1 Ocak 2013 Salı




Esmâu’l-Hüsnâ ile Yüce Allahü teâlâya hamd ve senâ etmenin Üslubu


Esmâu
Esmâu’l-Hüsnâ ile Yüce Allahü teâlâya hamd ve senâ etmenin Üslubu:
Muhakkak ki Yüce Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek umumidir. Zamir hariç zahir (=isim) olan Esmâu’l-Hüsnâ’sına mudaf (=isim tamlaması) gelmez. Ancak zahir ismin zikredilmesinden sonra zamir gelebilir.
Bunun örneği ise namaz kılan kişinin;
الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ * مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ* إِيَّاكَ نَعْبُدُ
“Hamd, alemlerin Rabb’i olan Allah’a mahsustur. O Rahmân ve Rahîm’dir. Din (=ceza) gününün sahibidir. Ancak sana kulluk ederiz” demesi, rükuda; {سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيم} “Azîm (=yüce) olan Rabb’imi noksan sıfatlardan tenzîh ederim” demesi secdede; {سُبْحَانَ رَبِّيَ اَلأَعْلَى} “Â’lâ (=en yüce) olan Rabb’imi noksan sıfatlardan tenzîh ederim” demesidir. Bunda, kemâl sıfatların ve yüce na’tların[1] manalarını içermesinden dolayı övgünün Esmâu’l-Hüsnâ ile iç içe olması sırrı vardır.
Yüce Allah bunlarla vasıflandığından dolayı O’nu metheden mana üzerine delalet eden zahir ismi getirdi. Zamir ise tek başına böyle bir övgüye delalet etmez. Bundan dolayı, karşı karşıya hitap ile O’nu methetmek gerektiği zaman zahir ismi, isim ve sıfatların tamamına delalet eden cemi (çoğul) mimini bitiştirerek getirdi. Rükûdan başını kaldırdığında; {أَلْلَّهُمَّ رَبَّنَا لََكَ الْحَمْد} “Ey Allahım! Ey Rabb’imiz! Hamd, yalnızca sana mahsustur” diyenin sözü buna örnektir. Çoğu zaman, lafzı bu mana üzerine delalet ettiğinden dolayı yüce Allah’ın zikri üzerinde kısaltma yapılır. Bunu hakkıyla düşünmek gerekir. Çünkü bu gerçekten büyük bir inceliktir.
“Allahümme” lafzı ile, övgü ve talebi içeren duanın nasıl sadır olduğunu düşünmek gerekir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) “Seyyidu’l-İstiğfâr” duasında şöyle buyurmuştur: {ألْلَهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لآ إلَهَ إلاَّ أَنْتَ’ خَلَقْتَنيِ وَ أَنَا عَبْدُكَ}
“Ey Allahım! Sen benim Rabb’imsin. Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Senin kulunum”[2]
Ve mücerret duanın Rabb lafzı ile sadır olarak nasıl geldiğini düşünmek gerekir. Bunun misali de müminlerin şu sözleridir {رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا}
“Ey Rabb’imiz! Günahlarımızı bağışla” (Âl-i İmrân,
3/193.) {رَبَّنَا ظَلَمْنا أَنفُسَنَا} “Ey Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik” (A’râf,
7/23.) {رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي} “Rabb’im, ben nefsime zulmettim, beni bağışla!” (Kasas,
28/16.) {رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ}
“Ey Rabb’im! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım” (Hûd,
11/47.)
Nebî (s.a.v.) iki secde arsında şöyle diyordu: {رَبِّ اغْفِرْ لِي
رَبِّ اغْفِرْ لِي } “Ey Rabb’im! Beni bağışla. “Ey Rabb’im! Beni bağışla”[3]
Bunun sırrı; yüce Allah’ın kudretini, ihsânını, kulunu terbiye etmesini ve kulunun işini yoluna koymasını kapsayan bir Rubûbiyyetinin olmasının istenmesi ve O’nun yüce sıfatlarını ve Esmâu’l-Hüsnâyı gerektiren isbâtı içeren Uluhiyyeti ile övülen olmasıdır. Kur’â’nın yoluna uyan kimse ona bu kitapta zikrettiğimiz şekilde misalleri bulur.
