28 Ekim 2014 Salı

HÜRRİYET–MÜSAVÂT –geçen nüshadan mâba’d– Bir âilenin bilâ-müzâhim evc-i kemâle yükselebilmesi, zevc ile zevcenin yekdiğerine şiddetle irtibâtına menûtdur. Bu şiddet-i irtibât ise onların birbirine son derece muhabbetiyle kā’imdir.. Çünkü zevceyn beyninde muhabbetten başka bir medâr-ı irtibât yoktur. Zîrâ esâsen bunlar yekdiğerine ecnebîdir. İki ecnebîyi birbirine rabt eden, her ikisinin nokta-i âmâlini tevhîd eyleyen şey muhabbetten başka bir şey olamayacağı bedîhîdir. Hâlbuki bu muhabbetin bekā ve devâmı, zevceynin iffet ve ismetlerini son derece hıfz u sıyânetlerine vâbestedir. Bunların kendi iffet ve ismetlerini son derece hıfz u sıyânetleri ise behemehâl kadınların mestûre olmalarına mütevakkıftır. Çünkü insanlarda ve ale’l-umûm hayvanlarda hiss-i rekābet ve gayret bir emr-i cibillîdir. Eğer bir kadın gayr-i mestûre olarak rast geldiği erkekle görüşmekde, konuşmakda ve hatta istediği bir erkeği kendi hâne- CİLD 1 - ADED 3 - SAYFA 37 SIRÂTIMÜSTAKĪM 33 sine kabûl etmekde ve arzû ettiği mecâlis ve mehâfil-i ricâlde bulunmakta serbest kalırsa zevcinden daha zarîf, daha latîf erkeklere tabî’î ve gayr-i ihtiyârî olarak kendisinde bir meyl ü muhabbet hâsıl olacağı ve bilâhare zevcini ta’rîfi nâkābil bir azâb-ı vicdânîye dûçâr edeceği ve bu sûretle zevciyle kendi beynindeki râbıta-i muhabbeti, sa’âdet-i â’ileyi esâsından mahv eyleyeceği derkârdır. Bu mahzûr zevc hakkında dahi cârîdir. Çünkü bütün kadınlar gayr-i mestûre olursa bir zevc zevcesinden daha güzel, daha genç bir kadın gördüğü zaman o kadına meyl etmemek, bütün kalbiyle ona müncezib olmamak onun yed-i iktidârında değildir. Bu ise hem kendiyle zevcesi beynindeki râbıta-i muhabbeti, hem de o müncezeb olduğu kadınla o kadının zevci beynindeki irtibâtı külliyen izâle edeceği ve şu hâlde her iki â’ilenin sa’âdetini mahv eyleyeceği şüphesizdir. Nitekim bu gibi ahvâl-i fecî’anın emsâl-i adîdesi görülmektedir. İşte bu gibi hikmetlere binâ’en Şerî’at-i Muhammediyye kadınlara tesettürü emretmiştir. Ma’a-hâzâ bir kadın mestûre olmakla hiçbir hakk-ı meşrû’unu zâyi’ etmez. Bir erkek ne gibi hakka mâlik ise bir kadın da aynı hakka mâliktir. Meselâ bir erkek kendi malında istediği gibi tasarruf eder, bir kadın da öyledir. Bir erkek sa’âdet-i â’ileye müte’allik mükellef olduğu vezâ’ifi ihlâl etmemek şartıyle nâmûs ve iffet dâiresinde ezvâk-ı medeniyyeden hisseyâb olur, bir kadın da öyledir. Ez-cümle bir erkek vazîfe-i asliyyesini îfâ ile beraber ihtilâs-ı vakt ettikçe teferrüc için bir mesîreye gider. Orada hem-cinsiyle beraber musâhabet eder. Metâ’ib-i ma’îşetle bî-tâb kalan beynini dinlendirir. Sonra yine vazîfe-i mükellefesine mübâşeret eder. Lede’l-îcâb bir ictimâ’gâh-ı ricâle gider. Orada verilen konserlere, konferanslara iştirâk eder. Bunu kadınlar da yapabilir. Onlar da kendilerine mahsûs bir edeb, bir terbiye dâiresinde kendilerine mahsûs mesîrelere gidebilirler. Kendilerine cem’iyetler teşkîl ederek konferanslar, konserler verebilirler. Şerî’atımız bu gibi şeylere aslâ mâni’ olmaz. Kezâlik kadınlar mestûre olmakla me’ser-i medeniyyeden mahrûm olmazlar. Ulûm ü ma’ârifle tezyîn-i zât ve sıfât ederler. Çünkü beşikten lahde kadar ulûmu emr eden Şerî’at-i Muhammediyye, kadınları bu emirden istisnâ etmemiştir. Tahsîl-i ulûmu ricâl ve nîsâya farz kılmıştır. Şu kadar ki tahsîl-i ulûma mahal olan mekâtibe devam husûsunda kadınlar ve erkekler arasında biraz fark