MÜSLÜMAN KADINI
Dokuzuncu fasıl
Tesettür kadınların nişâne-i esâreti midir,
yoksa zâmin-i hürriyyeti midir?
Biz yukarıki fasıllarda kadının mâhiyetini, cinsine hâs olan kemâli tedkīk ettik. Bu kemâlin ancak kadının erkek işlerine iştirâk etmemesi şartıyla mümkün olacağını tecrübeye müstenid delâ’il ile isbât eyledik. Daha sonra da bu iki
cinsin birbiriyle ihtilâtından hergün hâdis olan mazarratı
müdekkikāne mevki-i bahse çektik.
Bu fasılda ise berâhîn ile isbât etmek istiyoruz ki: Tesettür istiklâl-i nisvânın zâmin-i yegânesidir. Erkeklerin tahakkümünden masûniyetleri için kâfil-i münferiddir.
Mâdem ki böyle ictimâ’î bir mevzû’a dâir bahis yürütmek hakkını hâiziz, artık bizim için nâ-pâyidâr olan bu medeniyyet-i maddiyyenin âsârından hangi birine olursa olsun vehleten kapılıvermek, o eseri anâsır-ı basîtasına varın-
164 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 11 - SAYFA 174
caya kadar, müdekkikāne bir tahlîl ile imtihâna çekmedikçe, hiçbir şeye hükm için esâs ittihâz eylemek kat’iyyen câ-
’iz olamaz. Bu cümle ile şunu anlatmak istiyoruz ki, o medeniyet ile mütemeddin memâlikdeki kadınların hürriyet-i
kâzibelerine aldanarak dışındaki nazar-firîb yaldızları mürûr-ı zaman ile zâ’il olmayan, bilâkis behçeti artan sâbit bir
reng-i aslî zannetmemiz doğru değildir. Zîrâ bu bir hatâ-yı
ictimâ’îdir ki taharrî-i hakīkat ile uğraşanları emellerine rağmen hakīkat-i hâle tevâfuk etmeyen ve hadd-i zâtında bir
ma’nâyı hâiz olmayan sathî bir takım faraziyâta sevkeder.
Bu gibi faraziyât velev bir zaman için hakīkate muvâfık görünse de, fıtrât-ı beşeriyyeye adem-i tevâfukundan dolayı
müstakbelde elbette mâhiyeti zâhir olur.
Çünkü erkeğin fıtratında merkûz olan gayret (kıskançlık) her ne kadar muğfil bir takım hevesâtın rimâdı altında
gömülse de medeniyyât-ı hâzıranın bazı velveledâr şekilleri
arasında mestûr kalsa da bir mevt-i ebedîye kat’iyyen mahkûm olamaz. Bilâkis günün birinde alabildiğine parlayarak
erkekleri kadınlar hakkında fevka’t-tahammül şiddetler icrâsına, o bîçâreleri esâretlerin en müdhişi, en nazar-hırâşiyle esîr etmeye sevkeder.
İnsanın ve insâniyetin bütün hâlâtı üzerine şöyle umumî bir nazar atfedenler için benim şu sözüm şâ’irâne bir hayâl tarzında görünse de, diğer bir takımlarının indinde
mahz-ı hakīkatdir; hem öyle hakīkat-i sâtı’a ki, yalnız aklen
değil naklen de karîn-i kabûldür. Zîrâ târîh bize her millette
bunun misâllerini gösteriyor. Şimdi burada Roma devletinde zuhûra gelmiş olan aynı hâli misâl olarak îrâd edelim:
Roma devleti öyle bir devletdir ki umûm Avrupa düvel-i mütemeddinesi ondan tevellüd etmişdir. Bu devlet,
miladdan altı asır evvel ufak, fakir bir cem’iyet [174] olmak
üzere Roma’da zuhûr etti. Sonra asırdan asıra büyüyerek
medeniyetden büyük bir vâye ihrâzına muvaffak oldu. Roma’da kadınlar erkekden kaçarlar, evlerinden dışarı çıkmazlardı. Ondokuzuncu asrın Muhîtü’l-Ulûm’u diyor ki:
“Roma kadınları erkekleri gibi işi severler, evlerinde işle
meşgûl olurlardı. Zevcler, babalar ise şedâ’id-i harb ü darb
içinde imrâr-ı hayât ederlerdi. Kadınların umûr-ı beytiyyeden sonra en mühim işleri bez dokumaktan ibâretdi. Tesettüre son derece ri’âyet ederlerdi. Hattâ bir hizmetçi kadın bile yüzünü kalın bir peçe ile kapamadıkça, arkasına da
topuklarına kadar inerek endâmının şeklini bile göstermeyecek bir aba örtünmedikçe evinden dışarı çıkamazdı.”
İşte bu zamanda, yani kadınların mestûr oldukları sırada Romalılar her husûsda ileri gittiler, büyük büyük temasîl-i san’at meydâna getirdiler, koca koca heykeller rekzettiler, memleketler fethettiler, âlemi, taht-ı temellüklerine aldılar, ümem-i sâirenin kâffesine huzûr-ı istibdât ve azametlerinde boyun eğdirdiler. Lâkin sonraları, nâ’il oldukları
bunca nâz u na’îm sâ’ikasiyle, kadınları evlerinden dışarı
çıkarmaya, mehâfil-i zevk ü tarabda bulundurmaya başladılar. Artık kadınlar cevf-i sadırdan kalbin uğramasını andıran bir tarzda sokaklara fırladılar. O zaman unsûr-ı muhâcim olan erkek, mahza kendi huzûzât-ı nefsâniyyesi uğrunda, bîçârelerin ahlâkını bozmaya, dâmen-i iffetlerini kirletmeye, hicâblarını kaldırmaya meydân buldu.
Artık kadınlar tiyatro sahnelerinde arz-ı endâm eder,
alâ mele’i’r-ricâl şarkı söyler oldu. Gide gide yalnız bunların
nüfûzu yürümeye, azl ü nasb husûsunda yalnız bunların
re’yi mesmû’ olmaya başladı. Bu hâl üzerine çok geçmedi,
Roma devletine bildiği bilmediği birçok taraflardan harâbiyet teveccüh etti. Hattâ târîh okuyanlar Roma gibi bir hükûmet-i mu’azzamanın burc u bâru-yı müşeyyedi, kadınların o nâzenîn elleriyle birer taş birer taş yıkıldığını görünce,
hem de bu harâbiyetin nisvânın tahrîbe müsta’id olmalarından ileri gelmeyerek, mahzâ erkeklerin onlara kapılmalarından, onlarla hem-âhenk olmalarından neş’et eylediğini
anlayınca dehşet içinde kalır. Bu bir hakīkat-i siyâsiyyedir
ki münâkaşaya meydân yokdur.
Revue’de fesâd-ı siyâsî ünvânı altında şu sözler görülüyor: “Erkân-ı esâsiyye-i ictimâ’iyyeye fesâd ârız olması,
her zaman olmuş birşeydir. Ancak garâ’ib-i müdhişedendir
ki, o fesâdın zamân-ı sâbıkdaki âsârı, devr-i hâzırdaki âsârına tamamiyle müşâbihdir. Yani o zaman da kadınlar ahlâk-ı fâzılanın hedmi husûsunda en kavî âmil ve mü’essir
idiler.”
Bu muharrir-i ictimâ’î için elyak olan, töhmet-i ifsâdı
kadınlara isnâd etmemek idi. Çünkü evvel emirde kadını
ifsâd eden, mahzâ kendi hevesât-ı rezîlesi uğrunda bîçâreyi
âlet-i fesâd edinen erkeğin ta kendisidir. Sonra bu muharrir
hâl-i hâzırda medeniyet-i garbı tehdîd etmekde olan alâmât
ile Roma cumhuriyeti zamanındakilerini mukāyese ederek
diyor ki:
“Roma cumhuriyetinin son zamanlarında ricâl-i siyâsiyye adeden ekseriyeti teşkîl etmiş olan aşüfte-meşrep kadınların musâhabesi içinde demgüzâr oluyorlardı. Bugün de
hâl ayniyle o zamanki gibidir. Kadınların sefâhete, huzûzâta karşı cünûn derecesine varmış bir inhimâka dalmış oldukları görülüyor.”
Acaba hubb-i mecd ü azametle şöhret-gîr olan Romalılarda böyle kendilerine mefâhir-i sâbıkalarını unutturacak,
bünyân-ı şevket ü celâdetlerinin gözleri önünde yıkıldığını
gördükleri halde içlerinde bir sâhib-i gayret bulunamayacak derecede müdhiş bir inkılâb, azîm bir tebeddül nasıl
oldu da vücûd buldu? Eyyâm-ı ikbâl ve satvetinde nisvânın
tesettürü husûsunda o kadar ileri giden bir kavim için, bilâhare kadınlara böyle ricâl-i hükûmet üzerinde sâhib-i nüfûz
olmak ve onları istedikleri zaman azl etmek iktidârını vermek imkânı nasıl tasavvur olunur? Bir hâlden büsbütün
zıddı ve mukābili olan diğer bir hâle bu acîb intikāl nedir?
