8 Ekim 2014 Çarşamba

NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE Sûre-i Âl-i İmrân Âyet: 199 وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلّهِ لاَ يَشْتَرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُوْلَـئِكَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ إِنَّ اللّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ Ehl-i kitâbdan bazıları vardır ki onlar Allah için huşû’ ve huzû’ ederek âyâtullâhı semen-i kalîl ile mübâdele eylemeyerek Tevrat ve İncil’de mastûr ni’met-i Peygamberîyi cüz’î bir menfa’at mukābilinde ketm etmeyerek zât-ı uluhiyyetine ve size inzâl olunan ile kendilerine inzâl edilene yani Kur’ân ile Kitâbeyn’e hakkıyla îmân ederler. Onların Rableri indinde ecirleri vardır. 2 3 kerîmi i-kavl) أُوْلَئِكَ يُؤْتَوْنَ أَجْرَهُمْ مَرَّتَيْنِ ) ( ِهِتَمْحَرْ نِمِ نْيَلْفِكْ مُكِتْؤُي (nazm-ı şerîfi ile kendilerine va’d buyurulmuş ecr-i mahsûs vardır. Cenâb-ı Hak serî’ü’l-hisâbdır. “İlm-i ilâhî cemî’-i eşyâya nâfiz olup zât-ı akdes-i rabbânî her âmilin sezâvâr bulunduğu ecr ü mükâfâta te’emmüle muhtâc olmaksızın vâkıf ve âşinâ olduğundan ecr-i mev’ûd kendilerine sür’atle vâsıl olur”. Bu medh ü sitâyiş-i ilâhîye nâ’il olan bazı ehl-i kitâb ile kimler murâd olunduğunda müfessirîn-i izâm hazerâtı ihtilâf etdiler. Bazıları: Abdullah bin Selâm ile yârân ve cemâ’ati murâddır dediler. Bazıları dediler ki bunlar ehl-i Necrân’dan 1 Fâtiha, 1/7. 2 Kasas, 28/54. 3 Hadîd, 57/28. kırk, Habeşistan’dan otuz iki, Rumdan sekiz kimselerdir ki nasârâ iken İslâm olmuşlar idi. Bazıları da dediler ki bununla Ashama namındaki Necâşî murâddır. Ya’nî bu medhe mazhar olan zât zamân-ı sa’âdetde şeref-yâb-ı İslâm olan Habeşistan Meliki Ashama’dır. Necâşî Habeşistan mülûkunun alem-i hâslarıdır, nitekim Acem şâhlarına Kisrâ, Hind padişahlarına Ray, Çin padişahlarına Fağfur, Rûm ülkesinin hükümdârlarına Kayser lakab-ı hâs olduğu gibi. Ashama vefât edince Cibrîl-i Emîn bunu Resûl-i Ekrem’e haber vermiş idi. Bunun üzerine zât-ı nübüvvet-penâh efendimiz sahâbeye: hâric-i beldeye çıkın da âhar diyârda vefât etmiş olan bir kardeşinizin cenâze namazını kılın buyurdu. Ve belde-i tâhirenin kabristanı bulunan Bakī’ nâm mahalle çıkdı. Orada Habeşistan cihetine nazar edip zât-ı risâlet-penâhına Necaşî’nin na’şı münkeşif olmasıyla namazını kıldı. Beri tarafdan ise münâfıklar: “Bakın şuna –taraf-ı müstecmi’ü’ş-şeref-i hazret-i risâlet-penâhîye işâretdir- serâmedân-ı Nasârâ’dan ol bir adam için cenâze namazı kılıyor ki, o adam kendini aslâ görmemiş ve dînine dâhil olmamışdır.” demeleriyle bu âyet-i kerîme şeref nüzûl etmişdir. İstitrâd Vaktiyle Reji Komiseri Nuri Bey merhûm ile beraber bu râkımü’l-hurûf Akkâ’da ikāmete me’mûr olmuşduk. Orada bulunduğum hengâmda Yesû’iyyûn’dan biriyle ara sıra musâhabet eder idim. Musâhib: Hoşgû, nükte-pîrâ, tetebbu’âtı vâsi’ bir zât idi. Her çeşit sohbetler eder, her vâdîde gezinir idik. Bir gün yine ber-mu’tâd konuşur iken siyâk u sibâk-ı mübâhaseden münâsebet aldırarak bu zât dedi ki: “İntizâm-ı âlem, sa’âdet-i Benî Âdem, beşeriyetin hem-âhenk-i vifâk-ı mu’âşeret olarak yürümesine tevakkuf eder.” Bu sâha-i vesî’a-i irfânda hayli cevelân etdi. Zekâsına inzimâm eden talâkat-i lisânıyla sözüne kuvvet vermeğe, efkârını te’- yîd için delâ’il ve şevâhid îrâdına, hem-bezminin kalbini kendi tarafına imâle edecek elfâz-ı güzîn ile revnak-tırâz-ı kelâm olmağa sa’y-i belîğ göstermekde idi. Tamâmıyla dinledim. Dedim pek doğru, lâkin arzû olunan bu matlab-i aksâ ne sûretle mir’ât-ı âlemde tecellî edebilir? Îmâ ettiği ciheti irâ’e etmesiyle dedim ki aynı kelâm ile mütekellim ve aynı nevi’ teblîğ ile meb’ûs meselâ yüz kişilik bir kāfile-i fuzelâdan doksan dokuzunu tasdîk edip de sıra yüzüncüsüne gelince birdenbire yüz çevirip onu inkâr eylemek, o fâzıl-ı zîşâna bi-gayr-i hakk hakārete cür’et etmek, nezd-i erbâb-ı irfân ve îkānda şâyân-ı kabûl müdür? Bu tefrîka, hakīkat-bîn olanlar ne der? Hazret-i Îsâ aleyhi’s-selâm i’tikād-ı İslâmiyânda peygamberândandır. Hem ulü’l-azm peygamberân-ı zîşândandır. Câ’mi’lerde müteveccih bulunduğumuz mihrâb-ı ubûdiyyetin fevkinde 4 ( كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِندَهَا رِزْقاً ) nazm-ı celîli menkūşdur ki bu da Cenâb-ı Rûhullah’ın vâlidesi Hazret-i Meryemü’l-Azrâ’ya dâirdir. Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok süver ve âyâtı Hazret-i Meryem aleyhe’s-selâmın menâkibini, ismet ve tahâretini, nisâ’-i âlemîn üzerine ıstı-  “Hemze” ve “hâ”nın fethiyledir 4 Âl-i İmrân 3/37. 216 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 15 - SAYFA 228 fâsını nâtıkdır. Kur’an’da Rûhullah’ın tıfl iken beşikde tekellüm eylediği, ekmeh ve ebrâslara bi-izni’llâh şifâ-sâz olduğu, bi-izni’llâh ihyâ’-i emvât ettiği [228] daha bu gibi nice mu’cizât-ı bâhire-i nübüvveti mezkûrdur. Bunun için küçüğünden büyüğüne varıncaya kadar bütün müslümanların kalbleri müşârun-ileyhimâya muhabbet ve ta’zîm ile doludur. Hâsılı bütün müslümanlarca Hazret-i Meryem bir azrâ’-i tâhire-i mübâreke ve Hazret-i Mesîh salavâtulallahi alânebiyyinâ ve aleyh dahi o azrâ-i mübârekeden nefha-i Cibrîl ile tevellüd etmiş bir âyet-i kübrâ-yı ilâhiyyedir. Rûhullah’ın elsine-i şu’arâmızda da zikri pek me’nûsdur. Mu’cizât-ı Mesîh’i dem-be-dem yâd ederek onunla efkâr u güftârlarına hüsn ü revnak verirler: Rûh bahş oldu Mesihâ-sıfat enfâs-ı bahâr Açdılar dîdelerin hâb-ı ademden ezhâr Bâkī Beni ihyâ kılıp feyz-i dem-i cân-bahş-ı lûtfunla Nümâyân eyledin âsâr-ı enfâs-ı Mesîhâyı Nedîm Âferîn ey ney-i kilk-i hüner-i Îsâ-dem Eyledin nefha-i i’câz ile ihyâ-yı adem Âkif Paşa هوا مسيح نفس كشت وخاك نافه كشاى درخت سبز شد ومرغ در خروش آمد Hâfız Şirâzî İmdi hubb ü meveddet hangi cihetde, hüsn-âmiziş ve mu’âşeretden tebâ’üd ne tarafda? Muhammedîler Hazret-i Îsâ aleyhi’s-selâma nasıl muhabbet ve hürmet ediyorlarsa İsevîler de Hazret-i Muhammed aleyhi’s-selâmı hürmet ve muhabbet ile zikr ü yâd etseler arzû ettiğiniz hüsn-i mu’âşeretin husûlüne hiç bir mâni’ kalmaz idi. Hakīkat-şinâsâne bir mütâla’a bu bâbda fikr-i beşere rehber olur. Nikāb-ı tereddüdü ref’ eder. Bu telhîsim muhâtab-ı fâzılın gûşzed-i irfânı olunca biraz düşündü ve nidâ-yı havâs, velvele-i avâm arasında işidilmez ki... Deyip bu husûsa dâir artık şakk-ı şefe etmedi. Bu musâhabenin cereyânı da başka mecrâya tahvîl edildi. Yine hay u hûy-ı neşât ile bir hayli sözler söylendi. 