Duaya gelince; dua hakkında birçok misaller zikrettik. Duanın Kur’ânda vaki olduğu yerlerde hep Rabb ismi öne geçerek gelmiştir. Senâya (övgüye) gelince, onun vaki olduğu yerlerde de Esmâu’l-Hüsnâ öne geçmiştir. Öne geçen isimlerin en yücesi ise Allah (c.c.)’ın ismi celali olan “Allah” lafzıdır. Örnekler: “Hamd, Allah’a mahsustur” (Fâtiha, 1/2.) “Arş’ın Rabb’i olan Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden (bütün noksanlıklardan) beridir, münezzehtir” (Enbiyâ, 21/22.) “Senin güç ve kuvvet sahibi Rabb’in, onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzeh ve yücedir” (Sâffât, 37/180.) “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir. O, Azîzdir, Hâkimdir” (Hadîd, 57/1.) “Alemlerin Rabb’i olan Allah Yüce’dir” (A’râf, 7/54.) “Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!” (Mü’minûn,23/14.) “Furkân’ı alemlere bir uyarıcı olsun diye, kuluna indiren (Allah) ne yücedir!” (Furkân, 25/1.) Ve diğer örneklerde böyledir. Mesîh’in duasında şöyle gelmiştir: “Meryem oğlu İsa şöyle yalvardı: “Ey Allahım, Ey Rabb’imiz, bizim üzerimize gökten bir sofra indir” (Mâide,
5/114.)
Dua ve senâ, Kur’ân’da bu şeklin dışında gelmediği halde bunu talep eden ve bu konu hakkında tembihte bulunan kimseyi görmedim. Bu âyeti kerîmede Hz. İsa (a.s.)’ın Rabb’ini tanımasının ve O’na ta’zîm etmesinin mükemmelliğine işaret eden harikulade bir sır vardır. Çünkü O’nun bu talebi kavminin şu sorusunun hemen arkasından gelmiştir: “Hani havârîler ‘Ey Meryem oğlu İsa, Rabb’in bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi?’ demişlerdi. O, ‘İman etmiş kimseler iseniz Allah’tan korkun’ cevabını vermişti” (Mâide, 5/112.) ve hemen onları Allah hakkında korkutmuş, O’ndan böyle bir şeyin istenmesinin uygun olmadığını ve imanın kendisine engel olduğunu onlara bildirmiştir. Ama onlar bu talepte ısrar edince Hz. İsa (a.s.), dualarına icabet olunmadığı taktirde kalplerine şüphenin girmesinden korkarak duasına isimlerinin ve sıfatlarının tamamı ile yüce Allahü teâlâya hamd ve senâ etmeye delalet eden “Allahümme” ismi ile başladı. Bunun kapsamında O’nun tasavvuru, Rabb’inin isimlerini metheden, hamd eden ve zikreden kimse gibi O’nu isimleriyle metheden kimse olmasıdır.
Bu duadan ve bu haceti gidermekten maksat ancak onun, Rabb’ini bu isimlerle methetmesi, yüceltmesi, nimetlerini hatırlaması, kudretinin ve rubûbiyyetinin delillerini ortaya koymasıdır. Bu O’nun resulünün doğruluğuna delil olur. Ve bunun ile imanın artması hasıl olur. Yüce Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, kendisiyle birlikte duanın güzel olduğu bir iştir. Duada senâ etmek aczi ortaya koymak gibidir. Makam, dua ve senâ makamı olunca iki isim getirdi; birincisi, kendisiyle yüce Allah’ın senâ edildiği “Allah” ismi celâlidir. İkincisi, kendisiyle dua edilen ve istenilen “Rabb” ismidir. Bu harikulade sırda hakkıyla düşünmek gerekir. Ve kişinin idraki bundan uzaklaşmamalıdır. Çünkü Yüce Allah Kitabı hakkındaki bu anlayışı dilediğine verir. Hamd ancak O’nadır.[4] [1] Sıfat ile na’t arasındaki fark, daha sonra müellif tarafından açıklanacaktır. (ç) [2] Buhârî, Deavât 15; Tirmîzî, Deavât 15 ( 3393); Ebû Dâvud, Edeb 101; İbn Mâce, Dua 14; Ahmed b. Hanbel, 4/122, 125, 6/356 [3] Ebû Dâvud, Salat (874); İbni Mâce, İkâme (897); Hâkim, Müstedrek, 1/213. [4] Bedâiu’l-Fevâid, 2/194-195.
Hamd’in bir mastar olarak -ismi fail ve ismi meful- manasına geldiği ve methetme ve övülmeyi ifade ettiği doğrudur. Bu iki anlamı göz önünde bulundurduğumuzda, soruda işaret edilen manalar da doğrudur. Hamdi Yazır “hamd” kavramı üzerinde uzun uzadıya durmuş, sorudaki bilgilere de yer vermiştir.

