MEVÂ’İZ
Mukarriri: Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi
Muharriri: Sirozlu H. Eşref Edib
Emânet aksâmından biri de tevdî’ olunan esrârdır ki,
muhâfazasına i’tinâ olunmak muktezâ-yı insâniyetdir. Bir de
insanın nefsine müte’allik uyûb ve mesâvî var. Her ne vâsıta ile ne sûretle olursa olsun bu misillü ahvâle muttali’ olan
erbâb-ı hamiyyet, keff-i lisânı kendilerine büyük vazîfe bilirler; ifşâya, i’lâna hiç bir vakit kıyâm etmezler.
Nâsın ayıblarını ifşâ etmek büyük denâ’etdir. Gerek kasden yapmış olsun, gerek hatâ’en. Onu örtmeğe çalışın. Hele
kusûrunu cinâyet şeklinde göstermek mü’min şânı değildir.
İnsân cân sıkıntısıyla bazen bir lakırdı söyler, esâsen hak
olur. Fakat tenkīdâtı, tazallüm-i hâli hâvî bulunur, buna dâir
sözleri âid bulunduğu eşhâsa îsâl etmek harâmdır. “Nemîme” tesmiye olunur. Mesâvîden bahs etmek de “gıybet” ıtlâk olunub tahrîm edilmişdir. Meğer ki bir şahıs mücâhirînden, gâyet mübâlâtsız ola, onun gıybeti helâl olur. Yâhûd
şerîr bir kimse münâfık olursa, sâlâh-i hâl üzre görünmeğe
çalışırsa onun mesâvîsini söylemek lâzım gelir ki âlem şerrinden sakınsın.
1
(الناس يحذره كى فيه بما الفاجر اذكروا (Bir takım fâcir olan kimseler var, dîn aleyhinde, devlet ve millet aleyhinde bulunurlar, fırsat beklerler. Böyle hâinler, fâcir kimselerin mel’anetini, fenâlığını ortaya koyun ki bilinsinler, temeyyüz etsinler,
herkes şerlerinden halâs olsun. Bir kimseyi dost zannedersin, mu’ahharan düşman çıkar. Böyle kimseleri insan evvelce bilirse, mu’âmelâtında aldanmaz. Onlardan ictinâb eder,
bilâhare mutazarrır olmaz. Erbâb-ı fesâd olanlar bilinmeli,
çünkü cem’iyyet arasından ayıklanmaları lâzımdır. Hatâ’en
1 Suyûtî, Câmi’u’s-Sağîr 1117.
CİLD 1 – ADED 12 - SAYFA 191 SIRÂTIMÜSTAKĪM 181
bir şeyde bulunmuş olanları da mümkün mertebe örtmeli.
Fenâlığı i’tiyâd edinmiş olan kābil-i ıslâh değildir. Bunca zaman onunla uğraşmış, mu’ahharan san’atına kesâd gelmiş.
Yaptığına nedâmet getirecek değildir. Belki sâ’ika-i i’tiyâd
ile yine fesâda âlet olmağa çalışacakdır. Binâ’en-âlâzâlik bu
makūlelerin hareketini herkese bildirmek farzdır. Vazîfe-i dîniyyedir. Umûmun selâmeti için bu akreblerin başını ezmek
lâzımdır. Öyle ya teşennüc eden a’zâlar dâima kesilir. Bütün
hey’et-i umûmiyyemiz, bi’l-cümle milel ü akvâm-ı Osmâniyye yek vücûd olmalı. Cümlesi bir beden hükmündedir. Şimdi [191] bir insanın bir parmağı kangren olursa ne yapılır?
Hemen kesilip atılmıyor mu? Çünkü öyle yapılmasa o illet
bütün bedene sirâyet edecek. Bütün vücûd mahv olacak.
Fennen sâbit olan çürükler ayıklanır, muzır mikroplar mahv
edilir, akrebler ezilir, yılanlar öldürülür. Bir bedeni ifsâd edecek, bir vücûdu zehirleyecek, bir cem’iyyeti rahnedâr edecek ne kadar muzır şeyler, müfsid mevcûdiyetler varsa –
eğer cem’iyyetin idâme-i hayâtı, nizâm-ı âlemin bekāsı matlûbise– onları ayıklamak farzdır. Vazîfedir. Ve vazîfe-i dîniyyedir. Vazîfe-i insâniyyedir. Hattâ vazîfe-i kānûniyyedir. Bu
bir kā’idedir. Çürükler ayıklanır!.. Çürük diş ağızda tutulur
mu? Bir diş çürüdü mü artık onu ağızda tutmak, mazarratdan başka bir şey müntec olmaz. Onu çıkartmalı, velev âriyet olsun, yeni diş takmalı.
– Ama bu benim dişimdir, çürüsün, mürüsün, ağzımda
dursun!...
Demek muvâfık-ı akl u hikmet mi? Vâkı’â senin dişin,
fakat bir işe yaramıyor, elem veriyor, fayda yerine zarar tevlîd ediyor. Öteki dişleri de bozacak. Sağlam dişler eksik olmasın. Onu sök, at, ama boş kalacakmış, kalsın. Muzırr-ı
mevcûdiyetden ise nâfi’-i ma’dûmiyet iyidir. Bir takım fâcirler işte, tıbkı böyle çürük diş gibidir. Nasıl çürük dişden fayda me’mûl değilse onlardan da bir hayır umma! Nasıl çürük
dişlerden ağzı temizlemek lâzımsa bunlardan da cem’iyyeti
öyle temizlemek lâzımdır. Çünkü bu nizâm-ı âlemin bekāsı
matlûb-ı ilâhîdir. Bunda bi’l-cümle insanlar alâkadârdır. Bu
husûsda iğmâz-ı ayn edilirse “Adam, varsın çürüğü de bulunsun” denirse mes’ûldür, dînen mes’ûldür. Çünkü vazîfesini îfâ etmemiş olur.
Bunlar hep ma’lûm şeylerdir. Ancak içinde bulunduğumuz zamâna, hengâme-i buhrâna müte’allik vesâyâ-yı mühimmedir. Buna binâ’en uzatıp durdum. Yine sadede rucû’
edelim:
Hıristiyanlardan fayda olur. Onlar da münâsib hizmetlerde kullanılır. Sultân-ı enbiyâ efendimiz hazretleri esnâ-yı
hicretlerinde gâr-ı şerîfde üç gün üç gece kaldılar, ne yerlerdi, ne içerlerdi. Ebubekir Sıddîk Efendimizin bir adamı
vardı: “Abdullah ibni Uraykıt” nâmında bir zât rivâyet-i
mevsûkaya göre bu zâta Resûl-i Ekrem Efendimiz ile Hazret-i Ebubekir râkib olacakları develer üç gün hitâmından
sonra gâr-ı şerîfe îsâl olunmak üzere teslîm olunmuşdu.
Mûmâ-ileyh ber-vech-i mukāvele hizmetini îfâ eyledi. Mu’-
ahharan yolda kendilerine refâkat etdi, o civarda koyunlarını ra’y ile her sabâh gâr-ı şerîfe îsâl eden de Hazret-i Ebubekir’in mevâlîsinden “Âmir bin Fehîre” (r.d.) idi. Henüz
müşriklerin dîninde idi. Lâkin tecrübe edilmiş, emîn kimse
idi. Ebubekir’e karşı: “Ben tekeffül ederim” dedi. Filhâkīka
her sabâh kendilerine sütleri sağılmak için koyunlar getirirdi.
O hâinler, o Ebu Cehiller ne kadar i’lân etmişlerdi: “Her
kim hayyen veya meyyiten Hazret-i Muhammed ile Ebubekir’i ele geçirirse yüz tane en kıymetli develerimden vereceğim, bilmem şu kadar gümüş, şu kadar altın vereceğim.
A’lâ, hâlis altın!” Bütün etrâfa böyle i’lân ettiler. Bu zât isteseydi bulundukları yeri söyleyemez miydi? Fakat herîfde
mezâyâ-yı insâniyye varmış. Hâlbuki Ebubekir’den cüz’î bir
para alırdı. Paraya tama’an alçaklık etti mi? Müslüman değil
idi. Fakat sâhib-i sadâkat idi, hamiyyet-i mücesseme idi.
Eğer kalbinde hıyânetlik olaydı o kadar deveyi, o kadar serveti kabûl etmez miydi? Hıristiyan ama emîn işte size bir misâl-i târîhî!..
Bak nasıl? O e’âzım-ı dîn hiç ta’assub etmezlerdi. Hıristiyanları da hizmetlerinde kullanırlardı. Dînlerinde onları serbest bırakırlardı. Kendisi meselâ Hıristiyan, yâhûd Mûsevî
olsun ona göre iş bulunur. Şimdi bu husûsda, onun başka
dînde bulunması ne kadar işe yaradı. Eğer bir müslüman
olaydı şüphe ederlerdi “Niçin geziyor, niçin buralarda dolaşıyor” diye oralarda taharriyât icrâsına kalkışırlardı. Zâten iz
arıyorlardı. Hazret-i Ebubekir pek ferâsetli idi. Onu münâsib
görmüşdü. Hiç şüphe etmiyorlar, onu da berây-ı taharrî dolaşır zannediyorlardı. Şimdi o tama’ edeydi, bizim hafiyeler
gibi mürtekib olaydı, kendilerini ele verir, bu kadar develer,
bahşişler alır, kavmi içinde şân u şeref kazanırdı. Öyle fakīr
kalmazdı. Lâkin insâniyet cevheri varmış. Nihâyet âkibeti de
hayr oldu. İmân etdi. Sa’âdet-i uhreviyyeyi kazandı.
Sonra böyle daha çok misâller var. Gayr-i müslimlerden, hattâ Kureyş dîninde bulunan bir takım kimselerden
dahi mu’âvenet vâki’ olmuşdur. Ashâb-ı kirâm bunlardan
mu’âvenet gördüler. Resûl-i Ekrem Efendimizi Hicret’in sekizinci senesine kadar en birinci himâye eden amcası Ebû
Tâlib idi. Halbuki dîn-i İslâm’a girmemişdi. Sonra Hazret-i
Ömer İslâmiyeti kabûl ettiği vakit aleyhine bir fırka geldi.
(عمر صبأ لقد (âvâzını ayyûka çıkardı. “Ömer başka dîne
girmiş, hânesini basacağız, kendisini öldüreceğiz!..”
diye nümâyişlere başladılar. Pek güçlerine gitti. Ekâbir-i
Kureyş bundan pek ziyâde huylandılar, müte’essir oldular.
