21 Ekim 2016 Cuma

Hz.Ebu Bekr'in zaman-ı câhiliyetteki boşadığı karısı olan "Kuteyle", kendisinin ve Hz.Ebu Bekr'in kızı olup İslâm şerefine sahip bulunan "Esma" Hazretlerine hediye olarak bâzı şeyler getirip takdim etmek istemiş, Esma Hazretleri ise ne hediyeyi kabul etmiş ve ne anası Kuteyle'yi evine almış,bu hususa dair Hz.Ayşe'ye haber göndermiş, Resul-i Ekrem Efendimizden sual etmesini istemiş, Hz. Ayşe de sual edince Mümtehine 8 nazil olmuştur. Artık o hediyenin kabul edilmesini ve Kuteyle'nin eve alınmasını ve kendisine ikram ve ihsanda bulunulmasını Resul-i Ekrem Hazretleri muhterem Esma'ya emretmiştir.
Yıllardır yedin,
biraz da geçmişe bak.
Yediğin rızıkları hatırına getir,
geleceğe bakma da az sızlan.
Mevlânâ Hz
Vücut güçlendikçe,
ruhun nuru eksilir.
Sâdî ŞİRAZÎ Hz


Rızık talebi ve ticâretle ilgili hadîs-i şerifler:
• “Ey insanlar! Andolsun ki, Allah’ın size emrettiği neyse ben size ondan başkasını emretmiyorum. Sizden nehyettiği şeylerden başkasını da yasak etmiyorum. Rızkı aramakta iyi ahlâklı olun, hilekârlığa, ihtirasa gayr-i meşrûya sapmayın! Ebu’l-Kasım’ın rûhu (kudreti) elinde bulunan Allah’a yemîn ederim ki, herhangi birinizin rızkı, ecelinin onu aradığı gibi kendisini arar. O halde ondan (rızıktan) size çetin bir güçlük gelirse (rızkınızı çıkarmakta çetin zorluklara uğrarsanız) onu Aziz ve Celîl olan Allah’a itaatte arayın. (Allah’ın emirleri dâiresinde hareket edin.)” (Taberânî)
• “Alış verişte çok yemin etmekten sakının zira bu (muvakkaten) nafaka sağlarsa da sonunda (bereketi) silip götürür.” (Ahmed b. Hanbel, Müslim)
Bu hadis-i şerifte sakınılması emredilen yemin, doğru yemindir. Yalan yemin az da olsa esâsen haramdır.
• “Kim borçlusuna soluk aldırır, onun ödeyebilmesine vakit ve imkân bırakırsa yahut (alacağını) ondan büsbütün silerse o kıyâmet günü Arş’ın gölgesinde bulunur.” (Müslim)
“Bakara Sûresinin 280. ayet-i kerimesinde meâlen: “Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa ona geniş bir zamana kadar (mühlet verin). Sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır.” buyurulmaktadır.
• “Hiçbir kimse kendi elinin işinden (kazancından) yediği kadar hayırlı bir yiyecek asla yememiştir. Hakîkat Allah’ın Peygaımberi Dâvud (a.s) bile kendi elinin işinden (kazancından) yerdi.” (Buhârî)
Kur’ân-ı Kerîm’in Enbiyâ Sûresinin 80. Sebe Sûresi’nin 10. âyetlerine nazaran Dâvud (a.s) demirciydi, zırh yapar ve bu sûretle kendi kazancı ile geçinirdi.
• “Sözü ve muâmelesi çok doğru olan, kendisine emniyet edilebilen tâcir, peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle birlikte haşrolunacaktır.” (Nesâi)
Namuslu ve şerefli tâcirliğin hâiz olduğu bu yüce mertebenin kadrini bilmeyip veya bilmezden gelip de ihtikârla, karaborsacılıkla hile ve hud’alarla hareket edenlerin aklına gafletine şaşmamak elden gelmez. Nihâyet gireceği çukur, bir karatopraktır.

