14 Ekim 2014 Salı

MÜSLÜMAN KADINI Dokuzuncu fasıl Tesettür kadınların nişâne-i esâreti midir, yoksa zâmin-i hürriyyeti midir? Biz yukarıki fasıllarda kadının mâhiyetini, cinsine hâs olan kemâli tedkīk ettik. Bu kemâlin ancak kadının erkek işlerine iştirâk etmemesi şartıyla mümkün olacağını tecrübeye müstenid delâ’il ile isbât eyledik. Daha sonra da bu iki cinsin birbiriyle ihtilâtından hergün hâdis olan mazarratı müdekkikāne mevki-i bahse çektik. Bu fasılda ise berâhîn ile isbât etmek istiyoruz ki: Tesettür istiklâl-i nisvânın zâmin-i yegânesidir. Erkeklerin tahakkümünden masûniyetleri için kâfil-i münferiddir. Mâdem ki böyle ictimâ’î bir mevzû’a dâir bahis yürütmek hakkını hâiziz, artık bizim için nâ-pâyidâr olan bu medeniyyet-i maddiyyenin âsârından hangi birine olursa olsun vehleten kapılıvermek, o eseri anâsır-ı basîtasına varın- 164 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 11 - SAYFA 174 caya kadar, müdekkikāne bir tahlîl ile imtihâna çekmedikçe, hiçbir şeye hükm için esâs ittihâz eylemek kat’iyyen câ- ’iz olamaz. Bu cümle ile şunu anlatmak istiyoruz ki, o medeniyet ile mütemeddin memâlikdeki kadınların hürriyet-i kâzibelerine aldanarak dışındaki nazar-firîb yaldızları mürûr-ı zaman ile zâ’il olmayan, bilâkis behçeti artan sâbit bir reng-i aslî zannetmemiz doğru değildir. Zîrâ bu bir hatâ-yı ictimâ’îdir ki taharrî-i hakīkat ile uğraşanları emellerine rağmen hakīkat-i hâle tevâfuk etmeyen ve hadd-i zâtında bir ma’nâyı hâiz olmayan sathî bir takım faraziyâta sevkeder. Bu gibi faraziyât velev bir zaman için hakīkate muvâfık görünse de, fıtrât-ı beşeriyyeye adem-i tevâfukundan dolayı müstakbelde elbette mâhiyeti zâhir olur. Çünkü erkeğin fıtratında merkûz olan gayret (kıskançlık) her ne kadar muğfil bir takım hevesâtın rimâdı altında gömülse de medeniyyât-ı hâzıranın bazı velveledâr şekilleri arasında mestûr kalsa da bir mevt-i ebedîye kat’iyyen mahkûm olamaz. Bilâkis günün birinde alabildiğine parlayarak erkekleri kadınlar hakkında fevka’t-tahammül şiddetler icrâsına, o bîçâreleri esâretlerin en müdhişi, en nazar-hırâşiyle esîr etmeye sevkeder. İnsanın ve insâniyetin bütün hâlâtı üzerine şöyle umumî bir nazar atfedenler için benim şu sözüm şâ’irâne bir hayâl tarzında görünse de, diğer bir takımlarının indinde mahz-ı hakīkatdir; hem öyle hakīkat-i sâtı’a ki, yalnız aklen değil naklen de karîn-i kabûldür. Zîrâ târîh bize her millette bunun misâllerini gösteriyor. Şimdi burada Roma devletinde zuhûra gelmiş olan aynı hâli misâl olarak îrâd edelim: Roma devleti öyle bir devletdir ki umûm Avrupa düvel-i mütemeddinesi ondan tevellüd etmişdir. Bu devlet, miladdan altı asır evvel ufak, fakir bir cem’iyet [174] olmak üzere Roma’da zuhûr etti. Sonra asırdan asıra büyüyerek medeniyetden büyük bir vâye ihrâzına muvaffak oldu. Roma’da kadınlar erkekden kaçarlar, evlerinden dışarı çıkmazlardı. Ondokuzuncu asrın Muhîtü’l-Ulûm’u diyor ki: “Roma kadınları erkekleri gibi işi severler, evlerinde işle meşgûl olurlardı. Zevcler, babalar ise şedâ’id-i harb ü darb içinde imrâr-ı hayât ederlerdi. Kadınların umûr-ı beytiyyeden sonra en mühim işleri bez dokumaktan ibâretdi. Tesettüre son derece ri’âyet ederlerdi. Hattâ bir hizmetçi kadın bile yüzünü kalın bir peçe ile kapamadıkça, arkasına da topuklarına kadar inerek endâmının şeklini bile göstermeyecek bir aba örtünmedikçe evinden dışarı çıkamazdı.” İşte bu zamanda, yani kadınların mestûr oldukları sırada Romalılar her husûsda ileri gittiler, büyük büyük temasîl-i san’at meydâna getirdiler, koca koca heykeller rekzettiler, memleketler fethettiler, âlemi, taht-ı temellüklerine aldılar, ümem-i sâirenin kâffesine huzûr-ı istibdât ve azametlerinde boyun eğdirdiler. Lâkin sonraları, nâ’il oldukları bunca nâz u na’îm sâ’ikasiyle, kadınları evlerinden dışarı çıkarmaya, mehâfil-i zevk ü tarabda bulundurmaya başladılar. Artık kadınlar cevf-i sadırdan kalbin uğramasını andıran bir tarzda sokaklara fırladılar. O zaman unsûr-ı muhâcim olan erkek, mahza kendi huzûzât-ı nefsâniyyesi uğrunda, bîçârelerin ahlâkını bozmaya, dâmen-i iffetlerini kirletmeye, hicâblarını kaldırmaya meydân buldu. Artık kadınlar tiyatro sahnelerinde arz-ı endâm eder, alâ mele’i’r-ricâl şarkı söyler oldu. Gide gide yalnız bunların nüfûzu yürümeye, azl ü nasb husûsunda yalnız bunların re’yi mesmû’ olmaya başladı. Bu hâl üzerine çok geçmedi, Roma devletine bildiği bilmediği birçok taraflardan harâbiyet teveccüh etti. Hattâ târîh okuyanlar Roma gibi bir hükûmet-i mu’azzamanın burc u bâru-yı müşeyyedi, kadınların o nâzenîn elleriyle birer taş birer taş yıkıldığını görünce, hem de bu harâbiyetin nisvânın tahrîbe müsta’id olmalarından ileri gelmeyerek, mahzâ erkeklerin onlara kapılmalarından, onlarla hem-âhenk olmalarından neş’et eylediğini anlayınca dehşet içinde kalır. Bu bir hakīkat-i siyâsiyyedir ki münâkaşaya meydân yokdur. Revue’de fesâd-ı siyâsî ünvânı altında şu sözler görülüyor: “Erkân-ı esâsiyye-i ictimâ’iyyeye fesâd ârız olması, her zaman olmuş birşeydir. Ancak garâ’ib-i müdhişedendir ki, o fesâdın zamân-ı sâbıkdaki âsârı, devr-i hâzırdaki âsârına tamamiyle müşâbihdir. Yani o zaman da kadınlar ahlâk-ı fâzılanın hedmi husûsunda en kavî âmil ve mü’essir idiler.” Bu muharrir-i ictimâ’î için elyak olan, töhmet-i ifsâdı kadınlara isnâd etmemek idi. Çünkü evvel emirde kadını ifsâd eden, mahzâ kendi hevesât-ı rezîlesi uğrunda bîçâreyi âlet-i fesâd edinen erkeğin ta kendisidir. Sonra bu muharrir hâl-i hâzırda medeniyet-i garbı tehdîd etmekde olan alâmât ile Roma cumhuriyeti zamanındakilerini mukāyese ederek diyor ki: “Roma cumhuriyetinin son zamanlarında ricâl-i siyâsiyye adeden ekseriyeti teşkîl etmiş olan aşüfte-meşrep kadınların musâhabesi içinde demgüzâr oluyorlardı. Bugün de hâl ayniyle o zamanki gibidir. Kadınların sefâhete, huzûzâta karşı cünûn derecesine varmış bir inhimâka dalmış oldukları görülüyor.” Acaba hubb-i mecd ü azametle şöhret-gîr olan Romalılarda böyle kendilerine mefâhir-i sâbıkalarını unutturacak, bünyân-ı şevket ü celâdetlerinin gözleri önünde yıkıldığını