Acaba ikisi arasında bir tedrîc-i tabî’î mevcûd değil midir?
Evet bu fesâd-ı nisevî de kā’ide-i tabî’iyyeye tebe’an
ilerlemişdir. Yani bidâyetde ufak, ehemmiyetsiz bir hâlde
zuhûr etti, sonra dâiresi genişledi, nihâyet vehleten vücûdu
istilâ eden bir ma’raz-ı mühlik şeklini aldı. Muhîtü’l-Ulûm
diyor ki:
“Lâkin kadınlarda zevk ü safâya karşı cünûn derecesini
bulan bu inhimâk ancak imparatorluk devrinde hükümfermâ olmaya başladı. Cumhuriyetin ilk edvârında ise kadınlar evlerinden dışarı çıkmazlar, bez dokumak ile meşgûl
olurlardı. Fakat debdebe ve gurûr yavaş yavaş Roma’ya
girmeye başladı. Ancak sonradan Katon kıyam ederek halkı, biraz zaman mürûrunda, herşeyi mahvetmek isti’dâdını
CİLD 1 – ADED 11 - SAYFA 175 SIRÂTIMÜSTAKĪM 165
hâiz bir tehlike-i muhît ile tehdîd eder oldu. (O zamanki
Katon bu günkü tesettür müdâfi’lerinin aynıdır. Zîrâ târîh
aynı vekāyi’in tekerrüründen ibâretdir). Aradan biraz geçer
geçmez âsar-ı gurûr ve sefâhete artık had ta’yîn edilemez
oldu.”
Şimdi bakalım Katon, kavmine karşı ne söylemiş, mestûriyetin terkinden tevellüd edecek muhâtaraları nasıl bir
lisân-ı inzâr ile beyân etmiş de sonra sözleri nasıl doğru çıkmış? Bunların kâffesi ümem-i sâirenin başından geçmiş târihî bir takım vekāyi’-i hakīkiyyedir ki aynı hâle gelmeden
sakınmak, yâhûd hiç olmazsa tuttuğumuz şu yolda bir tarîk-i hatar-nâkta bulunduğumuzu bile bile devâm etmiş olmak için hakkiyle vukūfumuz îcâb eder.
Yine Muhîtü’l-Ulûm’da rivâyet edilmektedir ki Roma’-
da kadınların zînet ve hürriyetlerini tahdîd etmekde olan
kānûnun feshi maksadiyle bir kıyam vukū’a gelince Romalılar arasında hikmetiyle, felsefesiyle şöhret-gîr olan Katon
ayağa kalkarak şu sözleri söylemiş: “Romalılar! Bir kere
kadınlara, onların istiklâllerini kayıd altına alan, kendilerini
kocalarına karşı inkıyâda mecbûr eden revâbıtı kırmak
kudretini verdikten sonra zann[175]eder misiniz ki artık
onların etvârına tahammül etmek, izhâr edecekleri harekâta rûy-ı rızâ göstermek sizin için kolay olacakdır? Hattâ bu
kuyûdun mevcûdiyeti hâlinde bile onları edâ-yı vezâ’ife icbâr etmek bize güç gelmiyor mu? Görmüyor musunuz bizimle müsâvî olacaklar o zaman bizi boyunduruk altına
alacaklar? Bakınız içlerinden biri bana ne dedi: Biz altınlara, gûnâgûn zînetlere müstağrak olduğumuz hâlde bayramlarda ve eyyâm-ı sâirede sokaklarda gezmek istiyoruz.
Bu kānûn-ı mensûhdan (nisvânı tesettüre icbâr eden kānûn) intikām almak, sizin hâiz olduğunuz intihâbdan kemâl-i hürriyyetle müstefîd olmak, tarafınızdan isrâfâtımıza,
debdebemize bir had ta’yîn olunmamak istiyoruz.
Romalılar! Siz benim erkeklerin, kadınların, bütün halkın hattâ bizzât kānûn yapanların isrâfâtından şikâyet ettiğimi çok kereler işitdiniz. Kezâlik cumhuriyetin buhl ve debdebe gibi birbirine mütenâkız iki hastalığa musâbiyetinden
müştekî olduğumu defa’ât ile duydunuz. Bu iki hastalık koca koca hükûmetleri zîr ü zeber etmişdir.”
Sonra Muhîtü’l-Ulûm Katon’un şu hutbesine ilâveten:
“Katon her ne kadar bu kānûnu müdâfa’aya zafer-yâb olamadıysa da inzârâtı, tehdîdâtı tamamiyle zuhûra geldi.” diyor. Daha sonra da şu sözleri söylüyor: “Kadınların bir hürriyet-i müfriteye nâ’il oldukları hey’et-i ictimâ’iyye-i hâzıramızda görüyoruz ki bir zevk-i denî, bir meyl-i müfrit onları dâima cemâllerini artıracak, nazar-firîb edecek şeylere
hasr-ı iştigâle sevketmektedir. Bu hâl ise pek hatar-nâkdir
ki bir zamanlar Roma da tıpkı böyle idi.”
Geliniz şimdi bu ciheti bırakalım da Roma’ya fesâd
girdikten, memleketin âheng-i intizâmı bozulduktan sonra
zuhûra gelen hâlâtı nazar-ı tedkīkden geçirelim. Acaba hükûmetin zaman-ı izz ü ikbâlinde olduğu gibi kadınlar gûnâgûn zînetlere, altınlara müstağrak oldukları halde sokaklarda gezdiler, mutantan, mükellef arabalara süvâr oldular
mı? Heyhât! O zaman erkekler kadınların hukūkunu gasbetmek, bulundukları mevk-i müstesnâdan indirmek için
alabildiğine ileri gittiler. Hattâ zavallıları et yemekden, gülmekden, söz söylemekden menettiler. Bunda da o kadar
ifrâta vardılar ki bîçârelerin ağzına gâyet metîn kilitler vurdular! Hem bu vahşetleri revâ görmekde âlî ile pes-pâye,
âlim ile câhil arasında hiçbir fark yok idi. Hatta kadınların
esâret ve muhakkariyeti daha sonraları o dereceyi buldu ki:
Onyedinci asırda bizzat Roma şehrinde serâmedan-ı ricâlden müteşekkil bir cem’iyet in’ikād ederek şu mes’eleyi
mevki-i mübâhaseye koydu: Acaba kadının rûhu var mıdır?
Eğer ben o zamanlar kadınların tahkīk-i cerâ’imi için
mürâca’at olunan usûlü, onları ta’zîb husûsunda kullanılan
âlât-ı muhtelifeyi, vesâ’it-i şeytâniyyeyi kāri’în-i kirâma tafsîl etmek isteseydim, a’sâbı ra’şe-dâr eden o mezâlimi tasvîre kendimde kudret bulamazdım. Bir ressam olaydı da
vücudlarına kızgın katranlar dökülen, yâhûd iki bacakları
muhtelif cihetlere doğru sevkedilen beygirlere bağlanıp
böyle zoruna öldürülen, yâhûd birden bire yakıp bitirmesin
de yavaş yavaş etlerini kavurarak, yağlarını eriterek öldürsün diye alevsiz ateşler üzerine gerilmiş darağaçlarına asılan, yâhûd... Yâhûd yürekleri parçalayan diğer bin türlü
mezâlim ile hayatlarına hâtime çekilen kadınların o hey’etleriyle resimlerini yapmasını teklîf edeydim, o da şu söylediklerimi Revue’de olduğu gibi tersîm edeydi, o zaman
kāri’în-i kirâm ebediyyen hâtırlarından çıkmayacak bir
manzara-i fecî’a karşısında bulunurlardı. Bir manzara ki erkeğin şu zavallı kadın hakkında revâ gördüğü esâretin, mezâlimin, hakāretin ne derecelere kadar vardığını gösterir!
Şimdi şu inkılâbı gören dehşet içinde kalır, fikrini hayret
istîlâ eder de kendi kendine der ki: Daha dün kadınlar hürriyet-i kâmile içinde ferih ve fahûr geziyorlardı, erkekler üzerinde nüfûzlarını alabildiğine yürütüyorlardı, nasıl oldu
da bugün en şedîd mezâlime ma’rûz oldu, eski mevki’leri
böyle behimiyete kadar tenezzül etti? Bu inkılâb-ı acîb nedir? Bu tebeddül-i serî’ neden îcâb ediyor? O evvelki hürriyeti esâsından hedmeden, bîçâre kadının nâsiyesini esâret, zillet damgasıyla bu derecede vahşiyâne karalayan nedir?
