16 Ekim 2014 Perşembe

MÜSLÜMAN KADINI Lâkin garblı bilir ki, memleketinde ekseriyeti teşkîl etmiş birçok kadınlar var. Bunların ufak ufak çocukları bulunur ki, kendileri kemâl-i fakr u sefâletten artık bu hayât-ı merâretalûde makber-i muzlimi tercîh edecek bir hâl-i hazîne gelmişler, içlerinden birçoğu açlıktan intihâr ediyorlar. İşte mü’ellifin yukarıdaki sözüne benzer bir söz o garblının kulağına gittiği zaman, derhal kalbinde yer eder. Kadınların o sûretle ta’lîm edilmelerini, yetiştirilmelerini ister. Fakat her yüzden olan hubûtuna, inhitâtına rağmen şimdiye kadar henüz bu devr-i sefîl-i hüzn-engîzi görmemiş olan şarklıya gelince, o, rûh-ı ulvî-yi İslâmiyyet’ten kendinde kalmış olan bakiyyenin sevkiyle böyle bir sözü şiddetle reddeder, inkâr eder de ister ki erkekler bu zavallı kadınların ibtilâlarını, elemlerini ta’dîl edecek başka bir devâ bulsunlar. Nâsın bir kısmı bizim bütün şu’ûnumuzda Avrupa’nın isrine tâbi olduğumuzu, onların ardı sıra gittiğimizi zannediyorlar da ileriye doğru yol almamız için bu tarzı ta’kîb etmemizi muvâfık buluyorlar. Lâkin ben derim ki, onlar başka bir yoldan gidiyorlar biz ise diğer bir tarîk tutmuşuz. Kezâlik biz mü’essirât-ı ictimâ’iyyemiz, usûl-i hayatiye-i İslâmiyyemiz îcâbınca –ki te’sîr-i fütûhât ile helâk olan akvâm-ı sâirenin hilâfına olarak şimdiye kadar bizi, milel-i mevcûdeden velev hangi birinin cismine temessül ederek mahvolmakdan himâye etmişdir– garblılar gibi olamayız. Meğer ki onların ecsâmına temessül edelim de o küllden bir cüz’ teşkîl edelim. Bu âkibetin ise muhâl-ender-muhâl olduğunu görüyorum. Zîrâ İslâmiyet’in o kavî, o mü’eyyed olan rûhu bize öyle bir metânet vermiştir ki, bizi ezse ezse ancak o ezer yoksa başkası ezemez. Bu bâbda size bir mîsâl getirelim: Tahsîl için Avrupa’ya gidenlerin bir kısmını görüyorsunuz ki orada okumuşlar, o medeniyet-i maddiyyenin nazar-firîb olan zevâhiri, bunların uyûn-ı fikr ü basîretlerini meshûr etmiş, cemâl-i zâhirîsi hayâllerinde tecessüm etmiş, yerleşmiş de artık meskende, libasda, kelâmda, selâmda, elhâsıl herşeyde hep o medeniyetin ehlini taklîd ediyorlar. Hattâ muktedir olsalar sûretlerini de değiştirecekler. Evet bir kere şunların hâline bakınız sonra nasıl bulduğunuzu, kendilerini hangi kavme nisbet edebileceğinizi bana söyleyiniz. Bunlar şarklı mıdırlar? Asla! Çünkü bunlar şarka da, şarklılara da sövüyorlar, ahalîsinin bütün âdâtını takbîh ediyor, bizde tedennîden, ric’at-i kahkâri âsârından başka birşey görmüyorlar, memleketimizin hangi tarafına baksalar memdûd oflar çekiyorlar, nerede dursalar izhâr-ı tehassürden geri kalmıyorlar. Lâkin acaba bunlar garblı mıdırlar? Aslâ! Zîrâ çehreleri bu zannın hilâfına şehâdet ediyor. Vâkı’â söze gelince garblı olduklarını zannediyorlar, fakat ef’âl-ı hakīkiyyeleri da’vâlarını bilfi’l reddediyor. Çünkü bu yâdigârlarda cehd ü himmetden, benî nev’ine karşı celb-i menfa’at yâhûd def’-i mazarrat edecek hiçbir azm-i fa’âlâneden eser görülmüyor. Acaba bu nedir? Şundan ki, bu adamlar garblıları taklîd etmek istediler, fakat gördüler ki arzularının husûlüne tabî’atleri en büyük bir mâni’ imiş, sonra eski hâllerine ric’at etmek istediler. Lâkin taklîdât-ı zâhiriyye, kendilerinde bir i’tiyâd, bir meleke şeklini aldığı için buna da muvaffak olamadılar. Binâ’en-aleyh erbâb-ı ibtisârın nazar-ı ibreti önünde, vakfe-gîr-i ye’s olup kaldılar. Bunlar bil-farz Bulgar, Sırp gençlerine benzemezler. Çünkü berikilerden biri hayât-ı tahsîlini Paris’de, yâhûd Londra’da, yâhûd Berlin’de geçirse, bilâhare vatanına döndüğü zaman ebnâ-yı kavmi indinde fikrinden istifâde edilir, re’yine mürâca’at ve i’timâd olunur bir adam olur. Vatandaşlarının ümîdgâhı, kıbletü’l-âmâli kesilir. Ma’a-mâfih o da meydana koyduğu celâ’il-i âsâr ile, me’âlî-i azm ü himmet ile bu şerefe kesb-i istihkāk eder. Zîrâ bu akvâm ile garblılar arasında mü’essirât-ı hayâtiyye i’tibâriyle bir müşâbehet vardır. Evet bu bir hakīkatdir ki, kāri’în-i kirâm biraz ta’mîk-i nazar edecek olurlarsa mahsûsât derecesinde görürler. Zâten Avrupa’da tahsîl eden Mısırlı gençlerimizden çoğunun bir işe yaramadıklarını da ancak bununla îzâh edebiliriz. Şimdi bir mu’teriz çıkıp diyebilir ki: Bu iddi’â nasıl kabûl olunur? Zîrâ içimizde, Avrupa’da tahsîl etmiş öyle gençler bulunuyor ki –adeden çok olmamakla beraber– ahlâkda, uluvv-i azm ü himmetde bugün nev-resîdegânın muktezâsıdırlar. Cevâben deriz ki: Biz bu sözü inkâr edenlerden değiliz. Zâten bu i’tirâz bizim da’vâmızı cerh etmez, bilâkis te’yîd eder. Yalnız mu’terizimizden recâ ederiz ki bu zümreye dâhil bulunan gençlerin kimler olduğunu lâyıkıyle tahkīk etsinler. Evet, bunlar öyle gençlerdir ki, Avrupadaki tahsîlleri âdât ve akā’id-i milliyelerine karşı olan râbıtalarını, ebnâ-yı milletleri hakkındaki şefkatlerini bir kat daha artırmış, Avrupa’dan yalnız ulûm ve fünûnu almışlar, mesâvîsini, şân-ı insâniyyete yakışmayan şeylerini bırakmışlar. Bir de garbde ikāmetleri şu hakīkati kendilerine lâyıkiyle öğretmiş ki sırf maddî olan medeniyyet-i hâzıranın te’allük ve münâsebeti ancak cismin sa’âdetine münhasırdır, cihet-i ruhâniyyesi nâkısdır.. Hâlbuki beşerin ezelden beri şeydâ-yı iştiyâkı olduğu sa’âdet-i kâmile ve medeniyet-i fâzılanın gâye-i matlûbu asıl ikinci cihetden ibâretdir. İşte bu hakīkati iyice öğrendikleri için memleketlerine avdet edince garblılarla yalnız garbın maddî olan fünûn ve ma’ârifinde müsâbakayı kendilerine hatt-ı hareket ittihâz ettiler. Fazla olarak buna bir de –bu gibi ulûmu hem tervîc hem de rûhun pâye-i bülend-i kemâle 148 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 10 - SAYFA 157 te’âlîsine medâr ittihâz eden– diyânet-i İslâmiyyenin rûhâniyetini de ilâve eylediler. Bu zümreden olup memleketimizde bulunan gençleri Mısırlılar tanırlar ve inkâr etmezler. Hârice gelince misâl olarak bilâd-ı Hind’i getirebiliriz. Oradaki müslümanların gençlerinden bir kısmı birçok senelerini Londra’nın en büyük darülfünûnlarında geçirdikten sonra memleketlerine dönüyorlar. Bir hâlde ki, [157] dine i’tisâm; fezâ’il-i İslâmiyyeye vukūf; neşr-i diyânete olan şevk i’tibâriyle öte tarafta memleketinden dışarı çıkmamış, şu’ûn-ı hayâtiyyenin hangisine dâir olursa olsun mütemeddinlerle müsâhabede bulunmamış olanlardan daha ileride bulunuyorlar. Yukarıda, bu müşâhede bizim müdde’âmızı te’yîd eder, demiştik, izâh edelim: Evet bu gençler Avrupa’da tahsîl etmekle şarklılıklarından birşey kaybetmediler, belki ferâ’iz-i dîniyyelerinden iki mühim farzı edâ etmiş oldular: Birincisi taleb-i ilim için memâlik-i ba’îdeye kadar gitmeleri 1 اطلبوا ) 2), العلم ولو بالصين (...