1 ( وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْناً ) Bereketzâde İsmâil Hakkı SAFAHÂT-I HAYATDAN KÖR NEYZEN Elinde, nevha-i mâtem kadar acıklı sadâ Veren, bir eski kamış; koltuğunda bir yedici; Şu kör dilenci, bakardım, olunca nâle-serâ, Durup da merhameten dinleyen gelip gidici, Önünde boynunu bükmüş zavallı keşkülüne, Atardı beş para, onluk değilse bâri yine. 1 Bakara, 2/83. Kırık sazıyla ederken zaman zaman feryâd, Gelirdi gûşuna onlukların tanîniyle Birer nevâ-yı beşâret, birer peyâm-ı vedâd; Birer sadâ ki: Neyin sîne-çâk enîniyle Karışmayıp, yalınız dem tutardı sanki ona! Bu ses, bu manzara gâyet hazin gelirdi bana. Muhîti hep mütevâlî leyâl-i dûrâ-dûr... Sabâh yok onun âfâk-ı târ-ı ömrü için! Yüzünde hande-i ümmîdi andırır bir nûr Görülmüyor! O mükedder, elîm çehre bütün Kesîf bir bulut altında perde-pûş-i melâl... Geçen zamânı karanlık, karanlık istikbâl! Nasıl hakīkat-i yeldâ? Hayâtı git ona sor: Bulur nazarları dünyâyı perde perde zalâm! Belâyı görmüyor amma bütün belâ görüyor, Bu kâinat-ı sefâlette eyledikçe devâm. Arar bulunduğu yeldâ-yı bî-tenâhîde Zavallı bir çıkacak yol sabâh-ı ümmîde! Görür şedâid-i eyyâma karşı dûşunda, Siper vazîfesini lîme lîme bir abacık. Fakat o sütre-i bîtâbı her hurûşunda, Açar da dest-i inâdıyle rûzgâr; artık, Körün sakındığı üryan vücûdu meydâna Çıkar, göğüs gerer emvâc-ı berf ü bârâna! Geçende çarşı içinden çıkınca baktım ki: Çamurlu taşlara yaslanmış inliyor sâil. Hasırdı şiltesi altında hem de pek eski, Şadırvan olmasa üstünde yoktu bir hâil. Duyulmuyordu uzaktan neyin de şimdi sesi, Yakından ancak işittim o vâpesin nefesi! O kendi kendine üfler mi yoksa inler mi? Ne dinleyen, ne duyan var... Bakıp geçer herkes. Mezardan akseden âvâzı kimse dinler mi? Zavallı, ölmene bak, nâle-i tezallümü kes! Fakat durun... Yine keşkülde bir tanîn-i medîd Duyuldu... Âh ne nâzendedir sürûd-i ümîd! Şadırvanın, körü altında saklayan, saçağı Delinmemiş mi? Buluttan coşup gelen yağmur, O sakbeden uzanıp bir sicim gibi aşağı, Zavallı keşkülü baktım yavaşça kamçılıyor. Duyunca kör, bunu bir cûş-i merhamet sandı, Uzandı keşküle, heyhât, işte aldandı: Morarmış elleri boş çıktı, sâde ıslandı! Mehmed Âkif [229] ESKİ VE YENİ AHLÂK KİTÂBLARIMIZ –mâba’d– 17. Ahlâkü’s-Saltana: 1004 târîhinde Dersa’âdet’de vefât ederek Kurşunlu Türbe’ye defn edilen ulemâ-yı şu’arâdan Tosyalı Küçük Mustafa Çelebi’nin müfîd ve muhtasar Türkçe yazdığı eserdir ki matbû’ değildir. CİLD 1 – ADED 15 - SAYFA 230 SIRÂTIMÜSTAKĪM 217 18. Riyâzü’n-Nâsihîn: Dokuzuncu karn-ı hicrî fuzelâ-yı meşâyih-i Osmâniyyesinden Şeyh Abdülmecid b. Nasûh Halvetî’nin olup gayr-i matbû’dur. 19. Şerefü’l-İnsân: 978’de Bursa’da vefât ederek hisâr dâhilinde Ortapazar’daki ceddi Nakkāş Ali’nin binâ-kerdesi olan mescid hazîresine defn edilen meşâhîr-i udebâ-yı Osmâniyye’den Bursalı Lâmi’î Mahmud Çelebi’nin Türkçe yazdığı eserdir ki gayr-i matbû’dur. 20. Tercüme-i Zahîretü’l-Mulûk: Metn-i eser 786’da vefât eden Seyyid Ali-i Hemedânî tarafından Fârisiyyü’libâre olmak üzere muharrerdir. 969 târîhinde vefât ederek Kasımpaşa’da binâ eylediği mescid hazîresine defn olunan fuzelâ-yı udebâ-yı kadîmeden Gelibolulu Sirozî Mustafa Efendi tarafından tercüme olunmuşdur. On bâb üzre müretteb olan bu eser gayr-i matbû’dur. 21. Kavâ’idü’l-Mecâlis ve Âdâbü’l-Mecâlis: Tercüme-i hâl ve esâmî-i mü’ellefâtı müverrihîn-i Osmâniyye’den Âlî ve Kâtib Çelebi ünvânlı risâle-i nâçizânemde muharrer olan Âlî’nin âsârındandır ki îzâhât-ı lâzimesi risâle-i mezkûrede vardır. 22. Enîsü’l-Kulûb: Kezâ. 23. Sad Kıssa: Kezâ 24. Sad Hisse: Kezâ 25. Hülâsa-i Ahvâl der-Letâfet-i Mevâzi’-i Mevâ’iz-i Sahîhü’l-Me’âl: Kezâ. 26. Bahr-i Nesâyih: Kezâ 27. Revu’n-Nefsi’l-Câmiha ile’l-A’mâli’s-sâliha: 918 târîhinde vefât ederek Bursa’da ecdâd-ı izâmından Sultan Orhan Gazî Türbe-i şerîfesine defn edilen Şehzâde Korkud’undur. Matbû’ değildir. 28. Mir’âtü’l-Mülûk: 1033 târîhinde Hezargrad’da irtihâl ederek İbrahim Paşa Câmi’i hazîresine defn edilen ulemâ-yı Osmâniyye’den Ahmed bin Hüsâmeddin Sirâzî’nin Türkçe eseri olup kısm-ı evveli ahlâk, kısm-ı sânîsi de mev’izadan bâhisdir. Matbû’ değildir. 29. Pendnâme: Manzûm. 929’da memleketi olan Geyve’de vefât eden şu’arâ-yı Osmâniyyeden Güvâhî’nin 1891 beyti câmi’ eser-i manzûmudur ki matbû’ değildir. 30. Pendnâme: Manzûm. 1264’de Dersa’âdet’de vefât ederek Ayasofya civârında binâ-kerdesi olan kütübhâne sâhasında medfûn olan Sahhâflar Şeyhizâde Kadıasker Mehmed Es’ad Efendi’nin eseri olup matbû’dur. 21. Pendnâme: Manzûm. 1188 tarîhinde vefât eden ulemâ-yı meşâyih-i Gülşenî’den Şeyh İbrahim Nazîrâ’nın olup gayr-i matbû’dur. 32. Pendnâme: Manzûm. Bir asır evvel memleketi olan Ruscuk’da vefât eden şu’arâ-yı meşâyih-i Sa’diye’den Zarîfî Ömer Efendi’nindir. Altmış küsur sahîfeden ibâret olan bu eser 1271 târîhinde Dersa’âdet’de tab’ olunmuşdur. 33. Hayriyye: Manzûm. 1124’de Dersa’âdet’de vefat ederek Üsküdar’da Karacaahmed civârında Miskînler İkāmetgâhı yakınına defn olunan Şâ’ir-i meşhûr Urfalı Nâbî Yûsuf Efendi’nin olup matbû’dur. Bu esere şu’arâ-yı Osmâniyye’den Remzî’nin nazîresi vardır. 34. Tercüme-i Pend-i Attâr: Manzûm. Metn-i manzûme 627’de şehîden irtihâl eden ârif-i cenâb-ı perverdigâr Şeyh Attâr’ın eser-i meşhûrudur ki onuncu karn-ı Hicrî şu’arâsından Edirneli Emrî’nin manzûm tercümesi matbû’dur. Pend-i Attâr’ın Mâhazar ismindeki muhtasar mensûr şerhiyle Şeyh İsmâil Hakkı’nın mufassal şerhleri de matbû’dur. 35. Latîfe: Manzûm. 1214’de Dersa’âdet’de irtihâl ederek Edirnekapısı hâricinde Topçular’daki dergâha defn olunan şâ’ir Sünbülzâde Vehbi Efendi’nin olup matbû’dur. 36. Tercüme-i Nehci’s-Sülûk: Metn-i eser 563’de vefât eden Şeyh Ebu’n-Necib Suhreverdî’nindir. 