İşte bunlar bir takım su’âllerdir ki her târih okuyan tarafından kendi kendine îrâd edilmek zarûrîdir. Lâkin insan
ilm-i rûhun, ilm-i ictimâ’înin esâslarını kemâl-i dikkatle araştırmadıkça bunların hikmetini idrâk edemez. Bu ise uzun
bir bahisdir, fakat biz hulâsaten söyleyelim:
Vaktâ ki Romalılar mülklerini tevsî’ ederek bütün akvâm üzerine hâiz-i nüfûz ve azamet oldular, küre-i arzda
karşılarına çıkabilecek kimse kalmadı, artık kalblerine zevk
ü refâh meyli girmeye başladı. Ma’a-mâfih bu emrin tamam olması cinseynin ihtilâtına vâbeste idi. İşte Yunan
mülhidleriyle Romalılardan onlara mukallid olanların telkīnât-ı muzırrası bu husûsda ezhân-ı halk üzerinde pek büyük te’sîr gösterdi. Artık Romalılar kadınların yüzündeki örtüyü kaldırmakdan başlayarak bittedrîc ibtizâli ileri götürdüler. Nihâyet kadınlar umûr-ı siyâsiyyede bile i’mâl-i nüfûz eder oldular. Bu ihtilâtdan ise öyle bir takım rezâ’il
meydân aldı ki kalem yazmaktan hayâ eder. Artık Romalıların o eski himmetleri mevte mahkûm oldu, azimlerine
za’af-ı küllî tarayân etti, kendilerinde izzet-i nefisden eser
kalmadı, birbirleriyle cenk ü cidâla tutuştular, aralarındaki
166 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 11 - SAYFA 176
fesâd ve ihtilâl arttı, o esnâda zuhûr eden bir takım hâdisât
ise bütün efkâra, bu fesâdâtın kâffesine sebeb kadınlar
olduğunu yerleştirdi. Bunun üzerine nisvâna karşı yüreklerde peydâ olan kin ü garaz yavaş yavaş artmaya, levâzımından olan tazyik de günden güne iştidât etmeye başladı.
Nihâyet iş, kurûn-ı vüstâdan bed’ ile on yedinci [176] asrın
nihâyetine, onsekizinci asrın bidâyetine kadar devam eden
–o yukarıda söylediğim– tahammülsüz hâli buldu.
Ben bugün garbde bir takım adamlar görüyorum ki,
kadınları fitne ve fesâda sevketmek, dâmen-i iffetlerini lekedâr ederek zavallıları vaktiyle hemcinslerinin düştükleri girîveye düşürmek için her gün, gûnâ-gûn vesâ’it bularak, türlü türlü esbâb ihtirâ’ eyleyerek geçen bu devri i’âde arzusunda bulunuyorlar. Zâten yukarıda bir nebze bahsettiğimiz, aşağıda daha ziyâde bahsedeceğimiz vechile, garb ukalâ ve felâsifesi bunu anlamış, hattâ mes’ele muhîtü’lulûmlarda münderic umûr-ı vâzıha sırasına geçmişdir.
Şimdi mâdem ki bîçâre kadın erkeğin elinde bir bâzîçedir, mütedeyyin olduğu müddetçe evde habsediyor, sonra gönlünde zevk ve lehv arzûsu uyanınca, çıkarıp zavallının nâmus u vekāriyle oynuyor, eğleniyor, ihtirâ eylediği
türlü türlü âsâr-ı zînet ve sefâhetle ahlâk-ı kerîmesini mahvediyor. Fakat onu bir kere bu hâl-i sefâlete getirdikden
sonra artık çekilmez barbar addederek eskisinden daha şedîd bir habse ircâ’ ediyor. Evet mâdem ki kadının, erkeğin
elindeki hâli bu merkezde bulunuyor, öyle ise müslüman
kadınlarının tesettürü, bu gibi felâketlere düşmemeleri için
kendilerine en hayırlı bir muhâfızdır. Zâten dîn-i mübîn-i
İslâm onları â’mâk-ı kulûbda pâyidâr olan öyle muhkem
kavânîn ile ihâta etmişdir ki müslümanlar için nakzına imkân yokdur, meğer ki dinlerini külliyen tağyîr ve tebdîl etsinler.
Görmüyor musunuz nisvân-ı müslimînin zuhûrundan
beri on üç asır geçmiş iken bu müddet zarfında bunlar nisvân-ı sâire-i âlemin uğradıkları, o bir kısmını beyân ettiğimiz, inkılâbâtın kâffesinden masûn kalmışlardır. Mâdem ki
tesettür, kadınları erkeklerin elinde bâzîçe, hevesâtına âlet
olmakdan men’etmektedir, artık bundan büyük ne ni’met
olabilir? Acaba garbdeki hemcinslerinin asırlarca devam eden felâketlerinden müslüman kadınlarını vikāye eden şey
tesettürden başka nedir?
el-Mer’etü’l-Cedîde mü’ellifi diyor ki: “Avrupa’da bazı
fırkalar vardır ki, muzır birtakım metâlib dermeyân ediyorlar. Bununla beraber kadınların mestûriyetini taleb etmek,
bunlardan hiç birinin hatırına bile gelmemişdir, belki emr
ber-akisdir. Mesâlik-i müfrite ashâbı kadınlara verilen hürriyetin tevessü’ünü, hukūklarının erkeklerle müsâvî olacak
derecede tezâyüdünü istemiyorlar. Bunlar hatâlarıyla beraber bu husûsda erbâb-ı i’tidâl ile müttefiktirler. Acaba bu ittifâkın sırr u hikmeti nedir?”
Bize gelince deriz ki asr-ı hâzır felsefesinin mü’essisi olan Auguste Comte ile hakāyık-ı eşyâya hüküm için sözleri
birer düstûr makāmında telakkī edilen felâsife-i vaktin kâffesi şu re’ydedirler: Kadınlar bu hürriyet-i kâzibeden kendilerine lâzım olacak kadarından ziyâdesini almakla kalmadılar, hudûd-ı tabî’iyyelerini de tecâvüz ettiler. Zâten fusûl-i
sâbıkada bu sözler isbât edilmiş idi. On dokuzuncu asrın
Muhîtü’l-Ulûm’unda bu kabîlden olmak üzere acıklı bir şikâyet görülüyor. –Fazla olarak ukalâ-yı asrın en büyüklerinin elimizde buna benzer binlerce sözleri de vardır.– Kadınlara karşı olan bu inhimâkdan dolayı Roma devletine savlet
eden harâbiyet zikredildikten sonra deniyor ki:
“Kadınların müfrit bir hürriyete nâ’il oldukları hey’et-i
hâzıra-i ictimâ’iyyede görüyoruz ki bir zevk-i denî, bir
meyl-i müfrit onları dâima cemâlleriyle uğraşmaya, güzelliklerini artıracak, nazar-firîb edecek şeylere hasr-ı iştigâl etmeye sevk eylemektedir. Bunlar vaktiyle Roma’nın başına
gelen hâlden daha hatar-nâk, daha korkunçdur.”
Şimdi bu sözleri işiten bir şarklı, tahmîninin hilâfında
bulduğu için, dehşet içinde kalır, ma’a-mâfîh ma’zûrdur.
Zîrâ o, bu medeniyetin her şekli hakkında hüsn-i zanda bulunmuş, onun şarklılar için yetişebilmek, anlayabilmek
mümkün olacak derecelerden âlî bulunduğuna, hiç bir cihetini hiçbir sûretle intikāda hak tasavvur edilemeyeceğine
zâhib olmuşdur, öyle tevehhüm etmişdir. Muhîtü’l-Ulûm
bizim yukarıda tasvîr eylediğimiz ahvâli serdettikten sonra
diyor ki:
“Evet, kadınlar tarafından ziynete, sefâhate karşı izhâr
olunan hubb ü tehâlükün günden güne ahlâkımız üzerinde
husûle getirmekte olduğu te’sîr-i muzırrı en evvel nazar-ı
dikkate alan biz değiliz. Zîrâ en meşhûr muharrirlerimiz bu
mühim mevzu’ ile iştigâlden geri durmamışlardır. Kezâlik
umûmun mazhar-ı tahsîni olan birçok romanlarımızda da
tezeyyüne gösterilen bu çılgınca inhimâkin âileler hakkında
mûcib olduğu harâbiyet gâyet mü’essir bir lisân ile tasvîr
edilmişdir. Acaba medeniyet-i hâzırayı sarsan, onu cidden
serî’ bir sukūt ile yâhûd –isterseniz diyebilirsiniz ki– çâresiz
bir inhitât ile, bir izmihlâl ile tehdîd eden bu hastalıktan ne
sûretle kurtulmak mümkündür?”