Ancak Kur'an'da bulduğumuzu alırız diyen kafir olur.
ibn Hazm
Usule göre Hazreti Peygamberin (sav) hadisi sayılabilecek bir şeyi inkar eden kafir olur.
İmam Suyuti
Allah Teâlâ buyuruyor:
“O kimseler ki onlar hidâyet-i ilâhîye ile ihtidâ ettiler. Allah Teâlâ hazretleri onlara tevfîk verir ve Kur’ân’ı işittikçe hidâyetleri artar, ziyâde olur ve onlara takvâ yollarını gösterir.” (Muhammed Sûresi, 17)
Yani münâfıklar, Kur’ân’ı işitirler; fakat istifâde etmezler. Ama o kimseler ki onlar Cenâb-ı Allah’ın gösterdiği doğru yolu tutmakla ihtidâ ettiler, binaenaleyh Allah Teâlâ hazretleri onların hidâyetlerini ziyâde eder. Çünkü her ne zaman Kur’ân’ı işitseler mânâsını öğrenmeğe sa’y ederler ve hak olduğuna îtikad ederek ihlâs üzere îmân ederler. Ve Allah Teâlâ hazretleri onların kalblerine ittikâsını da verir ki onlar, kalblerindeki ittikâ -Cenâb-ı Allah korkusu- sebebiyle Kur’ân’ı azîmü’ş-şânın hep emirlerine imtisâl ve nehyinden ictinâb ederler.
Binâenaleyh her kimin ki kalbinde ittikâsı zayıftır yani Allah Teâlâ korkusu azdır, o kimsenin Allah Teâlâ hazretlerinin emirlerine imtisâli de o nisbette zayıf ve gevşek olduğu gibi nehyinden de ictinâbı ona göre zayıf ve az olur.
Zîra takvânın esâsı; emr-i celîl-i ilâhî ile memur olduğu şeylerin cümlesini edâ eylemek ve nehiy buyurmuş olduğu menhiyâtın da cümlesini terk etmekten ibârettir.
Mü’minlerin îmânlarının ziyâdeleşmesine sebep olan şey de: Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretlerinden işittikleri Kur’ân-ı azîmü’ş-şân ile ehâdîs-i nebeviyedir.
Sûre-i Ankebût’da:
“O kimseler ki onlar bizim dînimize yardım için mücâhede ettiler. Elbette biz onlara doğru yolumuzu tevfîk ederiz. Halbuki Cenâb-ı Allah’ın muâveneti erbâb-ı ihsân ile beraberdir.” (Ankebut, 69)
Tefsîr-i Hâzin ve Medârik’de beyân olunduğuna nazaran mücâhede ile murâd, bir mânâya göre; ilim talebi için sa’y ü gayrettir. Bu mânâya göre; “O kimseler ki ilim tahsîli için sa’y ü gayret ettiler. Elbette biz onları tahsîl-i ilim yolunda hidâyette kılarız.” demektir.
Ve bir mânâya göre mücâhede ile murâd; sünnet-i nebeviyeyi ikâme etmek ve ilmiyle amel ve günahtan tevbe etmektir, denilmiştir.
Fahr-i Râzî’nin beyânına nazaran mânâ-yı âyet: “O kimseler ki, onlar bizim vahdâniyetimize delâlet eden delillere nazar etmekte ve teemmülde sa’y ü gayretle tâkatlerini sarf ettiler. Elbette biz onları îtikad-ı sahîha îsâl ederiz.” demektir.
Muhsinîn’den murâd; ibâdeti şerâitine riâyet ederek edâ eden kimselerdir.
Enes -radıyallahu anh-’den rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Rabbisinden rivâyet ettiği bir hadîste -yani hadîs-i kudsîde- şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Yürüyerek bana gelirse koşarak ona gelirim.” (Buhârî)
Âyet-i celîlelerde şöyle buyurulur:
“Kim Allah’a îmân ederse Allah onun kalbini doğruya götürür.” (Teğâbün Sûresi)
“Kim bir güzellik kazanırsa biz onun bu husustaki güzelliğini artırırız.” (Şûrâ Sûresi / 23)
“Kim âhiret ekinini (kazancını) dilerse onun ekinini (kazancını) artırırız.” (Şûrâ Sûresi / 20)
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri buyuruyor:
“Yâ Ekreme’r-Rusül! Eğer şu, ahkâmı ve hakâiki câmî olan Kur’ân’ı biz, dağ üzerine indirmiş olsa idik, sen o dağı Allah’tan korkucu ve Allah’ın korkusundan yarılmış görürdün!
İşte misâllerimizi Biz âzimü’ş-şân nâsa beyân ederiz ki nâs kendi hallerini teftiş ile düşünsünler ve mütenebbih olsunlar!” (Haşr sûresi, 21)
Kur’ân-ı azîmü’ş-şânda o kadar tesir vardır ki, teessür şânından olmayan bir dağ üzerine inzâl edilmiş olsaydı o dağ Kur’ân’ın ahkâmıyla mükellef olmadığı halde müteessir olurdu. Binâenaleyh Kur’ân’ın ahkâmıyla mükellef olan insanların Kur’ân’dan müteessir olmayıp Cenâb-ı Allah’tan korkmamaları kalblerinin büyük dağlardan daha katı olmasına delâlet eder. Nitekim âyet-i celîlede buyurulmuştur:
“Kalbleriniz kasvet peydâ edince sertlikte taş gibidir veyahut taştan da daha şiddetlidir.” (Bakara Sûresi, 74)
Ebû’s-Suûd Efendi’nin beyânı vechile:
Kur’ân’ın ahkâmıyla dağlar mükellef olmadığı halde eğer Kur’ân-ı azîmü’ş-şân dağların üzerine nâzil olmuş olsaydı onların müteessir olup Cenâb-ı Allah’ın korkusundan parça parça yarılacağı beyân buyurulduğuna nazaran insanların Kur’ân’ın ah­kâmıyla mükellef ve itâata mecbur oldukları halde kalblerinin müteessir olmaması kalblerinin pek katı ve hasta olduğuna delâlet etmektedir.
Ebû Mûsâ el Eş’ârî (r.a.)’den rivâyete göre Nebî (s.a.):
“Şu bir hâlis mü’min ki, Kur’ân okur. Onun muk­tezâ­sıyla amel eder, o, tadı güzel, kokusu güzel turunç meyvesi gibidir. Şu bir mü’min de Kur’ân okumaz fakat mucibiyle amel eder bu da tadı güzel fakat kokusu olmayan hurma gibidir.
Kur’ân’ı okuyan fakat mucibiyle amel etmeyen münafık benzeri de, kokusu güzel fakat acı reyhan otu gibidir. Kur’ân’ı okumayan münafık benzeri, tadı da acı, kokusu da kötü Ebû Cehil karpuzu gibidir.” buyurmuştur. (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 11 / 286)
Sebeb-i nüzûle ıttılâ hâsıl olmadıkça Kur’ân-ı Kerîm’in tefsîri doğru olamaz. Çünkü bazen medlûl-i kelâmın umûm ve şumûlü, bazen de bir kayıd ve tabîrin vücûdu hilâf-ı maksûdu müvehhem olabilir. Bu müddeâyı tenvîr için orada emsile-i kesîre irâd edilmişdir. İki dânesini burada zikr edelim: 1- 3 (فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ) nazm-ı şerîfinin medlûl-i zâhirîsine nazar olundukda musallî hakkında istikbâl-i kıble şartı mu’teber olmamak tevehhüm edilebilir. Ama sebeb-i nüzûle ıttılâ’ hâsıl olunca âyet-i mezkûrenin hükmü edâ-yı salâtdan sonra adem-i isâbeti tebeyyün eden müteharrînin yâhûd dâbbe üzerinde salât ile iştigāl eden müsâfirin namâzı hakkında olduğu ma’lûm olur. Cihet-i kıble müte’ayyen olup da istikbâle mâni’-i şer’î bulunmadığı takdîrde 4 ı-nass) فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الحَرَام) celîline ittibâ’ olunmak lâzımdır. Âyet-i sâlifenin sebeb-i nüzûlü hakkında birkaç rivâyet vardır. Ama Tirmîzî’nin Âmir bin Rabî’a hazretlerinden rivâyetine göre; bir gazâda ashâb-ı kirâmdan bazı zevât esnâ-yı leylde edâ-yı salât sırasında kıbleyi ta’yîn bâbında ihtilâf etmişler. Ba’de’t-taharrî her biri bir cânibe doğru namâz kılarak ertesi gün nakl-i mâcerâ ile Resûlü Ekrem Efendimizden istiftâda bulunmuşlar da cevâben âyet-i celîle şeref-nüzûl etmiş. Diğer bir rivâyete göre de dâbbe üzerinde namâz kılınmak meşru’iyetini beyân makāmında nâzil olmuşdur ki buna dâir Abdullah bin Ömer (radiye) hazretlerinden mervî bir hadîs vardır. 


