11 Ekim 2014 Cumartesi

MÜSLÜMAN KADINI Onuncu Fasıl Tesettür Kadınların İktisâb-ı Kemâl Etmelerine Mâni’ midir? İnsan, iyice anlaşılmıştır ki, sevdiği birşeyin güzelliğine binlerce delâ’il getirmek, kerîh gördüğü şeyin fenâlığına ise bütün dünyayı işhâd etmek, onun için işden bile değildir. Eğer mevcûdâtın tarz ve hâli bir şâhid-i âdil olmasaydı bu âlemde insandan en uzak bir şey varsa o da hakīkat olurdu. 1 (مِن كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ اْلإِنْسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلاً) el-Mer’etü’l-Cedîde mü’ellifi diyor ki: “Lâkin tesettüre gelince bunun kadınları hürriyet-i tabî’iyyelerinden mahrûm etmek; terbiyelerini ikmâl etmelerine, vakt-i zarûretde, kût-ı yevmîlerini kazanmalarına mâni’ olmak; zevc ile zevceyi hayât-ı aklî ve ahlakīden bîvâye bırakmak gibi bir çok zararları olduktan başka, bu kayıd bulundukça evlâdının terbiyesine 1 Kehf, 18/54. CİLD 1 – ADED 13 - SAYFA 204 SIRÂTIMÜSTAKĪM 193 muktedir vâlidelerinin mevcûdiyetine imkân olamaz? Binâ’en-aleyh ümmet de bedeninin yarısı felce uğramış bir insan gibi olur.” Bana gelince, ben derim ki: Tesettürün (yukarıda serdettiğimiz berâhîn-i hissiyyeye nazaran) bir çok fevâ’idi vardır. Kadınları hürriyet-i hakīkiyyelerinden vâye-dâr eder ki bu hürriyetin mâhiyeti kârî’in-i kirâmın nazarında te’ayyün etmişdir; kezâlik onlara vâlide olmak için iktizâ eden terbiyeyi ikmâl kudretini verir; kendilerini a’mâl-ı hâriciyyede erkeklerle iştirâk beliyyesinden meneder, o beliyyeden ki sırf maddî olan medeniyet-i hâzıranın iliğini kuruttuğu Avrupa, Amerika kıt’alarındaki ulemânın şehâdetiyle sâbitdir; başkaca âilelerini, hükûmetlerini kendilerinin ma’îşetlerini vesâ’it-i ma’kūle ile tedârike icbâr eder; zevc ile zevceyi hayât-ı âile lezâ’izinden mütena’im eder; tesettürün devamıyla beraber evlâdının İslâmiyet dâiresinde terbiyesine muktedir vâlideler bulunabilir; tesettüre ri’âyet eden ümmet de â’za-yı zâhiriyye ve batıniyyesi tamamiyla fa’âl, sahîh’ü’l-bünye bir insan gibi olur. Onu sorarsanız biz de kolayca diyebiliriz ki: Bir adam tahayyül ediniz... Refîka-i hayâtı yanı başında, gece gündüz kendisinden ayrılmıyor, [204] hem de öyle âdî bir kadın değil, akıl ve edeb sâhibi, levâzım-ı hayâtı kâmilen biliyor. Zevcinin vezâ’ifine, meşâgiline, evlâdının müstakbeline irtibâtı olan her şeyden son derecede alâkadâr. Erkeğinin servetini hüsn-i idâre, sıhhatini muhâfaza ediyor; şân ü şerefini müdâfa’ada bulunuyor; a’mâlini, tervîc için çalışıyor. Ona vezâ’ifini ihtâr, onu hukūkundan agâh ediyor. Bu sûretle çalıştıkça da kendi menfa’atine, kocasının menfa’atine, evlâdının menfa’atine hizmet etmekte olduğunu yakīnen biliyor. Şimdi o adam için bundan büyük sa’âdet, bundan mes’ûd hayat olabilir mi? Bir adam daha tasavvur ediniz: Yanı başında hayâtını kocasına hasreden bir kadın, gözünün önünde sadâkatin müşahhas timsâli kesilmiş bir zevce yok ki onunla mübâhi olsun; onu hoşnud etmek istesin; ona karşı a’mâl-i fâzılada bulunmak, mekârim-i ahlâk âsârı göstermekle nazarını celb eylesin. Evet, öyle bir hem-sırr-ı vefadâr ki âşiyanının ziyneti, kalbinin medâr-ı behçeti olsun, evkâtını işgâl etsin, a’- lâmını dağıtsın. Şimdi böyle bir adam için mes’ûd yaşamak mümkün olabilir mi? Evet, yukarıda bu gibi sözleri biz de kolayca söyleyebiliriz, demiştik. Çünkü bu yolda söylenen sözler pek hoşa gider. Lâkin biz makām-ı amelde, makām-ı tahkīkdeyiz; makām-ı temennîde, makām-ı emelde değiliz. Zâten rub’-ı meskûnda hiç bir erkek yokdur ki hayâlinde buna benzer, hattâ daha ziyâde âmâl bulunmasın. Şu kadar var ki bu hayâlâtdan hiç birinin hâricde sûret-pezîr-i hakīkat olduğunu görmek kâbil değildir. Zîrâ makalîd-i kevn, insanın dest-i meşiyetine tevdi’ edilmemişdir. Eğer her sâhib-i temennî merâmına nâ’il olaydı yeryüzünde alel-ıtlak bir şeyden şikâyet eden adam bulunmazdı. Kezâlik bu gibi vesâ’it-i kavliyye ile ahvâl-i şahsiyyenin ıslâhına imkân bulunaydı, iş bunları söylemekten, yazmaktan daha kolay olurdu. Meselâ biz o zaman hayâlâtımızı daha ileriye doğru götürerek diyebilirdik: Bir adam tasavvur ediniz ki irem-nümûn bir bağ içinde kurulmuş bir kasr-ı asümân-peymâda nişimen-sâz-ı nâz u na’îm. Huzûrunda bir çok hadem ü haşem var ki sahiblerinin hâtırına ferâh vermek, kelâlini defeylemek için ilk sudûr edecek emrine, arzûsuna dört gözle muntazır, kendisi himem-i âliye, efkâr-ı sâmiye ashâbından olduğu için benî-nev’ine, milletine karşı hâtıra-i şeref-resân-ı seniyye-i tevârihde muhalled kalacak bir çok hidemât-ı mebrûrede bulunmuş, ismiyle ulüvv-i himmetde mesel darb olunuyor; kendisi, insanları a’mâl-i hayra sevk için misâl ittihaz ediliyor. Bir çok evlâdı var ki, herbirini isti’dâdı fıtriyesine göre terbiye ediyor, ileride babalarının makām-ı muhteremini ihrâz etsinler, aynı hayata mazhar olsunlar diye uğraşıyor. Cenâb-ı Hak ona bütün umûrunda i’tidal ile harekete muhabbet vermiş de bu sâyede o na’îm-i azîm içinde etkiyâ-yı ümmetin ma’îşetini andırır bir tarzda yaşıyor. Hem kendisi, hem evlâdı, hem de bütün ehl-i beyti sü’adâ’ gibi yaşamak, şühedâ gibi ölmek istiyor da onun için sefâhetin tevlîd edeceği emrâz ve eskāmın şerrinden vikāye-i nefs ediyorlar... Şimdi bundan daha büyük sa’âdet hatıra gelir mi? Şüphesiz bu gibi hülyâlar herkesin hoşuna gider. Hattâ arzulara tamamiyle muvâfık geleceği için sözü ne kadar uzatsam dinleyenler o kadar mahzûz olurlar. Lâkin Allah aşkına söyleyin ki bu âlemde kaç kişi sa’âdetin bu derecesine varabilmiştir? Daha doğrusu kaç kişi bu ikbâli ihrâza yaklaşabilmişdir? Feylesoflar bir çok cenk ü cidâldan sonra iki büyük fırkaya ayrıldılar: Bunlardan bir kısmı, bu âlemde alel-ıtlâk rahat yokdur, bütün hayat renc ü kederden, elem ü ta’bdan ibâretdir, diyerek zevk-i hayattan kat’-ı ümîd ettiler. Öbür fırka ise işi başka türlü buldular, dediler ki: Hayatın güzel tarafları da vardır, fenâ cihetleri de, mes’ûd o adamdır ki hayatın mehâsininden müsâ’ade-i imkân nisbetinde istifâde yolunu öğrenmiş, mesâvîsinden de ne sûretle çalışılarak kurtulmak kâbil olacağını anlamışdır. İşte o adam mâdâme’l-ömr şu iki mevc-i müte’âkis arasında çalkanır durur. Bundan sakınır, diğerinden bir cür’a yutar. Nihâyet bu âlemin hudûdunu aşarak diğer avâlime su’ûd eder ki orada şu mücâhede-i dûrâdûr-i hayatın –ya ebedî bir na’îm, yâhûd sermedî bir hüsrândan ibâret olan– avâkıbı kendisine muntazır bulunur. Bize gelince biz, bittabi’ sözleri bedîhiyâta münâfî olduğu için birinci fırka ile hem-fikir olamayız. Bizce nazar-ı iltifâta alınmaya ve bu hayat-ı arziyyede meslek ittihâz olunmaya şâyân olan ikinci fırkanın mütâla’âtıdır. Lâkin bunların da şu za’îf insana karşı tekâlifi ne kadar şedîd, ne derecelerde girândır. Zîrâ sîma-yı sa’âdet ve şekâvet birbirinden vehleten tefrîk olunabilecek sûretde mütemeyyiz olmadığı için zavallı insan evvelkisinden kaçar, ikincisine doğru koşar da bu sûretle kaçmakda, olanca kuvvetiyle uzaklaşmakda olduğunu zannettiği varta-i hevl-nâke düşer! Bu âlemde hiçbir hayır yokdur ki şer ile memzûc olmasın. Kim