Artık garb, o kuvvetiyle, o menâ’atiyle, o kadar mebzûl
vesâitiyle beraber, kadınların şu hâlinin medeniyet-i hâzıralarını bir sukūt-ı serî’ ile tehdîd ettiğini görerek muhitü’lulûmları, en büyük muharrirleri lisânından “Vâ veyl!” diye
feryâd ederse, ya bugünkü za’afiyle beraber şark da aynı
maraza musâb olursa hâlimiz ne olur?
Mütercimi: Mehmed Âkif
Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ
Mahall-i İdâre:
Dersa’âdet’te Yeni Postahâne Karşısında
Dâire-i Mahsûsadır
SIRÂTIMÜSTAKĪM
Din, Felsefe, Edebiyat, Hukūk ve Ulûmdan Bâhis Haftalık Risâledir İhtâr: Mesleğimize muvâfık âsâr-ı ciddiyye
ma’al-memnûniyye kabûl olunur.
Derc edilmeyen âsâr iâde olunmaz
Müessisleri: Ebu’l-Ulâ Zeynelâbidîn – H. Eşref Edib
Seneliği Altı aylığı
Dersa’âdet’te 65 35
Vilâyâtta 90 50
Memâlik-i ecnebiyyede 100 55 kuruştur.
TÂRİH-İ TE’SÎSİ:
11 Temmuz 1324
Dersa’âdet’te Nüshası 50 Paradır
Kırılmadan mukavva boru ile gönderilirse senevî
20 kuruş fazla alınır.
Dersa’âdet’te posta ile gönderilirse vilâyât bedeli ahz olunur.
12 Kasım 1908 17 Şevval 1326 Perşembe 30 Teşrînievvel 1324 Birinci Sene - Aded: 12
[177] TEFSÎR-İ ŞERÎF
Hallâk-ı Zülcelâl hazretlerinin ihsân ve inâyet buyurduğu kābiliyet-i fıtriyye ve mevâhib-i sâire-i beşeriyye sâyesinde nev’-i insan, istihsâl-i maksad u merâmlarına tavassut edecek pek çok esbâb ü vesâ’il ihzâr ve isti‘mâline, mesâlih
ve menâfi‘in arzu olunduğu hengâmda husûl-pezîr olmasına hâ’il olacak bazı avârızın men‘-i tehâcümüne temekkün
ve iktidâr peydâ edebilmiş ise de; bilcümle efrâd-ı beşeriyyenin serâ’ir-i hilkate tamamen âşina olamadıkları, kâ’inâtı
teshîre kudret-ı kâmile ve kâfiye ihrâz edemedikleri cihetle
en ziyâde özendikleri bazı vesâ’ili celb ü tedârikden, vesâ’it-i
müstahzaranın akāmetini mûcib olacak, sarf ettikleri emeklerin semerâtını iktitâfdan mahrûm bırakacak nâgeh-zuhûr
bir takım avârız-ı kevniyye ve tabî’iyyeye karşı müdâfa’a ve
mukāvemetden âciz ve kāsır bulundukları da cây-ı hafâ değildir.
Binâ’en-âlazâlik zimmetimize müteretteb birinci vazîfe-i
insaniyyemiz mevâhib-i sübhâniyyeyi hüsn-i isti‘mâle ihtimâm ü gayret yani dâhil-i dâire-i istitâ’atımız bulunan bütün esbâb ve vesâ’ili elde ederek izâle-i mevâni’e bezl-i
makderet ve bu husûsda yekdiğerimiz ile hemdest-i vifâk
olarak îfâ-yı te’âvün bâbında tekâsülden mücânebet etmek... Vazife-i sâniyede istitâ’at-ı beşeriyye fevkinde bulunan umûrun kâffesinde, muztar kaldığımız ve fürû-mânde
olduğumuz ahvâlin cümlesinde kudret-i ilâhiyyesi herşeye
şâmil, bütün şu’ûnât-ı âlemi muhît olan ma’bûd-ı müte‘âlimize ilticâ ile mütemmim-i a’mâl ve mûsil-i âmâl olacak
ma’ûnet-i Rabbaniyye niyâz ve istirhâmında bulunmakdır.
Zîrâ este’îzübillah 1
أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ )
şerîfesi i-emsâl ve celîli ı-nass) وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء اْلأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ
mantûkunca lede’l-ıztırâr kullarına bâb-ı inâyeti küşâd ve
âfât u avârızı def’le onları dilşâd buyuran ancak zât-ı ulûhiyyet-i Samedânî olduğunu bilirken hâlet-i acz ve derman-
1
Neml, 27/62.
degîde mâsivâdan isti’âne ve istimdâd edecek olursan asl-ı
asîl-i tevhîdi rahnedâr ve hasâis-i celîle-i ulûhiyyetde isbât-ı
şerîke ictisâr etmiş oluruz. Dikkatle mütâla’a olunduğu takdîrde bu beyânımızdan “iyyâke neste’în” kavl-i kerîmi “iyyâke na’büdü”nün mütemmim-i müfâdı, mü’eyyed-i mü’-
eddâsı olduğu da müstebân olur. Zîrâ zikr ettiğimiz ma’nâca
dergâh-ı Hakk’dan isti’âne bütün samîmiyyet-i kalb ile Rabbü’l-erbâb ve müsebbibü’l-esbâb olan feyyâz-ı akdesin bârgâh-ı ehadiyyetine teveccüh ve ibtihâl demekdir ki her ibâdetin özü ve lübb-i hâlisi bundan ibâret olduğu bâlâda îzâh
olundu. Nasıl ki 2
(العبادة مخ الدعاء (hadîs-i şerîfi de buna delîldir.
Bu halde du’â ve ilticâyı dergâh-ı âhara tevcîh etmek
hengâm-ı nüzûl-i Kur’ân’da beynennâs şâyi’ olan putperestlik envâ’ından bir nevi’ olmasında şüphe kalmaz. Binâ’enaleyh ibâdet gibi isti’ânenin de Cenâb-ı Zülcelâle ihtisâsı beyân buyurulmak iktizâ etmiştir.
Elhâsıl cühelâ-yı nâsın ma’bûd ittihâz ettikleri eşhâs
veya eşyâdan havârika dâir vâki’ olan isti’âne ve istirhâmları esbâb-ı âdiyye ve ahvâl-i câriyye husûsunda nasdan
isti’âneye kābil-i kıyâs değildir. Aralarındaki fark âşikârdır.
İmdi birinin butlânı ve adem-i meşrû’iyyeti hasebiyle diğerin de öyle olması lâzım gelmez.
İstitâ’at-ı beşeriyye dâiresinde bulunan ef’âlde nâsdan
isti’âne esbâb-ı maddiyyeyi sûret-i münâsebede isti’mâl
menzilesine tenzîl olunur. Ama kudret-i beşer hâricinde olan
bir şeyi Cenâb-ı Hakk’ın gayrisinden taleb ve istid’â [178]
etmek o kimseyi Hallâk-ı akdese adîl kılmak demektir. Bu
ise küfr-i mahz ve işrâk-billâhdir.
Meselâ muhtâc-ı tedâvî bulunan marîzi isti’mâl-i edviyesiz şifâyâb etmek ve esliha ve mikdarca gâyet dûn bulunan
ordunun hasma galebesini temennî eylemek gibi şeyler bu
2
Tirmizî, Sünen, Dua 1.
168 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 179
kabîldendir. Böyle bilâ sebeb matlûbu husûle getirmek,
esbâb-ı mu’tâdeyi hükümsüz bırakmak havârik-i azîmeden
ma’dûd olup yalnız kudret-i kāhire-i Samedâniyye ile tahakkuk edebilir. Pek ziyâde ıztırâr zamanında dergâh-ı rabbânîden isti’tâf olunması meşrû’dur. Fakat esbâb-ı lâzimeye
mürâca’at etmeyip âdî şeyleri de du’â ile istihsâle çalışmak
abes ve bî-ma’nâdır. Hattâ vaz’-ı esbâb hakkındaki hikmet-i
ilâhiyyeyi ibtâle sa’y demek olmakla hatâ-yı azîm olduğu
âşikârdır.
Kur’an-ı Kerîm’de 1
“nusret âlâya’te Allah Siz: “şerîfi yı-nâ’Ma. yurulmuşdurbu) إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ)
tehyi’e-i esbâb ile evâmir-i ilâhiyyeye mübâderet “ederseniz
Allah sizi mansûr kılar” esbâbının te’sîrini halk ile muvaffak
eyler, “akdâmınızı tesbît eder” a’dâya gâlib olursunuz. İşte
devâm ve ıttırâd üzre mev’ûd-ı ilâhî olan nusret bundan
ibârettir. Bazen de 2
( ْمُهَلَتَقَ هّاللَّ نِـكَلَوْ مُوهُلُتْقَتْ مَلَف (nazm-ı şerîfinde mezkûr bulunan nusret-i hârikanın emsâli tecellî edebilir. Fakat buna i’timât ile muhârebeye girilmek meşrû’ değildir. Çünkü bu sûretle kıyâm tehlikeye iktihâmdır ki 3
وَلاَ )
.buyurulmuşdur tahrim kerîmiyle i-kavl) تُلْقُوا بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ
Bu yalnız ilcâ-yı zarûret ile muhâfaza-i şân ü şeref için iltizâm olunabilir.
