kur’âniyye
ile beynlerini te’lîf ve tevfîka çalışmamıza ne ma’nâ vereceğimizi bilmiyoruz.
Mebhas-i Sânî: Her umûr ve husûsda icrâ-yı adâlet, hukūk-ı ebeveyne ri’âyet, evlâda şefkat, akrabâya merhamet,
hem-cinsine mu’âvenet gibi şeyler sa’âdet-i beşeriyye ve
medeniyet-i sahîhanın üssü’l-esâsı olup bunlar ise bir Hâlik-ı müte’âl ve bir Kādir-i lâ-yezâlin mevcûdiyetine inanmaya ve bir mahkeme-i kübrânın hakīkiyetine kāni’ olmaya
mütevakkıf iken kütüb-i semâviyye-i sâire bu iki matlab-ı
a’lânın hiç birisini ukūl-i kâmilenin kabûl edebileceği bir sûrette ityân ve isbât etmemiş ve belki bunları o zamanki insanların derece-i liyâkat ve mertebe-i dirâyetlerine göre zikr
ü beyân eylemişdir. Hele kütüb-i Tevrâtiyye’de âhiret bahsi
olmayıp mutî’ler ni’am-i dünyeviyye ile tebşîr, âsîler de âfât-ı kevniyye ve mesâ’ib-i dehriyye ile tenzîr olunmuş, zâtullah ve sıfâtullaha dâir âyetler ise hep hakk-ı Bârî’de muhâl olan bir takım evsâf-ı nakīsayı müş’îr ve müfîd bulunan
bir çok nüsûs-ı müteşâbiheden ibâret bulunmuşdur.
Kütüb-i İncîliyye’ye gelince fi’l-vâki’ bunlarda umûr-ı âhiret mücmelen beyân olunmuş ise de zâtullah ve sıfâtullaha dâir âyetler kütüb-i Tevrâtiyye’de olduğu gibi hemen
ale’l-umûm müteşâbih olup hiç birisi Cenâb-ı Hakk’ın zâtını, sıfâtını lâyıkıyla beyân ve ta’rîf etmemişdir.
[137] Halbuki Kur’ân-ı Kerîm gerek ulûhiyeti ve gerek
umûr-ı âhireti her akl-ı selîmin kabûl edeceği bir üslûb-ı âlî
ve bir tarz-ı bedî’ada mükemmel ve mufassal beyân etmiş;
hattâ bu iki matlaba dâir şeref-nüzûl eden âyât-ı beyyinât
koca bir ilm-i kelâma bile me’haz olmuş ve ilm-i mezkûrun
berâhîni dahi o âyetler ile te’yîd edilmişdir. Kur’ân-ı Kerîm’in me’haziyeti yalnız ilm-i kelâma da münhasır kalmamışdır. Tasavvuf, ahlâk, usûl, fıkıh, sarf, nahiv, lügat sâir ulûm ve fünûn-ı İslâmiyye’nin kâffesi Kur’ân’dan ahz ü iktibâs edilmişdir. Hatta Kur’ân’da ilm-i tıb dahi mevcûddur.
Bu bâbda bir fıkra-i meşhûre vardır ki ber vech-i âtî zikr olunur.
Etibbâ-i nasârâdan birisi ecille-i İslâmiyye’den bir zâta;
“İlim iki nevi’ olup birisi ilm-i edyân diğeri de ilm-i ebdândır. Halbuki sizin kitabınızda ilm-i edyân mükemmelen
mevcûd ise de ilm-i ebdâna dâir bir şey yoktur.” demesi üzerine, âlim-i müslim; “Bizim kitabımızda Cenâb-ı Hak ilm-i
tıbbı bir âyetin nısfıyla beyân buyurmuşdur.” cevâbını verir.