vardır. Erkekler ibtidâ’î, rüşdî ve i’dâdî mekteblerinde tahsîl ettikten sonra bunların cümlesinin fevkinde olan mekâtib-i âliyede, dârü’l-fünûnlarda dahi tahsîle mecbûrdurlar. Bu mecbûriyet umûmî değilse de bir kısım ricâl hakkında zarûrîdir. Hâlbuki kadınlar böyle değildir. Çünkü –bundan evvelki makālemizde zikrettiğimiz vechile– kadınların hilkatindeki hikmet onların bir erkekle izdivâc ederek dünyaya çocuk getirmek ve sonra o çocukları terbiye etmek ve umûr-ı beytiyyeyi tesviye eylemekten ibârettir. Kadınların bu vezâ’ifi bi-hakkın îfâ edebilmeleri ise öyle senelerce Mekâtib-i Âliye’ye devamlarını istilzâm etmez. Çünkü bu vezâ’ifi öğrenmek için ibtidâ’î, rüşdî ve i’dâdî mektebleri kâfîdir. Ondan sonra bir hanım kızın kendine münâsib bir erkekle izdivâc etmesi ve beyhûde yere zaman fevt eylememesi icâb eder. Demek oluyor ki esâsen tahsîl-i ulûm kadınlara da lâzımdır. Çünkü câhil bir kadın gerek umûr-ı beytiyyeyi mihver-i lâyıkında ve gerek terbiye-i evlâdı usûl-i meşrû’a ve kavâ’id-i hıfzu’s-sıhha dâiresinde îfâya muktedir değildir. Fakat nev’-i beşerin bekāsına, nüfûs-ı insaniyyenin teksîrine yegâne medâr olan izdivac mes’elesi bir kadına terettüb eden vezâ’ifin en birincisini teşkîl ettiğinden ibtida’î, rüşdî ve i’dâdî tahsillerini gördükten sonra buna kanâ’at etmeyip de erkekler gibi dârü’l-fünûnlara devâm edecek ve oralardan mühendis, mi’mâr ve sâir olarak çıkmaya çalışacak olursa hilkatine terettüb eden vazîfeyi sû-i isti’mâl etmiş ve bilâhare insaniyete ihânet etmiş olacağı şüphesizdir. Biz; “kadınlar darü’l-fünûnlarda okunan ulûm ve fünûnu hiç okumasınlar” demek istemiyoruz. Çünkü tahsîl-i ulûm için bir had, bir gâyet yoktur. En büyük fazîlet de ilim ve ma’rifettir. Fakat erkekler hakkında bile herkesin ayrı ayrı olarak bütün ulûmu tahsîl etmesi imkân hâricindedir. Bu, mümkün olsa bile, muvâfık-ı hikmet değildir. Zîrâ bir memlekette herkes ulûm-ı âliyyeyi tahsîle kalkışacak olursa sanâyi’-i hasîseye rağbet edecek kimse kalmaz ve şu hâlde o memleketde ümrândan eser bulunmaz. Bütün erkekler için bile ulûm-ı âliyyeyi tahsîl muvâfık-ı hikmet ve maslahat olmayınca bunun kadınlar için muvâfık-ı hikmet ve maslahat olmayacağı evleviyette kalır. Binâ’en-aleyh bir hanım kız kendi vezâ’if-i asliyyesine ta’alluk eden ibtidâ’î, rüşdî ve i’dâdî tahsillerini ikmâl ettikken sonra hemen bir erkekle izdivâcı levâzım-ı medeniyye cümlesinden bulunmakla ba’- del-izdivâc arzu ederse ihtilâs-ı vakt ettikçe kendi hânesinde ulûm-ı âliyyeyi de [37] tahsîl edebilir. Bu, fazla mübeccel bir meziyetdir. Bir kadın eğer kudreti varsa bunu da elde edebilir. Şerî’atımız buna mâni’ olmaz. Belki teşvîk eder. Şerî’at-ı Muhammediyye kadınlarımıza son derece şefkat ve merhamet göstermiş ve onların bütün hukūkunu taht-ı te’mîne almıştır. Bundan başka birçok imtiyâzât dahi bahş eylemiştir. Ezcümle bir erkek hem kendi nafakasını, hem zevcesinin ve çocuklarının nafakasını ve bütün muhtaç oldukları şeyi tedârike mecbûrdur. Hâlbuki kadın bunlardan hiçbirisini tedârike mecbûr değildir. Nafaka, süknâ ve sâire gibi şeyleri tedârik münhasıran erkeklere tahmîl edilmiştir. Bir kadının kable’l-izdivâc bütün mesârifi babasına âiddir. Babası yok ise kardeşine âiddir. O da yok ise, babasından da kendisine bir mal intikal etmemiş ise beytü’l-mâle lâzımdır. Ba’de’l-izdivâc dahi hüküm böyledir. Yani zevcine, vefât etmiş ise malı da yok ise babasına, kardeşine, zî-rahm-i