Ancak, genel prensip olarak, Fatiha’nın başındaki “hamd” kavramı, alimler tarafından (övülme değil) methetme anlamında algılanmıştır. (bk. Taberî, İbn Kesir, Razî, Nesefî, ilgili ayetin tefsiri).

Buna göre, metheden yaratıklardır, övülen ise yüce Yaratandır. Türkçe’de bunu “övgü”olarak ifade etmek daha uygundur. Meallerde genellikle -Arapçasıyla- “hamd” olarak ifade edilir.

Bu geniş yelpazedeki övgüyü ifade ettiği içindir ki, “el-hamdu lillah” ifadesi, “Ne kadar hamd ve övgü varsa, kimden gelirse gelsin, kime karşı yapılırsa yapılsın, (hangi nimete, iyiliğe yönelik olursa olsun), ezelden ebede kadar, Allah diye adlandırılan Vâcibu'l -Vücûd'a mahsustur.” şeklinde açıklanmıştır. (bk. Nursi, Mektûbat, 367)

Bediüzzaman'a göre, "ne kadar hamd varsa" hükmü, istiğrak mânâsına gelen ve bir tarif edatı olan "el" takısından çıkıyor. "Kimden gelirse gelsin " kaydı ise, "Hamd" kelimesinin içinde vardır. "Hamd" bir mastardır. Fiili terk edildiğinden böyle makamda geneli ifade eder. Yine mef'ulün terk edildiği böyle hitabı makamlarda genel anlamlar söz konusu olduğu için "kime karşı yapılırsa yapılsın" hükmüne işaret vardır. "Ezelden ebede kadar" kaydı ise, fiil cümlesinden isim cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için o mânâyı ifade ediyor. "Allah'a mahsustur" mânâsını "Lillah" daki "lam-i cerr" ifade ediyor. Çünkü o "lam" ihtisas ve istihkak içindir. "Vâcibu'l -Vücud" ismi ise, Ulûhiyetin bir gereği ve Zât-ı Zülcelâl'e karşı bir mülahaza unvanıdır. "Lafzullah" bir ism-i a'zam olduğu itibariyle, diğer isim ve sıfatlara delâlet-i iltizamiye ile işaret ettiği gibi; Vâcibu'l-Vücud unvanına da delalet ediyor. (Mektûbat, a.g.y)

İbrâhim, oğlunu kurban etmekle memur olduğunu beyan edince oğlu:

– Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah sen beni sabredici kimselerden bulursun, dedi. Ne zaman ki baba-oğul her ikisi de ilâhî emre inkıyâdda ittifak ettiler. (Katâde’ye göre İbrâhim oğlunu, İsmâil de nefsini Allah’a teslim etti.) İbrâhim oğlunu sağ tarafına yatırınca alnının bir tarafı yere dayandı. İşte o vakit her ikisi de saâdet-i uzmâya eriştiler. (Saffat Sûresi, 102-103)

İbrâhim -aleyhisselâm- teveccüh-i tâm ile Hak teâlâ ve tekaddes hazretlerinin cânib-i mânevisine teveccüh etti, yöneldi ve dergâh-ı ulûhiyette kurbiyet-i mâneviyeye nâil oldu.