o hayrı mahlût bulunduğu şerden kâmilen tathîre kudret-yâb olursa sü’adâ-yı ümmete iltihâk eder; hakīkaten mes’ûdâne bir hayat geçirir; safvet-i kalb ashâbının bulunduğu makām-ı refî’a yükselir. Lâkin bu nasıl kābil olabilir ki 194 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 13 - SAYFA 205 insan nefsinde müstakil, bütün şu’ûn-ı hayâtiyyesinde başlı başına kā’im değildir? Bir işde onun için hayır görünür; fakat hayatda, mevcûdiyetde kendisine müşârik olanlar ona bir çok mâni’alar, akabeler teşkîl ederler ki bunlardan birini atlasa ber-taraf etse, pîş-i azminde diğer bir hâ’il daha dikilir. Nihâyet gâye-i maksuddan bârika-i hüdâ tecellî etmeden ol bîçârenin mevcûdiyeti söner gider. [205] Ey kāri’! Sen de benim gibi görmüyor musun ki nâsın kısm-ı a’zamı olanca hayrı, tevfîki bil-farz bir cihetde görürler de bu ihtidâya rağmen nâçâr ondan rûgerdân olurlar. Bu hırmân ise onların zafer-yâb-ı merâm olmaya kudretsizliklerinden değil, ancak önlerinde bulundukları muhitden mütevellid bir takım mâni’alar, ictimâ’î bir çok akabeler zâhir olmasındandır. İşte bu şu’ûnun kâffesi beşerin kalbini tâb ve ızdırab ile malâmâl eder, efkârını târumâr eder. Lâkin eğer insan olanca mekânetini toplayarak kendine gelir, lihâza-i ümîdini – makālîd-i zemîn ü asumân dest-i kudretine müsahhar olan– Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûda doğru çevirir de rûhuna bir itmi’- nân-ı tâm ihsân etmesini niyâz eylerse o zaman vicdânında bir sükûnet duyar, her tarafı îmân kesilir, yakīnen anlar ki Huda-yı lem-yezel bütün bu masnu’âtı kemâl-i itkân ile yaratmış, en güzel bir sûretde ibda’ eylemiş, kazâ-yı ilâhîsi – şüphesiz bir hikmet-i bâliğadan, bir maksad-ı azîmden dolayı– hayır ve şerrin bu hâk-dânın levâzımından olmasına te’alluk etmişdir. 1 (وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً) O hâlde kim bu riyâh-ı tünd-i müte’âkis arasında i’tidâlini muhâfaza edebilirse hayr-ı ebedîye nâ’il olur. Kim sağa sola meyleder, yâhûd tahakkuku muhâl olan temenniyâtda bulunursa artık işi Allah’a kalır. İnsanın istediği yalnız bir refîka-i sâlihaya mâlik olmasından, yâhûd zevcesinin kendi yanında gayr-ı mestûr olarak gezebilmesinden ibâret değildir. İnsan hâlinin bundan çok daha iyi olmasını arzû eder. İster ki kendisine hiç bir fenâlık gelmesin, ölüm yanına yaklaşmasın. İster ki fakr u sefâlet yeryüzünden kalksın, hastalıklar rehîn-i in’idâm olsun, ister ki evlâd-ı vatanında, ebnâ-yı nev’inde nazarına hoş gelmeyecek bir hâl görülmesin.. Fakat heyhât! Fenâlıktan, ölümden, sefâletten nazar-hirâş fecâyi’den ebediyen kurtuluş yokdur, bunların vücûdu zarûrîdir. Kezâlik insanın hürriyeti üzerine tazyik edilmek, ezvâk u lezâ’izden mahrûm bırakılmak behemehal lâzımdır. Zîrâ bir çok felâketler vardır ki beşer için onlardan başka sûretle rehâ-yâb-ı necât olmak kābil değildir. Ben tesettürde mazarrat bulunduğunu münkir değilim, ancak onun daha büyük bir zararın vukū’una mâni’ olduğuna mu’tekidim ki bu ikinci hâle nazaran mestûriyet hayırlı i’tibâr olunur. Nitekim milletlerden bazılarının diğerlerine karşı silahlanmaları hadd-i zâtında iyi bir şey değilse de daha büyük bir fenâlığı dafi’ olmasına nazaran iyi addolunmak tabî’îdir. Öyle ise ey ma’şer-i nâs! Bize lâzım olan hareket bir husûsda temâyülât-ı nefsâniyyemize tebaiyet etmemekdir. Zîrâ bizim için bu yoldaki metâlibimizin bir çoğunu istihsân 1 Enbiya, 21/35. mümkün olmadığı gibi tahakkuk edecek temenniyâtımızdan bazısı da hiç beklemediğimiz sûretde zâhir olur, bir halde ki eğer o ümniyelerin mâhiyeti bidâyet-i kârda bize o sûretle tecellî etmiş olaydı, onlara yaklaşmak şöyle dursun, aramızdaki mesâfe bu’dü’l-meşrikeyn olurdu! Kadınlara dâir mütâla’at temhîdinde bulunanlardan çoğunu görüyorum ki hiç nâkıs ciheti bulunmayan bir âlemde, her sûretle hâiz-i kemâl olmuş bir takım erkekler arasında, kezâlik o nisbetde tekemmül etmiş bir kadın tahayyül ediyorlar da! ona o kadar evsâf-ı cemîle, o kadar mezâyâ-yı celîle atfediyorlar ki artık o kadın alel-ıtlak bütün şevâ’ib-i kusûrdan münezzeh hayâlî bir enmûzec-i tekâmül oluyor; kemâl-i cemâliyle, cemâl-i kemâliyle mehâsin-i tebâyi’iyle zevcinin, âilesinin kurrâtü’l-ayn’ı kesiliyor; vezâif-i mütehattimesini lâyıkıyla bilen bir mürebbiye, umûr-ı beytiyyesini en güzel bir tarzda îfâ eden bir ev kadını oluyor. Sonra da zamanının bir cüz-i kıymeddârını hârice çıkarak mebâhis-i ilmiyyede ulemâya, ahlakiyyede felâsifeye, yeni yeni keşfiyâtda seyyâhîne iştirâk sûretiyle ümmetin hâlini tehzîbe hasr ediyor. Hülâsa evinin dâhilinde olsun, hâricinde olsun o kadın her şey oluyor! Evet, eğer iş hadd-i zâtında böyle olaydı pekâlâ bir şey olurdu, lâkin ne fâ’ide ki kavânîn-i hayâtın bizim zannımızdan büsbütün başka bir seyri, şu’ûn-ı mevcûdiyetin de bu gibi tahayyülâta kapıldığımız zaman efkârımıza aslâ hutûr etmeyen bir takım edvârı vardır. İşte bunun içindir ki muharrirlerden bir çoğunun makāleleri hazîz-i mensiyete düşüyor da haricde zikre şâyân hiç bir te’sîri görülmüyor. Bize gelince, biz ahvâl-i ictimâ’iyyeye dâir bir söz söyleyeceğimiz zaman her şeyden evvel şu içinde bulunduğumuz âlem-i kevnin mâhiyetini, ahvâl-i umûmiyyesindeki noksan ve kemâlin mikdârını, o noksan ve kemâlin, insanın ahvâl ve etvâriyle olan münâsebetini nazar-ı dikkate almalıyız. Zîrâ bu noktayı nazar-ı im’âna almadıkça ne vereceğimiz hükümler hatâdan selâmet bulur ne de telkîn edeceğimiz vesâyâ tahakkuku muhâl olan bir takım hayâlâtdan mücerred olur. Meselâ kadına dâir söz söyleyeceğimiz vakit evvel emirde gözeteceğimiz cihet şu olmalıdır ki: Biz (beşere mensûb) bir kadın hakkında hem de bütün efrâdı kezâlik (beşere mensûb) olup her birinin bir çok hevesâtı, nefsânî temâyülâtı, tabî’î nekâ’isi bulunan (insanlar) arasında yaşamakda olan bir kadın hakkında söz söyleyeceğiz. İşte bir bu ciheti, bir de kendimizin mesâ’ib ve şürûrdan müberrâ olmayan bu âlem-i arzîde bulunduğumuzu fikrimize iyice yerleştirmeliyiz. Şüphe yoktur ki eğer kadınlar hakkında serd-i mütâla’âta kalkışmazdan evvel bu usûle ri’âyet edecek olursak, o zaman evvelce ihtisâsâtımıza tahakküm eden bu ifrâta bir i’tidâl gelir. Kendimizi toplayarak artık efkârımıza, tasavvuratımıza hâkim oluruz; yazdığımız yazılar kānûn-ı hayâta, o kānûnun tabi’atına mu’ârız düşmez, sözlerimizin te’sîri olur, âsâr-ı hasenesi görülür de çektiğimiz emeklerin, sarfettiğimiz mesâ’înin heder olmadığını dîde-i mübâhât ile görürüz. –mâba’di var– Mehmed Âkif CİLD 1 – ADED 13 - SAYFA 206 SIRÂTIMÜSTAKĪM 195 [206] MEVÂ’İZ Mukarriri: Manastırlı İsmâil Hakkı Muharriri: Sirozlu H. Eşref Efendi .buyuruyor) وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ ) Sonra1 Ya’nî nâs beyninde hükm ettiğiniz zaman adâletle hükm edin.. Lâkin şu emri Cenâb-ı Allah’dan korkan îfâ eder, korkmayan adâletle hükm eder mi? Bunu icrâ ve îfâ edecek hükûmetdir. Eğer hükûmet de hâ’inlerin âlet-i irtişâsı olursa, ibtâl-i hukūka vâsıta kılınırsa ne olur o ahâlî? Emânetleri edâ edecek, ahkâm-ı ilâhiyyeyi adâletle yürütecek bir kuvvet-i kāhire lâzım. Yalnız Allah korkusuyla iş bitmez, âlem dolmaz. Zîrâ havf-i ilâhî herkesde bulunmaz. Onun için kavî îmân ister. Îmân iyice kökleşmiş olmalı ki kalbde Allah korkusu yerleşsin. Hadîs-i şerîfde 2 ما يزع الله بالسلطان اكثر مما يزع ) بالقرأن (vârid olmuşdur. Ma’nâ-yı şerîfi Cenâb-ı Hak Kur’ân vâsıtasıyla def’ eylediği münkerâtdan daha ziyâde sultânın savletiyle def’ etmektedir. Hâsılı nâsın çoğu azâb-ı uhrevîden korkarak değil, mücâzât-ı dünyeviyye korkusuyla fenâlığı terk edebilirler. 