İslâmiyet günden güne şeref buluyordu. Birkaç gün içinde
Cenâb-ı Hamza ve Ömer (r.d.) dâhil-i dâire-i İslâm oldular.
Kureyşîler: – Eyvah! diye çok müte’essir oldular. Haydi
bir nümâyiş.
Hazret-i Ömer’in hânesini sardılar: – Ömer’i isteriz, isteriz dediler, gelsin bakalım, dîni değiştirmek olur mu?...
Böyle bir cemm-i gafîr geldi. O halkı dağıtan kimdir, bilir misiniz? “As bin Vâ’il” nâmındaki birisidir ki 1
(انا اعطيناك)
sûresi onun hakkında, Hazret-i Peygamber’e karşı vukū’ bulan mel’anetini teşhîr makāmında nâzil olmuşdur. Hazret-i
Ömer Efendimiz gâyet sıkılmışdı. Çünkü aleyhine kıyâm
pek dehşetliydi.
Bütün Kureyş’in süfehâsı, ileri gelenleri, Ebu Cehiller,
fülânlar hepsi müttehiden [192] geldiler. Âs-ı merkūm, Haz-
1 Kevser, 108/1.
182 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 192
ret-i Ömer’den yana söyledi: –İçlerinde en nüfûzlu, gâyet
cerbezeli, bir kimse idi– “Siz karışmayın” dedi. “Ben onun
îcâbına bakarım. Şimdi kabîlesi gelir. Münâfese büyüdükçe
büyür.” daha ne söylediyse söyledi, o kalabalığı def’ etdi.
İşte Hazret-i Ömer bile dîn-i İslâm’da olmayan birinin
yüzüden mu’âvenet gördü, istersen daha yüz tane misâl bulayım. Vâsıtayı da Allah halk eder, değil mi? Şimdi Hazret-i
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, Ashâb-ı
kirâm hazerâtı gayr-i müslimlerin mu’âvenetini kabûl etmişler iken biz mi istiğnâ göstereceğiz? Zâlim, müstebid yâhûd
tenbel, mütekâsil bir me’mûrun yerine âdil ve fa’âl bir zât
gelmiş, ama gayr-i müslim imiş. Varsın olsun. Bundan ne
çıkar? Değil mi ki hâdim-i insâniyyetdir, her hâlde onun hizmeti şâyân-ı tahsîndir. Velev vükelâ olsun, olabilir ya. Husûsen şimdiki hâlimiz onu îcâb eder. Lâkin bazı me’mûriyetler olur, oraya ne onların gelmesi münâsib olur, ne de
onlar gelmeğe kalkışır, ve ne de millet-i hâkimeye mu’ârız
olmaları yakışır. Meselâ makām-ı Sadâret’e bir şapkalı geçse olur mu? Tabî’î bu olmaz. Hâtırdan bile geçirilmez. Ama
diğer hizmetlere ne denir? Hattâ Dâhiliye Nâzırı olsa da olabilir.. Sadâkatle çalıştıkdan sonra, bir çok seleflerine benzemeyerek, irtikâb ve irtişâdan son derece çekinerek, sadâkatle işi gördükden sonra varsın gayr-i müslim olsun. “Dünyâ
zulm ile harâb olur. Küfr ile harâb olmaz” me’âlindeki hadîs-i şerîf ma’lûmdur.
Sonra daha ne dâhildir bu âyetde? 1
وَاِذا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ )
da bu, etmesi adâlet karşı âhâlîye Umerânın) أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ
hukūk-ı ibâd cümlesindendir. Emânâtı ehline edâ ederler.
Herkesin hakkına, hukūkuna ri’âyet ederler. Kānûn-ı ilâhî
mûcebince hükme, kezâlik kavânîn-i sâire muktezâsı ne ise
onu îfâya “adâlet” denir ki umerânın re’âyâya karşı en büyük vazîfesi bundan ibâretdir. 2
(ِتهَّعيَر عنٌ سؤولَمَوٍ راعُ مامِالإ (hadîs-i şerîfi ma’lûmdur. Yani: İmâm –ki halîfe-i müslimîn, pâdişâh-ı İslâm’dır– râ’îdir, hem de indallah mes’ûldür. Allah
emr ediyor: Kendisinden adâlet istiyor emânetleri yerine getirecek, pâdişâhlar, vezîrler, sâir me’mûrlar hep böyledir.
Mesâlih-i ibâdı görecek olan hep adâletle, hakkāniyetle iş
görecekdir.
Sonra daha ne dâhil olur? Ulemânın cemâ’at-i müslimîne karşı adâleti, ulemânın vazîfesi pek ağırdır. Bilhâssa ulemâ bu hitâbda dâhildir. ( يحملوهم ولا العامة ينصحو ان العلماء عدل
الباطلة التعصبات على (bu, İmâm-ı Râzî’nin ayn-ı ibâresidir.
Âlimler avâmm-ı nâsı öyle ta’assub-ı bâtıla da’vet etmeyecek. Çünkü dînimiz öyle emr etmiyor. Fakat câhiller gayret-i
câhiliyye îcâbınca yapmak isterler: Hıristiyanları görünce
şapkalarını atalım derler. Niçin olsun, niçin yapılsın?.. Bu
mahzâ câhillikdir! Allah, peygamber icrâ-yı âyînlerine müsâ’ade etmiş, serbest yaşamalarına izin vermişler, şerî’at-ı
mutahharamız hukūk-ı nâsın muhâfazasını emr etmiş. Pek
çok âyât-ı Kur’âniye’nin muktezâsı budur. Ez-cümle Sûre-i
Hacc’da vârid olmuşdur.
1 Nisâ, 4/58.
2 Buhârî, Sahîh, Kitâbü’l-Cum’a 10.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالصَّابِؤُونَ وَالنَّصَارَى وَالْمَجُوسَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُوا
3 إِنَّ اللَّهَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
Yani: Bilirim, ben içinizde münâfıklar var, Yahûdîler,
Nasrâniler var. Müşrikler, Mecûsîler, Putperestler var. Onların beynini kıyâmet gününde ben fasl edeceğim. Siz karışmayın, kimseye bilâ-sebeb ezâ etmeyin!.. Herkese ezâ harâmdır. Meselâ kütüb-i fıkhiyyede musarrahdır ki bir Hristiyana, bir Yahûdîye, bir müslim “kâfir” dese, şer’an cezâ görür. Ta’zîr olunur. Kâfir imiş olsun; âkibetini ne bilmeli? Olsa
bile senin kâfir demeğe hakkın yok. Şerî’at men’ ediyor.
Eşbâhun Nezâ’ir kitâbında var. (علينا ما وعليهم مالنا لهم (diye
giriyor, pek çok ahkâm-ı zimmî beyân edi[li]yor. Bazı şeylerde bizden ziyâde onlar serbestdir. Bazı imtiyâzları vardır.
Bize verilmeyen müsâ’edât onlara verilmiş. Ne yapalım? Allah, peygamber vermiş. Meselâ: Biz tâhir olmadığımız hâlde
câmiye giremeyiz. Ama Hıristiyanlar, gusl etmeden girerler,
Hıristiyan arzû ettiği vakit mesâcid-i şerîfeye girer. Müsâ’ade-i şer’iyye vardır. Çünkü abdestle, furû’-ı ahkâm ile muhâtab değil, Bu müsâ’adelerde de hikmet vardır: Şe’âir-i İslâmiyyeye vâkıf oldukça belki insâf ederler. İhtirâm ederler.
Tabî’î ayağa bir şey giyer. Hasırları, hâlıları, kirletmeden,
pisletmeden gezebilir. Velev şapkası başında olsun, giymeye
hakkı var. Fakat hürmeten çıkarırlar. İnsâf ederler. Çıkarmazsa terbiyesizlik sayılır. Ne kayyımlık edenlerin, ne mü’-
ezzin efendilerin birşey söylemeğe hakkı yokdur. İşitiyorum,
bazı kimseler terbiyesizlik ediyorlar. Fakat revâ değildir. Kānûn-ı Esasî sâyesinde varsınlar ziyâret etsinler. Avâ’id vermezlerse vermesinler. Sen de biraz mutazarrır ol. Bak ki
dünyâdan zulüm kalksın. Her hukūkuna mâlik olasın. Bilir
misiniz o hâlleri, kapalı kutu değil idi. Mezâlim ayyûka çıkmışdı. Bîçâre köylüler, o sâkin ve mutî’ amcalar tohumluk
zâhîresini satarlar, vergi verirlerdi. Sonra alanlar parayı yerli
yerine sarfetseler... O da yok. Müsrifîn, müstebiddîn kendi
keyflerine göre. Kendi sefâhetleri uğurunda emvâl-i beytü’lmâli mahv ü ifnâ ediyorlardı. Şimdi bunlar kalkdı. Kānûn-ı
Esâsî hep bu fenâlıkları kaldırdı. Kānûn-ı Esâsî, müslimîn ve
sâirînin cümlesinin hukūkunu tamâmıyla kâfildir. İnşâ’allâh
tedrîcen fâ’idesi görülecek. Kānûn-ı Esâsî ki şerî’atin fezlekesidir; medâr-ı adâlet, menba’-ı hakkāniyet olacak ne kadar esâslar varsa hepsini müştemildir. Kur’ân-ı Kerîm nasıl
emr etmiş, meselâ: “Emâneti edâ edin!..” buyurmuş ise kānûn da bunu gösterir. Kıymetini bilelim, Rabbimize şükr edelim.
Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ
3 Hacc, 22/17.
Mahall-i İdâre:
Dersa’âdet’te Yeni Postahâne Karşısında
Dâire-i Mahsûsadır
SIRÂTIMÜSTAKĪM
Din, Felsefe, Edebiyat, Hukūk ve Ulûmdan Bâhis Haftalık Risâledir İhtâr: Mesleğimize muvâfık âsâr-ı ciddiyye
ma’al-memnûniyye kabûl olunur.
Derc edilmeyen âsâr iâde olunmaz
Müessisleri: Ebu’l-Ulâ Zeynelâbidîn – H. Eşref Edib
Seneliği Altı aylığı
Dersa’âdet’te 65 35
Vilâyâtta 90 50
Memâlik-i ecnebiyyede 90 50 kuruştur.
TÂRÎH-İ TE’SÎSİ:
11 Temmuz 1324
Dersa’âdet’te Nüshası 50 Paradır
Kırılmadan mukavva boru ile gönderilirse senevî
20 kuruş fazla alınır.
Dersa’âdet’te posta ile gönderilirse vilâyât bedeli ahz olunur.
19 Kasım 1908 24 Şevval 1326 Perşembe 06 Teşrînisânî 1324 Birinci Sene - Aded: 13
[193] TEFSÎR-İ ŞERÎF
İstifâza
(نعبد اياك (Âbid ile ma’bûdun bi’l-hak beyninde medâr-ı
vuslat bir nisbet-i şerîfe olmasına mebnî ibâdetle iftihâra,
(نستعين واياك (böyle bir nisbet-i şerîfe ile teşerrüf mahz-ı inâyet-i Hak ile olduğunu i’tirâf zımnında arz-ı iftikāra dâll olduğu gibi âyet-i celîlenin tamâmı da mezheb-i ehl-i Hakk’a
muvâfık olan sübût-ı vasf-ı ihtiyâra şehâdet etmekdedir. Zîrâ (نعبد اياك (ef’âl-i ibâdın kendilerinden sudûrunu müş’irdir.
Bu ise onların cemâd gibi değil; belki kudret sıfatıyla muttasıf olmalarını muktezîdir.
(نستعين واياك (İbâdın fi’illerinde istiklâlleri olmayıp ancak
izin ve inâyet-i Bârî ile fâ’il olmalarına dâldir. Nasıl ki ( لاحول
بالله الا ولاقوة (cümle-i celîlesinin mazmûn-ı şerîfi de bundan
ibâretdir.
İmâm Ali kerremallâhu vechehû efendimiz hazretleri bu
لاجبر ولا تفويض ولكن امر بين ) olundukda arz kendilerine ele’mes
امرين (kelâm-ı hikmet-ittisâmlarıyla hakīkat-i ma’rûzayı i’lâm
buyurmuşlardır. Binâ’en-alâzâlik ibâdı cemâdât menzilesine
tenzîl ile kudret ve ihtiyârdan bi’l-külliye hâlî olmalarına
kā’il olan Cebriye tâ’ifesinin mezhebi gibi ibâdın ef’âllerinde
istiklâl-i tâm sâhibi olmalarına zâhib olan mezheb-i ehl-i i’tizâlin de butlânında iştibâh yokdur. Zâten Ehl-i Sünnet Mezhebi cemî’-i mesâ’ilde (خالصا لبنا ودم فرث بين من (nazm-ı şerîfi
vefkince leben-i nâfi’ gibi nokta-i i’tidâlde olub dâima fers-i
tefrît ile dem-i ifrâtdan mütebâ’id olmadadır.
(ونستعين نعبد (Fi’illeri cemi’ sığasıyla olmak namazda kāri’in yanında cemâ’at-i müslimîn veya hıfz-ı a’mâl ve def’-i
âfâta me’mûr melâ’ike-i kirâm bulunması yâhûd kâffe-i muvahhidîn tarafından iştirâk mülâhaza edilmesi i’tibâriyledir.
Bu uslûbla âbid kendi ibâdetini onların ibâdâtına ve hâcetini hâcâtına munzam olarak arz etmek sûretiyle kabûl ve
icâbet ümîdini takviye etmiş oluyor. Çünkü arz-ı dergâh-ı
sübhânî kılınan ibâdet ve du’âlar içinde evliyâ ve melâ’ike
hazerâtının kat’iyyü’l-kabûl olan ibâdet ve du’âları da bulunur. Bunları muhtevî olan ma’rûzâtın cümlesini redd etmek
câ’iz olmayacağı gibi kısmen kabûl ve kısmen redd eylemek
dahi muvâfık-ı şân u kerem-i rabbânî değildir. Binâ’en-alâzâlik cümlesinin kabûl buyurulması daha ziyâde mercû olmak lâzım gelir. (Salavât-ı mefrûzenin cemâ’atle meşrû’iyyet-i edâsındaki hükm ü esrârın biri de budur.)
Belâğat
Her iki fi’ilin mef’ûlleri olan (اياك (zamîrinin takdîminde
ifâde-i ta’zîm ve ihtimâm ile berâber hasr u ihtisâsa delâlet
ve ma’bûd-ı müste’ân olan Cenâb-ı Bârî’nin vücûden her
şey’e mukaddem olmasına ri’âyet gibi birkaç nükte vardır.
Takrîr ve Tavzîh
Hakkı te’hîr olan lâfzı takdîm etmek ekseriyâ ihtisâs
maksadıyla olur. Binâ’en-alâzâlik re’îsü’l-müfessirîn Abdullah ibni Abbas radıyallâhu anhümâ makām-ı tefsîrde ( نعبدك
غيرك نعبد ولا (buyurmuşlardır. Gerek ibâdet, gerek isti’ânenin
Cenâb-ı Bârî’ye ihtisâsına dâir berâhîn-i akliyye ders-i sâbıkda zikr olundu.
İhtimâm dahi nükte-i takdîm olabilir. Zîrâ zikrullâhın
abd-i mü’min için her zamân ehemmiyyeti sâbit olmasından başka şeyâtînin mâni’-i kabûl olmak için ilkā-i vesâvise
germi vermekde oldukları ibâdet esnâsında daha [194] ziyâde ehemmiyeti derkârdır. Nasıl ki 1
إِن الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ )
yı-nâ’Ma. irdir’müş bunu celîli ı-nazm) طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا
şerîfi: İttikā üzere bulunan mü’minlere şeytân-ı la’înden ves-
1 A’râf, 7/201.
184 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 13 - SAYFA 195
vese isâbet eylediği hengâmda tezekkür ederler. Vesâvis-i
vâkı’anın ceryânına meydân vermezler.
* * *
1 اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ
Ey Rabb-i müte’âlimiz! Bizi vuzûh ve hakīkatle ma’rûf olan sırât-ı müstakīme hidâyet buyur.
2 صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ
Ni’met-i kâmile ve hakīkiyyeni kendilerine in’âm buyurduğun zevât-ı kirâmın sâlik bulundukları tarîk-i ‘âlîye.
(َاطَرِص (Tarîk ve sebîl mürâdifi olup yol, (مستقيم (müstevî
mürâdifi olup bir cânibe meyl ü inhirâfdan hâlî şey ma’nâsınadır.
(مستقيم صراط” (Mâ hüve’l-hakk” ya’nî nefsü’l-emrde sâbit
ve nâfi’ her maksada mûsıl tarîk-i vâzıhdan ibâretdir ki i’tikādât-ı sahîha ve a’mâl-i sâliha ve ahlâk-ı haseneye mürşîd,
şerî’at-i ilâhiyye ile sübût-ı risâlet gibi metâlib-i yakīniyye ve
mesâlih-i temeddün-i hakīkī ve terakkiyât-ı beşeriyyeye mûsıl olacak her fikir ve tedbîre şâmildir.
Kırâ’at
(صراط(ın aslı (س (ile (سراط (dır. Âhirindeki tâ’ya intibâk sıfatında mutâbık olmak için (س) ,(ص(a münkalib olur. Ekser
kurâ’-i izâm bu vechile, İbn-i Kesîr ve Ya’kūb rahimehümullâh alâ rivâyetin aslı üzre (السراط (okumuşlardır.
Belâğat
i-ûnet’ma olan matlûb celîli ı-nazm ) اهدِنَاالصِّرَاطَ المُستَقِيمَ )
ilâhiyye beyânını hâvîdir. Çünkü vahdâniyyet-i rabbâniyye
i’tirâf olunup feyz u inâyet-i Samedâniyye istirhâmı maksadıyla (نستعين واياك (denildikde, cânib-i kudsiyyü’l-mevâhib-i
sübhânîden: “Ey kullarım! Size ne sûretle i’âne edeyim istersiniz?” buyurulur. Kâri’ tarafından ( َيمِقَستُالمَ اطَاالصِّرَنِاهد (diye
cevâb verilir. Ya’nî: “Ey Rabb-i Zülcelâlimiz! Matlûbumuz olan inâyet-i sübhâniyen bizi tarîk-i müstakīme hidâyet ve irşâd buyurmaklığındır ki biz bu sâyede dergâh-ı akdes-i rabbânîne rızâ-yı şerîfin üzre îfâ-yı ibâdet ve her husûsda ihrâz-ı selâmet ü sa’âdet etmiş oluruz.”
Manastırlı İsmâil Hakkı
NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE
Sûre-i Âl-i İmrân: Âyet 159
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظّاً غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ
فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي اْلأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ
يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
Allah’ın rahmet ve keremi iledir ki onlara (“Uhud” münhezimlerine) mülâyim oldun. (Rıfk u talattuf ile mu’âmele
etdin.) Eğer (böyle olmayıb da şâyed) katı yürekli bir bedhuy olaydın, elbette senin yanından dağılırlar idi. (Senin yanında hattâ bir ferd bile kalmazdı.) Şu hâlde sen onları (zât-ı
1 Fâtiha, 1/6.
2 Fâtiha, 1/7.
risâlet-me’âbına âid kusûrlarından dolayı) afv et ve (haklarındaki rahm u şefkati itmâm için hakku’llâha müte’allik
ahvâlden dolayı dahi) onlar için muzafferiyet taleb eyle ve
onlarla emirde müşâvere et. (Emr-i harbde veyâhûd emr-i
harb ile emr-i harb gibi müşâvere olunması mu’tâd bulunan
umûrda hem onların re’ylerinden istizhâr ve isti’âne, hem
gönüllerini tatyîb, hem de ümmete sünnet-i müşâvereyi
temhîd ve ta’lîm için onlarla istişâre et ve ba’de’l-istişâre) bir
şey’i azm ü tasmîm eyledikde Allah’a mütevekkil ol.
(Lûtf u kerem-i Hakk’a tefvîz-i emr eyle, o azm ve tasmîm etdiğin şey’i infâz et, artık tereddüd etme) Cenâb-ı Hak
(Zât-ı ulûhiyyetine) tevekkül edenleri sever, (onlara nusret
eder ve kendilerini hayr ve salâhları bulunan cihete irşâd
eyler.)