ضْرَالأ ىِف واُيرِسْ لُق (İkincisi bilâd-ı ecnebiyyede seyâhat ederek akvâm-ı sâ’irenin ahvâlinden ibret almalarıdır. 3 (أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الأَرْضِ...) Biz yine kadın mes’elesine avdet edelim de sözü nerede bırakmış isek oradan ileri doğru gidelim. Evet bir şarklı, şarklı olduğu günden beri karısını, kızını konuya komşuya gitmek gibi âdi ziyaretlerden bile menetmek ister (Bu hareketteki ifrât ise pek âşikârdır) ve bu âdeti olanca kuvvetiyle müdâfa’aya çalışırsa, artık biz nasıl olur da o adamdan kızını bir fabrikada işçi, yâhûd bir ticaretgâhda satıcı olabilmek üzere terbiye etmesini bekleyebiliriz? Bir şarklı, karısının, kızının seslerini erkeğe duyurmaktan zecr eder durursa artık biz ne yapar da bu kızını alâ melei’r-ricâl beyân-ı re’y edecek bir siyasî, yâhûd bir cemâ’at-i kübrâ huzûrunda kürsî-i hitâbete çıkarak nutuklar verecek bir hatîb olmak üzere yetiştirmesi için o adamı iknâya muvaffak oluruz? Bu mes’eleye dâir şarklılarda rüsûh bulan efkârda bir tebeddül isti’dâdı görebilmek için ne kadar zaman daha geçirmemiz îcâb eder? Hâlbuki bu efkâr ve âdât ashâbının yüz seneden beri Avrupalılarla etmekte oldukları ihtilât, o âdâtın istikrârını artırmaktan başka bir te’sîr hâsıl etmedi. Yok eğer bizim felâhımız bu mes’eleye, bu kadın meselesine merbûtdur; bu ukde o sûretle halledilmedikçe bizde bu girdâb-ı amîkten kurtulup çıkamayız, tarzında hükmediyorsanız, Allah göstermesin, biz bu mes’elede garb ile hemhâl olmadan evvel mahvoluruz, demekliğime müsâ’ade etmelisiniz. Lâkin bu kadar ye’s neden îcâb ediyor? Mâdem ki kadınların erkek işleriyle uğraşmalarının mühlik bir maraz-ı ictimâ’î olduğunda cümlemiz müttefikiz, niçin müslümanların buna karşı gösterdikleri nefretden istifâde etmeyelim de ta’- mîm ve tevsî’inden ise izâlesine çalışmayalım? Mâdem ki ümmetlerin mahv ü izmihlâli için kavânîn-i kevne isyândan başka bir sebeb yokdur, mâdem ki kadının a’mâl-i hâriciyyede erkekle iştirâki de fıtrata karşı bir isyândır, mâdem ki 1 Suyûtî, Câmi’u’s-Sağîr 2831. 2 En’âm, 6/11. 3 Yûsuf, 12/109. kānûn-ı lâ-yetegayyer-i terakkî müstakbelde, evvelce hükmünü tanımayanları bir azâb-ı elîme mahkûm ettikden sonra, herşeyi vaz’-ı tabî’îsine ircâ edecekdir, neden işe evvelden başlayarak umûrumuzu, şu’ûnumuzu nizâm-ı ezelî-i kevne en karîb olan tarîklerle ıslâha sa’y etmeyelim? Niçin o azâb-ı hevl-engîze teslîm-i nefs edelim? Sekizinci Fasıl Kadın Erkekten Kaçmalı mı? Biz kadın için bu âlemde istihsâli îcâb eden ulvî bir kemâlin mevcûdiyetini izâh ettik; kadının erkek işleriyle uğraşması, ma’îşetini bizzât araması, kendisini o gâye-i kemâlden uzak düşürdükten başka, bâdî-i sa’âdeti olan bütün hasâ’is-i cinsiyyesini de ibtâl edeceğini, onun derekât-ı inhitâtın en vâpesînine indireceğini tecrübeye müstenid delâ’il-i ilmiyye ile isbât eyledik. Sonra kadın için çalışıp çabalayıp kendisini besleyecek, havâ’icini tesviye edecek bir erkeğin zımân-ı himâyeti altına girerek vazîfesi yalnız çocuğunu büyütmekten ibâret kalmak îcâb edeceğine berâhîn-i nâtıka-i hissiyye getirdik. İşte biz yukarıdaki fasıllarımızda bunları temhîd eyledikten sonra dedik ki: Kadının erkek üzerinde olan bu kadar hukūkuna mukābil, erkeğin de kadın üzerinde bir hakk-ı mühimmi olmak lâzımdır. Bu hak ise kadın tarafından erkeğin riyâseti i’tirâf olunmaktan ibârettir. Zîrâ erkeği bu kadar ağır vezâ’if ile mükellef tuttuktan sonra mukābilinde bu vezâ’ifin netîce-i lâzimesi olan hakk-ı tabî’îsini vermemek, nizâm ile oynamak demektir. Daha doğrusu erkeğin kadın üzerindeki bu hakkını beyâna bile hâcet yokdur, çünkü fıtrîdir, tabî’îdir. Onu, kadın, kimse ihtâr etmeden hisseder, erkek ise bir ilm-i zarûrî ile bilir. Binâ’en-aleyh kadının tesettürü, adem-i tesettürü doğrudan doğruya erkeğe âid bir mes’eledir. Erkek isterse karısının yüzünü örter, isterse açar. Çünkü bu kadar tekâlîf-i şâkkanın kâffesini erkeğin boynuna yükleyip de sonra karısının üzerinde olan hakkını kendinden nez’e kalkışmak abes-i mahzdır. Bu, bir kere bütün ef’âli efrâd arasındaki hukūk-ı mütekâbile üzerine mü’esses olan âlem-i insâniyyette tahakkuku mümkün olamayacak mâ-lâ-yutâk bir teklîf oldukdan başka, erkeğin kadın üzerindeki hakkına i’tirâza kalkışan adam hakīkatte tabî’ata, nefs-i fıtrata i’tirâz etmiş olur ki, böyle nâ-becâ bir i’tirâz, bilinmeyerek nâs arasında şayî’ olsa bile payidâr olamaz, çok geçmeden riyâh ile hem-cereyân olur gider. Zâten eğer insan birşeyin husûlünü temennîden evvel onun ahkâmı fıtrata muvâfık olup olmadığını taharrî ile mecbûl olaydı lügatlarımızdan (muhâl) kelimesinin tayyı îcâb ederdi. Zîrâ bu kelime de nizâm-ı tabî’ata mugâyirdir. Kadının mestûriyet ve adem-i mestûriyyeti mes’elesinin doğrudan doğruya erkeğin hukūkundan olduğunu nâtık berâhîn-i mahsûseden biri de şudur ki, serbestî-i nisvân taraftarları, fikirlerini dermeyân ettikleri, metâliblerini