1203’de Dersa’âdet’de irtihâl eden Gelibolu civârındaki Keşanlı Nahîfî Mehmed Efendi tarafından tercüme olunmuşdur. Matbû’- dur. 37. Nasîhatü’l-Mülûk Tergîben li-Hüsni’s-Sülûk: Şârih-i Mesnevî Sarı Abdullah Efendi merhûmun eseri olup gayr-i matbû’dur. Mü’ellifin hatt-ı destiyle muharrer nüshası Kütahya’da Re’îsü’l-küttâb Mehmed Emîn Vahîd Efendi Kütübhânesi’nde mütâla’a güzârım oldu. 38. Şerhu Nevâbiğü’l-Kelim: Metn-i eser 538 târîhinde vefât eden Allâme Zemahşerî’nindir. 1000 târîhinde Medîne-i Münevvere’de vefât eden fuzelâ-yı üdebâdan Akhisârî Mehmed Bedreddin Münşî tarafından şerh olunmuşdur. Gayr-i matbû’dur. Bu eser zamânımız efâzıl ulemâsından olup 1319’da vefât ederek Fâtih’e defn olunan Mardin Müftî-i esbakı Yûsuf Sıdkı Efendi tarafından da Mehâsinü’l-Hüsâm nâmıyla şerh olunduğu gibi ma’ârifmendân-ı asırdan Ali Nazîmâ Bey tarafından da tercüme olunmuşdur ki ikisi de matbû’dur. 39. Tercüme-i Neyyir-i Mesbûk: Metn-i eser İmâm Gazâlî’nindir. 1021’de [230] Lârende Müftüsü iken vefât eden fuzelâ-yı şu’arâdan Mehmed Vücûdî ile 979’da Üsküb’de vefât eden meşâhîr-i udebâ-yı kadîmeden Âşık Çelebi taraflarından tercüme edilmişdir. Metn-i eser matbû’ ise de tercümeleri matbû’ değildir. 40. Tercüme-i Tuhfe-i Mahmûd-i Muhteşem: Metn-i eser 875’de vefât eden “Musannifek” nâmıyla ma’rûf Mevlânâ Ali el-Bestâmî’nin olup vüzerâ-yı benâmdan Mahmûd Paşa nâmına te’lîf olunmuşdur. 1112 târîhinde Dersa’âdet’- de irtihâl eden Şabanzâde Mehmed Efendi tarafından tercüme olunarak mu’ahharan tab’ olunmuşdur ki on bâb üzere mürettebdir. 41. Nesâyihü’l-Vüzerâ’ ve’l-Ümerâ’: 1129 târîhinde Kavala’da vefât eden Defterî Mehmed Efendi – Bakkalzâde Sarı Mehmed Paşa’nın eseridir ki gayr-i matbû’dur. Bir nüshası Dersa’âdet’de Es’ad Efendi Kütübhânesi’nde vardır.  Müşârün-ileyh Mardînî Yûsuf Sıdkı Efendi merhûm, refîk-i muhterem Ebu’l-Ulâ Bey Efendi’nin peder-i âlîleridir. Merhûmun hayât-ı ilmîsi hakkında, müşârun-ileyhin hîn-i irtihâllerinde Selânik Mekteb-i Hukūk mu’allimlerinden Rusûmât Nâzırı Hâcı Adil Bey Efendi tarafından yazılan makāle-i müdekkikāneyi inşâ’allah karîben açacağımız terâcim-i ahvâl kısmına derc edeceğiz. Merhûm hazret-i üstâd-ı şehîrin ahlâka müte’allik âsâr-ı fâzılâne ve hakîmâneleri yalnız bu Nevâbiğ şerhi değildir, ilm-i ahlâka müte’allik pek büyük bir eser-i dâhiyâneleri daha vardır. Hazret on iki senelik bir tetkīk ve tetebbu’ mahsûlü olarak İhyâ’u Ulûmiddîn’i tercüme ve şerh buyurmuşlardır. İnşâ’allah yakında bu cesîm ve kıymetdâr eser de âlem-i matbû’âta şeref-bahş-ı irfân olur da hazretin kemâlât-ı ilmiyye ve irfâniyyeleri, dehâ-yı fıtrî-i hârikulâdeleri bütün hakīkat-i asliyyesiyle tezâhür eyler. H. Eşref Edîb 218 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 15 - SAYFA 231 42. İlm-i Ahlâk: 932’de Dersa’âdet’de vefât eden Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin eseridir ki Sultan Beyâzid-ı Sânî’ye ihdâ edilmişdir. Gayr-i matbû’dur. 43. Nesâyihü’l-Mülûk: 1115’de Edirne’de vefât eden Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin eseridir ki matbû’ değildir. 44. Mebâliğü’l-Hikem: Tercüme-i Nesâyih-i Hace Abdullah el-Ensârî-i Herevî. 1175’de Bursa’da vefât eden şâ’- ir-i meşhûr Nevres-i Kadîm tarafından lisân-ı Fârisî’den tercüme olunan bu eser 1304’de Dersa’âdet’de tab’ olunmuşdur. Tercümenin ismi târîh-i tercümeyi müş’irdir. 45. İnsânnâme: Meşâyîh-i Gülşenî’den olup 1188’de vefât eden Edirneli Şeyh İbrâhim Nazîra Efendi’nin eseridir ki matbû’ değildir. 46. Acâibü’l-Me’âsir ve Garâ’ibü’n-Nevâdir: 1000 küsûr târîhlerinde vefât eden Süheylî Ahmed Efendi’nin eseri olup sâdece Nevâdir-i Süheylî ismiyle mesmû’dur. Matbû’dur. 47. El-Hikemü’l-Münderice: 1041 târîhinde Dersa’âdet’de vefât eyleyen kibâr-ı meşâyih-i Mevleviyye’den Şârih-i Mesnevî Şeyh İsmâil Ankaravî’nin kasîde-i münferice şerhi olup matbû’dur. 48. Mir’âtü’l-Ukālâ’: 1200 târîhi evâ’ilinde Dersa’âdet’- de vefât eden müverrihîn-i Osmâniyye’den Nihâlî İbrahim Efendi’nin eseri olup matbû’ değildir. 49. Manzûme-i Gencîne-i Râz: 990 târîhlerinde Bosna kıt’asında İzvornik kurbunda Luznice’de vefât eden şâ’ir-i meşhûr Yahyâ Bey’in eseri olup matbû’dur. Onuncu karn-ı hicrî şu’arâsından Nûri Aksarâyî’nin iki bin beyitli bir zeyli vardır. 50. Riyâzü’l-Mü’minîn: 1169’da Dersa’âdet’de vefât ederek Edirnekapısı dışarısında şâ’ir-i meşhûr Bâkī Efendi yakınında defn olunan müverrihîn-i Osmâniyye’den Seyyid Rızâ-i Kefevî’nin Bursa niyâbetinde iken yazdığı eseri olup gayr-i matbû’dur. 51. Ravzatü’l-Hikem fî Ahlâki’l-Ümem: 1200 küsûr târîhlerde Dersa’âdet’de vefât eden Edîb Efendi’nin eseri olup gayr-i matbû’dur. 15 makāle ve bir hâtime üzerine mürettebdir. 52. Tercüme-i Selvâni’l-Mutâ’ fî Udvâni’t-Tıbâ’: Metn-i eser 598’de irtihâl eden fuzelâ-yı Arab’dan İbn-i Zafer Mekkî’nin olup 1168’de Bursa’da vefât eyleyen Kara Halil Efendizâde Şeyhülislâm Mehmed Sa’id Efendi tarafından tercüme olunmuşdur. Matbû’dur. 53. Hamse-i Atâ’î: 1044 târîhinde Dersa’âdet’de irtihâl ederek Vefâ’da pederi Nev’î Efendi yanına defn olunan fuzelâ-yı şu’arâ ve müverrihînden Atâullah Efendi’nin eseridir ki Sübhatü’l-Efkâr, Nefhatü’l-Ezkâr, Hilyetü’l-Efkâr, Âlemnümâ, Hefthân ünvânlarıyla beş parçadan ibâretdir. 54. İlmü’l-Ahlâk: 1161’de Dersa’âdet’de irtihâl eden fuzelâdan Merzifonî Abdurrahman Eşref Efendi’nin eseridir ki ahlâk ve nevâdir-i hikâyâtdan bâhisdir. Gayr-i matbû’dur. 55. İbretnümâ: Zikri sebk eden Lâmi’î Çelebi’nin ahlâkī eser-i mensûrudur ki matbû’dur. 56. Sırrü’l-Esrâr: Gayr-i matbû’ olan bu eser Aristo’nun İskender-i Kebîr’e lisân-ı Yunâniyle yazıp bilâhare Arapça’- ya tercüme edilen Te’sîsü’s-Siyâse fî Tedbîrü’r-Riyâse ismindeki eserin dördüncü makālesinin tercümesidir. Mütercimi İstanbulî Gevrekzâde Hasan Efendi’dir. Mütercim 1216 târîhinde Dersa’âdet’de irtihâl ederek Eyüb’e defn edilmişdir. 57. Emsâli’l-Lokman fî Tehzîbi’l-Ezhân: Erbâb-ı ma’ârifden İskender Efendi tarafından cem’ ve tertîb edilen bu eser Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca bir yerde olmak üzere 1292 târîhinde Dersa’âdet’de tab’ olunmuşdur. 