24 Ekim 2014 Cuma

KAHRAMÂN-I HÜRRİYYET Ü FAZÎLET NİYÂZİ BEYEFENDİ TARAFINDAN RİSÂLEMİZE İHDÂ BUYURULMUŞDUR: Âlem-i İslâmiyyet’i, vicdân-ı umûmî-i ümmeti heyecanlara giriftâr eden Selmâ Hanımefendi ünvânlı makāleyi bütün bütün hamiyet-perverân-ı İslâmiyye gibi bendeniz de büyük bir te’essür-i kalb ile okudum, okudum. Millet gibi vükelâ-yı millete, şehzâdegân-ı saltanata ders-i siyâset ve hikmet veren bir cerîdenin bu aralık asabiyet-i İslâmiyyeyi tahrîk eden hezeyân-âmîz böyle bir makāleyi neşre vesâtet etmesinden dolayı vicdân-ı umûmîyi amîkan cerîhadâr etmiş, efkâr-ı umûmiyyeyi ahrâr-ı milletin aleyhinde tehyîc eylemiş olduğundan millet ünvânına müstehak olamayacağını ve efkâr-ı umûmiyyenin bir tercümân-ı hakk u beyânı gibi telakkî olunamayacağını iddi’â eder ve neşriyât-ı vâkı’adan dolayı umûm hamiyyet-perverân ve ehl-i îmân nâmına şedîden takbîh eylerim. Tevfîk Nâdir Bey’in hak nâşinâsâne ta’arruzlar, küfr-âmîz sözlerle nâmûs ve iffet-i İslâmiyyeyi çâk çâk eden bu makāle-i zehr-isâlesinde “kadd ü kāmet, gîsû ve sabâhet, letâfet ü melâhatinden, eşkâl ve şemâ’ilinden” bahs ettiği muhaddere-i İslâmiyye yani Selmâ Hanımefendi hazretleri Ahmed Rızâ Bey’in hemşiresi olmak münâsebetiyle şerî’at-i garrâ-yı Ahmediyye’nin bihakkın tatbîk ve izhâr ve ahkâmı, Kānûn-ı Esâsî’nin istirdâdı ve idâme-i mer’iyyeti esbâbının istikmâli uğurunda vahdâniyyet-i ilâhiyye nâmına kasem eden bilcümle ahrâr-ı İslâm’ı dilhûn eylemiş bu gibi efkâr-ı sakîme perverde eden nisvân-ı İslâmın men’-i neşriyyâtı ile izâle-i ifsâdâtına çâre-cû olacak bir komitenin te’essüsüne zemîn hazırlamış yani tohm-ı tefrika ve fesâd saçmış olduğunu te’essüf-i azîm ile arz eder ve kalbleri hiss-i âlî-i diyânet-perverî ile meşhûn olan bilcümle ihvân-ı İslâmı şerî’at-ı garrâ-yı Ahmediyye’nin bi-temâmihâ tatbîki hakkında ma’a’l-kasem deruhde eyledikleri vazîfe-i mukaddesenin îfâsı husûsunda vecâ’ib-i mürettebelerini ihtâr eylerim. Hukūk-ı nisvân-ı İslâm ahkâm-ı şerî’atle tamamıyla ta’yîn ve muhâfazası esbâbı Kānûn-ı Esasî’ye te’mîn edilmiş olduğundan hanımlarımızın âdât-ı muzırraya teba- ’iyyet ve seyyiât-ı ictimâ’iyyeye esâret yüzünden dûçâr-ı zıyâ’ olan hukūk-ı ictimâ’iyyelerini ahkâm-ı şerî’ate vukūf ve terbiye-i fikriyye-i İslâmiyye sâyesinde müdâfa’a ve istihsâl edebilecekleri ve Fâtıma Aliyye Hanım gibi ekâbir-i nisvân-ı cihânın medâr-ı iftihârı, ser-tâc-ı ibtihâcı olan fâzılât-ı nisvânımız himmetiyle te’sîs ve küşâdı mümkün olan inâs mekteblerimizin de kızlarımızın âdâb-ı şer’iyye nokta-i nazarından ikmâl-i terbiyye-i fikriyyeleri cümle-i mümkinâttan ve muktezâ-yı menâfi’-i İslâmiyet’den bulunduğu cihetle artık Selmâ Hanımefendi’nin arzusu vechile –yani istikbâl kızlarının kendilerine benzemesi arzu ve ihtiyâcına tevfîkan– genç kızlarımızın ahkâm-ı mutahhara-i şerî’atin tahdîdi temâyülâtına zemîn-i inkişâf olan Paris’e i’zâmına icmâ’-i ârâ-yı ümmet-i İslâmiyye’nin gayr-i kābil olduğunu iddi’â ederim. Memâlik-i İslamiyye’de talâkın ahkâm-ı şer’iyye dâiresinde gâyet ma’kūl ve hukûk-ı tarafeyni kâfil mükemmel kavâ’id ve kavânîne tevfîkan icrâ edildiğini, ahkâm-ı şerî’ati tahsîl etmeden ecnebî edebiyâtını ve felsefe-i mülhidâneyi te’allüm eden Selmâ Hanımefendi bilmeyebilir. O ma’zûrdur.
 CİLD 1 – ADED 6 - SAYFA 85 SIRÂTIMÜSTAKĪM 79 Binâ’en-aleyh biz bu halden ibret alarak bir ecnebî muhîtinin böyle bir muhît-i hürriyyetin te’sîri tahtında neşv ü nemâ bulan bir dimâğın mahsûl-i irfânı şu sûretle göz önüne getirerek bundan sonra gayret-i câhilâneye, görenek ibtilâsına esîr olmayalım. Ahkâm-ı dîniyyemizi ta’lîm ve tedrîs etmeden Frenk mürebbiyelerle, mu’allimelerle kızlarını yetiştiren terakkî taraftarlarının âmâline ve temâyülâtına hâ’il olalım. Hattâ kızlarımızı memleketimiz dâhilindeki ecnebî müesseselerine ulûm-ı dîniyyeyi, ahkâm-ı şer’iyyeyi mükemmelen öğretmeden göndermekten kat’iyyen hazer edelim. Erkeklerimiz gibi kadınlarımızın dahi te’mîn-i hukūkuna şerî’at dâiresinde memleketimiz dâhilinde vereceğimiz terbiye-i fikriyye ile yetiştireceğimiz âdil hâkimlerle çâre bulalım. Selmâ Hanımefendi’nin iddiâsı vechile filhakīka kadınlarımız bu güne kadar hukūk-ı meşrû’alarından istifâde edemediler. Buna sebeb yalnız kendi cehl ü nisyânları veyâhûd bir Parisli gibi ince hisden, hafîf bir terbiye-i fikriyyeden mahrûmiyetleri değildir. Çünkü erkeklerimizin hâli de terbiye-i fikriyyece onlarınkinden daha şayân-ı memnûniyyet bir mertebede midir? Bu şayân-ı nefret ve te’essüf hâle ekseriyâ fesâd-ı ahlâk-ı ictimâ’î neticesi olarak ahlâksız zevclerle zâlim ve menfa’at-perest hâkimler sebebiyet vermiştir. İşte usûl-i idâre-i meşrûtiyet merhamet-engîz olan bu vahim ahvâle zevceyni memnûn edecek bir tarzda ve fakat tedrîcen çâre-sâz olacaktır. Yoksa Selmâ Hanımefendi kat’iyen emîn olsunlar ki ahkâm-ı münîfesi tâ ebed pâyidâr olan ahkâm-ı mutahhare-i şerî’atin hilâfında ne talâk ve ne de te’addüd-i zevcât ve ne de mestûriyet meseleleri kat’iyen tebdîl ve tağyîr olunmayacaktır. Devr-i istibdâdda enzâr-ı tedkīk ve mu’âhezenin uzanamadığı bazı tabakât-ı ictimâ’iyyede bazı kadınlarımızın şâyân-ı nefret bir sûrette mütecâsir oldukları küstahlıklara, açıklık ve saçıklıklara i’lân-ı Meşrûtiyet’i müte’âkib hat çekileceğini sabırsızlıkla intizâr ederken Tevfîk Nâdir Bey’in şu küstahlığıyla ümîdimizin ne kadar kof, mesâ’îmizin ne kadar boş olduğunu görerek şedîden mütehassis ve müte’essir olduk. Te’addüd-i zevcât, talâk, mestûriyet-i nisvân hakkında mevzû’ ahkâm-ı dîniyyenin ne kadar muhık ve musîb fevâ’id-i ictimâ’iyye ve medeniyyeyi ne derecelerde câmi’ ve müfîd olduğunu isbât etmek hey’- et-i ilmiyyenin, efrâd-ı ulemânın vazîfesi olduğu için bu mühim bahse karışmamayı arzû etmiş, sadâ-yı matbû’âta vakf-ı gûş etmeyi kararlaştırmış idim. Hâlbuki bu güne kadar Dersa’âdet’den, mevâki’den aldığım yüzlerce mektub ve telgraflarla hamiyyet-perverân-ı ümmet-i İslâmiyyeden bir çoğu hürriyetin, Meşrûtiyet’in ahkâm-ı dîni tegayyüre, Kānûn-ı Esâsî’nin kavânîn-i ictimâ’iyye-i İslâmiyyeyi tahrîfe kadınlara, erkeklere, gazetelere hak ve salâhiyet bahş edip edemeyeceğinin îzâh ve ityânı lüzûmunu bi-hakkın dermeyân ediyorlar. Bana su’âl ediyorlar. Bu nâmûs-perver hamiyet-küster sâ’illerin cümlesine birden cevâb vermiş olmak üzere bu bâbda fikrimi enzâr-ı umûmiyyeye vaz’a mecbûr oldum. Selmâ Hanımefendi’nin evvelen kemâl-i tedbîr ile efkârı hazırlayıp besledikten, bir sâha-i sâf-ı serbestî vücûda getirdikten sonra Paris’de yetiştireceği kızlarla ilk evvel veche-i ta’arruzu [85] te’addüd-i zevcât olacakmış. Te’addüd-i zevcâtın meşrû’iyeti, ma’kûliyeti aklen de, fennen de sâbit olmuşdur. Düşünülsün ki yeryüzünde dişiler erkeklerden ziyâde çok, hem de pek çok bir mikdarda doğuyor. Erkeklerden az, hem de daha az bir müddet yaşıyor. Hayât-ı nisvânda teceddüd daha ziyâdedir. Bu istatistiklerle sâbit olmuş gayr-i kābil-i red bir hakīkatdir. Bununla