اذا لم تكن الا الاسنة مركبا
* فما حيلة المضطر الاركوبها
Manastırlı İsmâil Hakkı
NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE
Sûre-i Âl-İ İmrân: Âyet 104
وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ
4 وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Cenâb-ı Hak âyât-ı sâbıkada tekmîl ve tezhîb-i nefsi
emr ettikten sonra bu âyet-i celîlede tekmîl ve irşâd-ı gayrı
emr edip buyuruyor ki” sizden “nâsı” hayra da’vet eder. Ve
“bilhassa” emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eyler bir
cemâ’at bulunsun. Felâh bulanlar onlardır. “Kemâl-i felâha
muhtas olanlar işte bu sıfât-ı fâzıla ile temeyyüz eden o cemâ’atdir.”
(نُكَتْلَو (kelime-i kudsiyyesi esnâ-i tefsîrde işâret edildiği
üzere (لنوجد (ma’nâsına fi’l-i tâmdır. (منكم‘(de (من (teb’îziyyedir ve emre müte’allikdir. (امة (fâ’il (يدعون (onun sıfâtıdır.
Ümmet sınıf-ı nâsın kasd ve iktidâ eyledikleri cemâ’ate denir. ( يدعون) ,(يأمرون) ,(ينهون (fi’llerinin mef’ûl-i sarîhi bulunan
(ناس (kelimesinin hazfi zuhûruna mebnîdir.
Ma’rûf: şer ve aklın istihsân ettiği.. ve münker: Şer’ ve
aklın kabîh gördüğü şeylerdir. Da’vet ile’l-hayr, dinî veya
dünyevî salâhı mutazammın olan şeye da’vet demek ol-
1 Muhammed, 47/7.
2 Enfâl, 8/17.
3 Bakara, 2/195.
* Süngü ve mızraklardan gayri binecek şey olmayınca muztar kalanın onlara binmekten başka çâresi olur mu? 4 Âl-i İmrân, 3/124.
duğu cihetle emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker da’vet
ile’l-hayrda münderic iken bunların hâssaten zikr olunmaları
sâir umûr-ı hayriyye üzerine fazl u rüchânlarını izhâr içindir,
şu hâlde
5 وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ
Kavl-i şerîfinin “yed’ûne” üzerine atfı atfü’l-hâs ale’l-âm
kabîlindendir.
Âyet-i kerîmede cümle ümmete tevcîh-i hitâb edilmişken
emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker pişvâ bir cemâ’at-i
fâzılaya tahsîs buyurulması müfessirîn-i kirâm hazerâtı tarafından takrîr edildiği üzre bu mühim vazîfe farz-ı kifâye olup
sâir furûz-ı kifâye gibi emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkerin dahi bütün ümmete vâcib olduğunu ve fakat hepsinin
birlikte bu vecîbeyi ikāme etmesi sûretiyle cümleye vâcib olmayıp belki bazıları ikāme ederse bâkīsinden sâkıt olduğunu ve şâyet hep birden bu vecîbeyi terk ederlerse cümleten
âsim ve günahkâr olduklarını ifhâm içindir. Bir de emr-i bi’lmarûf ve nehy-i ani’l-münker vecîbesi celâ’il-i umûrdan olup ahkâm-ı ilâhiyyeye ve merâtib-i ihtisâba ve bunların suver-i icrâ’iyyesine âşinâ olmak gibi kuyûd ile meşrût olduğuna ve bu umûra vukūf husûsunca ise efrâd-ı ümmet mütesâvî bulunmadığına mebnî bu vecîbeyi ümmet içinde ancak fazîlet ve ehliyet ile temeyyüz edenleri der’uhde edebilecekleri içindir.
Yine müfessirîn-i izâm hazerâtı diyorlar ki; şurût-ı mezkûreye vâkıf efâzıl-ı dânişverân-ı ümmetten mâ’adâsı bu
emr-i hatîre tasaddî ederlerse ma’kûs ve muzır netîceler tevellüd eder, çünkü zikr olunan şurûta vukūfu olmayanların
münker ile emr ve ma’rûfdan nehy etmeleri, mülâyemet yerinde gılzat ve gılzat yerinde mülâyemet göstermeleri, hattâ
bazı kesânın münkerde temâdî ve ısrârlarını mûcib olacak
sûrette nehy-i ani’l-münker eylemeleri gâlib-i ihtimâldir.
Hayrü’n-nâs kimdir; su’âline cevâben Fahr-ı Âlem sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri: “Hayrü’n-nâs, en ziyâde
emr-i bi’l-ma’rûf, en ziyâde nehy-i ani’l-münker, Allah için
en ziyâde ittikā, en ziyâde sıla-i rahm edenlerdir” buyurdu.
Mişkât-ı dırahşân-ı nübüvvetten şu da şeref-sâdır olmuşdur: Ma’rûf ile emr ve münkerden nehy edenler, rûy-ı zemînde Allah’ın halîfesi ve Resulü’nün halîfesi ve Kitabının
halîfesidir.
Mülk ü milletin salâh ve sa’âdetini müctemi’an düşünür,
müctemi’an emr ü nehy eder, müctemi’an istişâre eyler.
Böyle bir fâzıl ve hayr-hâh cemâ’at ve onun meşveret ve
müzâkeresine mahsûs keşke bir de mahfil-i ümmet bulunsa!**
[179] Bir sûretde ki 6
onların pertevi) وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ )
hâl ve kāllerinde leme’ân etsin.
Li-Muharririhi
Meşveretdir nâzım-ı ahvâl-i mülk ü saltanat
Meşveretdir ümmete misbâh-ı mecd ü mes’adet
5 Âl-i İmrân, 3/104. **Bu temennî eserin zaman-i te’lîfine râci‘dir. Lehülminne temenni
olunan mahfil-i ümmet şimdi derdest-i küşâdedir. 6 Şûrâ, 42/38.
CİLD 1 – ADED 12 - SAYFA 180 SIRÂTIMÜSTAKĪM 169
Meşveretsiz nâfiz olmaz kalbe envâr-ı hüdâ
Meşveretsiz hâsıl olmaz hiç âsâr-ı alâ
Meşveret her emr ü kârı müşkülü âsân eder
Hazret-i Hak lûtf edip tevfîkini ihsân eder
Meşveretdir emr-i kat’î[-i] Hudâvend-i Hakîm
Meşveretdir meslek-i ashâb-ı akl-ı müstakīm
Bereketzâde İsmâil Hakkı
HUTBELERE DÂİR
HUTBELER HAKKINDA SÎRET-İ NEBEVİYYE
Fahr-i Kâ’inât aleyhi ekmelü’t-tahiyyât efendimiz hazretleri minbere su’ûd, yâhûd minber i’mâl edilmeden evvel
hutbe okuyacağı mahalli teşrîf buyurunca huzzâra teveccüh
ederek azıcık otururlardı.
İbn-i Ömer radıyallâhu anhden: “Hazret-i Peygamber’in
minber üzerine oturmadan evvel ashâb-ı kirâm hazerâtına
selâm vermekde bulundukları” mervîdir. Şâfi’î, Ahmed bin
Hanbel hazerâtı işbu hadîs-i şerîfe istinâden o selâmın sünnet olduğuna kā’il olmuştur. Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik hazerâtı mezhebinde o hadîs fi’l-i sâbit olmadığından o selâmı
terk, sünnet olmuşdur.
Ol aleyhisselâmın minbere irtikā’ buyurunca oturmadan, kıbleye müteveccih olarak du’â ettiği ehâdîs-i sahîhada
sâbit değildir.
Şimdi zamanımızda bazı hatiblerin oturmadan evvel,
minber üzerinde bir vaz’iyet-i mahsûsa alarak du’â etmeleri
sağlam bir esere müstenid olmadığından bâb-ı ibâdetde bir
bid’at olması ihtimâlinden havf edilir... Binâ’en-aleyh bu
hâlin terk edilmesi daha muvâfık-ı sünnet olduğu hatıra geliyor.
Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri, hutbeye çıktığı esnâda, sâir vakitlerde giymediği ve ashâb-ı kirâmın dahi iktisâ
i’tiyâdında bulunmadığı elbiseyi giymezdi. Cum’a ve hutbeye mahsûs olarak başına taylesan bağlamak. Uzun ve geniş
cübbe ve bînişler iktisâ eylemek âdât-ı peygamberîden değildi. Hülâsâ: Hutbeye, Cum’aya mahsûs bir nevi’ elbise ve
imâme saklamazdı. Sâir günlerde ne iktisâ buyururlarsa,
Cum’a ve hutbeye dahi öyle bir elbise ile çıkarlardı. Şu kadar var ki Cum’aya çıktıkları esnâda elbise-i mu’tâdesinin
cedîdini, olmaz ise daha ziyâde nazîf, yıkanmış olanını iktisâ
buyururlardı. İşte bunun için Cum’a namazına giderken yeni, yâhûd temiz, yıkanmış elbise giymek sünnet olmuşdur.
Fahr-i Kâ’inât efendimiz esnâ-yı hutbede bazı kavse,
bazı asâya i’timâd buyururlardı.
İbn-i Abbas hazretlerinden:
ولم يكن رسول الله صلى الله عليه وسلم يتحرى شيئا من ذلك ولكن يتوكأ فى
الحرب على السيف وفى الحضر على العصا
Kavl-i şerîfi mervîdir. Hazret-i Peygamber, esnâ-yı hutbede ittikā buyurmaları için birşey tahsîs buyurmuşlardı.
Hâl-i seferde ekseriyet üzere ellerinde kılıç bulunduğundan
hutbede dahi kılıcı, hâl-i hazerde ise asâ, yâhûd kavsi kullanırlardı.
Ulemâ-i hadîs ve erbâb-ı siyerden bazıları, müdekkik ve
muhakkıkları netice-i tedkīk ve tahkīklerinde Hazret-i Peygamber’in esnâ-yı hutbede asâ, kavs kullanması minber ittihâzından evvel olup, bundan sonra ise kavs, asâ, başka hiç
birşey kullanmadığını mü’ekkeden beyân ediyorlar.
Hattâ İbnü’l-Kayyim Zâdü’l-Me’âd nam eserinde: “Resûl-i Ekrem, minber ittihâzından evvel asâ yâhûd kavse
ittikâ buyururlar, ellerine kılıç, başka bir âlet-i harb tutmazlardı. Esnâ-yı harbde kavse i’timâd eder. Cum’ada eline asâ
alırdı. Ol hazretin hutbede seyfe ittikâ buyurdukları mervî
değildir. Bazı cehele gürûhu nebî aleyhisselâmın dâima seyfe ittikā ettiğini, bu da dîn-i mübîn-i İslâm’ın seyf sâyesinde
kıyâmına işâret bulunduğunu da’vâ etmeleri fart-ı cehâletlerinden başka birşey değildir. Zîrâ minber ittihâzından sonra Peygamber’in kılıç, kavs, başka bir şeye ittikâ buyurmadığı sâbit olduğu gibi, minber ittihâzından evvel dahi hiç bir
vakit kılıcı ele alarak hutbeye çıkmadığı ma’lûmdur” diyor.
İmâm Mecdüddîn Muhammed bin Ya’kūb Seferü’s-Sa’-
âde nâm eser-i âlîsinde: “Hazret-i Peygamber, minber ittihâzından evvel, hutbede kavs yâhûd asâya ittikâ buyururlardı. Minber ittihâzından sonra ise hiç bir şeye dayanmaz
oldu, kılıç, harbeyi, ne evvel, ne de sonra hiç bir vakit ellerine almamışlardır.” diyor.
* * *
Nebî-yi muhterem efendimiz Cum’a günleri vakt-i zuhr
dâhil olup, mukīm olan ashâbın tamâmen ictimâ’ ve huzurlarını tahmîn edince, minbere su’ûd ederek otururlardı.
Bunun üzerine mü’ezzinân-ı peygamberîden Hazret-i Bilâl
dahi Mescid-i Nebevî kapısının önünde durarak ezân-ı şerîfi
okurdu.
Asr-ı Sa’âdet’de, Şeyhayn hazerâtının hilâfetleri devrinde Cum’a ezânı yalnız bir def’a okunur; tekerrür etmezdi.
Üçüncü Halîfe Hazret-i Osman zamanında ahâli tekessür ettiğinden bir ezân kifâyet etmez oldu. Bundan dolayı Hazret-i halîfenin emri ile vakt-i Cum’anın hulûlünü umûm ashâba i’lân olmak üzere daha ikinci bir ezan okunur oldu. Bu
hâl, şimdiki zamanımıza kadar sâbit kalmıştır.
*.*.*
Fahr-i Kâ’inât efendimiz minber üzerine çıkarak oturduğu, yâhûd Cum’ada kā’imen hutbe okumağa başladığı
vakit, ashâb-ı güzîn hazerâtı da yüzlerini ol hazrete doğru
tevcîh buyururlardı.
Bu husûsda pek çok âsâr-ı şerîfe vârid olduğu gibi ulemâ-yı ümmet de âdetâ bunun üzerine icmâ’ etmişlerdir. Zâten huzzârın hatîbe doğru teveccüh etmeleri pek ma’kūl idi.
Zîrâ hatîb, onlara va’z u nasîhat ediyor, ve kavâ’id-i İslâmiyyeyi ta’lîm, me’ânî-i mühimmeyi teblîğ eyliyor, ders veriyordu...
* * *
Nebî-yi muhterem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz
hazretleri hutbe okuduğu [180] esnâda savtını yükseltir,
hattâ bundan dolayı mübârek gözlerinde ihmirâr peydâ olur; gayret ve neşâtı, ciddiyeti etrafa saçılırdı. Ashâb-ı güzîn
hazerâtının gözleri yaşarır, kalblerinde rikkat peydâ olur;
çok vakitler ağlarlardı. Hutbe-i nebeviyyeyi dinledikçe gönülleri îmân nûruyla dolar, dîn-i mübîn-i İslâm’a olan mu-
170 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 180
habbetleri kesb-i kuvvet ederdi. Evsâf-ı ilâhiyyeyi işittikçe
kalblerinde ma’rifetullâh hâsıl olur, îmânları kuvvet buldukça kuvvet bulurdu.
Fahr-i Kâ’inât efendimiz hutbelerinde, Cenâb-ı Allah’a,
meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, yevm-i kıyâmete
îmânın usûlünü takrîr ederler, cennet ve nârı zikr ile ehl-i
tâ’at ve evliyâullahın makamlarını tavsîf, ehl-i ma’siyet ve
a’dâullahın hallerini takbîh buyururlardı. Usûl-i mühimme-i
dîniyyeyi teblîğ, hâdisât-ı vâkı’anın ahkâm-ı şer’iyyesini ta’-
lîm ederlerdi. Bir cihad vukū’u melhûz olduğu vakitde hutbelerinde düşmana karşı ittihaz edilecek mesleği beyân etmekle beraber ırz ü şânın, vatanın müdâfa’asına, i’lâ-yı kelimetullah uğurunda fedâ-yı câna da’vet, dilâverân-ı ashâbı
cihâda tergîb ve tahrîs buyururlardı.
Bayram hutbelerinde sadaka-i fıtr ve udhiyyenin ahkâm-ı şer’iyyesini beyân eyler; herkes iktidârı nisbetinde fukarâya mu’âvenet ve in’âmda bulunmak, onların hâline
dâima acımak husûsunda va’z u nasîhat ederlerdi. Nikâh,
istiskā’, küsûf, hac ve sâir hutbelerin her birinde makāma
münâsib nasîhat eyler, ta’lîmât-ı lâzimeyi i’tâ buyururlardı.
* * *
Sâhib-i Şerî’at sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri esnâ-yı hutbede ashâb-ı kirâmın minbere takarrüblerini, hutbeyi istimâ’, insât etmelerini emr eylerlerdi. Buyururlardı ki: “Bir kimse esnâ-yı hutbede arkadaşına (انصت (
derse lağv etmiş olur, lağv eden kimsenin ise Cum’ası makbûl olmaz.” ve “Cum’a günü hutbe esnâsında tekellüm eden kimse, kitâblar haml eden himâra benzer...”
Hattâ ki hutbe okunurken ashâb-ı kirâm hazerâtından
birinin arkadaşına küçük bir su’âl, dinî bir su’âl îrâd etmesine bile cevâz gösterilmiyordu. Bu bâbda pek çok ehâdîs
ve âsâr-ı şerîfe mervîdir ki, kadr-i müşterekleri derece-i istifâzaya vâsıl olmuşdur.
Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Evza’î, İmâmeyn, daha pek çok ekâbir-i ulemâ esnâ-yı hutbede tekellümün, velev zikr ü ibâdetle olsun iştigâlin hurmetine,
istimâ’ ve insâtın vücûbuna kā’il olmuşlardır.
Bu bâbda kütüb-i mu’tebere-i fıkhiyyeden Hidâye’de:
اذا خرج الامام يوم الجمعة ترك الناس الصلاة والكلام ختى يفرغ من خطبته
ibâresi görülüyor.