58. Ahlâk-i Alâ’î: Efâzıl-ı udebâ-yı Osmâniyye’den 979’da Edirne’de vefât eden Kınalızâde Alâ’eddîn Ali Çelebi’nin eser-i meşhûrudur ki 1284’de Mısır’da tab’ olunmuşdur. İlm-i ahlâka dâir eser yazan ma’ârif-mendân-ı Osmâniyyenin hemen kâffesine me’haz olan bu eser-i kıymetdârın ibâresi sadeleştirilmekle beraber zamanımıza göre bazı ilâvât-ı lâzime de derc edildiği takdîrde en mükemmel bir eser-i ahlâkī olacağı vâreste-i kayd u îzâhdır. 59. Câmi’u’n-Nesâyih: Onuncu karn-ı hicrî ulemâ ve şu’arâsından Gedis’de medfûn Hüseyin tarafından Türkçe yazılan manzûm bir eser-i kebîrdir. 60. Garîbnâme veya Ma’ârıfnâme: 733 târîhinde Kırşehir’de irtihâl eden meşâyih-i ârifînden Âşık Paşa-Beşe hazretlerinin ahlâk ve tasavvufdan bâhis Mesnevî tarzında manzûm eser-i kebîridir ki yirmi dört bin mısrâ’a karîb olup on bâb üzre tebvîb ve her bâbı onar fasl üzre tertîb edilmişdir. Gayr-i matbû’dur. 61. İlm-i Ahlâk: Fuzelâ-yı etıbbâ’-i Osmâniyyeden 1197 târîhinde İstanköy Adası’nda vefât eden Hekimbaşı Abdülaziz Efendi’nin eseri olup gayr-i matbû’dur. [231] 62. Mürşidü’l-Abâ’: Ulemâ-i riyâziyyûn-ı Osmâniyyeden 896’da vefât eden Konyalı Abdullah bin Şükrü’- nün olup ahlâk ve tasavvufdan bâhisdir. Gayr-i matbû’dur. 63. Münebbihü’r-Râkidîn: 976’da yazılmış bir nüshası Manastır Kütübhânesi’nde mevcûd olan ve açık Türkçe bir cild-i kebîr üzre müretteb bulunan bu eser-i mensûr İznikli Musa bin Hacı Hüseyin tarafından te’lîf edilmişdir. Göz, kulak, el, karın, âlet-i tenâsül, ayak gibi a’zâ-yı bedeniyeden sâdır olan hayr ü şerlerden bâhis olup mûcib-i istifâdedir. 64. Cevâhirü’l-Mevâ’iz ve’l-Âsâr ve Zevâhirü’n-Nesâyih ve’l-Âsâr: 946 târîhinde irtihâl eden Mehmed bin Necib Karahisârî’nin eseri olup Türkçe dört bâb üzre mürettebdir. 65. Hülâsatü’n-Nesâyih li-Erbâbi’l-Mesâlih: İstanbullu Kâtib Ahmed Efendizâde Ali Efendi tarafından mü’ellefdir. 66. Rişte-i Cevâhir: Ma’ârif-mendân-ı meşâyih-i Mevleviyye’den olup 1126 târîhinde vefât ederek Dersa’âdet’de Yenikapı Mevlevîhânesi’ne defn edilen Yûsuf Nesîb Dede’- nin eseridir ki ismi târîh-i te’lîfini mübeyyindir. Eser-i mezkûr esâsen Akvâl u Nasâyih-i İmam Ali’nin tercümesidir. Matbû’dur. 67. Zübdetü’n-Nesâyih: 1005 târîhinde San’a Vâlisi olan Hasan Paşa nâmına ulemâ-yı Osmâniyyeden Ca’fer Efendi tarafından mü’ellefdir. 68. Mahsûl-i Âlî: Akvâl u Hikemiyât-ı İmâm Ali’nin şerhi olup fuzelâdan Mustafa Vehbi Efendi tarafından mü’ellefdir. Matbû’dur. 69. Câmi’u’n-Nesâyih: Şu’arâ-yı Osmâniyyeden 930’da vefât eden Revânî tarafından mü’ellef ve gayr-i matbû’dur. CİLD 1 – ADED 15 - SAYFA 232 SIRÂTIMÜSTAKĪM 219 70. Bostân-ı Kuds ve Gülistân-ı Üns: 1070 târîhinde Mısır’da irtihâl eden ekâbir-i ulemâ-yı Osmâniyyeden Nuh bin Mustafa Konevî tarafından mü’ellef olup Gayr-i matbû’dur. 71. Tedbîr-i İksîr: 971’de vefât eden ulemâ-i şu’arâ-yı Osmâniyyeden Hüsâmeddîn Simâvî’nin eseri olup İmâm Gazâlî’nin ahlâk ve tasavvufdan bâhis Fârisiyyü’l-ibâre Kimyâ-yı Sa’âdet’inin tercümesidir. Gayr-i matbû’dur. 72. Râhibnâme: 1221’de vefât ederek Eyüb’de Mihrişâh Vâlide Sultan Mektebi hazîresine defn edilen Müverrihîn-i Osmâniyyeden Bağdâdî Vâsıf Ahmed Efendi’nin Arabî’den tercüme ettiği ahlâk risâlesidir. Gayr-i matbû’dur. 73. Hayâl-i Behcetâbâd: 1175’de Dersa’âdet’de vefât ederek Eyüb Sultan kurbunda Siyavuş Paşa Türbesi yakınına defn edilen şu’arâ-yı meşhûre-i Osmâniyyeden Şeyhülislâm Akhisârlı Vassaf Abdullah Efendi’nin bin beşyüz beyti hâvî nesâyih ve hikemiyâtı câmi’ mesnevîsidir. 74. Şerh-i Gülistân: 1005’de Dersa’âdet’de vefât ederek Aksaray’da Yûsuf Paşa Câmi’i hazîresine defn edilen Bosnalı Sûdî Efendi’nin eseri olup matbû’dur. 75. Şerh-i Gülistân: 976’da Dersaadet’de vefât ederek Kasımpaşa’daki mescidi hazîresine defn edilen fuzelâ-yı udebâdan Gelibolulu Mustafa Surûrî Efendi’nin eseri olup matbû’dur. 76. Tercüme-i Gülistân: 1166’da Dersa’âdet’de vefât ederek Sultân Selim-i Evvel civârında ihyâ kerdeleri olan câmi’-i şerîf hazîresine defn edilen Şeyhülislam Mehmed Es’ad Efendi’nin eseridir. Matbû’dur. 77. Nazîre-i Etvâki’z-Zeheb: Zikri sebk eden Mehmed Esad Efendi’nin eseri olup gayr-i matbû’dur. 78. Şerh-i Dîvân-ı Ali: 1202’de Dersa’âdet’de vefât ederek Zeyrek civârında Soğukkuyu Medresesi kurbunda defn edilen ulemâ-yı meşâyihden Müstakīmzâde Süleyman Sa’deddin Efendi’nin eseri olup matbû’dur. 79. Şerh-i Baharistân: 1252’de Dersa’âdet’de vefât ederek civâr-ı Eyüb’e defn edilen Şehrî Şâkir Efendi’nin eseri olup matbû’dur. Bu eser Hızır bin Mustafa Erzincânî tarafından da şerh olunmuşsa da matbû’ değildir. 80. Şerh-i Bostân: 936’da Dersa’âdet’de vefât ederek Vefâ’ya defn edilen Prizrenli Şem’î Efendi tarafından mü’ellef olup gayr-i matbû’dur. Bu zâtın Gülistan ve Pend-i Attâr şerhleri de bu vâdîde yazılan âsârdandır. 81. İbretnümâ: 1091’de vatanı olan Bursa’da vefât ederek Üç Kuzular Türbesi’ne defn edilen meşâyih-i Halvetiyye’den Muhyiddin Efendi’nin eseri olup gayr-i matbû’dur. 82. Şehâdetnâme: 1037’de Üsküb’de vefât eden münşî-i meşhûr Veysî Efendi’nin eseri olup matbû’dur. 83. Tercüme-i Müstazraf: 1264 târîhinde Dersa’âdet’de vefât ederek Yerebatan Mahallesi’ndeki Kütübhânesi yanına defn edilen Sahhâflar Şeyhizâde Es’ad Efendi’nin eseri olup matbû’dur. Bu tercüme esâsen Etmekçizâde Ahmed Efendi tarafından yapılmışsa da Es’ad Efendi tarafından tezyîl ve tevsî’ edilmişdir. 84. Enîsü’l-Mulûk: 983’de Kefe’de vefât eden Müftü Babakūşî Abdurrahman Efendi’nin eseri olup gayr-i matbû’- dur. 85. Tâcü’l-Edeb: Ali bin Hüseyin Amâsî tarafından 1097’de te’lîf olunmuş Türkçe meşhûr bir eserdir. Bir nüshası Manisa’da Müslim Medresesi Kütübhânesi’nde vardır. 86. Dürrü’n-Nesâyih: 1176’da vatanı olan Hâdim’de irtihâl eden fuhûl-i ulemâdan Hadimî Mehmed Efendi tarafından mü’ellef Arabî bir eserdir. 87. Edebnâme-i Manzûm: 1057 târîhinde nazm edilmiş Türkçe bir eserdir. Bir nüshası Manisa’da Çaşnigîr Kütübhânesi’nde mevcûddur. 88. Nesrü’l-Lâ’î: Manzûm. Bazı akvâl-i İmâm Ali’nin nazmen tercümesidir. Nâzım ve mütercimi 990 târîhinde Bahr-i Ahmer’de garîkan vefât eden Kastamonulu Latîfî’dir. Gayr-i matbû’dur. 89. Gülşen-i Pend: Manzûm. 1120 târîhinde Mustafa Efendi isminde [232] bir zât tarafından nazm edilmişdir. Bir nüshası Akhisar Kütübhânesi’nde mevcûddur. 90. Gülşen-i Niyâz: Manzûm. Şeyhülislam Kara Çelebizâde Abdülaziz Efendi’nindir. Matbû’ değildir. 91. Şerh-i Gülistân: Arabiyyü’l-ibâre olup Seyyid Alizâde Yakub Efendi tarafından mü’ellefdir. Gayr-i matbû’- dur. 92. Şerh-i Gülistân: Türkçe bir eser olup Hüseyin Kefevî tarafından te’lîf olunmuşdur. Gayr-i matbû’dur. 93. Tercüme-i Gülistân: İzzet ve Sâ’ib Efendiler tarafından mü’ellef bir kitâb olup gayr-i matbû’dur. 94. Cevâhir-i Mültekıta: Matbû’dur. 95. Mesnevî-yi Şerîf Şerhleri: Ankaravî, Sarı Abdullah, İsmâil Hakkı Efendi, Yûsufzâde taraflarından Arabiyyü’libâre olarak muharrer olup matbû’dur. 96. Mesnevî-i Şerîf Şerhleri: Surûrî-i Kadîm Şem’î Sûdî efendiler tarafından muharrer olup gayr-i matbû’dur. 97. Tercüme-i Manzûme-i Mesnevî-i Şerîf: Nahîfî Efendi tarafından tahrîr olunup matbû’dur. Bursa Meb’ûsu Mehmed Tâhir