Bu nazm-ı celîl: Rıfk u nüvâziş, afv u safh âhar için taleb-i hayr ve mağfiret gibi mekârim-i ahlâkı ve müşâvere ile
tevekkül gibi fezâ’il-i memdûhayı ihtivâ ediyor. Ümmeti bu
sıfât-ı fâzıla ile tahallîye irşâd eyliyor. Bu gibi evâmir ve ta’lîmât-ı ilâhiyyede ümmeti hayr ü salâhları bulunan cihete irşâd için server-i enâm aleyhi efdali’s-salâti ve’s-selâm efendimize hitâb buyurulması de’b-i kerîm-i kitâbu’llahdır. Bu
sıfât-ı fâzıladan tevekkülü ele alalım:
Tevekkül
Dîn-i İslâm aleyhine bed-hâhân tarafından havâle olunan i’tirâzâtdan biri de tevekkül husûsudur. Onlara göre
İslâmiyet tevekkülü emr eylediğinden dolayı insanları atâlete, kesâlete, ihmâl-i nefse, körü körüne hareket etmeğe sevk
ediyor imiş. Onların bu i’tirâzlarına te’accüb edilmez. Onlar
ile’l-ebed rûşenâ olmasına irâde-i aliyye-i ezeliyye te’alluk
etmiş bir çerâğ-ı ilâhîyi itfâ etmek arzu-yı hâmına düşmüş
bir gürûhdur. Bu gürûh za’îf i’tirâzları, tasnî’ edilmiş iftirâları
ile o çerâğ-ı cihân-efrûzun intişâr-ı ziyâsına ne kadar cehd
etseler nûru o nisbetde artar. Fakat te’essüf olunur ki zamânımızda bazıları bu gürûha körü körüne peyrev olarak
onlar da tevekküle karşı feth-i dehân-ı cehl ü nâdânî ediyorlar. Her iş tevekkül ile görülecek, her müşkile tevekkül ile
saldırılacak, tevekkül ile göğüs gerilecek iken tevekkül ile iş
görülmez, tevekkül ile terakkīye adım atılmaz diyenlerimiz
var.
Tevekkül ta’tîl-i umûr değildir, belki insân işlediği işde âfât-ı semâviyye ve arziyye vesâire gibi tedbîr ve mukāvemete kudreti te’alluk etmeyen ahvâlden nâşî Cenâb-ı Rabb-i
müste’ânın avn u mededini temennî eylemekdir. Lûtf u
nusret-i Hakk’a bel bağlayarak iş görmekdir. İmdâd-ı rabbânîye i’timâden müşkilâta iktihâm eylemekdir. Tevekkül:
Cenâb-ı Hakk’ın kifâyetine i’timâd ederek ona tefvîz-i emr
eylemekdir, diye ta’rîf olunmuşdur. Cenâb-ı Hakk’a tefvîz-i
emr etmekliğin ma’nâsı ise zât-ı ulûhiyyetinden [195] avn u
nusret taleb etmekdir, yoksa insan nefsini ihmâl etmek değildir. Bazı mü’elliflerin (التكلان الله وعلى (dedikden sonra
cümle-i müste’nife olarak (اعان من خير انه (demeleri de tevekkül-i alâllah ile maksad bu olduğuna delâlet eder. Hattâ bazı ulemâ’ tevekkülü: Cenâb-ı Hakk’a tefvîz-i emr etmek ve
esbâba ri’âyetle beraber zât-ı ulûhiyyetine i’timâd eylemekdir, diye ta’rîf etmişlerdir.
CİLD 1 – ADED 13 - SAYFA 196 SIRÂTIMÜSTAKĪM 185
Fahreddîn Râzî hazretleri tefsîrinde şöyle söylüyor: “Bu
âyet-i kerîme delâlet eder ki tevekkül bazı cehelenin dedikleri gibi insan nefsini ihmâl etmek değildir ve illâ müşâvere
ile emr, tevekkül ile emre münâfî olur idi. Tevekkül: İnsan
esbâb-ı zâhireye mürâ’ât etmek ve fakat kalben ona güvenmeyip Cenâb-ı Hakk’ın hıfz u siyânetine i’timâd eylemekdir.”
Bir gün zât-ı risâlet-me’âb efendimizin nezdine üştür süvâr bir Arabî gelmişdi. Devesini bırakıp huzûra girdikde:
“Deveni ne yapdın” buyurdular. A’rabî: “Rabbime tevekkül
ederek salıverdim” deyince: “Kalk deveni bağla, sonra Rabbine tevekkül et!” buyuruldu.
Ömer ibnü’l-Hattab radıyallâhu anhu hazretleri ehl-i Yemen’den bir cemâ’at gördü de onlara: Ey ehl-i Yemen siz
nesiniz? dedi. Onlar dediler ki: “Biz mütevekkil ale’llâhız.”
Hazret-i Ömer buyurdu ki: “Yalan söylediniz. Siz mütevekkil değil müte’ekkilsiniz, yiyip kemirir ekele gürûhundansınız. Bak ben size mütevekkili haber vereyim: Mütevekkil ol
kimsedir ki yere tohum saçar da Allah’a tevekkül eder, lûtf u
meded-i Mevlâ’ya i’timâd eyler.” Aslı şudur:
رأى عمر بن الخطاب رضى الله تعالى عنه ناسا من اهل اليمن، فقال ما انتم
يااهل اليمن. قالوا نحن متوكلون على الله تعالى، فقال كذبتم بل انتم متأكلون،
الا اخبركم بالمتوكل: رجل القى حبة فى الارض وتوكل على الله تعالى
Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hazretleri Mesnevî-i Şerîf’de
bu ma’nâyı nazmen beyân etdi:
كر توكل ميكنى دركار كن
كشت كن پس تكيه بر جبار كن
Tevekkül edersen iş içinde tevekkül et. Evvelâ ekini ek,
sonra Cenâb-ı Hâfız-ı Hakīkīnin lûtf ve mededine i’timâd et
demekdir.
Âlemde bunca âfât ve avârıza karşı tevekkülden, lûtf-i
Bârî’ye ilticâdan kim müstağnî olabilir. Târîhin şehâdetiyle
müsbet değil midir ki nice vekâ’ide esbâb-ı mâddiyye bi’lvücûh mükemmel olduğu hâlde muvaffakiyet görülmediği
olmuşdur? Bir fırka i’dâd ve techîzâtca hasmına fâ’ik iken
harb ve vegâda mağlûb olmuşdur. Âdetullâh’ın cereyânı üzere esbâb-ı mâddiyye illet-i husûl-i eşyâ ise de onun tekmilesi yine lûtf-i Hudâdır. Mâddiyât esbâb-ı âdiyedir, fevâ’il-i mü’essire değildir.
Tevekkül kana uyuşukluk vermez, ihmâl-i nefse bâdî olmaz. Kalbe, fikre, rûha zindelik verir. İşe teşcî’ eder, insana
şevk u gayret verir, sebât u mekānete irşâd eyler. Bir zamanlar ihvânımız, evlâdımız ka’r-ı nâ-yâb-ı deryâya atılır, adem-âbâda gönderilir, ağûş-ı mâderden alınıp gurbet ve
mihnet ellerine sürülüyor idi. Bu mezâlim ve i’tisâfât-ı cânhırâşa karşı mütevekkilen ale’llâh meydân-ı hamiyyete atılmak cümleye vecîbe idi. Hâlbuki huzûr ve râhatımız fedâ edilmiyor idi. Ulemâ’ hâmûş, meşâyih hâmûş, udebâ’ hâmûş, hutebâ’ hâmûş bütün millet hâmûş idi. Nihâyet bir fırka-i hamâset, kahramânân-ı ümmet 1
قُلْ لَنْ يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ )
kendine celîlini ı-nazm) اللَّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
düstûr-ı hareket ittihâz eyledi. Mütevekkilen ale’llâh silâh
1 Tevbe, 9/51.
bedest olarak zalameye meydân okudu. Ekâbir ve ahyâr-ı
ümmet mecma’-ı te’âvüne çağırıldı. Ümmet kâmilen lebbeyk-zen-i icâbet oldu, nûr-ı subh-ı hürriyyet de infilâk eyledi. İşte tevekkül: Atâlet, meskenet değil, fa’âliyet, hamiyyet, uluvv-i himmetdir.
Gelelim mâ nahnü fîhe: Fahreddîn Râzî diyor ki (Rıfk ve
mülâyemet ancak hukūku’llahdan bir hakkın ihmâline müfzî
olmadığı zaman câ’iz olur. Hukūku’llahdan bir hakkın
ta’tîline mü’eddî olursa câ’iz değildir... Bu makāmda sözün
tahkīki budur ki ifrât ve tefrîtin her ikisi mezmûmdur. Fazîlet
vasat ve i’tidâldedir. Binâ’en-aleyh gâh gılzat ile emr, gâh
ondan nehy vârid olması ifrât ve tefrîtden tebâ’üd edilerek
sırât-ı müstakīm olan hâl-i vasatda bulunmak içindir. Ve bu
sırra mebnîdir ki Cenâb-ı Hak vasat ve i’tidâli kitâb-ı azîzinde medh ü sitayiş edip 2
.buyurdu) وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطاً )
İlm-i usûlden Keşfü’l-Esrâr’ın bâbu ma’rifeti aksâmü’lesbâbı ile Telvîh’in bâbü’l-mahkûm-bihinde beyân eylediği
üzre Hakkullah ile murâd: Hiç bir ferde ihtisâsı olmayıp
kendine nef’-i âmm te’alluk eden hakdır ki hakk-ı umûmî
demekdir. Bu nevi’ hukūk efrâd ve âhâda mahsûs olmayıp
nef’i umûma âid bulunduğundandır ki şânını teşrîf ve tebcîl
için Cenâb-ı Hakk’a nisbet olunmuşdur. Yoksa bu nisbet
halk ve îcâd i’tibâriyle değildir. Zîrâ bu i’tibâr ile cemî’-i
eşyâ Bârî te’âlâ hazretlerine nisbetde siyyândır: ( فى ما لله
الارض فى وما السموات (Bu nisbet tazarrur ve intifâ’ i’tibâriyle de
değildir, yani bu nevi’ hukūkun zât-ı akdese nisbeti hâşâ onunla müntefi’ olduğu ve fikdânından dolayı mutazarrır bulunduğu için de değildi. Zîrâ Cenâb-ı Rabbü İzzet cemî’-i
eşyâdan münezzeh olduğundan hiç bir şey’e bu i’tibâr ile
hakkullah ıtlâk olunmak sahîh ve câ’iz değildir.