beraber nisvân ricâle nisbet teşekkülât-ı tabî’iyyece, cinsiyetçe daha dûn bir evsâf ve iktidâra mâlikdir. Kendilerinde erkeklerde olmayan bir takım nekā’is-i tabî’iyye vardır. Hayız ve nifâs, vaz’-ı haml, irzâ’, kıllet-i ömr, za’f-ı kuvâ, za’f-ı tabî’at, kadınlarda bilhassa nazar-ı ibtisâra alınacak ahvâl-i husûsiyye mevcûddur. Bu nisbetsizliklere karşı fermân-fermâ-yı nizâm-ı âlem olan Hâkim-i tabî’at-ı kâ’inât cins-i benâtı erkeklerden daha ziyâde halk buyurmaktadır. Bu bir kānûn-ı tabî’îdir ki hiç bir mutâla’a ile ahkâmı çürütülemez. Hiç bir vakitte bir kadın bir erkeğe kâfî gelemez. Bu meydândadır. Bu hakīkat hükemâ-yı ictimâ’iyyece istatistiklerle ta’yîn edildiği gibi talâkı, te’addüd-i zevcâtı kabul etmemiş olan memâlik-i ecnebiyyedeki fuhuş-hânelerin, vücûd-ı beşeri rahnedâr eden emrâz-ı ictimâ’iyyenin kesretiyle de vâsıl-ı mertebe-i bedâhet olmuştur. Ahkâm-ı dîn-i İslâm’ın tamâmen bigânesi olan Selma Hanımefendi’nin memleketimize felâket, musîbet, zillet, âr, hicâb, fesâd-ı ahlâk, nifâk ve şikāk gibi bir sürü mesâib ve beliyyât-ı ictimâ’iyyeyi da’vetden ibâret olan neşriyâtının men’-i nüfûzuna gereği vechile müdâfa’ada bulunmak cümle ihvân-ı dînin vazîfesidir. Selmâ Hanımefendi’ye bilakis ahkâm-ı dîniyyemizin hukūk-ı nisvân-ı İslâm’a, tekemmül-i nisvâna bütün kavânîn-i medeniyyeden daha müsâ’id olduğunu ve müslümanların bu sâyede emrâz-ı ictimâ’iyyeden nisbeten daha masûn bulunduğunu öğretmek Avrupa’da sâha-i sâf-ı serbestî ile müstesnâ bir mevki’ ihrâz eden Paris’de cehâlet ve vahşetin, zulm ü esâretin, istibdâd ve denâ’etin hüküm-fermâ olduğu a’sâr-ı sâlifede üstâd-ı medeniyyet olan Arabların Endülüs’de meşrû’ ve meşrût medenî hükûmetleri zamanında ahkâm-ı şerî’atin kat’iyyen tağyîre lüzûm görülmediğini bilakis terakkiyât-ı vâkı’a ve ahkâm-ı münevvereye bilhassa Arab kadınlarının fart-ı ri’âyeti sâyesinde mazhar olmuş olduklarını anlatmak lâzımdır. İşte Tevfîk Nâdir Bey’in Selmâ Hanımefendi’nin Matmazel Anjel ile mülâkâtını tercüme ederken ehemmiyet vereceği nokta bu idi. Selmâ Hanımefendi timsâl-i fazîlet ve hürriyet Ahmed Rızâ Bey’in hemşîresi olmak meziyetiyle ve Tevfîk Nâdir imzâsıyla hiç bir vakitde bize böyle perde-bîrûnâne sözler söylemek, dînimizi tahkîr etmek salâhiyetini hâiz olamazlar. Hem ne hâcet tercüme-i hâllerinden anlaşılıyor ki Selmâ Hanımefendi dekāyık-i ahvâl-i İslâm’a tamamıyla vâkıf değillerdir. Muhît-i ictimâ’î-i İslâm’ı ta’yîn eden kavâ’id-i münevvere-i şer’iyyenin kat’iyyen bîgânesidirler. Şimdi İstanbul’a avdetleri hasebiyle inşâ’allah yakînen şu büyük noksânı da ikmâl ederler. Binâ’en-aleyh Tevfîk Nâdir Bey’le Millet gazetesi mes’ûlünün la’net-i ilâhiyyeyi, nefret-i umûmiyyeyi da’vet eden bu gibi neşriyât-ı nifâk-cûyâneden dolayı yakînen beyân-ı te’essüfle millete, vicdân-ı umûmî-i ümmete müsâra’aten tarziye vereceklerini ümîd ederim. 9 Eylül 324 Kolağası: Niyâzi
NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE ÂYET 179 1 وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَا أُولِيْ الأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (Cenâb-ı Hak âyet-i sâbıkada zikr olunan hükmün mehâsinini hayret-fezâ bir üslûb-ı bedî’ ile beyân ederek buyuruyor ki) Sizin için ey uli’l-elbâb kısâsda hayat vardır. (Ey şevb-i hevâ ve hevesden arî olan zevi’l-ukūl sizin için kısâsda tavsîfin bâliğ olamayacağı derece azîm ma’nâ-yı hayât vardır. Siz hikmet-i kısâsda) belki (te’emmül eder de onun hüküm ve icrâsında müsâhale ve ihmâlden) ictinâb edersiniz. (Yâhûd kısâsı mülâhaza edip ona mü’eddî olan katilden belki hazer üzere olursunuz demekdir.) Ne kadar bedî’ ve mûciz beyân-ı ilâhî ki kısâs izâle-i hayâttan ibâret olduğu halde zıddı olan hayata zarf kılınmış ve kısâs içinde azîm bir ma’nâ-yı hayat bulunduğu bir-iki kelime ile tasvîr buyurulmuş. Filhakīka bir kimse husûmeti bulunduğu kimseyi katl eylediği halde kendisinin de kısâsen i’dâm olunacağını mülâhaza edince katilden ferâğat eder. Ve bu cihetle maktûl ile kātilden her ikisinin hayatı mahfûz kalır. Şâyet bir kimseden katil sudûr etse o kimse velî-i katîlin kendisini katl edeceğini düşünerek bu tehlikeden kendini kurtarmak için velî-i katîl olanların da katline teşebbüs edeceğinden kısâs olununca evliyâ-yı katîlin hayatları muhafaza edilmiş olacağı gibi kātilin kısâsen i’dâmından diğerleri ibret alacaklarından daha bir çok katillerin önü alınmış olur. Binâ’en-aleyh kısâsda azîm ma’nâ-yı hayât vardır. Ne hikmet ve rahmet-i ilâhiyyedir ki katl-i nefs için mehâbet-efzâ bir cezâ emr olunmuş iken yine âyet-i sâbıkada turûk-ı tahfîf ve merhamet irâ’e buyurulmuştur. Müftiyyü’d-diyari’r-Rûmiyye Ebussu’ûd hazretleri tefsîrinde diyor ki: Muhâtabına âyet-i sâbıkada ünvân-ı îmân ile hitâb olunduktan sonra, bu âyette “uli’l-elbâb” diye hitâb buyurulması hikmet-i kısâsda te’emmül eylemeye onları tenşît içindir. Fer’ İlm-i fıkıhda “Kitâbü’l-Cinâyât” ile mu’anven mebhasde tafsîlâtı mezkûr olduğu üzere katl-i mahrem beş kısımdır: Evvelkisi: “Katl-i amd”dir ki ma’sûmü’d-dem olan bir adamı âlet-i câriha ile kasden vurup öldürmekdir. Âlet-i câriha: Eczâ-i bedeni biri birinden ayıran âlettir ki kılıç, kama, bıçak, ok, mızrak, [86] ucu keskin taş, ucu keskin ağaç, ateş, çuvaldız gibi şeylerdir. İkincisi: “Şibh-i amd”dir ki ma’sûmü’d-dem olan bir adamı âlet-i cârihadan başka birşey ile kasden vurup öldürmekdir: Sopa ve büyük taş ile vurup bir insanı katl etmek gibi. Katl-i amd’in şu zikr olunan ta’rîfi İmâm-ı A’zam hazretlerine göredir. İmâmeyn hazerâtı indinde katl-i amd: Ma’- sûmü’d-dem olan bir adamı bünye-i insânînin tâkat getiremeyeceği birşey ile kasden vurup öldürmektir. Şu halde bir kimse diğer kimseye meselâ sopa ile kasden vurup katl etse 1 Bakara, 2/179. bu katil İmâmeyn’e göre katl-i amd’dir. İmâm-ı A’zam indinde şibh-i amd’dir. Bu kısım katle “şibh-i katl” denildiği gibi “şibh-i hatâ” dahi denilir. Çünkü bu fi’li işleyen kimse darbı kasd eylemesine nazaran onda ma’nâ-yı amd ve isti’mâl eylediği âlet âlet-i katl olmadığından maksadı katl olmamak i’tibâriyle ma’nâ-yı hatâ bulunuyor. Fethateyn ile veyâhûd “şın”ın kesri ve “bâ”nın sükûnuyla “şibh” nazîr ve mânend demekdir. Üçüncüsü: “Katl-i hatâ”dır ki bir adamı kasda makrûn olmaksızın yanlışlık ile katl etmektir. Bu hatâ iki nevi’dir. Birisi fâ’ilin zannında hatâdır. Sayd zannıyla bir adama kurşun atıp o adamı telef etmek gibi. Diğeri fâ’ilin fi’ilinde hatâdır: Bir sayda atılan kurşun bir insana isâbet ile o insanı telef etmesi gibi. Zanda hatâ ile fi’ilde hatâ ictimâ’ edebilir: Meselâ sayd zannıyla bir adama atılan kurşun diğer bir şahsa isâbet edip de o şahsı katl etmesi gibi. Dördüncüsü: “Hatâ mecrâsına cârî katil” ki fâ’ilden bilâ ihtiyâr sudûr eden bir fi’il ile vukū’a gelen katildir: Bir kimse uykuda iken diğer bir kimse üzerine yuvarlanıp o kimseyi veyâhûd bir adam kazâ’en yüksek bir mahalden bir insanın üzerine