ileri sürdükleri zaman hitâblarını erkeğe tevcîh etmekde, ona hasreylemektedirler. el-Mer’etü’l-Cedîde mü’ellifi, kitabında diyor ki: CİLD 1 – ADED 10 - SAYFA 158 SIRÂTIMÜSTAKĪM 149 “Biz bunları erbâb-ı ilim için, husûsiyle müstakbeldeki âmâlimizin [158] penâhı, emânetgâhı olan yeni fikirli gençlerimiz için yazıyoruz. Zîrâ o gençlerdir ki iktisâb etmekte oldukları terbiye-i sahîha-i ilmiyye sâyesinde kadın mes’elesini müstahak olduğu makām-ı bahs ü tedkīke getireceklerdir.” Artık kadınların bütün umûru erkeklerin elinde olarak onları istedikleri sûretde çevirmekte, şu’ûn-ı hayâtiyyeleri üzerinde bildikleri gibi tasarruf etmekde olduklarına bundan daha kat’î bir burhân olabilir mi? Öyle ya, bu cihetden kadınlar, velev cüz’î olsun, bir hakk-ı tabî’îye mâlik bulunmuş olaydılar, nüfûz-ı ricâli üzerlerinden silkip atmaları için doğrudan doğruya kendilerine hitâb olunurdu, daha doğrusu kadınlar bir erkeğin çıkıp da böyle kendilerini müdâfa’aya kalkışmasını hiç beklemezlerdi. Hele ben kadını erkeğe itâ’at dâiresinden hârice çıkarmaya ma’tûf olan her talebi ancak o muharrirlerin metâlibi nev’inden olmak üzere telakkī etmekteyim ki yazarlar, çizerler, mahkûm-i tegallübü oldukları millet-i kaviyyenin gelerek memleketlerini zaptetmesi kendi istiklâllerini, hukūklarını mahvedeceğini delâ’il ile isbât ederler. Eğer akvâm-ı mağlûbe tarafından serdolunan bu gibi delâ’il milel-i gâlibenin şiddetini ta’dîl eder de hakk-ı tabî’îlerini almakdan vazgeçirebilirse serbestî-i nisvân için sütûnlar dolduran muharrirlerin yazıları da belki bir fâ’ideyi intâc edebilir. Ma’a-mâfih bu kıyasda bir kıyas-ı ma’al-fârıkdır. Zîrâ akvâm-ı mağlûbe sa’y ile, mücâhede ile hakk-ı tabî’îlerini istirdât ederek mahkûm bulundukları ümem-i gâlibenin elinden kurtulabilirler. Hâlbuki kadınlarda emr bunun hilâfınadır. Çünkü kadınların kemâl-i cinsîleri, erkeklerin onları beslemelerini, onlara hizmet etmelerini, şedâ’id ile mâ-lâ-mâl olan bu cedelgâh-ı ma’îşetde cenkleşmek belâsından onları kurtarmalarını îcâb eder. Bu kadar hizmet, bu kadar vazîfe ise şüphe yoktur ki erkeğin kadın üzerinde bir hakk-ı himâyesi, hakk-ı nezâreti olmasını iktizâ eder. Bununla beraber ben diyemem ki kadınlar erkeklerin nüfûz ve hâkimiyetinden külliyen âzâde bir istiklâl-i tâmma zâfer-yâb olamazlar. Ancak o zaman erkek, artık kendisini kadına karşı edâsı üzerine mütehattim bir vazîfe ile bittabi’ mükellef göremeyeceği için, varsın kendisini beslesin, diyerek onu kendi hâline bırakıverir? Kadın da a’mâl-i hâriciyyede onunla müzâhameye başlar, tabî’î erkek de ona müzâhim olur. İşte o zaman kadın, bundan binlerce sene evvel olduğu gibi, yâhûd bu gün akvâm-ı vahşiyyede görüldüğü vechile, müstakil olur, lâkin zelîl olur, muhakkar olur. Eğer nisvâna hürriyet-i mutlaka te’mîni için uğraşanların maksadı bî-çâreleri bu uçuruma düşürmek ise biz istemeyiz, bizden uzak olsunlar! Halkın, gûyâ kadınları büyük bir hürriyete nâ’il olmuş zannettiği ümmetlerin hâli azıcık tedkīk edilecek olursa görülür ki, bu hürriyet-i mevhûme doğrudan doğruya erkeğin taht-ı tasarrufundadır. Yani erkekler kadınların evlerinden çıkmamalarını isteseler, berikiler itâ’atden başka birşey yapamazlar. Nasıl ki şimdiye kadar onların her hükmüne inkiyât etmiş ve etmektedirler. Evet, bunlar birtakım hakāyıkdır ki insan lisâniyle inkâr etmek istese kalbi şehâdet eder, yüzü söyler. el-Mer’etü’l-Cedîde mü’ellifi diyor ki:”Mâdem ki kadınların erkeklerle mu’âmelesi, ihtilâtı bâdî-i fesâd oluyor, niçin kadının hürriyeti ayak altına alınıyor da erkeğinki muhterem tutuluyor? Nazar-ı adl kadına, erkeğe nisbetle başka başka mıdır? Yoksa biri kadına, diğeri erkeğe mahsûs olmak üzere ayrı ayrı iki hak mı vardır? Sâhib-i ihtiyâr olan bir adam şer’ ve kānūnun ta’yîn eylediği hudûdun hâricine çıkmamak şartıyla, ihtiyârı üzerinde keyfe-ma-yeşâ’ tasarruf edemez mi?” Biz de deriz ki, bu sözün hiç bir fâ’idesi yokdur. Nitekim akvâm-ı mağlûbe tarafından ref’ olunan şu şikâyetler de o kabîldendir: Mâdem ki meydân-ı hayatta müsâbakaya herkes için mesâğ vardır, neden akvâm-ı mağlûbenin mesâ’îsi ileri gitmiyor da yolu akvâm-ı gâlibeye bırakıyor? Nazar-ı adl; evvelkine, sonrakine nisbetle başka başka mıdır? Yoksa hak, biri ümem-i kaviyyeye, diğeri milel-i za’îfeye mahsûs olmak üzere iki türlü müdür? Herkes hudûd-ı şer’ ve kānûnu tecâvüz etmedikçe kendi ihtiyârı üzerinde istediği gibi tasarrufa selâhiyetdâr değil midir? İşte eğer bu yoldaki hasbihâller âciz milletlere bir fâ’ide verir de onları kuvvetli akvâmın boyunduruğundan kurtarırsa kadınlar için söylenen o gibi sözlerin belki bir yararlığı görülür. Şimdi bakalım bunun neden fâ’idesi olmuyor? Kevnin nizâmâtı, hayât-ı insâniyyenin kavânîni üzerinde icrâ edilen tetebbu’ât ile sâbitdir ki, kuvvetler mütevâzin olmadıkça müsâvât mevcûd olamaz. Evet, bu bir emr-i bedîhîdir ki bunu herkes, gerek kendisinin, gerek ümmetlerin bütün şu’- ûn-ı hayâtiyyesinde görebilir. Öyle ise şimdi bize lâzım olan, müsâvât kelimesini telâffuz etmezden evvel, acaba oradaki kuvvetlerde tevâ’zün var mıdır, yok mudur, bunu aramakdır. Ma’a-mâfîh mu’ârızlarımız ortaya çıkıp da bu kānûnu zulüm ile ithâm edemezler. Zîrâ asıl zulmün koyusu, kuvâ-yı muhtelife ashâbına hukūk-ı mütesâviye vermekdir. Zâten mü’ellifin sözleri kabîlinden ibârâtın bir fâ’ide vermemesi yalnız saydığımız esbâbdan değil, belki hakīkat-i hâle taban tabana zıd olmasındandır. Zîrâ Cenâb-ı Hak, erkek ile kadını ancak şahs-ı vâhid teşkîl etmek üzere yaratmıştır. Erkeğin hadd-i zâtında büyük büyük bir takım nevâkısı vardır ki, onları ancak kadın tamamlar; kezâlik kadında birtakım eksiklikler vardır ki, onları da yalnız erkek ikmâl eder, bir şart ile ki bu nevâkıs-ı mütebâdile cinseyn arasında ittihâd