3 ne size âlâ’te Allah) إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ ) güzel va’z ediyor. Buna temessük etmek hakkınızda pek hayırlıdır, dünyanız, âhiretiniz bununla ma’mûr olacak. Bu dersi Allah verir veriyor. Kur’ân’ın hilâfına hareket etmeyin ki sonra âleme ibret olursunuz. Âleme ibret olacağınıza âlemden ibret alınız. 4 hükm nasıl zaman ettiğiniz Hükm) إِنَّ اللّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا) ederseniz, onları işidir. (Adâletle mi hükmediyorsunuz, hiyânetlik mi ediyorsunuz?) Emânâtı ehline edâ ettiniz mi, etmediniz mi? Onları da görür. (سميع (hükme râci’ (بصير (te’diye-i emânete âiddir. Yani ahvâlinizi işitir, ef’âlinizi de görür. Şimdi bu va’azları Allah’dan korkan tutar. Ben görürüm, işitirim sonra cezâ-yı lâyıkı gösteririm, yâhûd da mükâfât ederim. Hiç bir şey benim dâire-i sem’ ve basarımdan hâric kalmaz. Yaptığınız hayır ise mükâfâtını, şer ise mücâzâtını veririm. Fakat Kur’ânla müte’essir olup ıslâh-ı nefs edenler pek azdır. Allah te’âlâ fenâlıkların bir kısmını Kur’ân’la def’ eder. Allah’ı bilen, bir azâb-ı uhrevînin vücûduna inanan fenâlığa cür’et etmez. Lâkin sultân korkusuyla def’ eylediği fenâlıklar Kur’anla def’ ettiği fenâlıklardan daha çokdur. Sultan demek hükûmet-i âdile, yani kuvve-i icrâ’iyye demekdir. Allah’dan korkanlar mahdûddur. İnsanın tabî’atında var (الظلم من شيم النفوس فان تجد ذاعفة فلعلة لا يظلم) .meyl fenalığa Mütenebbî’nin kelâmıdır bu, zulümkârlık insanın tabi’atında var. Mâdem ki insanda nefs var, şehvet var, bir fırsat düşdü mü zulüm îkâ’ eder. Cüz’î bir fırsat ona cür’et verir. Bu dâire-i mezâlim nasıl böyle büyüdü? Fırsat buldukça buldular, berikilerin gafleti artdı. Onların şerrinden haberdâr olamadılar. Nihâyet o hâle geldi. Bu bünyâd-ı zulmü yıkmak öyle kolay değildi. Öyle kökleşmiş, teselsül etmiş ki hayret!.. Ne 1 Nisâ, 4/58. 2 Tefsîr-i Âlûsî’de Neml 17’nin tefsirinde Hz. Osman’ın sözü olarak. 3 Nisâ, 4/58. 4 Nisâ, 4/58. burada, ne taşralarda tâkat kalmamışdı. Bütün ahâlî dehşetler içinde idi. Öyle bir hâlde mebhût bırakmış, herkes ümîdi kat’ etmiş. Bugün Rumeli, yarın Anadolu gidiyordu nihâyet sıra İstanbul’a gelecekdi. Ne olmuşdu bize? Koca bir Osmanlı Devleti batıyordu, şöhreti cihânı dolduran, şânı ve şevketi âfâkı tutan bir devlet-i mu’azzama girdâb-ı ademe sürükleniyordu. Bu hâle nasıl giriftâr olmuşuz? İttihâddan, ittifâkdan uzaklaştıkça düşmüşüz. İki kişi ile hasbihâl edemezsin ki. Koca Endülüs Devleti nasıl batdı? Aynen böyle. O mel’anetler, o fitneler herkesi birbirinden soğutdu. İki, üç milyon ahâlî vardı Kurtuba şehrinde. İspanya Kralına hepsi birden kemâl-i zillete teslîm oldular. Bir takım va’adlerle onları aldatdı. Hiç kimse de hamiyyet kalmamış, ittifâk mahv edilmiş idi. Emîr kaçıverdi. Ahâlî başsız kaldı. Söz ayağa düşerse, baş olmazsa müşkildir. Geldi düşman, bastırdı. Bütün memâlik-i Endülüs ma’mûre-i cihân iken, her türlü sanâyi’ ve ma’ârife, her türlü terakkiyâta cilvegâh iken mahv olup gitdi. Bu günkü medeniyyetin bile esâsı hep Endülüs terakkiyâtıdır. Onun âsârıyla bu medeniyet vücûda geldi. İşte o ittifâksızlık onları bitirdi. Hâkimleri hâ’in herîf, kendi için te’mînât aldı, düşmana kaçdı. Her tarafda münâferet, her tarafda fitne ve fesâd. Memleket fitne ateşleri içinde, kanlar, kıtâller, dâhilî ihtilâller... Nihâyet düşman geldi, zabt etdi. Bunlar bize büyük misâllerdir. Bunlardan ibret almalıyız. Vâkı’a burası dâr-ı mücâzât değildir. Fakat ibret için Allah burada da gösterir. 5 (لِيُذِيقَهُم بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ) Bunlar hep ayrı ayrı dersler teşkîl edecek –dünyâda cezâ-yı a’mâlin birazını tattıracağım, asıl azâb âhiretdedir. İnsan pek ziyâde bağy ederse, zulümde haddi aşacak olursa, dîn ü devleti muhâtaraya düşürürse elbet dünyada da felâkete dûçâr olur. 6 .hayırdır dâima beklenen dan’Allah) بِيَدِكَ الْخَيْرُ ) Vâkı’a bazılarına bir müddet müsâ’ade eder, fakat bazen de tepesi üstü atar. Çok def’a da zâlimleri biri birine musallat eder. 7 celîli ı-nâzm) وَكَذَلِكَ نُوَلِّي بَعْضَ الظَّالِمِينَ بَعْضًا بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ) buna dâirdir. Şimdi şurada biraz hasbihâl edelim: Dersin ibtidâlarında anlattık, geçende de söyledik: Este’îzü billâh 8 وَالَّذِينَ إِذَا ) için insan delâletiyle kerîmi i-kavl) أَصَابَهُمُ الْبَغْيُ هُمْ يَنتَصِرُونَ hakkını istemek meşrû’dur. Zulmü def’ için çâre aramak aklen olduğu kadar şer’an da me’zûnun fîhdir. Bak Allah te’âlâ mü’minleri nasıl senâ ediyor. İşlerini şûrâ ile görenleri medh ü senâ buyurduğu gibi, zâlimden intikām almağa da müsâ’ade buyurur. İntisâr, intikāmdır. Fakat 9 وَجَزَاء سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ ) اَهُلْثِم (mısdâkınca tecâvüz etmemeli. Zarar lâhık olduğu kadar hakkını iste. Miskîn olma. Kezâlik âyet-i uhrâda 10( ْنِإَو vurmaya tokat bir de sen, vurmuşdu tokat Bir. olursun limzâ, sen vakit O. buyurulmuşdur) عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُم بِهِ 5 Rûm, 30/41. 6 Âl-i İmran, 3/26. 7 En’am, 6/129. 8 Şura, 42/39. 9 Şûrâ, 42/40. 10 Nahl, 16/126. 196 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 13 - SAYFA 207 me’zûnsun. Başını yaramazsın. Daha ileriye varırsan tabî’î sen zâlim olursun. O mazlûm olur. Allah, intikām almaya müsâ’ade eder, fakat bununla فَمَنْ عَفَاوَأَصْلَحَ فَأَجْرُهُ ) .şeydir bir iyi] 207 [de etmek afv beraber ِهَّالل ىَلَع (Her kim hakkını afv ederse, nefsini ıslâh ederse onun ecri Cenâb-ı Hakk’a vâcib olur. –Çünkü afv edince o da tevbekâr olur- Ol vakit mükâfâtını Allah verir. Her kim hakkını bağışlarsa bil ki Allah mükâfâtını kat kat verecek. ( ُهَّنِإ ,sevmez vakit bir hiç zâlimleri Allah ki Bilin) لاَ يُحِبُّ الظَّالِمِينَ onlara yardım etmez. Sen afv etsen de Allah afv etmez. Cenâb-ı Allah’ın da hakkı var. Allah’ın hukūkuna tecâvüz etdi. Umûmun hakkını Allah arayacak bu cihetle Cenâb-ı Allah afv etmez. Zâlimlere imhâl eder; ihmâl buyurmaz. Bu cihetle sen afv etsen daha makbûle geçer. Sonra Fahreddîn Râzî diyor: “Ulemânın cemâ’atine karşı vazîfeleri var. Ahâlî onların sözünü dinler. Nasıl terğîb ederlerse ahâlî o yolda gider. Onun için ulemâ, ahâlîyi ta’- assubât-ı bâtılaya sevk etmemeli. Dînimizin müsâ’id olduğu şeylerde hakīkati söylemeli.” Meselâ re’âyâyı, bizimle hoş geçinmek isteyen vatandaşları rencîde etmemeliyiz. Dîn ü mezhebin dünyaya, hüsn-i mu’âşeret îfâsına hiç te’allüku yokdur. Âhiretde hâlleri ne olursa olsun. Ondan sana ne! Husûsen her şahsın âkibet-i hâli ne olacak ma’lûm değil. Vâkı’â Allahu te’âlâ hazretleri buyurmuşdur: 1 لاَ يَسْتَوِي ) bu Fakat) أَصْحَابُ النَّارِ وَأَصْحَابُ الْجَنَّةِ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَائِزُونَ adem-i müsâvât âhiretçedir. Cennete lâyık olanlar, cehenneme lâyık olanlara müsâvî olmaz. Beynlerinde müsâvât yokdur. Lâkin hemen bir insan müslüman olduğu mutlak cennete gidecek de denmez. Nitekim bir Yahûdî, yâhûd bir Nasrâniye: “Sen cehennemde yanacaksın!..” diyemezsin. Allah’ın mekrinden emîn olma, azâbından kork, rahmetinden ümidini kesme. Bir insan “Ben mutlakâ cennete gireceğim” derse küfür lâzım gelir. Çünkü gayba dâir hüküm vermiş olur. Binâ’en-aleyh insâf etmeli, insana lâyık mu’âmele ile mu’âmele etmeli, mâdem bir toprakda yaşarız, hukūk ve menâfi’imizi Allah müsâvî etmiş. Hele siyâseten bu tesâvî ve ittifâk bugün ne kadar lâzımdır! Eğer Ermenilerle vesâir Hıristiyanlarla müttefik olmayaydık Avrupa durur muydu? Zerre kadar idrâki olan bunu anlar. Onlarla güzel geçinirsen o sâyede, kurtuluruz. Onlar da memnûn olurlar, bize kardeşçe mu’âmele ederler. Esâsen aramızda uhuvvet var: Uhuvvet-i insaniyye, uhuvvet-i vataniyye. Onlar da insan değil mi? Âdemiyetçe, insâniyetçe aramızda iştirâk var. 2 يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِنْ ) “yarattım kardeş Hepinizi: “eder hitâb nâsa Bütün) ذَكَرٍ وَأُنثَى buyurur. “Âdem’den, Havvâ’dan dünyâya geldiniz..” Uhuvvet-i cinsiyye inkâr kılınmaz. Mâdem ki bir vatanda bulunuyoruz; selâmetimiz onların selâmeti, mazarratımız onların mazarratı. Bazı bâtıl sözlere kapılmamalıyız. En büyük 1 Haşr, 59/20. 2 Hucurât, 49/13. ni’metlerin biri budur ki Cenâb-ı Hakk bize ihsân buyurdu: İttihâd-ı Osmânî! Sonra ulemâ daha ne yapmalı? Öyle i’tikādlara sevk etmeli ki hem dünyada, hem âhiretde işe yarasın. Ulûm ve ma’ârife, sanâyi’e i’tinâ ile, kemâl-i ciddiyetle sarılmalıyız. Bununla zararları telâfî edeceğiz. Mâliyemizde iflâs derecesine varmış. Borc dersen başdan yukarı taşmış. O dereceye gelmiş ki devletin bir aylık verecek parası kalmamış. Çünkü tahsîl olunan emvâl tamâmen hazîneye girmezdi. İdâre-i hükûmet bir takım hâ’inlere kalmışdı. Emvâl-i mîriyye, mahlûlât-ı vakfiyye kapanın elinde kalırdı. Avrupa’nın enzâr-ı hayreti celb eden ma’rifeti, serveti, bütün terakkiyât hep funûn-ı cedîde sâyesindedir: Kanallar açarlar, yollar yaparlar, fabrikalar te’sîs ederler, Vapurlar işletirler, şimendiferler inşâ ederler. O sâyede cihâna hüküm fermâ olurlar. Onlar milyonlara mâlik. Biz bir aylık vermek için alt üst oluyoruz. Birkaç aya kadar mahvımız muhakkak idi. Öyle değil mi? “el-iflâsü netîcetü’l-istikrâz” derler. İstikrâz, istikrâz netîcede elbet iflâs. Mu’tedil fâ’izle vermiyorlar. Yarısı da komisyonculukla ötekinin berikinin elinde kalıyor. İstikrâzın onda birisi ancak hazîneye girebilirdi. Bunları şimdi telâfî lâzım, işte ulemâmız bu yolda nasîhat etmeli. Zâten evvelden de bazen bu yolda sözler söylerdim. Lâkin vâzıh bir yol gösteremezdim. Sorsanız âciz kalırdım. Çünkü ilerisi çıkmaz sokak idi. Ben nasıl çalışayım, nasıl te’mîn-i selâmet edeyim? Nerede âsayiş vardı? Hiç bir yerde selâmet yok ki. Çalışmak için erbâbına mürâca’at edilecek, lâyiha alınacak. Beş-on kişi bir yere gelecek, müzâkere edecekler. Ma’âzallah, üç kişi bir yere gelsin; Fizan’da soluğu alırlardı. Tabî’î işte va’z esnâsında sözler dağılıyor, herşey lâyıkıyla ifâde olunamaz. Biraz rahatsızım. Hâlim de müsâ’id değil. Gelecek hafta bir dersimiz daha var. Sonra bir iki hafta dinleneceğim. Zâten bir kitâb da yazıyorum, Kānûn-ı Esâsî’ye dâir. O ahkâm-ı esâsiyye şerî’atin nerelerinden alınmış, berâhîn-i kat’iyye ile isbât edeceğim. İrân müctehidleri Meşrûtiyet’in aleyhinde imiş. Avrupa’ya yaygara ederler. Zâten herîfler istibdâd tarafdârı. Şâh fırkasına mensûb bir takım ulemâ(!) onlar hükûmet-i mutlaka isterler. İşlerine öyle gelir. Çünkü tenbelliğe alışmışlar. Onlar şâhı müdâfa’a ettikçe şah da istediği gibi icrâ-yı zulm edecek, ahâli harâc güzâr olacak. Bîçâre milleti sağdan soldan mahv edecekler. Şâh da buna mukābil ulemâya bahşişler, ihsânlar verecek... Tam işte tarafeynin maksadı hâsıl oluyor. Beride milyonlarla bîçâregân varsın sürünsünler. O ulemânın sözleri kendilerinin değil imiş. Hep şerî’at nâmına söylerler imiş, dîn öyle diyormuş. Hâşâ: “Milyonlarla insanı müstebid bir herîfin eline teslîm etmeli imişiz de o istediği gibi onlara tahakkum etsin. Assın, kessin. Hiç kimse ses çıkarmasın. Niçin? Çünkü şâh o, pâdişâh o, ne imiş o meclisler, o parlementolar, bir memleketde baş bir olurmuş. İslâmiyet Meşrûtiyeti kabûl etmezmiş. Zu’mlerince İslâmiyet hükûmet-i mutlaka; hükûmet-i müstebiddedir!!!.” Nerede böyle dîn görülmüş, behey ulemâ-yı kirâm(!) İslâmiyet kadar Meşrûtiyeti tervîc edecek hiç bir dîn, hiç bir kānûn yokdur. Onlar da bunu bilir. Fakat ah menfa’at, müstekreh, mülevves menfa’at, en mukaddes a- CİLD 1 – ADED 13 - SAYFA 208 SIRÂTIMÜSTAKĪM 197 damları, en âlim [208] zevâtı dereke-i pestîye düşürür. Bakarsınız dünyanın bir tarafında bir cem’iyyet teşekkül eder. Hüsn-i niyyetle işe başlar. Zaman geçer, bir gün “menfa’at” nâzenîn endâmını arz eder, cem’iyyet mihver-i aslîsinden çıkar, en denî adamların âlet-i fesâdı olur. İşte bazı İran ulemâsı da bu kabîldendir. Tebriz’de, Tahran’da o medreseler, o mü’essesât-ı dîniyye te’sîs olunurken emînim ki pek hayırhâhâne bir maksadla vücûda gelmişdir. Fakat şimdi bakınız bu ulemâya, ulemâya değil, bakınız bu bir kısım sarıklılara. El altından şâha tarafdârlık edecekler de istibdâdı muhâfaza edecekler. Sonra utanmadan Meşrûtiyet aleyhinde dîn nâmına yaygaralarda da bulunuyorlar. Gûya kimse bir şey anlamazmış. Onların dediklerine hemen Avrupa inanacakmış. Bunlar hep saltanat-ı bâtıla fikirleri. Bunlar hep kurûn-ı vustâ yadigârları. Fakat haksız da olsalar, değil mi yaygara ediyorlar, onlara yine mukābele lâzım. Berâhîn-i kat’iyye ile onları ilzâm etmek bize farzdır. Onun için işte uzun tetkīkāt icrâ ediyorum. Yakında inşâ’allâh “İslâmiyet ve Meşrûtiyet” diye bu tetebbu’âtımı ümmete ithâf edeceğim. Bir milletin başında bir adam bulunsun. Onu hâline bırakmalı. İstediği gibi o adam tasallutun etsin. Hükûmet o demek mi? Ulü’l-emre itâ’ati şerî’at takyîd eder: Eğer ulü’lemr sizi yolsuz bir harekete sevk ederse, öyle bir reh-i nâ savâb ki sonu uçuruma müntehî olur, sizi bir hufre-i dalâle ilkā eder. Böyle yaparsa Allah’a ilticâ edin. Sünnete bakın. Çünkü ne yolda te’mîn-i selâmet mümkün olursa hep şerî’at göstermişdir. Emîr adâlet ederse itâ’at olunur. Dâima emâneti gözetin. Her zamân adâletle hükm edin, buyurur. Ondan sonra itâ’ati emr ediyor? Bundan da: İcrâ-yı adâlet etmezse itâ’at etmeyin, demek anlaşılmaz mı? Fakat itâ’at etmeyin de ne yapın? Meşveretle iş görün. Halîfeyi hâline bırakmayın. Nezâret edin. Taht-ı mürâkabeye alın. Yine makāmında dursun, saltanat, hilâfet etsin. Lâkin milletle halîfe arasına dikenler sokmayın. Sokturmayın. Zâten kütüb-i kelâmiyede musarrah olduğu üzre imâm mahfî olamaz. Şerî’at buna müsâ’id değil. İmâmetin bir şartı da meydânda olmalı. Millet zâlimlerden