Beyzâvî’nin beyânı veçhile, bu vakâ Mina’da huccââcın kurban bayramının birinci günü kurban kestikleri mahalde olmuştur.

İbrâhim -aleyhisselâm-’a kurban etmek istediği oğlu İsmâil şöyle dedi:

– Ey babacığım, seni hareketimle rahatsız etme­mem için ipimi iyi bağla, kanımdan üzerine sıçra­ma­ması, kanımı görüp annemin mahzun olmaması ve bu sebeple ecrimin noksanlaşmaması için üzerimden elbisemi çıkar. Bana daha kolay olması için de boğazıma çabuk sür. Çünkü ölüm zordur. Anneme gittiğinde benden ona çok selâm söyle. Eğer münâsip görür iseniz gömleğimi anneme verin. Olabilir ki annem bununla tesellî bulur.

Bunun üzerine İbrâhim -aleyhisselâm-, oğlu İsmâil -aleyhisselâm-’a şöyle dedi:

– Sen Allah’ın emrini yerine getirmekte ne iyi yardımcısın evlâdım!

Hazret-i İbrâhim, oğlunun dediklerini yaptı. Alnından öptü. Ağlayarak onu bağladı. Sonra kurban etmek için bıçağı alıp boğazına çalmağa başladı. Fakat bıçak kesmedi!

O anda İsmâil babasına şöyle dedi:

– Ey Babacığım, yüzümü yan tarafa çevir. Zîra yüzüme bakarsan belki sende bir acımak duygusu belirir de Allah’ın emrini yerine getiremezsin. Ben nâhoş bir harekette bulunmamak için bıçağa bakmayacağım.

İbrâhim -aleyhisselâm- bunu da yaptı. Fakat bıçak tersine dönüyordu. İşte bu anda şöyle bir nidâ geldi:

– Ey İbrâhim! Sen bu işi bırak! Muhakkak rüyânı doğruladın!

İbrâhim -aleyhisselâm- baktı ki kendisiyle konuşan Cebrâil -aleyhisselâm- Hak Teâlâ hazretlerinin emriyle cennetten azîm’ül-cüsse bir koç alıp makâmından “Allâhu Ekber, Allahu Ekber!”diyerek gelmeğe başladı. İbrâhim -aleyhisselâm- Cebrâil’in tekbirini işittiğinde bildi ki müşkilinin halli geliyor. “Lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber!”deyip Rabbu’l-âlemîni tevhid ve tekbir eyledi.

İsmâil -aleyhisselâm- da yattığı yerde Cebrâil -aleyhisselâm-’ın tekbirini ve babasının tevhid ve tekbirini işittikte bildi ki Rahman olan Allah teâlâ ve tekaddes hazretlerinin rahmeti zuhur etti. O da “Allahu ekber ve lillâhi’l-hamd!”diyerek tekbir ve tahmid eyledi. İşte bu ümmete Arafe günü sabah namazından eyyam-ı teşrîkin son günü ikindi namazına kadar 23 vakit namazın farzını edâdan sonra bu tekbiri getirmek vâcip oldu.

Ayet-i celîlede buyuruldu ki:

“Biz azîm’üş-şân nidâ ettik ki: Yâ İbrâhim! Muhakkak sen rüyâyı tasdik ve rüyânın mukaddemâtına başlamadan emrimize imtisâl ettin. Ve bizim rızâmızı tahsil için gözünün nuru oğlunu kurban etmeye râzı oldun. Biz seni dostluk mertebesinde sâbit-kadem bulduk. Bizim emrimizi yerine getirmeğe ihlâs üzere çalışınca sana ihsan ettik. Biz, sana ihsan ettiğimiz gibi cümle ihsan ehlini böylece mükâfatlandırırız. fiu emrolunan kurban, meydanda bir ibtilâdır. Ve Biz azîm’üş-şân İsmâil’in bedelinde büyük bir kurbanı fedâ ettik.”(Saffat Sûresi, 104-107)

Rasûlullah (s.a.v.) buyuruyor:

«Kim Allah için haccederse, ne refes ve ne de fıska sapmazsa (memleketine, evine) anasından doğduğu günde olduğu gibi tertemiz ve günahsız olarak döner.» (Buhârî)

Refes’in manazı cinsi münasebette bulunmak, herhangi bir suretle şehvete mağlub olmak ve ale’l-ıtlak kötü söz söylemektir. Fısk da gerek günah işlemek, gerek kavga etmek; mücâdele etmek gibi hal ve hareketlerde istikamet haddinden çıkmaktır. Bunlar haccın kabûlüne mânî olan günahlardır.