Binâ’en-aleyh esnâ-yı hutbede, Hazret-i Peygamber ve
ashâb-ı güzîn hazerâtının esmâ-i şerîfeleri zikr, halîfenin nâmı yâd edildikde mü’ezzinlerin tasliye, tarziye, te’mîn ile gürültü koparmaları, hiç bir asla müstenid olmadığı gibi hilâf-ı
sünnet bulunduğundan bir bid’atdir, bi’l-ittifâk tahrîmen
mekrûhdur..
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin
hutbeleri, mutlaka –ister Cum’a, ister sâir mevâzi’de- Cenâb-ı te’âlâ hazretlerine lâyık olduğu vechile hamd ü senâyı, Resûl-i Kibriyâ’ya salât-ı du’âyı, teşehhüdü, va’z ü nasîhati, Kur’ân-ı Kerîm’den birkaç âyetin kırâ’etini ve bazı ta’-
lîmat-ı mühimmeyi ihtivâ eylerdi.
Ol hazret dâima iki hutbe okur, her ikisini hamd ü senâ
ile başlar, aralarında azıcık otururlardı. Lâkin Hazret-i Bilâl’in bu celseyi “âmin...ler” ile istikbâli hiç bir eserde ma’-
lûm değildir. Binâ’en-aleyh mü’ezzinlerin o celse esnâsında
gürültü koparmaları, iyi bir şey değildir...
Fahr-i Kâ’inât Efendimiz hutbelerinde çok vakitler buyururlardı, ki: “Benim bi’setim ile kıyâmet şu iki parmak gibidir” diyerek şehâdet ve orta parmaklarını gösterir, kıyâmet
ile bi’set-i nebevîlerinin hemen komşu, kendisinin dahi hâtemü’l-enbiyâ olduğunu îmâ ederlerdi. Bundan sonra “ammâ ba’d” ile başlayarak: “Sözlerin en iyisi sîret-i Muhammediye’dir. Umûrun en fenâ ve çirkini muhdes, bid’at olanıdır. Her bid’at dalâletdir.” buyururlardı.
Haberlerde vârid olmuşdur, ki bazı hutbelerinde:
“Allah’a hamd olsun! Allah’a hamd eder, O’ndan i’ânet
isterim, Cenâb-ı Allah’a fenâ amellerimizden istiğfâr eyler,
nefislerimizin şurûrundan isti’âze ederim. Cenâb-ı Allah bir
kimseyi hidâyet ederse, hiç bir kimse onu idlâl edemez. Allah bir kimseyi idlâl ederse, hiç bir kimse onu hidâyet edemez...
و اشهد ان لا اله الا الله وحده لا شريك له واشهد ان محمدا عبده ورسوله ارسله
بالحق بشيرا و نذيرا بين يدى الساعه
Bir kimse Cenâb-ı Allah ve Resûlüne itâ’at ederse necât
ve felâh olur, onlara âsî olursa zararı kendi nefsine âiddir.
Cenâb-ı Allah’a zerre kadar zarar îrâs edemez.” buyururlardı ...
Hazret-i Peygamber, esnâ-yı hutbede mev’izayı pek tatvîl buyurmazlardı. Derlerdi ki: “Bir kimsenin namazı ağır ve
uzun kılması, hutbeyi kısa okuması fıkhına alâmetdir: İşte
şunun için namazı ağır ve uzun kılınız ve hutbeyi kısa okuyunuz.”
Ol hazret hutbelerinde pek çok vakitler Kur’ân-ı Kerîm
âyetlerini tilâvet buyurarak tezkîr ederler; bilhassa Kaf sûre-i
celîlesini daha ziyâde çok okurlardı. Hattâ sahâbiyâttan
Ümmü Hişâm binti’l-Hâris, Kaf Sûre-i Celîlesi’ni hutbede
fem-i sa’âdetinden işittikten sonra ezberlediğini söylüyordu.
İşte hutbeler asr-ı sa’âdetde bu hâl üzere bulunuyordu.
Hulefâ-i Râşidîn devrinde dahi hâl-i aslîlerini tamâmen muhâfaza ettiler.
Lâkin sonraları ahd-i risâlet uzaklaşmakla şerî’at ve evâmir-i şer’iyye, âdet, rüsûm gibi icrâ olunmağa başladı; hakīkat aranmaz; mekāsıd-ı şer’iyye düşünülmez oldu. Belki bu
taraflara aklı, fikri uzatmak bile ayıp sayılır, günâh addedilir
oldu. Hutbelerde olan mekāsıd-ı meşrû’a da unutuldu. Keyfiyyet-i mesnûnesi de kaybedildi. Hutbeler müsecca’, mukaffâ cümel-i rekîkeden ibâret olup kaldı...
Halim Sâbit
MERHÛM İBRÂHİM BEY
İbrâhim Bey merhûm ki tabâbet-i baytâriyye ulemâsındandır, hâk-i pâk-i Şark’ın yetiştirdiği nevâdir-i irfân ü
fazîletin biridir. Merhûmu yakından tanıyanlar dört sene evvelki fecî’a-i irtihâlinin millet için ne elîm bir zıyâ’,
hükûmet için ne azîm bir hacâlet olduğunu teslimde tereddüt etmezler. Şark’ın, Garb’ın bedâyi’-i ilm ü fennini
toplayıp hâfızasına doldurmuş; mahfûzâtını muhâkemâtıyle, meşhûdâtıyle şâyân-ı hayret bir sûretde tevsî’
etmiş; Şark’ın her tarafını defe’ât ile dolaşmış; Garb’ın
en medenî memâlikini görmüş gezmiş; elsine-i Şarkıy-
CİLD 1 – ADED 12 - SAYFA 180 SIRÂTIMÜSTAKĪM 171
yeyi edebiyâtıyle bilir; Fransız, Rus lisânlarını hakkıyle
öğrenmiş olan bu büyük adam fıtraten mahviyyete
âşık, iştihâra düşman olmasaydı, emînim ki, hükûmet-i
sâbıkanın o sâbıkalı ricâli yüzünden gurebâ hastahânelerinde ölen, öyle bir hakîm-i zû-fünûnu tanımak
için kāri’în-i kirâm benim gibi bir âcizin delâletine
müftekır kalmazlardı!
Dönen muhît-i nigâhımda yâl ü bâlindir,
Bütün hayâlim o fevka’l-hayâl hâlindir.
Zalâm-ı hayret içinde şinâh ederken ümîd,
Önünde rehber olan meş’alem hayâlindir.
Semâ-güzîn olarak gittin ey İlâhî nûr,
Peyinde şimdi ufuktan geçen zılâlindir.
Bu kâinât senin hâtıranla hep lebrîz:
Zemin, zaman bana yâd-âver-i cemâlindir.
Bütün cihâtta akseyleyen hemâlindir,
Esîr, sanki bir âyîne-i celâlindir!
Nücûm-i lâmia-zâ bârikāt-ı irfânın,
Leyâl, ihâta-i eşyâdaki kemâlindir.
Seher o nâsiyeden bir nişân-ı feyzâ-feyz,
Şafakta dalgalanan renk reng-i âlindir.
Ulüvv-i kâ’bını tasvîr eder nigâhımda
Semâ olanca vuzûhuyle bir misâlindir.
Cibâl, heykel-i sâhib-vakār-ı azmindir,
Suhûr, hıffete düşman olan hısâlindir.
Bulut yemîn-i leâlî-nisâr-ı cûdundur,
Güneş müfekkire-i herdem-iştiâlindir.
Tulû’, levha-i rengîn-i ibtisâmındır,
Gurûb, safha-i gamkîn-i infiâlindir.
Havâda mevcelenir sânihât-ı kudsiyyen,
Riyâh, rûhumu pür-cûş eden mekālindir.
Çemende cilveler eyler bahâr-ı dîdârın,
Sabâ nüvîd-i ümîd-âver-i visâlindir.
Şitâ, peyinde hurûşan kıyâmet-i kübrâ,
Rebî’, hâtıra-i şi’r-i lâ-yezâlindir.
Hülâsa, nazra-i im’ânımın önünde cihan
Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlindir.
* * *
Senin hayâl-i sabîhin –ki bir zaman ey yâr,
Edince leyle-i rûhumda bin emel bîdâr;
Kıyâs ederdim açılmış sabâh-ı istikbâl–
Bugün bulutların altında eylemekte karâr!
Garîb, şâm-ı garîban kadar hazîn oluyor,
Nigâh-ı rikkatimin karşısında fecr-i bahâr.
Birer bürehne kadîd-i mehîbi andırıyor
Hayât hulle-i sebzinde cilveger eşcâr.
Bütün bu sâha-i hadrâ, bu nev-demîde çemen
Yeşil bir örtünün altında bir amîk mezâr!
Sımâh-ı cânıma bin uhrevî sadâ geliyor
Neşîdeler okuyorken gusûn-i terde hezâr.
