26 Ekim 2014 Pazar

MEVÂ’İZ Mukarriri: Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi hazretleri Muharriri: Sirozlu H. Eşref Edib Ders: 47, 24 Temmuz 324 اعوذ بالله من الشيطان الرجيم بسم الله الرحمن الرحيم إِنّ َاللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّوا الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ سَمِيعاً بَصِيراً يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ 1 وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلا (َهّاللَّ نِإ (Ale’t-tahkīkillâh, ulûhiyyet ve vahdâniyyetini bildiğiniz, ma’bûd ittihâz ettiğiniz Rabb-i zülcelâliniz (ْمُكُرُمْأَي (size, cümlenize emr ü fermân buyurur. Neyi? –Esâs olacak şeyler, bütün evâmir-i ilâhiyye dâhildir burada– ؤدُّواُت نَأ( .buyurur fermân ve emir nubu, Allah. etmeyi diye’te ehline Emânetleri الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا) (ِاتَانَمَالأ (cemi’ sîgasıyla îrâd buyurulmuş. Cem’ mahalli bi-lâm-i istiğrâk, umûm ifâde eder. (ْمُكُرُمْأَي (hitâbı da hitâb-ı âmm. Onun için müfessirîn-i kirâm diyorlar ki: هذا خطاب عام، يعم كل واحد من المكلفين، و الأمانات جميع الحقوق المتعلقة بذممهم من حقوق الله تعالى وحقوق العباد قولية أو فعلية او اعتقادية وعموم الخطاب لا ينافي خصوص السبب، وقد روي ما يدل على العموم عن ابن عباس رضي الله تعالى عنهما وغيره من اكابر الصحابة والتابعين واليه ذهب الاكثرون من المتأخرين.وعن زيد بن اسلم رح واختاره الجبائى وغيره ان هذا خطاب لولاة الامر ان يقوموا بر عاية الرعية و يحملوهم على مقتضى الدين والشريعة، وعدوا من ذلك تولية المناصب مستحقيها Bu hitâb-ı ilâhî, bütün mükellifîne. Küçük, büyük bütün efrâd-ı beşeriyyeyedir. Cümlesine teveccüh ediyor. Âyet-i 1 Nisâ, 4/58-59. CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 61 SIRÂTIMÜSTAKĪM 57 celîleden müstebân olan budur. En küçüğünden en büyüğüne kadar, bütün efrâda bu hitâb şâmildir. Sonra emânetler nedir? Bütün zimmetimize te’alluk eden hukūk, vezâ’if [61] gerek Allah’a karşı borçlu olduğumuz vezâ’if-i dîniyye, teklifât-ı sübhaniyye, gerek nâsın hukūkuna âid vezâ’if. Bu hukūk da nevi’ nevi’. Kavliyye olsun, fi’liyye olsun, i’tikādiyye olsun. Cümlesine şâmildir. Bunun tafsîlini ileriye bırakıyoruz. Bu iki âyet-i kerîme birkaç ders olacaktır. Sonra diyorlar ki: İşte bu hitâb, umûmîdir. Husûs-ı sebeb umûm-ı hükme mâni’ değildir. Sebeb-i nüzûlünü beyân edeceğiz. Bununla beraber yine kâffe-i müfessirîn bu âyet-i kerîmenin umûmiyetine kā’il oluyor. Evvel be-evvel şân-ı nüzûl delâletiyle âyet-i kerîme büyüklere teveccüh ediyor. Vülât-ı emre, yani nâsın üzerinde idâre-i umûr ve tasarrufâta ta’yîn olunan, nasb edilen ne kadar ulü’l-emr varsa, velev on kişiye emri geçecek biri olsun. Cümlesi dâhildir. Neyi emr ediyor Rabbü’l-alemîn? Re’âyânın hukūkunu muhâfaza etsinler. Zîr-i hükûmetde dâhil müslim gayrimüslim bütün nâsın hukūkunu Şerî’at-i Muhammediyye hükmünce, dînimiz muktezâsınca muhâfazaya çalışsınlar, nâsı dâima selâmete, sa’âdete sevk etsinler. Adâlet ve merhametle, kānûn-ı ilâhî mûcebince dâima kendilerine hüsn-i mu’âmele etmeyi, her türlü tehlikeden (وعدوا من ذلك توليته المناصب مستحقيها) ,buyurur fermân esirgemeyi Rûhu’l-Me’ânî tefsîri: –Müfessirler neyi derc etmişlerdir ayrıca? diyor. Her mansıbı müstahakkına, her bir emri ehline tefvîz etmeli. Umûr-ı hükûmette tasarruf, dâima ehliyet ve iktidâr üzerine olacak. Hüsn-i ahlâk sâhiblerine tefvîz olunacak. Hilâfına hareket dünya ve âhirette mûcib-i mes’ûliyyetdir. Nasıl ki bir hadîs-i şerîf de buna delâlet eder. Su’âl ettiler Sultân-ı Enbiyâ’ya: –Yâ Resûlallâh! Kıyâmet ne zaman kopar acaba?.. Ne buyurdular? Sahîh-i Buhârî’nin Kitabü İlm’inde baş tarafında yazılı: (الساعة فانتظر الامانة ضيعت اذا( Kıyâmeti şimdiden düşünmeyin, benim zamanımda, Hulefâ-yı Râşidîn zamanında kopmaz. Sonra hayli devirler geçer. Kıyâmetin de envâ’ı var. Dünyada da kıyâmet kopar. O fitneler, o tehlikeler, o mesâ’ib-i umûmiyye, bir kavmin birdenbire, bir an içinde izmihlâli, bir devletin –ıyâzen billâh– inkırâzı. Bunlar hep kıyâmetdir. Resûl-i Ekrem efendimiz buyurdu ki: ( فانتظر الامانة ضيعت اذا الساعة” (Ne vakit tazyî’-i emânet edilir, emânete hıyânet olunursa. Ta’bîrden belki birşey anlayamadınız?” (اذا وسد الامر الي غير اهله فانتظر :buyurdular tefsîr Sonra (الساعة” Ne zaman emr-i idâre ehli olmayan kimselere tefvîz olunursa, idâre-i mesâlih-i ümmet nâ-ehillere, emniyet edilemeyecek kimselere tevdî’ olunursa kıyâmeti bekleyin.” Bu cihetle müfessirîn-i kirâm âyet-i kerîmenin tefsîrine derc ettiler ki emânetin büyüğü budur. Hakīkaten böyledir. Nice ehâdîs-i şerîfe ile bu, muhakkaktır. Diğer bir hadîsde de Hazret-i Peygamber ne buyurmuşlar? Câmiu’s-Sagîr’de bu hadîs yazılıdır: ايّما والٍ وُلِىَّ شيْئًا مِنْ اَمْرِ اُمَّتي فَلَمْ يَنْصَحْ لَهُمْ وَيَجْتَهِدْ لَهُمْ كَنَصيحَتِهِ 1 وَجَهْدِهِ لِنَفْسِهِ كَبَّهُ الله عَلى وَجْهِهِ فىِ النّارِ يَوْمَ الْقِيامَةِ Herhangi bir vâli. Yani velâyet-i umûru hâiz kimseler. Alâ merâtibihim iş başında bulunan zevât. Vâli demek, ekseriyâ hâkim demektir. Sultana da şumûlü var. Bütün âmirler. Ümmet üzerine bir nevi’ salâhiyeti hâiz olanlar. Herhangi bir vâli kendisine ümmetim umûrundan bir şey tevliye kılınır da onlar hakkında hayırhâhâne ve hâlisâne hizmet etmez, nefsi için çalıştığı, kendi menâfi’ini muhâfazaya cehd ü ikdâm ettiği kadar onlar için çalışmaz, ihtimâmlı davranmazsa Cenâb-ı Hak yevm-i kıyâmetde onu yüzü üzerine sürüterek nâr-ı cahîme ilkā ettirecektir. Diğer hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmuştur: أيما رجل استعمل رجلا على عشرة أنفس، علم أن فيهم أفضل منه فقد غش الله 2 وغش رسوله وغش المسلمين Herhangi bir kişi, bir şahs-ı âhar bir adamı bir işde kullanırsa, on neferi meselâ teslîm eder, bir iş üzerine bir adamı isti’mal eder. Hâlbuki biliyor ki o on kişi içinde daha iyisi var. Onun fevkinde, ondan efdal, ondan dirâyetli, ondan emîn, ondan daha ehil varken öyle dûn kimselere tefvîz-i umûr ederse (الله غش فقد (evvelâ Allah’a, (رسوله وغش (sâniyen Resûl-i Ekrem, (المسلمين وغش (sâlisen bütün cemâ’at-ı müslimîne, bütün âhâd-ı millete gışş, hud’a ve hâinlik etmiş olur. 3 (منا فليس غشنا من (diye hadîs vardır. Her kim bize, yani Allah’a ve Peygamber’e karşı gışş eder, hıyânet eder, kendi menfa’atine göre hareket eylerse bizden değildir. Sonra Allah ne buyuruyor? Daha neyi fermân buyuruyor? 4 bütün, min’mü i-gayr, min’mü vakit hükmedeceğiniz nindebey nâs Sizler ) وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ) efrâd-ı tebe’a hakkında bir hükme tesaddî edeceğiniz vakit hâtır ve tavsiyeye bakmayın. (بالعدل تحكموا ان (adâletle, hakkāniyetle hükmedin. Hiç kimseyi dininden dolayı müstesnâ bir mu’âmeleye tâbi’ tutmayın. Tavsiyeye, ağrâz-ı nefsâniyyeye kapılmayın. Hak, haktır. Haklıya haklı, haksıza haksız deyin!.. Bak nasıl bir tertîb üzere evâmir-i ilâhiyye fermân buyuruluyor. Evvelâ kendi nefsinde emâneti edâ et, kendi nefsine âid hukūku gözet. Üzerinizde kimin hakkı varsa. Gerek Allah’ın, gerek insanların. Sözle, işle, i’tikādla... her neye dâir zimmetine te’alluk eden hukūk ve vezâ’if varsa yerine getir!.. Ondan sonra nâsın haklarını gözet!.. Bir insan kendi zimmetine te’alluk eden hukūku îfâ etmezse, zulme cür’et ederse nâs beyninde adâletle hükmü kayırır mı? Evvelâ nefsine zâlim, hukūk-ı nâsı gasb eder. Emânetullâh nedir, bilmiyor. Böyle bir [62] kimse ki nefsine merhameti yok, nefsini ıslâh ve terbiyeye gayret etmemiş... Böyle bir adam, nâs beynindeki hukūku tanır mı? 1 Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr 5062. 2 a.g.e. 5040. 3 Müslim, Sahîh, Kitâbü’l-İmân 43. 4 Nisâ 4/58. 58 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 63 Zâlime zâlim, mazlûma mazlûmsun demek, ikinci derecede bir vazîfe. Bir kimse ki kendi nefsine zâlimdir, insanlar arasındaki hukūku nasıl gözetecek? Zulmet içinde kalmış bir kalbden nûr-ı adâlet beklenir mi? Hakīkaten böyledir. 1 (ِالقيامةَ يومٌ ماتُلُظُ الظُّلم (Zulüm, kıyâmet gününde zulümâttır. El-cezâ’ü min cinsi’l-ameldir. Nûr-ı adâlet gözüne girmemiş. Zulmet-i nefse, zulümât-ı şeytâniyyeye kapılmış. Kalbi kararmış. Gözü etrafı görmez olmuş. Hiç kimsenin mevcûdiyetini bile görmez. Herkesi kendine esîr zanneder. O derece bürümüş gaflet, cehâlet ki maâzallah. Böyle kimse zaten dünyada zulmet içinde. Âhiret ise 2 .edecek istilâ tamâmen orada zulmet O. dir) يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ) Zâlimi nûr-ı selâmetten mahrûm bırakacak. Kıyâmette zulümâtda kalacak zâlimler. Zîrâ zulümât içinde yaşadılar. Zulümâta giriftâr olacaklar. 