düşüp o insanı telef etmesi gibi. Beşincisi: “Katl-i sebeb” yâhûd ta’bîr-i dîger ile “Tesebbüben katil” dir ki bir adamın katline sebeb olmaktır. Yani bir şeyde bir insanın alâ ceryi’l-âde telefine müfzî olan bir fi’li ihdâs eylemektir: Meselâ bir kimse gayrin mülkünde sâhibinin izni olmaksızın bir kuyu kazıp da o kuyuya bir kimse bilmeyerek düşüp telef olması veyâhûd bir kimse yolun ortasına bir direk koyup da o direk oradan bilmeyerek geçen bir adamın ayağına dolanıp telef olması gibi. Katl-i mahremi şu beş kısma taksîm taksîm-i istikrâ’îdir. Çünkü katil ya mübâşereten veya tesebbüben olur. İkincisi katl-i tesebbübdür. Mübâşereten vukū bulduğu takdirce ya fâ’ilin ihtiyârıyla olur, ya ihtiyârıyla olmaz. İkincisi hatâ mecrâsına cârî katildir. Bi’l-ihtiyâr olunca ya kasden veya hatâ’en vukū’a gelir, ikincisi katl-i hatâdır. Kasde makrûn oldukda ya âlet-i câriha ile olur, ya âlet-i cârihanın gayriyle olur. Evvelkisi katl-i amd, ikincisi şibh-i amddir. Aksâm-ı mezkûreden katl-i amdin mûcibi kısâsdır. Delîli: Sizin üzerinize maktûller için kısâs farz kılındı, me’âl-i münîfinde olan 2 i-Katl “ile celîli ı-nass ) كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى) amdin mûcebi kaveddir” ma’nâsında olan 3 i-hadîs) العمد قود) şerîfidir. Bu nass-ı celîlde beyân buyurulduğu üzere maslahat-ı ihyâ bulunduğu için katl-i amdde kısâs meşrû’ kılınmışdır. Katl-i amd cinâyet-i mütekâmile olduğundan cinâyet ile ukūbet arasında, mümâselet bulunmak için ona terettüb eden ukūbetin dahi ukūbet-i mütekâmile olması lâzım geleceğinden bu delîl-i aklî ile de katl-i amdin mûcebi kısâs olduğu nümâyân olur. Fakat hudûd ve kısâs ukūbât-ı müdhişe olduğundan Hâce-i Kâ’inât aleyhi efdalü’s-salevât efendimiz 4 ادرؤا الحدود ) مااستطعتم بالشبهات (buyurmuşdur ki muktedir olduğunuz kadar 2 Bakara, 2/178. 3 Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağir, 7583. 4 Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağir, 1271. CİLD 1 – ADED 6 - SAYFA 87 SIRÂTIMÜSTAKĪM 81 hudûd ve kısâsı şibh ile def’ edin, yani şibhe kā’im oldukda hudûd ve kısâsı elinizden geldiği kadar def’ ve ıskāta çalışın demektir. Bu hadîs-i şerîfde “hudûd” mutlak ukūbet-i mukaddere ma’nâsına olmakla onda kısâs dahi dâhildir. Pek şâyân-i dikkatdir ki ukūbât-ı mukaddere maslahat-ı âmmeye ve onların dehşetini mülâhaza ile bu gibi ukūbâtı müstelzim cerâ’imden ferâğat olunması hikmetine mebnî şiddetli olduğu halde şibhe kā’im olan mahallerde def’ ü ıskātı emr edilmiştir. Bu gibi ahvâlde âtiyen ta’rîf edilecek olan ta’zîr ile mu’âmele olunur. Katl-i amdden mâ’adâ katillerin mûcebi diyetdir. Fakat şibh-i amdin diyeti îcâb etmesi cerhe mukārin olmamak şartıyla meşrût olduğu gibi tesebbüben katilde, diyetin lüzûmu dahi te’addî bulunmak ve bir fi’l-i ihtiyârî haylûlet etmemekle, yani mütesebbibin katle müfzî olan fi’ili haksız olarak işlemiş olması ve mütesebbibin fi’iliyle katil fi’ili arasına başka bir fi’l-i ihtiyârî haylûlet etmemesiyle meşrûtdur. Binâ’enaleyh âlet-i gayr-i câriha ile kasden vukū’ bulan katl cerhe mukārin olursa İmâm-ı A’zam hazretlerince de kısâsı mûcib olur. Meselâ bir kimse diğer kimseyi sopa ile min gayr-i cerh darb ederek katl etse imâm-ı müşârun-ileyhe göre kātile diyet lâzım gelir, ama bir kimse diğer bir kimseyi sopa ile darp edip de o darbden madrûbun bir uzvu mecrûh olarak andan müte’essiren vefât eylese kātile bi’l-ittifâk kısâs lâzım gelir. Tesebbüben katilde dahi mütesebbib katle müfzî olan fi’ili haklı olarak işlemiş olur. Veyâhûd onun fi’iliyle katil fi’ili arasına bir fi’l-i ihtiyârî haylûlet etmiş bulunursa mütesebbibe diyet lâzım gelmez. Meselâ bir kimsenin kendi mülkünde kazmış olduğu kuyuya bir adam düşüp de telef olsa hâlis mülkünde tasarruf etmiş olduğu cihetle o kimse fi’l-i hafrda müte’addî olmadığından kendisine diyet lazım gelmez, kezâlik o kimsenin kendi mülkü olmayan bir mahalde sâhibinin izni olmayarak hafr etmiş olduğu kuyuya bir adam bilerek ihtiyârıyla kendisini atıp da telef olsa veyâhûd o adamı diğer bir şahıs o kuyuya atarak mübâşereten itlâf eylese hâfire diyet lâzım gelmez, evvelki sûrette o adamın kanı heder olur, ikincisinde [87] “mübâşir yani bizzât fâ’il ile mütesebbib müctemi’ oldukda hüküm fâ’ile muzâf kılınır” kā’ide-i fıkhiyyesine göre katlin mûcib ve muktezâsı şahs-ı mübâşir üzerine icrâ olunur. Tesebbüben katilden mâ’adâ katlin cemî’ aksâmı hirmân-ı irs ve vasiyeti yani maktûlün mîrâs ve vasiyetinden kātilin mahrûm olmasını mûcib olur. Bir de mahallinde beyân olunan esbâbdan biriyle katl-i amdde kātilden kısâs sâkıt olsa bile bir ma’sûmü’d-demi kasden ve bi-gayr-i hakkın katl eylemek gibi azîm bir ma’siyeti irtikâb ettiği için kātil ta’zîre müstehak olduğu gibi şibh-i amd sûretiyle bir adamı ber-vech-i muharrer katl eden kimse verese-i katîle diyet vermesiyle beraber ta’zîre dahi müstehak olur. Ta’zîr: Lügatde mutlaka te’dîbdir. Istılâh-ı şer’de: Hadd-i şer’înin dûnunda te’dîbe ıtlâk olunur. Had ile ta’zîr arasında fark vardır. Had: Hakkan lillah vâcib olur bir ukūbet-i mukadderedir, yani Kitab veya Sünnet veya İcmâ ile beyân edilmiş bir cezâdır ki kendine nef’-i âm te’alluk eder hukūkdan olmakla icrâsı lâbüddür. Halbuki ta’zîr ukūbet-i mukaddere olmayıp re’y-i imâma müfevvezdir. Bir de hadd-i şer’î şübühât ile der’ ve iskāt olunur. Ta’zîr ise şübühât ile sâkıt olmaz. Fi’ilin şiddet ve hiffetine ve ıslâh-ı nefsde ahvâl-i nâs muhtelif olmakla fâ’ilin hâline nazaran ta’zîrin merâtib-i muhtelifesi vardır: Kâh tevbîh, kâh hapis, kâh darb, kâh katil, bazı re’ye göre kâh ahz-ı mâl ile olur. Fakat ta’zîrde maslahat-ı âmme bulunmalı ve müstehakk-ı ta’zîr olan hâlet dahi galebe-i zan husûlüne kâfî emârât ve karâ’in ile sâbit olmalıdır. Siyâset: Fi’l-asl lügatde bir şeyin salâhına ihtimâm ile onu görüp gözetmek ma’nâsına mevzû’ olup sonra emr ü nehiyde yani umûr-ı ra’iyyeyi idâre etmek ma’nâsında isti’mâl edilmiştir. Istılâhen müte’addid sûretler ile ta’rîf olunup bazıları siyâset: Halkı tarîk-i müncîye irşâd ile onların salâhını istemektir, demiştir. Bu bir ta’rîf-i âm olduğundan bu ma’nâca siyâset Cenâb-ı Hakk’ın ibâdına meşrû’ kıldığı cemî’ ahkâm-ı şer’iyyeye sâdık ve şâmil olur. Bazıları dahi hükm-i şer’îsi bulunan bir cürmün cezâsını def’-i fesâd için tağlîz ve teşdîd eylemektir diye ta’rîf etmişdir. Hükm-i şer’îsi bulunan cürüm demek o cürmün cezâsı gerçi bi-husûsihi mansûsun aleyh değilse de mevâdd-ı fesâdı hasm ve kat’ eylediğine ve âsâyiş ve bekā-yı âlem için def’-i fesâd ise şer’an matlûb ve mültezem bulunduğuna binâ’en kavâ’id-i şer’ tahtında dâhil demektir. Bu ma’nâca siyâset zecr ü te’dîbe dâir ahkâma mahsûs olduğundan evvelki ta’rîf ile mu’arref olan siyâsetten ehass ve ta’zîre mürâdif olur. Fukahâ-yı izâm hazerâtı ta’zîr ile siyâset kelimelerini biribiri üzerine atf-ı tefsîr tarîkıyle atf eylediklerine ve hattâ bazıları siyâsete ta’zîr tesmiye