Selahaddin
Eyyübi,Haçlıların Müslümanların ticaret kervanlarına saldırması ve
huzuru bozması üzerine,Haçlılar üzerine sefer başlatmıştır.
Hittin
Muharebesi'nde Haçlıları büyük bir bozguna uğratmış ve 1187 tarihinde
Kudüs şehri bir Miraç kandilinde tekrar Müslümanların eline geçmiştir.
Selahaddin
Eyyübi şehri aldıktan sonra şehirde bulunan Haçlılara ve özellikle de
kadınlara,çocuklara ve din adamlarına çok iyi davranmıştır.Onlara her
türlü kolaylığı göstermiş,hatta birçoklarını fidye almadan gidecekleri
yere göndermiştir.Gayr-i müslimlere Hz. Ömer zamanından beri verilegelen
hakları aynen verdiği gibi eskiden sürülmüş bir kısım Yahudilerin geri
dönmesine de izin vermiştir.
Hazret-i Ömer bir gün hutbe irâd ederken: “Şâyed benim bir eğriliğim görülürse düzeltilsin...” demiş idi. Sâmi’înden biri kalkıp; “Senin eğriliğin görür isek kılıç ile düzeltiriz...” demesiyle; Hazret-i Ömer: “Şükür Allah’a ki bu ümmetde Ömer’in eğriliğini kılıcıyla düzeltecek kimseler yarattı!..” diye senâ-hân oldu. Nakl olunur ki mulûk-i Emeviyye’den Abdülmelik oğlu Müslime kibâr-ı tâbi’înden Ebû Hâzım hazretlerine: “Siz bize 1
ülil emri minküm
nazm-ı celîli hükmünce itâ’at ile me’mûr değil misiniz?..” dedi. Ebû Hâzım hazretleri; “Evet, fakat Hakk’a muhâlefet ettiğiniz zaman 2 sizden ile şerîfi i-emr) فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِْ) hilye-i mutâ’iyyet nez’ olunmuştur, değil mi?..” diye cevâb verdi. Bu hakk-ı mukāvemet ve usûl-i murâkabe-i ümmet sâyesinde idi ki Devlet-i Muhammediyye ikāb-ı satvet ve azametinin iki cenâhını şark u garb-ı âleme yaydı. Kuteybe ve Mûsâ bin Nasîr ve Abdurrahman ve Ukbe gibi kahramanların dest-bürd-i gayretleriyle takrîben bir asır içinde hudûd-ı dârü’l-İslâm kâmilen Afrika sevâhili ile Avrupa’nın cenûb-ı garbîsine ve Asya’nın hemen bütün memâlik-i ma’- mûresine yayılarak âlemin iki ucuna dayandı. Çin’den tâ Fransa içinden geçen Loire nehrine kadar rub’-ı meskûnu ihâta etti. Bu feth olunan yerler Romalıların sekiz yüz sene zarfında kabza-i teshîre aldıkları memâlik ve büldândan aded ve vüs’atçe pek çok ziyâde idi. Müslümanlar feth ettikleri yerlerde câzibe-i fazîlet ve adl ü hakkāniyetleri ile kulûb-i nâsı celb ediyor ve nâs kendilerine an-samîmi’l-kalb muhibb ü mutî’ tebe’a ve hattâ asker ve leşker oluyorlar idi.