3 أَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى ) (الظُّلُمَاتِ Sûre-i Şûrâ’da beş altı âyet-i kerîme var, zâlimlerin hâlini tasvîr ediyor. Pek dehşetlidir. Ne türlü felâketler görecekler, ne müdhiş mesâ’ibe dûçâr olacaklar. Ümmetin intikāmına giriftâr olacaklar... Gelecek derslerimizde beyân edeceğiz. وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلاَةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ وَالَّذِينَ إِذَا أَصَابَهُمُ الْبَغْيُ هُمْ يَنتَصِرُونَ وَجَزَاء سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِّثْلُهَا فَمَنْ عَفَا وَأَصْلَحَ فَأَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الظَّالِمِينَ وَلَمَنِ انتَصَرَ بَعْدَ ظُلْمِهِ فَأُوْلَئِكَ مَا عَلَيْهِم مِّن سَبِيلٍ إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَظْلِمُونَ النَّاسَ وَيَبْغُونَ فِي اْلأَرْضِ بِغَيْرِ 4 الْحَقِّ أُوْلَئِكَ لَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ Ne büyük esâslardır. Kur’ân-ı azîmü’ş-şân hiç birşeyi noksan bırakmamış. Her türlü hidâyet ve selâmeti göstermiştir. Öyle mazlûm mazlûm durmak, her türlü hukūktan mahrûm, miskînâne yaşamak muktezâ-yı Şerî’at değil. Geçen hafta hadîs-i şerîfde vârid gemi hikâyesiyle tasvîr edilmişdi. وَالَّذِينَ إِذَا أَصَابَهُمُ الْبَغْيُ هُمْ ) :eder irşâd âniyye’Kur ı-âyât İşte َونُرِصَنتَي (Mü’minlere öyle bir fenâlık edilince, yani bagy olununca, tecâvüz edilince miskîn, zelîl durmazlar. Haklarını isterler. İntisâr ederler. İntikām alırlar. Adâlete sığınırlar. Eğer öyle miskîn miskîn dururlarsa, her türlü mezâlime boyun eğerlerse, adâleti icrâya kalkışmazlarsa... Allah öyle mü’minleri sevmez. İntisâr, intikām... Ama ne kadar intikām?.. Yine tecâvüz etmemeli. Yine adâlet dâiresinden hakkı yerine getirmeli. Zîrâ “Zâlimden hakkımı alaydım” derken, kendin zâlim olursun. Yine şerî’at hükmüne razı olmalı. Adâlet-i ilâhiyyeye her, buyuruluyor) وَجَزَاء سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِّثْلُهَا) için Onun. etmeli ilticâ bir seyyi’enin cezâsı kendine göre ta’yîn olunmuş. İleri varılırsa sonra hak sâhibi kendisi zâlim olur. ( اَهُلْمِّثٌ ةَيِّئَسٍ ةَيِّئَس اءَزَجَو فَمَنْ عَفَا وَأَصْلَحَ فَأَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الظَّالِمِينَ وَلَمَنِ انتَصَرَ بَعْدَ ظُلْمِهِ (فَأُوْلَئِكَ مَا عَلَيْهِم مِّن سَبِيلٍ 1 Buhârî, Kitâbü’l-Mezâlim 8. 2 Târık, 86/9. 3 Bakara, 2/257. 4 Şûrâ, 42/38-42 Hakkını arayan mazlûmlar için hiç kimse birşey diyemez. Aleyhine tecâvüz olamaz. Ancak kimlere karşıdır makhûriyet? إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَظْلِمُونَ النَّاسَ وَيَبْغُونَ فِي اْلأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ ) ٌيمِلَأٌ ابَذَع مُهَلَ كِئَلْوُأ (Ancak la’n ü makhûriyet, zillet ve meskenet, her türlü felâket, bin türlü vehâmet kimleredir? Ol kimseleredir ki nâsa zulm ederler, bagy ederler, tecebbür ederler. Her şeyi kendilerine hasr ederler. Nâsın ne malına, ne ırzına, ne hukūkuna hiç bir ehemmiyet vermez. Ne kadar fırsat geçerse eline, o derece tecâvüz eder. Kanını emer. Yüreğini yaralar. Ümmeti müflis derecesinde bırakır. Meskenet hâlinde sızlatır. Her şeye cür’et eder. tan’Allah biraz ûnlar’mel bu, Bunlar) أُوْلَئِكَ لَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ) korksunlar. Hiç bir vakit istidrâcına, mekrine emîn olmasınlar. Zîrâ Allah’ın azâb-ı elîmi kat’îdir, hemen yetişir çatar. Üç şey var, cezâsı daha dünyada erişir. Âhirete kalmaz. Az zamanda başına dehşetli felâket, dehşetli azâb yetişir: Birincisi: Mekr edenler. Hile, hud’a, münâfıklık, her türlü iftirâ, bühtân... cümlesi mekrde dâhildir, bunların dünyada daha cezâsı görülür. 5 (وَلاَ يَحِيقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ إِلاَّ بِأَهْلِهِ) İkincisi: Bagy eden, zulm edenler. 6 (إِنَّمَا بَغْيُكُمْ عَلَى أَنفُسِكُم) Üçüncüsü: Emânete hıyânetlik edenler. 7 يَخْتَانُونَ أَنفُسَهُمْ إِنَّ ) (اللّهَ لاَ يُحِبُّ مَن كَانَ خَوَّاناً أَثِيماً Bunların cezâsını yalnız âhirette değil, dünyada da gösterir Allah. Felâket verir, belâ verir. Türlü türlü musîbetlere dûçâr eder. Adâlet-i ilâhiyyeye çarpılır. Ağlattığı efrâd-ı millete karşı kendi yüz kat ağlamaya mecbûr olur. Döktürdüğü yaşlardan bin kat ziyâde yaş dökmeye mahkūm olur!.. Lâkin ne fayda? İntibâh lâzım intibâh. Bu önümüzde cereyân eden vakāyi’den hep ibret almalıyız. Târîhler, vakāyi’-i mâziyye hep ibretdir. Kimsenin yanına ettiği kalmaz. Kur’ân-ı azîmü’ş-şânda öyle buyuruluyor: 8 وَلاَ تَحْسَبَنَّ اللّهَ ) ı’Allah) غَافِلاً عَمَّا يَعْمَلُ الظَّالِمُونَ إِنَّمَا يُؤَخِّرُهُمْ لِيَوْمٍ تَشْخَصُ فِيهِ الأَبْصَارُ hîr’te için gün bir Öyle) إِنَّمَا يُؤَخِّرُهُمْ لِيَوْمٍ تَشْخَصُ فِيهِ الأَبْصَارُ) .yingösterme telâş diye?” cezâya çarpmaz hemen Niçin. “yınsanma haber-bî işlediğinden Zâlimlerin. zannetmeyin gâfil eder ki o günde hayretlerinden gözleri dikilir, kalır. – Hangi gün o? O, belli değil. Bazen o yevm-i müdhiş dünyada da gelir. Nasıl ki gördük. Bugün nâ’il olduğumuz hürriyet bize neler, ne büyük hakīkatler gösterdi. Zâlimler cezâlarını bulmaya başladı. Yanık yürekler ferâh bulmaya yüz tuttu. Bütün ibâdullahı selâmete îsâl şahrâhı açıldı. Adâlet esâsları kuruldu. Kānûn-ı Esâsî’de bir hüküm yok ki [63] muhâlif-i Şerî’at ve adâlet olsun. Asıl Şerî’at ahkâmını icrâya bir yol. Millete salâhiyet verir nezâret hakkını bahşeder. Hulefâ-yı Râşidîn devrinde de meşveret vardı. Hazret-i اَحَبٌّ النّاسِ عِنْدى مَنْ اَهْدَى اِلىَّ ) :diyen midir değil Faruk-l’Ömerü (شَيْئًا مِنْ عَيْبىِ 5 Fâtır, 35/43. 6 Yûnus, 10/23. 7 Nisâ, 4/107. 8 İbrâhim, 14/42. CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 64 SIRÂTIMÜSTAKĪM 59 En ziyâde sevgili, en ziyâde makbûl kimdir içinizde, bilir misiniz? Onun için Allah’a dâima rahmet du’â ederim. Onu bütün kalbimle severim. Kimdir bu, bilir misiniz? – Yüzünüze gülenler, müdâhene edenler. – Yok yok, onlar pek mebgûzum. Onlardan nefret ederim. Benim asıl muhabbet ettiğim zevât, benim ayıbımı, kusûrumu bana hediye edenler. Başka hediye istemem. Ben insanım, beşerim. Belki bir kusûr ederim. Her ne vakit bir kusûr edersem siz de sükût ederseniz, bütün ashâb, şûrâ-yı ümmet o kusûru bana ihbâr etmezse Allah’ın rahmetinden mahrûm olsun. Allah’ın rahmeti pâdişâhına, halîfesine hidâyet gösteren, kusûrunu söyleyen kimseleredir. Pâdişâh ne yapsın? Bir adamdır bir adam Halife-i Müslimîn. Bir şahıs bütün umûru, külliyâtı, cüz’iyâtı idrâk ve ihâta edemez. Mutlaka meşveret edecek. Öyle müselsel, muttasıl bir gürûh-ı havene olursa, dâima ilkā’ât-ı mefsedetkârâne ile vehme düşürürlerse, her türlü emniyetini selb ederlerse... İnsandır o. Her ne kadar hüsn-i niyyeti olsa da yine düşünmeye başlar. Vehme düşer. Öyle ya, bütün müfsidler etrâfını sarmış, dâima fesâda sevk eder. Hâşâ, millet tarafından sû’-i kasd ile tahvîf eder. Menâfi’-i redî’elerini te’- mîn için. Kendi entrikaları için. Pâdişâhı kapasınlar. Kendileri istedikleri gibi zevk ü sefâhate dalsınlar. İstedikleri gibi şekāvette pûyân olsunlar. Böyle yaptılar. Bir maksad-ı hâinâne ile dâima milletden pâdişâhımızı soğuttular. Vehm ü telâşa düşürdüler. Otuz iki senede çalışa çalışa derin bir hufre-i evhâm vücûda getirdiler. Maâzallah evhâm evhâm, akıbeti ne olur? Fakat elhamdülillah pâdişâhımız selâmetle onların şerrinden kurtuldu. Bu da hüsn-i niyyetine büyük bir delîldir, öyle kapanmadı defter-i a’mâli. Geçen derste söylemiştik. ( َمِّنٍ ةَمْحَر اَمِبَف ı-Sultân) اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظّاً غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ Enbiyâ’ya nasıl evâmir-i ilâhiyye gelmişse gâyet mu’tedilâne hareket ile; fezâzat ve gılzattan tevakkī et! Dâima mülâyemetle mu’âmele eyle! Mülâtafe ile gönüllerini al! İşte pâdişâhımız da âdetâ icrâ’ât-ı peygamberiyyeye, isr-i risâletpenâhîye iktifâ etti. O mesleği tuttu. Asla vakti geçirmedi. Zamanı gelince arzû-yı ümmeti yaptı. Arzû-yı umûmîye mutâba’at etti. Ümmete her türlü salâhiyet verdi. Ve bunu te’- yîd etti yeminle, kasemle. Bizzât kendisi Kur’ân’a el basarak. Çünkü hâinler var. Bilir ki ümmeti emniyetsizliğe sevk edecekler. Hâlâ hayât ve memât içindeyiz. Öyle bir vak’a-i dilsûzâne meydân bulsun. Gerek müslümanlara, gerek hristiyanlara karşı bir sû-i niyyet vukū’ bulsa, mahv olduğumuz gündür. O dakīka herc