ettiğine nazaran ikinci ta’rîf daha muvâfık ve daha zâhirdir. Bazıları demiştir ki siyâset: Şer’-i muğlaz yani teşdîd olunmuş bir cezâdır bu da iki nevi’ olup biri siyâset-i zâlimedir ki şerî’at bunu tahrîm eder ve biri siyâset-i âdiledir ki bir çok mezâlimi def’ ve ehl-i fesâdı men’ ve zecr eylediğinden şerî’at bu nevi’ siyâsete mürâca’atı îcâb eyler. Huffâz-ı ehâdîsden İbn-i Kayyim el-Cevziyye şöyle diyor: “E’imme-i müslimînden hiç birini bilmem ki sirkat, kat’-ı tarîk, katil, zinâ vesâire gibi cerâ’im ile müttehem bulunan kimse hapis veya diğer bir sûretle tazyîk olunmayıp mücerred yemin ettirilerek koyuverilir demiş olsun. E’imme-i erba’a ve fukahâ-yı sâireden hiç biri bu re’yde bulunmamıştır. “Bu makūle kesânın fesâd ile ve bir çok sirkatler ile iştihârı ma’lûm iken biz ancak iki şâhid-i âdil ile mu’âheze ederiz diye onları tahlîf ederek sebîllerini tahliye edecek olursak bu mu’âmele siyâset-i şer’iyyeye muhâlif olur. Müttehemleri tahlîf ederek salıvermek muktezâ-yı şerî’attir zanneden adam Resûlullah’ın nusûsuna ve icmâ’-ı ümmete muhâlif düşen bu zannında galat-ı fâhiş ile galat eyledi. Bu galat-ı fâhiş sebeb olmuştur ki vulât-ı umûr, şer’a muhâlefete cür’et ettiler ve siyâset-i şer’iyyenin idâre-i mülk ve maslahat-ı ümmetden kâsır olduğunu tevehhüm ederek hudûdullâhı tecâvüz eylediler ve dâire-i şerî’atten hurûc edip idâre-i umûr-ı ra’iyyede kat’â câ’iz olmayan vech ile envâ’-ı zulm ü i’tisâfa şitâb ettiler.” Mu’înü’l-Hükkâm’da nakl olunmuşdur ki bir gün huzûr-ı İmam Ali’ye bir genç adam gelip birkaç kişiden şikâyet etti. 82 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 6 - SAYFA 88 Dedi ki: “Şu huzûrda bulunan kimseler pederimle beraber âhar diyâra gitmişler idi. Bunlar avdet ettiler, pederim avdet etmedi. Niçin avdet etmediğini kendilerine sordum, vefât etti dediler. Malını sordum, bir şey bırakmadı diye cevâb verdiler. Hâlbuki pederim yola çıktığı vakit yanında bir hayli mal var idi. Kādî Şureyh’in huzûrunda muhâkeme olduksa da Kādî bunları tahlîf edip sebîllerini ihlâ etti.” Bunun üzerine Hazret-i Ali şurtayı * çağırdı. Müştekiyyün aleyhimden her birine iki şurta ta’yîn eyledi ve tenbîh etti ki onları biri birlerine yaklaşmalarına ve hâricden hiç bir kimse ile konuşmalarına kat’a müsâ’ade etmesinler. Müte’âkıben yanında kâtibi olduğu halde müştekiyyün aleyhimden birini nezd-i âlîlerine celb edip sordu: “Söyle bakayım bu gencin babası hangi gün sizinle yola çıktı, hangi konağa sizinle beraber kondu, nerelere gittiniz, hangi illet ile vefât etti, yanındaki mala ne oldu, müteveffâyı kim gasl etti, kimler defn etti. Namazını kim kıldırdı, nereye defn olundu” Bu edilen su’âller ile cevablarını kâtib yazıyor idi. Sonra o kimseyi dışarıya çıkartıp diğer birini celb etti. Öbürüne sorduğunu buna da sordu. Ba’dehû bunu çıkarttı, diğerini getirtti. Bunu da evvelkiler gibi isticvâb etti nihâyet cümlesinin ifâdelerini tamamen ahz ettikte her birinin ifâdesi diğerinin ifâdesine mübâyin olduğunu gördü. Binâ’en-aleyh birinci maznûnun aleyhi tekrar [88] nezdine getirdip: “Pâdâşlarının ifâdeleri ile senin yalan söylediğin anlaşıldı. İşin doğrusunu söylemelisin dedi ve doğrusunu söylemediğinden i’âdesini emr etti. Müte’âkiben yine içlerinden birini celb edip isticvâb etti, bu kimse “Yâ Emire’l-mü’minîn ben arkadaşlarımın ettiklerine ma’a’l-kerâhe iştirâk etmiş, cebr ü teklîflerine mebnî istemeyerek muvâfakat eylemiş idim” dedi. Tekrar cümlesini birlikte nezdine celb etmesiyle hepsi vâkı’a-i hâli ikrâr ettiler ve nihâyet birinci maznûnun aleyhi tekrar istedi. Diğerleri gibi o da tâ’ian ikrâr-ı cürm eylediğinden maktûlün malını onlara tazmîn ettirdi ve cümlesini kısâsen i’dâm etti. Tenbîh Zamanımızda rü’esâ-yı hukūk ile cezâ re’îsleri arasında vezâ’ifce fark bulunduğu gibi vaktiyle “kudât” ile ol zamana göre cezâ re’îsi demek olan “valî-i mezâlim”beyninde dahi bi’l-vücûh fark vardı. Siyâset-i şer’iyye ile teferru’âtına müte’allik tafsîlâtı arzu edenler kütüb-i fıkhiyye ile bu bâbda mahsûsen tedvîn edilmiş siyâset kitablarına mürâca’at etsin. Bu me’hazler mu’âmelât-ı cezâ’iyyece hükkâmın tenvîr-i efkârına hayliden hayli hizmet eder. Fıkhın kazâ, cinâyât, hudûd, ta’zîr kütüb ve fusûlü arîz ve amîk suretle mütâla’a olunursa mesâ’il-i cezâiyyece me’haz ittihâz kılınacak pek çok usûl ve mesâ’ile tesâdüf edilir ve ahlâk u âdâtımız ve iklîm ü diyârımız ile mütenâsib hüsn-i mütâla’ât ve nice musîb ârâ zuhûra gelir. Bu mütala’ât esâs ittihâz kılınır ve garbın ahlâk ve diyârımıza münâsib tetkîkāt-ı cüz’iyyesi de ilâve edilirse bu yolda husûle gelen kavânîn-i cezâ’iyyenin ümmet üzerinde daha ziyâde te’sîri daha ziyâde nüfûz-i ma’nevîsi görülür, mülk ü millet gereği gibi müstefîd olur. * Şin’in zammı ile şurta, zamanımızdaki polis menzilesinde me’mûrlar idi. Mevhibe-i fıtrat bir zamana, bir diyâra has değildir. Mesâ’il-i ulûm her yerde ve her zaman telâhuk-i efkâr ile tevessü’ ve tezâyüd eder. Mesâ’il-i cezâ’iyyede şark ve garbın kemâlât ve terakkiyâtı sa’y-i mütemâdî ile tetebbu’ edilince âsâyiş-i memleketi, fezâ’il-i ahlâk-ı ümmeti, hukūk-ı efrâdın ta’arruzundan selâmetini müdafa’a ve muhâfazaya tekeffül eder mutala’âta dâir ezhân-ı ümmette bir feyz-i kemâl uyanır. Nice hakāyık-i âliyye keşf edilir. Nice nâmdâr cezâ’iyyûn zuhûr eder. Bereketzâde İsmâil Hakkı HUTBELERE DÂİR “Hutbe” Cum’a ve bayram namazlarında, cem’iyet ve meclislerde dînî, ilmî, siyâsî olarak mühim mevzû’lar üzerine irâd edilen sözlere ıtlâk olunur. “Nutk” dahi hutbe ile müterâdiftir, biri diğerinin mahallinde isti’mâl olunabilir. Fakat şerî’at-i garrâ-yı Muhammediyye’nin gösterdiği mevâzı’-ı mu’ayyenede irâd edilenlere “hutbe” sâirlerine de “nutk” ıtlâkı daha şâyi’dir. – 1 – Kable’l-Bi’se Hutbe Akvâm-ı sâire arasında hutbelerin ilk ibtidâsı pek eski değil ise de İslâm hutbelerinin aslı olan Câhiliyet hutbelerinin bidâyeti târîhin dâire-i ıttılâ’ına dâhil değildir. Edvâr-ı câhiliyyede hutbelerin iştihârı pek eski zamanlara doğru uzanıp gidiyor. Hutbeler, âsâr-ı mensûrenin en zübdesi olması ciheti mülâhaza olunursa şi’irin iştihârından ve ibtidâsından evvel, Arabların arasında hutbelerin vücûdunu kabûl etmek lâzım gelir. Zîrâ, şi’ir aslı itibâriyle âsâr-ı mensûrenin en nuhbesi, en tatlı hülâsası, tabî’atlere son derece mülâyim ve makbûl fezlekesidir. Binâ’en-aleyh aralarında bir çok şu’arâ yetişmiş Arab-ı âribe devirlerinde hutbelerin intişârı bittabi’ sâbit olur. Arab-ı âribe arasında zuhûr eden Hazret-i Şu’ayb aleyhisselâm “hatîbü’l-enbiyâ” ünvân-ı mübecceliyle ma’rûf olmuştur. Fahr-i Kâ’inât efendimizin bi’setinden evvel arz-ı Arab’da ve bütün kabâ’il-i Arabiyye arasında her cihetten mükemmel, gâyet parlak bir revişde o zaman Arablarının ma’îşetlerini, siyâsetlerini, efkârlarını ve umûm hâllerini tasvîr eden belîğ hutbeler, ihtifâlât-ı umûmiyyede okunurdu. Arab-ı âribenin tekessürü üzerine