Esnâ’-i tefsîrde gösterildiği üzre (فظ (hoyrat ve bed-huy
kimsedir ki mu’âşeretinden insân müte’ezzî olur. Galîzü’lkalb katı yürekli demekdir ki yüreği hiç bir şeyden müte’essir olmaz. Bu ikisinin arasında fark vardır. Bazı âdem
hoyratlık etmezse de hiç bir kimseye rahm ü şefkati olmaz.
Bu makūle seng-dil âdem vâkı’a evvelkine nisbetle ehvendir. Fakat hasîsa-i beşeriyyeden mahrûm olduğu için bu da
insan denilmeğe lâyık değildir.
Tefsîr-i Keşşâf’da şöyle zikr olunmuşdur: “Hasan radıyallâhu anh hazretlerinden nakl olunur ki Resûl-i Ekrem’in
sâhâbe-i kirâm ile istişâreye ihtiyâcı olmadığı nezd-i ilâhîde
ma’lûm idi. Lâkin Cenâb-ı Hak Resûl-i Ekrem’den sonra istişârenin emr-i mesnûn olmasını murâd buyurdu da onun
[196] için istişâreyi emr eyledi demiş. Zât-ı Risâlet-me’âb Efendimizden mervîdir ki 3
(ما تشاور قوم قطُّ إلا هُدُوا لأرشد أمورهم)
buyurmuş. Hiç bir kavm müşâvere-i umûr etmemişdir ki en
sedîd ve metîn olan işlerinin yolunu bulmuş olmasınlar demekdir. Ebû Hureyre radıyallahu anhu hazretlerinden rivâyet olunmuşdur ki, sahâbe-i kirâm kadar çok müşâvere eder hiç bir ferd görmedim demiş. Bazıları dediler ki sâdât-ı
Arab ile istişâre-i umûr edilmemek güçlerine gideceğinden
2
Bakara, 2/143.
3 Tefsîr-i Taberî, Âl-i İmrân 159’un tefsîrinde.
186 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 13 - SAYFA 197
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin re’yde
istibdâdı sahâbeye girân gelmemek için Cenâb-ı Hudâvend-i hakîm onlarla müşâvereyi zât-ı risâlet-me’âbına emr
etmişdir.”
Bereketzâde İsmâil Hakkı
KAYD-I MA’ÎŞET
«عمر گرانمايه درين صرف شد:
تاچه خورم صيف، چه پوشم شتا!»
سعدي
Doksan senelik ömre, şu feryâd nihâyet,
Vermekte ne âlem bu cedel-gâh-ı maîşet!
Müdhiş oluyor böyle hakīkatleri, gerçek,
Sa’dî gibi bir asr-ı fazîletten işitmek.
Sa’dî o kadar felsefesiyle, hüneriyle,
Fikrindeki hürriyyet-i fevka’l-beşeriyle,
Esbâb-ı maîşet denilen kayda girerse,
Yâd etmesin âzâdeliğin nâmını kimse.
İnsan ki çıkar perde-i mektûm-i ademden,
Tâ sahne-i hestîde zuhûr ettiği demden,
İkmâle kadar fâcia-i devr-i hayâtı,
Atlatmaya mahkûm ne mühlik akabâtı!
Zannetme ölüm şahsına bir kerre muhâcim...
Bin kerre olur günde o düşmenle müzâhim.
Âvâre beşer sâha-i gabrâya düşünce,
Etrâfına binlerce devâhî de üşünce,
Bir dem bile dalmaksızın ârâm ü direnge,
Başlar o cılız kolla tabîat ile cenge!
Kaynar güneşin âteşi mihrâk-ı serinde;
Karlar buz olur hep beden-i bî-siperinde.
Beyninde öter demdeme-i sarsar-ı cûşân,
Medhûş gözünde köpürür bahr-i hurûşân.
Dağlar o nihâyetsiz olan silsilesiyle,
Ormanlar o dünyâyı tutan velvelesiyle,
Kum dalgalarıyle, hatarâtıyle feyâfî,
Her hatvede bin türlü vuhûşuyle sahârî.
Fevkinde semâvâtın o ecrâm-ı mehîbi;
Pîşinde zemînin o temâsîl-i acîbi;
Bîçâreyi nevmîd ederek her nefesinde,
Muztar bırakır mün’adim olmak hevesinde.
* * *
Lâkin bu heves bir heves-i dîgere mağlûb:
İnsan yaşamak hırs-ı cibillîsine meclûb.
Her devresi bir devr-i azâb olsa hayâtın,
Râzîsi değildir yine bir türlü memâtın!
Ömr olsa da binlerce şedâid ile meşhûn,
İnsan yaşamaktan yine memnun, yine memnun!
Artık neye mevkùf ise te’mîn-i bekāsı,
Masrûf olacak hep ona mecmû’-i kuvâsı.
Durmaz boğuşur bunca muhâcimlere rağmen,
Düşmez o mesâî denilen seyfi elinden.
Çıplaktır o, ister ki soğuklarda ısınsın;
Bir dam çatarak her gece altında barınsın.
İster yiyecek şey, giyecek şey, yakacak şey...
Bin türlü havâic daha var bunlara der-pey.
Âvâre beşer işte bu bâzâr-ı cihanda,
Her gün yeni bir kâr peşinden cevelânda.
Maksad bu kadar dağdağadan bir yaşamaktır...
Maksad bu, fakat bunda ne maksad olacaktır?
Heyhât, onu idrâk için i’mâl-i hayâle
Yok vakti: Bütün demleri mevkūf cidâle!
İnsan ki onun rûh ile insanlığı kāim,
Dâim oluyor cisminin âmâline hâdim;
Gelseydi eğer rûhuna da hizmete nevbet,
Ma’lûmu olurdu o zaman belki hakīkat.
Bir anladığım varsa şudur: Hâlik-ı Âlem,
Hilkat kalıversin, diye bir ukde-i mübhem,
Daldırmada insanları hâcât-ı hayâta,
Döndürmede ezhânı bütün başka cihâta.
Ömrün bu kadar berk-süvârâne güzârı,
Dehrin de şu bin velvele-i ıyş-medârı,
Göstermededir maksad-ı Hallâk’ı cihâne...
Öyleyse şikâyetlerimiz bî-edebâne!..
Mehmed Âkif
[197] SAFAHÂT-I HAYATDAN
YEMİŞÇİ İHTİYÂR
Sinîn-i ömr-i şedâid-güzîni olmalıdır,
Cebîn-i pâkine pîrin bu çîn-i ye’si veren.
Elinde tartısı, dûşunda mülk-i seyyârı;
Gider... Önünde tükenmez fezâ-yı renc ü mihen.
Zamân olur ki, uzaklarda bir serâb olarak
Geçer garîb gözünden hayâl-i nâz-ı vatan.
Sönük nigâhını bîdâr ederdi belki ümid,
Hayâle olsa müsâid şu meşy-i tâb-efgen.
Çeker şu bârı hayâtında hep hayâtı için;
Bilinse âh şu bâr-ı hayâtı çekme neden?...
Mehmed Âkif
ADÂLET
Adâlet, ifrât ve tefrît beyninde bir emr-i mütevassıtdır.
Adâletin hâiz-i hüsn zâtî bir sıfat-ı ’âliyye olduğu müsellem-i
enâmdır. Çünkü bunun kubhuna kā’il olmuş veya olacak
hiç bir kimse, hiç bir şahıs mutasavver değildir. En zâlim, en
gaddâr, en vahşî bir kimseye bile adâletin ne demek olduğunu bildirdikden sonra “Bunun iyi bir şey olduğunu inkâr
edebilir misiniz?” diye sorulsa, onun tarafından: “Asla!” cevâbı verileceğinde şüphe yokdur. Hakīkat-i hâl bu merkezde olduğu hâlde garîbdir ki hilkat-i beşerden beri bu haslet-i
’âliyeyi ihrâz eden zevât pek nâdir olarak görülmüşdür; acaba bunun sebebi nedir? Evet, hüsn-i zâtîsi herkesce müsellem olan böyle bir sıfat-ı celîle ve haslet-i memdûhaya ekser
nâsın bîgâne bulunması ne gibi esbâba mebnîdir?
Bu su’âle cevâp vermek için insanın hâiz olduğu kuvvetler ve bu kuvvetlerin hangisi hangisine gâlib olduğunu ve
netâyicini te’emmül lâzımdır. Ma’lûmdur ki insânda dört
kuvvet vardır:
Şehvâniyye, gazabiyye, vehmiyye, akliyye. Bu kuvâ-yı
erba’adan dördüncüsü olan kuvvet-i akliyye-i melekiyye te’-
dîb ve tehzîbe muhtâc değildir. Çünkü bu kuvvet, ervâh-ı
CİLD 1 – ADED 13 - SAYFA 198 SIRÂTIMÜSTAKĪM 187
kudsiyye-i ulviyye netâyicinden olup insânı dâima hayrâta,
me’âlîye sâ’ikdir. Böyle pak, her türlü şâibe-i keduretden
münezzeh, mukaddes bir kuvvetin te’dîb ve tehzîbine gayr-i
muhtâc olduğu şüphesizdir. Fakat diğer kuvvetler behemehâl te’dîb ve tezhîbe muhtâcdır. Çünkü onlar sırf hayvânî,
sırf behîmî ve şeytânî bir takım kuvvetlerdir. Bunlardan
kuvve-i şehvâniyye lezâ’iz-i şehvâniyyeyi tahsîle, kuvve-i
gazabiyye halka şerr ve belâ ve ezâyı îsâle, kuvve-i vehmiyye de halkın üzerine tasallut ve tahakküme ve izhâr-ı riyâset
ile tereffu’ ve tekaddüme insânı sâ’ikdir. İşte görülüyor ki bu
kuvvetlerden insanı hayra sevk eden yalnız biri olduğu hâlde, diğer üçü insanı dâima şerre sevk etmektedir. Aynı derecede bulunan bu kuvâ-yı erba’adan yalnız birinin diğerlerine mukāvemet edemeyeceği ise, eclâ-yı bedîhiyâttandır.
Bunun için hilkat-i beşerden beri kuvve-i akliyyesini diğer
kuvvetlere hâkim edecek zevât pek nâdir olarak gelmişdir.