Hazret-i Ömer Efendimiz birgün sabah namazını kılarken, o hâin zehirli bir kılıcla arkasından saldırdı. Hazret-i Ömer Fâruk bir iki gün kadar yaşadı, sonra vefât etti. O esnâda kibâr-ı ümmet huzûr-ı Ömer’e geldiler. Sordular: – Ey Emire’l-mü’minîn! Ey Halîfe-i zîşân!. Artık hayâtdan ümîdini kestin. Her işi şûrâya bıraktın. Ayrıca tavsiyen yok mu? Sahîh-i Buharî’de musarrahdır bu. – Size en birinci tavsiyem, dedi, Allah’ın zimmetine, Resûl’ün zimmetine, yani şerî’atimizin verdiği ahde sığınan gayr-i müslim tebe’ayı hoş tutun. Onlara karşı kalbinizde bir hiyânet, bir garaz beslemeyin.Dikkat ediyor musunuz? Nasıl bir zamanda bu tavsiyeyi ediyor? Kendisini şehîd eden bir gayr-i müslim. Öyle iken onlara adâvet beslemiyor. Hamd ediyordu Allah’a, ki bir müslim üzerinde kanı kalmadı. – En birinci teşekkürüm Allah’a budur. Ya bir serkeşlik ederek bir müslüman kanıma girseydi. O da yanacaktı. Bu ise zâten müslüman değil..
nazm-ı celîli hükmünce itâ’at ile me’mûr değil misiniz?..” dedi. Ebû Hâzım hazretleri; “Evet, fakat Hakk’a muhâlefet ettiğiniz zaman 2 sizden ile şerîfi i-emr) فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِْ) hilye-i mutâ’iyyet nez’ olunmuştur, değil mi?..” diye cevâb verdi. Bu hakk-ı mukāvemet ve usûl-i murâkabe-i ümmet sâyesinde idi ki Devlet-i Muhammediyye ikāb-ı satvet ve azametinin iki cenâhını şark u garb-ı âleme yaydı. Kuteybe ve Mûsâ bin Nasîr ve Abdurrahman ve Ukbe gibi kahramanların dest-bürd-i gayretleriyle takrîben bir asır içinde hudûd-ı dârü’l-İslâm kâmilen Afrika sevâhili ile Avrupa’nın cenûb-ı garbîsine ve Asya’nın hemen bütün memâlik-i ma’- mûresine yayılarak âlemin iki ucuna dayandı. Çin’den tâ Fransa içinden geçen Loire nehrine kadar rub’-ı meskûnu ihâta etti. Bu feth olunan yerler Romalıların sekiz yüz sene zarfında kabza-i teshîre aldıkları memâlik ve büldândan aded ve vüs’atçe pek çok ziyâde idi. Müslümanlar feth ettikleri yerlerde câzibe-i fazîlet ve adl ü hakkāniyetleri ile kulûb-i nâsı celb ediyor ve nâs kendilerine an-samîmi’l-kalb muhibb ü mutî’ tebe’a ve hattâ asker ve leşker oluyorlar idi.
Hazret-i Ömer Efendimiz birgün sabah namazını kılarken, o hâin zehirli bir kılıcla arkasından saldırdı. Hazret-i Ömer Fâruk bir iki gün kadar yaşadı, sonra vefât etti. O esnâda kibâr-ı ümmet huzûr-ı Ömer’e geldiler. Sordular: – Ey Emire’l-mü’minîn! Ey Halîfe-i zîşân!. Artık hayâtdan ümîdini kestin. Her işi şûrâya bıraktın. Ayrıca tavsiyen yok mu? Sahîh-i Buharî’de musarrahdır bu. – Size en birinci tavsiyem, dedi, Allah’ın zimmetine, Resûl’ün zimmetine, yani şerî’atimizin verdiği ahde sığınan gayr-i müslim tebe’ayı hoş tutun. Onlara karşı kalbinizde bir hiyânet, bir garaz beslemeyin.Dikkat ediyor musunuz? Nasıl bir zamanda bu tavsiyeyi ediyor? Kendisini şehîd eden bir gayr-i müslim. Öyle iken onlara adâvet beslemiyor. Hamd ediyordu Allah’a, ki bir müslim üzerinde kanı kalmadı. – En birinci teşekkürüm Allah’a budur. Ya bir serkeşlik ederek bir müslüman kanıma girseydi. O da yanacaktı. Bu ise zâten müslüman değil..