kabâ’il-i Arab Mekke ile Tâ’if arasında olan “Ukâz” isimli karyede her hafta bir defa Pazar günleri, umûm Cezîretü’l-Arab ileri gelenlerinin, tüccârlarının, ve bütün şu’arâ ve hutebâsının iştirâkiyle her sene bir defa Zilka’de ibtidâsında bir cem’iyet-i ihtifâliyye teşkîl ederler ve yirmi gün kadar orada bulunurlardı. Sûk-ı Ukâz’dan sonra kabâ’il-i Arab Mekke kurbunda “Mecenne” nâmında olan bir mahalle intikāl edip burada dahi yirmi gün kadar ikāmet ederlerdi. Sonra Cebel-i Arafat’ın arka taraflarında “Zülmecâz” nâmında mevzî’e gelirler, eyyâm-ı Hac’da burada ictimâ’ ederlerdi. CİLD 1 – ADED 6 - SAYFA 89 SIRÂTIMÜSTAKĪM 83 Cezîretü’l-Arab’ın bunlardan başka Yemen pazarlarında dahi bir çok ihtifâlât-ı umûmiyye vukû’a gelirdi. İşbu ihtifâller ve ictimâ’lar, zâhiren pazar ve ticâret meydânı iseler de filhakīka eş’âr-ı edebiyye ve huteb-i belîğa ile müfâhere ve müsâbakadan ibâret bir ictimâ’-ı edebî idi: Bütün kabâ’il-i Arab re’îsleri, melikleri, seyyidleri, urefâları, şâ’- irleri, meşhûr hatîbleri şu ictimâ’a iştirâk ederlerdi. Herkes yerli yerine yerleşip meclis teşekkül edince şâ’irler yâhûd hatîb vasat-ı meydâna çıkar, kendilerine mahsûs âhenk ile hutbe ve şi’irlerini ilkā ve inşâd eylerdi. Meclisde ve meydânda olan huzzârın hepsi hutbe ve şi’irleri kemâl-i i’tinâ ile isğâ edip söylendiği gibi hıfz etmeye gayret ederlerdi. Huzzârın şehâdetleri ile mümeyyizler tarafından hutbe ve şi’irlerin dereceleri ta’yîn edilir, [89] birinciliği ihrâz eden hutbe ve şi’rler, büyük küçük, erkek, kadın, herkesin hâfıza-i ihtirâmına geçer, sahralarda, bâdiyelerde, çadırlar altında okunmaya başlardı. Hatîb ve şâ’ir ise, umûmun alkışlarına mazhar olup büyük bir ihtirâm-ı umûmî kazanırdı. Nâmı mehâfil-i nâsda söylenip hattâ çoluk çocuk ağzında bile ta’zîm ile yâd olunurdu. Hatîb, şâ’ir için bundan daha âlî bir şeref, daha büyük bir rütbe tasavvur olunmazdı. Eyyâm-ı Arab’ı nazm u mütâla’a, eş’âr-ı câhiliyyeyi tamâmen fehm ü idrâk eden edîblere Arab’ın o zamanlarda ne kadar kuvve-i kelâmiyyeye mâlik oldukları elbette zâhirdir. Ulûm ve ma’ârifden, medeniyetten dûr olup ümmiyet hâlinde kalmış Arabların hikmet ile memlû’ hutbelerini, hissiyât-ı âliyye ile dolu şi’irlerini, irticâlen söylenmiş şi’ir ve hutbelerinin son dereceye vâsıl olmuş fesâhat u belâgatlerini görüp de hayrân olmamak mümkün değildir. Asâr-ı câhiliyyede şi’irler, hutbeler pek çok husûslarda tesviye-i umûra medâr oluyorlardı. Bütün müşkilât-ı siyâsiyye ve umûm mesâ’il-i ictimâ’iyye şi’ir ve hutbelerin te’sîriyle hallolunurdu. Şi’ir ve hutbelerin efrâd-ı kabâ’il beyninde ilkā ettiği heyecan ile muhârebe ve mukāteleler başlandığı gibi, yine şi’ir ve hutbelerin teskîniyle sükûnet-pezîr olurdu. Darü’n-Nedve gibi rü’esâ-yı Arab’ın cem’iyetlerinde umûmî siyâsî mes’eleler ekseriyet-i ârâ ile değil, bu fikrin beyânında ibrâz olunan belâgat ve fesâhat ile hallolunurdu, yâhûd daha doğrusu ekseriyet her hâlde belâgat ile arz olunmuş fikrin tarafdarı oluyordu. Eş’âr ve hutebin ma’îşet-i Arab’da büyük te’sîri vardı: Arab’ın târihi, ensâbı, mefâhiri hepsi eş’âr ve hutebi ile mahfûz olmuştur. Arab’ın ahlâkı, âdeti eş’âr ve hutebi ile tehzîb kılınmıştır. Eş’âr ve huteb sâyesinde Arab’ın lügati kesb-i ittisâ’ etmiştir. Gene bu sâyede kabâ’il-i Arab’ın muhtelif lehceleri birleşmiştir. Eş’âr ve huteb vasıtasıyla fikr-i Arab kesb-i kuvvet etmiş, ve zuhûr-ı nübüvvetten evvel kabâ’il-i Arab arasında fikr-i tevhîd zâhir olmuşdur. Kable’lbi’se Fahr-i Kâ’inât efendimiz hazretlerinin ba’s ü risâleti şi’- irler ve hutbeler ile tebşîr olunmuştur. Mekke-i Mükerreme’de mevsim-i Hac’da Kâ’b bin Levs hazretlerinin hutbelerinde kurb-i bi’set ile beşâretleri, Sûk-ı Ukâz’da cemel-i ahmer üzerinde Kus bin Sâ’idetü’l-Eyâdî hazretlerinin Hâtemü’l-enbiyâ efendimizin an-karîb zuhûrunu mübeyyin olan hutbeleri beyne’l-üdebâ meşhûrdur. Kazanlı: Halim Sâbit FELSEFE-İ HAKKA Müellifi: Ferid Vecdi Vâcibi edâdan sonra derim ki: Hey’et-i ictimâ’iyyeye edilecek hizmetlerin büyüğü, en şereflisi efkâr-ı âmmeyi ma’- ârif-i hakka ile tenvîr ve terbiye etmekdir. Bu şereften hisseyâb olmak için âlem-i ilm ü fenne küçük bir hizmet ihdâ ediyorum. Bu husûsda ihtimal ki haddimi tecâvüz ettim. Fakat benim galatâtımı tashîh edecek, hefvâtımı gösterecek, kusûrlarımı ihtâr edecek ulemâ-i kirâm hazerâtından hiç bir vakitte ümîdimi kesmem. Şu hizmetimin insanlara nafi’ olmasını, maksadımı îfâ etmesini Cenab-ı Hak’dan tazarru’ ve niyâz ederim. Tasnîf-i Mebâhis Risâleyi bir mukaddime, dört fasıl, bir hâtimeye taksîm edeceğim. Mukaddime: İnsandan ve insana müte’allik ahvâlden bahs edecek. Fasl-ı evvel: Acâ’ib-i kâ’inâtı tedkîk edecek. Fasl-ı sânî: İnsanın –ilm-i nefis ve hikmet-i vücûd nokta-i nazarından– garâ’ib-i ahvâlinden bâhis olacak ve bu bahisde meşâhîr-i ulemânın sözleriyle istişhâd edilecek. Fasl-ı sâlis: Hayvanât ile envâ’-ı acîbesini mevki’-i bahse koyacak. Fasl-ı râbi’: Nebâtât ile envâ’ ve bedâyi’inden bahs edecek. Hâtimede ise: Bütün bunlar delâ’il-i ilmiyye ve felsefiyye ile sûret-i umûmiyyede tedkîk olunacak. 1 MUKADDİME İNSAN VE İNSANA MÜTE’ALLİK AHVÂL Cenâb-ı Hak celle şânuhû buyuruyor: إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ َلآيَاتٍ ِلاُولِي الألْبَابِ الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ * وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ Seyyidü’l-vücûd sallâllahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyuruyor: ** تفكر ساعة خير من عبادة خمس مائة سنه Ulemâ-i arifîn ise: 1 .diyorlar) ليس فى الامكان ابدع مما كان) Evet, yerlerin göklerin halkında, gündüz ve gecenin tahavvülünde bir fikr-i amîk ile düşünenlere delâletler, alâ- * Yerlerin, göklerin halkında, gündüz ve gecenin ihtilâfında erbâb-ı ukūle delâletler, alâmetler vardır. O erbâb-ı ukûl ki kā’id olsunlar, kā’im olsunlar her hâllerinde zikr-i İlâhîde bulunur ve arzın, semâvâtın îcâdını düşünürler de münâcât ederler: Allahımız! Bunları boşuna halk etmedin. Seni takdîs ve tesbîh ederiz. Bizi azâb-ı nârdan muhâfaza buyur. [Âl-i İmrân, 3/190-191.] ** Bir an tefekkür, beşyüz yıllık ibâdetden hayırlıdır. [Tefsîr-i Âlûsî, Hûd 11/7] 1 Tefsîr-i Âlûsî, Âl-i İmrân 3/26. 