ü merc olur dünya. O dakīka ecnebî donanmaları yetişir. Ne hürriyet kalır, ne sa’âdet. Onun için pek i’tidâl ile hareket edin. Bu cihetle i’tidâli cümlenize, bilhassa talebe-i ulûm evlâdlarıma tavsiye ederim. Zîrâ düşmanlarımız pek çokdur. Gerek dâhilde, gerek hâricte. O otuz iki sene mel’anetle katmerleşen kalbler bugün bütün gayz ü tehevvürleriyle kelb-i akūr gibi etrâfa saldırmaktan çekinmezler. Ya sonra bazı hükûmetler bu yolda tesvîlâttan geri kalmazlar. Her türlü fitne çıkarmaya çalışıyorlar. Maâzallah ahâlimizin bir câhilâne hareketleri işi alt üst eder. Düşmanlar öyle hîleler kuruyorlar, öyle tesvîlât ilkā ediyorlar ki hayret! Herkesin mizâcına göre lâkırdılar: – Bir takım terbiyesiz erkekler ve kadınlar pek serbest davranıyorlar. Lâubâliyâne hareket ediyorlar şurada şunu yapıyorlar, burada bunu yapıyorlar... Saymakla tükenmez. Sad-hezâr te’essüf olunur, bunlar iyi şey değil. Yâr ü ağyârın la’netini da’vet ediyor. Fakat zâten bu türlü fenâlıklar olmaz değildi, efendi! Lâkin şimdi meydana çıkıyor. Pekâlâ işte. Mü’minle münâfık belli olsun. Evvelden sakınacak adamları bilemiyorduk. Şimdi öğreniyoruz. Bu makūleler: “Artık herkes hür oldu” diyorlar. Evet! Lâkin hürriyetin gâyesi var. Mahdûdiyeti var. Her türlü münkerâtı alenen işlemek muktezâ-yı hürriyyet değildir. Âdâb-ı umûmiyye var, vezâif-i dîniyye var. Hürriyet bu dâire ile mukayyeddir. Yoksa herkes istediğini yapmaya kalkışırsa dünya herc ü merc olur. Emîn olun her şey yoluna girecek. Karışıklık zamanında dâima böyle yolsuzluklar olur. Lâkin bunlar şerr-i cüz’îdir. Biz şerr-i küllîden kendimizi kurtardık. Otuz iki seneden beri boynumuza atılan zencîr-i esâreti kırarak sâhiblerinin yüzüne fırlattık. Bu esâretten kurtulduk. Bu büyük ni’met, büyük muvaffakiyettir. Hayr-ı küllî ihtiyâr olunur. Şimdi dâhilen ve hâricen bize hüsn-i zan ve i’timâd olacak. Sâir milletler gibi hukūka mâlik olacağız. İttihâd sâyesinde terakkī edeceğiz. Selâmet bulacağız. Bir müddet böyle hallere katlanmak mecbûrî. Ta’assub zamanı değildir şimdi. O eski zamanlardaki kuvvet yok bizde. Ulûm ve ma’ârif, her türlü terakkiyât, bütün hükûmetleri göklere kadar çıkarmış. Biz ise o nisbette hazîz-i sâfile düşmüşüz. Çünki dâima o yola sevk ettiler. Ne san’at kaldı, ne fünûn! Ne ahlâk kaldı, ne para! Her şey, her şey, maddî, ma’nevî ümmetin bütün kuvvetleri muzmahil oldu. Bugün ittihâd sâyesinde terakkī edeceğiz. Diğer milletlere de hoş bakmalıyız. Onları kardaş gibi tutmalıyız. Çünki hepimiz bir vatanın evlâdıyız. Uhuvvet mertebe mertebedir. Uhuvvet-i dîniyye var, uhuvvet-i siyâsiyye, uhuvvet-i vataniyye var, uhuvvet-i nesebiyye var. Bunları karıştırmamalı. Hepsi başka! –mâba’di var– Tashîh İki numaralı nüshanın 26. sahîfesinde “hikmeti müşâveredir” ibâresi “hikmeti ta’lîm-i müşâveredir” iken “ta’lim” lâfzı düşmüştür.
 [64] HİKMET-İ HUKŪK-I İSLÂMİYYE Mukarriri: Meclis-i Ma’ârif Re’îsi Haydar Efendi merhûm Muharriri: Selânik Mekteb-i Hukūk Mu’allimlerinden Âdil Bey –mâba’d– Sıdk da mübâyindir. Zîrâ satıhta yalnız tûl ü arz bulunup, cisim ise eb’âd-ı selâseyi muhtevîdir. Lâkin cismin tahakkuk ettiği mahalde satıh ve sathın tahakkuk ettiği mahalde de behemehâl cisim bulunmakla satıh ile cisim vücûd ve tahakkukta yekdiğerine müsâvî olmuş ve levnin cisme urûzuna sath-ı vücûd ve tahakkukda müsâvîsi bulunan vâsıta olunca levn dahi cismin a’râz-ı zâtiyyesinden addolunmuştur. 60 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 64 Bir şeyin cüz’-i e’ammı hayvandan cüz-i e’ammdır veya hâric-i e’ammı hayvandan e’ammdır veya hâric-i ehassı insandan ehassdır veyâhûd emr-i mübâyini sebebiyle ol şeye ârız olan ahvâl, a’râz-ı garîbeden ibâretdir. İnsana ârız olan meşy, harâret, zenginlik evvelki kısma, harâretin suya arûzu ise kısm-ı ahîre misâldir. Yani bunlar mâhiyetden hâric bir emr sebebiyle ârız oluyor. Meselâ harâretin hayvana urûzuna vâsıta harekettir. Kezâ servetin insana urûzuna vâsıta kesb ü ticâretdir, yani urûzda vâsıta olan şey ma’rûzdan ehassdır. Kezâ harâretin suya urûzu ateş sebebiyledir. Yalnız bu urûza vâsıta olan su ile ateş beyninde mübâyenet vardır. O hâlde harâretin suya urûzu da a’râz-ı garîbesindendir. * * * Demek ilm-i usûl-i fıkıhda dahi edillenin a’râz-ı zâtiyyesinden bahs olunacak. A’râz-ı garîbesinden değil. Meselâ edilleden olan kitabdan bahs olunduğu vakit onun âmm, hâss, müşterek, mü’evvel nesh gibi edillenin ahvâlinden bahs olunacak. Meselâ namazın vücûbu (اقيموا (emrinden istidlâl edilecek, işte bu delîl bir emirdir, emir ise vücûb ifâde eder, bilâ karîne emir şöyle olur, diye sırf o delîlin ahvâlinden bahs olunacak. Yoksa (اقيموا (if’âl bâbında emirdir, fi’l-i lâzım veya müte’addî midir? İkāmet şu ma’nâya gelir, masdarı da budur gibi edillenin a’râz-ı zâtiyyesinden olmayan mebâhis mevzû-ı ilimden hâricdir. Velhâsıl delîlin a’râz-ı zâtiyyesinden yani edille için münâsib ve mülâyim olan avârızdan bahs olunacaktır ki onlar da meselâ müşterek, mü’- evvel, hakīkat, mecâz gibi şeylerdir. Yoksa kadîm olmak, hâdis olmak gibi ahvâl-ı garîbe ile meşgûl olmayız. Meselâ bir dülgerin nazarı tahtanın inceliğine, kalınlığına, yaşlığına, kuruluğuna te’alluk eder. Fakat o tahtanın daha bir çok ahvâli vardır. Meselâ tahta, kimyaya, felsefeye de tatbîk olunabilir. Fakat dülgerin bu gibi şeyleri düşünmeye vakti ve ihtiyâcı var mı? Ona lâzım olan şey tahtasının inceliği vesâiresidir. İşte edillenin bahs olunacak ahvâli de dülgere nisbetle tahta hakkındaki ahvâl-i münâsebesi gibidir, yani ilm-i usûle çalışan adamlar delîllerin ahvâl-i münâsebesiyle uğraşır, tehassul edeceği şeye münâsib ahvâl ile iştigâl eder. * * * Edillenin a’râz-ı zâtiyyesinden “bahs” olunacak diyoruz, burada bahisden murâd, haml ü isbâttır. (Yoksa lügaten bahs, teftîş ve tefahhus ma’nâsınadır) Yani a’râz-ı zatiyyeyi mevzû’-ı ilm üzerine haml etmekdir. Ta’bîr-i âharla mevzû’-i bahs olan mes’elede a’râz-ı zatiyyeyi mahmûl kılmak demektir. Meselâ: “Kitab hükm-i şer’îyi müsbittir” dediğimiz vakit şu kaziyyede “kitab” mevzû’dur. A’râz-ı zâtiyyeden olan “müsbit” ise kaziyyemizin mahmûlüdür. İsbâtı, ayn-ı delîl olan kitabın üzerine haml etmiş oluyoruz. Kezâ: “Emr vücûbu ifâde eder” cümlesi de bir kaziyyedir. Mevzû’u “emr”, mahmûlü de “vücûb ifâde eder” cümlesidir. Kezâ: “Zeyd-i kâtib” dediğimizde “Zeyd” mevzû’dur. A’râz-ı zâtiyyeden olan “kâtib” ise mahmûldür. * * * Anlaşıldı ki mesâ’il-i usûliyyeyi teşkîl eden her bir kaziyyede mahmûl, edillenin a’râz-ı zâtiyyesinden birisi olacaktır. Fakat bir ilimde işbu arazlardan bahsolunur demekten maksad nedir? A’râz-ı mezkûreden bahsetmek sekiz sûretle olur: 1. Mes’elenin mevzû’u da ya mevzû’-ı ilmin ayn-ı mutlakıdır. “Delîl-i şer’î hükm-i şer’îyi isbât eder” kaziyyesinde olduğu gibi “mevzû” delîl-i şer’îdir, “mahmûl” de “hükm-i şer’îyi isbât eder” sözüdür. 2. Yâhûd mevzû’-ı mes’ele mevzû’-ı ilmin ayn-ı mukayyedidir. Yani mevzû-ı mes’ele mevzû-ı ilmin aynı ise de arz-ı zâtî ile mukayyeddir. “Delîl-i mu’ayyen ve mü’evvel zannı ifâde eder” kaziyyesinde olduğu gibi ki burada mevzû’ olan delîl mevzû-ı ilmin aynı ise de “mü’evvel” kaydıyla mukayyeddir. 3. Veya mevzû’-ı mes’ele mevzû-ı ilmin mutlakı olur: “Emr-i vücûbu ifâde eder” kaziyyesi gibi ki “emr” mevzû’-ı ilim olan edilleden bir nev’dir. 4. Yâhûd mevzû’-ı mes’ele mevzû’-ı ilmin mukayyedidir. “İbâha karînesine mukārin olan emr, ibâha ifâde eder” kaziyyesinde olduğu gibi ki burada mevzû-ı mes’ele olan “emr” mevzû’-ı ilm olan edilleden bir nev’ ve hem de ibâha karînesine mukārin olmakla mukayyeddir. 5. Bazen de mevzû’-ı mes’ele mevzû’-ı ilmin a’râz-ı zâtiyyesinin ayn-ı mutlakı olur, “Hâs hükm-i kat’îyi îcâb eder” gibi ki mevzû’-ı mes’ele olan “hâs” mevzû’-ı ilm olan edillenin a’râz-ı zâtiyyesindendir. –mâba’di var–