gördükleri halde içlerinde bir sâhib-i gayret bulunamayacak derecede müdhiş bir inkılâb, azîm bir tebeddül nasıl oldu da vücûd buldu? Eyyâm-ı ikbâl ve satvetinde nisvânın tesettürü husûsunda o kadar ileri giden bir kavim için, bilâhare kadınlara böyle ricâl-i hükûmet üzerinde sâhib-i nüfûz olmak ve onları istedikleri zaman azl etmek iktidârını vermek imkânı nasıl tasavvur olunur? Bir hâlden büsbütün zıddı ve mukābili olan diğer bir hâle bu acîb intikāl nedir? Acaba ikisi arasında bir tedrîc-i tabî’î mevcûd değil midir? Evet bu fesâd-ı nisevî de kā’ide-i tabî’iyyeye tebe’an ilerlemişdir. Yani bidâyetde ufak, ehemmiyetsiz bir hâlde zuhûr etti, sonra dâiresi genişledi, nihâyet vehleten vücûdu istilâ eden bir ma’raz-ı mühlik şeklini aldı. Muhîtü’l-Ulûm diyor ki: “Lâkin kadınlarda zevk ü safâya karşı cünûn derecesini bulan bu inhimâk ancak imparatorluk devrinde hükümfermâ olmaya başladı. Cumhuriyetin ilk edvârında ise kadınlar evlerinden dışarı çıkmazlar, bez dokumak ile meşgûl olurlardı. Fakat debdebe ve gurûr yavaş yavaş Roma’ya girmeye başladı. Ancak sonradan Katon kıyam ederek halkı, biraz zaman mürûrunda, herşeyi mahvetmek isti’dâdını CİLD 1 – ADED 11 - SAYFA 175 SIRÂTIMÜSTAKĪM 165 hâiz bir tehlike-i muhît ile tehdîd eder oldu. (O zamanki Katon bu günkü tesettür müdâfi’lerinin aynıdır. Zîrâ târîh aynı vekāyi’in tekerrüründen ibâretdir). Aradan biraz geçer geçmez âsar-ı gurûr ve sefâhete artık had ta’yîn edilemez oldu.” Şimdi bakalım Katon, kavmine karşı ne söylemiş, mestûriyetin terkinden tevellüd edecek muhâtaraları nasıl bir lisân-ı inzâr ile beyân etmiş de sonra sözleri nasıl doğru çıkmış? Bunların kâffesi ümem-i sâirenin başından geçmiş târihî bir takım vekāyi’-i hakīkiyyedir ki aynı hâle gelmeden sakınmak, yâhûd hiç olmazsa tuttuğumuz şu yolda bir tarîk-i hatar-nâkta bulunduğumuzu bile bile devâm etmiş olmak için hakkiyle vukūfumuz îcâb eder. Yine Muhîtü’l-Ulûm’da rivâyet edilmektedir ki Roma’- da kadınların zînet ve hürriyetlerini tahdîd etmekde olan kānûnun feshi maksadiyle bir kıyam vukū’a gelince Romalılar arasında hikmetiyle, felsefesiyle şöhret-gîr olan Katon ayağa kalkarak şu sözleri söylemiş: “Romalılar! Bir kere kadınlara, onların istiklâllerini kayıd altına alan, kendilerini kocalarına karşı inkıyâda mecbûr eden revâbıtı kırmak kudretini verdikten sonra zann[175]eder misiniz ki artık onların etvârına tahammül etmek, izhâr edecekleri harekâta rûy-ı rızâ göstermek sizin için kolay olacakdır? Hattâ bu kuyûdun mevcûdiyeti hâlinde bile onları edâ-yı vezâ’ife icbâr etmek bize güç gelmiyor mu? Görmüyor musunuz bizimle müsâvî olacaklar o zaman bizi boyunduruk altına alacaklar? Bakınız içlerinden biri bana ne dedi: Biz altınlara, gûnâgûn zînetlere müstağrak olduğumuz hâlde bayramlarda ve eyyâm-ı sâirede sokaklarda gezmek istiyoruz. Bu kānûn-ı mensûhdan (nisvânı tesettüre icbâr eden kānûn) intikām almak, sizin hâiz olduğunuz intihâbdan kemâl-i hürriyyetle müstefîd olmak, tarafınızdan isrâfâtımıza, debdebemize bir had ta’yîn olunmamak istiyoruz. Romalılar! Siz benim erkeklerin, kadınların, bütün halkın hattâ bizzât kānûn yapanların isrâfâtından şikâyet ettiğimi çok kereler işitdiniz. Kezâlik cumhuriyetin buhl ve debdebe gibi birbirine mütenâkız iki hastalığa musâbiyetinden müştekî olduğumu defa’ât ile duydunuz. Bu iki hastalık koca koca hükûmetleri zîr ü zeber etmişdir.” Sonra Muhîtü’l-Ulûm Katon’un şu hutbesine ilâveten: “Katon her ne kadar bu kānûnu müdâfa’aya zafer-yâb olamadıysa da inzârâtı, tehdîdâtı tamamiyle zuhûra geldi.” diyor. Daha sonra da şu sözleri söylüyor: “Kadınların bir hürriyet-i müfriteye nâ’il oldukları hey’et-i ictimâ’iyye-i hâzıramızda görüyoruz ki bir zevk-i denî, bir meyl-i müfrit onları dâima cemâllerini artıracak, nazar-firîb edecek şeylere hasr-ı iştigâle sevketmektedir. Bu hâl ise pek hatar-nâkdir ki bir zamanlar Roma da tıpkı böyle idi.” Geliniz şimdi bu ciheti bırakalım da Roma’ya fesâd girdikten, memleketin âheng-i intizâmı bozulduktan sonra zuhûra gelen hâlâtı nazar-ı tedkīkden geçirelim. Acaba hükûmetin zaman-ı izz ü ikbâlinde olduğu gibi kadınlar gûnâgûn zînetlere, altınlara müstağrak oldukları halde sokaklarda gezdiler, mutantan, mükellef arabalara süvâr oldular mı? Heyhât! O zaman erkekler kadınların hukūkunu gasbetmek, bulundukları mevk-i müstesnâdan indirmek için alabildiğine ileri gittiler. Hattâ zavallıları et yemekden, gülmekden, söz söylemekden menettiler. Bunda da o kadar ifrâta vardılar ki bîçârelerin ağzına gâyet metîn kilitler vurdular! Hem bu vahşetleri revâ görmekde âlî ile pes-pâye, âlim ile câhil arasında hiçbir fark yok idi. Hatta kadınların esâret ve muhakkariyeti daha sonraları o dereceyi buldu ki: Onyedinci asırda bizzat Roma şehrinde serâmedan-ı ricâlden müteşekkil bir cem’iyet in’ikād ederek şu mes’eleyi mevki-i mübâhaseye koydu: Acaba kadının rûhu var mıdır? Eğer ben o zamanlar kadınların tahkīk-i cerâ’imi için mürâca’at olunan usûlü, onları ta’zîb husûsunda kullanılan âlât-ı muhtelifeyi, vesâ’it-i şeytâniyyeyi kāri’în-i kirâma tafsîl etmek isteseydim, a’sâbı ra’şe-dâr eden o mezâlimi tasvîre kendimde kudret bulamazdım. Bir ressam olaydı da vücudlarına kızgın katranlar dökülen, yâhûd iki bacakları muhtelif cihetlere doğru sevkedilen beygirlere bağlanıp böyle zoruna öldürülen, yâhûd birden bire yakıp bitirmesin de yavaş yavaş etlerini kavurarak, yağlarını eriterek öldürsün diye alevsiz ateşler üzerine gerilmiş darağaçlarına asılan, yâhûd... Yâhûd yürekleri parçalayan diğer bin türlü mezâlim ile hayatlarına hâtime çekilen kadınların o hey’etleriyle resimlerini yapmasını teklîf edeydim, o da şu söylediklerimi Revue’de olduğu gibi tersîm edeydi, o zaman kāri’în-i kirâm ebediyyen hâtırlarından çıkmayacak bir manzara-i fecî’a karşısında bulunurlardı. Bir manzara ki erkeğin şu zavallı kadın hakkında revâ gördüğü esâretin, mezâlimin, hakāretin ne derecelere kadar vardığını gösterir! Şimdi şu inkılâbı gören dehşet içinde kalır, fikrini hayret istîlâ eder de kendi kendine der ki: Daha dün kadınlar hürriyet-i kâmile içinde ferih ve