Tabîb-i nasrânî o nısf-ı âyetin beyân olunmasını âlim-i müslimden taleb eder. O da “Size helâl ve nâfi’ olan ta’âmları
yiyiniz, tâhir ve temiz olan suları dahi içiniz. Fakat bu bâbda
isrâf etmeyiniz ki Allah müsrifleri sevmez.” me’âlindeki nısf-ı
âyeti kırâ’et eder. Bunun üzerine tabîb-i nasrânî Hazret-i
Resûl-i Ekrem tarafından dahi bu bâbda bir hadîs-i şerîf
vürûd edip etmediğini su’âl eyler. Âlim-i müslim de bu su’-
âle cevâb olarak “Mi’de her hastalığın me’vâ ve menşe’i,
himye de her devânın yegâne re’îsidir. Ve bedene alışdırdığın her gıdâ ve esbâb-ı bekāyı vermelidir.” me’âlinde olan
(الخ الداء بيت المعدة (hadîs-i şerîfini ityân edince tabîb-i nasrânî
“El-hak nebîniz ve kitâbınız hıfzu’s-sıhha ve izâle-i marazın
başı olan şeyleri beyân edip Calinos’a aslâ ihtiyâc bırakmamışdır.” kelâm-ı münsıfânesiyle mukābelede bulunur. Fi’lvâkı’ Kur’ân-ı Kerîm’de beden-i insana nâfi’ ve muzır olan
şeylerin cümlesi mükemmelen beyân olunduktan sonra
nısf-ı âyette de et’ime-i nâfi’ayı eklimize ve eşribe-i tâhireyi
şürbumuza alâ-tarîki’l-ibâha fermân sudûr etmiş ve hakku’linsâf hıfzu’s-sıhha dahi bundan ibâret bulunmuş olduğundan Kur’ân-ı Kerîm’in ulûm-ı sâire gibi ilm-i tıbbı da câmi’
olduğu ve binâ’en-aleyh Calinos’a değil hiç bir tabîbe hâcet
bırakmadığı şüphesizdir.
Habuki eğer bizim kitabımız Kur’ân-ı Kerîm olmayıp da
meselâ İncil ve Tevrat gibi bir kitab olsa idi zikr olunan ulûmun hiç birisi İslâm’da bulunmayacak idi. İşte bu da o kitab-ı mübînin sıdk-ı risâlet-i Ahmediyye’ye delâlet eden
mu’cizât-ı bâhire cümlesinden olduğunu isbât etmektedir.
Mûsâ Kâzım
AKĪDE-İ EHL-İ SÜNNET’İN
MÜCMELEN BEYÂNI
–mâba’d–
Yine tekrâr ederiz ki hakīkat dâima hakīkatdir. Hakīkat
ma’şûka-i vicdân-ı insâniyyetdir. Onun diyâr ve mekân-ı
mahsûsu olmaz. Onun cây-gâh-ı istikrârı kulûb-ı benî âdemdir. İşte bundan dolayıdır ki dîn-i İslâm herhangi kavmin arasına girdi ise orada kökleşip kaldı. Kendine muhâlif
olan âdât ve merâsim-i kadîmeyi yıkıp mahvetti. Nûr-ı imân
hakīkati herhangi kalbde işrâk etti ise o kalbi edyân-ı sâirenin tasallutundan vikāye etti. Dîn-i celîl-i Muhammedî kendini kabûl ettirmek için câh ve mala, başka bir din ve mezhebde olan bir kimseyi iknâ’ için hîle-i tehdîd ve ıtmâ’a
muhtâc değildir. İslâmiyeti neşr için misyoner cem’iyyât-i
ruhbâniyyesinin ihtiyâr eyledikleri fedâkârlıkların hiç birine
tevessül edilmemişdir. Bununla beraber bu cem’iyyât-ı ruhbâniyyenin bunca emvâl ve nükūd sarfıyla, bunca mezâhim
ve mehâlik iktihâmıyla bir gayret-i mezbûhâne semeresi olarak arasıra başka bir mezhebdeki birkaç hıristiyanı kendi
mezheblerine çevirmelerine, yâhûd birkaç putpereste kendi
dinlerini kabûl ettirmelerine mukābil nüfûs-ı İslâmiyyenin
130 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 9 - SAYFA 138
adedi Hind’de, Çin’de ve bâ-husûs Afrika’da kendiliğinden
kabîle kabîle, cemâ’at cemâ’at çoğalmaktadır. 1
كَتَبَ اللَّهُ )
(َلأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ
Bi’set-i celîle-i Muhammediyye bütün âlemîn üzerine
ikāme olunmuş hüccet-i bâliğa-i ilâhiyyedir. Dîn-i İslâm Cenâb-ı Kādir-i Kayyûm’un yed-i inâyetiyle îkād edilmiş bir
mesâbih-i dırahşândır ki, husemâsı tarafından musanna’ iftirâlarla intişâr-ı ziyâsına haylûlet için ne kadar cehd edilse
nûru o nisbetde artar. Revnak-ı cihân-efrûzu her hamlede
daha nazar-rübâ bir parlaklıkla tenvîr-i ebsâr eder. A’dâ-yı
dînin bu yoldaki mesâ’îsi şu’le-i hurşîdi nefesleriyle söndürmek gibi bir hareket-i eblehânedir. 2
ُيرِيدُونَ لِيُطْفِؤُوا نُورَ اللَّهِ )
(بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللَّهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
*
On üç buçuk asırdan beridir dîn-i mübîn-i İslâm’a i’tirâz ve ta’arruz edenler hep galebe-i hüccet ve burhân ile sernigûn ve hâksâr oldukları gibi
dünyanın dem-i vâpesînine kadar bu hâl böylece devâm edip gidecekdir. Kur’ân-ı Kerîm yine hîn-i nüzûlündeki revnak-ı dil-şikâr ve canperverini muhâfaza edip duracakdır. 3
hakīkatin, hakīkatdir Zîrâ) إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ)
mağlûb-ı ebâtîl olması mümkün değildir. (عليه ولايعلى يعلو الحق(
Bütün âlem-i beşeriyyet bilerek bilmeyerek işte bu hakīkati i’lâya çalışıyor. Zaman geçdikçe medeniyet ilerledikçe
ulûm ve ma’ârif terakkī eyledikçe müstakbeli ihbâra müte’allik olan âyât ve ehâdîs-i şerîfenin sıdk u hakka makrûniyeti tebeyyün ediyor. Ahkâm-ı şer’iyyenin perde-pûş-ı istitâr
olan hikem ü mehâsini, keşfi ahlâfa terk edilen serâ’iri birer
birer meydâna çıkıyor. Bu da tabî’î değil midir? Biz Kur’-
ân’ımıza, dînimize hakīkat diyoruz. Neyyir-i hakīkat ise mâhiyetine halel gelmeksizin yüz bin nikābdan arz-ı dîdâr-ı tecellî eder. Çehre-i pertev-nisârı, sehâ’ib-i zulmetin haylûliyetle bir tarafda mestûr kalsa, yüz bin yerde enzâr-ı ehl-i ebsâra mekşûf olur. Ulûm ve fünûnun da mevzû’u [138] hakāyik-ı eşyâyı ketm [keşf?] etmekden ibâret olunca onlara
hâdim olan müfekkirelerin, dehâlarıyla âlem-i ma’rifetde
nâm bırakan ricâl-i ilmin aklen ve hissen redd ü inkâr edilmeyen mahsûl-i iktişâfâtı dinimizin ahkāmını, o hakīkatü’lhakāyıkı te’yîd etmez de ne yapar? Hem ne hâcet? Kur’ân-ı
Kerîm meydânda değil midir? Hep bizi keşf-i esrâr-ı hilkate,
hakāyık-ı eşyâyı öğrenmeye, âsâr-ı kudret-i ilâhiyyeyi hayvânâta yakışır bir nigâh-ı basît-i câhilâne ile değil, büyük
adamlara lâyık bir nazar-ı dakīk-i hakîmâne ile temâşâ etmeye sevk edip durmuyor mu? Dînimiz hakāyık-ı fenniyyeye mu’ârız olsa Cenâb-ı Hakīm-i Zülcelâl bu tarz-ı istidlâle
nasıl müsâ’ade eder? Binâ’en-aleyh erbâb-ı fennin velev
bilmeyerek, velev dînimizi kabûl etmeyerek olsun bu gibi
mesâ’îleri mahz-ı fazl ü ihsân-ı ilâhî olarak kulûbümüze tevdî’ olunan hazâ’in-i ma’rifetin kapılarını açtığı, Kelâmullah
ile kelâm-ı Resûlullah’dan keşf-i me’ânîsi li-hikmetin âtîye
1
Mücâlede, 58/21.