[65] TEFSÎR-İ ŞERÎF “El-hamdü li’llâh” Hamd ü senâ-yı kâmil vâcibü’l-vücûd-ı bî-mu’âdil te’âlâ şânuhû hazretlerine mahsûsdur; ondan başka mahmûd-ı hakīkī yokdur. “Hamd” emr-i cemîl-i ihtiyârîsinden dolayı bir zâtı ta’- zîm ve tebcîl üzere senâ ve tavsîf etmekdir; bâ’is-i hamd ü senâ olan emr-i cemîl gerek in’âm nev’inden ve gerek nev’-i âhardan olsun. Tavzîh-i Merâm Bu ta’rîfimizde ikmâl-i vuzûh maksadıyla ilâve edilen “ta’zîm ve tebcîl” kaydı Tefsîr-i Beydâvî’de zikr olunmamışdır. Çünkü cemîl-i ihtiyarîden mütebâdir hâmidin nazar ve i’tikādında cemîl ve hasen olan şeylerdir. Böyle birşey mukābelesinde olan senâ ve tavsîf ise istihzâ kabîlinden olamaz, mücerred ta’zîm için olur. Kezâlik “senâ” ta’bîri hayr ile yâd etmek demektir. Binâ’en-aleyh bundan da hamdin ta’zîm ve iclâl maksadıyla olan zikr-i cemîlden ibâret olması anlaşılıyor. “Hamd” ta’bîrine “medh ve şükr” lâfızları yakın olmakla bu makāmda onları da ta’rîf ve beynlerini tefrîk etmeğe lüzûm vardır: “Medh” de “hamd” gibi lisân ile olan senâ ve tavsîf-i hasenden ibâretdir. Fakat bunun emr-i ihtiyârîye ihtisâsı olmadığı cihetle hamdden e’amdir. Binâ’en-aleyh “Filân zâta ilim ve keremden dolayı hamd ederim veya kendisini medhe lâyık görürüm” deniyor. Fakat “Hüsn ü cemâlinden nâşî kendisine hamd ederim” denmeyip, yalnız “onu medh ederim” denilebilir. “Şükr” her emr-i cemîl-i ihtiyârî mukābelesinde olmayıp bilhassa in’âmdan dolayı mün’im olan zâta arz-ı ta’zîm etmekdir. Hem de hamd ile medh gibi lisânen tavsîfe hâs olmayıp kavl, fi’l ve i’tikādın her biriyle îfâ-yı şükr olunur. İmdi zât-ı mun’imin evsâf-ı âliyyesini zikr etmek husûsuna hamd ve medih ıtlâk olunduğu gibi şükür de ıtlâk olunur. Ama zât-ı mün’imin ihlâs ile hizmetinde bulunmak, kendisini kemâl-i samîmiyyetle sevmek ve uluvv-i şânını i’tikād etmek dahi şükürde dâhildir, bu kalb ve beden ile îfâ olunan şükürlere hamd ve medih ıtlâk olunmaz. Elhâsıl hamd ve medih lisâna muhtas oldukları hâlde in’âm ile in’âmın gayri mezâyâ-yı cemîleye şâmil olurlar; şükür in’âma mahsûs olduğu hâlde lisan ve cenân ve erkân-ı sâirenin her biriyle îfâ olunabilir. Binâ’en-aleyh mevrid i’tibâriyle hamd ü medih ehass ve müte’allik i’tibâriyle şükür ehass olup beynlerinde umûm ve husûs min vech bulunduğu sâbit olur. Belâğat Beyânât-ı mebsûtadan maksad-ı aslî, bu makāmda medh ile şükr ta’bîrleri üzerine hamd lâfzı ihtiyâr buyurulmasının vechini îzâh etmektir ki zikr olunan vücûh-ı iftirâka dikkat olunursa bu maksad vâzihan müstefâd olur. Çünkü “medh” gayr-i ihtiyârî mukābelesinde dahi olabileceğinden memdûhun fâ’il-i bi’l-ihtiyâr olmasına delâlet etmez. Cenâb-ı Bârî te’âlânın mahmûd kılınması, cemî’-i mehâmide müstehak olduğu beyân edilmesi ise zât-ı ulûhiyyet-i sübhânînin dâima meşiyyet ve ihtiyâr ile fâ’il-i mute’âl ve irâde-i ilâhiyyesi iktizâsınca sâni’-i zülcelâl olmasını iş’âr etmektedir. Bu hakīkati iş’âr ve beyân ise esâs-ı dîn ve mebnâ-yı şerâyi’-i mürselîn olduğu cihetle fâtiha-i Fâtiha kılınmaya şâyân, zîver-i gencîne-i îkān bir nükte-i belîğa-i Furkāndır. [66] Cenab-ı Rabbü’l-âlemîn hikmet ve meşiyet iktizâsına göre sâni’-i muhtâr olmayıp felâsifenin iddi’â-yı bâtılları vechile hâşâ mûcib-i bizzat olması farz olunsa ne teşri’-i ahkâma imkân kalır, ne de Cenâb-ı Bârî’nin şükr ü senâya istihkākı bulunur. 62 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 5 - SAYFA 67 Bu iddi’â-yı bâtılın butlânı ise kütüb-i kelâmiyyede bi’lvücûh îzâh ve isbât edilmişdir. Bunun bir çok delâ’ili olup ez cümle ef’âl husûsunda îcâb-ı bizzât nekā’is nev’inden olmakla şân-ı Bârî te’âlâda muhâldir. Nusûs-ı şer’iyyede isbât olunan irâde ve meşiyyet sıfat-ı celîlesinin akl u hikmet nokta-i nazarında dahi sübûtu cây-ı tereddüd olamaz. Bu hakīkat-i âliyye sahâ’if-i kâ’inâtı mütâla’a ve tedkīk eyleyen ulü’l-ebsâra tecellî ve inkişâf etmekde bulunan bînihâye bedâ’i-i fıtrat, âsâr-ı intizâm ve hikmet ile de te’yyüd eylediği bedîdârdır. Tenbîh “Şükr” ta’bîri de “hamd” lâfz-ı şerîfi kadar şümûllü olmadığı anlaşıldı. Zîrâ şükr yalnız in’âm mukābelesinde olur. Hamd ise Cenâb-ı Bârî te’âlânın gerek in’âm cihetiyle, gerek sâir evsâf-ı sübhâniyyesi i’tibâriyle senâ ve tebcîle lâyık olmasını ifâde etmektedir. “Şükr” lisânın gayri vesâ’it ile husûl bulmak cihetiyle hamde tercîh olunamaz. Çünkü hamdin filhakīka hamd olması iktirân-ı ta’zîme vâbestedir. Bu ise senâya dâl olan kelâmın ef’âl ve i’tikādâta muvâfık olmasını muktezîdir. Binâ’en-alâzâlik hamd tahakkuk eden makāmda şerâ’iti olan tebcîlat-ı fi’liyye ve kalbiyyenin de tahakkuk etmesi bir emr-i zarûrîdir. Ve illâ hamdin istihzâya inkılâbı lâzım gelir. Hamdin şükre tercîhi Tefsîr-i Beyzavî’de vech-i âharla de tevcîh olunmuşdur. Şöyle ki: İn’âm mukābilinde olan şükür içinden ni’met-i vâsılayı izhâr ve işâ’ada ve tahakkuk-i husûlüne delâletde akvâ olmak hâssasıyla temeyyüz etmektedir. Çünkü i’tikād-ı kalb ile îfâ olunan şükür emr-i hafî olduğu gibi it’âb-ı cevârih ile vücûd bulan şükür de şükrün gayri bir emel ile olmak ihtimâline ma’rûzdur. İşte hamdin bu sûretle temeyyüz etmesi re’s-i şükr add olunmasına ve îfâ-yı teşekkür bâbında umde kılınmasına bâdî olmuş ve binâ’en-alâzâlik bir hadîs-i şerîfde; 1 ;buyurulmuşdur ) الحمدلله رأس الشكر ماشكر الله من لم يحمده) yani hamd şükrün re’s ve umde-i erkânı olmak hasebiyle Cenâb-ı Hakk’a karşı arz-ı tahmîdâta muvâzıb olamayan kimse kalb ve a’zâsıyla ne kadar ta’zîm ve tebcîlde bulunmuş olsa îfâ-yı şükr ve ikmâl-i vazîfe etmiş olmaz. İstifâza “el-Hamd” nazm-ı şerîfindeki edât-ı ta’rîf, herkesin bildiği mâhiyet-i hamde işâret, yâhûd bilcümle mehâmid ve esniyeye delâlet için gelmişdir. Her iki ihtimâle göre mine’lezel ile’l-ebed cemî’-i hâmidînden sudûr eder efrâd-ı hamdin Cenâb-ı Vâcibü’l-vücûda muhtas ve münhasır olması müstefâd olur ki bunun sıhhatinde iştibâh yokdur. Çünkü her hayır ve ni’metin masdar-ı hakīkīsi Bârî te’âlâdır. Mün’- im-i hakīkī ile mün’amün aleyh olan ibâd arasındaki vesâ’itin filhakīka te’sîri olmayıp yalnız cereyân-ı âdet-i ilâhiyye sûretiyle sebebiyet ve filcümle medhaliyetleri olur. Bazı hükemânın iddi’âları vechile vesâ’itde te’sîrât-ı akliyye bulunması farz olunsa bile onların vesâ’it olmakdan hurûcları lâzım gelmez. Mâdem ki kâffe-i kâ’inâtın hâlikı olmak cihetiyle gerek esbâb ve gerek müsebbibât Sâni’-i zül- 1 Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr 6536. celâlin te’sîr-i kudret-i sübhâniyyesiyle vücûd bulmakda ve her türlü ni’met ile intifâ’ meşiyyet-i ilâhiyyeye tâbi’ teshîlât ve tevfîkāt-ı samedâniyye ile husûl-pezir olmaktadır. Doğrudan doğruya masdar-ı in’âmât ve merci’-i cemî’ kemâlât dergâh-ı akdes-i müte’âl olması cây-ı hafâ olamaz. Binâ’en-alâzâlik bir âyet-i celîlede 2 (ومابكم من نعمة فمن الله) buyurulmuştur ki ma’nâ-yı şerîfi “Size vusûl bulmakda olan ni’am ve eltâfın her biri ma’bûd-ı zülcelâlinizden sâdır olmaktadır.” “El-hamdü li’llah” cümle-i celîlesi mahmûd-ı zülcelâl ve ma’bûd-ı bî-misâl olan Hak celle ve alâ hazretlerinin hayat, kudret, ilim, irâdet sıfât-ı celîlesi ile muttasıf olmasına delâlet etmektedir. Zîrâ sıfât-ı mezkûreyi câmi’ olmayan zâtın hamd ü senâya istihkākı olmaz. Çünkü bâlâda beyân olunduğu üzere hamdin cemîl-i ihtiyârî mukābelesinde olması mahmûdun fâ’il-i muhtâr olmasını muktezîdir. Bu ise ilim ve irâde ve kudret ihrâz etmesine menûtdur. Bu sıfâtlar da hayat sıfâtıyla muttasıf olmaya tevakkuf eder. Zîrâ hayy olmayan alîm ve kadîr ve mürîd olamaz. Bu hâlde “El-hamdü li’llah” diyen abd-i mü’min Zât-ı Bârî te’âlânın vahdâniyeti ile beraber bütün sıfât-ı rabbâniyyesini i’tirâf etmiş oluyor. Manastırlı İsmâil Hakkı SAFAHÂT-I HAYÂTTAN HASTA “Vak’a leylî mekteblerden birinde güzâr etmişdir.” – Bence, doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz; Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyyetsiz. Sâde bir nezle-i sadriyye mi illet? Nerde! Çocuğun hâli fenâlaştı şu son günlerde. On gün evvel ameliyyâta çıkarken talebe, O da gelmişti; fakat yolda nöbetler galebe Ederek vermedi bîçâreye bir dem râhat. Dedim: “Oğlum, niye geldin? Hadi git mektebe, yat!” O zamandan beridir za’fı tezâyüd ediyor; Şüpheler zihnime hâliyle tevârüd ediyor. Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin Olmuyormuş azıcık dindiği... [67] – Ben zâten işin, Bir ay evvel biliyordum ne vahîm olduğunu... Bana ihtâra ne hâcet, a beyim, şimdi bunu? Ma’amâfih yeniden bir bakalım dikkatle: Hükmü kat’î verebilmek için olmaz acele. – Çağırın hastayı gelsin. * * * Kapının perdesini, Açarak girdi o esnâda düzeltip fesini, Bir uzun boylu çocuk... Lâkin o bir levha idi! Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedî: Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri; 2 Nahl, 16/53. CİLD 1 – ADED 5 - SAYFA 68 SIRÂTIMÜSTAKĪM 63 Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri. O şakaklar göçerek cebheyi yandan sıkmış; Fırlamış alnı, damarlar da beraber çıkmış! Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i şebâb; O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bîtâb! O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi; Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi! Kafa bir yük kesilip boynuna, çökmüş bağrı; İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı. * * * – Otur oğlum, seni dikkatlice bir dinleyelim... Soyun evvelce fakat... – Siz soyunuz, yok hâlim! Soydu bîçâreyi üç beş kişi birden, o zaman Aldı bir heykel-i üryân-ı sefâlet meydan! Bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti Yoktu. Zannımca tabîbin coşarak merhameti, “Bakmasak hastayı nevmîd ederiz belki” diye; Çocuğun göğsüne koydu başını dinlemeye; – Öksür oğlum... Nefes al... Alma nefes... Oldu, giyin; Bakayım nabzına... A’lâ... Sana yavrum, kodein Yazayım; öksürüyorsun, o, keser, pek iyidir... Arsenik hapları al, söylerim eczâcı verir. Hadi git kendine iyi bak... * * * – Nasıl ettin doktor? – Edecek yok, çocuk artık yola girmiş, gidiyor! Sol taraftan rienin zirvesi üstünde kühûf; Hâsıl olmuş ki ehemmiyyeti zâten ma’rûf. Devr-i sâlisteki âsârı o mel’un marazın Var tamâmıyle, değil hiçbiri eksik arazın. Bütün a’râz, şehîkıyle, zefîriyle... – Yeter! Hastanın çehresi meydanda ya! İnsanda meğer Olmasın hiss ü basîretten eser... Lâkin biz Bunu “tebdîl-i havâ” der de nasıl göndeririz? Şurda üç beş günü var... Gönderelim: Yolda ölür... “Git!” demek, hem de bizimçün ne büyük bir züldür! Hadi göndermeyelim... Var mı fakat imkânı? Sonra mes’ûl edecekler bulunur insânı. – Sözünüz doğru Müdür Bey; ne yapıp yapmalı; tek Bu çocuk gitmelidir. Çünkü, yaşarsa, pek pek, Daha bir hafta yaşar, sonra sirâyet de olur; Böyle bir hastayı göndermede mektep ma’zûr. * * * – Bir mubassır çağırın. – Buyurun efendim. – Bana bak: Hastanın gitmesi herhalde muvâfık olacak. “Sana tebdîl-i hevâ tavsiye etmiş doktor; Gezmiş olsan açılırsın...” diye bir fikrini sor. “İstemem!” der o, fakat dinleme, iknâ’a çalış: Kim bilir, belki de bîçâre çocuk anlamamış? * * * – Şimdi tebdîl-i hevâ var mı benim istediğim? Bırakın hâlime artık beni râhat öleyim! Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün Daha katlansa kıyâmet mi kopar? Hem ne için Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden, “Öleceksin!” diye koğmak? Bu koğulmaktır. Ben, Kimsesiz bir çocuğum, nerde gider yer bulurum? Etmeyin, sonra sokaklarda kalır mahvolurum! Anam ölmüş, babamın bilmiyorum hiç yüzünü; Kardeşim var, o da lâkin bana dikmiş gözünü: Sanki âtîdeki mevhûm refâhım giderek, Onu çalkandığı hüsranlar içinden çekecek! Kardeşim, bekleme müstakbeli nisyâna çalış; Ebediyyen seni koyvermeyecek hâle alış! [68] Hangi bir derdim için ağlayayım, bilmiyorum. Döktüğüm yaşları ma’zûr görün: Mağdûrum! O kadar sa’y-i belîğin bu sefâlet mi sonu? Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu, Çalışıp ömrümü çılgınca hebâ etmezdim, Ben bu müstakbele mâzîmi fedâ etmezdim! Merhamet bilmeyen insanlara bak, yâ Rabbi, Koğuyorlar beni bir sâil-i âvâre gibi! – Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız. “İstemem, yollamayın” dersen eğer, kal, yalnız... Hastasın... – Hem veremim! Söyle, ne var saklayacak? – Yok canım öyle değil... – Öyle ya, herkes ahmak! Bırakırlar mı eğer gitmemiş olsam acaba! Doğrudur, gitmeliyim... Koşturunuz bir araba. * * * Son sınıftan iki vicdanlı refîkin koluna Dayanıp çıktı o bîçâre sefâlet yoluna. Atarak arkaya bir lemha-i lebrîz-i elem, Onu teb’îd edecek paytona yaklaştı “verem!” Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini, Öptüler girye-i mâtem dökerek gözlerini: – Çekiver doğruca istasyona... – Yok yok, beni tâ, Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki: Gurebâ, –Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada– Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada! Mehmed Âkif
 HÜRRİYET-MÜSÂVÂT Geçen hafta Sırâtımüstakīm’deki makālemizde Mîzân gazetesinde “Abduş” imzâsıyla makāle-i sâbıkamızı tahrîfen münderic varaka-i i’tirâziyyeye karşı olan cevâbımızı bu haftaki makālemize ta’lîk etmiş idik. Fakat Abduş Efendi’nin maksadı, izhâr-ı hakīkat olmayıp, belki a’râz-ı nefsâniyyesinden münba’is ihtisâsât-ı bedbînânesini meydana koymakdan ibâret olduğu tahrîfât-ı vâkı’asına inzimâm eden ahvâl-i sâire ile tahakkuk etmiştir. Binâberîn mes’ele, kavâ’id-i münâzaradan hâric kalarak, bir mâhiyet-i kānûniyye iktisâb etmiş olduğundan; sâir zebân-dırâzlar hakkında olduğu gibi mûmâ-ileyhin bu bâbdaki makālesini de mahkeme-i âdilenin hükmüne havâle ve tevdî’ ederek maksad-ı aslîmize ber vech-i âtî şurû’ ediyoruz: * * * 64 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 5 - SAYFA 69 Şerî’at-i Muhammediyye’nin müsâ’ade gösterdiği talâk mes’elesine gelince: Bu da tesettür-i nisvân ve te’addüd-i zevcât mes’eleleri gibi levâzım-ı medeniyye ve zarûrât-ı beşeriyyeden olup Kānûn-ı Esâsî’nin bahş ettiği hürriyet ve adâlete münâfî değildir. Filvâkı’ talâkda asıl olan hurmetdir.* Çünkü talâk kayd-ı nikâhı ortadan kaldırıyor. Bu ise bir âileyi perîşân etmek demekdir. Hâlbuki beşeriyetin nasb-ı enzâr-ı tehassür eylediği evc-i medeniyyete, nokta-i kemâle yükselebilmesi âile irtibâtından başlıyor. Mümkün mertebe teksîr-i âileye çalışmak icâbât-ı medeniyyedendir. Nikâh, ki fevâ’idi bî-pâyandır, öyle ma’rûz-ı indirâs olmamalıdır. Zîrâ sonra terakkī kābil olmaz. Hattâ nizâm-ı âlem muhâfaza edilemez. Min vechin ibâdet sayılan nikâhın derece-i ehemmiyeti herkesce ma’lûmdur. Bir kere zevceyn yekdiğerinden istifâde ederek bir çok fenâlıkların önü alınır, sonra zevceyn yekdiğerine zahîr olarak metâ’ib-i dünyeviyyeye mukāvemet ederler. Çünkü insan bu mihnetzâr-ı fenâda mutlakā bir enîs-i gamküsâre, bir mu’în-i mesâ’îye muhtâctır. İkdâmât-ı mütevâliyye ile yorulan vücûdlar, beyinler â’ile arasında uçan nefehât-ı mihnet ve samîmiyyetle yorgunluklarını unutur. Çalışmak için kuvvet iktisâb ederler. İzdivâc sâyesinde insanlar tekessür eder. İzdivâc sâyesinde cem’iyet pâyidâr olur. İzdivâc sâyesinde tehzîb-i ahlâk edilir. Yine izdivâc sâyesinde âlem intizâm bulur. İşte talâk bu kadar makāsıd-ı dîniyye ve dünyeviyyeyi kesr ettiği için onda asıl olan hurmet ve memnû’iyettir. Nitekim “Eğer kadınlarınız size itâ’at ederlerse onların aleyhine bir yol aramayınız. Yani onları tatlîk etmeyiniz” me’âlinde olan 1 bilâ Yani. etmeyiniz tatlîk sonra fakat ediniz tezevvüc larınızıKadın “ve celîli ı-nass ) فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلاَ تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبِيلاً) sebeb boşamayınız. Zîrâ ıtlâk öyle bir şeydir ki arşu’r-rahmân ondan ihtizâz eder” müfâdında olan 2 تزوجوا ولا تطلقوا ) العرش منه يهتز الطلاق فان (ve “Cenâb-ı Hakk’ın en sevmediği helâl, talâkdır” medlûlünde bulunan 3 ابغض الحلال الى الله عز و جل ) الطلاق (ve “Mücerred tecdîd-i zevk için kadın alıp boşamayınız. Zîrâ mahzâ böyle tecdîd-i zevk için kadın alıp boşayan erkekleri ve kocaya varıp boşanan kadınları Allah sevmez” ma’nâsını ifâde eden 4 تزوجوا ولا تطلقوا فان الله لايحب الذواقين ولا ) الذواقات (ehâdîs-i şerîfesi talâkdaki memnû’iyet-i asliyyeye sarâhaten delâlet etmektedir.** Fakat ihtiyâc ve zarûrete binâ’en talâk meşrû’ olmuştur. Zîrâ zevceyn beyninde tebâyün-i ahlâk hasebiyle buğz ve adâvet husûle gelir ve bu hâlde devâm edecek olur ve ale’lhusûs zevce mûcib-i [69] töhmet bir hâlde bulunursa bunlardan çâre-i halâs ancak talâktır. Hattâ te’addüd-i zevcât gibi talâka kavlen mu’teriz olanlar dahi şu gibi esbâba mebnî onun meşrû’iyetini kalben temennî etmekde oldukları şüphesizdir. “Bir şey dayyık oldukda müttesi’ olur” kā’idesi * Şürunbilâlî’ye bak. 1 Nisâ, 4/34. 2 Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr 6178. 3 Ebû Dâvûd, Sünen, Kitâbü’t-Talâk 3. 