husûle gelince kendi kendisine tekâmül eder ve o zaman tabî’at-i hâl zevc ile zevceden herbirinin öbürüne karşı uhdesine mütehattim vazîfesini kendisine ilhâm eder. Şimdi bir kere bunlar sübût bulduktan sonra artık herbiri diğerine muhtâc olan iki şey arasındaki vech-i müsâvatı ta’yîn için uzun sözün elbette ma’nâsı [159] yokdur. Bu böyle olduğu gibi bu iki şeyden birinin diğerinden istiklâli mes’elesi de benim anlayamadığım ve kat’iyyen anlayamayacağım bir bahisdir. Öyle ya, birleşip şe’y-i vâhid teşkîl etmek üzere yaratılmış iki şeye istiklâl vermek nasıl yakışık alır? Bunlardan herbiri diğerine muhtâc ve kemâl-i cinsîsi onunla kā’im iken aralarında nasıl vech-i müsâvât ta’yîn edilebilir? Benim an- 150 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 10 - SAYFA 160 ladığımın gâyeti şudur ki: Cinseyn arasında müsâvât ve istiklâl husûlüne sa’y edenler, bil-farz suyun iki unsûr-i mükevvini olan müvellidü’l-mâ ile müvellidü’l-humûza arasında istiklâl îcâdına uğraşanların aynıdır. Eğer suyu vücûda getirmek üzere bu iki unsurdan biri için diğerinden müstakil olmak mümkün ise kemâ-kân â’ile teşkîl etmeleriyle beraber erkek ile kadının da birbirinden istiklâli kābil olabilir. Şimdi diyecekler ki: Öyle ise yukarıki fasıllarda nasıl oldu da erkeğin, kadının mevki’lerini tahdîd ettik, bunların arasında ihtilâfât îcâdına çalıştık? Ben de derim ki: Bu husûsda ben ayniyle, müvellidü’l-humûza ile müvellidü’l-mânın havâss-ı kimyeviyyelerinden, sıklet-i izâfiyyelerinden, bulundukları yerden bahseden bir kimyâger gibiyim. Kadın erkekten bedenen daha hafîfdir, dediğim zaman, müvellidü’l-mâ müvellidü’l-humûzadan daha hafîfdir, demiş oluyorum. Kezâlik müvâzene-i hayât kānûnu, cins-i rakīk-i nisvânın sa’âdeti öyle îcâb ediyor ki revâbıt-ı â’iliyyenin teşyîdi için kadınlar hürriyetlerinden bir kısmını, fakat erkeklerin terkedeceğinden daha büyük bir kısmını fedâ etmelidir, dediğim zaman suyu vücûda getirmek için müvellidü’l-mânın kendi hacminden terkedeceği mikdâr, müvellidü’l-humûzanınkinden ziyâde olmalıdır, demiş oluyorum. Şâyân-ı istiğrâbdır ki serbestî-i nisvân tarafdârânı kadın tarafından erkeğe karşı gösterilen huzû’ ve inkıyâdı pek büyük görüyorlar, bu hâli bir esâret addediyorlar da, diğer tarafdan erkeğin karısını infâk için ölesiye çalıştığını hiç düşünmüyorlar. Hâlbuki karısının uğrunda erkeğin çekmekte olduğu şedâ’id-i cismâniyye ve metâ’ib-i ruhâniyye ile, öbürünün berikine karşı izhâr eylediği itâ’ati mukāyese edecek olursak, erkeğin kadına karşı olan esâretini kadınınkinden fazla buluruz. Vâkı’â kadının erkeğe karşı olan huzû’ ve inkıyâdı birçok âlâm ve ekdâra musâbiyetini îcâb etmekde ise de, bu hâl aralarındaki cehl-i mütekābilin neticesidir, başka bir şey değildir. Lâkin terbiye ve tehzîb sâyesinde zevc ile zevcenin herbiri diğerinin nazarında yükselir, o zaman birbirlerine karşı olan vazîfeleri kendiliğinden te’ayyün eder, istiklâl denilen şey zihinlerinden külliyen uzaklaşır. Zîrâ biri diğerini ikmâl etmek üzere yaratılmış olan iki mahlûk arasında bu kelime bî-ma’nâdır. Bu hakāyık tekarrür ettikten, kadın ile erkeğin hiçbirinin diğerine karşı müstakil olamayacağı, belki bunların şey’-i vâhid olduğu sübût bulduktan sonra artık kadının mestûriyeti yâhûd açık gezmesi, hiç olmazsa erkekle kadın arasında müşterek bir hak olur. O halde erkeğin re’yi olmadıkça kadın çarşafını çıkaramaz. Mehmed Âkif HASBİHÂL ANLAŞAMADIK, HÂLÂ DA ANLAŞAMIYORUZ!.. Her şeyde azîm bir inhitât husûle getiren istibdâdın te’- sîrâtından dîn-i mübîn-i İslâm’da âzâde kalamamış, az bir zaman zarfında bu husûsda efkâr-ı umûmiyye pek müteşettit bir hâle gelmişdir. Aynı dîne mensûb iki kişi beyninde bazen o kadar mübâyenet-i i’tikād görülüyor ki te’essüf eylememek mümkün olmuyor. Hâlbuki iki tarafın da gâye-i emeli birdir. İki tarafın da arzûsu sa’âdet-i ebediyyeye mazhariyetdir. Tasavvur olunmaz ki “İnsan” nâm-ı mübeccelini taşıyanlar arasında sa’âdeti bu beş günlük hayât-ı dünyadan ibâret bilecek kimseler bulunabilsin. Herkes vücûdu için bir melce’ tedârikine çalıştığı gibi rûhu için de bir me’vâ ihzârını düşünüyor. Bir putperest bile bu tefekkürden âzâde değildir. Her iki tarafın gâye-i emeli bir iken nasıl oluyor da arada mübâyenet-i i’tikād husûle geliyor? Bunun pek mütenevvi’ esbâbından en mühimmi anlaşılamamazlıkdır. Hiç bir zaman el ele vererek bî-taraf bir fikir, bî-taraf bir muhâkeme ile hakīkat düşünülmemiş, tedkīk edilmemiş, hiç bir zaman ifrât ve tefrîtden kurtulmak nasîb olmamış. Cehâlet ve istibdâd dâima bundan bizi men’ etmiş. Bütün ef’âl ve harekâtımızı akā’id-i dîniyyeden addetmeğe kalkışmışız. İbâdât gibi sırf dinden ma’dûd olan şeylere de bazen yed-i müdâhalemizi uzatmışız. Hattâ bazı ulemâ, te’sîrât-ı siyâsiyye ve esbâb-ı sâire dolayısıyla, buna mümâşât etmişler, arzuya muvâfık hükümler vermişler. Git gide o kadar fürû’âta dalmışız ki esâs kayb olmak derecesine gelmiş. Bütün vesâyâ-yı sıhhiyye, bütün vesâyâ-yı ahlâkiyye evâmir-i dîniyye derecesine çıkarılmış. Hâlbuki bir günâh-ı sıhhî ile bir günâh-ı dînî arasında ne kadar fark-ı azîm vardır! Biri vücûd-ı fânîye, diğeri rûh-i ebedîye müte’allikdir. Din nedir? Dinin esasları nelerdir? O fürû’ât meyânında sıkışıp kalmış. Evâmir ve vesâyâ-yı dîniyyenin derecât-ı kuvveti nazar-ı i’tibâre alınmayarak küçük bir kusûr için tekfîre kadar, dînin hâricine çıkarmağa kadar cesâret edilmiş, anlaşamadık, hâlâ da anlaşamıyoruz!.. Biz, dini, kitablardan değil, âbâ’ ve ecdâdımızın ef’âl ve harekâtından öğrenmişiz. O sûretle hâsıl olan ma’lûmâtımızı kitab şeklinde neşre de cüret-yâb olmuşuz. Herkes şahsiyyetine, muhîtine teba’iyyetden âzâde kalamamış. Herkes kendinde müctehid derecesinde bir ıttılâ’ görmüş. Fakat söylediklerini mütâla’ât-ı