Günümüzde İslami ilimler arasında en çok tartışılan ve gündeme gelen ilim dalı hiç kuşkusuz hadis ilmidir.Hadis sahasında da en fazla tartışılan konuların başında Sünnet-vahiy ilişkisi gelmektedir. Tebliğ ve tebyinle görevli bulunun ve Allah’ın kontrolü altında görevini yapmış olan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetinin vahiy ile olan ilişkisinin çok erken dönemlerde araştırılmaya başlanmasının sebebi, kanaatimizce Hz. Peygamber’in misyonu, Sünnet’in dinimizdeki önemi, delil oluşu ve bağlayıcılık özelliğine sahip olmasıyla yakından ilişkilidir. Acaba Sünnet, kaynak itibariyle vahiy mi, yoksa Hz. Peygamber’in kendi re’y ve ictihâdları mıdır? Şayet vahiyse Sünnet’in tamamı vahiy mahsûlü müdür? Vahiy olmayan kısımları var mıdır? Bunların kesin sınırları çizilebilir mi? gibi konular ilk akla gelenlerdir. Konu Asr-ı Saâdette sahâbe tarafından değişik şekillerde gündeme getirilerek Hz. Peygamber’in Sünnet’inin vahiy ile olan ilişkisi soruşturulmuş, tarihî süreç içerisinde İslâm âlimleri de, bu konular üzerinde detaylı olarak durmuşlar ve değişik görüşler serdetmişlerdir.
Tarih boyunca vahyin hakikatı, mâhiyeti, çeşitleri ve geliş şekilleri konusunda âlimler, çeşitli görüş ve düşünceler ileri sürmüşlerdir. Hz. Peygamber’e gelen vahiy sadece Kur’an vahyi ile mi sınırlıdır, yoksa Kur’an vahyi dışında da değişik şekillerde de vahiy söz konusu mudur? Bu konuyla ilgili olarak tüm deliller bir bütünlük içerisinde değerlendirilmelidir. İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’e gelen vahyi genel olarak vahy-i metlüv (okunan vahiy) ve vahy-i gayr-i metlüv (okunmayan vahiy) olmak üzere iki kategoride incelemişlerdir. Vahy-i metlüv lafız ve mânâ olarak inzâl edilen, mu’cîz ve tahriften emin olan Kur’ân-ı Kerim’dir. Vahy-i gayr-i metlüv ise Hz. Peygamber’e değişik şekillerde gelen bir kısım Sünnet’dir. Bu vahiy çeşidi lafız olarak değil de mânâ olarak Hz. Peygamber’in kalbine ilkâ edilmiştir. Dolayısıyla her iki vahiy çeşidi aynı olmamakta, aralarında önemli nüanslar bulunmaktadır.
Sünnet’in vahiy mahsûlü olduğuna işâret eden pek çok delil arasından bazılarını görelim:
1) Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “O, kendiliğinden bir şey söylemez; söylediği ancak kendisine gönderilen vahiydir.”(Necm, 53/3-4) Her ne kadar âyetin farklı yorumları olsa da başta usûl-i fıkıh kaynakları olmak üzere pek çok kaynak, Sünnet-vahiy ilişkisini işlerken bu âyete mutlaka yer vermeye ve delil göstermeye özen gösterir.
2) Hz. Peygamber, hanımlarından birine saklı kalması için bir sır vermiş, ancak hanımı bu sırrı saklayamamış ve Hz. Peygamber’in başka bir hanımına söylemiştir. Hz. Peygamber’e bu durum Kur’ân vahyi dışında Allah tarafından bildirilmesi üzerine eşi, Hz. Peygamber’e bunu sen nereden duydun, ben bunu gizli olarak söylemiştim dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil olmuştur: “Peygamber, eşlerinden birine bir sır vermişti. Hanımı o sırrı diğerlerine söyleyince, Allah, bu durumu peygamberine bildirmiş, O da bir kısmını açıklamış, bir kısmını açıklamamıştı. Peygamber, bu durumu eşine haber verince eşi bunu sana kim haber verdi diye sormuştu. Peygamber cevaben bunu bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi demişti.”(Tahrîm, 66/3)
3) Sahabeden Abdullah b. Amr (ö.65/684) şöyle buyurur: Allah Rasûlün’den duyduğum her şeyi unutmayayım diye yazardım. Kureyş’in ileri gelenleri, “Sen her duyduğunu yazıyor musun? Halbûki Allah Rasûlü neşeli halinde de, hiddetli iken de konuşan bir beşerdir.” diyerek beni bundan menettiler. Ben de yazmaktan vazgeçtim ve durumu Allah Rasûlüne ilettim. Kendileri: “Yaz, hayatım elinde olana yemin ederim ki (parmağı ile ağzını göstererek) buradan hakikatten başka söz kesinlikle çıkmaz.” buyurdular.(EbûDâvûd, İlim, 3) Bu da doğrudan olmasa da dolaylı yoldan konuyla ilgili bir delil olarak kabul edilebilir.