şikâyet edecek. Merci’ bulmalı, şikâyetlerini nazar-ı i’tinâya aldırmalı! Bu hâlde zâlimler imâmın etrâfını alırsa, onu kendilerine bend ederse varlığı, yokluğu müsâvî olur. Belki vardır, denilmesi hatâ addolunur. Onun için şerâ’itine ri’âyet lâzımdır. O sûretle bi-hakkın halîfe-i müslimîn olacak. Kendi mevcûdiyetini ihsâs ettirecek ki bu sâyede bütün İslâmların irtibâtı artsın. Buna ri’âyetle uluvviyyet kazanacak. Gerçekden pâdişâh-ı zîşân olacak. Zâten pâdişâhımız kendisi de inkılâbdan sonra öyle diyorlar: “Ben hürriyetimi şimdi kazandım” Sultan Abdülhamîd hadd-i zâtında fatîndir, kâr-âgâhdır, âkildir, zekâsı bütün cihânda müsellemdir, her türlü ma’delete müsta’iddir. Bizler hasbe’d-diyâne zâtına, makāmına hürmet etmeğe borcluyuz. Bir kişi yalnız başına ne yapar? Binlerle cânî etrâfını almış idi. Evhâmdan evhâma ilkā ederler. Kendisini korkuturlardı, vehme düşürürlerdi. İnsan elbet selâmetini te’mîn için çâre düşünecek değil mi! Fakat diyeceksiniz ki devlet mahv oldukdan sonra, millet batdıkdan sonra selâmet-i nefs kaç para eder? Tamâmen ma’zûr olamaz. Bu kadar tecrübeler üzerine o hâ’inleri izâle etmesi lâzımdı. Neye sükût etdi? İşte fakīr bu mebâhise dâir de mukaddime ile fasıl fasıl olarak kırk elli sahîfeden ibâret bir kitâb inşaallah neşr edeceğim. Bu kadarla iktifâ edelim. 48. dersin sonu.

Bursa Meb’ûsu Müverrih-i Şehîr Binbaşı Tâhir Beyefendi Tarafından Risâlemize İhdâ Buyurulmuşdur: ESKİ VE YENİ AHLÂK KİTÂBLARIMIZ Ba’de edâ’i mâ vecebe aleynâ İsmini ser levha ittihâz ettiğim bu makāle-i nâçiz ile maksad-ı âcizânem ilm-i ahlâka dâir mukayyed ve muhta- 1 “Ey halleri değiştiren! Bizim halimizi, en iyi hale dönüştür” sar bazı ma’rûzâtda ve me’ârif-mendân-ı Osmâniyye’nin her ilm ü fende olduğu gibi bu ilm-i nâfi’a dâir de tahrîrine bezl-i himmet buyurdukları âsâra müte’allik bazı mesrûdâtda bulunmakdır. Ma’lûm-i erbâb-ı nühâdır ki İlm-i Ahlâk ecmel-i ulûmdur. Çünkü mebnâ-yı beşeriyyetin hâdim-i ma’nevîsi cümlesinden olan rahm, şefkat ve cûd ve mürüvvet gibi mekârim-i ahlâkın mâddî ve ma’nevî fevâ’id-i bîgâyesinden ve hâdimi olan ahlâk-ı seyyi’enin mazarrât-ı bînihâyesinden bâhis olduğu için hattâ (gâye-i ulûm) olmak üzere bile telakkī oluna geldiği emr-i meczûmdur. Bu hâlde bu ilm-i âlî-kadrin beyân-ı uluvviyyeti için hâmerân-ı fazîlet olan musannifîn-i İslâmiyye’den mü’ellifîn-i Osmâniyye dahi akvâl-i hakîmâne ve ef’âl-i kerîmâneleri minhâc-ı sa’âdet-i beşeriyye olan “kümmel-i beşer” efendimiz hazretlerinin kavlen, fi’ilen eser-i celîl-i nebevîlerine iktidâ ederek sâlik-i râh-ı necât ü hüdâ olmuşlardır. Çünkü bugün bi’l-cümle müslimînin eydî-i ihtirâm ve ta’zîminde mevcûd bulunan ehâdîs-i şerîfe kitâblarının herhangisi açılsa 2 بعثت لاتمم مكارم ) الاخلاق (düstûr-i hikmet ve ahlâkıyla nâtıka perdâz olan Peygamber-i Zîşân Efendimizin ahlâk-ı hasenesinin bahş ettiği mehâsinden ve ahlâk-ı seyyi’enin îrâs ettiği mehâzîrden bâhis bir çok ehâdîs-i şerîfelerine tesâdüf olunur ki işbu ehâdîs-i şerîfe ilm-i ahlâk yazmak isteyen –bâ-husûs bir İslâm mü’ellifi için– her zaman cem’iyyetli, hikmetli birer esâs-ı kavîmdir. Ez-cümle Beyrut e’âzım-ı ulemâsından Ahmed Bedran Efendi’nin ahlâka dâir iltikât ettiği Kırk Hadîs-i Şerîf’in me’ânîsinin şerh ve îzâhına dâir cem’ ve tertîb etdikleri ve erbâb-ı ma’ârifden Ahmed Ataullah Efendi nâmında bir zâtın Türkçe’ye tercüme eyledikleri (El-Eşrâk fî Mekârimi’lAhlâk) ismindeki eser-i kıymetdâr bu yolda vücûda gelen âsâr cümlesindendir ki (الغدير على تدل القطرة (mısdâkınca bu vâdîdeki ehâdis-i mezkûreden bazıları muhtasaran tercümeleriyle beraber derc ve îrâd kılındı: 1. 3 (الاخلاق مكارم لاتمم بعثت (Mekârim-i ahlâkı itmâm için ba’s buyuruldum. 2. 4 (الله باخلاق تخلقوا (Ahlâk-ı ilâhiyye ile tahalluk ediniz. 3. (اخلاقكم حسنوا (Ahlâkınızı güzelleştiriniz 4. 5 .lindendirkemâ îmânın ahlâk i-Hüsn) ان من كمال الايمان حسن الخلق) 5. 6 güzel îmânı olan güzel Ahlâkı) احسنكم ايمانًا احسنكم اخلاقًا) olandır. 6. 7 ‘vaz mîzâna Evvelâ) اول ما يوضع فى الميزان حسن الخلق) olunacak hüsn-i hulukdur. 7. 8 (الخلق كحسن لاحسب (Hüsn-i hulk gibi haseb yokdur. 2 Beyhakî, Sünen, Bâbü Beyâni Mekârim el-Ahlâk. 3 a.g.y. 4 Râzî, Mefâtîhü’l-Gayb, Bakara 269. âyetin tefsirinde. 5 Bezzâr, Müsned, 8937. 6 Buhârî, Sahih, Kitâbü’l-Menâkıb, Bâbu Sıfati’n-Nebî. (اًايمان احسنكم ( .şeklinde) ان من خياركم) yerine 7 İbn Ebî Şeybe, Musannef, Kitâbü’l-Edeb. 8 İbn Mâce, Sünen, Kitâbü’z-Zühd, Bâbü’t-Takvâ. CİLD 1 – ADED 13 - SAYFA 202 SIRÂTIMÜSTAKĪM 191 8. 1 i-sû yümndür hulk i-Hüsn) حسن الخلق يمن وسوء الخلق شؤم) hulk şûmdur. 9. 2 (لايغفر ذنب الخلق سوء (Sû-i hulk mağfiret olunmaz zenbdir. 10. 3 (البر حسن الخلق والاثم ماحال فى النفس وكرهت ان يطلع عليه الناس) Hayır mahz-ı hüsn-i hulkdur. Vicdânda ıstırâb ve kasvet hâsıl eyleyen ve nâsın ona muttali’ olmasını kerih gördüğün şey günâh ve kabâhatdir. 11. 4 ان احبكم الى واقربكم منى مجالس يوم القيامة احاسنكم اخلاقًا الموطؤن ) ويؤلفون يألفون الذين اًاكناف (Bana ziyâde sevgili ve yevm-i Kıyâmet’de bana en yakın olanlarınız mehâsin-i ahlâk ile muttasıf ve kendisinde temerrüd ve huşûnet olmayıp leyyinü’l-cânib yani mütevâzı’ olanlardır. Onlar da nâs ile hüsn-i mu’âşeret ve ülfet eden ve kendisine nâsın muhabbetini celb ve da’vet eyleyen kimselerdir. 12. 5 kimse olan yüzlü İki) ذو الوجهين لايكون عند الله وجيهًا) ind-i ilâhîde vecîh ya’nî makbûl olmaz. 13. 6 اياكم و الظن فان الظن اكذب الحديث ولاتحسسوا ولاتجسسوا ) i-Sû) ولاتناجسوا ولاتحاسدوا ولا تباغضوا ولاتدابروا وكونوا عباد الله اخوانًا zandan beğâyet ictinâb ediniz. Zîrâ hâtıranın en ziyâde kâzib olanı zandır. Birbirinizin seyyi’âtını taharrî ve uyûbunu tefahhus ve tecessüs eylemeyiniz. İştirâsı maksadınız olmayan şey’in müşterisini iğrâ için semenini tezyîd ve birbirinize hased ve buğz ü adâvet etmeyiniz ve gıyâbında kabîh kelâm söylemeyiniz. Ey Allah’ın kulları birbiriniz ile kardeş olunuz. 14. 7 hüsn min’Mü) ان المؤمن ليدرك بحسن الخلق درجة القائم الصائم) hulkiyle kā’im sâ’im derecesini idrâk eder. 15. 8 ,hulk i-Hüsn) حسن الخلق يذيب الذنوب كماتذيب النار الثلج) ateşin karı eritdiği gibi zünûbu eritir. Derc-i sahîfe-i iftihâr kılınan ehâdîs-i mezkûre mütâla’asından binâ-yı [202] muhteşem-i İslâmiyet’in mehâsin-i ahlâk üzerine mü’esses olduğu azhar mine’ş-şems zâhir ve hüveydâdır. Bu takdîrce ehâdîs-i şerîfe mütâla’asıyla iştiğâl eden bir mü’min-i muttakī için öyle uzun uzadıya ebvâb ve fusûle taksîm olunmak sûretiyle tahsîli nev’amâ tas’îb olunan ahlâk kitâblarını mütâla’adan ise hedef-i maksûda kesdirme yoldan gitmek için “câmi’u’l-kelim” olan ehâdîs-i şerîfeye mürâca’at bi’l-vücûh mûcib-i yümn ü mes’adetdir. İşde elde bu gibi minhâc-ı sa’âdet mevcûd olduğundan nâşîdir ki Sadr-ı İslâm ile onu ta’kīb eden edvârda öyle ayrıca ahlâk kitâbları tertîb ve tedvînine lüzûm görülmeyip sâir evâmir-i dîniyye ve ahkâm-ı celîle-i İslâmiyye meyânında memzûc bir hâlde nakl ü bast edilmişdir ki tehzîb-i ahlâk ve tasfiye-i vicdâna hâdim olmak üzere te’lîf olunan kütüb-i İs- 1 Ebû Davud, Sünen, Kitâbü’l-Edeb, Bâbün fi Hakki’l-Memlûk. 