şahsiyyeye binâ’en değil, din nâmına söylemiş, indî bir takım kuyûdât vaz’ etmiş. Bunun neticesi olarak ne fikirler dermeyân edilmiş, ne beyhûde münâkaşalar cereyân etmiş!. Anlaşamadık, hâlâ da anlaşamıyoruz!.. [160] İşte bu kuyûd “İslâmiyet”in enzâr-ı bîgânede îfâsı pek müşkil bir din olmak üzere telâkkîsine sebebiyet verdi. İslâmiyet ki esâsen pek basitdir, İslâmiyet ki tabâyi’-i beşeriyyeye en muvâfık bir dindir, bütün ahkâmı ahrârânedir, bu şekli aldıktan sonra ecânibin, husemâ-yı dînin ta’rîzâtına hedef oldu: – İslâmiyet mâni’-i terakkīdir, bu kuyûd altında terakkī mümkün değildir... sadâları işitilmeğe başladı. İşte böyle tahsîli nâkıs, şahsiyetinin –yani tarz-ı hayât-ı ma’îşetinin– muhîtin, re’s-i kâr-ı hükûmetde bulunanların te’sîr ve nüfûzundan âzâde kalamamış bazı kimseler tarafından bilâ delîl din nâmına söylenmiş bir takım mütâla’ât-ı şahsiyyeyi bazı husemâ-yı dîn ser-rişte-i i’tirâz ittihâz ederek, –din nâmına söylendiği için– şahsın değil, dinin aleyhinde bulunmağa cür’et-yâb olmuşlar ve bu yolda bir çok âsâr-ı CİLD 1 – ADED 10 - SAYFA 160 SIRÂTIMÜSTAKĪM 151 garazkârâne vücûda getirmişlerdir. Hakāyık-ı İslâmiyye ve felsefe-i dîniyyeden bî-haber ezhân-ı şübbân o mugâlatât-ı husemâ ile tereddüdler, tezebzübler içinde kalmış. Diğer tarafdan Avrupa felsefesinin din aleyhinde bir mecrâya dönmesini ulûm-ı garbiyyeye âşinâ bazı şübbân o felsefeyi alelumûm dinler hakkında gibi bir sû-i telâkkīye mücellâ olmuş. Hakīkat söylenememiş, şe’âmet-i istibdâd o i’tirâzâta lâyıkıyla müdâfa’aya mâni’ olmuş, dinsizlik tevessü’e başlamış. Bütün hakā’ik ve âsâr-ı nefîse-i dîniyyenin Arabca yazılmış bulunması ve herkesin bu mübârek lisâna vâkıf olamaması hakīkatin meydâna çıkmamasına bir sebeb-i diğer daha teşkîl etmiş. İşte o esâsdan tebâ’üd, o tevessü’-i fürû’ât, o i’tirâzât-ı husemâ, o müdâfa’aya adem-i müsâ’ade, o efkâr-ı hod-pesendâne, o Avrupa felsefesinin mecrâ-yı cedîdi, o sû-i telakkîler, o vukufsuzluklar ve bütün bunlarla beraber günden güne dûçâr-ı inhitât olan ahlâk-ı milliyye ve tâ hâtime-i Hulefâ-yı Râşidîn devrinden beri sürüklenip gelmekte olan istibdâd fikirleri... İşte bütün bu esbâb İslâmiyet’in ve bütün düvel-i İslâmiyye’nin tenzîl-i kadrine sebebiyet vermiş ve nihâyet: – Gösterin müterakkî bir İslâm hükümeti!.. dedirtecek derecede bir zillete, cevab verilemeyecek bir hâle gelinmişdir. Bir zamanlar bütün siyâset-i cihâna icrâ-yı te’sîr eden hükûmet-i İslâmiyye, bir sıra geldi ki Avrupa halka-i medeniyyetinde bütün akvâm ve milelin dûnunda kaldı, tahkīre hedef oldu. Ne acı hakīkat, ne tahammül-güzâr meskenet! Biz işte ahkâm-ı esâsiyye-i dîniyyeden uzaklaştıkça bu hâle gelmişiz... Yağma-gîrlik ettikçe fakr ü zillete dûçâr olmuşuz... Bînihâyet atâlet-hâneler te’sîs ettikçe terakkīden geri kalmışız... Câhil hatiblerin, medrese görmemiş ahmak vâ’izlerin: – “Dünyayı bırakınız. Yalnız âhiret için çalışınız!..” tarzındaki sözlerine kapılarak inzivâlara çekildikçe, san’atı, çalışmayı terk ettikçe hazîz-i meskenete düşmüşüz... Dünyaya taptıkça menâfi’-i şahsiyye ve dünyeviyyeyi her şeye tercîh ettikçe cihânın kölesi, bütün erbâb-ı sefâhetin esîri olmuşuz... Risâlet-penâh sallâllahu te’âlâ aleyhi ve sellem hazretlerinin “Allah’ın emâneti” diye tavsîf ve hukūklarının muhâfazasını şiddetle emir ve tavsiye buyurduğu teb’a-i gayr-i müslimenin –Rum, Bulgar, Ermeni, Mûsevî ... cümlesinin– hukūkuna tecâvüz ettikçe, tevfîkāt-ı sübhâniyyeden mahrûm kalmışız, hukūkumuzu pâymal etmişiz. Adâlet ve müsâvâttan, ittifâk ve ittihâddan uzaklaştıkça küçülmüşüz.. Yüz binlerce ma’sûmları pây-ı kahrımızda ezdikçe, yüz binlerce mazlûmları çöllerde nâbûd, denizlerde mahv ettikçe, ocakları yıkmaktan, hânümânları söndürmekten lezzet aldıkça, zulüm ve istibdâdımızla bütün kâ’inâtı dilhûn eyledikçe, insanları nâle-künân, melekleri dûçâr-ı figân ettikçe, gözlerimiz önünde cereyân eden bu hûnîn mezâlime karşı âciz ve miskîn durdukça, canlarımızı fedâdan çekindikçe, âşiyân-ı zillet ü meskenetimizden ayrılmaya kıymadıkça, o gürûh-ı zebânîye iltihâkı bir şeref addettikçe, Allah’ın gazâbına, Resûl-i Kerîm’in nefretine, bütün beşeriyetin la’netine giriftâr olduk. Üzerimize çöken bu sehâb-ı zillet bizi eziyorken, koşmakta olduğumuz girdâb-ı helâke koca bir âlem-i İslâmı dahi sürüklüyorken kim bilir hangi bir kulun, hangi bir kalb-i pâkin, kim bilir hangi bir eşk-i ma’sûmun, hangi bir nâle-i mazlûmun hürmetine avn-i ilâhî yetişdi.. Makedonya Balkanlarından on üç asır evvelki nûruyla, bütün o nezâhet, bütün o şa’şa’asıyla şems-i nusret ve hidâyet tulû’ etti. Elhamdülillah! Önümüze açılan bu yolda, bu sırât-ı müstakîm, bu şahrâh-ı hidâyetde kemâl-i ittihâd ve samîmiyetle yürüyelim. İslâmiyet’i, insâniyeti öğrenelim.. Bir zamanda ki bütün sükkân-ı arz mirkāt-ı ma’rifetde yükseliyor, bir zaman ki bütün bilâd ü memâlik tarîk-i tekâmülde ilerliyor, biz de artık bu sitre-i atâletten yakamızı sıyıralım. Bu pûşîde-i siyâh-ı cehl ile muzlimü’l-hayât kalmakdan kurtulalım. Fikrimizi mezleka-i te’annüd ve ta’assubdan çıkaralım. Gözlerimizi bî-nihâyet seneler nasb ettiğimiz o ka’r-i girdâb-ı hod pesendâneden kaldıralım. Sâha-i fünûn ve san’atdaki azamet-nümûn bu kadar bedâyi’i, şehrâh-ı ilm ü ma’rifette kat’ edilen bu kadar mesâfâtı görelim. Hatvelerimizi ona göre atalım. Zîrâ, i’tiraf edelim, pek gerideyiz. Sebeb-i hilkatimizi vazîfe-i hayâtiyyemizi düşünelim. Birbirimizle uğraşmakda fayda yok. Âhiret için çalışanları sofuluk, budalalıkla ithâm, dünya için uğraşanları dinsizlikle tahti’e etmek pek büyük cehâlet!.. Dünya da âhiret de bizim değil mi? Hem hayât-ı fâniyye, hem hayât-ı ebediyyemiz için çalışalım. Şimdiye kadar hep böyle tahti’e ve ithâm ile kendimizi dûçâr-ı tevkîf ü tedennî eyledik. Birbirimizin teşebbüsât-ı hayriyyesine mâni’ olarak bu gayyâ-yı cehâlet ve istibdâdda asırlarca sürüklendik. Artık el ele vererek kemâl-i ittihâd ile yükselmeğe çalışalım. Bu sû-i tefehhümlere nihâyet verelim. Anlaşalım. Zîrâ anlaşamamazlık bizi bu hâle getirdi, yine anlaşılamamazlıkdır ma’âzallah mûcib-i felâketimiz olacak. Bilmem niçin anlaşamadık, hâlâ da anlaşamıyoruz?. H. Eşref Edib