* * *

«Her umre ondan sonraki umreye kadar olan küçük günahlar için keffarettir. Mebrur haccın yani günahlardan sâlim ve sırf Allah için olan haccın cennetten başka mükâfatı yoktur.» (Buhârî, Müslim)

Umre, haccın muayyen günleri dışında yapılan ziyarettir.

* * *

«Birbiri ardınca hem hacc ve hem umre yapın. Zira bunlar körüğün demir, altın ve gümüş pisliğini giderdiği gibi fakirliği ve günahları giderir. Mebrur bir hacc için cennetten başka bir sevab yoktur. Yani onun mükâfatı ancak cennettir.» (Ahmed bin Hanbel, Tirmizî)

Dârekutnî ve Taberî’nin İbn Ömer -radıyallahu anhüma-’dan rivayetine göre birbiri ardınca yapılan hacc ve umre; hem ömrü, hem rızkı artırır.

* * *

«Allah’ın elçisi üçtür:

1-Gaza eden (düşmanla savaşan),

2-Hacceden,

3-Umre yapan.» (Nesâî)

* * *

«Ebû Hüreyre -radıyallahu anh- şöyle demiştir:

Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bize hutbe îrâd etti de buyurdu ki:

«-Ey nas! Allah size haccı farz kılmıştır. O halde haccedin.» Bunun üzerine bir adam:

«-Her sene mi ya Rasûlallah!» dedi. Hazret-i Peygamber Efendimiz sûkut buyurdu. Nihayet o adam bu sözü üç defa tekrarlayınca Rasûlullah 
-sallallahu aleyhi ve sellem-:

«-Eğer evet deseydim muhakkak ki, her sene için farz olurdu. Siz ise elbette buna güç yetiremezdiniz.» Sonra şöyle dedi:

«-Ben size emir ve nehyi terkettiğim müddetçe siz de bana lüzumsuz sualler îrad etmekten vazgeçin. Sizden evvelki ümmetler peygamberlerine karşı hem böyle faydasız sualleri çoğaltmaları, hem ihtilafa düşmeleri sebebiyle helak olmuştur. O halde ben size bir şey emredersem ondan gücünüz yettiği kadarını yerine getirin. Bir şeyden de nehyedersem onu bırakın.» (Ahmed bin Hanbel)

“Şüphesiz âlemler için çok feyizli ve ayn-ı hidâyet olmak üzere konulan ilk ev yani Mâbed elbette Mekke’de olandır.” (Al-i İmran Sûresi, 96)

Buhârî ve Müslim’in Ebû Zerr -radıyallahu anh-’ten rivâyet ettikleri bir hadiste de açıklandığı üzere maksat Kâbe-i muazzamadır. O beyt, Mescid-i Aksâ’dan eskidir. Bütün dünyanın en kadîm mabedidir.














methetmek ve iftihar etmek





Sual: Haklı olarak birini yüzüne karşı methetmek uygun mudur?
CEVAP
Haklı olarak da birini yüzüne karşı methetmek, onun felaketine sebep olabilir. Çünkü sevdiği kimseyi methetmek, aşırılığa kaçar ve yalan karışabilir. Sevmediği kimseyi methetmekte ise riya olabilir.