 SIDK-I NÜBÜVVET-İ MUHAMMEDİYE’NİN TÂRÎHEN SÜBÛTU Onun kalbinden başka nev’-i beşerden hiç bir kimsenin kalbine sığmayan o azm-i metîn, hiç bir kimsenin rûhunu müşâfehesine lâyık bulmayan o sırr-ı mübîn nihâyet intişâr-ı nâsûtiyyeti yırtarak, avâlim-i gaybın hicâblarını yararak sevk-i ilhâm-ı ilâhî ile araya araya kapısına, burc u bârûsuna yaklaşdığı âlem-i feyzâ feyz-i envâra girdi. Mâsivallâha bir an için olsun mahrem olamayan, dâima Ka’be-i envâr-ı tecellî olan kalb-i tâbnâki nihâyet mehbit-i vahy-i Hudâvendgâh-ı hitâb-ı kibriyâ oldu. Vücûd-ı akdesi mazhar-ı ekmel-i tecelliyât-ı sübhânî, sadr-i pâkî mücellâ-yı ilm-i ledünnî oldu. Miftâh-ı (الله مع لى (ile Hakk’ın bi’l-cümle esrâr-ı nihânına âşinâ oldu. Deycûr-ı âlem misbâh-ı cevâmi’i’l-kelîmi ile rûşenâ oldu. İnsânlara benzemekden münezzeh bir insan oldu, hâsılı nebî-yi âhir-zamân oldu. Kütüb-i siyerde mastûr olduğu üzre vahy u bi’setin mebde’i işte bu oldu. Dîn-i hakka da’veti emr-i ilâhîye müstenid bir me’mûriyet, terki gayr-i mümkün bir vazîfe ve mecbûriyet idi. Böyle olmasa kavminin dalâletde olduğunu bilip dururken kırk sene intizâra ne ihtiyâcı vardı; bu da’vet hubb-i 220 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 15 - SAYFA 233 riyâset, taleb-i mülk ü saltanat için de değildi. Âbâ ve ecdâdı içinde hiç bir melik yok idi ki mülk-i mağsûbûnu istirdâd etmek hâtırına gelsin. Kezâlik kavminin menâsıb-ı mülk ü saltanata hiç bir arzûsu, içlerinden herhangi bir ferdin tahakkümüne tahammülü yok idi ki bunları fermânına râm edebilsin. Onlar devr-i İbrahim ve İsmâil aleyhime’sselâmdan beri neslen-ba’de-neslin mu’azzez ve muhterem tanıdıkları harem-i beytullâha mücâveret ve Ka’be-i mu’azzamaya hizmet şerefiyle kanâ’at eder bir kavim idiler ki cedd-i büzürkvâr-ı nübüvvet-penâhî Abdülmuttalib’in Fil Vak’ası’nda Ebrehe’ye verdiği cevâb-ı meşhûr da buna delîl-i mukni’dir. Ebrehetü’l-Eşrem nâmıyla iştihâr eden bu Habeşli kumandan intikām kasdıyla Arab’ın ma’bed-i umûmîsi, beytü’l-harâmı, puthânesi ve bilhassa Kureyş’in müntehâ-yı fahr ü mübâhâtı olan Ka’be’yi yıkmak üzre civâr-ı Mekke’ye kadar gelmişdir. Askeri civârında otlayan develeri iğtinâm ettiler ki bunlar meyânında Abdülmuttalib’in de ikiyüz kadar devesi var idi. Abdülmuttalib Kureyş’den birkaç kimseyi müstashiben Ebrehe’nin nezdine gitdi. Niçin geldin? Su’âline “Develerimi istemek için” cevâbını verdi. Ebrehe böyle mühim bir zamanda böyle büyük bir felâket içinde re’îs-i kavm iken bu kadar dûn himmet göründüğünden, matlûbunu bu kadar cüz’î bir menfa’at-i şahsiyyeye hasr eylediğinden dolayı kendisini mu’âheze etdi. O da cevâbında “Ben de develerin sâhibiyim. Beytullâha gelince onu da sâhibi himâye eder” dedi. İmdi düşünelim. Şeref ve haysiyetçe bütün kabâ’il-i Arab’a tefevvuku umûmun taht-ı tasdîkinde bulunan Kureyş’in Abdulmuttalib gibi bir re’îs kavmi beyninde hâiz olduğu o haysiyet ve i’tibâr ile, o vak’ u mekânetle yine böyle bir hasmu’d-dinle mukātele için etbâ’ını –Eğer etbâ’ demek sâhîh ise– harbe sevk edecek kadar nüfûzu olmazsa Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gibi (فخرى الفقر (zemzemesini ünvân-ı mübâhât ittihâz eden bir zâtın te’sîs-i saltanat ve hükûmet edebilmesi nasıl mümkün olabiliyor? Ma’lûm olduğu üzre ötedenberi hükûmet teşkîl eden ricâl-i siyâset dâima mensûb oldukları kavmin isti’dâdını gözederek andan istifâde etmek, efkâr ve hissiyât ve âdât ve i’tikādâtına –velev cebr-i nefs ederek– tarafdâr görünmek, maksadlarına hâdim olabilecek kimseleri ya para ile veyâhûd âtiyen tevcîh-i menâsıbla itmâ’ etmek, husûl-i maksada mâni’ olabileceklerin birer sûretle vücûdlarını izâle etmek, maksad-ı hakīkīlerini bidâyet-i emrde türlü güçlüklerle setr ederek mürâ’îlik derekâtına inmek sûretiyle te’mîn-i muvaffakiyet edebilmişlerdir. Bu, cem’iyyât-ı beşeriyyenin kâffesine hâkim bir kānûn-ı tabî’î-i lâ yeteğayyerdir. Hazret-i Resûlün sallallahu aleyhi ve sellem ise ne tarafdar peydâ edebilmek için kimseyi tama’a düşürecek mâlı, ne de kendi nefsi için kimseye îrâs-ı zarar etmeğe meyli vardı. Bilakis giriftâr-ı ezâ ve mihnet edildikçe “Yâ Rabb! Bunlara hidâyet eyle. Zîrâ dîde-i basîretlerini perde-i gaflet bürümüş” diye gizli gizli münâcât eylerdi. Kavminin isti’dâdı ise ferd-i âferîdeye inkıyâd ve mutâva’ata müsâ’id değil idi. Hele ikāme-i hüccet ve te’yîd-i da’vet için kelâmullah olmak üzere talkīn eylediği sözlerin çoğu –sahte ma’bûdları tahkīrden, esnâmı tezlîlden, sünnet-i âbâ ve ecdâda perestiş eden putperest Arab’a açıkdan açığa körlük, sağırlık, beyinsizlik isnâdından ibâret olduğu için– o mağrûr ve serbâz kavmi ta samîm-i kalbinden nasıl cerîhadâr ettiği tilâvet-i Kur’ân edenlerin mechûlü olmayan husûsâtdandır, binâ’en-aleyh etrâfında dâ’imiyyü’l-feverân bürkân-ı gayz ve adâvet vardı. Tâ’ife-i Kureyş mu’însiz, zahîrsiz buldukları o zât-ı şerîfe revâ görmedik ezâ ve cefâ bırakmadılar, vekāyi’in hulâsaten tarz-ı cereyânı işte budur. Vesâ’il-i ma’kûsenin ise netâyic-i ma’kûse tevlîd edebileceğini kim teslîm etmez? [233] Demek ki da’vet-i Muhammediyye te’sîs-i mebânî-i mülk ü saltanat için değil, takrîr-i esâs-ı şerî’at için vukū’ bulmuş. Eğer hâhişger-i câh ve mülk olaydı şeklini telkīn eylediği hükûmet-i şer’iyye-i İslâmiyye bi’l-cümle usûl ve fer’iyle câygîr-i istikrâr oldukdan sonra riyâset-i İslâmiyyeyi takdîm ve