4) Cibrîl hadisinde hatırlanacağı üzere vahiy meleğinin insan sûretinde gelerek İslâm’ın şartları, imânın şartları, ihsânın mâhiyeti ve kıyâmet alâmetleri hakkında bilgi verdiği kaydedilmektedir.[1]Sahâbe burada Cebrâil’i insan sûretinde bizzat dünya gözüyle görme imkanına sahip olmuştur. Bu durumun da açık olarak Hz. Peygamber’in Kur’ân dışında vahiy aldığını göstermektedir.
5) Bir gün Hayber Yahûdilerinden bir kadın tarafından zehirlemek amacıyla Hz. Peygamber’e zehirli et ikrâm ediliyor, tam ağzına koyacağı zaman zehirli olduğu kendisine bildiriliyor ve eti yemiyor. Hz. Peygamber’den önce davranıp eti yiyen sahâbeden Bişr b. el-Berrâ o anda ölür. Daha sonra Hz. Peygamber kadını bularak niçin böyle yaptığını sorar. Kadın şöyle cevap verir: Eğer (gerçekten ) peygambersen sana hiçbir şey zarar vermez. Yok eğer kral isen insanları senden kurtarmış olurum.[2] Bu olay da Hz. Peygamber’e Kur’ân dışında vahiy geldiğini göstermektedir.
6) Bazı hadislerde Hz. Peygamber’in “Bana Rabbim emretti.”, “Cibril geldi.”, “Bana vahyolundu.” gibi ifâdelerle vahiyden söz etmesi O’na, Kur’ân dışında da vahyin geldiğini göstermektedir.[3]Örneğin komşuya iyi davranılması konusunda Cebrâil, Hz. Peygamber’e o kadar çok tavsiye ve telkinde bulunmuştu ki, Hz. Peygamber komşunun komşuya neredeyse vâris kılınacağını zannetmişti.[4]Başka bir hadiste Hz. Peygamber: “Allah sizin alçak gönüllü olmanızı bana vahyetti.” buyurmuştur.[5] Cebrâil, Hz.Peygamber’e zaman zaman Kur’ân vahyi dışında da gelerek ibâdetlerin nasıl yapılacağı konusunda ona bilgiler vermiştir. Abdestin alınması, namazın kılınması[6], namaz vakitleri[7], hacc’da nasıl telbiyede bulunulacağı[8] gibi konuları Hz. Peygamber’e öğretmiştir.[9]Dolayısıyla bu sâyede Hz. Peygamber, Kur’ân’ın açılımını, uygulanışını ve pratiğini insanlara gösterme imkanını bulmuştur. Aynı zamanda Hz. Peygamber’in hadislerinde Cennet, Cehennem, âhiret, sırât, hesâp, mizân gibi gaybî bilgiler de vardır. Kur’ân’da olmayan bu tür bilgileri, Hz. Peygamber’in kendi kafasından uydurması veyahut içtihâdlarına dayandırması düşünülemez. Şahsî tecrübesine, ferdî ictihâdına ve kişisel bilgi birikimine, bağlayamayacağımız pek çok hadisin kendisinde vahiy kelimesi geçsin veya geçmesin vahiyle ilişkili olduğu ortaya çıkmaktadır.
7) Hz. Peygamber Kur'ân’ı tebliğ, tebyîn ve tatbik görevlerinin yanısıra, Kur’ân dışında farz, vâcip, haram, mekrûh, mubâh ve müstehap türünden olan bazı hükümler de getirmiştir. Örneğin ehl-i eşeğin, azı dişli yırtıcı hayvanların ve pençeli kuşların etlerinin yenmesinin haram kılınması[10], erkeklere altın takmanın ve ipek giymenin haram edilmesi[11], neseb ile haram olanın süt emme yoluyla da haram olması[12], nineye mirastan hisse verilmesi[13], bir kadının teyze veya halası ile aynı erkeğin nikâhında birleştirilmesinin haram oluşu[14], fıtır sadakasının vacib kılınması[15]v.b. konular, hep Sünnet ile sâbit olmuş hükümlerdir. Şayet Sünnet’in vahiy mahsûlü olmadığını düşünecek olursak, o zaman bütün bunları, Hz. Peygamber’in, vahyin dışında kendi arzusuyla koyduğunu söylememiz gerekecektir ki, bu da peygamberimiz için muhâl olan bir şeydir.
8) Yüce Allah’ın, Hz. Peygamber’e itaatı, bir nevi kendisine itaat olarak kabul etmesi,[16]mutlak surette Hz. Peygamber’e itaat edilmesini konusunda emir sigasını kullanması[17], nehyettiği şeylerden kaçınma konusunda da nehiy sigasını kullanması[18]neticede Sünnet’in vahiyle yakın bir ilişki içerisinde olduğunu gösteren deliller olarak telakki edilmelidir.