2 el-Harâitî, Mesâviü’l-Ahlâk, Bâbü mâ-câ’e fî sû’i’l-ahlâk. 3 Müslim, Sahih, Kitâbü’l-Birr, Bâbü Tefsiri’l-Birr. 4 Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, Bâbü’l-Ayn 605. 5 Kurtubî, Tefsîr-i Kurtubî, Mesed Sûresi 4. âyetin tefsirinde. 6 Buharî, Sahih, Kitabu’l-Edeb, Bâbü Hucurat 12. 7 Ebû Davud, Sünen, Kitâbü’l-Edeb, Bâbün fi Hüsni’l-Hulk. 8 Suyûtî, Câmi’u’s-Sağîr. ( مسَّالش تذيب كما الخطيئة يذيب الخلق حسن .şeklinde) الجليد lâmiyye meyânında başda Hüccetü’l-İslâm İmâm Gazalî’nin İhyâ’u’l-ulûm’u olduğu hâlde nesâyih, hikemiyât ve mevâ’ize müte’allik yazılan kitâbların mevzû’ları da esâsen “ilm-i celîl-i ahlâk” olduğu hattâ sathî bir mütâla’a netîcesiyle bile tezâhür eder. Mensûbiyetiyle müftehir olduğum “Osmanlı” kavminden ilm-i ahlâka dâir hâmerân-ı fazîlet olan erbâb-ı ma’ârifin görebildiğim âsâr-ı ber-güzîdelerinin isimleriyle zaman-ı te’lîf ve sâirelerini Fransızların “Bibliyografya” dedikleri “ilm-i ahvâl-i kütüb” kâ’idesine tevfîkan bast ü nakl etdim. Artık âsâr-ı mezkûreden iltikāt olunmak îcâb ve isti’dâd-ı zamana göre ilâvât-ı lâzime derc edilmek şartıyla derecât-ı muhtelife üzre ahlâk kitâbları yazmak mekâtib-i mevcûdemizde “ilm-i ahlâk” tedrîsiyle muvazzaf erbâb-ı fazîlet ve himmetin lûtf u himmetlerine mütevekkıfdır. Ve minallahi’t-tevfîk. * * * İlm-i ahlâka dâir te’lîf ve tercüme tarîkiyle eslâf-ı ma’ârif-mendân-ı Osmâniyye taraflarından yazılan âsârın bazılarına âid îzâhât-ı müfîde: 1. Bahrü’l-Hikem: 850 târîhlerinde Tire’de vefât ederek pederi yanına defn olunan İbn-i Melekzâde Mehmed Efendi’nin bir cild-i kebîr Türkçe eseridir ki Sultan Murad Han-ı Sânî Hazretleri nâmına yazıldığı mukaddimesinden anlaşılmakdadır. Esâsen ahlâk ve mev’izadan bâhis olan bu eser üç bâb yüz fasl üzre müretteb olup gayr-i matbû’dur. 2. Ahlâk-ı Cemâlî: 791’de memleketi olan Aksaray’da vefât eden efâhim-i ulemâ-yı Osmâniye’den Şeyh Cemâleddin Mehmed Aksarâyî’nin eseridir ki Yıldırım Beyâzıd Han hazretlerine takdime edilmişdir. Üç makāle üzre müretteb olan bu eserin birinci makālesi bir şahsın kendine te’alluk eden ahlâkından, ikinci makālesi â’ilesi hakkındaki ahlâk ve etvârından, üçüncü makālesi de âmmeye te’alluk eden ahlâkından bâhisdir. Matbû’u yokdur. 3. Mevâhibü’l-Hallâk fî Merâtibi’l-Ahlâk: 975’de Dersaadet’de vefât ederek Eyüb Nişâncısı denilen mahalledeki ihyâ-kerdesi olan câmi’-i şerîf hazîresine defn olunan Tosyalı Koca Nişâncı Celâlzâde Mustafa Paşa’nın Türkçe bir cild-i kebîr eseridir ki mukaddimesi Esmâ’-i Hüsnâ şerhiyle, hâtimesi salavât-ı Resûl-i Kibriyâ ile müveşşah olup orta yerindeki elli altı bâbda dahi ahlâk-ı hasene ve redî’enin fevâ’id ve mazarrâtına te’allük eden ahvâlden bahs olunmuşdur. Sultan Süleyman Kanûnî Hazretleri nâmına yazılan bu eser hâkân-ı müşârün-ileyhden sonra gelen daha iki padişâh-ı zîşânın da manzûr-ı şâhâneleri buyurulduğundan Enîsü’s-Selâtîn ve Celîsü’l-Havâkīn ismiyle de müsemmâ olduğu nüshasının zahrında muharrerdir. Matbû’u yokdur. 4. Ahlâk-ı Azîziyye: 1068’de ikâmetgâhı olan Bursa’da vefât ederek Deveciler Mezarlığı denilen kabristana defn edilen fuzelâ-yı üdebâdan sâhib-i târîh-i “Ravzatü’l-Ebrâr” Şeyhü’l-İslâm Kara Çelebizâde Abdülaziz Efendi’nin eseridir. Matbû’ değildir. 5. Hümâyûnnâme: Hikmet-i ahlâk ve felsefeden bâhis olup kıdemi ve bir çok lisânlar kelimâtına müştakun minh olması dolayısıyla zamanımız elsine ulemâsı tarafından ümmü’l-elsine addedilen “Hind-i kadîm-i Sankrit” lisânı üzere muharrer olan ve mu’ahharen Hüseyin Vâ’iz tarafından En- 192 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 13 - SAYFA 203 vâr-ı Süheylî ismiyle zebân-ı Fârisî’ye nakl olunan meşhûr Kelile ve Dimne’nin Osmanlılar beyninde müte’âref olan ismidir ki 905’de Bursa Kadısı iken vefât ederek Emîrsultan civârına defn olunan fuzelâ-yı münşiyândan Filibeli Alâ’eddin Ali’nin matbû’ ve meşhûr eseridir. Fakat tarz-ı atîk kitâbetimiz üzre muharrer olduğundan mütâla’ası havâssa münhasır gibidir. Sadeleştirildiği takdîrde istifâdesi çoğalacağı tabî’idir. 6. Ahlâk-ı Ahmedî: 1136 târîhinde Mısır mevleviyetinde iken vefât eden fuzelâ-yı şu’arâdan Osmanzâde Tâ’ib Ahmed Efendi’nin Türkçe eseridir ki Mevlânâ Hüseyin Kâşif’in eserinden tevsî’ tarîkiyle meydâna gelen bu eser Sultan Ahmed Han-ı Sâlis hazretlerine takdime edilmişdir. Matbû’dur. 7. Simârü’l-Esmâr: Hümâyûnnâme’den telhîs edilmiş bir eser olup Tâ’ib Ahmed Efendi’nindir. Gayr-i matbû’dur. 8. Telhîsü’l-Hikem – Telhîsü’n-Nasâyih: 1072 târîhinde Dersa’âdet’de vefât ederek Topkapı hâricine defn olunan şârih-i Mesnevî merd-i ma’nevî Sarı Abdullah Efendi’nin Nasîhatü’l-Mülûk’undan telhîs edilen bu eser Tâ’ib Ahmed Efendi tarafından meydana getirilerek Sultan Mehmed Hân-ı Râbi’ hazretlerine takdîm edilmişdir. Matbû’dur. 9. Mir’âtü’l-Ahlâk ve Mirkātü’l-Eşvak: 1006 târîhinde Sivas’da irtihâl eden Pîrân-ı Tarîkat-i Halvetiyye’den Şeyh Şemseddin-i Sivâsî’nin Türkçe manzûm eseridir ki yirmi bâb üzre müretteb olan bu eserin nısfı ahlâk-ı hamîde, nısfı ahlâk-ı zemîmeden bâhis olup gayr-i matbû’dur. 10. Mir’âtü’l-Ahlâk: 1050 târîhinde Dersa’âdet’de vefât eden kâdî-i İstanbul Bostânzâde Yahya Efendi’nin yalnız ahlâk-ı mahmûdenin beyânıyla iktifâ eylediği Türkçe yirmi bâb üzre müretteb eser-i mensûrudur ki [203] Sultan Ahmed Hân-ı Evvel’e takdîm edilmişdir. Gayr-i matbû’dur. 11. Tercüme-i Ahlâk-ı Muhsinî: Eserin aslı kırk bâb üzre müretteb ve Fârisiyyü’l-ibâre olup 910 târîhinde vefât eden Mevlânâ Hüseyin Kâşif Herevî tarafından Hüseyin Baykarazâde Mirzâ Muhsin nâmına yazılmışdır. 971 târîhinde Dersa’âdet’de vefât ederek Tophâne civârında binâ-kerdesi olan Defterdâr Câmi’i hazîresine defn edilen Târîh-i Heşt Behişt sâhibi Mevlânâ İdris-i Bitlîsîzâde Defterdâr Ebulfazl Muhammed Efendi tarafından tercüme edilmişdir. Matbû’ değildir. 12. Tercüme-i Ahlâk-ı Muhsinî – Enîsü’l-ârifîn: Fuzelâ-yı şu’erâ-yı Osmâniye’den olup rubâ’î-gûlukda Osmanlılarca İran şu’arâsının Ömer Hayyâm’ı makāmında olan ve 1040 târîhinde Dersa’âdet’de vefât ederek Sofular Çarşısı kurbundaki mekteb sâhâsına defn edilen Azmizâde Hâletî Mustafa Efendi’nin kendi tercümesine verdiği isimdir ki bu da aslı gibi kırk bâb üzre mürettebdir. Bu tercümede îcâbına göre ilâvât ve tenkīhât vardır. Matla’ı şudur: Minnet Allah’a kim odur Hallâk Halk edübdür mekârim-i ahlâk Hüsn-i halkıyla eyleyip tekrîm Kıldı insânı ahsen-i takvîm 13. Mekârim-i Ahlâk: Zikri sebk eden Hâletî Mustafa Efendi’nin pederi olup 990 tarihinde Dersa’âdet’de vefât eden fudelâ-yı üdebâdan Azmi Efendi’nin eseridir. Matbû’ değildir. 14. Ahlâk-ı Nevâlî – Ferahnâme: 1003’de Manisa’da vefât eden fuzelâ-yı şu’arâdan Akhisarî Navâlî Nasûh Efendi’nin eseridir ki Sultan Mehmed Hân-ı Sâlis’in şehzâdeliği evânında Manisa’da mu’allimi iken te’lîf eylemişdir. Bu eser esâsen hakîm-i şehîr Aristo’nun Kitâbü’r-Riyâse ve’s-Siyâse ismindeki kitabının îcâbına göre mahv ü isbât ve îcâbına göre tevsî’ tarîkiyle tercümesinden ibâret olup on altı bâb ve bir tekmile üzre mürettebdir. 