2
Saf, 61/8.
*
Onlar nûr-ı İlâhîyi ağızlarıyla ya’ni sözleriyle söndürmek isterler.
Cenâb-ı Hak ise kâfirlerin hoşuna gitmese de yine nûr-ı sübhâniyyesinin revnak-ı ulviyyetini günden güne itmâm edecekdir. 3
Hicr, 15/9.
mu’allak olanlarını tefsîr ettiği için meşkûrdur. 4
ان الله عز وجل )
5), يؤيد هذالدين باقوام لاخلاق لهم
ان الله ليؤيد الاسلام برجال ماهم من )
.(اهله
Elhâsıl âlem-i medeniyette ileriye atılan her hatve dîn-i
İslâm’a doğru, ahkâm-ı şerî’ate doğru bir tekarrübdür. Sâha-i ulûm ve fünûnda zâhire çıkan her hakīkat müslimînin
mülk-i yemîn-i meşrû’udur. Onu kendi malları gibi ahz ü
kabûl ederler. 6
ı-erbâb Biz) الحكمة ضالة المؤمن اخذها اين وجدها)
fenden yalnız ma’lûmât-ı cüz’iyye-i beşeriyyeyi kâfî görerek
avâlim içinde meknûn olan hakāyıkın kâffesine vukūf iddi’âsında bulunanları, delâ’il-i akliyye ve hissiyye ile mertebe-i sübûta varmış olan ma’lûmâtın sıhhatini iddi’â ile iktifâ
etmeyerek kudret ve iz’ânın fevkıne çıkmak ve bilmediği
şeyler hakkındaki zann ü tahmînine de, sırf indî esaslara
müstenid nazariyâtına da hakīkat süsü vermek isteyen cür’-
etkârları mu’âheze ve hakīkatten bî-haber olan avâm-ı nâsı
ilm ü ma’rifet nâmına idlâl etmemelerini tavsiye ederiz. Bu
mu’âheze ve tavsiye de ulûm ve fünûn-ı sahîha da bize iştirâk eder. Zîrâ mevzû’u taharrî ve keşf-i hakāyik olan ilm ü
fen, zeyg ü dalâli mûcib fikirlerden külliyen teberrî eder.
.(وَمَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنَّ الظَّنَّ لاَ يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئاً)**
Ahmed Naim
FELSEFE-İ HAKKA
–mâba’d–
Bu böyle olduğu gibi deniz suyu da tebahhur edince
hâvî olduğu emlâhı terk ederek tatlı, lezîz olarak yere iner.
Harâret havaya su’ûdu nisbetinde tenâkus ettiği için
yüksek dağların tepelerinde sıcak pek azdır, hattâ hatt-ı istivâda harâret-i arziyye son derece şiddetle hissolunurken,
orada kutuplardaki soğuk derecesinde burûdet hissolunmak
da mümkündür. Bu da havaya su’ûdun binlerce metre mesâfede olmasıyla husûle gelir. Yağmur dağların tepelerine
düşünce orada derece-i harâreti –suyu donduracak derece
olan sıfırdan– daha aşağı bulduğu için kar olarak terâküm
eder, birikir. Hattâ dağın tepesini bir inci tabakası gibi bembeyaz tezyîn eder. Sonra yavaş yavaş inmeye, çözülmeye
başlar. Harâretin daha ziyâde bulunduğu yerlere indikçe
erir, büyük büyük seller husûle gelir, gölleri doldurur. Bunlardan da nehirlere akar. İnsanlar, hayvanlar, nebâtât teğazzî eder, feyzlenir, neşv ü nemâ bulur... İşte dünyanın nehirleri, ırmakları böyle vücûda gelir.