4 Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr 6179. ** İmâm-ı Şa’rânî’nin Keşfü’l-Gamme nâm kitâb-ı müstetâbın[ın] Talâk bahsine mürâca’at oluna. şer’î olduğu gibi hem de tabî’îdir. Mâdem ki geçinmeleri kābil değildir. İftirâkları zarûret hâlini alıyor; onların ayrılması lâzımdır, muvâfık-ı hikmettir. Zîrâ beynlerinde adem-i imtizâc bulunan zevceynin şu hâl-i münâferet üzere kalmaları, kendilerini her türlü sa’âdet-i dünyeviyye ve uhreviyyeden mahrûm eden ahvâldendir. İnsanların asıl hayât-ı mes’ûdânesi âilesiyle birlikte kemâl-i samîmiyyet ve muhabbetle geçirdiği hayattır. Medeniyetin terakkīsi nisbetinde birçok ihtiyâca ma’rûz kalan insanlar tedârik-i havâyic için pek çok çalışmak, çabalamak mecbûrîyeti altında zebûndurlar. Bu zavallılar için sa’yden mütehassıl âlâm ve ekdârı def’ edecek, yarınki mübâreze-i hayâtiyye için kuvvet i’dâd edecek âile muhabbet[in]den başka ne vardır? Ya bu muhabbet olmazsa o âilenin hayatı nasıl olur? Her dakīka yek-diğerini tahkīre âmâde iki kalbin dûçâr olduğu azâblar, felâketler kābil-i tasvîr midir? Ne vakit bunlar istirâhât edecek? Ne vakit âhiret için zâd ve zâhire hazırlayacak? Bir zevc zevcesinin âhar bir kimse ile münâsebet-i gayr-i meşrû’ada bulunduğunu ve hattâ bulunmak istediğini hissettikten sonra, artık onunla hüsn-i imtizâc ederek, ölünceye kadar mes’ûdü’l-hâl ve mesrûrü’l-bâl yaşaması kābil midir? Binâ’en-aleyh zevc ile zevcenin beynlerinde mes’ûdâne yaşamalarını mâni’ olacak bu gibi ahvâlin vukū’u takdîrinde, talâka mesâğ gösterilmesi Cenâb-ı Hakk’ın nev’-i beşere olan eltâf-ı sübhâniyyesi cümlesindendir. Yani bu da bir ni’- met-i uzmâ-yı ilâhiyyedir. Hattâ bugün milel-i mütemeddine ekserîsi dahi talâkın zarûriyât-ı beşeriyyeden olduğuna kesb-i kanâ’at etmişler ve talâkı kabûl eylemişlerdir. Şu kadar ki onların kabûl ettikleri talâkın keyfiyeti başkadır. Şerî’at-i Ahmediyye’ce talâk zevcin elinde olduğu hâlde onlarca emr-i talâk mahkemeye tevdî’ edilmişdir. Fakat şerîat-i garrâ-yı Ahmediyye’nin şu mes’elede dahi rüchânı bedîhîdir. Zîrâ esâsen talâkın lüzûmu kabûl edildikden sonra yalnız sûret-i icrâsı kalır ki bunda üç ihtimâl cârîdir: Birinci ihtimâl: Emr-i talâkın zevcenin yedine verilmesidir. Bu ihtimâl iki vecihle bâtıldır. Evvelâ: Kadınlar teşekkülât-ı bedeniyyeleri iktizâsınca serîü’l-infi’âl olup cüz’î bir şeyden müte’essir olurlar. Ekserîsi ehemmiyetsiz bir şeyden, bir hiçden dolayı hemen talâka cür’et ederek içinde bulundukları âilelerinin mahv u perîşân olmasına sebebiyet verirler. Sonra da dûçâr-ı nedâmet olurlar. Fakat çi-fâ’ide ki her şey bitmiştir. Eğer emr-i talâk kadınların elinde olsa idi sahne-i arzda rişte-i irtibâtını muhâfaza edecek pek az âileler kalır, bu sûretle şîrâze-i âlem bozulur giderdi. Sâniyen: Emr-i talâkı bir hakk-ı zâtî olmak üzere zevcenin yed-i salahiyyetine bırakmak, ona bir nevi’ hâkimiyet bahş etmek demektir. Bu ise doğru olamaz. Zîrâ âilenin bütün umûr-ı şâkkasıyla mükellef olan zevcin üzerine hiç bir şeyle mükellef olmayan zevcenin hâkimiyetini tasdîk edecek hiç bir akl-ı selîm tasavvur olunmaz. Binâ’en-aleyh onlara böyle bir iktidârın verilmesi mugâyir-i akl u hikmetdir. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı hakîminde 5 (الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاء ) buyurmuşdur. 5 Nisâ, 4/34.] CİLD 1 – ADED 5 - SAYFA 70 SIRÂTIMÜSTAKĪM 65 Ma’a-hâzâ “emr-i talâk” zevcenin yedinde olmak üzere akd-i nikâh edilir ve îcâb’da –yani evvelen söylenen sözde– zevce tarafından vukū’ bulursa bu sûretde şer’an nikâh sahîh ve şart mu’teber olacağından lede’l-iktizâ kadın da kendisini tatlîk edebilir. Fakat bu hüküm kadınlar için bir nevi’ ruhsat ve teshîl-i şer’î olup bunun esâsa te’alluku yokdur. İkinci ihtimâl: Emr-i talâkın mahkemeye tevdî’ olunmasıdır. Bu da iki vecihle bâtıldır: Evvelâ: Şüphe yok ki bahsimiz âkil, mümeyyiz, bâliğ olan zevceynin talâkı mes’elesine dâirdir. Hâkimin velâyet-i âmmesi var ise âkil ve bâliğ olan kimsenin de kendi nefsine velâyet-i hâssası vardır. Hâlbuki velâyet-i hâssa velâyet-i âmmeden akvâdır. Sâniyen: Bâlâda beyân olunduğu vecihle talâk bir takım esbâb-ı mücbireye mebnî zarûreten meşrû’ kılınmıştır. Bu esbâb-ı mücbireyi ise zevc ile zevceden mâ-adâsına ifşâ câ’iz değildir. Zîrâ bu esbâb yâ “tebâyün-i ahlâk”dır veya zevcenin “mûcib-i töhmet” bir hâlde bulunmasıdır. Birinci takdîrde hâkim ne yapacak? Yekdiğerini sevmeyen zevceyni zorla birbirine mi sevdirecek? Olsa olsa pederâne nasîhat edecek. Yoksa “Ben hükm ettim: Sevişiniz, nizâ’ etmeyiniz” diyebilir mi? Haydi demiş, ne ehemmiyeti olabilir? Bununla maksad te’mîn edilmiş olacak mı? Bu gibi şeyler umûr-ı hissiyye ve vicdâniyyedendir. Mahkemenin hükmüyle husûle gelmez. Bunlar, hâkime hürmeten peki diyecekler, değil mi? Fakat daha mahkeme kapısından çıkar çıkmaz, yine kavgaya başlayacaklar. Aralarındaki imtizâcsızlık bir kat daha tezâyüd edecek. Ve ölünceye kadar her ikisi de azâb-ı elîm içinde kalacak. Haydi farz edelim ki bu takdîrde hâkim beynlerini tefrîk edebilsin, yalnız nasîhatle iktifâ etmesin. Acaba bu, ma’kūl bir mu’âmele midir? Şüphe yok ki değildir. Zîrâ yukarıda beyân ettiğimiz vechile ekser kadınlar serîü’l-infi’âl olup pek cüz’î bir şeyden dolayı hemen müte’essir olacaklarından eğer mahkemeye böyle bir salâhiyet verilecek olur ise pek çok kadınlar zevcleriyle beynlerinde zuhûr eden cüz’î bir münâsefeden, bir münâza’adan dolayı onların hemen mahkemeye koşacakları, ve zevcleriyle beynlerinde tebâyün-i ahlâk olduğundan bahisle taleb-i talâkda bulunacakları ve bilâhare emr-i talâk zevcenin yedinde olduğu sûretde lâzım gelen mahzûrun buna da lâzım geleceği, yani bir çok âilelerin şîrâze-i intizâmdan çıkarılıp mahv u perîşân edileceği şüphesizdir. İkinci takdîre gelince, bunda da fâ’ide şöyle dursun, pek [70] çok mazarrat vardır. Çünkü bu hâlde da’vâyı mahkemeye vermek, o kadını cem’iyetten tard etmek demektir. Ma’lûmdur ki medâr-ı hüküm olmadan, beyyine bulunmadan hâkimler hükm edemez. Şimdi o zavallı zevcin hâlini düşününüz, vicdânen mûcib-i töhmet bir hâlde bulunduğunu tasdîk ettiği zevcesinin hâl-i töhmetini isbât için beyyine hazırlayacak, muhtâra, komşulara mürâca’at edecek. “Benim zevcem şöyle bir hâlde bulunuyor” diyecek. Şâhidlerle beraber yakalamaya çalışacak, hattâ esbâbına tevessül edecek, bunları söylemeye, yapmaya yüz, vicdân ister. Bu olacak şey mi, ve bu da hayat mı?” –mâba’di var– Mûsâ Kâzım
İSLÂM VE USÛL-İ MEŞVERET İkdâm’ın zannım 5099 adedli nüshasında olacak idi ki garîb bir efsâne gördüm. Berlin Dârülfünûnu’nun Elsine-i Şarkıyye Şu’besi Müdürü Mösyö Eduard Saharo nâmındaki bir zât Neue Freie Presse cerîdesinde “Meşrûtiyet-i İdârenin Âtîsi” serlevhasıyla bir makāle yazmış. Bu makālesinde Mösyö Eduard Boğaziçi’nde tanîn-endâz olan velvele-i hürriyyetin meserret-bahş bir hâtimeye müncer olmasını temennî ettikden sonra Anadolu’da bir zengin beyin, Toros dağlarında yaşayan bir Kürd beyinin, Suriye’nin münbit vâdilerinde sâhib-i emlâk ü yesâr olan bir müslümanın Kānûn-ı Esâsî’yi ne sûretle telakkī ettiklerini, bu bâbda ne fikir perverde eylediklerini muhtâc-ı tedkīk görmüş. Kur’ân-ı Kerîm’de gerçi meşrûtiyet-i idâreye dâir bazı âyât-ı celîle var ise de fi’ilen bunların ehemmiyeti yok imiş. Meşrûtiyet-i idâre âlem-i İslamiyyet için yeni, pek yeni bir şey imiş. İslâmiyet câmid ve her şeye gayr-i müsâ’id bir din imiş. Avrupalıların tahayyül ve tasavvur edemeyecekleri bir ta’assub-ı dînî ile müteharrik bir kitle imiş. Osmanlı erbâb-ı siyâseti, Devlet-i Aliyye sefîr ve şehbenderleri yalnız Dersa’âdet’i ve nihâyet-i nihâyet Dersa’âdet mülhakātı ile Selânik’i, İzmir’i, Beyrut’u, Şâm-i Şerîf’i bilirler imiş. Bunun için bu koskoca kalemrev-i saltanatın ahvâl ve müşkilât-ı dâhiliyyesinden bîhaberler imiş. Şurasında Türk, burasında Çerkes, berisinde Arab, şu yanında Arnavud, öte tarafta Gürcü bulunan bir memleketde şu ecnâs-ı muhtelifenin bir arada bir menfa’at-i âmme için çalışabilmeleri muhâl ender muhâl imiş. Bize öyle geliyor ki Mösyö Eduard hâtimesi fâtihasına tevâfuk etmeyen şu makālesinde ümmet-i İslâmiyye hakkında pek çok vukūfsuzluk göstermiş ve beyhûde telâşlar etmiş. Bir Avrupalı’nın fikdân-ı ıttılâ’ hasebiyle Şerî’at-ı garrâ-yı İslâmiyye hakkında nefsü’l-emre mutâbık olmayan mütâla’ât ve muhâkemâtı an-cehlin olmasına nazaran bir dereceye kadar ma’füvv olsa da Elsine-i Şarkiyye Şu’besi müdürü bulunan bir zâtın hasbe’l-meslek kütüb-i Arabiyyeye, ahkâm-ı Şerî’at-i İslâm’a usûl-i idâre-i İslâm’a, ef’âl ve ahlâk-ı ehl-i İslâm’a vâkıf olması îcâb edeceğinden bunun hilâfını nâtık mütâla’âta hâme-rân olmak bi-hakkın câlib-i mu’âheze olabilir, zannederim. Hele İslâm’ın ilmen, sınâ’aten, edeben, adlen sa’âdet-i beşere ettiği hidemât-ı mübeccele, ile’l-ebed pâyidâr olan me’âsir-i ilm ü irfânı ile, vekāi’-ı mâziyyesiyle, vesâ’ik-i târîhiyye ile müsbet ve müberhen iken bundan tegâfül etmek hiç bir yerde hiç bir vakit hiç bir vech ile şi’âr-ı fazîlet addolunamaz. Meşveret bize, biz meşverete bîgâne değiliz. Meşveret bizim için yeni, pek yeni birşey değildir. Ahd-i güzîn-i Hazret-i Peygamber’den beri biz meşveret ile me’nûs ve me’lûfuz. 