Şu hâlde bu üç kuvveti mümkün olduğu kadar te’dîb ve
tehzîbe çalışmalı ki, beyne’l-kuvâ bir nevi’ i’tidâl hâsıl olsun
da insan ne bütün bütün âlem-i lâhûta ittisâl ile şu dâr-ı
dünyâda mevcûdiyyet-i nâsûtiyyesine terettüb eden vezâ’ifden mahrûm kalsın, ne de bi’l-külliye dereke-i süfelâ-yı
behîmiyyete tenezzül ile benî-i nev’inin başına bir belâ-yı
mübrem kesilsin. Çünkü adâlet her şeyde lâzım olduğu gibi
insanın insan olmasında da lâzım ve belki de elzemdir. Zîrâ
adâleti icrâ edecek insandır. Kendi hilkatinde, kendi hilkat-i
asliyyesi i’tibâriyle hâiz olduğu kuvvetler arasında adâlet
bulunmazsa benî-i nev’ine mükellef olduğu vezâ’ifinde icrâ-yı adâlet kābil midir?
Fakat fezâ’il-i sâirede olduğu gibi bu kuvvetleri dahi bir
hadd-i i’tidâle getirmek pek çok mesâ’îye vâbeste olduğu ve
bu mesâ’î için insanın kendi kendine idrâk edemeyeceği
pek çok turuk ve vesâ’ili bulunduğu cihetle eltâf-ı ilâhiyye
ve merâhim-i sübhâniyye cümlesinden olarak turuk ve vesâ’ili ta’lîm ve tefhîm edecek pek çok enbiyâ gelmiş ve nihâyet bu vazîfe-i mukaddeseyi zekâ-yı beşerin devr-i tekâmülü
ile mütenâsib olacak bir sûret-i mükemmelede îfâ maksad-ı
kudsî-i ilâhîsi ile hâce-i kâ’inât aleyhi ekmelü’t-tahiyyât efendimiz hazretleri kâffe-i ümem ve akvâma ba’s ü irsâl buyurulmuşdur, ki
(الاخلاق مكارم لاتمم بعثت (hadîs-i şerîfinin mazmûn-ı âlîsi dahi bu hakīkati mübeyyindir.
Fezâ’il-i sâireden bahsi bir vakt-i münâsibe ta’lîk edelim
de şimdilik ünvân-ı bahsimiz olan “Adâlet”i biraz tafsîl eyleyelim:
Hâiz olduğumuz kuvâ arasında adâlet lâzım olduğu gibi
mükellef olduğumuz şeylerin cümlesinde dahi adâlet lâzımdır. Ez cümle i’tikādda adâlet lâzımdır, vâcibü’r-ri’âyedir.
İ’tikādda adâlet evvelâ bir Allah’ın vücûdunu tasdîk, sâniyen o ilâhı bi’l-cümle sıfât-ı kemâliyye ile tavsîf ve bütün
noksan sıfatlardan tenzîhdir. Zîrâ Allah’ın vücûdunu veyâhûd sıfâtını nefy etmek ta’tîl-i mahz olduğu gibi “Allah cisimdir, bir takım a’zâdan mürekkebdir, bir mekâna ihtisâsı
vardır” demek dahi teşbîh-i mahzdır. Amma “Allah vardır,
bütün sıfât-ı kemâliyye ile muttasıfdır, cismiyyetden, cevheriyyetden, a’zâ ve cevârihden, mekân ve zamandan münez-
Mekârim-i ahlâkı itmâm için ba’s olundum. [Beyhakî, Sünen, Bâbü Beyâni Mekârim el-Ahlâk.]
zehdir” demek ise bu ikisi arasında bir emr-i mutavassıt olduğundan, ayn-ı adâletdir. Sâir mesâ’il-i i’tikādiyede de hüküm böyledir; Meselâ: “İnsan için kudret ve ihtiyâr yokdur”
demek cebr-i mahz olduğu gibi “İnsan ef’âlinde müstakildir,
kendisinden sudûr eden bütün fi’illerin mûcidi kendisidir”
diye i’tikād eylemek dahi kader-i mahzdır. Çünkü bunların
biri ifrât, diğeri tefrît olduğundan ikisi dahi mezmûmdur.
Hâlbuki “İnsanın ef’âl-i ihtiyâriyyesi vardır. Lâkin [198] insan bu ef’âl-i ihtiyâriyyeyi Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsân
buyurduğu kudret ve kuvâ vâsıtasıyla icrâ etmektedir” diye
i’tikād eylemek, şu iki i’tikād arasında bir emr-i mütevassıt
olduğundan, ayn-ı adâlet ve mahz-ı hikmetdir.
Kezâ a’mâlde de adâlet lâzımdır, vâcibü’r-ri’âyedir. Meselâ: Bazı akvâmın zannettikleri gibi tekâlîf-i ilâhiyyeyi bi’lkülliye nefy etmek tefrît-i mahzdır. Ve diğer bazı akvâmın
zu’m ettikleri gibi lezâ’iz-i cismâniyyeden bi’l-külliye ictinâb
eylemek ve nefsi ta’zîb husûsunda mübâlağa etmek ve hattâ tezevvücden bile ihtirâz ve ictinâb eylemek ve kendini
ateşe atıp yakmak ve yüksek bir mahalle çıkıp kendilerini
aşağı doğru atmak sûretiyle intihâra tasaddî eylemek ifrât-ı
mahzdır. Ve binâ’en-aleyh bu ikisi de şer’an ve aklen mezmûmdur... Hâlbuki, bütün tekâlîf-i ilâhiyye mücerred menâfi’-i ibâdı te’mîn maksadına mebnî olduğuna binâ’en bu
tekâlîfi bir ni’met-i uzmâ bilerek ez-dil ü cân kabûl etmek ve
sıhhat-i ebdâna medâr olabilecek agziye-i nâfi’âyı tenâvül
eylemek ve her nevi’ kemâli tahsîlin mevkūfun aleyhi olan
vücûd-ı insânîyi muhâfaza husûsunda lâzım gelen tedâbîr-i
sıhhiyeye tevessül eylemek ve nev’in bekāsı tenâsüle ve tevâlüde mütevekkıf olduğundan nisâ ile tezevvücü lâzımü’licrâ bir emr olmak üzere telakkī etmek, şu ikisi arasında bir
hâlet-i mutavassıta olmakla, bu da mahz-ı adâlet ve ayn-ı
hikmetdir. A’zâ ve cevârihimize te’alluk eden ef’âl-i sâirede
dahi hükm böyledir; Meselâ: Dîn-i Mûsa aleyhi’s-selâmda
kâtil-i müte’ammidi behemehâl kısâs etmek lâzımdır, bu
kâtili afv etmek aslâ câ’iz değildir. Dîn-i İsâ aleyhi’s-selâmda
da kâtili behemehâl afv etmek lâzımdır.
Bunun birincisi teşdîd-i mahz, ikincisi ise tahfîf-i mahzdır. Hâlbuki şerî’atimizce bu mes’elede velî-i maktûl taleb-i
kısâs ile afv arasında muhtârdır. Bu ise, şu iki hüküm arasında bir emr-i mutavassıt olduğundan, fî zemâninâ mahz-ı
adâlet ve muvâfık-ı maslahatdır. Çünkü insanlar ne zaman-ı
Mûsâ’da (as) olduğu gibi bütün bütüne haşînü’t-tab’dır. Ne
de asr-ı İsâ’da (as) olduğu misillü son derece leyyinü’t-tab’-
dır. Bu ikisi arasında mutavassıt bir hâldedir. Böyle mutavassıt bir hâlde bulunan akvâma da bir hükm-i mutavassıt
icrâsı elbette muvâfık-ı hikmetdir.
Kezâ beyne’n-nâs cârî olan mu’âmelâtda dahi adâlet
lâzımdır. Ez-cümle bey’de adâlet lâzımdır. Bâyi’ bir mâlı değeriyle satmalıdır. Müşterî de aldığı mâlın semenini hîn-i
akidde mukāvele olunduğu vechile edâ eylemelidir. İcârede, ukūd-ı sâirede dahi ol vechile mu’âmele cârî olmalıdır.
Eğer böyle olmazsa mu’âmelât-ı nâsa halel târî olur, terakkī
ve te’âlî kābil olmaz. Çünkü kimse kimseye emniyet etmez.
Emniyet olmayınca ticâret de olmaz. Çünkü emniyet, ticâretin üssü’l-esâsıdır. Ticâret ise rûh-ı medeniyet ve medâr-ı
feyz ü sa’âdetdir.
Kezâ hükûmetde de adâlet lâzımdır. Zîrâ adâletsiz hükûmet pâyidâr olamaz. Nitekim sahâyif-i târîh buna büyük bir
188 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 13 - SAYFA 199
şâhiddir. Dünyanın hiç bir tarafında hiç bir hükûmet-i zâlimenin pâyidâr olamadığını târîh bize pek açık bir sûretde
göstermekdedir. Târîh bu hakīkati göstermemiş olsa bile bunu inkâr edecek hiç bir akl-ı selîm mutasavver değildir.
Çünkü bir hükûmetde adâlet olmaz ve tebe’ası da bu adâletsizliğe karşı miskînâne tahammül ederek, her türlü mezâlime boyun eğerek, hukūk-ı tabî’iyye ve meşrû’alarını istihsâle kıyâm etmez veyâhûd kıyâm ettiği hâlde el-iyâzü billâh
buna muvaffak olamaz iseler herc ü merc olacakları ve bu
fırsatdan bi’l-istifâde hükûmât-ı mütecâvirenin müdâhale ve
istîlâsına ma’rûz kalarak memleketlerini, kavmiyetlerini, milliyetlerini gâ’ib edecekleri şüphesizdir.
Binâ’en-aleyh beşeriyeti sûrî ve ma’nevî evc-i kemâle,
bi’l-cümle akvâm ve mileli sırât-ı müstakīme ve bütün hükûmâtı minhâc-ı sa’âdete îsâl edecek vesâ’itin en mühimmi
ve en birincisi her husûsda icrâ-yı adâlet ve bütün ef’âl ve
etvârda hakkāniyete ri’âyetdir.