rüchâniyeti hiç bir Arab kabîlesinin inkâr etmediği hânedân-ı âlîsinde ibkā etmesine mâni’ ne idi? Yâ Hazret-i Sultân-ı Enbiyâ aleyhi ekmelü’t-tehâyâ Efendimiz hazretlerinin bidâyet-i bi’setinde mâlı yok, câhı yok, askeri yok, a’vân u ensârı yok, selîka-i şi’riyyesi yok, kimseden tahsîl ve tederrüs yok, yazısı yok, sihr-i hitâbetiyle teshîr-i kulûbda şöhreti yok, hâsılı avâm-ı nâsı celb için bir mevki’-i mahsûs kazanmasına, havâs beyninde bir mertebe ihrâz etmesine bâdî olacak zâhiren yedinde hiç bir vesîlesi yok iken kendisini kimsenin yetişemeyeceği o mevki’-i mümtâze çıkaran fehâmet-i iclâline karşı mülûk ve selâtîne boyun eğdiren ne idi? Bütün akvâmı irşâd etmeği, seyyi’ât-ı asır dîdelerini salâha tebdîl eylemeği âleme nefh-i suver-i hayât ederek kulûb-ı meyyiteye tâze can vermeği der’uhde etmek derecelerinde uluvv-i himmet sâhibi olmasına bâ’is ne idi? Ahmed Naim İNSÂNIN MÂHİYETİ VE VEZÂ’İF-İ ŞER’İYYE VE İCTİMÂ’İYYESİ Her nerede olur ise olsun dûçâr-ı felâket olan ebnâ-yı cinsinin imdâdına yetişmek, bu uğurda bezl-i i’ânâtda bulunarak, cem’iyyât-ı hayriyye teşkîl etmek, akrân ve emsâline ibzâl-i mürüvvet ve ihsân, misâfir-perverlik, mihmânnüvâzlık, cûd ve sehâ gibi evsâf-ı memdûha ve makbûle ile tahliye-i rûh u vicdân ancak para ile mümkün olabilir. Binâ’en-aleyh bazı kütâh-bîn olan sebük-mağzânın mutlak bir sûretde “Bu fânî dünyâya meyl ü rağbet, paraya, pula muhabbet etmek câ’iz değildir.” sözleri zâhiri i’tibâriyle kat’iyyen hükümsüz ve bâtıldır. Bu kabîl zevâhir-perestânın akvâl u ef’âli külliyen âtıldır. Bu söz, doğrudan doğruya hiç bir sûretle tasdîk u kabûle şâyân değildir. Şunu diyebiliriz ki: Emvâl ü nukūd, sarf nokta-i nazarından sahibî için hayra ve şerre sâlih olmakla beraber cenâb-ı müdebbir-i umûr insanlara bir irâde-i cüz’iyye verdiği için herkes mâlını dilediği yerde dilediği gibi isti’mâl ve tasarrufa kādirdir. Her kim hayrı kasd ve irâde eder ve hukūk-ı şer’iyyesini îfâ ile mâlını tathîr ederek hayrât u hasenâta bezl ederse makbûl olur. Memdûh olur. Me’cûr olur. Aksi makdûh olur. Menfûr olur. Mes’ûl olur. Şu hâlde kusûr ve kabâhat parada değil, insanda demek olur. “Nereye yollarsan oraya gider. Kabâhat gidenin değil, gönderenin olur. Nitekim bıçağı i’mâl eden değil, sû-i isti’mâl eden mes’ûl tutulur. Sûret-i mutlakada CİLD 1 – ADED 15 - SAYFA 234 SIRÂTIMÜSTAKĪM 221 mal nasıl şerr-i mahz olabilir ki Cenâb-ı Hüdâvend-i Kerîm Kur’ân-ı azîminde maldan hayır ile ta’bîr buyuruyor. Çalışmak, para kazanmak nasıl fenâ olabilir ki Hazret-i Nebî-yi .buyuruyor) الكاسب حبيب الله) muhterem Kāri’în-i kirâm! Hiç şübhe yokdur ki kâffe-i erbâb-ı ukūlun yegâne maksadı, gâye-i âmâli dünyâ ve âhiretde mes’ûd bir hâlde bulunmakdır. Sa’âdet-i uhreviyyeye nisbetle gâyet ehemmiyetsiz, hükümsüz, serî’u’z-zevâl olan sa’- âdet-i dünyeviyye, dünyada tahsîl olunduğu gibi –yukarıda bi’l-münâsebe beyân ettiğimiz vechile– sa’âdet-i uhreviyye dahi dünyada kazanılır. Ümmet-i nâciye-i Muhammediye kendilerine dâr-ı bekāda mev’ûd olan na’îm-i dâim ve mülk-i kā’ime dünyâdaki a’mâl u ef’alleriyle kesb-i istihkāk eyleyerek nâ’il-i derecât, o sâyede dâhil-i cennât-ı âliyât olarak vâsıl-ı aksa’l-gâyât olacaklardır. Sa’âdet-i uhreviyyeye nâ’iliyet için iktisâb ve ittisâfı, tedârik ve ihzârı lâzım gelen evsâf-ı eşyâ üç kısıma münkasemdir. Bunların her biri âhiretde insan için esbâb-ı sa’âdetdir. Mûcib-i izzetdir. Câlib-i selâmetdir. Ve bunların husûl ve tahakkuku mâl ve mülke mütevakkıf olmakla sa’y u gayrete, kesb-i ticârete sebeb ve illetdir. İktisâbı lâzım gelen şeyler birinci derecede ilm ü edeb gibi, hulk-i hüsn gibi fezâ’il-i nefsiyye. İkinci derecede sıhhat u âfiyet gibi, selâmet-i a’zâ gibi hasâ’il-i bedeniyye. Üçüncü olmak üzre de doğrudan doğruya mal gibi, emlâk gibi beden-i insandan ma’dûd olmayan vesâ’il-i hâriciyedir. İşte bunların kâffesi ikdâm ve gayret ve kesb-i ticâretle mümkün olabilir. Ne hâcet? Zarûriyât-ı hayâtiyyeden olan yemek, içmek, giymek gibi şeyler, her hâlde paraya, para dahi çalışmağa mütevakkıf değil midir? Binâ’en-aleyh bir şeyin fâ’idesi şu sûretle ma’lûm olup ondan maksad-ı aksâ ne ise bi-hakkın ta’kīb olunarak o şey o maksad için isti’mâl olunursa her hâlde mahmûd ve netîcesi mahsûd olur. Ashâbı şâyân-ı takdîr görülür. Ve bu sûretde mal ve mülk maksad-ı haseneye vesîle ve âlet olur. Aksi hâlinde yani sûret-i gayr-i meşrû’- ada iddihâr-ı nukūd ile cem’-i mâl ve bunlar sû-i isti’mâl olunur ise bir takım a’mâl-i gayr-i meşrû’a için para kazanılır, ol sûretle sarf u serf edilirse bittabi’ mezmûm, gâyesi de meş’ûm olur. Ashâbı her türlü levm ve tevbîhe sezâvâr ve bi’l-cümle icrâ’âtı nefrîn ve tel’îne hedef-i enzâr olur. Bu sûrette de mal ve mülk makāsıd-ı fâsideye vesîle ittihâz edilmiş ve bu sûretle mal ve servetin doğrudan doğruya şerr-i mahz olmayıp makāsıd-ı haseneye nisbetle memdûh, merâsıd-ı fâsideye izâfetle mezmûm u mekdûh olduğu tahakkuk ederek matlûb sâbit olmuş olur. Binâ’en-aleyh sâhib-i akl ü iz’ân olan her insan kâr u kisbinde, a’mâl-i ma’neviyye ve hissiyyesinde fart-ı himmeti, azamet-i ikdâm u gayreti, sebât ve metâneti, istikāmet ve sadâkati, dikkat ve san’atı ihtiyâr ve iltizâm ve her hâlde tezyîn-i âmâl u a’mâli vâsıta-i ihtimâm ve ol sûretle tahrîk-i akdâm-ı ikdâm ederek bu bâbda son derece bezl-i i’tinâ-yı tâm ve iktisâb-ı nîk-nâm etmelidir. Zamandan istifâde cihetine gitmeli! Bir dakīkası bile heder edilmemelidir! Zaman gâyet kıymetdârdır. Vakit nakitdir. Nakid; vakit ile elde edilir. Fakat nakid ile vakit alınamaz. Geçen vakitler kat’iyyen i’âde olunamaz. Bilâhare [234] kaçırdığından, geçirdiğinden dolayı mûcib-i te’essüf ve te’essürün, veyâhûd sû-i isti’mâl ettiğin için bâdî-i nedm ü tahassürün olacak şeylerle mu’azzez, mukaddes zamanı ziyân etme! Çalış! Dâima çalış! Rızk gerçi maksûmdur. Fakat o rızkı taleb ve celb husûsunda himmet ve gayret de emr-i meczûmdur. Çalışmayanlar mahrûm, beyhûde evkātgüzâr olanlar her zamân mağmûmdur. İşde eğlence bulunur, ama eğlencede iş bulunmaz; bu da bedâheten ma’lûmdur. Bunlar hep, muktezâ-yı hikmetdir. Yalnız tevekkül kâfî değil! Esbâbına tevessül