Bazen bir kimseyi methetmekle, övülen kimse sevinir, kendini beğenir, insanlar beni örnek alsın diye gösterişe kapılabilir. Kendini diğer insanlardan üstün görebilir. Halbuki kendini aciz, eksik, günahkâr gören, kibirlenemez, salih amel işlemeye ve haramlardan daha çok sakınmaya gayret eder. Kendisini başkalarından üstün gören kimse ise, bütün faziletlerden mahrum kalır. Övülen kimse, kendisinde bir şeyler olduğunu zanneder. Resulullah efendimizin yanında birisini övdüler. methedene, (Onun boynunu kestin, duyarsa iflah olmaz) buyurdu. (Buhari, Müslim)

Birini methetmek, onun kibirlenmesine sebep olabilir. Kibir ve ucub ise, insanı helak eder. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Din kardeşinden bir ihtiyacını isterken onu methetmekle söze başlamayın. Böyle yapan onun belini kırmış olur.) [İbni Lal]

(Birbirinizi methetmekten sakının. Çünkü methetmek onu boğazlamaktır.) [İbni Mace]

(Kişiyi yüzüne karşı methetmek, onu boğazlamaktır.) [İ. Ebiddünya]

Bizi metheden bize iyilik etmiş olmaz. Bizi arkadan hançerlemiş olur. Onun için methedenlerin sözlerine itibar etmemeli. İki hadis-i şerif meali:
(Meddahların [herkesi methedenlerin, yağcıların] yüzüne toprak saçın!) [Müslim, Tirmizi]

(Meddahların ağzına toprak atın.) [İbni Hibban]
(Toprak saçmak, onu aşağı bilmek, sözlerine değer vermemektir.)

İyileri methetmek uygun olmayınca, fâsıkları, yani açıktan günah işleyenleri methetmek hiç uygun olmaz. Bir hadis-i şerif meali:
(Fâsık övüldüğü zaman Allahü teâlâ gazaplanır.) [İbni Ebiddünya, Beyheki]

Bizi methedenlerin tesiri altında kalmak da uygun değildir. İnsanların methetmesiyle, yermesini bir kabul edenler makbul insanlardır. Birisini tenkit ettiğiniz zaman üzülmüyor, haktan ayrılmıyorsa, övünce de sevinmiyorsa, o kimse salih biridir. Hazret-i Ömer, kendisini metheden birine, (Beni de, kendini de helak mı edeceksin) buyurdu. Bir âlim de, kendini yüzüne karşı methedene buyurdu ki: (Beni niçin övüyorsun? Öfkeli iken tecrübe ettin de beni halim selim mi buldun? Benimle yolculuk ettin de iyi biri olarak mı gördün? Bana bir emanet verdin de buna riayet ettim mi? Bilmediğin kimseyi nasıl översin?)
Övülmeyi sevmek felakettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, verilen nasihati işitmez olur.) [Deylemi]

(Din işlerine, insanların sizi methetmeleri arzusunu karıştırmaktan sakının. Sonra amelleriniz boşa gider.) [Deylemi]

(Cennetin ebedi nimetlerini isteyen, övülmekten hoşlanmasın.)[Deylemi]

Bir insan için ölüm anı mühimdir. Yani imanla gitmek mühimdir. Ölürken imanla gitmeyen kimseyi hayatında methetmek neye fayda? Kendimizi methetmek, methedenlere ses çıkarmamak, bilmediğimiz insanları methetmek uygun olmaz. Allahü teâlâ, bize iman gibi büyük bir nimet ihsan etmiştir. Bununla övünebiliriz. Ancak son nefese kadar bu imanı muhafaza edip etmeyeceğimiz belli değildir. Bunun için daima korku içinde yaşamak, haramlardan kaçmak, dinimizin bütün emirlerini yapmak ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek gerekir.

İlmin faydasını görmek için
Sual: İlmi hangi maksatla öğrenmeli ki faydasını görelim?
CEVAP
İlmi, yalnız Allah rızasını kazanmak için öğrenmek gerekir. Başka maksatlarla öğrenmek, caiz değildir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kim âlimlere iftihar etmek, sefihlerle, cahillerle, aklı noksan olanlarla münakaşa etmek, onları susturmak, insanların teveccühünü kazanmak için ilim öğrenirse, Allahü teâlâ onu Cehenneme atar.) [Tirmizi, İbni Mace]

(Âlimlere iftihar etmek, sefihlerle mücadele etmek maksadıyla ilim tahsil etmeyin! Toplantılarda ilimle üstünlük taslamayın! Böyle yapanın gideceği yer, Cehennemdir Cehennem.) [İbni Mace]