fahûr geziyorlardı, erkekler üzerinde nüfûzlarını alabildiğine yürütüyorlardı, nasıl oldu da bugün en şedîd mezâlime ma’rûz oldu, eski mevki’leri böyle behimiyete kadar tenezzül etti? Bu inkılâb-ı acîb nedir? Bu tebeddül-i serî’ neden îcâb ediyor? O evvelki hürriyeti esâsından hedmeden, bîçâre kadının nâsiyesini esâret, zillet damgasıyla bu derecede vahşiyâne karalayan nedir? İşte bunlar bir takım su’âllerdir ki her târih okuyan tarafından kendi kendine îrâd edilmek zarûrîdir. Lâkin insan ilm-i rûhun, ilm-i ictimâ’înin esâslarını kemâl-i dikkatle araştırmadıkça bunların hikmetini idrâk edemez. Bu ise uzun bir bahisdir, fakat biz hulâsaten söyleyelim: Vaktâ ki Romalılar mülklerini tevsî’ ederek bütün akvâm üzerine hâiz-i nüfûz ve azamet oldular, küre-i arzda karşılarına çıkabilecek kimse kalmadı, artık kalblerine zevk ü refâh meyli girmeye başladı. Ma’a-mâfih bu emrin tamam olması cinseynin ihtilâtına vâbeste idi. İşte Yunan mülhidleriyle Romalılardan onlara mukallid olanların telkīnât-ı muzırrası bu husûsda ezhân-ı halk üzerinde pek büyük te’sîr gösterdi. Artık Romalılar kadınların yüzündeki örtüyü kaldırmakdan başlayarak bittedrîc ibtizâli ileri götürdüler. Nihâyet kadınlar umûr-ı siyâsiyyede bile i’mâl-i nüfûz eder oldular. Bu ihtilâtdan ise öyle bir takım rezâ’il meydân aldı ki kalem yazmaktan hayâ eder. Artık Romalıların o eski himmetleri mevte mahkûm oldu, azimlerine za’af-ı küllî tarayân etti, kendilerinde izzet-i nefisden eser kalmadı, birbirleriyle cenk ü cidâla tutuştular, aralarındaki 166 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 11 - SAYFA 176 fesâd ve ihtilâl arttı, o esnâda zuhûr eden bir takım hâdisât ise bütün efkâra, bu fesâdâtın kâffesine sebeb kadınlar olduğunu yerleştirdi. Bunun üzerine nisvâna karşı yüreklerde peydâ olan kin ü garaz yavaş yavaş artmaya, levâzımından olan tazyik de günden güne iştidât etmeye başladı. Nihâyet iş, kurûn-ı vüstâdan bed’ ile on yedinci [176] asrın nihâyetine, onsekizinci asrın bidâyetine kadar devam eden –o yukarıda söylediğim– tahammülsüz hâli buldu. Ben bugün garbde bir takım adamlar görüyorum ki, kadınları fitne ve fesâda sevketmek, dâmen-i iffetlerini lekedâr ederek zavallıları vaktiyle hemcinslerinin düştükleri girîveye düşürmek için her gün, gûnâ-gûn vesâ’it bularak, türlü türlü esbâb ihtirâ’ eyleyerek geçen bu devri i’âde arzusunda bulunuyorlar. Zâten yukarıda bir nebze bahsettiğimiz, aşağıda daha ziyâde bahsedeceğimiz vechile, garb ukalâ ve felâsifesi bunu anlamış, hattâ mes’ele muhîtü’lulûmlarda münderic umûr-ı vâzıha sırasına geçmişdir. Şimdi mâdem ki bîçâre kadın erkeğin elinde bir bâzîçedir, mütedeyyin olduğu müddetçe evde habsediyor, sonra gönlünde zevk ve lehv arzûsu uyanınca, çıkarıp zavallının nâmus u vekāriyle oynuyor, eğleniyor, ihtirâ eylediği türlü türlü âsâr-ı zînet ve sefâhetle ahlâk-ı kerîmesini mahvediyor. Fakat onu bir kere bu hâl-i sefâlete getirdikden sonra artık çekilmez barbar addederek eskisinden daha şedîd bir habse ircâ’ ediyor. Evet mâdem ki kadının, erkeğin elindeki hâli bu merkezde bulunuyor, öyle ise müslüman kadınlarının tesettürü, bu gibi felâketlere düşmemeleri için kendilerine en hayırlı bir muhâfızdır. Zâten dîn-i mübîn-i İslâm onları â’mâk-ı kulûbda pâyidâr olan öyle muhkem kavânîn ile ihâta etmişdir ki müslümanlar için nakzına imkân yokdur, meğer ki dinlerini külliyen tağyîr ve tebdîl etsinler. Görmüyor musunuz nisvân-ı müslimînin zuhûrundan beri on üç asır geçmiş iken bu müddet zarfında bunlar nisvân-ı sâire-i âlemin uğradıkları, o bir kısmını beyân ettiğimiz, inkılâbâtın kâffesinden masûn kalmışlardır. Mâdem ki tesettür, kadınları erkeklerin elinde bâzîçe, hevesâtına âlet olmakdan men’etmektedir, artık bundan büyük ne ni’met olabilir? Acaba garbdeki hemcinslerinin asırlarca devam eden felâketlerinden müslüman kadınlarını vikāye eden şey tesettürden başka nedir? el-Mer’etü’l-Cedîde mü’ellifi diyor ki: “Avrupa’da bazı fırkalar vardır ki, muzır birtakım metâlib dermeyân ediyorlar. Bununla beraber kadınların mestûriyetini taleb etmek, bunlardan hiç birinin hatırına bile gelmemişdir, belki emr ber-akisdir. Mesâlik-i müfrite ashâbı kadınlara verilen hürriyetin tevessü’ünü, hukūklarının erkeklerle müsâvî olacak derecede tezâyüdünü istemiyorlar. Bunlar hatâlarıyla beraber bu husûsda erbâb-ı i’tidâl ile müttefiktirler. Acaba bu ittifâkın sırr u hikmeti nedir?” Bize gelince deriz ki asr-ı hâzır felsefesinin mü’essisi olan Auguste Comte ile hakāyık-ı eşyâya hüküm için sözleri birer düstûr makāmında telakkī edilen felâsife-i vaktin kâffesi şu re’ydedirler: Kadınlar bu hürriyet-i kâzibeden kendilerine lâzım olacak kadarından ziyâdesini almakla kalmadılar, hudûd-ı tabî’iyyelerini de tecâvüz ettiler. Zâten fusûl-i sâbıkada bu sözler isbât edilmiş idi. On dokuzuncu asrın Muhîtü’l-Ulûm’unda bu kabîlden olmak üzere acıklı bir şikâyet görülüyor. –Fazla olarak ukalâ-yı asrın en büyüklerinin elimizde buna benzer binlerce sözleri de vardır.– Kadınlara karşı olan bu inhimâkdan dolayı Roma devletine savlet eden harâbiyet zikredildikten sonra deniyor ki: “Kadınların müfrit bir hürriyete nâ’il oldukları hey’et-i hâzıra-i ictimâ’iyyede görüyoruz ki bir zevk-i denî, bir meyl-i müfrit onları dâima cemâlleriyle uğraşmaya, güzelliklerini artıracak, nazar-firîb edecek şeylere hasr-ı iştigâl etmeye sevk eylemektedir. Bunlar vaktiyle Roma’nın başına gelen hâlden daha hatar-nâk, daha korkunçdur.” Şimdi bu sözleri işiten bir şarklı, tahmîninin hilâfında bulduğu için, dehşet içinde kalır, ma’a-mâfîh ma’zûrdur. Zîrâ o, bu medeniyetin her şekli hakkında hüsn-i zanda bulunmuş, onun şarklılar için yetişebilmek, anlayabilmek mümkün olacak derecelerden âlî bulunduğuna, hiç bir cihetini hiçbir sûretle intikāda hak tasavvur edilemeyeceğine zâhib olmuşdur, öyle tevehhüm etmişdir. Muhîtü’l-Ulûm bizim yukarıda tasvîr eylediğimiz ahvâli serdettikten sonra diyor ki: “Evet, kadınlar tarafından ziynete, sefâhate karşı izhâr olunan hubb ü tehâlükün günden güne ahlâkımız üzerinde husûle getirmekte olduğu te’sîr-i muzırrı en evvel