1 وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ Biz hayra da’vet ve bilhassa emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker ile me’mûruz. Cenâb-ı münzelü’l-Furkān bize bunu şu vechile emr ediyor: 2 (ولتكن منكم .... الآية) 1 Şûrâ, 42/38. 2 Âl-i İmrân, 3/104. 66 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 5 - SAYFA 71 Kur’ân-ı Kerîm’de bu nazm-ı celîlden evvel zikr olunan âyâtda Cenâb-ı Hak mü’minlere tekmîl ve tezhîb-i nefsi emr ettikten sonra bu âyetde, tekmîl ve irşâd-ı gayrı emr edip buyurur ki: Sizden hayra da’vet eder ve bilhassa emr-i bi’lma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eyler bir cemâ’at bulunsun. Felâh bulanlar onlardır. “Kemâl-i felâha muhtass olanlar işte bu sıfât-ı fâzıla ile temeyyüz eden o cemâ’attir.” Ma’rûf: Şer’ ve aklın istihsân ettiği... Ve münker: Şer’ ve aklın kabîh gördüğü şeylerdir. Da’vetü ile’l-hayr, dînî veya dünyevî salâhı mutazammın olan şeyle da’vet demek olduğu cihetle, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker da’vetü ile’l-hayrda münderic iken bunların hâssaten zikr olunmaları sâir umûr-ı hayriyye üzerine fazl ü rüchânlarını izhâr içindir. Âyet-i kerîmede cümle ümmete tevcîh-i hitâb edilmişken emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkerin pişvâ bir cemâ’- at-i fâzılaya tahsîs buyurulması da, müfessirîn-i kirâm hazerâtı tarafından takrîr edildiği üzere bu mühim vazîfe farz-ı kifâye olup sâir fürûz-ı kifâye gibi emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker dahi bütün ümmete vâcib olduğunu ve fakat hepsinin birlikte bu vecîbeyi ikāme etmesi sûretiyle cümleye vâcib olmayıp belki bazıları ikāme ederse bâkīsinden sâkıt olduğunu ve şâyed hep birden bu vecîbeyi terk ederlerse cümleten âsim ve günahkâr olduklarını ifhâm içindir. Bir de emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vecîbesi celâ’il-i umûrdan olup ahkâm-ı ilâhiyyeye ve merâtib-i ihtisâba ve bunların suver-i icrâ’iyyesine âşinâ olmak gibi kuyûd ile meşrût olduğuna ve bu umûra vukūf hususunca ise efrâd-ı ümmet mütesâvî bulunmadığına mebnî bu vecîbeyi ümmet içinde ancak fazîlet ve ehliyet ile temeyyüz edenleri deruhde edebilecekleri içindir. Yine müfessirîn-i kirâm hazerâtı diyorlar ki: Şurût-ı mezkûreye vâkıf efâzıl-ı dânişverân-ı ümmetden mâ’adâsı bu emr-i hatîre tasaddî ederlerse ma’kûs ve muzır netîceler tevellüd eder. Çünkü zikr olunan şurûta vukūfu olmayanlar [71] münker ile emr ve ma’rûfdan nehy etmeleri, mülâyemet yerinde gılzat ve gılzat yerinde mülâyemet göstermeleri, hattâ bazı kesânın münkere temâdî ve ısrârlarını mûcib olacak sûretde nehy-i ani’l-münker eylemeleri ağleb-i ihtimâldir. Mervîdir ki Seyyidü’l-Ebrâr Efendimiz’e: “Hayrünnâs kimdir?..” diye soruldu, zât-ı Risâlet-me’âbları da: “Hayrünnâs, en ziyâde emr-i bi’l-ma’rûf ve en ziyâde nehy-i ani’lmünker ve Hak için en ziyâde ittikā ve en ziyâde sıla-i rahm edenlerdir..” diye buyurdu. Zât-ı Nübüvvet-penâhî’den şu da rivâyet olunmuştur ki: “Ma’rûf ile emr ve münkerden nehy edenler, rûy-ı zemînde Allah’ın halîfesi ve resûlünün halîfesi ve Kitâbının halîfesidir...” buyurmuşdur. İslâm’da meşrûtiyet-i idârenin fi’len ehemmiyeti yok diye hüküm etmek, enzâr-ı mütâla’a önünde celiyy-i şa’şa’a olan vesâik-i ilmiyyeden göz yummak demekdir. İslâm’da vaktiyle, “Ahkâm-ı Sultaniyye” nâmıyla usûl-i idâre te’sîs edilerek tâ makām-ı mu’allâ-yı hilâfet u saltanattan muhtesiblere (belediye me’mûrlarına), şurtalara (polislere), candâriyyelere (jandarmalara) kadar bilcümle me’mûrîn ve müstahdemînin vezâ’ifi gösterilmiş ve “ra’iyye yani tebe’a üzerine tasarruf maslahata menûtdur” düstûru şu’abât-ı idârenin her yerinde üssü’l-esâs ittihâz kılınmışdır. Hazret-i Ömer bir gün hutbe irâd ederken: “Şâyed benim bir eğriliğim görülürse düzeltilsin...” demiş idi. Sâmi’înden biri kalkıp; “Senin eğriliğin görür isek kılıç ile düzeltiriz...” demesiyle; Hazret-i Ömer: “Şükür Allah’a ki bu ümmetde Ömer’in eğriliğini kılıcıyla düzeltecek kimseler yarattı!..” diye senâ-hân oldu. Nakl olunur ki mulûk-i Emeviyye’den Abdülmelik oğlu Müslime kibâr-ı tâbi’înden Ebû Hâzım hazretlerine: “Siz bize 1 ( ْمُنكِمِ رْمَالأ يِلْوُأَو (nazm-ı celîli hükmünce itâ’at ile me’mûr değil misiniz?..” dedi. Ebû Hâzım hazretleri; “Evet, fakat Hakk’a muhâlefet ettiğiniz zaman 2 sizden ile şerîfi i-emr) فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِْ) hilye-i mutâ’iyyet nez’ olunmuştur, değil mi?..” diye cevâb verdi. Bu hakk-ı mukāvemet ve usûl-i murâkabe-i ümmet sâyesinde idi ki Devlet-i Muhammediyye ikāb-ı satvet ve azametinin iki cenâhını şark u garb-ı âleme yaydı. Kuteybe ve Mûsâ bin Nasîr ve Abdurrahman ve Ukbe gibi kahramanların dest-bürd-i gayretleriyle takrîben bir asır içinde hudûd-ı dârü’l-İslâm kâmilen Afrika sevâhili ile Avrupa’nın cenûb-ı garbîsine ve Asya’nın hemen bütün memâlik-i ma’- mûresine yayılarak âlemin iki ucuna dayandı. Çin’den tâ Fransa içinden geçen Loire nehrine kadar rub’-ı meskûnu ihâta etti. Bu feth olunan yerler Romalıların sekiz yüz sene zarfında kabza-i teshîre aldıkları memâlik ve büldândan aded ve vüs’atçe pek çok ziyâde idi. Müslümanlar feth ettikleri yerlerde câzibe-i fazîlet ve adl ü hakkāniyetleri ile kulûb-i nâsı celb ediyor ve nâs kendilerine an-samîmi’l-kalb muhibb ü mutî’ tebe’a ve hattâ asker ve leşker oluyorlar idi. İmdi revâ mıdır ki meşveret ile me’lûf ve me’nûs, ve efâzıl-ı dâniş-verânı ma’rifetiyle emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker etmeye me’mûr olan bir ümmet-i fâzıla meşrûtiyet-i idâreye bîgânelik ile ithâm olunsun?.. Dâire-i bahs ve münâzarayı tevsî’ için diyelim ki meşrûtiyet-i idâreye bîgâne imişiz. Ya bugün buna mâlik olan akvâm-ı garbiyyeye bu mine’l-ezel bir mevhibe-i fıtrattır demeye cesâret olunacak mı? Fransa’nın bütün Avrupa’ya bedreka-i hürriyyet olan inkılâb-ı kebîrinden evvelki hâline ircâ’-ı nazar edelim: On sekizinci asr-ı milâdînin evâhirinde Avrupa’nın düvel-i sâiresi gibi Fransa Devleti de hükûmet-i mutlaka ile idâre olunuyor idi. Hey’et-i hükûmet Kayâsire-i Rûm’un bilâhare devletlerinin inkırâzına bâ’is olan fısk u fücûrlara müstağrak olmuş ve âdetâ bir usûl-i zâlimâne hey’etine girmiş idi. Kralların etrâfını almış olan zâdegân takımı onları kendileriyle medâr-ı bekā addeyledikleri bir idâre-i fecî’â-i istibdâda teşvîk ederek şân u şeref-i ze’âmetlerini muhâfazaya ve yalnız sınıf-ı mümtâzlarının hukūk-ı mevhûmesini tervîce âlet ittihâz ederler ve ahâlinin sunûf-ı sâiresine etmedik cevr ü gadr bırakmazlar idi. Fransızlar bitmek tükenmek bilmez olan muhârebât ve iğtişâşât ile bîtâb düşmüş ve isrâfâta artık akçe yetiştirmekten âciz kalmış idi. Rezâletin mebzûl, adâletin ma’dûm olduğu o zamanda bir ta- 1 Nisâ, 4/59. 2 Nisâ, 4/59. CİLD 1 – ADED 5 - SAYFA 72 SIRÂTIMÜSTAKĪM 67 raftan açlık ve diğer tarafdan hazînenin muzâyaka-i fevkalâdesi baş gösterip hâl-i devlet ve ümmet pek ağırlaşmış idi. Nihâyet Kral Onaltıncı Lui’nin zamanında ne büyük bir inkılâb zuhûr eylediği ve Mirabeu gibi o inkılâb ricâl-i meşhûresinin ne âlî-cenâbâne söyledikleri sözler ile meydân-ı hamiyyete atılarak kavmin te’âlî-i şânına nasıl rehberlik ettikleri, ne şâyân-ı tebcîl himmetler ibrâz eyledikleri hâlâ hâfıza-i enâmda menkūşdur. “İslâmiyet câmid ve her şeye gayr-i müsâ’id bir dindir” demeye dil nasıl varıyor? Millet-i İslâmiyye azamet ve iclâlin tabaka-i kusvâsına vâsıl olduğu zamanlarda dîn-i İslâm’ın sâye-i feyz-i hürriyyetinde idi ki dârü’l-mülk-i İslâm’ın her tarafında mektebler, medreseler, kütübhâneler, hastahâneler, kervansaraylar yapıldı. Rasathâneler te’sîs edildi. Yollar küşâd olundu. Seyâhatler edildi. Nitâk-ı ticâret tevsî’ kılındı. Fünûn ve sanâyi’ terakkī etti. Zirâ’at ve hırâsetde yeni usûller vaz’ olundu. Bu yolda hârikalar gösterildi. Hele mi’mârîde ol kadar i’tilâ ettiler ki saraylar, kasırlar, kâşâneler, havuzlar, fevvâreler gibi sâha-i ilm ü irfâna kodukları me’âsir kemâlatda o metîn ve müzeyyen üslûblar o zaman esâtîze-i mi’mârânını ve hatta sonrakilerini meftûn-ı letâfeti ederek onları kendilerine meşk u taklîd ittihâz eylediler ve özenib