Temevvüc eyleyerek gözlerinde jale-i nûr
Şükûfe-zârda gûyâ ki ağlıyor ezhâr.
Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlin iken
Bütün cihân-ı bedâyi’de müncelî âsâr,
Samîm-i rûhumu pür-cûş ü bî-karâr ediyor
Bugün o sîne-i hilkatte inleyen eş’âr!
Muhît şimdi şebistân-ı iğtirâbındır:
Bugün uyanmıyor artık o nâzenîn eshâr!
Sen ey semâları işrāk eden ziyâ-yı ezel,
Bu hâkdânı bıraktın peyinde zulmet-zâr!
Gerildi bir ebedî perde beynimizde, senin
Açıldı pîş-i celâlinde âlem-i dîdâr.
Cihan cihan dolaşırsın fezâ-yı lâhûtu,
Nasıl ki yâd-ı hazînin gezer diyar diyar!
Hayât varsa senin sermedî hayâtındır,
Azâb, yoksa, bu fânî hayât-ı velveledâr.
Sükûnu nerde bulur âh kalb-i mehcûrum?
Derûn-i sînede bin herc ü merc-i dâim var!
* * *
Demek, görünmeyeceksin ile’l-ebed bana sen,
Demek, uzaktasın ey yâr-ı mihriban benden!
Hayâta sen beni rabteylemiş iken, şimdi
Aceb nasıl yaşarım söyle âh sensiz ben?
“Günün birinde gelirsin de eski âlemler
Devâm eder yine birlikte öyle şâtır, şen...
Bu gîrûdâr-ı maîşetten el çeker, ararız
Seninle sîne-i uzlette gizli bir me’men...
Karışmayız yine bûd ü nebûd-i âleme hiç,
Nasıl ki bunca zamandır karışmadık zâten!
Uzakta aksede dursun o hây ü hûy-i mehîb...
Sükûn içinde biz ey dost, yek-dil ü yek-ten,
Devâm eder gideriz her zamanki âhenge,
Döner muhîtimiz üstünde hep senin nağmen...
Beyân-ı ukde-güdâzınla mübhemât-ı şu’ûn
Yavaş yavaş açılıp bir vuzûh olur rûşen.
Verâ-yı perde-i kudrette gizlenen râzın
Önünde feyz-i beyânın açar da bin revzen,
İyân olur o zaman karşımızda âlem-i rûh,
Düşüp gider gözümüzden bütün kuyûd-i beden!
Birer terâne-i ilhâm olan neşâidini
Kemâl-i vecd ile tekrâr dinlerim...” derken,
Bugün emellerimin hepsi ser-nigûn oldu...
Meğerse olmayacakmış ne bir gelen, ne giden!
Meğer açılmayacakmış müebbeden artık
O perde perde hakāik, o ukdeler, o dehen!
Yazık ki yükselerek matla’ında etti karar
O lem’a lem’a sünûhat... Hem de pek erken!
Niçin gurûb ediverdin sen ey sitâre-i şark,
Henüz kemâlini derk etmeden zavallı vatan?
* * *
Şu son zamanda zıyâ’ın kadar zıyâ’-ı elîm
İsâbet etmedi âfâk-ı Şark’a, İbrâhîm!
Eğerçi milletin ümmîd-gâh-ı ikbâli
Olan beş on büyük âdem, beş on vücûd-i kerîm
Birer birer heder olmuştu senden evvelce...
Senin peyinde fakat kaldı bin ümîd-i akīm!
Yarım asırda uyanmış çerâğ-ı feyze bakın:
Bir anda oldu sönüp perde-pûş-i hâk-i remîm!
Tasavvur eyleyemezdim ki ansızın dursun
Felâh-ı ümmet için çarpınan o kalb-i rahîm;
Tahayyül eyleyemezdim ki seyrden kalsın
Muhît-i Şark’ta cevlân eden o fikr-i hakîm.
Ridâ-yı hâke büründün sen ey sirâc-ı edeb,
Fakat o lem’a ki yâdımdadır... Zevâli adîm,
172 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 182
Durup mezârının üstünde ağladıkça sehâb;
Gelip başında enîn eyledikçe rûh-i nesîm;
İnip melâik-i rahmet cihân-ı bâlâdan,
Harîm-i kabrine ettikçe her zaman ta’zîm;
Bahâr vakti çiçeklerde yâd-ı enfâsın
Meşâm-ı câna duyurdukça bin lâtîf şemîm;
Döner hayâlimin en muhterem harîminde
Senin o tayf-ı lâtîfin ey âşinâ-yı kadîm!
Musâb olan yalınız âilen midir? Heyhât,
Bıraktın arkada binlerce hânümânı yetîm.
Olurdu dest-i tesellî-medâr-ı lûtfunla
Sirişk içinde yüzen çehreler bir anda besîm;
Ederdi cûd-i merâhim-nümûd-i feyyâzın
Hazâin olsa bütün ehl-i fâkaya taksîm.
O bir cihân-ı fezâildi, mahvolup gitti...
Nedir? Niçindir İlâhî bu inkılâb-ı azîm?
* * *
Ey yâd-ı güzîn-i ihtirâmı,
Rûhumda hayâtının devâmı;
Ey lem’a-i feyzinin tamâmı,
Subh-i ezelînin ihtişâmı;
Âmâline dar gelince nâsût,
İkbâline sîne açtı lâhût.
Bakmaz da bu dâr-ı ibtilâya,
Rûhun can atardı i’tilâya;
En sonra o nûr-i arş-pâye
Yükseldi civâr-ı Kibriyâ’ya...
Dem şimdi dem-i saâdetindir:
Ervâh, nedîm-i hazretindir.
[182] Tevfîk olarak yolunda hem-râh,
Aştın şu fezâ-yı târı nâgâh;
Tâ fecr-i bekāda oldun âgâh...
Hâlâ gidiyorsun Allah Allah!
Pervâzına yok mudur tenâhî?
Ey tâir-i gülşen-i İlâhî!
Her gül dibi medfen-i hayâlin,
Her gonca kitâbe-i kemâlin;
Her yerde nihân olan cemâlin,
Her yerde iyân olan meâlin;
Bir yerde görünmüyorsun amma;
Her yerde bedâyi’in hüveydâ!
Ey sen ki harîm-i Hakk’a mahrem
Oldun da yabancın oldu âlem;
Yâd eyleyecek misin ki bilmem?
Dünyâ denilen bu sicn-i mâtem
Hâlâ bana dâr-ı imtihandır...
Kurtulmadım işte an bu andır!
Ey yâr-i azîz-i gam-küsârım,
Mahvoldu Hudâ bilir karârım,
Sarsıldı olanca ıstıbârım;
Bî-zâr peyinde rûh-i zârım!
Gittin, beni kimsesiz bıraktın,
Yaktın beni hasretinle yaktın!
12 Mayıs 1321 Mehmed Âkif
HARB
1
Sen ey Ankā tanılmış kanlı baykuş, tayr-i pür-nekbet,
Olur can sayd eden pençende ber-âveng bir millet.
Sukūt eyler cesedler piş-i pervâzında... sad lâ’net!
Senin şehbâl-i târından hurûşân kanlı bir zulmet,
Hatîb-i zulm ü mâtemsin ki nefs-i nâtıkandır mevt!
2
Mekābirden hitâbet ettiğin, yükseldiğin minber,
Serîr-i saltanatlar, ser-bülend eyvân ü efserler
Bütün kırmak için yaptırdığın bâzîçedir yer yer...
Ser-i mevtâ demekdir pençene düşmüşse bir efser,
Elinde bir serîr-i saltanat bir nâşa pek benzer.
3
Vücûdun yokluk îcâd eyler insanlık fezâsında,
Me’âlin gizli mevtin lafz-ı vahşet-ihtivâsında.
Durur alçaklığın âh-ı yetîmin i’tilâsında.
Yüzün manzûr her seng-i mezârın mâverâsında,
Elin vardır senin her makberin vaz’-ı esâsında!
4
Mekābir hep lisân-i hâl ile feryâd ederlerken,
O feryâdın içinden bir zafer âvâzı duydum ben!
Vegâ meydânı bir müdhiş mezaristân-ı pür-şîven
Kırık bir seng-i kabrin bence hiç bir farkı yok zâten,
“Hüvelbâkī”si eksik bir takım tâk-ı zaferlerden!
5
Budur meydân-ı harb işte: Ufuklar zâr zâr olmuş,
Lisânlar müncemid, ebkem.. dehenler târumâr olmuş;
Tahaccür eylemiş eşk-âblar seng-i mezâr olmuş!
Cebeller türbet olmuşdur, ağaçlar türbedâr olmuş;
Zemîn hem makber olmuş, hem firâş-i ihtizâr olmuş!
Midhat Cemâl