[1]- Buhârî, İmân, 37; Müslim, İmân, 1; EbûDâvûd, Sünnet, 18; Tirmizî, İmân, 4.
[2]- Dârimî, Mukaddime, 11. Ayrıca bk.,Buhârî, Hibe, 28; EbûDâvûd, Diyât, 6.
[3]- Örnekler için bk. Müslim, Cenne, 63, 64, Cenâiz, 1; Tirmizî, İmân, 18; Cihâd, 32.
[4]- Bk. Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140; İbnMâce, Edeb, 4.
[5]- Müslim, Cennet, 64; EbûDâvûd, Edeb, 40.
[6]- Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 161.
[7]- Buhârî, Bedü’l-Halk 2, Meğâzî, 12; Müslim, Mesâcid, 166-167; EbûDâvud, Salât, 2.
[8]- EbûDâvûd, Menâsik, 27; Tirmizî, Hacc, 14; İbnMâce, Menâsik, 16.
[9]- Bk.Şâfiî, er-Risale, sh., 82-84, 86-90,thk.,M.SeyyidKeylânî, Kültür Yay., İst., 1985.
[10]- Buhârî, Meğâzî, 38, Zebâih, 27-28; Müslim, Sayd, 12-16; EbûDâvûd, Etime, 32-34.
[11]- EbûDâvûd, Libâs, 14; Nesâî, Zîneh, 40, 43, 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 96, IV, 392..
[12]- Buhârî, Şehâdet, 7; Müslim, Radâ, 1.
[13]- EbûDâvûd, Ferâiz. 5; İbnMâce, Ferâiz, 4.
[14]- Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 33-34, 36, 40; EbûDâvûd, Nikâh, 13.
[15]- Buhârî, Zekât, 70-71; Müslim, Zekât, 12-13, 16; EbûDâvûd, Zekât, 18-20.
[16]- Bk. Nisâ, 4/80.
[17]- Bk. Âl-i İmrân, 3/132; Nisâ, 4/59; Mâide, 5/92; Enfâl, 8/20, 46; Nûr, 24/54; Muhammed, 47/33.
[18]- Bk. Haşr, 59/7.
Ahmet Robenson kimdir? Tahkikat neticesinde ebeveyninin İngiliz olup ihtida ettiklerini ve oğulları Robenson'un da isminin evveline bir Ahmet takarak bir Türk vatandaşı gibi Harb-i Umumi'de ihtiyat zabiti olarak orduya dahil olduğunu ve Mütareke'de Elviye-i Selâseinin tahliyesi esnasında 9. Orduda hizmette bulunduğu fakat Kars'ta kalarak gelmediği anlaşılmıştı. Bu adam hakkında Kars mıntıkasındaki tahkikatımda orada İngilizler hesabına casusluk etmekte bulunduğu haber alındı. Ne ibret alınacak vak'alar! Ihtida ile içimize karışanlar, yüzümüze gülerek menfaatler gösteren insanlar ne uzun müddetler zavallı Türk milletine neler yapmışlar kim bilir. Geçen sene Erzurum'da yakaladığımız mühtedi Rus casusunu tezkiye için bir mahalle halkının karargâhıma geldiği zaman hallerine bakıp da hatıratıma şunu kaydetmiştim:
Ey Türk oğlu! Sen pek safsın, seni herkes aldattı! Erdim diyen, döndüm diyen çemberinden atlattı! 