nazar-ı dikkate alan biz değiliz. Zîrâ en meşhûr muharrirlerimiz bu mühim mevzu’ ile iştigâlden geri durmamışlardır. Kezâlik umûmun mazhar-ı tahsîni olan birçok romanlarımızda da tezeyyüne gösterilen bu çılgınca inhimâkin âileler hakkında mûcib olduğu harâbiyet gâyet mü’essir bir lisân ile tasvîr edilmişdir. Acaba medeniyet-i hâzırayı sarsan, onu cidden serî’ bir sukūt ile yâhûd –isterseniz diyebilirsiniz ki– çâresiz bir inhitât ile, bir izmihlâl ile tehdîd eden bu hastalıktan ne sûretle kurtulmak mümkündür?” Artık garb, o kuvvetiyle, o menâ’atiyle, o kadar mebzûl vesâitiyle beraber, kadınların şu hâlinin medeniyet-i hâzıralarını bir sukūt-ı serî’ ile tehdîd ettiğini görerek muhitü’lulûmları, en büyük muharrirleri lisânından “Vâ veyl!” diye feryâd ederse, ya bugünkü za’afiyle beraber şark da aynı maraza musâb olursa hâlimiz ne olur? Mütercimi: Mehmed Âkif Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ Mahall-i İdâre: Dersa’âdet’te Yeni Postahâne Karşısında Dâire-i Mahsûsadır SIRÂTIMÜSTAKĪM Din, Felsefe, Edebiyat, Hukūk ve Ulûmdan Bâhis Haftalık Risâledir İhtâr: Mesleğimize muvâfık âsâr-ı ciddiyye ma’al-memnûniyye kabûl olunur. Derc edilmeyen âsâr iâde olunmaz Müessisleri: Ebu’l-Ulâ Zeynelâbidîn – H. Eşref Edib Seneliği Altı aylığı Dersa’âdet’te 65 35 Vilâyâtta 90 50 Memâlik-i ecnebiyyede 100 55 kuruştur. TÂRİH-İ TE’SÎSİ: 11 Temmuz 1324 Dersa’âdet’te Nüshası 50 Paradır Kırılmadan mukavva boru ile gönderilirse senevî 20 kuruş fazla alınır. Dersa’âdet’te posta ile gönderilirse vilâyât bedeli ahz olunur. 12 Kasım 1908 17 Şevval 1326 Perşembe 30 Teşrînievvel 1324 Birinci Sene - Aded: 12 [177] TEFSÎR-İ ŞERÎF Hallâk-ı Zülcelâl hazretlerinin ihsân ve inâyet buyurduğu kābiliyet-i fıtriyye ve mevâhib-i sâire-i beşeriyye sâyesinde nev’-i insan, istihsâl-i maksad u merâmlarına tavassut edecek pek çok esbâb ü vesâ’il ihzâr ve isti‘mâline, mesâlih ve menâfi‘in arzu olunduğu hengâmda husûl-pezîr olmasına hâ’il olacak bazı avârızın men‘-i tehâcümüne temekkün ve iktidâr peydâ edebilmiş ise de; bilcümle efrâd-ı beşeriyyenin serâ’ir-i hilkate tamamen âşina olamadıkları, kâ’inâtı teshîre kudret-ı kâmile ve kâfiye ihrâz edemedikleri cihetle en ziyâde özendikleri bazı vesâ’ili celb ü tedârikden, vesâ’it-i müstahzaranın akāmetini mûcib olacak, sarf ettikleri emeklerin semerâtını iktitâfdan mahrûm bırakacak nâgeh-zuhûr bir takım avârız-ı kevniyye ve tabî’iyyeye karşı müdâfa’a ve mukāvemetden âciz ve kāsır bulundukları da cây-ı hafâ değildir. Binâ’en-âlazâlik zimmetimize müteretteb birinci vazîfe-i insaniyyemiz mevâhib-i sübhâniyyeyi hüsn-i isti‘mâle ihtimâm ü gayret yani dâhil-i dâire-i istitâ’atımız bulunan bütün esbâb ve vesâ’ili elde ederek izâle-i mevâni’e bezl-i makderet ve bu husûsda yekdiğerimiz ile hemdest-i vifâk olarak îfâ-yı te’âvün bâbında tekâsülden mücânebet etmek... Vazife-i sâniyede istitâ’at-ı beşeriyye fevkinde bulunan umûrun kâffesinde, muztar kaldığımız ve fürû-mânde olduğumuz ahvâlin cümlesinde kudret-i ilâhiyyesi herşeye şâmil, bütün şu’ûnât-ı âlemi muhît olan ma’bûd-ı müte‘âlimize ilticâ ile mütemmim-i a’mâl ve mûsil-i âmâl olacak ma’ûnet-i Rabbaniyye niyâz ve istirhâmında bulunmakdır. Zîrâ este’îzübillah 1 أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ ) şerîfesi i-emsâl ve celîli ı-nass) وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء اْلأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ mantûkunca lede’l-ıztırâr kullarına bâb-ı inâyeti küşâd ve âfât u avârızı def’le onları dilşâd buyuran ancak zât-ı ulûhiyyet-i Samedânî olduğunu bilirken hâlet-i acz ve derman- 1 Neml, 27/62. degîde mâsivâdan isti’âne ve istimdâd edecek olursan asl-ı asîl-i tevhîdi rahnedâr ve hasâis-i celîle-i ulûhiyyetde isbât-ı şerîke ictisâr etmiş oluruz. Dikkatle mütâla’a olunduğu takdîrde bu beyânımızdan “iyyâke neste’în” kavl-i kerîmi “iyyâke na’büdü”nün mütemmim-i müfâdı, mü’eyyed-i mü’- eddâsı olduğu da müstebân olur. Zîrâ zikr ettiğimiz ma’nâca dergâh-ı Hakk’dan isti’âne bütün samîmiyyet-i kalb ile Rabbü’l-erbâb ve müsebbibü’l-esbâb olan feyyâz-ı akdesin bârgâh-ı ehadiyyetine teveccüh ve ibtihâl demekdir ki her ibâdetin özü ve lübb-i hâlisi bundan ibâret olduğu bâlâda îzâh olundu. Nasıl ki 2 (العبادة مخ الدعاء (hadîs-i şerîfi de buna delîldir. Bu halde du’â ve ilticâyı dergâh-ı âhara tevcîh etmek hengâm-ı nüzûl-i Kur’ân’da beynennâs şâyi’ olan putperestlik envâ’ından bir nevi’ olmasında şüphe kalmaz. Binâ’enaleyh ibâdet gibi isti’ânenin de Cenâb-ı Zülcelâle ihtisâsı beyân buyurulmak iktizâ etmiştir. Elhâsıl cühelâ-yı nâsın ma’bûd ittihâz ettikleri eşhâs veya eşyâdan havârika dâir vâki’ olan isti’âne ve istirhâmları esbâb-ı âdiyye ve ahvâl-i câriyye husûsunda nasdan isti’âneye kābil-i kıyâs değildir. Aralarındaki fark âşikârdır. İmdi birinin butlânı ve adem-i meşrû’iyyeti hasebiyle diğerin de öyle olması lâzım gelmez. İstitâ’at-ı beşeriyye dâiresinde bulunan ef’âlde nâsdan isti’âne esbâb-ı maddiyyeyi sûret-i münâsebede isti’mâl menzilesine tenzîl olunur. Ama kudret-i beşer hâricinde olan bir şeyi Cenâb-ı Hakk’ın gayrisinden taleb ve istid’â [178] etmek o kimseyi Hallâk-ı akdese adîl kılmak demektir. Bu ise küfr-i mahz ve işrâk-billâhdir. Meselâ muhtâc-ı tedâvî bulunan marîzi isti’mâl-i edviyesiz şifâyâb etmek ve esliha ve mikdarca gâyet dûn bulunan ordunun hasma galebesini temennî eylemek gibi şeyler bu 2 Tirmizî, Sünen, Dua 1. 168 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 179 kabîldendir. Böyle bilâ sebeb matlûbu husûle getirmek, esbâb-ı mu’tâdeyi hükümsüz bırakmak havârik-i azîmeden ma’dûd olup yalnız kudret-i kāhire-i Samedâniyye ile tahakkuk edebilir. Pek ziyâde ıztırâr zamanında dergâh-ı rabbânîden isti’tâf olunması meşrû’dur. Fakat esbâb-ı lâzimeye mürâca’at etmeyip âdî şeyleri de du’â ile istihsâle çalışmak abes ve bî-ma’nâdır. Hattâ vaz’-ı esbâb hakkındaki hikmet-i ilâhiyyeyi ibtâle sa’y demek olmakla hatâ-yı azîm olduğu âşikârdır. Kur’an-ı Kerîm’de 1 “nusret âlâya’te Allah Siz: “şerîfi yı-nâ’Ma. yurulmuşdurbu) إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ) tehyi’e-i esbâb ile evâmir-i ilâhiyyeye mübâderet “ederseniz Allah sizi mansûr kılar” esbâbının te’sîrini halk ile muvaffak eyler, “akdâmınızı tesbît eder” a’dâya gâlib olursunuz. İşte devâm ve ıttırâd üzre mev’ûd-ı ilâhî olan nusret bundan ibârettir. Bazen de 2 ( ْمُهَلَتَقَ هّاللَّ نِـكَلَوْ مُوهُلُتْقَتْ مَلَف (nazm-ı şerîfinde mezkûr bulunan nusret-i hârikanın emsâli tecellî edebilir. Fakat buna i’timât ile muhârebeye girilmek meşrû’ değildir. Çünkü bu sûretle kıyâm tehlikeye iktihâmdır ki 3 وَلاَ ) .buyurulmuşdur tahrim kerîmiyle i-kavl) تُلْقُوا بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ Bu yalnız ilcâ-yı zarûret ile muhâfaza-i şân ü şeref için iltizâm olunabilir. اذا لم تكن الا الاسنة مركبا * فما حيلة المضطر الاركوبها Manastırlı İsmâil Hakkı
NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE Sûre-i Âl-İ İmrân: Âyet 104 وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ 4 وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Cenâb-ı Hak âyât-ı sâbıkada tekmîl ve tezhîb-i nefsi emr ettikten sonra bu âyet-i celîlede tekmîl ve irşâd-ı gayrı emr edip buyuruyor ki” sizden “nâsı” hayra da’vet eder. Ve “bilhassa” emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eyler bir cemâ’at bulunsun. Felâh bulanlar onlardır. “Kemâl-i felâha muhtas olanlar işte bu sıfât-ı fâzıla ile temeyyüz eden o cemâ’atdir.” (نُكَتْلَو (kelime-i kudsiyyesi esnâ-i tefsîrde işâret edildiği üzere (لنوجد (ma’nâsına fi’l-i tâmdır. (منكم‘(de (من (teb’îziyyedir ve emre müte’allikdir. (امة (fâ’il (يدعون (onun sıfâtıdır. Ümmet sınıf-ı nâsın kasd ve iktidâ eyledikleri cemâ’ate denir. ( يدعون) ,(يأمرون) ,(ينهون (fi’llerinin mef’ûl-i sarîhi bulunan (ناس (kelimesinin hazfi zuhûruna mebnîdir. Ma’rûf: şer ve aklın istihsân ettiği.. ve münker: Şer’ ve aklın kabîh gördüğü şeylerdir. Da’vet ile’l-hayr, dinî veya dünyevî salâhı mutazammın olan şeye da’vet demek ol- 1 Muhammed, 47/7. 2 Enfâl, 8/17. 3 Bakara, 2/195. * Süngü ve mızraklardan gayri binecek şey olmayınca muztar kalanın onlara binmekten başka çâresi olur mu? 4 Âl-i İmrân, 3/124. duğu cihetle emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker da’vet ile’l-hayrda münderic iken bunların hâssaten zikr olunmaları sâir umûr-ı hayriyye üzerine fazl u rüchânlarını izhâr içindir, şu hâlde 5 وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ Kavl-i şerîfinin “yed’ûne” üzerine atfı atfü’l-hâs ale’l-âm kabîlindendir. Âyet-i kerîmede cümle ümmete tevcîh-i hitâb edilmişken emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker pişvâ bir cemâ’at-i fâzılaya tahsîs buyurulması müfessirîn-i kirâm hazerâtı tarafından takrîr edildiği üzre bu mühim vazîfe farz-ı kifâye olup sâir furûz-ı kifâye gibi emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkerin dahi bütün ümmete vâcib olduğunu ve fakat hepsinin birlikte bu vecîbeyi ikāme etmesi sûretiyle cümleye vâcib olmayıp belki bazıları ikāme ederse bâkīsinden sâkıt olduğunu ve şâyet hep birden bu vecîbeyi terk ederlerse cümleten âsim ve günahkâr olduklarını ifhâm içindir. Bir de emr-i bi’lmarûf ve nehy-i ani’l-münker vecîbesi celâ’il-i umûrdan olup ahkâm-ı ilâhiyyeye ve merâtib-i ihtisâba ve bunların suver-i icrâ’iyyesine âşinâ olmak gibi kuyûd ile meşrût olduğuna ve bu umûra vukūf husûsunca ise efrâd-ı ümmet mütesâvî bulunmadığına mebnî bu vecîbeyi ümmet içinde ancak fazîlet ve ehliyet ile temeyyüz edenleri der’uhde edebilecekleri içindir. Yine müfessirîn-i izâm hazerâtı diyorlar ki; şurût-ı mezkûreye vâkıf efâzıl-ı dânişverân-ı ümmetten mâ’adâsı bu emr-i hatîre tasaddî ederlerse ma’kûs ve muzır netîceler tevellüd eder, çünkü zikr olunan şurûta vukūfu olmayanların münker ile emr ve ma’rûfdan nehy etmeleri, mülâyemet yerinde gılzat ve gılzat yerinde mülâyemet göstermeleri, hattâ bazı kesânın münkerde temâdî ve ısrârlarını mûcib olacak sûrette nehy-i ani’l-münker eylemeleri gâlib-i ihtimâldir. Hayrü’n-nâs kimdir; su’âline cevâben Fahr-ı Âlem sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri: “Hayrü’n-nâs, en ziyâde emr-i bi’l-ma’rûf, en ziyâde nehy-i ani’l-münker, Allah için en ziyâde ittikā, en ziyâde sıla-i rahm edenlerdir” buyurdu. Mişkât-ı dırahşân-ı nübüvvetten şu da şeref-sâdır olmuşdur: Ma’rûf ile emr ve münkerden nehy edenler, rûy-ı zemînde Allah’ın halîfesi ve Resulü’nün halîfesi ve Kitabının halîfesidir. Mülk ü milletin salâh ve sa’âdetini müctemi’an düşünür, müctemi’an emr ü nehy eder, müctemi’an istişâre eyler. Böyle bir fâzıl ve hayr-hâh cemâ’at ve onun meşveret ve müzâkeresine mahsûs keşke bir de mahfil-i ümmet bulunsa!** [179] Bir sûretde ki 6 onların pertevi) وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ ) hâl ve kāllerinde leme’ân etsin. Li-Muharririhi Meşveretdir nâzım-ı ahvâl-i mülk ü saltanat Meşveretdir ümmete misbâh-ı mecd ü mes’adet 5 Âl-i İmrân, 3/104. **Bu temennî eserin zaman-i te’lîfine râci‘dir. Lehülminne temenni olunan mahfil-i ümmet şimdi derdest-i küşâdedir. 6 Şûrâ, 42/38. CİLD 1 – ADED 12 - SAYFA 180 SIRÂTIMÜSTAKĪM 169 Meşveretsiz nâfiz olmaz kalbe envâr-ı hüdâ Meşveretsiz hâsıl olmaz hiç âsâr-ı alâ Meşveret her emr ü kârı müşkülü âsân eder Hazret-i Hak lûtf edip tevfîkini ihsân eder Meşveretdir emr-i kat’î[-i] Hudâvend-i Hakîm Meşveretdir meslek-i ashâb-ı akl-ı müstakīm Bereketzâde İsmâil Hakkı HUTBELERE DÂİR HUTBELER HAKKINDA SÎRET-İ NEBEVİYYE Fahr-i Kâ’inât aleyhi ekmelü’t-tahiyyât efendimiz hazretleri minbere su’ûd, yâhûd minber i’mâl edilmeden evvel hutbe okuyacağı mahalli teşrîf buyurunca huzzâra teveccüh ederek azıcık otururlardı. İbn-i Ömer radıyallâhu anhden: “Hazret-i Peygamber’in minber üzerine oturmadan evvel ashâb-ı kirâm hazerâtına selâm vermekde bulundukları” mervîdir. Şâfi’î, Ahmed bin Hanbel hazerâtı işbu hadîs-i şerîfe istinâden o selâmın sünnet olduğuna kā’il olmuştur. Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik hazerâtı mezhebinde o hadîs fi’l-i sâbit olmadığından o selâmı terk, sünnet olmuşdur. Ol aleyhisselâmın minbere irtikā’ buyurunca oturmadan, kıbleye müteveccih olarak du’â ettiği ehâdîs-i sahîhada sâbit değildir. Şimdi zamanımızda bazı hatiblerin oturmadan evvel, minber üzerinde bir vaz’iyet-i mahsûsa alarak du’â etmeleri sağlam bir esere müstenid olmadığından bâb-ı ibâdetde bir bid’at olması ihtimâlinden havf edilir... Binâ’en-aleyh bu hâlin terk edilmesi daha muvâfık-ı sünnet olduğu hatıra geliyor. Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri, hutbeye çıktığı esnâda, sâir vakitlerde giymediği ve ashâb-ı kirâmın dahi iktisâ i’tiyâdında bulunmadığı elbiseyi giymezdi. Cum’a ve hutbeye mahsûs olarak başına taylesan bağlamak. Uzun ve geniş cübbe ve bînişler iktisâ eylemek âdât-ı peygamberîden değildi. Hülâsâ: Hutbeye, Cum’aya mahsûs bir nevi’ elbise ve imâme saklamazdı. Sâir günlerde ne iktisâ buyururlarsa, Cum’a ve hutbeye dahi öyle bir elbise ile çıkarlardı. Şu kadar var ki Cum’aya çıktıkları esnâda elbise-i mu’tâdesinin cedîdini, olmaz ise daha ziyâde nazîf, yıkanmış olanını iktisâ buyururlardı. İşte bunun için Cum’a namazına giderken yeni, yâhûd temiz, yıkanmış elbise giymek sünnet olmuşdur. Fahr-i Kâ’inât efendimiz esnâ-yı hutbede bazı kavse, bazı asâya i’timâd buyururlardı. İbn-i Abbas hazretlerinden: ولم يكن رسول الله صلى الله عليه وسلم يتحرى شيئا من ذلك ولكن يتوكأ فى الحرب على السيف وفى الحضر على العصا Kavl-i şerîfi mervîdir. Hazret-i Peygamber, esnâ-yı hutbede ittikā buyurmaları için birşey tahsîs buyurmuşlardı. Hâl-i seferde ekseriyet üzere ellerinde kılıç bulunduğundan hutbede dahi kılıcı, hâl-i hazerde ise asâ, yâhûd kavsi kullanırlardı. Ulemâ-i hadîs ve erbâb-ı siyerden bazıları, müdekkik ve muhakkıkları netice-i tedkīk ve tahkīklerinde Hazret-i Peygamber’in esnâ-yı hutbede asâ, kavs kullanması minber ittihâzından evvel olup, bundan sonra ise kavs, asâ, başka hiç birşey kullanmadığını mü’ekkeden beyân ediyorlar. Hattâ İbnü’l-Kayyim Zâdü’l-Me’âd nam eserinde: “Resûl-i Ekrem, minber ittihâzından evvel asâ yâhûd kavse ittikâ buyururlar, ellerine kılıç, başka bir âlet-i harb tutmazlardı. Esnâ-yı harbde kavse i’timâd eder. Cum’ada eline asâ alırdı. Ol hazretin hutbede seyfe ittikâ buyurdukları mervî değildir. Bazı cehele gürûhu nebî aleyhisselâmın dâima seyfe ittikā ettiğini, bu da dîn-i mübîn-i İslâm’ın seyf sâyesinde kıyâmına işâret bulunduğunu da’vâ etmeleri fart-ı cehâletlerinden başka birşey değildir. Zîrâ minber ittihâzından sonra Peygamber’in kılıç, kavs, başka bir şeye ittikâ buyurmadığı sâbit olduğu gibi, minber ittihâzından evvel dahi hiç bir vakit kılıcı ele alarak hutbeye çıkmadığı ma’lûmdur” diyor. İmâm Mecdüddîn Muhammed bin Ya’kūb Seferü’s-Sa’- âde nâm eser-i âlîsinde: “Hazret-i Peygamber, minber ittihâzından evvel, hutbede kavs yâhûd asâya ittikâ buyururlardı. Minber ittihâzından sonra ise hiç bir şeye dayanmaz oldu, kılıç, harbeyi, ne evvel, ne de sonra hiç bir vakit ellerine almamışlardır.” diyor. * * * Nebî-yi muhterem efendimiz Cum’a günleri vakt-i zuhr dâhil olup, mukīm olan ashâbın tamâmen ictimâ’ ve huzurlarını tahmîn edince, minbere su’ûd ederek otururlardı. Bunun üzerine mü’ezzinân-ı peygamberîden Hazret-i Bilâl dahi Mescid-i Nebevî kapısının önünde durarak ezân-ı şerîfi okurdu. Asr-ı Sa’âdet’de, Şeyhayn hazerâtının hilâfetleri devrinde Cum’a ezânı yalnız bir def’a okunur; tekerrür etmezdi. Üçüncü Halîfe Hazret-i Osman zamanında ahâli tekessür ettiğinden bir ezân kifâyet etmez oldu. Bundan dolayı Hazret-i halîfenin emri ile vakt-i Cum’anın hulûlünü umûm ashâba i’lân olmak üzere daha ikinci bir ezan okunur oldu. Bu hâl, şimdiki zamanımıza kadar sâbit kalmıştır. *.*.* Fahr-i Kâ’inât efendimiz minber üzerine çıkarak oturduğu, yâhûd Cum’ada kā’imen hutbe okumağa başladığı vakit, ashâb-ı güzîn hazerâtı da yüzlerini ol hazrete doğru tevcîh buyururlardı. Bu husûsda pek çok âsâr-ı şerîfe vârid olduğu gibi ulemâ-yı ümmet de âdetâ bunun üzerine icmâ’ etmişlerdir. Zâten huzzârın hatîbe doğru teveccüh etmeleri pek ma’kūl idi. Zîrâ hatîb, onlara va’z u nasîhat ediyor, ve kavâ’id-i İslâmiyyeyi ta’lîm, me’ânî-i mühimmeyi teblîğ eyliyor, ders veriyordu... * * * Nebî-yi muhterem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri hutbe okuduğu [180] esnâda savtını yükseltir, hattâ bundan dolayı mübârek gözlerinde ihmirâr peydâ olur; gayret ve neşâtı, ciddiyeti etrafa saçılırdı. Ashâb-ı güzîn hazerâtının gözleri yaşarır, kalblerinde rikkat peydâ olur; çok vakitler ağlarlardı. Hutbe-i nebeviyyeyi dinledikçe gönülleri îmân nûruyla dolar, dîn-i mübîn-i İslâm’a olan mu- 170 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 180 habbetleri kesb-i kuvvet ederdi. Evsâf-ı ilâhiyyeyi işittikçe kalblerinde ma’rifetullâh hâsıl olur, îmânları kuvvet buldukça kuvvet bulurdu. Fahr-i Kâ’inât efendimiz hutbelerinde, Cenâb-ı Allah’a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, yevm-i kıyâmete îmânın usûlünü takrîr ederler, cennet ve nârı zikr ile ehl-i tâ’at ve evliyâullahın makamlarını tavsîf, ehl-i ma’siyet ve a’dâullahın hallerini takbîh buyururlardı. Usûl-i mühimme-i dîniyyeyi teblîğ, hâdisât-ı vâkı’anın ahkâm-ı şer’iyyesini ta’- lîm ederlerdi. Bir cihad vukū’u melhûz olduğu vakitde hutbelerinde düşmana karşı ittihaz edilecek mesleği beyân etmekle beraber ırz ü şânın, vatanın müdâfa’asına, i’lâ-yı kelimetullah uğurunda fedâ-yı câna da’vet, dilâverân-ı ashâbı cihâda tergîb ve tahrîs buyururlardı. Bayram hutbelerinde sadaka-i fıtr ve udhiyyenin ahkâm-ı şer’iyyesini beyân eyler; herkes iktidârı nisbetinde fukarâya mu’âvenet ve in’âmda bulunmak, onların hâline dâima acımak husûsunda va’z u nasîhat ederlerdi. Nikâh, istiskā’, küsûf, hac ve sâir hutbelerin her birinde makāma münâsib nasîhat eyler, ta’lîmât-ı lâzimeyi i’tâ buyururlardı. * * * Sâhib-i Şerî’at sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri esnâ-yı hutbede ashâb-ı kirâmın minbere takarrüblerini, hutbeyi istimâ’, insât etmelerini emr eylerlerdi. Buyururlardı ki: “Bir kimse esnâ-yı hutbede arkadaşına (انصت ( derse lağv etmiş olur, lağv eden kimsenin ise Cum’ası makbûl olmaz.” ve “Cum’a günü hutbe esnâsında tekellüm eden kimse, kitâblar haml eden himâra benzer...” Hattâ ki hutbe okunurken ashâb-ı kirâm hazerâtından birinin arkadaşına küçük bir su’âl, dinî bir su’âl îrâd etmesine bile cevâz gösterilmiyordu. Bu bâbda pek çok ehâdîs ve âsâr-ı şerîfe mervîdir ki, kadr-i müşterekleri derece-i istifâzaya vâsıl olmuşdur. Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Evza’î, İmâmeyn, daha pek çok ekâbir-i ulemâ esnâ-yı hutbede tekellümün, velev zikr ü ibâdetle olsun iştigâlin hurmetine, istimâ’ ve insâtın vücûbuna kā’il olmuşlardır. Bu bâbda kütüb-i mu’tebere-i fıkhiyyeden Hidâye’de: اذا خرج الامام يوم الجمعة ترك الناس الصلاة والكلام ختى يفرغ من خطبته ibâresi görülüyor. Binâ’en-aleyh esnâ-yı hutbede, Hazret-i Peygamber ve ashâb-ı güzîn hazerâtının esmâ-i şerîfeleri zikr, halîfenin nâmı yâd edildikde mü’ezzinlerin tasliye, tarziye, te’mîn ile gürültü koparmaları, hiç bir asla müstenid olmadığı gibi hilâf-ı sünnet bulunduğundan bir bid’atdir, bi’l-ittifâk tahrîmen mekrûhdur.. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin hutbeleri, mutlaka –ister Cum’a, ister sâir mevâzi’de- Cenâb-ı te’âlâ hazretlerine lâyık olduğu vechile hamd ü senâyı, Resûl-i Kibriyâ’ya salât-ı du’âyı, teşehhüdü, va’z ü nasîhati, Kur’ân-ı Kerîm’den birkaç âyetin kırâ’etini ve bazı ta’- lîmat-ı mühimmeyi ihtivâ eylerdi. Ol hazret dâima iki hutbe okur, her ikisini hamd ü senâ ile başlar, aralarında azıcık otururlardı. Lâkin Hazret-i Bilâl’in bu celseyi “âmin...ler” ile istikbâli hiç bir eserde ma’- lûm değildir. Binâ’en-aleyh mü’ezzinlerin o celse esnâsında gürültü koparmaları, iyi bir şey değildir... Fahr-i Kâ’inât Efendimiz hutbelerinde çok vakitler buyururlardı, ki: “Benim bi’setim ile kıyâmet şu iki parmak gibidir” diyerek şehâdet ve orta parmaklarını gösterir, kıyâmet ile bi’set-i nebevîlerinin hemen komşu, kendisinin dahi hâtemü’l-enbiyâ olduğunu îmâ ederlerdi. Bundan sonra “ammâ ba’d” ile başlayarak: “Sözlerin en iyisi sîret-i Muhammediye’dir. Umûrun en fenâ ve çirkini muhdes, bid’at olanıdır. Her bid’at dalâletdir.” buyururlardı. Haberlerde vârid olmuşdur, ki bazı hutbelerinde: “Allah’a hamd olsun! Allah’a hamd eder, O’ndan i’ânet isterim, Cenâb-ı Allah’a fenâ amellerimizden istiğfâr eyler, nefislerimizin şurûrundan isti’âze ederim. Cenâb-ı Allah bir kimseyi hidâyet ederse, hiç bir kimse onu idlâl edemez. Allah bir kimseyi idlâl ederse, hiç bir kimse onu hidâyet edemez... و اشهد ان لا اله الا الله وحده لا شريك له واشهد ان محمدا عبده ورسوله ارسله بالحق بشيرا و نذيرا بين يدى الساعه Bir kimse Cenâb-ı Allah ve Resûlüne itâ’at ederse necât ve felâh olur, onlara âsî olursa zararı kendi nefsine âiddir. Cenâb-ı Allah’a zerre kadar zarar îrâs edemez.” buyururlardı ... Hazret-i Peygamber, esnâ-yı hutbede mev’izayı pek tatvîl buyurmazlardı. Derlerdi ki: “Bir kimsenin namazı ağır ve uzun kılması, hutbeyi kısa okuması fıkhına alâmetdir: İşte şunun için namazı ağır ve uzun kılınız ve hutbeyi kısa okuyunuz.” Ol hazret hutbelerinde pek çok vakitler Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini tilâvet buyurarak tezkîr ederler; bilhassa Kaf sûre-i celîlesini daha ziyâde çok okurlardı. Hattâ sahâbiyâttan Ümmü Hişâm binti’l-Hâris, Kaf Sûre-i Celîlesi’ni hutbede fem-i sa’âdetinden işittikten sonra ezberlediğini söylüyordu. İşte hutbeler asr-ı sa’âdetde bu hâl üzere bulunuyordu. Hulefâ-i Râşidîn devrinde dahi hâl-i aslîlerini tamâmen muhâfaza ettiler. Lâkin sonraları ahd-i risâlet uzaklaşmakla şerî’at ve evâmir-i şer’iyye, âdet, rüsûm gibi icrâ olunmağa başladı; hakīkat aranmaz; mekāsıd-ı şer’iyye düşünülmez oldu. Belki bu taraflara aklı, fikri uzatmak bile ayıp sayılır, günâh addedilir oldu. Hutbelerde olan mekāsıd-ı meşrû’a da unutuldu. Keyfiyyet-i mesnûnesi de kaybedildi. Hutbeler müsecca’, mukaffâ cümel-i rekîkeden ibâret olup kaldı... Halim Sâbit MERHÛM İBRÂHİM BEY İbrâhim Bey merhûm ki tabâbet-i baytâriyye ulemâsındandır, hâk-i pâk-i Şark’ın yetiştirdiği nevâdir-i irfân ü fazîletin biridir. Merhûmu yakından tanıyanlar dört sene evvelki fecî’a-i irtihâlinin millet için ne elîm bir zıyâ’, hükûmet için ne azîm bir hacâlet olduğunu teslimde tereddüt etmezler. Şark’ın, Garb’ın bedâyi’-i ilm ü fennini toplayıp hâfızasına doldurmuş; mahfûzâtını muhâkemâtıyle, meşhûdâtıyle şâyân-ı hayret bir sûretde tevsî’ etmiş; Şark’ın her tarafını defe’ât ile dolaşmış; Garb’ın en medenî memâlikini görmüş gezmiş; elsine-i Şarkıy- CİLD 1 – ADED 12 - SAYFA 180 SIRÂTIMÜSTAKĪM 171 yeyi edebiyâtıyle bilir; Fransız, Rus lisânlarını hakkıyle öğrenmiş olan bu büyük adam fıtraten mahviyyete âşık, iştihâra düşman olmasaydı, emînim ki, hükûmet-i sâbıkanın o sâbıkalı ricâli yüzünden gurebâ hastahânelerinde ölen, öyle bir hakîm-i zû-fünûnu tanımak için kāri’în-i kirâm benim gibi bir âcizin delâletine müftekır kalmazlardı! Dönen muhît-i nigâhımda yâl ü bâlindir, Bütün hayâlim o fevka’l-hayâl hâlindir. Zalâm-ı hayret içinde şinâh ederken ümîd, Önünde rehber olan meş’alem hayâlindir. Semâ-güzîn olarak gittin ey İlâhî nûr, Peyinde şimdi ufuktan geçen zılâlindir. Bu kâinât senin hâtıranla hep lebrîz: Zemin, zaman bana yâd-âver-i cemâlindir. Bütün cihâtta akseyleyen hemâlindir, Esîr, sanki bir âyîne-i celâlindir! Nücûm-i lâmia-zâ bârikāt-ı irfânın, Leyâl, ihâta-i eşyâdaki kemâlindir. Seher o nâsiyeden bir nişân-ı feyzâ-feyz, Şafakta dalgalanan renk reng-i âlindir. Ulüvv-i kâ’bını tasvîr eder nigâhımda Semâ olanca vuzûhuyle bir misâlindir. Cibâl, heykel-i sâhib-vakār-ı azmindir, Suhûr, hıffete düşman olan hısâlindir. Bulut yemîn-i leâlî-nisâr-ı cûdundur, Güneş müfekkire-i herdem-iştiâlindir. Tulû’, levha-i rengîn-i ibtisâmındır, Gurûb, safha-i gamkîn-i infiâlindir. Havâda mevcelenir sânihât-ı kudsiyyen, Riyâh, rûhumu pür-cûş eden mekālindir. Çemende cilveler eyler bahâr-ı dîdârın, Sabâ nüvîd-i ümîd-âver-i visâlindir. Şitâ, peyinde hurûşan kıyâmet-i kübrâ, Rebî’, hâtıra-i şi’r-i lâ-yezâlindir. Hülâsa, nazra-i im’ânımın önünde cihan Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlindir. * * * Senin hayâl-i sabîhin –ki bir zaman ey yâr, Edince leyle-i rûhumda bin emel bîdâr; Kıyâs ederdim açılmış sabâh-ı istikbâl– Bugün bulutların altında eylemekte karâr! Garîb, şâm-ı garîban kadar hazîn oluyor, Nigâh-ı rikkatimin karşısında fecr-i bahâr. Birer bürehne kadîd-i mehîbi andırıyor Hayât hulle-i sebzinde cilveger eşcâr. Bütün bu sâha-i hadrâ, bu nev-demîde çemen Yeşil bir örtünün altında bir amîk mezâr! Sımâh-ı cânıma bin uhrevî sadâ geliyor Neşîdeler okuyorken gusûn-i terde hezâr. Temevvüc eyleyerek gözlerinde jale-i nûr Şükûfe-zârda gûyâ ki ağlıyor ezhâr. Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlin iken Bütün cihân-ı bedâyi’de müncelî âsâr, Samîm-i rûhumu pür-cûş ü bî-karâr ediyor Bugün o sîne-i hilkatte inleyen eş’âr! Muhît şimdi şebistân-ı iğtirâbındır: Bugün uyanmıyor artık o nâzenîn eshâr! Sen ey semâları işrāk eden ziyâ-yı ezel, Bu hâkdânı bıraktın peyinde zulmet-zâr! Gerildi bir ebedî perde beynimizde, senin Açıldı pîş-i celâlinde âlem-i dîdâr. Cihan cihan dolaşırsın fezâ-yı lâhûtu, Nasıl ki yâd-ı hazînin gezer diyar diyar! Hayât varsa senin sermedî hayâtındır, Azâb, yoksa, bu fânî hayât-ı velveledâr. Sükûnu nerde bulur âh kalb-i mehcûrum? Derûn-i sînede bin herc ü merc-i dâim var! * * * Demek, görünmeyeceksin ile’l-ebed bana sen, Demek, uzaktasın ey yâr-ı mihriban benden! Hayâta sen beni rabteylemiş iken, şimdi Aceb nasıl yaşarım söyle âh sensiz ben? “Günün birinde gelirsin de eski âlemler Devâm eder yine birlikte öyle şâtır, şen... Bu gîrûdâr-ı maîşetten el çeker, ararız Seninle sîne-i uzlette gizli bir me’men... Karışmayız yine bûd ü nebûd-i âleme hiç, Nasıl ki bunca zamandır karışmadık zâten! Uzakta aksede dursun o hây ü hûy-i mehîb... Sükûn içinde biz ey dost, yek-dil ü yek-ten, Devâm eder gideriz her zamanki âhenge, Döner muhîtimiz üstünde hep senin nağmen... Beyân-ı ukde-güdâzınla mübhemât-ı şu’ûn Yavaş yavaş açılıp bir vuzûh olur rûşen. Verâ-yı perde-i kudrette gizlenen râzın Önünde feyz-i beyânın açar da bin revzen, İyân olur o zaman karşımızda âlem-i rûh, Düşüp gider gözümüzden bütün kuyûd-i beden! Birer terâne-i ilhâm olan neşâidini Kemâl-i vecd ile tekrâr dinlerim...” derken, Bugün emellerimin hepsi ser-nigûn oldu... Meğerse olmayacakmış ne bir gelen, ne giden! Meğer açılmayacakmış müebbeden artık O perde perde hakāik, o ukdeler, o dehen! Yazık ki yükselerek matla’ında etti karar O lem’a lem’a sünûhat... Hem de pek erken! Niçin gurûb ediverdin sen ey sitâre-i şark, Henüz kemâlini derk etmeden zavallı vatan? * * * Şu son zamanda zıyâ’ın kadar zıyâ’-ı elîm İsâbet etmedi âfâk-ı Şark’a, İbrâhîm! Eğerçi milletin ümmîd-gâh-ı ikbâli Olan beş on büyük âdem, beş on vücûd-i kerîm Birer birer heder olmuştu senden evvelce... Senin peyinde fakat kaldı bin ümîd-i akīm! Yarım asırda uyanmış çerâğ-ı feyze bakın: Bir anda oldu sönüp perde-pûş-i hâk-i remîm! Tasavvur eyleyemezdim ki ansızın dursun Felâh-ı ümmet için çarpınan o kalb-i rahîm; Tahayyül eyleyemezdim ki seyrden kalsın Muhît-i Şark’ta cevlân eden o fikr-i hakîm. Ridâ-yı hâke büründün sen ey sirâc-ı edeb, Fakat o lem’a ki yâdımdadır... Zevâli adîm, 172 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 182 Durup mezârının üstünde ağladıkça sehâb; Gelip başında enîn eyledikçe rûh-i nesîm; İnip melâik-i rahmet cihân-ı bâlâdan, Harîm-i kabrine ettikçe her zaman ta’zîm; Bahâr vakti çiçeklerde yâd-ı enfâsın Meşâm-ı câna duyurdukça bin lâtîf şemîm; Döner hayâlimin en muhterem harîminde Senin o tayf-ı lâtîfin ey âşinâ-yı kadîm! Musâb olan yalınız âilen midir? Heyhât, Bıraktın arkada binlerce hânümânı yetîm. Olurdu dest-i tesellî-medâr-ı lûtfunla Sirişk içinde yüzen çehreler bir anda besîm; Ederdi cûd-i merâhim-nümûd-i feyyâzın Hazâin olsa bütün ehl-i fâkaya taksîm. O bir cihân-ı fezâildi, mahvolup gitti... Nedir? Niçindir İlâhî bu inkılâb-ı azîm? * * * Ey yâd-ı güzîn-i ihtirâmı, Rûhumda hayâtının devâmı; Ey lem’a-i feyzinin tamâmı, Subh-i ezelînin ihtişâmı; Âmâline dar gelince nâsût, İkbâline sîne açtı lâhût. Bakmaz da bu dâr-ı ibtilâya, Rûhun can atardı i’tilâya; En sonra o nûr-i arş-pâye Yükseldi civâr-ı Kibriyâ’ya... Dem şimdi dem-i saâdetindir: Ervâh, nedîm-i hazretindir. [182] Tevfîk olarak yolunda hem-râh, Aştın şu fezâ-yı târı nâgâh; Tâ fecr-i bekāda oldun âgâh... Hâlâ gidiyorsun Allah Allah! Pervâzına yok mudur tenâhî? Ey tâir-i gülşen-i İlâhî! Her gül dibi medfen-i hayâlin, Her gonca kitâbe-i kemâlin; Her yerde nihân olan cemâlin, Her yerde iyân olan meâlin; Bir yerde görünmüyorsun amma; Her yerde bedâyi’in hüveydâ! Ey sen ki harîm-i Hakk’a mahrem Oldun da yabancın oldu âlem; Yâd eyleyecek misin ki bilmem? Dünyâ denilen bu sicn-i mâtem Hâlâ bana dâr-ı imtihandır... Kurtulmadım işte an bu andır! Ey yâr-i azîz-i gam-küsârım, Mahvoldu Hudâ bilir karârım, Sarsıldı olanca ıstıbârım; Bî-zâr peyinde rûh-i zârım! Gittin, beni kimsesiz bıraktın, Yaktın beni hasretinle yaktın! 12 Mayıs 1321 Mehmed Âkif HARB 1 Sen ey Ankā tanılmış kanlı baykuş, tayr-i pür-nekbet, Olur can sayd eden pençende ber-âveng bir millet. Sukūt eyler cesedler piş-i pervâzında... sad lâ’net! Senin şehbâl-i târından hurûşân kanlı bir zulmet, Hatîb-i zulm ü mâtemsin ki nefs-i nâtıkandır mevt! 2 Mekābirden hitâbet ettiğin, yükseldiğin minber, Serîr-i saltanatlar, ser-bülend eyvân ü efserler Bütün kırmak için yaptırdığın bâzîçedir yer yer... Ser-i mevtâ demekdir pençene düşmüşse bir efser, Elinde bir serîr-i saltanat bir nâşa pek benzer. 3 Vücûdun yokluk îcâd eyler insanlık fezâsında, Me’âlin gizli mevtin lafz-ı vahşet-ihtivâsında. Durur alçaklığın âh-ı yetîmin i’tilâsında. Yüzün manzûr her seng-i mezârın mâverâsında, Elin vardır senin her makberin vaz’-ı esâsında! 4 Mekābir hep lisân-i hâl ile feryâd ederlerken, O feryâdın içinden bir zafer âvâzı duydum ben! Vegâ meydânı bir müdhiş mezaristân-ı pür-şîven Kırık bir seng-i kabrin bence hiç bir farkı yok zâten, “Hüvelbâkī”si eksik bir takım tâk-ı zaferlerden! 5 Budur meydân-ı harb işte: Ufuklar zâr zâr olmuş, Lisânlar müncemid, ebkem.. dehenler târumâr olmuş; Tahaccür eylemiş eşk-âblar seng-i mezâr olmuş! Cebeller türbet olmuşdur, ağaçlar türbedâr olmuş; Zemîn hem makber olmuş, hem firâş-i ihtizâr olmuş! Midhat Cemâl