6 Kasım 2016 Pazar

Bir zamanlar Mustafa Kemal’i yüceltmek ve haşa bir ilah, bir peygamber vasfına yüceltmek için ellerinden geleni yapmışlar. Şairler de boş durmamış ve bir takım şiirler uydurmuşlar. Uydurulan şiirler ile M. Kemal’e insan vasfı dışında herşey yüklenmiş. 
Bakın o şiirlerde neler var:
Türk’e bir hayır gelmez, Arap Felsefesinden Gazi bize bir din ver, Türk’ün öz nefesinden Fazıl Hüsnü Dağlarca
Ne örümcek, ne yosun Ne mucize, ne füsun Ka’be arabın olsun Çankaya bize yeter!
Kemalettin Kamu
Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun. Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi,
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez !
Edip Ayel
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
Faruk Nafiz Çamlıbel
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Yusuf Ziya Ortaç


Zevcesi olan Fâtıma Hanım Sultan da eski halifenin kızıdır, muhteşem, gösterişli elbiseler ve takılarla yaşamaya alışmıştır. Ona da der ki: "Fâtıma, Allah'ın ihsânı, lütf u keremiyle yarın âhirette ehl-i cennetten olmak bahtiyarlığına erersek, orada da benim hanımım olmak ister misin?" "Tabii isterim, nasıl istemem?" "O halde senden bir ricam var." "Estağfirullah bir halife rica etmez emreder..." "Hayır, bu bir emir değil; gönlümden geçen bir arzu... Devlet emri değil, şahsımın
"Hayır inşâallah?" "Gördün ya, ben pahalı, gösterişli elbiselerimi, süslü eşya vesaireyi sattırıp, bedelini hazineye yatırdım. Sen de şu ziynetlerini versen de, seni dünya ziynetleriyle değil, yalnız ahlâk ve fazilet ziynetleriyle donanmış, süslenmiş olan görsem... Gönlüm öyle istiyor." Bunun üzerine, artık kendisine Fâtıma anamız diyelim, Fâtıma Sultan hanım bi süküttan sonra, "pekâlâ" diyerek bütün ziynet eşyam' müslümanların hazinesi olan Beytülmâl'e teslim eder. 

Ömer bin Abdülaziz ra

 
Tedavi için Almanya'ya gitmiştim yıl 1958 Beni gezdiren tercümana dedim ki: "Yâhu hep mâmur yerleri gezdirdin. Bir de Cihan Harbi'nden çıkan harap şehirleri. gezip, görsek..." "Hangi harap şehirler?" "Canım, işte beş altı sene Almanya, dünya ile harp etti. Ruslar bir taraftan, Amerikalılar, Ingilizler, Fransızlar bir taraftan, on binlerce tayyare, senelerce bu memleketi bombalamadı mı?" "Evet!.." "Işte o harabeleri göstersene !.." "O harabeler, işte şu gördüğünüz yerlerdi. Hepsi yeniden yapıldı..." 
 
Reform deform karşılığıdır.Bir şey eskir pörsür harap olur, dejenere olur da ıslah edersiniz; tâmir eder, onarırsınız...İslam'ın tâmir edilecek nesi var?.. İmanın şartları mı, Islam'ın şartları mı; hangisi?.. "Hiç birisinde bir eskime, pörsüme, yıkılma yok ki, tâmir edesiniz!..
Bunlar değişmez ölçüler!.."
Ali Fuad Başgil



Celal Hoca merhum şöyle demişti 
Şu bizim münevver zümre ne çabuk bozuluyor, yâhu!.. Dinleri hemen zayıflıyor. Ne oldum delisi oluyorlar... Mesela Ekrem Şerif'in oğlu oldu. Adını "Yaman" koydu. Yâhu bu kadar isim var. Yaman bizde iyi bir isim mi?.. Yaman insanlardan da korkarım... Oğlum Yaman, halim yaman... Bu nasıl iş?.. Bir zaman oldu. Allahu Teala o güzel, cevval, ateşin delikanlıyı, bir hadise ile aldı... Yaman gitti... O zaman, Ekrem Şerif: "Allah'ın Celal sıfatı bu kadar mı yakınmış; demiş; Yaman'ı elimle gömmek mi mukaddermiş?" diye kabristandan ağlayarak dönmüş... 
 