15. Tercüme-i Kimyâ-yı Sa’âdet: Metn-i eser 505’de vefât eden Hüccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî’nin hikmet-i ahlâk ve mev’izadan bâhis Fârisî eseridir ki, zikri sebk eden Nevâlî Nasûh Efendi tarafından tercüme olunmuşdur. Metn-i eser ma’ârif-mendân-ı Osmaniye’den Sıhâh-ı Cevherî mütercimi Vankulu Mehmed Efendi ile Sarı Abdullah Efendi ahfâdından Lalîzâde Abdülbâkī Efendi taraflarından da tercüme olunmuşdur. Keşfü’z-Zunûn’da şâ’ir-i meşhûr Necâti ile Sehâbî taraflarından da tercüme olunduğu mezkûrsa da bu tercümeler manzûr-ı âcizî olmamışdır. Tercümelerin cümlesi gayr-i matbû’dur. Yalnız iki faslın tercümeleri matbû’dur ki birincinin mütercimi musarrah değildir. İkinci tercüme beşinci faslın tercümesidir ki İksîr-i Devlet nâmıyla olup Nergîs Efendi tarafından tercüme edilmişdir. 1288’de tab’ olunmuşdur. Metn-i eser ahîren Hindistan’da tab’ edildi. 16. Şerh-i Ahlâk-ı Adudiye: Metn-i eser 756’da irtihâl eden Allâme Adud’undur. Efâzıl-ı ulemâ-yı Osmaniyyeden olup 961’de Dersa’âdet’de vefât ederek Fâtih civârında Âşık Paşa nâm mahalde defn edilen Şakāyık-ı Nu’mâniye sâhibi Taşköprüzâde Ahmed Efendi ile 1113 târîhinde Mekke-i Mükerreme’de irtihâl ederek civâr-ı Hazret-i Hadicetü’l-Kübrâ’ya defn olunan Müneccimbaşı nâmıyla ma’rûf fuzelâ-yı meşâyih-i mevleviyyeden Sahâ’ifü’l-Ahbâr ve Câmi’u’d-Düvel sâhibi Selanikli Ahmed Dede Efendi tarafından şerh olunmuşdur ki her ikisi de matbû’ değildir. –mâba’di var– Bursalı Mehmed Tâhir bin Rif’at
FÂZIL-I ŞEHÎR BEREKETZÂDE İSMAİL HAKKI BEY Aynen varaka: Sırâtımüstakīm mü’essisleri beyefendilere: Mahkeme-i temyîz a’zâ-yı kirâmından Bereketzâde İsmâil Hakkı Bey Efendi hazretleri Sırâtımüstakīm sahâ’ifine zînet-bahş olan âsâr-ı âliye ve tetkīkāt-ı hakîmâneleriyle efkâr-ı ümmeti tenvîr buyurdukları gibi karîbü’t-teşekkül olan Meclis-i Meb’ûsân’ca da âfitâb-ı fazl ü irfân-ı dehâ-perverîlerinden müstenîr olabilmek için nâmzedliklerinin vaz’ına muvâfakat buyurmalarını arzû-yı millî şeklinde ricâ ve muttasıf oldukları ulviyet-i fıtriyyelerinden kabûlü tebşîrâtına intizâr eyleriz. 25 Teşrînievvel 324 Müntehib-ı Sânî Namzedi Hayri SIRÂTIMÜSTAKĪM Hazret-i üstâd-ı nihrîre tarafımızdan dahi bu yolda mürâca’at vukū’ bulmuşdu. Hukūk-ı mukaddese-i ümmetin muhâfazası için gündüz iş başında, gece kalem elinde çalışmakdan bir an hâlî kalmayan Hazret-i üstâd meftûr oldukları tevâzu’-ı fâzilâneleriyle muhâtı bulundukları meşâgilin hep bu muhâfaza-i hukūk ümniyesine ma’tûf bulunduğunu işrâb ve lehü’l-hamd Meclis-i Meb’ûsân’da îfâ-yı hizmet edecek efâzıl-ı ümmet mevcûd olmasına mebnî teşettüt-i ârâya sebebiyyetin ta’kīb olunan maksad-ı ulvîye tevâfuk edemeyeceğini ve esâsen müntehib-i sânîliğe intihâb buyurulmuş olmaları hasebiyle emr-i intihâbda da lâzime-i ittihâdı te’mîne ve teveccüh eden vazîfe-i vekâleti bi-hakkın îfâya çalışmak sûretiyle bu mes’eleye doğrudan doğruya hizmet ve mu’âvenetleri inzimâm edeceğini beyân buyurdular. Sâhib-i varaka ile şu arzûya iştirâk eden zevât-ı sâirenin bu bâbdaki tahassüsât-ı vatan-perverâneleri ne derece şâyân-ı şükrân ise vecâ’ib-i kadr-dânînin îfâsına te’alluk etmek i’tibâriyle de o nisbetde cedîr-i takdîrdir. Sırâtımüstakīm kendi hissesine isâbet eden vazîfe-i teşekkürü îfâya müsâra’at eder ve üstâd-ı muhteremin âsâr-ı dâhiyâneleri efrâd-ı millete, mecâlis-i devlete kıymetdâr bir zahîr ve müşâvir bulunduğu ve binâberîn o envâr-ı zekâ ve irfândan dâima iktibâs-ı hakāyık olunacağı cihetle meclisde bi’z-zât bulunmamakdan mütahassıl ziyâ’ı şu mesâ’î-i meşkûre telâfî edeceğinden me’yûsiyete mahal olmadığını beyân eyler. Emîn olalım ki bu millet böyle efâzıla mazhar oldukça bi-mennihî ve keremihî te’âlâ her zaman akvâm ve milel-i sâirenin pişvâ-yı irfân u kemâlâtı, hâce-i ahlâk ve ma’neviyyâtı olacakdır. Cenâb-ı Hak ömr-i fâzilânelerini müzdâd buyursun. Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ Mahall-i İdâre: Dersa’âdet’te Yeni Postahâne Karşısında Dâire-i Mahsûsadır SIRÂTIMÜSTAKĪM Din, Felsefe, Edebiyat, Hukūk ve Ulûmdan Bâhis Haftalık Risâledir İhtâr: Mesleğimize muvâfık âsâr-ı ciddiyye ma’al-memnûniyye kabûl olunur. Derc edilmeyen âsâr iâde olunmaz Müessisleri: Ebu’l-Ulâ Zeynelâbidîn – H. Eşref Edib Seneliği Altı aylığı Dersa’âdet’te 65 35 Vilâyâtta 90 50 Memâlik-i ecnebiyyede 90 50 kuruştur. TÂRÎH-İ TE’SÎSİ: 11 Temmuz 1324 Dersa’âdet’te Nüshası 50 Paradır Kırılmadan mukavva boru ile gönderilirse senevî 20 kuruş fazla alınır. Dersa’âdet’te posta ile gönderilirse vilâyât bedeli ahz olunur. 26 Kasım 1908 02 Zilka’de 1326 Perşembe 13 Teşrînisânî 1324 Birinci Sene - Aded: 14 [209] USÛL-İ MEŞRÛTİYETE KARŞI HUSEMÂ-YI MİLLETİN İ’TİRAZÂTINA MÜDÂFA’A-İ MUHİKKA Usûl-i meşrû’a-i meşvereti tezyîf ve mel’anet-i istibdâdı tervîc maksadıyla a’dâ-yı hürriyet, tarafdarân-ı mezâlim ehl-i hak ve erbâb-ı insâf tarafından ortaya konulan en vâzıh delâ’ile karşı bir takım vâhî i’tirâzlar dermeyân ederek avâm-ı nâsı iğfâle yelteniyorlar, telbîsât ikâ’ına çalışıyorlar. Bu yâdigârların delâ’il-i meşveret ve berâhîn-i meşrûtiyetden olmak üzere îrâd ve istişhâd olunan âyât-ı kerîmeyi te’- vîl ve tahsîs ile adâlet ve müsâvâtı mugâyir-i İslâmiyet ve münâfî-i diyânet bir sûretde tasvîre kalkışmaları kadar büyük mefsedet, bâdî-i hicâb bir mel’anet olmayacağı muhtâc-ı beyân değildir. Bu mel’ûnlar bu nokta-i nazardan ak ile karayı seçmekten âciz bulunan bir takım sâde dil bî-çâreleri, ekser avâm-ı halkı tağlît ile zihinlerini bozabilirler. En meşhûr delillerimiz, en ziyâde mazhar-ı kabûl olan bürhânlarımız bu heriflerin iddi’â-yı bâtılları vechile eğer hükümsüz kalacak olursa usûl-i âliye-i mezkûre nazar-ı i’tibârdan sâkıt olmak ve hâşâ İslamiyet binâsı tahakküm ve istibdâd esasları üzerine mü’esses bulunmak lâzım gelir. Meselâ 1 (الامر فى وشاورهم (nazm-ı celîli ile usûl-i meşveretin meşrû’iyetine, idâre-i hükûmete, terakkiyât-ı millete müte- ’allik umûrun kâffesinde istişârenin vücûbu keyfiyetine bütün erbâb-ı basîret ve irfân tarafından ilzâm edilmekde olan istidlâl-i sahîhe karşı “Bu âyet-i kerîmedeki “hüm” zamîri ashâb-ı Resûle râci’ olmağla Kur’ân bi’l-hassa Cenâb-ı Resûl’ün kendi ashâbıyle istişâre etmelerinin meşrû’iyyetine delâlet eder. Yoksa her zaman müslümanların akvâm-ı sâire ile istişâre etmeleri cevâzına delil olamaz” diyorlar. 