 
Dersaadet'teki İngiliz Muhipler Cemiyeti namıyla kurdukları bir dolapla bizi bir müstemleke haline koymak isteyen İngilizler malüm olan Sivas baskınını hükümet vesatetiyle hazırladılar ve aynı zamanda Amerika'dan bir Ermeni lutâli olacağı hakkında haberdar ettiler. İngilizlerin düşündükleri: Ali Galip birkaç yüz Kürtle Sivas'a gelecek, bir mukabele görecek bu meyanda Sivas'ta veya havalisinde Kürt kıyafetine girmiş Ermeniler tarafından beş on tane de Ermeni öldürülecek bu defa Anadolu'yu gezmekte olan Harbord heyetine ve Amerika efkâr-ı umumi-yesine Ermenilerin katliamı şeklinde gösterilecek ve müdahale ve işgale yol açacaklardı. Cenab-ı Allah bu millete acıdığı içindir ki neticesi itibarıyla bu kadar mühlik plan vaktiyle keşfedildi ve inayet-i hakla akim bıraktırıldı. 

Abdullah bin Ömer(r.a) "Bir şeyi fazla sevmeye başladı mı,onu Allah rızası için, bir ihtiyâcı olana verirdi.Bu meyanda Allahü tealânın, "Beğendiklerinizden vermedikçe asla iyilik mertebesine erişemezsiniz!" ayet-i celilesiyle amel ederdi. O zamanın zenginlerinden Abdülaziz bin Hârun,"Her ne ihtiyacın varsa bana bildir",diye Abdullah bin Ömer'e mektub yazmıştı.Ona şu cevabi mektubu gönderdi: Resulullah'dan, "Önce geçindirmekle yükümlü olduğun kişilere ver; yüksek el, alçak elden hayırlıdır!" buyurduklarını işittim. Yüksek elin ancak veren el, alçak elin de ancak alan el olduğunu sanıyorum. Senden herhangi bir isteğim yoktur.
Sevâbı en büyük sadaka, fakirlikten korktuğun zaman verdiğin sadakadır. 
Hz Muhammed sav 
Buhari 700
İster dini ister feodal bir vazifeye giren kimse, ilk yıl bütün gelirini Kiliseye ödemelidir. 
Papa Johannes 22
Cehennemin 100binlerce katı/katmanı olduğunu kabul etmeden hayatı idrak mümkün değildir. Kafir,her günah işlediğinde Cehennemde dibe doğru gider.

 
ŞARAPCI , Hocaya Sormuş ; - Şarap Günah mı. ? Diye HOCA : Günahtır Demiş .. ŞArAPCI : - Peki üzümün Pekmezini Yiyisen, Suyunu içisen Peki Şarabını Niye Içmisen ..? Hoca Karşılık Verir, - Peki Sen Ineğin Etini Yiyisen , Sütünü içisen , Yoğurdunu Yiyisen Peki BOKUNİ Niye Yemisen..? 
 
Allahın yarattığı şeyleri tefekkür edin,Onun zatını tefekkür etmeyin.
Hz Muhammed sav

Allah’ın Zatı, onun hakikati demektir. Onun hakikati hiçbir hakikate benzemez. (bk. İbn Hacer,13/382-383)

“Allah’ın yarattıklarını/sanatını düşünün, Onun Zatını düşünmeyin” anlamına gelen hadisler vardır. Farklı ifadelerle gelen bu hadis rivayetlerini Ebu Nuaym, Taberani, İbn Ebi Şeybe, Isfahani, Beyhakî, Ebu’ş-şeyh gibi bir çok hadis alimi rivayet etmiştir. (bk. Acluni; Keşfu’l-Hafa, I/357-358, 449)

Bu rivayetlerden birinde “Allah’ın yarattıklarını/sanatını düşünün, Onun Zatını düşünmeyin” ifadesinden sonra, “çünkü Onun hakkını veremezseniz” ilavesine de yer verilmiştir.