84 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 6 - SAYFA 90 metler vardır. Bir mütefekkir için bir sâ’at düşünmek beş asır ibâdet etmekten hayırlıdır. Ne mutlu o insana ki hayatına mahkûm olmaz da hikmet ve basîretle tenevvür eder: Bütün bedâyi’den, tekemmülden ibâret şu muhît-i kâ’inâta im’ân-ı nazar, i’mâl-i fikr ile ve tedkīkini şu silsile-i manzûme-i kâ’inatın evvelinden âhirine kadar bir fikr-i amîk ile yürütür... Bu tedkīkde ne kadar zamanlar geçmiş, ne kadar ulemâ ifnâ-yı hayât etmiş de bedâyi’-i masnû’âtdan küçük bir cüz’ün künhüne, bir zerrenin sırrına vâkıf olamamışlar... İnsan ne zaman im’ân-ı nazar etse bir intizâm-ı mu’cizi hâvî olan işbu mükevvenât-ı meşhûdenin [90] esrârından, bedâyi’inden bir bedî’a, bir sır kendisine tezâhür eder... Öyle sır ki o mecmû’a-i esrârın, o kitle-i bedâyi’in bî-pâyânîsine delîl-i bâhirdir. Evet öyle bedâyi’, öyle masnû’ât ki ulemâ vasfından âciz, idrâkdeki kusûrlarını mu’terifdirler... İşte kitabları, risâleleri, makāleleri meydânda.. Kendi ikdâmlarındaki aczi, meşhûdâtdaki i’câzı i’tiraf ediyorlar: Eğer kitablardan biri açılsa bir nazariye üzerine pek harâretli, pek şiddetli, pek sürekli, mübâhesât-i ciddiyye ile asırlar geçmiş olduğu hâlde el-ân mes’elenin sırr ü hakīkatine vukūf hâsıl olamadığı görülür... (Meselâ mes’ele-i hayât.) Ma’a-mâfîh o ulemânın insanlar içinde lezzet-i ilm, zevk-i tedkîk, istihkār-ı hayât, istihdâm-ı nefs nokta-i nazarından fazîlet ve imtiyâz-ı mahsûsları vardır. Meselâ: Onlardan birisi görülür ki yerde gezen bir karıncaya gözünü dikmiş bakıyor: Onun rızkını yüklenerek yuvasına koşması.... Âlim için mutribleriyle, muğannîleriyle demsâz-ı sürûr ü neşât olan bir cem’iyetten pek çok lezzetlidir. İntirâk-ı ra’d ü berk, rüzgarların vezân-ı şedîdinin bir hikmet âlimine verdiği inbisât ve neşveyi bâdesiyle, sâgarıyla, sâkiyesiyle reşk-âver-i zevk-perestân olan bir nâdî-i nûşâ-nûş kābil değil veremez. Eğer onlardan birisine farzan bütün servet-i umûmiyye kendinin olmak ve buna mukābil hikmet ve idrâkden mahrûm bulunmak, yâhûd hikmet ve irfâna sâhib olup mahrûm-ı servet bulunmak cihetlerinden biri teklif olunsa hiç bir mahrûmiyet, nedâmet hissetmeksizin şıkk-ı sânîye can atar, ve şıkk-ı evvel onu o kadar korkutur ki tifodan musâb olmak onun kadar tedhîş edemez. Evet: يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاءُ وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْراً كَثِيراً وَمَا * يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُوا الأَلْبَابِ Fakat sevk-i kazâ ile hayattan yalnız ekl ü şurb ve telebbüs gibi havâyic ile kanâ’at edip mutâla’a-i kâ’inâttan bîzevk, bî-vâye olarak yaşamaya mahkûm olan zavallılar hakīkaten acınacak haldedirler... Onların nasîb-i hayâtı yemek, içmek, teskîn-i şehvet etmek, mü’essirât-ı tabî’iyyeye karşı mücâdele-i dâ’imede bulunmaktan başka birşey olamaz. Halil Ni’metullah * Cenâb-ı Hak istediğine hikmet i’tâ eder. Kendisine ilim ve hikmet bahş olunan, hakīkaten büyük hayra nâ’il olmuşdur. Bunu ancak erbâb-ı ukūl anlayabilir. [Bakara 2/269.]
MÜSLÜMAN KADINI Dördüncü Fasıl Evvelki fasıllarımızda ilmen isbât ettik ki kadın, ne maddiyât, ne de ma’neviyâtı i’tibârıyle, erkekle aslâ müsâbaka edemez, ne yaparsa yapsın ona yetişemez. Ma’a-mâfîh bundan hiçbir zaman, Cenâb-ı Hakk’ın kadını, fıtrî bir zillete mahkûm etmiş olması da anlaşılamaz. Çünkü onun bu âlemde, edâsiyle mükellef olduğu vazîfe, hilkaten mücehhez bulunduğu kuvâ-yı tabî’iyyeden ziyâdesini îcâb etmez. Dünya denilen bu mübâreze meydânında, Fâtır-ı Hakîm onun silâh-ı tedâfü’ünü, erkekde olduğu gibi, kuvâ-yı adaliyyesinde yaratmamıştır. Belki sa’âdet-i hakīkiyyesinin medârı, mecd ü şerefinin mirkâtı olan başka bir mevhibe-i ulviyye sûretinde ihsân etmiştir. Kezâlik berâhîn ile te’yîd eyledik ki, kadında bu hasîsa-i ma’neviyyenin kesb-i feyz ü kemâl etmesi, erkeğin nüfûz ve hâkimiyetine arz-ı inkıyâd eylemesine vâbestedir. Binâ’en-aleyh, kadın için mahzâ kendi nef’i ve salâhı nâmına olarak, doğrudan doğruya erkeğin himâyesi altında bulunmak vâcibdir. Zâten bu himâyeyi kendi rızâsiyle kabûl etmeyecek olsa da, bilâhare mecbûren edecektir. Zîrâ kadın, hayât-ı hâriciyyeye âid umûrdan hangisinde olursa olsun erkekle müsâbakaya, müzâhameye kudret-yâb olamaz. Çünkü bu mübâreze-i hevl-nâkda galebe, her şeyden evvel adalâtın kuvvetini, bedenin şedâ’id ü metâ’ibe, elhâsıl her türlü mü’essirâta mukâvemet edebilecek kadar salâbetini iktizâ eder. Buna en büyük delîl ise, kadınların bidâyet-i hilkatlerinden bu âna kadar erkeğin boyunduruğuna katlanıp durmalarıdır. Artık felsefe-i hayâliyye, varsın serd etmekte olduğu muhteşem ifâdelerle –muktezâ-yı hükmü, kavînin za’îfi ezmesinden, esîr etmesinden ibâret bulunan– kānûn-ı tabî’atın şevketini kıracağım, diye uğraşsın dursun! Zîrâ onun bu gayretten nasîbi, akvâm-ı za’îfeyi ümem-i kaviyyenin pençesinden kurtarmak isteyenlerin, yâhûd kuvvetli bir adama, bulunduğu mevki’-i bülend-i tahakkümden inerek, zebûn bir adam ile her husûsda bir seviyede bulunmayı teklîf edenlerin alacakları hisseden başka birşey değildir. Çünkü hikmet-i ilâhiyyenin a’mâl-i beşer üzerinde icrâ-yı siyâdet etmek üzere ibda’ eylediği kavânîn-i fıtrat için, öyle efrâd-ı beşerden birkaçının –ki mevcûdâtın bulunduğu ve dâima bulunacağı hâl-i tabî’îde olmayıp kendilerinin tahayyül ettikleri gibi olmasını isterler– keyfine teba’iyetle velev bir an için olsun, fa’âliyetini ta’tîl etmek, ahkâmını infâzdan geri durmak kābil değildir. Mevcûdâtı yaratan, minhâc-i hikmet ve i’tidâle sevkeden Cenâb-ı Hak, bu kâ’inâtı gâyet mükemmel bir nizâm altına almışdır. Onun için mükevvenâtın münkād olduğu o nizâm-ı mâ-lâ-kelâmın ahkâmına karşı tehakküme kalkışmak, onu bir takım safsatalarla, hayâllerle te’sîrden iskāta çalışmak kat’iyyen câ’iz olamaz. Çünkü bu sa’y-i nâ-becâ, sonunda heder olup gideceğinden başka, fıtrat-ı ilâhiyyenin ahkâm-ı kudsiyyesine karşı tuğyân addolunmak, o nizâm-ı semâvînin vâzı’-ı hakîmi aleyhine bir nevi’ isyân sûretinde telâkkī edilmek de mümkündür. CİLD 1 – ADED 6 - SAYFA 91 SIRÂTIMÜSTAKĪM 85 Eğer biz de umûrun, nazar-fîrîb olan zevâhirine aldananlardan, lübbe, hakīkate nüfûz etmeksizin kışır ile oyalananlardan olaydık “evet, memâlik-i [91] mütemeddine-i garbde kadınlar, erkeklerin nüfûz ve tehakkümünden hemen de kurtulmuş gibidir” derdik. Hâlbuki hakīkat-ı hâl, çoklarının vehmi hilâfına olarak, bunun aksidir. Zîrâ “kavî, za’îfi ezer” kānûn-ı tabî’îsinin, bu memleketlerdeki te’sîri, sâir memâlikin hangisinden olursa olsun az değildir. Ancak mevki’ değiştikçe bu kānûnun da âsârı değişiyor; eşkâl-i asliyyesi tebeddül ediyor. Ma’a-mâfîh biz re’yimizde sâbit-kademiz. Edille-i mahsûse ile de isbât ederiz ki, hangi cihetten olursa olsun, fikr-i insânî hakāyık-ı ahvâli göz boyayıcı bir cilâ ile, yâhûd gönül aldatıcı bir hicâb ile setre meyl ederse, kavânîn-i ilâhiyye de, bi’l-mukābele, o tarafa daha şiddetle yükleniyor, kendi ahkâm-ı lâ-yetegayyerine tegallübde bulunmak isteyen erbâb-ı temerrüde rağmen, fıtratın diğer kānûnlarıyle birleşerek, mevcûdiyet-i hâkimânesini bir kat daha hissettiriyor. İşte bunun için o gibi milletlerin sûretâ görünüşleri başka, hakīkatları büsbütün başka oluyor ki, kendi kendisini aldatmak demek olan bu gibi vâhî iştigâlâta kapılmış ne kadar memleket varsa, aynı hâdisâta mazhar olmaktadır. Bakınız şu akvâma ki, muhayyerü’l-ukūl vesâ’it-i gûnâgûn ile kendi zu’umlarınca hayatı uzatmak, şebâbı heremâzâde etmek hassalarını hâiz birçok devâlarla emrâza karşı cenk ediyorlar. Evet, bakarsanız göreceksiniz ki bunlar hastalıklara, mesâ’ib-i