İlmi yukarıda bildirilen maksatlarla öğrenmek caiz olmadığı gibi, Allah rızası için öğrenip de yukarıdaki maksatlarla kullanmak da caiz değildir. İlmi ile iftihar etmek de Allah rızasına aykırıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir kavim çıkar, Kur'an okuyup "Kim bizden daha iyi bilir? Kim, bizden daha fazla fıkıh bilgisine sahiptir?" der. İşte bunlar, Cehennem yakıtıdır.) [Taberani]

(Vallahi bir zaman gelecek, insanlar Kur'anı öğrenecek ve okuyacaklar. Sonra, "Biz okuduk, öğrendik. Bizden hayırlı daha kim var?" diyecekler. İşte onlar Cehennem odunudur.) [Taberani]

Bu hadis-i şerifler, ilmi ile iftiharnin caiz olmadığını göstermektedir. İlmi ile övünen kimselerle tartışmak asla uygun değildir.

Afetlerin en büyüğü
İlmi ile kibirlenmek, afetlerin en büyüğüdür. Hastalıkların en ağırı ve tedaviyi en zor kabul edeni ilmi ile kibirlenmektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Âlimin afeti, kendini büyük görmesidir.) [İ. Gazali]

Bir şeyler bilen kimse, kendini büyük, bunları bilmeyenleri de hakir, aşağı görür. Onlardan her zaman saygı, hizmet bekler. Başkalarını aşağı gördüğü için, onların halinden endişeye düşer. Böyle kimseler ilmi arttıkça, daha çok tehlikeye düşer. Fakat tevazu ehlinin ilmi artarsa, tevazuu da artar. (Allah’tan ancak âlimler korkar) âyet-i kerimesi, tevazu ehli âlimleri bildirmektedir.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kıyamette en şiddetli azap, ilmi kendine fayda vermeyen din adamınadır.) [Beyheki]

(Cehennemde azap çekenlerden bazılarının yaydıkları kötü kokular, diğerlerine ateşten daha fazla azap verir. "Sen ne günah işledin ki, öyle pis koku çıkarıyorsun?" diye sorulunca, "Ben din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım"der.) [İ. Ahmed]

Kendinden aşağı olanlara, fâsıklara ve facirlere karşı da kibirli olmamalıdır. Bir âlim, cahili görünce, (Bu, bilmediği için günah işliyor. Ben ise bilerek günah işliyorum) demelidir. Bir âlimi görünce, (Bu benden daha çok biliyor ve ilim ve ihlas ile amel ediyor. Ben böyle değilim) demelidir. Kendinden yaşlısını görünce, (Bu benden daha çok ibadet etmiştir) demelidir. Gençleri görünce (Bunların günahı az, benim günahlarım çok) demelidir. Kendi yaşındakini görünce, (Ben kendi günahlarımı biliyorum, onun ne yaptığını bilmiyorum) demelidir. Bir bid'at sahibini veya gayrimüslimi görünce, (İnsanın hâli son nefeste belli olur. Bu belki hidayete kavuşabilir. Acaba benim hâlim ne olacak?) demeli, bunlara kibretmemelidir.

İnsanın kendi günahlarını unutmaması ve son nefesinin nasıl olacağını düşünmesi gerekir. Ahirette kimin kimden üstün olacağı, dünyada kesin olarak bilinemez. Nice din adamı, kâfir olarak can vermiştir. Nice kâfirlere de iman ile can vermek nasip olmuştur. O halde, hiç kimseye Cehennemlik, kendine de Cennetlik dememelidir.

Fâsık ve bid'at sahiplerine buğzederken kibirden sakınmalıdır. Bu da kızmayı kendi için değil, bunu emreden Allahü teâlâ için yapmakla ve kızarken kendini selamette, karşısındakini helakte görmemekle olur. Mesela; bir kimse, çocuğunu, hizmetçisi ile bir yere gönderirken, çocuk kabahat işlerse, darılmasını, hatta dmethetmesini emreder. Bu da, çocuk kabahat yapınca, onu döver. Fakat döverken, babasının yanında kendinin çocuktan daha kıymetli olmadığını da bilmektedir. Ona kibredemez. Müminin kâfiri sevmemesi, buna benzemektedir. Allahü teâlâ müminlerin kendilerinin değil, imanlarının üstün olduğunu bildirdi. İman kimde bulunursa, o üstün olur. Sonsuz üstünlük ise, son nefeste belli olur.