İbn Hacer, İbn Abbas’tan gelen ve “her şeyde tefekkür edin, ancak Allah’ın zatında tefekkür etmeyin” manasındaki hadisin mevkuf olduğunu ancak senedinin ceyyid/sağlam olduğunu belirtmiştir. (İbn Hacer, 13/383)

İslam alimleri “Allah İsrail oğullarından kesin söz aldı. Biz onlardan on iki de kefil tayin etmiştik. Allah buyurdu ki: “İyi bilin ki Ben sizinle beraberim.” (Maide, 5/12) mealindeki ayette yer alan son cümleyi “ben size yardım ederim” şeklinde yorumlamışlardır. (bk. Taberi, ilgili ayetin tefsiri)

Fahruddin Razi’ye göre, “Ben sizinle beraberim” mealindeki ifadenin manası: “Ben ilim ve kudretimle sizin yanınızda hazır ve nazırım. Sizin sözlerinizi işitirim, eylemlerinizi görürüm, kalplerinizde sakladıklarınızı bilirim ve yaptıklarınızın karşılığını vermeye kadirim” anlamına gelir. (Razi, ilgili ayetin tefsiri)

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, soruda yer alan ifadelerden, insanların Allah’ın Zat-ı Akdesinin hakikatini bildikleri veya gerçekten onunla birlikte olduklarını anlamak yanlıştır. Allah ile beraber olmak demek, onun huzurunda olduğunu idrak etmek manasına gelir.

Tasavvufta dört çeşit veya dört mertebe seyr-u süluktan söz edilir.

a) Birinci mertebe; "seyr ilallah" mertebesidir. Bu mertebede sâlik, nefisten hareket edip kalp makamının sonuna yani "ufuk-ı mübîn"e ulaşmak, kesretten vahdete yürümek, her yerde esbabını perdesini yırtarak Allah’ın birliğini görmek.

b) İkinci mertebe; "seyr fillah" mertebesidir. Bu mertebede sâlik, Allah’ın sıfatları ile sıfatlanmak, yani Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak. Örneğin, hayatında merhametli, sabırlı, halim-selim gibi vasıfları kazanmak.

c) Üçüncü mertebe: "seyr maallah" mertebesidir. Bu mertebede sâlik, ikiliği ortadan kaldırır. Yani diğer varlıklar gibi, kendi varlığını da unutmak, her yerde yalnız Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisini görmek, Allah’ın sonsuz ilim ve kudretiyle her durumda ve her yerde hazır olduğunu düşünüp, Allah ile birlikte olduğunun idraki içerisinde bulunmaktır. Bu manalardan ötürü tasavvuf ıstılahında buna “makam-ı cem” denilir.

d) Dördüncü mertebe; "seyr anillah" mertebesidir. Bu mertebede sâlik, kalbiyle, zihniyle, düşüncesiyle hep Allah ile birlikte bulunduğu mertebeden geriye, tekrar “makam-ı fark” denilen ve insanlarla birlikte olmayı ön gören bir seyirdir.

Bütün bu seyirlerin hepsinde bu seyr-u sülukların hepsi manevidir, kalbidir, hissidir. Hiç birisi gerçek manada Allah ile birlikte bulunmak, onun yanından ayrılmak gibi bir şey söz konusu değildir.
İnsanın ailesi,malı,çocukları ve komşusu ile ilgili kusurlarına namaz oruç sadaka iyiliği tavsiye ve kötülükten sakındırmak gibi güzel amelleri keffaret olur. 
Hz Muhammed sav 
Sultan Vahdeddinin,
Mustafa Kemali
Vazifelendirmesi
Mehmed Vahideddin
Mülgâ Yıldırım Grubu kumandanı Mirlivâ Mustafa Kemal Paşa, Dokuzuncu Ordu kıta'âtı müfettişliğine tayin edilmiştir. İşbu İrade-i Seniyye'nin icrasına Harbiyye Nâzırı me'murdur. Fi 29 Receb Sene 1337 Fi 30 Nisan Sene 1335 Harbiyye Nâzırı: (İmza) şakir Sadr'azam: (İmza) Dâmad Ferid 



ALLAH(c.c), dünya malını sevdiğine de verir,sevmediğine de.. Fakat İslamı,sadece sevdiğine verir. 
Hz Muhammed sav

Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ölmüş bir koyunun yanından geçiyordu. Buyurdu ki: «Bu murdarın ne kadar aşağı olduğunu, kimsenin buna bakmadığını görüyorsunuz. Muhammed'in (aleyhisselâm) nefsi yed-i kudretinde olan Allah ü Teâlâ'ya yemin 
ederim ki, dünya Allahü Teâlanın indinde bundan daha aşağıdır. 
Eğer Allahü Teâlâ'nın indinde dünyanın bir sivrisineğin kanadı kadar kıymeti olsaydı, hiçbir kâfire bir yudum su vermezdi» Yine 
buyurdu. «Dünya sevgisi bütün günahların başıdır» ( 2 ). Yine buyurdu: «Dünya ve içindekiler melundur. Ancak Allahü Teâlâ için 
olan böyle değildir» ( 3 ). Yine buyurdu: «Dünyayı seven, âhiretini ziyan eder, âhireti seven, dünyayı ziyan eder. O hâlde devamlı olanı, devamsız olana tercih ediniz» ( 4 ) . 