İbn Sirin Hazretlerinin meclisine telaş içinde bir adam gelmiş ve o gece gördüğü şu rüyasını anlatmış :
Acâib bir şekilde bir insan gördüm, kimseye benzemiyordu.
- "Ey Allah'ın kulu sen nesin, kimsin?" diye sorunca
- "Ben Azrâil'im" diye cevap verdi.
- "İnsanların rûhunu kabza müvekkel melek sen misin"
- "Evet, benim"
Dehşetler içinde kaldım. Kendisine,
- "Allah rızâsı için listeye bir bak da söyle ne kadar ömrüm kaldı?" dedim.
Azrâil aleyhisselam elini açarak beş parmağını gösterdi. "Şu kadar kaldı" dedi...
Gördüğü rüyayı böylece anlatan adamcağız telaş içinde sormuş :
- "Aman üstâdım! Bütün huzûrum kaçtı..Bu beş nedir? Beş sene mi, beş ay mı, beş hafta mı, beş gün mü, beş saat mi?"
- İbn Sîrîn Hazretleri demiş ki :
- "Evladım üzülme, ne o ne bu...Sûre-i Lokman'ın sonunda bir âyet-i kerîme var ki ona "mugayyebât-ı hamse" âyeti denir...Sır perdesiyle örtülü beş şeyden bahseder" deyince adam rahatlamış...

Sûre-i Lokman, Âyet 34
İbn Sîrîn Hazretleri 650'lerin başında Basra’da dünyaya gelmişdir. Babası Îran'daki bir muhârebede esîr düşüp Enes b. Mâlik'in hissesine düşen bir köle olup Enes b. Mâlik onu âzâd etmişdir...Annesi de Hazret-i Ebûbekir Efendimizin azadlısıdır..

Otuz sahâbe ile görüştüğü kaydedilen İbn Sîrîn, Huzeyfe b. Yemân, Zeyd b. Sâbit, Hasan b. Ali b. Ebû Tâlib, İmrân b. Husayn, Ebû Hüreyre gibi sahâbîlerden, Abîde es-Selmânî ve Kādî Şüreyh gibi tâbiîlerden ilim tahsil etmiştir. Kendisinden Şa‘bî, Katâde b. Diâme, Eyyûb es-Sahtiyânî, Âsım el-Ahvel, Abdullah b. Avn, İbn Ebû Arûbe, Hâlid el-Hazzâ ve Evzâî başta olmak üzere birçok âlim faydalanmıştır...


Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde temâyüz etmiş bir âlim olduğu gibi hesap ve şiir gibi sahalarda da ilmiyle meşhûr olmuşdur...Bütün bu kisbî ilimlerden başka, kendisine vehbî ilimlerden biri olan "rüya tabiri ilmi" ('ilm-i ta'bîr-i rü'yâ) verilmiş olup muabbirlerin pîri kabûl edilmişdir...Öyle ki rüyalarını tabir ettirmek için birçok insan sabah erkenden gidip kapısında sıraya girer beklermiş...Birçok tabirleri yüzyıllardır anlatılarak bugüne kadar gelmişdir.
Türk'ün dini nedir ben anlayamadım. Zevcem Alman'dır. Kendisiyle evlenirken, benim dinimi kabul etmesini şart koşmuştum. Aramızda sevgi vardı. Şartımı kabul etti, evlendik. Aylar geçti. Birgün kendisine va'dini hatırlattım ve aramızda şöyle bir konuşma geçti: "Hanım, hani senin bana verilmiş bir sözün vardı?" "Hangi söz?" "Hani benim dinime girecektin ya!" "Olur gireyim. Ama doktor, ben senin dininin ne olduğunu anlayamadım ki... Ben aftada bir kiliseye gidiyorum; Allah'ın huzurunda boyun büküyorum. Sen ne kiliseye gidiyorsun, ne havraya gidiyorsun, ne de camie gidiyorsun! Türk'ün dini nedir? Ben Senin dinini anlayamadım..."