 TEFSÎR-İ ŞERİF –mâba’d– Müte’âkıben şu sehv ü zühûlün âsâr-ı kabîhasından bulunan riyâkarlık ve men’-i mâ’ûn ile tavsîf olunmuşlardır. Mugâyir-i ciddiyyet ve hakīkat ve sırf nümâyiş ve sahtekârlıkdan ibâret riyâ sıfat-ı zemîmesi iki şu’beye ayrılmaktadır. Birincisi riyâ-yı nifâkīdir ki gösteriş yollu namaz kılmak ve halka hayırhâh görünmekdir. İkincisi riyâ-yı âdîdir ki icrâ olunan bir amelin rûhunu, nef’ini, maksad-ı vukū’unu derpîş-i mülâhaza etmeyerek, esrârından bî-haber bulunarak, vezâ’if-i dîniyyede takarrüb-i ilâllah fikrinden dûr olarak mücerred ittibâ’-ı âdet tarîkıyle îkā-ı amelden ibâretdir. İşte ekser-i nâsın namazları ve sâir amelleri bu kabîldendir ki onlar devr-i tufûliyyetleri esnâsında pederlerine, vâlidelerine taklîden muhâkemât-ı suveriyye nev’inden olmak üzere, rûh-i amelden bî-behre olarak bir takım harekât ve sekenâta davrandıkları gibi sinn-i rüşd ü bülûğ ve dâire-i teklîfe duhûllerinden sonra da aynı sûrette tedkīk ve tabassurdan ârî nevi’ nevi’ nümâyişlerde bulunuyorlar. Ef’âl-i sâlifelerine nisbeten zerre kadar bir fark ibrâzına çalışmıyorlar. Binâ’en-aleyh sa’y ü emellerinden bir semere, bir netîce-i hasene kazanamıyorlar. İbâdetlerinde de bir lezzet, bir halâvet hiss ü idrâk edemediklerinden nâşî ya bıkarak, usanarak külliyen terk, yâhûd Ramazan-ı şerîf gibi eyyâm-ı mübârekede arasıra ityân ederler. Şevk ü zevkten ârî olan amellerin netîcesi başka ne olabilir. Ehâdîs-i şerîfede de bunların meslek-i âtılları zemm ü takbîh, encâm-ı kârları vahîm olduğu tasrîh buyurulmuşdur. 1 (ان من لم تنهه صلاته عن الفحشاء والمنكر لم يزدد من الله إلا بعدًا) hadîs-i şerîfi bu cümledendir. Ma’nâ-yı şerîfi: Her kimi kıldığı namazlar fahşâ ve münkerden men’ etmiyorsa günden güne rızâ-yı Hak’tan tebâ’üd etmiş olur. Böyle ibâdetlerin, 1 Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr 12606. şâyân-ı kabûl olmayan bütün a’mâl-i sahîfenin yevm-i Kıyâmet’te köhne paçavralar gibi sâhiblerinin yüzüne atıverileceği de hadîs-i âharda beyân olunmuştur. “Mâ’ûn” Benî Âdem arasında bilâ tefrîk-i cins ü mezheb te’âtîsi mu’tâd ve müte’âref bulunan mu’âvenet ve levâzım-ı insâniyyetdir ki, bunun îfâsından bîgâne duranları da âyet-i sâlife zümre-i münâfikīnden addediyor. “İsti’âne” istid’â-yı i’âne, taleb-i tevfîk ile tefsîr olunur. “İ’âne” müsta’înin bi-nefsihi îfâsından âciz bulunduğu amelin itmâmına müsâ’id olmak, kendisine yardım etmekdir. Belâğat “İyyâke” zamîr-i mansûbunun âmili üzerine takdîminden müstefâd olan hasr-ı ibâdet ve isti’âne burhân-ı aklîye mutâbıktır. “İyyâke na’budü” ile Cenab-ı Bârî celle şânuhû hazretleri bize münhasıran dergâh-ı sübhânîye ibâdet etmeyi emr ü fermân buyuruyor. Hiçbir şer’-i ilâhîde âhara ibâdet tecvîz edilmemişdir. Zîrâ saltanat-ı sermediyye ve te’- sîr-i hakīki zât-ı mukaddes-i ulûhiyyete muhtasdır. Bütün kuvâ-yı beşeriyye ve âlât ü esbâb-ı sâireyi halk ve icâd buyuran ve esbab-ı âdiyye hâricinde te’sîrât-ı azîme ve hârika husûle getiren ancak ma’bud-ı zü’lcelâlimizdir. Kendisinden başka mevcûd ve mü’essir olacak ferd-i vâhid, sıfât-ı ezeliyyesinde şerîk ü şebîh addedilecek ilâh-ı dîger yokdur ki ma’nâ-yı ma’rûz ile ibâdete lâyık, ta’zîm-i fevkâlâdeye müstahak olabilsin. [162] “Ve iyyâke nesta’în” ile de Cenâb-ı Hakk’ın gayri kimseden isti’âne etmeye imkân ve mesâğ olmadığı ifâde kılınıyor. Bu dahi muktezâ-yı akıl ve muvâfık-ı burhândır. Fakat tamamen vuzûh-ı hakīkat için bir mikdâr itnâb-ı kelâma lüzûm vardır. Çünkü * -nu gibi) وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى) * yı-nâ’ma dır)وَلاَ تَعَاوَنُوا عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ) tamamı kerîmenin i-Âyet şerîfi: Ey mükellefîn! Her nevi’ birr ü takvâya dâir te’âvün ediniz, CİLD 1 – ADED 11 - SAYFA 163 SIRÂTIMÜSTAKĪM 153 sûs-ı Kur’aniyye’de “te’âvün” vazîfesiyle, yekdiğerimizden isti’âne ile me’mûr bulunduğumuz da ma’lûmdur. Bu hâlde isti’âne-i ibâdın dergâh-ı hallâka ihtisâsı ne vechile sahîh olabilir, diye hasr-ı mezkûre dâir bir işkâl, beyânât-ı Kur’âniyye arasında tenâfî tevehhümünden nâşî bir su’âl vârid-i hâtır oluyor. Biz bu işkâl ve i’tirâzı ber vech-i âti def’ ederiz: Nev’-i beşerin mübâşir olduğu a’mâl ü eşgâlin feyz-bahşâ-yı menâfi’ olabilmesi muktezâ-yı sünnet-i câriyye ve hikmet-i bâliga-i ilâhiyye olmak üzere her amele münâsib bir takım esbâb ü âlâtın tekâmülü ile beraber bilcümle mevâni’-i tabî’- iyyenin zevâl ü indifâ’ına, her türlü muhill-i intifâ ve mü’- eddî-i hüsrân olacak avârız ü âfâtın ortadan kalkmasına vâbeste bulunduğu âşikardır. Manastırlı İsmâil Hakkı Şarkın velî-nimet-i irfân u hürriyyeti olan edîb-i a’zam Hazreti Kemâl’in her ma’nâsıyla vâris-i hakīkisi, şâir-i âteş-zebân Ali Ekrem Bey, bu nüshamızı şöyle bir neşîde-i güzîn-i hamâsetleriyle tezyîn buyurdular: OSMANLI BAYRAĞINA! 