cismaniyyeye, kabâ’il-i vahşiyyeden daha ziyâde ma’rûzdurlar. Hâlbuki beriki zavallılar, hiç bir maraza karşı durabilecek ma’kūl bir usûl-i müdâvâta mâlik değildirler. Pekâlâ, bu neden ileri geliyor? Şundan ileri geliyor ki: Kabâ’il-i vahşiyye, hâlet-i ibtidâ’iyye-i besâtete, yani fıtrat-ı tabî’iyyeye, öteki tekemmül iddi’âsında bulunan ümmetlerden daha yakın oldukları için, tamamiyle kavânîn-i tabi’ata arz-ı inkıyâd etmişler. Lâkin ötekiler, kazandıkları ilmin sevk-i gurûru ile dâire-i fıtratın hâricine çıkmışlar, bu âlem-i hayat cevlân-gâhlarında hevâ ve heveslerine münkād olmuşlar, kendilerini kānûn-ı hilkatin ahkâmından müstesnâ bırakacağını ümîd ettikleri birçok vesâ’it içine dalmışlar. Hâlbuki nefislerini o ahkâma bir kat daha esîr ettikten başka, zevâhir-i eşyâya kapılmak netîcesi olarak, diğer bir takım mü’essirât-ı tabî’iyyenin de mahkûmu olmuşlar. Mevzû’-ı bahsimizi teşkîl eden akvâmın şu hâli, kadınların hâlinin aynıdır. Zîrâ içlerinden bazı hayâl-perdâzlar, “oradaki kadınlar, büyük bir nasîbe-i hürriyete mâlikdir, o derecede temeddün etmemiş memleketlerdeki kadınlardan ziyâde, mevâhib-i fıtriyyelerinden müstefîd olmaktadır” zu’- munda bulunuyorlar da, vâhime mahsûlü olan şu fikri, bir çok tezyînât-ı lafziyye ile donatmak istiyorlar. Lâkin heyhât! Tabî’at aynı zamanda bu müdde’îleri, kâh yine o muhitteki ricâlin lisâniyle tekzîb ediyor ki, inşâ’allah ileride buna dâir bahisler görülecektir; kâh ise âsârı iyânen görülen fa’aliyâtiyle yalancı çıkarıyor. Nitekim yukarıdaki fasılda bir beyaz kadın ile beyaz erkek arasındaki farkın, bir siyah kadın ile siyah erkek arasındaki farkdan çok daha ziyâde olduğu isbât edilmiştir. İşte şu hâdise, bu cins-i rakîkin (kadının) memâlik-i mütemeddinede dâimî bir inhitât ve hübût içinde bulunduğuna hissî bir delîlden başka bir şey değildir. Bu inhitât-ı dâimî ise lisân-ı belîğ-i tabî’atden sâdır olmuş bir bürhândır ki, zâhiren ne sûrette görünürse görünsün, herhâlde esâret-i nisvânın oralarda daha şiddetle icrâ-yı hükm etmekte olduğunu göstermektedir. Biz bilâd-ı mütemeddinedeki kadınların, nisvân-ı şarktan ziyâde zillet ve esârete mahkûm olduklarını delâ’il-i hissiyye ile isbât ettiğimizden, husûsiyle müdde’âmızın doğruluğuna asrın en büyük ictimâ’iyûnunu şâhid getirdiğimizden, ümîd ederiz ki bu muvaffakiyetimiz, müslüman kadınları için en güzel bir ders-i ibret, en ciddî bir zâbıt olur da, artık bulundukları hâlden daha beterine düşmemek için, hürriyetin lâkırdısını bile işitmek istemezler de, nazar-ı dikkatlerini inâyet-i ilâhiyye tarafından, kendilerine ta’yîn olunan kānûn-ı tabî’atın iktizâ ettiği tarzda melekât-i rûhiyye ve ahlâkiyyelerini rehîn-i inbisât etmek, tabî’atlarını, ahlâklarını tehzîb eylemek cihetine atf ederler, bu sûretle tekemmülü aksâ-yı âmâl edinirler. Zîrâ haklarında vârid âyât-ı kerîmenin, ehâdîs-i nebeviyyenin me’âl-i ulvîsine ancak bu tarîk ile mâ-sadak olabilirler. Kezâlik düşmüş oldukları varta-i hevlengîz içinde şaşırıp kalmış olan âlem-i medeniyyet ulemâsiyle ilmin, benât-ı nev’leri hakkındaki o şiddetli hükümlerine –ki aşağıda tafsîl edeceğiz– ma’rûz bulunmak tehlikesinden kendilerini ancak böylelikle kurtarabilirler. Eğer küre-i arzın hangi mevki’inde olursa olsun, kadınlar için hürriyet-i hakīkiyye mevcûd olaydı, bi’t-tabî’î bunu romancılardan evvel dühât-ı ulemâ öğrenirdi de, “hürriyet-i nisvân” sözünü muhâlâttan, hem de tahakkuk ettiği sûrette kadınları büsbütün mahvedecek hayâlâtdan addetmezdi. İlm-i ictimâ’ vâzı’ı Auguste Comte diyor ki: “Biz mâni’-i terakkī olan bu gibi muhâlât-ı hayâlperdâzâne üzerinde (hürriyet-i nisvânı murâd ediyor) münâkaşa külfetini ihtiyâr edecek değiliz. Ancak nizâm-ı hakīkī-i kevnin kıymetini, ehemmiyetini takdîr etmemiz için şurasını bilmemiz lâzımdır ki eğer günün birinde kadınlar rızâları olmaksızın kendilerini müdâfa’a gayretinde bulunan bir takım adamların, onların nâmına taleb etmekte bulundukları şu müsâvât-ı maddiyyeye nâ’il olurlarsa, o zaman hâlet-i rûhiyye ve ahlâkiyyeleri ne kadar fesâda uğrayacak, bozulacaksa hey’et-i ictimâ’iyyeye karşı olan vazîfeleri de o nisbette haleldâr olacaktır. “Zîrâ artık kadınlar kūt-i yevmiyyelerini tedârik için her gün fabrikalarda, tezgâhlarda öyle şedîd mezâhimin esîri olacaklar ki, bunun altından kalkamayacakları gibi aynı zamanda erkeklerle aralarındaki muhabbet-i mütekābilenin menâbi’-i asliyyesi de bulanacakdır.” Acabâ bu feylesoflar, şu tarzdaki nazariyelerini hangi esâslara istinâden [92] dermeyân ediyorlar? Şüphesiz ulûm-ı sahîhaya, hayatın ma’rûf ve mu’ayyen olan kavânînine istinâden; yoksa hevâ ve hevese, nüfûsun nizâm-ı kâ’inâtı bozmak, herc ü merc etmek arzûsundan ileri gelen ilkā’âtına teba’iyetle söylemiyorlar. Zâten akvâm-ı sâlifeden bir kısmı –ki ileride onlar hakkında da bir nebze ma’lûmât vereceğiz– da kendi akıllarına uyarak, buna benzer nâhemvâr vâdîlerde pûyân oldular. Fakat bünyân-ı mevcûdiyyetlerini inkılâbât-ı ictimâ’iyyenin en şedîdine, en meş’ûmuna hedef ettiler. Nihâyet ummân-ı 86 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 6 - SAYFA 93 mahve karışarak bu âlemde “Bir varmış, bir yokmuş!” hâtıra-i hazînini bırakıb gittiler. İşte ulemâ-yı ictimâ’iyûn, bu gibi hâdisâtı birer tecrübe-i ibret-fermâ addettikleri için artık felsefe-i hayâliyye arayışına kat’iyen kapılmaz oldular, on dokuzuncu asrın Muhîtü’lUlûm’unda şu sözler görülüyor: “Bu günlerde kadınların menâfi’i nâmına müctemi’an icrâ edilmekde olan hareket, şu tecrübe-i umûmiyyenin, cerhi nâkābil bir sûrette doğruluğunu sûret-i kat’iyyede te’- yîd etmekten başka bir netîce vermeyecektir: Bir zamanlar bütün nev’-i insanî, bu gün kadınların bulunduğunu görüp de acımakta olduğumuz hâlden, her cihetle daha müşkil bir hâlet-i ictimâ’iyye içinde, hem de uzun müddet yaşadı. Lâkin kurûn-ı vüstâdan i’tibâren cem’iyet-i beşeriyyeyi teşkîl eden akvâm arasında müterakkî olanları yavaş yavaş muhât oldukları şedâ’idden kendilerini kurtarabilecek kudret peydâ ettiler. Zîrâ ezmine-i sâlifenin îcâbâtından olan bu fesâd-ı ictima’î, ârazî bir hâlet idi. Yani hâkim olanların mahkûmlardan bedenen ve maddeten mümtâz olmalarından ileri gelmiyor idi. (Kadın ile erkek arasındaki fark ise bunun aksidir, yani bu ihtilâf maddî ve bedenîdir). Kadının erkeğe karşı olan inkıyâdına, mahkûmiyetine gelince, bunun için bir hâtime olmamak zarûrîdir. Şu kadar ki, bu hâl de yavaş yavaş ta’dîlâta mazhar olarak ileride tekemmül-i ahlâkî-yi umumî ile kābil-i te’lîf olabilecek bir şekle girecekdir. Evet, bu mahkûmiyet, doğrudan doğruya kadınlardaki inhitât-ı tabî’îye müsteniddir ki, bunun da hiç bir vechile telâfîsi kābil değildir. Fıtrî olan bu noksan, bu inhitât ise, ilmü’l-hayât erbâbının icrâ eylediği tecârib-i tatbîkıyye ile, her günkü müşâhedât-ı ictimâ’iyye ile sâbittir. İşte bu ilim bize teşrîhî ve fizyolojî bir sûretde gösteriyor’ki umûm silsile-i hayvânâtda