İmdi karın zirve-i cebelden inmesini, çözülmesini intâc
eden tedbîri hakkıyla düşünüp ta’mîk etmek insanı hayrete,
dehşete ilkā eder: Eğer kar dağın tepesinde kalmış olsa –harâret sıfır derecede[n] bile aşağı bulunmasından– güneş eritemezdi, ne olurdu? Öyle olduğu gibi dağın dibine iner, hep
4
Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr 2747. 5 a.g.e. 9784. 6
Tirmizî, Sünen, İlim 19. **Onlar sözlerini te’yîd için hiç bir hüccete istinâd etmezler. Ancak
zanlarına tebe’an bu sözleri söylerler. Halbuki zan bir şeyin hakīkatini bilmeye fâ’ide vermez. [Necm, 53/28.]
CİLD 1 – ADED 9 - SAYFA 139 SIRÂTIMÜSTAKĪM 131
birden erir, nehirler, ırmaklar tuğyân eder, köyleri, kasabaları su basar.. Hepsi birden denize dökülür, bütün sene
nehirler öylece kalır.. Kuraklıktan şikâyet olunur.. Bir çok insanlar da helâk olur giderdi. Fakat Cenâb-ı Hakîm te’âlâ
(azze ve cell) murâd buyurmadıkça böyle olmuyor ve olmayacak. Zîrâ kar dağın eteğine gâyet bedî’ bir hendese-i
mahsûsaya tebe’an azar azar, yavaş yavaş iner. Ulemâ hesab etmiş: Karın bu çözülüşündeki, inişindeki sür’at-i seneviyyesi 100 metreyi geçmiyor ve bu sûretle kar suları boşuna akıp zâyi’ olmaktan kurtuluyormuş.. Eğer bu tedbîr-i
hurde-fersâ olmayaydı, biz susuzlukdan helâk olurduk. İşte
dağların hikmet-i îcâdı bütün hakīkatiyle, künhüyle takdîr
olunamaz: Eğer onlar olmayaydı o büyük, büyük nehirleri
biz nereden bulacaktık!...Onlar âdetâ suların mahzeni, sarnıcı gibi oluyor.. O sûretle ki akıl bu tensîkın, bu tedbîrin sır
ve hikmetini ihâta edemez.
Ulemâ-i hey’et takdîr etmişler: Güneşin her sene denizden tebahhur ettiği suyun mikdarı 321 trilyon metre mik’abını buluyor. Bu ise 3200 katrilyon metre mik’abı tahmîn
olunan denizlerin hacminin 400 cüz’ünden bir cüz’üne müsâvî oluyor. Sonra diyorlar ki: Eğer denizlerin kurumasını
farz eylesek bütün dünyanın nehirleri onu 44 bin senede
doldurabiliyor.
Ulemâ-i hey’et diyor ki: Bu tebhîr için müsta’mel olan
harâret-i şemsiyye 11 milyar metre mik’abında bulunan bir
demir kitle-i kebîresini eritmeye kâfîdir. Öyle kitle ki Avrupa’nın Alp dağlarının ekserîsinden daha büyük.
Güneşden bize gelen harâret pek azîmdir... diyorlar ki:
Bir metre mik’abda senevî 2.318.157 kalori husûle getirir.
Yani bir hektârda [139] –ki 10 bin metre terbî’idir– 23 milyar kaloriden fazla tutuyor.
Su buhârının havada deverânında başka bir hikmet
daha vardır ki bu da yağmurun ehemmiyetinden az değildir: Bu deverân bi’z-zarûre güneşden bize gelen harâreti –ki
bu harâret olmasa sath-ı arzda bir mahlûk mevcûd bulunamazdı– hıfz u vikāye eder. Bu nasıl oluyor? Çünkü zerrât-ı
havanın harâreti hıfzda hâsiyeti pek azdır.. Fakat buhâr-ı
mâ’dan bir zerre bu hıfz u siyânetde bir zerre-i havadan 16
bin def’a daha kuvvetlidir. Eğer su buharı olmayaydı biz
harâreti bulamazdık. Bize vâsıl olmadan zâyi’ olup giderdi..