mütehattim-i zimmetdir. Zekâ ve isti’dâdına mağrûr olma! İ’timâd-ı nefs etme! Sa’ye makrûn, şer’e uygun olmayan zekâlardan, isti’dâdlardan, fetânetlerden hiç bir vakit zerre kadar istifâde edilemez. Bilakis mûcib-i hasâr, câlib-i mazârr olur. Çalışmadan olmaz. Yalnız taleb kâfî değil! Çalışmalı! Çabalamalı! Ekmeli! Çapalamalı! Gökden hiç bir vakit altın ve gümüş yağmaz. Bunlar sa’y u gayretle ele girer. San’at ve ticâretin hiç bir kısmını istihkār, çalışmanın hiç bir nev’ini istisğâr etme! Çalışmak, az kazanmak, küçük küçük san’at ve ticâretlerle iştiğâlâtda bulunmak aslâ ve kat’â mûcib-i hacâlet olmaz. Her ne sûretle olur ise olsun dâire-i sadâkat ve istikāmetde çalışmak hiç bir zaman ayıb sayılmaz. En ziyâde mûcib-i hacâlet, en azîm rezâlet, en büyük ayıb ve mezellet çalışmağı terk ile atâlet ve batâleti iltizâm ederek işsiz gücsüz ötede beride sefîhâne, serseriyâne, gezmek, vücûdun sağlam, gücün kuvvetin yerinde olduğu, iş işlemek dâire-i iktidârın dâhilinde bulunduğu hâlde züll-i su’âli irtikâb etmekdir. Feyyâz-ı mutlakın sana bahş u ihsân ettiği aklı, fikri, sıhhat-i bedeni, selâmet-i a’zâyı, kuvvet ve kudreti hüsn-i isti’mâl et! Onlardan hakkıyla istifâde eyle! Hâlinle münâsib bir kâr u kisbi te’mîn-i ma’îşete esâs ittihâz et! Âlemden meded bekleme! İşinde gücünde iltizâm-ı dikkat, elinden geldiği kadar gayret et! Uhdesinden gelmeyeceğin ve bilâhare zararını göreceğin işlere el sürme! Bir işe hiç başlamamak başlayıp da başa çıkarmaksızın yarım yamalak bırakmakdan vücûh ile hayırlıdır. Bir çok işe de birden koyulma! Hiç biri tamâmıyla hâsıl olmaz. Husûsât-ı müte’addidede ihtisâs gâyet müşkil, bazılarına göre gayr-i kābildir. Bunların netîcesi adem-i muvaffakiyet, me’yûsiyet, nedâmetdir. Bugüne mahsûs olan umûr u husûsâtını o gün zarfında îfâ ve itmâma çalış! Bugünün işini yarına bırakma! Yarın için tabî’î başka işin olacakdır. Bidâyetde iltizâm edeceğin i’tinâ ve dikkati nihâyete kadar muhâfaza etmeği der’uhde ve iltizâm etmelisin ki umûr ve mu’âmelâtın gittikçe tekemmül, esbâb-ı ticâretin gittikçe terakkī-pezîr-i tecemmül, fâ’ide ve menfa’atin gittikçe artarak izzetin, sa’âdetin, kadr ü haysiyetin müzdâd ve firâvân, dünyâ ve âhiretin ma’mûr ve âbâd olsun. İnsan sebeb-i vücûdu, bâ’is-i hayâtı olan ebeveyninin mu’âvenetiyle terbiye-i evveliyyeyi ihrâz ve sinn-i temyîze vusûl ile zimâm-ı idâre ve i’âşeye bi’z-zât sâhib ve mâlik olub da her husûsda sâhib-i imtiyâz olduğu zaman hayatını muhâfaza etmek vücûdunu beslemek, giydirmek için bir çok umûr u husûsâta muhtâc olduğunu tab’an hiss ü idrâk eder. Bu hâlde kâr u kisb ile iştiğâl ve taleb-i rızk-ı helâl ile ahvâl-i ma’îşetini tanzîm ve istikmâl için bir takım vesâ’ile teşebbüs mecbûriyetinde kalır. Çalışmaksızın hiç bir şey eline geçme- 222 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 15 - SAYFA 235 yeceğini anlar. Bu, her türlü i’tirâzdan masûn ve mahfûz bir kānûn-ı lâ-yetegayyerdir. Cenâb-ı Rezzâk-ı Berâya 1 وَأَن لَّيْسَ ) îfâdan diniyyenizi i-if’Vezâ. buyuruyor) لِلإِنسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى sonra etrâfa yayılınız! Vücûh-ı mekâsibden biriyle fazl-ı ilâhîyi, erzâk-ı mukadderenizi taleb ediniz! Diye terğîbâtda bulunuyor. Bilinmesi farz olan ilm-i hâli mukaddemât-ı ulûm-ı dîniyyeyi, vezâ’if-i şer’iyyeyi, akā’id-i dîniyyeyi tahsîl, ilm-i ibtidâ’îyi tekmîl ettikden sonra ya meslek-i celîl-i ulûm ü fünûnda sebât ve devâm ve bu bâbda kat’-ı merâhile ikdâm ile iktisâb-ı feyz-i lâ-yenâm ederek mâddî ve ma’nevî, dünyevî ve uhrevî istifâde ve menâfi’ini te’mîn eder veyâhûd san’at ve ticâret veya tarîk-i zirâ’at ve fellâhâta sülûk ile idâre ve intizâm-ı umûruna bezl-i himmet eyler. Bu da olmaz ise bâb-ı hükûmete intisâb, derece derece terakkī ve te’âlîye şitâb eder. Bilâhare bir sıfat-ı resmiyye ihrâz, iktidârıyla mütenâsib bir makām işgâl eyler. Reviyyet ve hasâfetini ibrâz ile hem devlete, hem millete hizmetle te’mîn-i ma’îşet, gittikçe de terakkī-i kadr u menzilet eder. Re’îs olur. Hâkim olur. Müftü olur. Zâbit olur. Kumandan olur. Ve’l-hâsıl derecât-ı mülkiyye vü askeriyyeden birine elyak veyâhûd bunlardan mâ’adâ bir takım vücûh-ı mekâsibin, turuk-ı menâfi’in dekāyık-ı fünûn ve sanâyi’in birine dehâlet ederek intizâm-ı umûr-ı dünyeviyyesine muvaffak olur. Ve bu iştigâlât-ı dünyeviyyesi kendisine Allah’ını, peygamberini, vezâ’if-i dîniyye ve insâniyyesini unutdurmazsa dünyâsı ma’- mûr olur ukbâsı da. Bunların her birisinde üssü’l-esâs olmak üzere sadâkat, istikāmet, ihlâs, hüsn-i niyyet, iktisâd, tertîb ve intizâma ri’âyet ve muhabbet farz-ı ayndır. Mehmed Es’ad
MÜSLÜMAN KADINI On Birinci Fasıl Tesettür Kalkar mı? Kadınların başındaki örtünün kalkması, binâ’en-aleyh şarkın da yukarıda saydığımız muhataralara düşmesi muhâl bir iş değildir. Zîrâ bu medeniyet-i maddiyye nazarları meshûr eden, zihinleri çelen o şa’şa’a-i kâzibeyle bundan evvel de bir çok, hem de lâzımü’l-vücud örtüleri kaldırmışdı. İşte (hürriyet-i şahsiyye) namına ve onun te’siriyle kaldırılan, mahvedilen o hicâblardan çoğunun bu gün kemâl-i beşerin levâzımından olduğunu şarklılar umûmen anladılar. Bunda hiç istiğrab edecek cihet yokdur. Zîrâ medeniyet-i hâzıra tazyik-i sabıkın, bir çok asırlar devam ederek bütün âlem-i insaniyeti inleten [235] o âhenîn-i kuyûdun tevlid eylediği bir neticedir. İşte beşeriyet, esâret-i kadîmesinden kurtulur kurtulmaz kendisinde men’ ve tazyîk şemmesi bulunan her şeye karşı şedîd bir husûmet izhârına başladı. Olanca himmetini bütün kuyûdu kırmaya hasretti. Bu husûsda ifrat tefrit girîvelerinden minhâc-ı i’tidale doğru dönmeyi hiç hatırına getirmedi; kendisini böyle bir vazîfe ile mükellef görmedi. Basît bir intikād, az bir te’emmül ile anlaşılır ki bu hâl, medeniyet-i hâzıranın her tavrında nü-mâyan olmuşdur. Şimdi size birkaç şâhit getirelim: 1 Necm 53/39. Rü’esâ-yı edyân bir zamanlar pek ileriye gittiler, siyâset-i rûhâniyyelerini hüsn-i idâre edemeyerek halkı satvet-i dîniyyelerine mahkûm etmek istediler. Sonra medeniyet meydan alınca ricâl-i dîni evvelce aşmış oldukları hudûd-ı i’tidale irca’ etmek cihetine gitmiyerek hem onların, hem