1302 Senesinde Hitâb-ı Rûh-ı Mecrûh-i Şebâb Sancak şühedâ-yı dîn iken biz, Osmanlılığa misâl idin sen: Hûn-âb-ı şehâdete büründün Tâ arşa çıkıp da âlihâne Bir şân ile âleme göründün, Reşk-âver idin cihânyâne. ism ü udvân hakkında te’âvün etmeyiniz “birr”tevsî’ fil-hayr ile tefsîr edilmekde olmasına mebnî husûsî ve umûmî bütün ihtiyâcât-ı beşeriyye tesviyesine medâr olacak teşebbüslere şâmildir. “Takvâ” din ve dünyaca mûris-i mazarrat ve bâ’is-i felâket ü ukûbet olacak menhiyyât ve muharremâtın her nev’inden mücânebet demekdir ki buna ri’âyet edilmedikçe ne emniyet ve âsâyiş tekarrur eder, ne de teşebbüsât-ı hayriyyeye lâyıkı vechile feyzbâr-ı sa’âdet ve terakkî olabilir. “İsm” birr-i mezkûre mukâbil ve bütün şürûr ve me’âsîye şâmildir. “Udvân” zulm ü te’addî murâdun fî ise de birçok kimseler beyninde zulm ü cevr bâbında te’âvün ü teşârük bâdî-i izmihlâl-i enâm olacak en müdhiş bir mu’âmele-i vahşiyâne olmasına mebnî tahsîs bi’z-zikr buyurulmuşdur. Şahs-ı zâlimin ef’âlini medh ü tervîc de zulme i’âne olduğu emr-i Sagîr-s’Câmiu, Suyûtî) [من أعان ظالما سلطه الله عليه) ki âşikârdır 12223] hadîs-i şerîfinin muhteviyâtında dâhildir. Hattâ “rükûn” (وَلاَ تَرْكَنُوا إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ) olduğu î’kat ı-haram bile hirîzâ i-teşbîh ve kalbî i-meyl zalemeye mertebe ednâ olunan tabir [Hûd, 11/113] nass-ı celîli ile sâbitdir. Evet! Zâlime de nusret ve mu’âvenet meşrû’ ve belki farz-ı ayndır ama ( أوً ظالماَ أخاكْ رُانص ًظلوماَم] (Buhârî, Sahîh, Kitâbü’l-Mezâlim 4] hadîs-i şerîfinde mübeyyen olan tarz ve sûretde olmak şartıyle! Bir gün Cenâb-ı Risâlet-me’âb efendimiz Ashâb-ı kirâma hitâb-ı âmm ile “ihvânınıza, zâlim olsun, mazlûm olsun nusret ve mu’âvenet ediniz” buyurdular. ashâb yâ Resûlallah mazlûma ne sûrette nusret edeceğimizi biliriz fakat zâlime nasıl nusret olunur “bunu yaparsak biz de zâlim olmaz mıyız?” dediler. Cevâben buyurdu ki: “Zâlime nusret onun elini tutup kendisini zulümden men’ etmekle olur” filhakīka bu mu’âmele zâlime de büyük hizmet ve inâyet addolunur ki bu sâyede vizr ü vebâlden tahlîs edilmiş olur. Göklerde şafaklar oldu tâbân, Etrâfına toplanırdı hûrân, Parlardı yüzünde nûr-i Yezdân, Eyvâh ki biz kalınca hissiz, Bir mecmâ’-ı nûr olan yerinden Düştün şu harâbe-i siyâha! * * * Düştün yere pâre pâre düştün, Makberleri titredüp sukūtun Hep kanlı kefenle çıktı ecdâd, İmdâdına oldular şitâbân. Eczâna sarıldılar da ecsâd, Mevtâlara kaldı hıfz-ı büldân. Âlemleri tuttu reng-i mâtem, Cûş eyledi nâle-i Muharrem, Millet yine kaldı şâd ü hürrem.... Sağlarla dolu mezara düştün! Ağlatmadı kimseyi hubûtün, Şâyeste görülmedin nigâha….. OSMANLI BAYRAĞINA! 1324 Senesinde İncizâb-revân-ı Mübâhât 1 Yok yok değil: Bugün feyezân-ı su’ûduna Olmuş sahâif-i ebediyyet küşâde-rûh, Açmış semâ-yı kalb ü zekâ sîne-i fütûh Kan ağlayan likāna, müheyyic sürûduna! Yok yok: Bizim de var bugün artık hayâtımız, Olsan da reng-i âlin ile kanlı bir kefen, Rûh-ı şehîd-i millet uçar ihmirârına, Osmanlı kanlarıyle münevver izârına Tekbîr-i neşve-i refrefe-i tâbdârına Kurbânız işte göklere aks eyleyince sen, Parlar şafak şafak açılır kâ’inâtımız! Sancak! Doğunca âlem-i bâlâda şevketin, Pervâz eder Hudâ’ya kadar fikri milletin! 2 Târîhin âsumân-ı münevver-i likāsına Sancak vücûdun en müte’âlî sürûş idi, [163] Şarkın yüzünde kevkebe-i hande-pûş idi Hûnun ki mümtezicdi şehâdet ziyâsına, Kopmuşdun en güzîde zamanında milletin Kalb-i vatandan ey ezelî ebr-i hande-bâr! Her ma’rekende velvele-pâş-ı zuhûr eden, Çehrenle fikr-i ümmet için hande-nûr idin, Sâyenle hûn-ı millete ukbâ-nüşûr idin, Gökten inerdi cebhene bir feyz-i şu’ledâr… Bir burc-ı infilâkı idin dest-i kudretin, Titrerdi kevkebenle senin âlem-i vegâ; Eylerdi kanlı gölgene düşmanlar ilticâ. 3 Âtîsi devletin mütezelzil, melûl iken Sultan Murâd-ı Evvel’e sendin ayân olan, Sendin o fikr-i hikmete mevlâ-beyân olan Bir inşikāk-ı rûh ile bir burc-i şu’leden Ufkunda milletin sana nasb eyleyib nigâh, 154 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 11 - SAYFA 163 Şems-i bekāyı gördü nevîn bir hilâl ile; Necm-i sa’âdetinle gülüp kalb-i necdeti Nûrunda buldu sâye-i iclâl-i devleti, Handân döküldü yerlere hûn-ı şehâdeti… Rûhunda bir safâ-yı mukaddes-me’âl ile Pervâz edince nezdine Allah’ının o şâh, Sancak, bulandın işte o hûn-i şehâdete, Osmanlı sancağı o gün oldun bu millete! 4 Sen Fâtih’in elinde temevvüc-nümûn iken On altı devletin yıkılıp kâh fetreti, Olmuşdu inkırâzının âvâz-ı zucreti Kalb-i cihâna, sîne-i a’sâra nâle-zen. İstanbul’un bürûcuna çıktın, semâlara Al kanlarınla eyledin ilân-ı iştihâr! Gûyâ o gün vücûduna aksetti bir hilâl, Gûyâ ki kondu kalbine bir necm-i hande-bâl, Arz eyledin tulû’un ile bir büyük me’âl, Bir milletin şebâbına şâyeste bir izâr... Âfâk-ı mülke Hak’tan inen incilâlara Şâyân ezel-nümâ, ebediyyet-rübâ, nevîn Bir incilâ-yı arş idin ey rûh-ı kâm-bîn! 5 Dest-i celâdetinde Selîm’in tulû’ ile Bir öyle bâl-i velvele-efzâ vü şu’le-bâr Oldun ki zîr-i sâyene evreng-i iktidâr Can attı bir hayâl-i mukaddesle! Sen bile Hayrân idin bu mertebe şân ü kemâline! Kalbinde doğdu âyet-i kübrâ-yı ‘avn-i Hak, Oldun hilâl-i velvele burc-ı hilâfete, Mezc eyledin salâbeti rûh-i şecâ’ate, Kudsiyyet ü diyâneti fikr-i hamiyyete, İslâm ederdi sanki ta’aşşuk me’âline. Hûn-ı Hüseyn’e benzedin ey zühre-i şafak, Beyt-i Hudâ’yı kapladı envâr-ı kudretin, Cûş etti rûh-ı ümmete ulvî harâretin 6 Sen fikr-i hakla eyleyerek ahd ü ittifâk, Hind’in denizlerinde Cezâyir’de parladın, Tûrân’a, Çîn’e velvele-efşân olup adın Aks-i ruhunla eyledi mağribler inşikāk. Ulviyyet ü kemâline hayrân olup senin Koşmuşdu Barbaros gibi bir şâh sâyene, Dökmüştü mülk ü tahtını ezyâline; cihân Hiç görmemişdi böyle büyük levha; hâk-dân Parlardı aks-i necm ü hilâlinle an-be-an. Minberlerin alemleri meftûndu pâyene, Ummân-ı civâr-ı tahtına reyyân olup senin, Yâkūt dalgalarla köpürdün meşârika’ Çınlatdın âsumânları ey kanlı bârika! 