İmdi buhâr-ı mâ’ zerrâtından her zerre adâletkâr bir müvezzi’-i harâretdir. Lüzûmu mikdâr harâret verir ki bütün bunların yekûnu, hey’et-i mecmu’ası harâret-i cevviyeyi teşkîl eder.
Yağmurun fevâ’idi yukarıda söylenilen şeylerden ibâret
değildir:
Yağmur o koca koca denizleri tuzlu, acı bir hâle îsâl eden bir âmil-i mühimdir. Bu sâyede biz denizlerin te’affün
etmesi gibi azîm bir gâ’ile-i hayâtiyyeden masûnuz.. Zîrâ
yağmurun selleri, nehirleri binlerce senedir dağlar, vâdiler
arasından geçerken çok, pek çok mikdârda tuz alıp götürüyor ki bu mühim hizmet böylece denizin tuzluluğu bugün
gördüğümüz dereceye gelinceye kadar devâm etmiş.
Yağmur dağların tepelerinden diplerine, eteklerine inerken dağdan azar azar bazı mevâdd-ı da alıp getirir: nebâtâtı
terbiyeye, tagziyeye pek nâfi’ bazı mevâdd-ı uzviyye, ma’-
deniyye takılıp gelir ki bunlar âdetâ nebâtâtı ihyâ eder.
Buna “tumî” denir. Vaktâ ki nehirler feyezân eder.. etrafındaki arâzîye bu mevâdd-ı hayâtiyyeyi tevzî’ eder... Çiftçiler
zirâ’at eder.. Mezrû’ât bu mevâdd-ı mühimmeyi, bu nâfi’
gübreyi bulur.. Neşv ü nemâsı artar, feyzlenir, insanlar, hayvanlar tegazzî eder, beslenir.
Yağmurun bir fâ’ide-i mühimmesi daha var: Yağmur
havayı âdetâ yıkar, ne kadar pislik, kir varsa temizler.. Ne
kadar muzır, zehirli mikroblar varsa hepsini öldürür, mahv
eder.
Yağmurun nehir, ırmak bulunmayan yerlerdeki menâfi’
ve hasenâtı ise pek büyükdür: Öyle yerlerde mezrû’âtın,
ekinlerin neşv ü nemâsı yalnız yağmurla hâsıl olur.. Yoksa
kuraklıktan mahv olup gider.. Hayat-ı ictimâ’iyyenin pek
mühim havâyicini, meselâ ağacından kereste kesip binâ
yapmak, gemi i’mâl etmek, şiddet-i burûdetden kendimizi
muhâfaza için odun kömür vücûda getirmek gibi levâzım-ı
mühimmeyi ihzâr eden ormanlar da feyz-i hayâtı, nasîb-i
nemâyı yağmurdan alır.. Yağmur olmasa o cesîm ormanlar
âlem-i insâniyyetin bu sûretle hayrına, sa’âdetine belki bekā-yı hayâtına ne sûretle hizmet edebilirdi?..
Yağmurun bir büyük nef’i, fâ’idesi de: Yere toprağa nüzûlüyle tozu ıslatarak havada uçmasını men’ eder ki bundan
tozun havada uçup üstümüzü, başımızı telvîs etmesinden
kat’-ı nazar ciğerlerimize kadar nüfûz ile îrâs edeceği mazarratlar pek meydândadır.
Yağmur olmasa nebâtâtın kırlarda, dağlarda, vâdîlerde
neşv ü nemâ bulamamasından dolayı ot ile tegazzî eden
hayvanâtın küre-i arzdan mahv olup gitmesi gibi büyük bir
tehlike-i ictimâ’iyye vardır. Bu hayvanâtın insanın tenmiyesinde ne derece medhaldâr oldukları inşâ’allâh hâtimede
beyân olunacaktır.
Halil Ni’metullah