Nimetlerle iftihar etmek
Sual: Allah’ın verdiği nimetleri, başkalarına bildirerek iftihar etmek uygun mudur?
CEVAP
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlânın verdiği nimetleri bildirmek, bunlara şükretmek olur.) [Beyheki]
iftihar etmek haramdır. Kendindeki iyilikleri, nimetleri, kendinden bilirse, Allahü teâlânın verdiğini düşünmezse, iftihar etmek olur. Yani (Tezkiye-i nefs) olur. Bu nimetlerini Allahü teâlâdan geldiğini bilir, kendinin kusurlu olduğunu düşünürse, (Şükür) olur.

Babası ile iftihar etmek
Sual: Kendi yaşayışları uygun olmayan kimselerin babaları ile ve dedeleri ile iftiharleri uygun mudur?
CEVAP
Babaları ile, dedeleri ile iftihar etmek ve tekebbür etmek, cahillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselamın oğlu idi. Yam da, Nuh aleyhisselamın oğlu idi. Babalarının Peygamber olması, bunları küfürden kurtarmadı. İnsanın övündüğü dedeleri, bir avuç toprak oldu. Onların salih olmaları ile iftiharmeli, onlar gibi salih olmaya, onların yolunda bulunmaya çalışmalıdır!
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Atalarınız ile iftiharyi terk edin.) [Ebu Davud]

(Bir kimsenin kendi kötü ise, ahirette nesebinin [soy-sopunun] üstünlüğü ona fayda vermez.) [Taberani]

Bir gün iki kişi birbirine üstünlük taslayarak biri, "Ben falancanın oğlu filanım. Ya sen kimsin?" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz aleyhisselam buyurdu ki:
(Hazret-i Musa’nın yanında iki kişi birbirine karşı iftiharye başladı. Biri ecdadını 9 göbek geriye doğru saydı. Allahü teâlâ, Hazret-i Musa’ya, "Ona söyle, iftihar ettiği 9 kişi Cehennemdedir. Kendi de onuncusudur" diye vahyetmiştir.) [İ. Ahmed]

İltifat değil gerçek
Sual: Bir arkadaş, diğer arkadaşı takdir edip övünce, övülen arkadaş, methedene (iltifatınıza teşekkür ederim) diyor. Diğeri ise ben iltifat yapmadım gerçeği söyledim diyor. İltifat gerçek değil mi?
CEVAP
İltifat; ilgilenmek, saygı göstermek, birinin hatırını sormak, nazik ve yumuşak davranmak, teveccüh göstermek, gönlünü hoş etmek gibi anlamlara gelir.

Bilhassa dini bilgilerden uzak kimseler arasında iltifat, yalandan takdir etme anlamında kullanılıyor. Takdir etmenin gerçeği de olur, yalanı da olur. Ama müslüman takdir ederken doğru söyler. Yani Müslümanın takdiri gerçektir. Bu bakımdan iltifat değil gerçektir sözü kültürümüze uygun değildir. Yabancılardan geçmiştir.

Sual: Beş vakit namazını kılan bir kimsenin, sadece cuma namazlarına gidenleri ölçü alarak, ben onlara göre daha iyiyim demesi dinen uygun olur mu?
Cevap: Peygamber efendimiz, konu ile alakalı bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki:
(O kimseye bakma ki, dinde senden aşağıdır, zira kendini beğenip, helak olursun. Dinde senden yukarısına bak ki, senden hayırlıdır. Malı çok olana bakma ki, Allahın kısmetine gadab edersin. Şu kimseye bak ki, yiyeceğini zahmet çekerek alın teri ile hazırlar, o zaman da, Hak teâlânın sana verdiği nimete şükredersin.)