de edyânın birden mahv ü izâlesine yürüdüler ki hâlâ bu sadmenin avaz-ı bâlâ pervâzı âfâkı inletmektedir. İstibdât hâkim olduğu zamanlarda erbâb-ı ukūle gûnâgûn tazyikler revâ görüldü; mezâyâ-yı fikriyyelerinden, semerât-i akliyyelerinden müstefid olmaları tahrim olundu. Sonra medeniyet zuhûr edince nâsı makām-i i’tidâlde durdurmak istemeyerek belki tulumbacılara, vardacılara varıncaya kadar bütün esâfil-i halka hürriyet-i fikriyyeyi mübâh gördü. Beyni za’îf, fikri sahîf olanlar da idrâklarının yükselemeyeceği me’âliye akıl erdirmeye kudret-i ilâhiyyeyi, akā’id-i esâsiyyeyi inkâra kadar vardılar ki bunlara peyrevlik edenlerin bu gün de gürültüleri duyuluyor. Bir vakitler ricâl-i saltanat hudûd-ı tabî’îlerini aştılar, daire-i akıl ve hikmetden çıkarak girîve-i istibdâda saptılar; ibâdullaha esîr nazariyle baktılar. Medeniyet kendini gösterince bu azgın hükkâmın dizginlerini toplamak, onları tecâvüz etmiş oldukları hudûda çevirmekle kâni’ olmadı. Belki saltanatın nâmını bile yeryüzünden kaldırmaya, halkı hükûmet kaydından âzâdelikde başı boş hayvanlara benzetmeye çalışan bir çok fırkalar zuhûr etti ki haklarında izâhât vermek sadedimizin hâricindedir. Eskiden ahlâk-ı umûmiyyeyi muhâfazaya me’mûr olanlar her edebe münâfî hareketi men’ husûsunda fevkalâde şiddet gösterdiler. Hattâ halkı a’mâl-ı dünyeviyyeden tenfîr, bu hayât-ı fânîden rû-gerdan ettiler. Medeniyet gelince nâsı şah-râh-ı i’tidâle çevirmekle kalmadı. Onları bu sefer de hürriyet-i şahsiyye nâmına olarak ibâha-i mutlaka vâdîlerine sevk etti! Hattâ iş o dereceyi buldu ki –tasavvur edebilseler– behâ’imin istikrâh edeceği, kabûl edemeyeceği bir çok cinâyetler, fazâhâtler hep medeniyet nâmına irtikâb olunmaya başladı. Bir zamanlar kadınlara karşı revâ görülen mezâlim derece-i ifrâtı buldu; bî-çârelerin ağzına demirden kilitler vuruldu, et yemekden, gülmekden men’edildi. Kadında rûh yokdur, da’vâsı meydâna çıktı. Medeniyet zuhûr ediverince artık kadına hukūkunu vermek husûsunda hadd-i vasatı gözetmedi, ona bir istiklâl-i küllî bahşetdi. Hattâ bugün izdivâcın külliyen kaldırılmasını, kadınların büsbütün başı boş bırakılmasını, hevesât-ı nefsâniyyesi peşinde bildiği gibi dolaşmasını tavsiye eden bir takım sefil eserler te’lîfine ibtidâr olundu. İşte bunlar medeniyet-i hâzıranın bir takım ahvâlidir ki her müte’emmil nazara ayânen tecellî eder. Biz şarklılar ki şu’ûn-ı hayâtiyyemizin kâffesinde bilâ-intikād ve lâ-te’emmül hep o medeniyete imtisâle mahkûm olmuşuz; çok kereler hakīkaten bize sûret-i kat’iyyede muzır olduğunu, daha doğrusu urve-i ictimâ’iyyemizi ortasından, hem de bir daha birleşmeyecek sûretde kıracağını bildiğimiz hâlde bile, o medeniyete mutâba’atdan bir türlü kendimizi alamıyoruz. Binâ’en-aleyh hâl bu tarzda devâm ettikçe, içimizden de bu medeniyetin fettân olan zevâhirine kapılmayacak, mukāvemet gösterebilecek kuvvetli nazarlar, büyük yürekler zuhûr etmedikçe elbette iyi bir netîce çıkmayacakdır. CİLD 1 – ADED 15 - SAYFA 236 SIRÂTIMÜSTAKĪM 223 Artık anlaşılıyor ki gençlerimizden hattâ ihtiyârlarımızdan pek çoğunun yüzündeki perde-i hayâ ne sûretle sıyrılmış ise, bugün müslüman kadınlarının cebîn-i ismetini muhâfaza eden ridânın da aynı sûretle kalkması muhâl değildir. Öyle ya, bir zamanlar gençlere, eşrâfa, hattâ orta hâlde bulunan adamlara bile tütün içmek, kahvelerde oturmak memnû’ iken –ihtiyârlarımızdan işitiyoruz– şimdi görüyoruz ve duyuyoruz ki, medeniyetin en parlak tarzı gençlerin inan-ı hürriyetini alabildiğine koyuvermek imiş gibi, artık şebâb-ı memleket umûmî mahallerde, en kalabalık caddeler üzerinde oturup müdâvele-i akdâh ediyorlar! Bir delikanlı umûmhaneden yakaladığı bir karı ile şehrin en büyük caddesinde, kemâl-i serbestî ile hem de âdâb-ı umûmiyyeyi muhâfazaya en çok salâhiyattar olan zevâtın gözü önünde geziniyor, hiç bir mâni’e rastgelmeksizin şehevât-ı behîmiyyesini teskîn ediyor! İşte bu murdârlıkların kâffesi başka bir şeyden değil ancak evvelce üzerlerine çekilen perdelerin kaldırılmasından neş’et ediyor ki biz bu hâlin memlekete nef’i olmak şöyle dursun, hayat damarlarını emmekde, bünyân-ı mevcûdiyetimizi temelinden yıkmakda olduğunu görüyoruz. Ya biz neden bu hâle geldik, hep bunlardan değil mi? Binâ’en-aleyh hiç istib’ad olunmaz ki halkın yüzüne bir bâd-ı teseyyüb essin de bıraksınlar, tesettür tedrîci ortadan kalksın –nitekim bazı âilelerde görüyoruz– lâkin bu hâl, bu ibtizâl hey’et-i ictimâ’iyyemiz için, neûzü-billah, büyük bir belâ kesilir. Zîrâ mestûriyetin zevâli bu kitabda mevki’-i bahse çektiğimiz bütün emrâz-ı ictimâ’iyyenin behemehâl zuhûrunu intâc eder. Bu hastalıklar ise zâten vücûd-ı milliyetimizi sarsmakta olan diğer emrâz ile birleşince öyle mühlik bir âfet husûle getirir ki –ben ondan elimden geldiği kadar uzak olmak istediğim için– burada hatarâtını serdetmeyi bile meş’ûm sayarım. Lâkin bu kadar ye’s neden îcâb ediyor? Müslümanlar bir şeyden me’yûs olmamakla mecbûldur ki, bu hulk-ı kerîm onlara diyânet-i İslamiyye’nin o metîn [236] rûhundan sereyân etmişdir. Doğrusu kendime bakıyorum da görüyorum ki yukarıda söylediğim o kadar sözle berâber, yine kalb-i müslimîn kendinde hâlâ vücûdunu hissettirmekde olduğu hayât-ı râsiha-i kadîmeye, o kalbin hasâ’isinden olan azamet-i vekāra, şiddet-i şekîmeye ziyâdesiyle i’timad etmekteyim. Ümîd ediyorum ki bir seyl-i muhrib gibi taşıp gelen bu yeni yeni bid’atlerin te’sîriyle uyuşan fakat esâsen fıtratımızdaki mevcûdiyetini muhâfaza eden ihtisâsât-ı kerîme günün birinde yeniden uyanacak da ecdâdımızı zıll-ı memdûd-ı lâhûtisinde perveriş-yab eden o kemâl-i ulvîye doğru per-küşâ-yı iştiyâk olacak; üzerindeki bu fersûde pûşîdeyi kaldırıp atacak; bu şehvânî bid’atları kemâl-i fıtrat-ı insâniyyesi üzerine titreyen bir merd-i gayûr gibi ayakları altında çiğneyecekdir. Biz de o zaman kadın mes’elesinde, tesettürde şâh-râh-ı vasat ve i’tidâle ittiba’ edeceğiz. Kemâl-i beşerîyi muhâfaza eden, onu kahramanca müdâfa’ada bulunan en son ümmet biz olacağız. Nasıl ki bütün âleme karşı o kemâli resmeden, erbâb-ı sülûke sebîl-i reşâdı gösteren ilk ümmet de yine biz idik. Mehmed Âkif