1 Âl-i İmrân 3/159. İşte meyl-i istibdâd ve tehyîc-i fesâd sâ’ikasıyla amâ-yı basîrete giriftâr bulunan kesân-ı bî-iz’ânın sâde dil ve bî-vukūf ahâlimizi dâm-ı tezvîr-i iğfâllerine düşürerek ortaya sürdükleri bu türlü safsatalarla te’sîrât-ı müdhişe îrâs etmeleri istib’âd olunmaz, binâ’en-aleyh bu hezeyânâne karşı erbâb-ı hamiyyetin iltizâm-ı sükûtları revâ görülmez. Hissettiğimiz şu lüzûma mebnî biz de def’-i ebâtîl ve te’yîd-i hakīkat maksadıyle makāle-i ma’rûzayı tahrîre mübâderet eyledik. Erbâb-ı fehm ü dânişe hafî olmadığı üzere Kur’ân-ı Kerîm ile istidlâl edebilmek için bir çok ma’lûmât, bir hayli usûl ve kavâ’id elde etmeğe ihtiyâc vardır. Biraz Arabca bilmekle şu âyetden böyle bir ma’nâ anlaşılır, şöyle bir hüküm çıkarılır. Yâhûd istinbât olunan hüküm doğrudur. Veyâ doğru değildir, diye müctehidliğe kıyâm hiçbir vakit ma’kūl görülmez. Usûl-i istinbâtdan kavâ’id-i mukarrareden bî-behre olan kimse böyle bir iddi’âya kıyâm edince tecâvüz ve i’tisâf ile ithâm olunur. Haddini bilmemiş veya îkâ’-ı fesâda yeltenmiş olduğu meydân-ı alâniyete çıkar. Âyât-ı Furkâniyye’den istinbât-ı ahkâm edilebilmek için usûl-i fıkıhdan mukarrer ve müberhen bulunan en basit kavâ’idi bile bilmeden kesân istidlâlât-ı şer’iyyeye dâir ne söylese hatâ etmiş olacağı âşikârdır. Kur’ân-ı Hakîm’den istinbât-ı hüküm iktidârını hâiz olmak için evvelâ bütün aksâm-ı nazmı temyîz vech-i delâletlerini ma’rifet, sâniyen her nazm-ı celîlin ibâre ve işâre ve delâlet ve iktizâ nâmlarıyle ma’rûf vücûh-ı erba’a-i ifâdesine vukūf ve bunların her birinin şerâ’it-i ahkâm-ı usûliyesini ihâta sâhibi olmağa cehd ü gayret lâzımdır. Biraz da hakīkat ve mecâz, sarîh ve kinâye mebâhisine ıttılâ’ eylemek şartdır. Bundan başka ahkâm-ı şer’iyyenin bir kısmı da kıyâs-ı fukahâ ile müstenbat bulunması cihetiyle ahvâl ve ahkâm-ı kıyâsiyyeye dahi âgâh olmak iktizâ eder . [210] Bahsimize pek ziyâde te’alluku bulunan birkaç mebhas usûlünün numûnesini, nazmın tenvîr-i hakīkatine CİLD 1 – ADED 14 - SAYFA 210 SIRÂTIMÜSTAKĪM 199 medâr olacak aksâm-ı icmâliyesini beyân, bi-kaderi’l-imkân tefhîm-i merâm için lâ-büd görünen îzâhâtı ityân edelim . Bir nass-ı şerîfin ilm-i mantıkda ma’lûm delâlât-ı selâsenin herhangi biriyle olursa olsun mâ-sebak olduğu sâbit olan, siyâk u sibâk ve delâlet-i hâl gibi bir karîne ile ifâdesi maksad-ı aslî olduğu bilinen bir ma’nâya bi’l-ibâre dâl olması gibi o ma’nâ-yı maksûdun gayrı me’ânî ve ahkâma da bi’l-işâre dâl olabilir. (Bu kısımların temsîl ve îzâhına burada lüzûm yokdur.) Medlûlün bi’l-ibâre olan me’ânî-i asliyyenin levâzımından ma’dûd bir takım ma’nâlar da vardır ki bunların bazısı lâzım-ı mütekaddim kabîlinden olub bir kelâmın hâvî olduğu hükmün sıhhat-i şer’iyyesini muhâfaza için i’tibârı zarûrîdir. Bu ma’nâ i’tibârıyle kelâm-ı mezkûre “dâllün bi’l-iktizâ” tesmiye olunur. İtnâb-ı makālden teharrüzen bu kısmın da temsîl ü îzâhını terk ediyoruz . Levâzımın bir nev’i de ictihâda tevakkuf etmeyerek mahzâ menât-ı hükmü mülâhaza ile kelâmın medlûl-i vaz’- iyyesine âşinâ bulunan her muhâtaba münfehim olacak ma’nâ-yı lâzımıdır. Bu ma’nâya nazaran kelâma “dâllün bi’d-delâle” ta’bîr olunur. Bu nevi’ lâzımlar, medlûl iltizâmîlerin bir kısmı ulviyyet diğeri de müsâvât cihetiyle münfehim olmaktadır. Meselâ ehline kurban ile savm-ı Ramazan’ı amden nakz eden Arâbî hakkında vücûb-ı kefâret emrini hâvî olan hadîs-i şerîfden ne sûretle olursa olsun, sıyâm-ı mezkūru nâkıs olan her mükellefin kefâret ile me’mûr olması müstefâd olur. Çünkü hükm-i mezkūrda Arâbî olmanın dahli yokdur. Binâ’en-aleyh cemî’ fukahâya görevli ekl ü şürb tarîkiyle nakz-ı sıyâm eden bir Türk, bir Acem de kefâret ile mahkûm kılınır. Hadîs-i şerîfin bir bedevî Arab hakkında vürûdu, bu hükm-i şer’înin sâir efrâd-ı müslimîne şümûlüne mâni’ addolunamaz. Kezâlik 1 (فٍُّأ اَمُهَّل لُقَتَ لاَف (nazm-ı celîlinden vâlideyn hakkında öf diyerek kendilerini rencîde etmek hürmeti “ bi’libâre “anlaşıldığı gibi onları şetm ü darb ile tahkīr etmek keyfiyetinin hürmeti “bi’d-delâle” ya’ni evleviyyet tarîkıyle müstebân olmaktadır. Zîrā menât-ı hükm-i illet-i tahrîm olan ezâ ve tahkīr şetm ü darb sûretlerinde daha ziyâde olduğu âşikârdır . İşte 2 (ِرْمَالأ يِفْ مُهْرِاوَشَو (nazm-ı şerîfi de Cenâb-ı Risâletme’âb efendimize hitâben vârid olub lede’l-îcâb nezd-i risâlet-penâhîlerinde hâzır bulunan ashâb-ı kirâm ile istişâre buyurmaları lüzûmuna “bi’l-ibâre” dâl olduğu gibi her zaman her halîfenin, her hükümdâr-ı İslâmın zîr-i idâre ve tâbi’iyyetinde bulunan erbâb-ı iz’ân ile istişâre etmeleri, kendilerine müte’allik umūr ve husūsātda onların re’ylerini sormaları lüzūmuna “bi’d-delâle” yani evleviyyet tarîkiyle delâlet etmektedir . Kendisine semâdan bi’t-tevâlî vahy nâzil olan Resûl-i Zîşan Efendimiz bile umūr-ı dünyeviyyede istişâreden gayr-i müstağnî gösterilirse, artık cânişîn-i hükûmet ve hilâfet olan 1 İsrâ, 17/23. 2 Âl-i İmrân, 3/159. zevâtın ne derece akl u kiyâset, ne mertebe hüsn-i niyyet ve istikâmet sâhibi olurlarsa olsunlar re’ylerinde müstebid olmayarak istişâre ile tedvîr-i umûr-ı âmmeye mecbūr kılınmaları sûret-i kat’iyyede iktizâ eder. Hattâ diyebiliriz ki Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri hakkında şeref-vürûd eden emr bi’l-müşâverenin illet-i gâ’iyyesi, istişâre ile me’mûr kılınmalarının hikmet-i aliyyesi zimâm-dârân-ı hükûmet-i İslâmiyyeye bir ders-i ibret vermekten ibāret olacağında iştibâha meydan yokdur. Nasıl ki şu âyet-i celîlenin akīb-i nüzûlünde vârid olan 3 ان الله و رسوله لغنيان عن المشاورة ولكن جعلها ) hakīkati bu de şerîfi i-hadîs) الله سنة لامتى ورحمة الى يوم القيامة nâtıkdır. Zamân-ı sa’âdet-i Peygamberîde olduğu gibi devr-i celîl-i Hulefâ-i Râşidîn’in dahi idâre-i umûr-ı âmme hep bu minvâl üzere güzâriş bulduğu muhtâc-ı tafsîl değildir. El-hâsıl bu âyet-i kerîmeden –hülâsa-i müfâd olmak üzere– hükûmet-i İslâmiyyenin ahâli ile istişârede bulunmasının meşrû’iyyeti müstebân olmaktadır. 4 (وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ) nazm-ı celîlinden de bütün umûr-ı âmmenin temşît ve icrâsı beyne’l müslimîn akd-i meşveret sûretiyle olmasının vücûbu sarîhaten müstefâd oluyor. Bu cihetle şu iki esâsın da mansûsiyetinde iştibâha meydan kalmaz. Vatan ve memlekete âid ıslahât ve terakkiyât envâ’ında, mesâlih-i dünyeviyyenin hemân kâffesinde alâkadâr bulunmaları hasebiyle gayr-i müslimlerin de meşverete idhâl olunmaları hâiz oldukları salâhiyete binâ’en muvâfık-ı ma’delet olduğu kâbil-i inkâr değildir. Bu cihet nusûs-ı şer’iyyede musarrah olmadığından hilâfını arzû edenler de olabilir. Fakat mâdâm ki muhâsamât-ı milliye ve münâza’ât-ı mütemâdiyenin kat’ ve izâlesine bundan başka çâre olmadığı tecârib-i umûmiyye ile bu gün sûret-i kat’iyyede tahakkuk etmiş ve her hükûmetin ittihâz eylemiş olduğu usûl-i meşveret bu tarzda, bütün ahâlinin intihâb-kerdeleri olan meb’ûsân arasında cereyân etmekde bulunmuşdur. Bizim de te’mîn-i selâmet ve sa’âdet için bu tarîke sâlik olmamız zarûret hâlini kesb etmişdir. Bu tarîke sülûkümüzün meşrû’iyyetini isbât bâbında şerî’at-ı münevveremizin bizi gayr-i müslimler ile akd-i şirket ve iltizâm-ı hüsn-i mu’âşeretden nehy etmemiş olmasını mülâhaza kâfîdir. Evet! Şerî’at bizi her kime karşı olursa olsun birr ü ihsâna dair icrâ-yı mu’âmelātdan nehy etmemiş, belki dâima herkesle hüsn-i muhâdenet ve i’tilâf noktalarını gözetmek husûsâtına terğîb ve teşvîk etmiştir. 5 انتم اعرف ) دنياكم بامر (gibi ehâdîs-i nebeviyye intizām-ı umûr-ı âmme ve mesâlih-i dünyeviyye için yapılması îcâb eden hiçbir emr-i ma’kūleden geri durmayarak her türlü ıslâhât ve terakkiyât-ı medeniyye te’mînine sâlikân-ı sırât-ı müstakīmi serbest bırakmaktadır. –mâba’di var– Manastırlı İsmâil Hakkı 3 Beyhakî, Sünen, Kitâbü’n-Nikâh 12. 4 Şûrâ, 42/38. 5 Müslim, Sahih, Kitabü’l-Fezâ’il 38.