dişiler, husûsiyle kadınlar, terkîbât-ı bedeniyye i’tibâriyle hâlet-i tufûliyyetde bulundukları için, mukābillerinde bulunan terkîb-i uzvînin (erkeklerin) fıtraten mâdûnundadırlar.” Hukūk-ı nisvânı müdâfa’a ile iştihâr eden Madam Hir Gor, iştirâkiyûndan feylesof-ı şehîr Proton’a bu mes’ele hakkındaki re’yini bildirmesi için bir mektûb gönderiyor. O da verdiği cevâbda kadınların hürriyyet-i mutlakaya mazhar olmaları maksadiyle benât-ı cinsleri tarafından ibzâl edilen mesâ’îyi “cinslerine savlet etmiş olan bir hastalığın mevcûdiyetini gösterir bir hevesten başka bir şey değildir..” diyor. Daha sonra “Bu hastalık da kadınların kendi işlerini başlı başına idâre edebilecek isti’dâdda bulunmadıklarına bürhândır.” sözlerini ilâveten söylüyor. Müdde’âsını da senedât-ı ilmiyye ile şu tarzda isbât ediyor: “Erkek ile kadın arasındaki fark-ı cinsî, bunları enva’-ı hayvânâtın ecnâsı arasındaki farka benzer (müsâvî diyemem) bir sûrette ayırmaktadır. İşte bu farktan dolayı kadın ile erkek için bir olmak mümkün değildir. Ma’a-mâfîh bundan başka bir şey olamazlar da diyemem. Binâ’en-aleyh meselâ bir kadının bir memlekete nisbet edilmesi için evveâ zevcinin kocasının oraya mensûbiyeti lâzımdır. İmparatorun karısına imparatoriçe denildiği gibi.. Bununla beraber şu sözlerin mecmû’undan kadın için bu âlem hayâtında îfâ edecek bir hareket, bir vazîfe olmadığı da istid’lâl edilemez. “Hülâsa ben müşâhedât ile, berâhîn ile isbâta hazırım ki: Kuvvetçe erkeğin dûnunda bulunan kadın âlem-i sınâ’atte, felsefede, ahlâkiyatta da onun ma’dûnundadır. Eğer kadının hey’et-i ictimâ’iyye arasındaki hâli, öyle senin istediğin gibi, erkeklerin hâli tarzında devâm edecek olursa artık bî-çârenin işi bitmiş demektir. Çünkü bu gidişle esîr olur, memlûk olur.” Vâ esefâ! Kadınlar için hürriyyet-i mutlaka istihsâline çalışan erbâb-ı ikdâmın bu yoldaki mesâ’î-i merhamet-kârâneleri, sonunda o bîçârelerin aleyhine olarak bu gibi kat’iyyü’l-müfâd ahkâm-ı ilmiyye sudûrunu mu intâc ediyor? Heyhât! Zavallıların olanca gayretleri, bütün o vehm ü hayâl mahsûlü olan iddi’âları, hüccetleri; tabî’atın, ilmin önünde zerrece mukāvemet edemiyor da, o kadar uğraşmaları ulemâ-yı âlemi kendi aleyhlerine kaldırmaktan, bîçâre kadını da halkın elinde bazîçe, ağzında dâsitân etmekden başka bir netîce vermiyor! Biri çıkıyor, kadınlar hâl-i tufûliyettedir, diyor; öbürü geliyor, lâyıkiyle terbiye görmemiş olduklarını söylüyor; daha öbürü zuhûr ediyor, kadınlara hüsn-i mu’âmeleye dînen me’mûr olan bizi, biz ma’şer-i müslimîni cidden müte’ellim edecek diğer bir takım sözlerde bulunuyor. Bîçârelerin nâmına serd olunan bu vâhî müdâfa’at o cins-i rakīk için ne kadar muzır oluyor! Hakīkatte ta’arruz demek olan bu gibi himâyelerden onlar ne kadar müstağnî idiler! el-Mer’etü’l-Cedîde mü’ellifi Avrupa’da, Amerika’da hürriyyet-i nisvânın terakkīsine sâ’î bir kuvvet, bir hareket bulunduğuna zâhib olarak diyor ki: “İşte bu sebebden Avrupa ve Amerika’daki muhibbân-ı terâkkī, hâl-i nisvânı bir kat daha tehzîb ederek, onları bu gün bulundukları seviye-i kemâlin fevkine îsâl için uğraşıyorlar. Bu zevât kadınları erkeklerin derecesine getirerek bütün hukūk-ı beşeriyyede onlarla müsâvî edinceye kadar bezl-i mechûd etmeye kat’iyyen azm etmişlerdir. Ma’a-mâfîh ben yine garbde, hem de efrâdı az olmayan bir cem’iyetin el-ân kadın ile erkek arasındaki müsâvâtın sıhhati hakkında münâkaşadan geri durmadığını da inkâr etmem. İşte şimdi orada birbirine mu’ârız iki fırka var ki biri [93] nisvân-ı garbın nâ’il olduğu hürriyeti, hukūku kâfî görüyor; diğeri ise daha ilerisini istiyor: İki cins arasında hiç fark kalmasın, diyor.” Biz de diyoruz ki: Tahrîrü’l-Mer’e mü’ellifi şu iki fırka taraftarlarının sözlerini serd etmeli ki her birisinin ehemmiyet-i hakīkiyyesini anlayalım, hangisinin daha kavî, daha çok peyreve mâlik olduğunu bilelim. Yoksa bu nazariyenin kabûlüne bizim için mesâğ olamaz. Öyle ya, biz mütâla’alarını kısmen naklettiğimiz, sırası geldikçe edeceğimiz mevsûkü’l-kelîm ulemâ arasında bir kişi bile göremiyoruz ki hürriyetin yalnız sathî nazarları aldatan bu dışı yaldızlı kısmına dîde-i istihsân ile baksın. Zîrâ herkesçe bilinen hakāyıktandır ki bize ecnebî olan akvâmın mâhiyetlerini anlamak için yegâne tarîk, onların e’âzım-ı ulemâsının sözlerini delîl ittihâz etmekdir. Binâ’enaleyh biz bu usûlü nazar-ı im’ândan ayırmadık. Onların Muhîtü’l-Ulum’larında, Auguste Comte, Proton, Jules Simon gibi daha bir çok rü’esâ-yı felâsifenin mü’ellefâtında bu bahse müte’allik mevâddı ityân ettik. CİLD 1 – ADED 6 - SAYFA 94 SIRÂTIMÜSTAKĪM 87 Yok eğer garbde yetişen her muharririn sözüne vakf-ı efkâr edecek olursak, o zaman her türlü safsatayı kabûle âmâde bulunmalıyız. Zîrâ hürriyet-i kalemiyye bunlara her şeyi söyleyebilmek salâhiyetini ma’a-ziyâde bahşettiği için, iş o dereceye varmışdır ki bugün içlerinde, beşeriyetin, emrâzı sâriyeden selâmeti uğrunda, ne kadar hastalıklı adam varsa öldürülmesini tavsiye edenler bile bulunuyor! Yazık ki böyle dar, müşkil bir zamandayız; lâyık mıdır ki ulûm-ı sahîhanın mukarrerât-ı sâbitesini iğmâz ile geçiştirelim, asr-ı hâzırda ukalâ-yı garbın re’îsi bulunan bir zâtın sözlerini dinlemeyelim de kendi memleketlerindeki ashâb-ı akl u hikmet tarafından bile âlemi fesâda vermekle, erkekle kadın arasında bir karışıklık ihdâsına çalışmakla mahkûm edilmiş bir alay süfehâ-yı muharrirînin ilkā’âtına kapılalım, kendimizi bile bile onların dâm-ı iğfalâtına düşürelim? Tahrîrü’l-Mer’e mü’ellifi “Şimdi garbde birbirine mu’ârız iki fırka var” diyor. Biz de deriz ki: Evet doğrudur. Biri ulemânın esrâr-ı tabî’at ve hilkati bâsıra-i im’ân ile tedkīk eden tâ’ife-i güzîni, diğeri ise hevâ vü hevesine mahkûm bir takım hayâl-perdezân gürûhu.. Ma’a-mâfîh bu ikinci gürûh, günün birinde şu’ûn-ı âlemin hangisinde olursa olsun birinci tâ’ifeye gâlib gelmiş de olsa, şu hâl medeniyetin bu şekl-i ma’lûlünde hiç şâyân-ı istiğrâb değildir. (Afv edersiniz bu ta’bîri, ictimâ’î-i şehîr Giyom Ferrer’i taklîden kullanıyorum) Zîrâ bunların içinde öyleleri var ki edyânın, hükûmâtın mahvına yürüyor, öyleleri var ki, bütün şehevât-ı hayvâniyyenin ibâhesini tervîc ediyor; elhâsıl öyleleri var ki bütün şe’âir-i insâniyyeyi, me’âlim-i medeniyyeyi temelinden yıkmak gibi gûnâ-gûn hayâlât-ı muhribâne ile uğraşıyor! Yâ ma’şere’l-şarkiyyîn! Bütün şu’ûnumuzda, bütün tasarrufât-ı ictimâ’iyyemizde bu gibi erbâb-ı ifrâtın hevesâtına arz-ı inkıyâd etmek bizim için mütehattim bir kazâ-yı âsumânî midir? İlmin, hissin, aklın, bütün ulemâ-yı beşerin, ukalâ-yı âlemin kalkarak şerî’at-ı İslâmiyyenin gâyet mûcez bir nas ile îzâh eylediği me’âl-i hikmeti te’yîd etmekte olduklarını görmemiz bize yetişmez mi ki, artık bâsıra-i intibâhımızı açalım da o şerî’at-ı mutahharanın mukaddes ta’lîmâtına iktidâ ederek indallah, inde’n-nâs mat’ûn olmakdan kendimizi kurtaralım? Mehmed Âkif