Mûsâ Kâzım
DÂRÜ’L-FÜNUN TALEBESİNE
MÜHİM BİR TEBŞİR
Muhterem Kardeşlerim,
Ma’ârif Nezâreti’nde yapılan tensîkatdan mektebiniz de
vâyedâr olmuş, size yeni yeni, kıymetli kıymetli muallimler
ta’yîn edilmiş. Hey’et-i ta’limiyyeyi teşkîl eden zevatın çoğu
memleketimizce öteden beri ma’rûf olduğu için ben size
yalnız edebiyat-ı Arabiyye muallimi Ali Fehmi Efendi Hazretleri’nden bahsedeceğim.
Hazret, Hersek müftî-i sâbıkıdır. Beş altı sene evvel
hemşehrileri tarafından gönderilen bir hey’et-i siyasiyyeye
re’îs olarak İstanbul’a gelmişti ki o zamandan beri şehrimizde bulunuyor. Kendisini ilk defa bir âşinâ-yı kadîmin evinde
görmüşdüm. Hâne sahibinden benim de lisân-ı Arabla biraz
tevaggulüm olduğunu işitince bana pek büyük teveccühler,
iltifâtlar gösterdi. Üdebâ-yı Arabdan kimleri tanıdığımı, ne
gibi âsâr ile mütevaggil olduğumu sordu.
Uzatmayalım, muhâvere edebiyâta, târîhe, bilhassa târih-i İslâm’a döküldü. Ben Şu’arâ-yı Câhiliyye’den olsun,
Muhadramûn’den olsun, Müvelledîn’den olsun, kimin bir
beyitini inşâd edebildimse hocanız altını üstünü, ona münasebeti olan başka şâ’irlerin eş’ârını okumakta hiç sıkıntı çekmedi.
Bilirsiniz ki Arabın eyyâmı, vakāyi’i, kabâ’ili, ensâbı
mazbût olmadıkça edebiyâtı da mümkün değil anlaşılamaz.
“Kuseyr Ahtal’ı şu beyit ile, Cerîr de Râî’yi şu kasîdesiyle bitirmiş...” derler. Siz ise o beyitlerde ne söğüş ne döğüş, hülâsa hicve âid bir şey göremezsiniz.
İşte Ali Fehmi Efendi’nin saydığım mebâhisde o kadar
rüsûhlarını gördüm ki başkası söylese idi inanamazdım. Lisân-ı mübîn-i Araba çocukluğumdan beri şiddetli bir incizâbım olduğu için erbâbını her zaman arardım. Hattâ Arabistan’ın bir hayli yerlerini dolaştım. Üdebâ-yı Arapdan bir
haylisiyle görüşdüm. Doğrusu lisânın dekâ’ikini, edvârını,
kavâ’idini, üdebâsını Arabın da târîhini hocanız kadar etraflı
tetebbu’ etmiş kimse görmedim.
[199] Hele târîh-i İslâm’ı en meşhûrundan en ehemmiyetsiz görülen vakāyi’ine kadar kâmilen bilir. Meselâ size bir
Gazve-i Bedir tasvîr eder ki vak’aya iştirak eden ashâbın
kâffesini isimleriyle, nesebleriyle, içlerinde şâ’ir varsa şi’irleriyle beraber öğrenirsiniz; aralarında vaktiyle ne gibi müşâcereler, sonradan ne gibi mülâtafeler geçmiş ise cümlesini
işitirsiniz. (Ah! Biz öyle mütecâsir hocalar işitdik ki Hazret-i
Peygamber’den sonra senelerce mu’ammer olan pek büyük
bir sahâbiyi, “Bedirde bulundu” ma’nâsına olan (اًبدر شهد (
cümlesinin içinden çıkamayarak “Bedir’de şehid olmuştur”
diye göstermiş!)
İmâm-ı Müberred’in Kitâbü’l-Kâmil’ini birinci def’a olarak İstanbul’da hocanız okutdu. Hattâ Lisân-ı Arabdaki iktidârı rukabâsının bile mazhar-ı i’tirâfı olan Hâlis Efendi Hoca
bir kere bana rastgelmiş de: “Âkif, oğlum, Müftî Efendi’den
okuyormuşsunuz. Aman fırsatı iğtinâm edin. Hocanız pek
edîb, pek fâzıl adam...” demişdi.
Ali Fehmi Efendi şimdiye kadar ne Mısırlıların, ne Beyrutluların muvaffak olamadıkları bir teşebbüsü yalnız başına
başa çıkardı: Ashâb-ı kirâm arasındaki şu’arâyı tercüme-i
halleriyle, eserleriyle topladı. Şi’irleri baştan aşağıya gâyet
beliğ bir Arabca ile şerh etti. İki cesîm mücelled teşkîl eden
bu eser inşallah yakında intişar edecektir.
Hersek gibi bir yerde yetişen bu nâdirü’l-vücûd zâtın
hayât-ı husûsîsini, tarz-ı mesâ’îsini bilseniz şaşarsınız. Bir
ufak hatânın tashîhi, bir kelimenin tahkīki için hocanızın kırk
elli kuruş araba parası vererek kütüphâne kütüphâne dolaştığını ben defe’ât ile gördüm.
Hocanızı sıkı tutunuz. Dersinden hakkıyle istifâde ediniz.
Ne kadar müşkiliniz varsa sormakdan hiç çekinmeyiniz.
Doğrusu Ma’ârif Nezâreti her fedâkârlığı göze aldıraydı da
Mısır’dan bir adam getirdeydi, Hazret’in yerini ya tutardı ya
tutamazdı. Nezâreti intihâbındaki isâbetden, sizi de muvaffakiyetinizden dolayı tebrîk ederim muhterem kardeşlerim.
Mehmed Âkif
HUTBELERE DÂİR
Şettâ
Zamânımızda hutbeler büsbütün mevzû’-ı aslîsinden ve
mihver-i hakīkīsinden inhirâf etmişdir. Ahvâl-i hayâtiyye ve
umûr-ı ma’îşetimiz ve bütün işimizde bu ciddiyetsizlik, bu
intizâmsızlık hüküm-fermâ olduğu gibi, aynı hâl, belki daha
fenâsı, ibâdetlerimize kadar, yegâne vâsıta-i necâtımız olan
a’mâl-i uhreviyyemize değin nüfûz etmişdir. Daha doğrusu
bu fenâlıklar ahvâl-i dünyeviyyemizden değil, ibtidâ, en evvel ahvâl-i kalbiyye ve a’mâl-i uhreviyyemizden başlamış;
bunu müte’âkib umûm ahvâlimizi bir fenâlık sarmış; sarmış
da bizi cehenmeme sürüklemekde bulunmuşdur.
Zâten insanların tabî’at ve cibilletlerinde mâye-i müsâhele vardır ki, dâima onları ciddiyetsizliğe da’vet eder. İnsanlar da, çok vakitler, pek çok vakitler bu da’vetten yakalarını kurtaramıyorlar; bu vâdiye, bu müdhiş girdâba sukūt
ederek umûr-ı me’âş u me’âdları çığırından çıkıyor.
Cenâb-ı Allah, ilm-i ezelîsi ile insanların ne biçim, ne ayârda mahlûk, ne kadar müsâheleli bir hayvân olduğunu
biliyordu. İşte böyle bildiğinden için, insânların mücâdele-i
hayâtiyyelerinde önlerine çıkan o bitmez, tükenmez müsâ-
CİLD 1 – ADED 13 - SAYFA 200 SIRÂTIMÜSTAKĪM 189
helelere karşılık ve onun def’ine bir çâre olmak üzere ilm-i
ilâhîsinde te’sîr-i küllîsi olan ibâdet ile emr etdi. Fakat yalnız
ibâdet ile emr etmekle kalmadı. Bütün ibâdetde niyyeti, azmi, ciddiyeti şart kıldı. Lisân-ı nebevîden 1
إِنَّما الأعْمَالُ بالنِّيات )
.oldu vârid şerîfleri i-hadîs) و انما لكل امرئ مانوى
İşbu tekâlîf-i ilâhiyyede, bilhassa a’mâl için olan niyyet
ile teklîfde lâ-yu’ad velâ yuhsâ hikem ü mesâlih, fevâ’id-i
dünyeviyye ve uhreviyye olduğu ma’lûmdur. Onlardan biri
de insanların umûm ahvâlinde lâzım olan ciddiyete, azme
alışdırmakdır. Bir insan, hergün beş def’a, beş muhtelif vakit
ve hallerde kıldığı namazlarda, aralarında yapdığı ibâdetlerinde, sâir a’mâlinde huzûr-ı kalbe, niyyet ve ciddiyete alışır ise şüphesizdir ki, bu hâl kendisi için bir i’tiyâd, tabî’at-ı
sâniye hâlini alır. Bütün ahvâl u harekâtında pür-azm ve
metânet olarak maksad u âmâline kolaylıkla nâ’il olur.
Evet; ibtidâ’ en evvel ahvâl-i diniyye, a’mâl-i uhreviyyemizde ciddiyetsizlik başlamış; bunu müte’âkib bütün ahvâlimize sirâyet etmişdir.
İbâdetimiz, tâ’atimiz, bütün dünyevî ve uhrevî işlerimiz,
birer taklîdden birer resmiyetden ibâret olup kalmışdır...
İşte hutbeler de bu sırada belki bu cihetin daha fenâ,
daha uğursuz vâdîlerine sukūt etmişdir. Bunlarda olan makāsıd-ı asliyye ferâmûş edilmiş; intizâr olunan fâ’ideler de,
ciddiyetsizlik, umûr-ı dîniyyede olan ciddiyetsizlik uğurunda
kurbân olmuş gitmişdir.
Hutbelerin sûret-i zâhire, keyfiyyet-i edâsı bir çok tebeddülâta uğradığı gibi, cihet-i bâtıniyye ve me’ânî-i mesnûnesi
dahi zâyi’ edilmişdir. Hutbelerimiz âdetâ birer cümle-i du’âiyye olup kalmışdır. Evveli du’â, âhiri du’â, hep du’âdır..
Hutbelerde du’â edilmesini inkâr etmeyiz. Münâsebet aldıkça esnâ-yı hutbede du’â edilir. Bu yolda fi’l-i Resûl sâbitdir:
Risâlet-me’âb Efendimiz ve Hulefâ-yı Râşidîn hazerâtı da
münâsebet aldıkça, her vakit değil, bazen, hutbeleri içinde
du’â ediyorlardı. Fakat zamanımızda olduğu gibi bütün hutbeleri du’âdan ibâret kalmıyordu.