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) anlatır: Bir gün Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Kısaca dünyayı sana göstermemi ister misin?» ( 9 ) . Elimi tuttu ve bir çöplüğe götürdü. Orada insan kemikleri, hayvan kemikleri, eski elbiseler ve insan pislikleri vardı. Buyurdu: «Ey Ebû Hüreyre, bu başlar sizin başlarınız gibi hırs ve intikam ile dolu idi. Şimdi derileri çürümüş bir kuru kafa 
oldular. Yakında da çürüyüp toprak olurlar. Bu pislikler çeşit çeşit yemeklerdir. Ne güçlüklerle elde etmişlerdi. Şimdi böyle attılar ve 
onlardan kaçıyorlar. Bu yırtık, çürük elbiseler, o insanların süslenmek için giydikleri elbiselerdir. Zaman hepsini götürdü. Bu kemik 
ler, onların binek hayvanlarının ve yedikleri hayvanların kemikleridir. Bunların sırtında dünyayı dolaşırlardı. İşte kısaca, dünya budur. 



İbn-i Mesud(ra):"—Sizler,Rasülullâh'ın ashâbından daha çok (nâfile) oruç tutuyor,namaz kılıyor ve sâlih amellere gayret ediyorsunuz.Fakat onlar,sizden daha hayırlıydı." "—Bu nasıl oluyor?" diye sorulunca da: "—Onlar, dünyaya karşı sizden çok daha ilgisiz, âhirete de sizden daha çok rağbetli idiler." buyurdu. Hâkim, Müstedrek, 4/135 

Bayram namazı,
vekiller mebuslar ve büyük bir cemaatle Hacıbayram Camii Şerifınde kılındı.
Ordunun bir an evvel zafere kavuşarak
millet ve memleketi kurtuluş ve saadete ulaştırması için dualar edildi.
Rauf Orbay 1922 Ağustos


Ebû Talha, Medîne`de hurmalık mal cihetiyle Ensâr`ın en zengini idi. Kendisince emvâlinin en sevimlisi de "Beyruhâ" (denilen bostanı) idi. Beyruhâ, Mescid-i Nebevî karşısında idi. Resûlullâh salla`llâhu aleyhi ve sellem de Beyruhâ`ya girer, ve onun içindeki güzel sudan içerdi. Enes radiya`llâhu anh demiştir ki: (Ey mü`minler! Malınızın sevdiğiniz kısmından tasadduk etmedikçe hayr-ı mahza, rızâ-yi Bârî`ye nâil olamazsınız!) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil olunca, Ebû Talha doğrudan Resûlullâh salla`llâhu aleyhi ve sellem`e gelip demiştir ki: - Yâ Resûla`llâh! Allah Tebâreke ve Teâlâ: (Ey mü`minler! Malınızın size sevimli kısmından tasadduk etmedikçe rızâ-yi Bârî`ye nâil olamazsınız!) buyuruyor. Malımın bana en sevimli olanı "Beyruhâ"dır. Beyruhâ` Allah için sadakadır. Bu sadakanın hayrını ve Allâhu Teâlâ indinde onun zuhr-i âhiret olmasını umarım. Yâ Resûla`llâh! Bu bostan mı Allâhu Teâlâ`nın sana gösterdiği münâsib cihete (lütfen) sarf eyle!. (Enes İbn-i Mâlik demiştir ki): Bunun üzerine Resûlullâh salla`llâhu aleyhi ve sellem: - Tuhaf şey Beyruhâ` (âhirette) sâhibine kazanç veren bir maldır. Beyruhâ` (dünyâda) verimli bir îradtır. Senin ve ne demek istediğini de işittim, (biliyorum). Ben, bu bostanı akrabâna tasadduk ve tahsîs etmeni muvâfık bulunuyorum, buyurdu. Bunun üzerine Ebû Talha: - Yâ Resûla`llâh! Ben de arzunuz vechile yaparım, dedi. Ve Ebû Talha Beyruhâ`yı akâribi ve am-zâdeleri arasında taksîm eyledi. Buhari 723 

Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki,sizden birinizin urganını alarak arkasına odun toplayıp yükleyerek satıp geçinmesi,bir kimseye gelip de ondan sadaka istemesinden elbette daha hayırlıdır.(Kim bilir) o ya verir,(minneti altına girersin!) yâhud da vermez.(Zilletini çekersin!)
Hz Muhammed sav
Buhari 731