7 Sultan Murâd-ı râbi’e bir hande eyledin, Devr-i zuhûrun etti tekerrür zamanları, Reyyân olup meşârika Osmanlı kanları, Mirrîhlerle gökleri tâbende eyledin! Tâ Üsküdar’da başlayan âvâz-ı satvetin Tâ Bağdad’ın cinânına bahş etti velvele; Sen öyle bir cihân gibi mülkün fezâsına Göçtükçe her tulû’ ve gurûbun ziyâsına Her minber-i hilâfet ü hakkın sadâsına Rûhun sirâyet eyledi kudsî me’âl ile! Can verdi fikr-i ümmete parlak mehâbetin, Sancak şehîd-i aşkın olur her büyük hayat Tebcîl eder revânını târîh-i kâinât! * * * Ey hande-i mağrûr-ı sabâhat, Tâbende likā çehre-i âtî, Ey rûh-i ziyâ-pûş-i sa’âdet, Handân-ı şafak Zühre-i âtî; Doğdun bugün âfâk-ı safâdan, Doğdun yine pür aşk u melâhat: Hürriyyeti âgûşuna aldın! Bir tıfl-ı melek-çehre ki dünya Hayrân olur etvârına, hattâ Reyyân-ı garâm-ı ezeliyyet, Bir şevk ile tâ göklere daldın… Ezyâline toplandı nazarlar, Ummanlara bir şa’şa’a saldın! Millet olamaz şimdi muhakkar, Sen millete bin şân ile kaldın, Bir kanlı kefensin, fakat insan Sancak sana hayrân, sana kurban! * * * Sancak o büyük çehre-i nûrun Askerliğe ma’şûka-i cândır, Hâlâ görünür devr-i zuhûrun: Vallâhi damarlarda o kandır! Sen bundan emîn ol sana lâyık Kanlar dökecek askerimiz var; Bir millet olur hüsnüne âşık, Koynunda ezelden yerimiz var! Hürriyyeti vicdânına verdik, Osmanlılık emrinle mübâhî, Âtîmizi biz şânına verdik Gel gel uçalım nâ-mütenâhî… Asker yüreğinden bile âlî, Ey fikr-i celîl-i müte’âlî! Hûnunla vurur kalb-i ahâlî… Sensin bize âtî-i me’âlî, Ey ebr-i cihân-reng-i ilâhî! Zannetme ki bir kanlı kefensin, Sen hûn-i şehâdet ile mâlî Bir yâl-i ziyâsın ezel-ârâ, Osmanlılığın şanına ahrâ, Hürriyyet-i milletle mücellâ, İhsân-ı ebed-küster-i Mevlâ Sancak bize sensin, bize sensin! Rodos, 12 Teşrînievvel 324 Kemalzâde Ali Ekrem CİLD 1 – ADED 11 - SAYFA 164 SIRÂTIMÜSTAKĪM 155 [164] SAFAHÂT-I HAYÂTTAN ACEM ŞÂHI بمردى كه ملك سراسر زمين 1 نيرزد كه خونى چكد بر مزين سعدى Gürz-i girân-ı zulmünü ey kanlı nâsiye; Eyvân-ı zer-cidârına as ziynetin diye! Al kanlı bir kefenle donat hayme-gâhını, Canlarla yak meşâil-i mâtem-penâhını! Makberlerin hufeyre-i muzlim-dehanları, Dendân-ı gayz u kahra şebîh üstühanları Yâd eylesin mezâlimini tâ ebed senin, Ey cebhesi kitâbesi bin kanlı medfenin! Ey bir hayâle tuhfe kılan bin hakīkati, Ey âhenîn eliyle kazıp kabr-i milleti, Nûr-i hayât ufuklarını herc ü merc eden, Leylin şedîd zulmetini rûha mezc eden! Envâr-ı mihr-i fikri sen ey hâksâr eden, Meyyitlerin izâmı gibi târumâr eden! Ey hâdimi serâçe-i mâtem-feşanların! Rahş-ı akûr-i zulmüne pâmâl olanların Gül-gonce-i mezârı mıdır tâc-ı devletin? Tutmuşsa da avâlim-i efkârı şöhretin, Zannetme ki hükûmetinin efseriyledir... Sa’dî’lerin mezâr-ı çemen-ber-seriyledir. Sa’dî’lerin mezârı, evet, bir avuç türâb... Tahtınsa bir cihan ki senin âsüman-meâb! Lâkin o kabre bence fedâ taht ü efserin... Makber-güzîn olup da sükût eyleyenlerin Feryâd-ı vâpesînine değmez bu velvelen... Mudhik gelir nigâh-ı temâşâma hâilen! Bin mülkü, milleti yok eden pençe-i felek, Bir şahsı şüphesiz ebedî kılmamak gerek. Mâzî ki işte makbereler mâverâsıdır, Milletlerin haziyre-i zâir-cüdâsıdır, Atfeylesen nigâhını ka’r-ı zalâmına: Milletlere gözün ilişir na’ş nâmına! Dârâ’ların o nâsiye-i târumârını, Ecdâdının izâmını, çökmüş mezârını Pîş-i nigâh-i ibretine al da bir düşün... Çoktur bu rütbe dağdağa bir kabza hâk için! İklîmler alan o muazzam Napolyon’un Bir hufredir kazandığı şey. İşte bak onun En son serîri makbere-i mâtemîsidir, Akreplerin nedîmi, yılanlar enîsidir! Yer kalmamış sarây-ı muallâna bak utan: Mâtem-sarâylarla dolu sâha-i vatan! Emr-i cihan-mutâı bu dünyâyı râm eden Eslâfının –bugün düşünürsek– değil iken Toprak dolan dehenleri feryâda muktedir, Hâlâ senin bu velvele-i nahvetin nedir? * * * Bu müdhiş velvelen Îrân’ı dâim inletir sanma. “Muzaffersin!” diyen sesler bütün hâindir, aldanma. Zafer-yâb olduğun kimdir? Düşün bir kerre, millet mi? 1 Şeyh Sa’dî’nin bir beyti: “Bütün dünya mülkü, bir damla kanın yere dökülmesine değmez. Adâlet isteyen bir kavmi vurmak gâlibiyyet mi? Nasîbin yok mudur bir parça olsun âdemiyyetten? Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryâda milletten? Emîn ol bunca mazlûmun yüreklerden kopan âhı, Tependen indirir, elbette birgün lâ’netu’llâhı! Sığınmış olduğun şevket-sarây-ı zulmü pek muhkem Hayâl etmektesin... Lâkin ne bârûlar, ne müstahkem Penâh-ı bî-emanlar, heybet-i Kahhâr-ı Mutlak’la, Kökünden devrilip bir anda yeksân oldu toprakla! O, bir çok memleket vîran edip yaptırdığın eyvan Harâb olmaz mı? Kabristâna dönmüşken bütün Îran? Evet, Îrân’ı kabristâna döndürdün, helâk ettin; Kefen yaptın girîbân-ı ümîdi çâk çâk ettin! “Bütün dünyâ için bir damla kan çoktur” diyorlar, sen, Şu ma’sûm ümmetin seller akıttın hûn-i pâkinden! Yüzünden perde-i temkîni artık kaldırıp attın: Ne mâhiyyet, nasıl fıtrattasın, dünyâya anlattın! Livâü’l-hamd-i hürriyyet iken İslâm için gâyet, Nedir pâmâl-i istibdâdın olmak öyle bir râyet? Kazak celbeyleyip tâ Rusya’dan sâdâtı çiğnettin; Yezîd’in rûhu şâd olsun... Emînim çünkü şâd ettin! Şehâmet gösterip binlerce beytullâhı bastırdın; Şecâat arz edip birçok ricâlullâhı astırdın! Ne Allah’tan hayâ ettin, ne Peygamber’den âr ettin: Devirdin kâ’be-i ulyâ-yı dîni, hâk-sâr ettin! Hamâset-perverân-ı kavmi tuttun bir bir öldürdün, Umûmen Şark’ı ağlattın, umûmen Garb’ı güldürdün... [165] Hayır, hiçbir gülen yok, sızlıyor Garb’ın da vicdânı, Görüp ecsâd-ı mazlûmîne meşher hâk-i Îrân’ı! O Sa’dî’ler, o Hâfız’lar, o Firdevsî, o Râzî’ler, Gazâlî’ler, o Kutbüddîn, o Sa’düddîn, o Kādî’ler Yetiştirmiş; o Hayyâm’ın, o birçok şems-i irfânın Ziyâsından tenevvür eylemiş; iklîmi dünyânın, Bugün makhûr-i nâdânîsidir bir fırka haydûdun! Nedir pinhân olan esrârı bilmem bunda Ma’bûd’un? Hayır, Ma’bûd’a ircâında yoktur bunların ma’nâ: Yataklık eylemez cânîye –hâşâ– bir zaman Mevlâ. Şehâmet-perverâ, Şâhâ! Zaman, bî-dâdı kaldırmaz; Hatâ etmektesin şâyed diyorsan “Kimse aldırmaz.” Bu istibdâda artık bir nihâyet ver ki: İstikbâl Karanlık derler amma işte pek meydanda: İzmihlâl! Mehmed Âkif - Midhat Cemâl2