Hulefâ-yı Râşidîn, Ammeyn, Hasaneyn-i muhteremeyn
hazerâtı ve sonra zamanın halîfesi hutbelerde zikr edilmektedir. Zannederim ki işbu zevât-ı kirâmın nâm-ı âlîlerini zikr
etmek, dîn-i mübîn-i İslâma büyük hizmetleri sebk ettiğinden müta’ahhirîn tarafından ilâve edilmiş olmalıdır. Zîrâ ashâb ve tâbi’în, tebe’-i tâbi’în zamanlarında onları hutbelerde zikr etmek âdet değildi. Bu her hâlde [200] sonradan
hâdis olma bir işdir. Lâkin bütün memâlik-i İslâmiyye’de
te’ammum etmişdir. Zâten hutbeler her yerde bir biçim üzredir. Yalnız Harameyn ahâlîsinin hutbesi, bir dereceye kadar hâl-i mesnûniyeti muhâfaza etmekde bulunmuşdur.
İstibdâd altında ezilen memleketlerde ekseriyet üzre hutbeler de mahkûm olunmuşlardır. Onlar da kendi hukūk-ı
asliyyelerini tamâmen muhâfaza edememişler ve keyfiyyet-i
mesnûniyeti gâ’ib etmişlerdir; daha doğrusu gâ’ib etdirmişlerdir... Hutbeler âdetâ birer taklîdden ibâret olup kalmış,
resmî bir iş hükmünü almışdır. Diyebiliriz ki ibâdet olduğu,
mutlakâ değil, keyfiyet-i mesnûne üzre ilkā edildiği sûretde
ibâdet olduğu unudulmuş kalmışdır.
Hatîb her hafta, her Cum’ada minbere çıkar, hutbe oku-
1
“Ameller niyetlere göredir. Kişi için ancak niyet ettiği şey vardır.”
Buhârî, Sahîh, Bed’ü’l-Vahy 1.
mak güyâ bir âdetmiş gibi vaktiyle ezberlediği, yâhûd bu
zahmete de katlanmayarak kitâb-ı mahsûsunda sırasıyla yazılmış hutbelerden birisini okuyuverir. Lâkin o hutbe, zamana, zemîne, hâle, sünnete muvâfık değilmiş!! Kimin umûrunda, kime ne!!!... Zâten bu hutbeleri anlayan bilen yok
ki... Bir çok kimseler Cum’aya gelirler de hutbeyi dinlemezler bile... Zâten dinleseler de bir şey anlayabilecekler mi?!
Heyhât!
Fazla olarak okunmakda olan hutbelerin bir çoğunu,
zannederim ki pek çok Arablar bile anlayamıyorlar!. Çünkü
mukaffâ olsun, müsecca’ gelsin maksadıyla bir takım elfâz-ı
rekîke ile doldurulmuş... Âdetâ hutbelerimiz “Garâbet-hâne-i elfâz” olup kalmışdır.
Hutbeler, bütün rûhlarını kaybederek kendilerinden
beklenen maksad, maksad-ı şer’î ferâmûş edilmiş. Hatîbin
hutbe okuması âdetâ eskiden kalmış bir resmi îfâ gibi bir
şey olmuşdur. Fakat ma’at-teessüf, şimdi bizim hutbelerimiz
eski hutbelere kat’iyyen tevâfuk etmiyor. Zîrâ o eski hutbeleri huzzâr anlıyor, hatîbin ne söylediğini fehm ediyorlardı.
Hatîb de hutbesinde bir maksad-ı meşrû’ ta’kīb etmekle
beraber, onun tefhîmi husûsunda dahi son derece gayret
ibrâz ediyor, ibâdet olmasını bu yolda te’mîne çalışıyordu.
Hülâsa hutbeyi anlamak, anlatmak her ikisi de sünnetdir.
Çünkü Fahr-i Kâ’inât Efendimiz hutbeyi anlatır, ashâb-ı güzîn hazerâtı da anlarlardı. İşte anlamak, anlatmak sünnet-i
fi’liye ile sâbitdir. Bu nokta kat’iyyen inkâr olunamaz...
Binâ’en-aleyh bizim o fi’il-i nebevîlerine ittibâ’mız sünnetdir. Hattâ muvâzebet-i nebeviyyenin vukū’u nazar-ı i’tibâra alınırsa hemen vâcibe karîb bir sünnet-i mü’ekkede
olduğu müstebân olur. Hutbenin hikmet-i meşrû’iyeti cihetini mülâhaza da bu noktayı te’kîd ediyor. Bir de Fahr-i
Kâ’inât Efendimiz hazretlerinin mensûb olduğu Kureyş’in
gayri bir kabîleden bazı zevâta, o kabîlenin lehcesi ile idâre-i
kelâm buyurduğu ehâdîs-i şerîfede vârid olmuşdur.
İşte bu sebebden hutbelerimizi muhâtabların fehm ü idrâk edecekleri, anlayabilecekleri bir tarzda okumamız, sünnet-i Resûle tevfîka çalışmamız ve onlarda olan makāsıd-ı
asliyyeyi unutmamaklığımız lâzım, hattâ elzemdir.
Cevâmi’-i şerîfede, sâir meşrû’ olduğu yerlerde cemâ’-
at-i müslimîne hitâben okunan hutab-i İslâmiyye, elbet, elbet en mukaddes bir ders-i umûmî olmak lâzımdı. Mekteblerimiz etfâlimizi ta’lîm ve terbiye ederse, câmi’lerimiz de ricâlimizi tenbîh ve terbiye etmeliydi. Zâten eski zamanlarda,
zamân-ı selefde, mesâcid ve cevâmi’-i şerîfede bu vazîfe-i
mukaddese hakkıyla îfâ ediliyordu... Lâkin murûr-ı zaman
ile âlem-i İslâmiyeti zulümât-ı cehl istîlâ ederek fezâ’il-i İslâmiyye bir bir unutulmaya başladı; bir tarafdan hemen bu
zulümâtın isrini ta’kīb eden istibdâd-ı idârenin meş’ûm hâlleri ve İslâmiyet ile kat’iyyen kābil-i i’tilâf olmayan o ahvâl-ı
fecî’anın mesâvîsi ka’belerimize câmi’lerimize, mihrâb ve
minberlerimize kadar te’sîr etdi; kulûb-ı müslimîni tesmîm
eyledi. En sonra evlerimizi, hânlarımızı, hânelerimizi berbâd
ve perişân eyledi...
Hattâ ecnebîler insâniyet ile tev’em olan İslâmiyet’e, o
âlî, mukaddes, sâf dîne ta’n ü teşnî’ etdiler. “İslâmiyet mâni’-i terakkīdir; hâ’il-i medeniyyetdir” dediler. Hattâ son zamanlarda resmen müslüman olanlardan bir takımları dahi
bu fikr-i sakīme iştirâk etdiler. Fakat bunların her biri bir de-
190 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 13 - SAYFA 201
receye kadar ma’zûr idiler; İslâmiyet’in hakīkatini bilmiyorlardı; bildiren de yokdu. Medreselerimizde, mekteblerimizde, minberlerimizde, ders halkalarında bu mevzû’a dâir bir
kelime söz söylenmiyordu.
Ahâlî-i İslâmiyye içinde cehâlet hayli te’ammüm etdi.
Bir çok âdetler dîne karışdı; bunlara da dîn nazarıyla bakılır
oldu. Diğer tarafdan o zamanların, o menhûs zamanların siyâsetleri de dîn-i kavîmin en hassâs, en ince noktalarına
dokunarak sarsdı. O zamanın bazı ulemâsı bilerek yâhûd
bilmeyerek râzı oldular. Bazıları da râzı olmayarak o zamânların alçak ve zâlim hükûmetlerinden çekmedikleri eziyet
kalmadı. Bu yolda pek çok ulemâ-yı İslâm, e’imme-i dîn
kurbân oldu... Emevîlerin, Abbâsîlerin, hattâ sonra gelen
bütün hükûmetlerin de hâli böyle idi... Bunun için de istisnâ
edilecek devre-i mes’ûde; zuhûr-ı İslâmdan beri murûr eden
zamânın pek az bir kısmını teşkîl etmekdedir.
İşte şu sûretle dînde bir çok bid’atler zâhir oldu. Sünnet-i Resûlullah yavaş yavaş ortalıkdan kalkmaya başladı.
İşte hutbeler de, dînin en mühim noktasını teşkîl eden hutbeler de tabî’î bu akıntıya kapıldı. Belki en evvel kapılan
hutbeler oldu. O Emevîler devrinde hutbelerin başına neler
geldi... O hutbeler birer cümle-i tel’înât olup kaldı... Minberlerde Ebû Türâb künyesine mensûb olanları söğüp saymak,
onlara la’net okumak âdetâ birer ibâdet sayıldı. İşte hutbeler böyle bir renge girdi. Yâ Rabbî! O zamanın ulemâsı,
müslümanları o padişâhların, o herîflerin irtikâb ettikleri o
rezâletlere nasıl sabr ü sükût gösteriyorlardı... Buna karşı
mütehayyir kalmamak mümkün değil!!...
Emevîlerin sekizincisi Ömer bin Abdülaziz hazretleri şu
bid’at-i fazî’ayı ortadan kaldırmış ise de, ne fayda ki sonraları tekrâr karışmağa başladı. Yavaş yavaş keyfiyet-i mesnûneleri kaybedildi. Mekāsıd-ı şer’iyyesi ve hikmet-i meşrû’iyyeti unutuldu. Pek muhtelif renklere girdi. Hâl-i aslîsine
[201] hiç benzemeyen şekilleri aldı. Hutbelerde zamanın
padişâhı beşere ıtlâkı câ’iz ve lâyık olmayan tavsîfât ile zikr
edilmeye başladı. Va’z u nasîhat ta’lîmât-ı mühimme zikr edilmez oldu. İşte şöylece büyük ibâdetlerimiz cümlesinden
olan hutbeler de, medhiyyâtdan, du’âiyâtdan ibâret bir âdet
ve resmî bir iş olup kaldı. 1
(الحال احسن الى حالنا حول والاحوال الحول محول يا (du’âsını tekrar ile işte şu makāle-i âcizânemi “Hutbelerin hâl-i aslîleri,
keyfiyet-i mesnûneleri kaybedilmişdir; i’âdesine ulemâ-i kirâm hazerâtı gayret etmelidir” cümlesinde hülâsa ederek
hatm-i kelâm eylerim.
Kazanlı: Halim Sâbit