yaptıkları mebânîyi o me’vâ-yı hüsn ü bahâların isimleriyle tesmiye ettiler. İslâmın sâye-i feyz-i hürriyyetinde idi ki kāfile kāfile ulemâ, fukahâ, hükemâ yetişti. Ulûm-ı fıkhiyye tevessü’ etti. Pusula, barut, kâğıd gibi ma’ârif ve ticâret ve muhârebe husûslarında âleme bâ’is-i teğayyür olmuş keşfiyât ve sanayi’i mevki’-i istifâdeye koydular. İbn-i Sînâ, Ebû Bekir Râzî, Kindî, Fârâbî, İbn-i Rüşd, Abdurrahman [72] bin Haldûn gibi hükemâ, etıbbâ, müverrihîn zuhûr eyledi. O hükemâ ki Asya ve Afrika ve Avrupa’da altıyüz sene kadar muktedâ-bih tanıldılar. O etibbâ ki “El-Hâvî” gibi ulûm-ı tıbbiyyede me’haz-i küll otuz cildlik âsâr-ı cesîme tasnîf ettiler. O müverrihîn ki o zamana kadar görülmemiş felsefe-i târîh gibi bir fenn-i celîl ihdâs ve tedvîn eylediler. Avrupalılar müstağrak-ı zalâm-ı cehl iken müslümanlar şark ve garb-ı âleme ifâza-i envâr-ı medeniyyet ediyorlar idi. Vaktiyle Fransa Ma’ârif Nâzırı olan Dörvi der ki “Avrupalılar ma’ârifi iğne deliğinden görürler iken müslümanlar Bağdad’da Semerkand’da vesâir memâlik ve büldânda rasadhâneler, medreseler gibi bir çok me’ser-i kemâlâtı sâha-i ilm ü irfâna koymuş olduklarını, cihân-ı İslâmiyyet’in ulûm ve sanâyi’deki terakkī ve i’tilâ eylediklerini beyân eylediği sırada âverde-i lisân-ı sitâyiş eylemişdir. Memâlik-i Şarkiyyeye pay-endâz-ı tecâvüz olan Çelîpâyîlerin orada gördükleri yel değirmenlerine bile acâ’ib-i âlem nazarıyla bakarak avdetlerinde memleketlerinde emsâlini vücûda getirmişler idi. Harûnü’r-Reşîd’in Şarlman’a hediye eylediği guguklu bir sâ’at mevzû’ bulunduğu sarayında sâ’at başı gelip de çaldığı zaman içinden bir şeyin dışarıya baş çıkardığını görünce orada müctemi’ bulunan halk “bunda şeytân var” diye kaçışmışlar idi. Bunlar o zaman Avrupa’nın müstağrak bulunduğu cehâletin derekesini irâ’e eder. Bir diyârda Galileo, Copernicus mesleği üzre arzın hareket-i yevmiyyesini fennen isbât ettiğinden dolayı din nâmına tövbe ve istiğfâra mecbûr edilmiş olduğu hâlde, diğer diyârda emîrü’l-mü’minîn Me’mûn Halîfe, “Benî Mûsâ” demekle ma’rûf üç kardeşi bir hey’et-i mevsûka ile Sincar sahrâsına ve müte’âkıben arz-ı Kûfe’ye gönderip muhît-i arz hakkında tedkīkāt ve tatbîkāt icrâ ettirmiş idi. Yâd-ı mâzîden, serd-i vekāyi’-i târihiyyeden maksad eslâfın devr-i ihtişâm-ı ilm ü irfânıyla tefâhür değil, İslâm’ın pâbend-i terakkī olduğunu her vesîle düştükçe ve alelhusûs mülkün hayatına, terakkī ve te’âlîsine müte’allik bir emr-i azîme teşebbüs edildikçe vird-i zebân etmeyi i’tiyâd edinmiş olanlara bugün hâce-i ilm ü medeniyyet addolunan garbın an-asıl medrese-i İslâm şâkirdânından olduklarını hâtırlatmaktır. Bu bir cilve-i kaderdir ki her ümmet-i azîmede bir fâsıla-i inhitât zuhûra gelir, yine intibâh-ı umûmî ile ümmet kaderin bir lûtf-ı nevînine mazhar olur, yine şân ü şevket-i millet eski tecellîsi ile rû-nümâ olur, yine millet bir hande-i şâdî ile tebessüm eder. İslâmlar Avrupalıların tahayyül ve tasavvur edemeyecekleri bir ta’assub-ı dîn ile müteharrik bir kitle imiş. Hakāyık-ı ahvâli müdrîk bulunan Avrupa ehl-i vukūfu nezdinde bu hüküm pek de şâyân-ı iltifât olmasa gerekdir. Bunun için biz bu hükmü verenlere, yalnız onlara şu nümûne-i târîhi irâ’e ederiz: Avrupa’nın iki ucunda bulunan Şarkī Roma İmparatorluğu ile Endülüs Devlet-i Emeviyyesi bir asırda münkarız olarak başka ellere geçtiler. Evvelkisi bilâ-şart, bilâkayd teslîm olmuş iken taraf-ı gâlibin azîm lûtf u âtıfetine nâ’il oldu. Nâm-ı fehâmeti Avrupa’da “Büyük Efendi” diye yâd olunan bir cihângîr-i devlet hükm-i mutlakına hiç bir ferdin i’tirâza cür’et-yâb olamayacağı zamanlarda bile ra’iyyesi üzerine cenâh-ı mürüvvet ve şefkatini yayarak onları muhâfaza eyledi. İkincisi ise şurût-ı kat’iyye ile ve dîn ü şeref nâmına edilen ahd ü peymânlar ile teslîm-i nefs eylediği hâlde yâdı tüyleri ürperten işkencelere dûçâr oldu ve bir asır geçmeden o yüz binlerce yüz bin bir milletden bir tek cân kalmadı. Bu hâl millet-i İslâmiyyenin fezâ’il-i ahlâkıyyesini irâ’eye kifâyet eder. Cennet-mekân Sultan Abdülmecîd Han hazretlerinin ağûş-ı lûtfuna ilticâ eden Macarlar hakkındaki mihmân-nüvâzlığı ve ile’l-ebed Macarlar ile Osmanlılar arasında cârî olan hubb ü dâd dahi bu makāmda ferâmuş olunamayacak hâtırâttandır. Bize bu âlemde müşâhedesi nasîb olan bilâd ve emsâr nihâyet-i nihâyet Selânik, İzmir, Beyrut, Şâm-ı Şerîf imiş. Her sene her fecc-i amîkden hıtta-i Hicâziyye’de ictimâ’ eden yüz binlerce hüccâc-ı zevi’l-ibtihâcın Cebel-i Arafat’da (لبيك اللهم لبيك (âvâzeleri çâr-aktâr-ı âleme aks-endâz olduğu hâlde hıtta-i Hicaziyye’yi bırakıp da Dımeşkü’ş-şâm’ı bizler için müntehâ-yı seyr ü seyâhat addedmenin hikmetini bir türlü anlayamadık ve pâyitaht-ı saltanat-ı seniyyeden Şâm’a bahren tevcîh-i rûy-ı azîmet edenler için, İzmir, Beyrut şehirlerinin yol üzerinde bulunmalarını isimlerinin zikrine sebeb tuttuk ise de Selânik şehrinin ne sebeb ve münâsebet ile ismi zikr edildiğine aklımız ermedi. Meğer ki şehr-i mezkûrun bu kere mehd-i hürriyyet olması hasebiyle ismi yâda gelmiş olsun. Mösyö Eduard ne zemînde icâle-i hâme ederse etsin, seyr ü sefer ile bizim mayamız muhammerdir. Tüccârımızdan, ulemâmızdan tâ pâdişâhlarımıza kadar nice e’âzım seyr ü sefer etmiş, İbn-i Batûta ve Evliyâ Çelebi gibi ne kadar zevât rıhleler, seyâhatnâmeler yazmışlardır. Tekmile-i 68 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 5 - SAYFA 73 Reddü’l-Muhtâr’ın Kitabü’l-Mudârebe’sinde beyân edildiği üzere şirket-i mudârebeye bu ünvânın verilmesi mudârib taleb-i rıbh için ekseriyâ rûy-i zemînde seyr ü sefer ettiği içindir. Âlem-i edebiyyâtda kā’il-i celîlü’l-kadri gibi cihângîr olan beyt-i âtî e’âzım-ı pâdişâhân-ı Osmâniyânın ne kadar seyr ü sefer ettiklerini ve bunun hikmet-i siyâsiyyesini irâ’e ediyor: اين سفر كردن واين بى سر و سامانئ ما بهر جمعيت دلهاست پريشانئ ما Kur’ân-ı Kerîm’de on dört mahalde 1 diye) سِيرُوا فِي الأَرْضِ) seyr ü sefer emr olunmuştur. Ve hattâ “İbnüssebîl”e nafakāt ve ganâ’imden sehimler ifrâz edilmiştir. Şurasında Türk, burasında Çerkes, berisinde Arab, şu yanında Arnavud bulunan koskoca bir kalemrev-i saltanatda şu ecnâs-ı muhtelifenin bir arada bir menfa’at-i âmme için çalışabilmelerini Mösyö Eduard muhâl ender muhâl addediyorsa da bunlar mine’l-ezel bir cihet-i câmi’a-i mukaddese ile biri birlerine ol kadar iltihâm etmişlerdir ki muhâl olan onların bir menfa’at-i âmme için çalışmaları değil, biri birinden ayrılmaları muhâl ender muhâl olduğu gibi sâir vatandaşlarımız da bir aralık kimlerin menfa’atlerini tervîce âlet ve kurban edildiklerini [73] hâb-ı girândan uyanmak kabîlinden bir intibâh ile sencîde-i mîzan-ı tedkīk ederek onlar da vatandaşlarına dest-i vifâk ü ihlâsı uzatıp hep birden öyle bir hey’et-i vataniyye-i ittihâd teşkîl olundu ki bu hey’et-i kavîmenin âhenk-i umûmîsini hiç bir ifrât-perest ve hiç bir ilkā’-i hâricî ihlâl edemeyeceğine aksini iddi’â eyleyenleri tatmîn eder ve beyhûde telâş edilmemesini temennî eyleriz. Hazînenin hâl-i hâzırdaki istitâ’at-ı mâliyyesini derpîş-i mütâla’a ederek bu cihet ile de âlem-i Osmâniyetin teşebbüs eylediği emr-i azîmin netîce-i mes’ûdesine muvaffakiyetinde tereddüde düşenler de var, bu tereddüd hele bütün bütün nâ-becâ, mülkün her ciheti menâbi’-i servet ile mâlâ mâl, her taraf bir kenz-i lâ-yüfnâ. Ser-i kârda emîn ve kârdânlar bulununca yerli ecnebî nice nâmûslu sermâyedârân zuhûr eder. Mülk ü millete nâfi’ şerâ’it ile bezl-i mâl eylerler. Ahvâl-i umûmiyye-i memleketi ihâta edenlerce muhtâc-ı burhân değildir ki teşebbüsât-ı ümrâniyye ve iktisâdiyye ile vâridât-ı hâzıra-i devlet bir iki mislini tecâvüz eder. Beş on günlük bir muzâyaka-i mâliyye milletin hayât-ı siyâsiyyesine nisbet ile hiçdir. Bugün intizâm ve istitâ’âtına beht ü hayret ile nigerân olduğumuz Fransa umûr-ı mâliyyesi on altıncı Lui zamanında bizim bugünkü umûr-ı mâliyyemizden daha mı muntazam idi? Zikr olunan Kral Lui zamanında Fransa Mâliye Nâzırı bulunan Nekör umûr-ı mâliyyeye müte’allik tanzîm eylediği lâyiha münâsebetiyle meşhûr Mirabo şöyle beddu’â etmişti: “La’net olsun o kimseye ki Fransa’nın bi’lvücûh nihâyet derece muhtâc olduğu ıslâha muvaffakiyeti mâliye nâzırı için temennî etmez! Lânet olsun o kimseye ki mülâhazât-ı zâtiyye veya efkâr-ı bâtılasını vatan ile müsâvî tutar!” Eylül, 1334 Mahkeme-i Temyîz A’zâsından Bereketzâde İsmâil Hakkı