mahremine, bunların da malı bulunmadığı takdîrde yine beytü’l-mâle aitdir. İşte görülülyor ki Şerî’at-i Muhammediyye’de bir kadın hiçbir vakit ma’îşet cihetini düşünmeye mecbûr değildir. Hattâ bir kadın yemek pişirmeye, çamaşır yıkamaya, bazı şerâ’itin vücûd-ı takdîrinde çocuğunu emzirmeye bile –hasbe’d-diyâne mecbûrsa da– kazâ’en mecbûr değildir. Yani bunları yapmak için hâkimin cebretmeye salâhiyeti yoktur. Şimdi insâf edelim kadınlara bu kadar imtiyâzâtı Şerî’at-i Muhammediyye’den başka hangi kānun, hangi şerî’at bahşetmiştir?.. Bunun içindir ki kadınlarımız akvâm-ı sâirenin kadınları gibi ticârete, ve sâireye sülûk mecbûrîyetinde değildir. Filvâkı’ Fatma Aliye Hanım hazretlerinin dediği gi- 34 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 3 - SAYFA 38 bi kā’ide-yi tesettüre ri’âyet şartıyle bizde de kadınlar ticâret edebilirler. Ahz ü i’tâ eyleyebilirler. Buna bir mâni’ yoktur. Nitekim bilâd-ı İslâmiyyenin ekserîsinde bu hâl müşâhade olunmaktadır. Fakat bizim bahsimiz esâsen bunların şu gibi mu’âmelât ile meşgûl olmalarına şer’an mecbûriyetleri olmadığını söylemektir. Hem de olmamalıdır. Çünkü kadınların böyle erkeklere mahsûs vezâ’ifle meşgûliyetleri kendi vezâ’if-i asliyyelerini ihlâle bâdî olacağından onların bu gibi şeyler ile iştiğalleri muvâfık-ı hikmet ü maslahat değildir. Mûsâ Kâzım DEVR-İ İSTİBDÂDDA MEKTEB-İ SULTÂNÎ’DE VERİLEN DERSLERDEN İlm-i Tevhîd’in Ta’rîfi, Sûret-i Tedvîni, Gâyeti “İlm-i Tevhîd” akā’id-i dîniyyeyi isbât için edille-i yakīniyyeden bahseden ilimdir. Semeresi zât-ı Vâcibu’l-Vücûd’- un ve rusül-i kirâmın sıfâtını berâhîn-i kat’iyye ile öğrenip sa’âdet-i ebediyyeye nâ’il olmaktır. Bir ilmin şerefi ma’lûmun şerefi ile mütenâsib olacağından ve bu ilm-i celîl ise Zâtullah ile enbiyâ-yı izâm hazerâtına ta’alluk ettiğinden ulûm-ı dîniyyenin asıl ve esâsı ve bilcümle ulûmun ecell ü a’lâsıdır. “Tevhîd”‘in asıl ma’nâsı Cenâb-ı Vâcibu’l-Vücûd’u bir ve şerîkten berî i’tikād etmek olup Zâtullâh’dan, Zâtullâh’a isbâtı vâcib veyâhûd isbât ve nefyi câ’iz olan sıfâttan, rusül-i kirâmından, rusül-i kirâmının isbât-ı risâletden, kendilerine isnâdı câ’iz veya mümteni’ olan husûsâtdan bahseden ilme de alem olmuştur ki vech-i tesmiye bu ilm-i şerîfin en mühim cüz’ü “tevhîd” mebhası olmasıdır. Filhakīka Cenâb-ı Hakk’ın zâtında, sıfâtında, ef’âlinde vâhid olduğuna ve merci’-i ekvân ve müntehâ-yı mekāsıd yalnız o olduğuna inanmak i’tikād-ı sahîhin temel taşı mesâbesinde olduğu cihetle enbiyâ-yı selefin ve bâ-husus Nebî-yi âhir zaman aleyhi salavâtu’r-rahman Efendimiz hazretlerinin bi’set-i şerîfelerinden en büyük maksad budur. İlm-i tevhîdin mebnâsı delîl-i aklî olup mu’tekadât-ı sahîhayı isbât için delîl-i naklîye nâdiren mürâca’at edildiği ve bu delâ’ilin îrâd ve takviyesi için müdâvele-i bahs ü kelâma mecbûriyet hâsıl olduğu için “İlm-i Kelâm” dahi tesmiye olunmuştur. Akā’id-i hakkayı takrîr ve lisân-ı enbiyâdan sâdır olan hakāyıkı îzâh ve tebyîn için vaz’ edilen bu ilim zuhûr-ı İslâm’dan evvel dahi mevcûd idi. Her ümmetde rü’esâ-yı dîn tarafından muhâfaza-i akāyide çalışılır idi. Lâkin târîh-şinâsânın ma’lûmu olduğu üzere bu rü’esâ rusül-i kirâmın kendilerine telkîn buyurdukları dînin safvet ve nezâhetini hakkıyle muhâfaza etmedikleri ve tarîk-ı Hak’- dan udûl ederek doğruyu yalan, yanlış birçok şeylerle tahrîf ettikleri için isbât-ı müdde’â zımnında delîl-i aklîye mürâca’at etmek ve tabî’at-ı mevcûdâtdan nizâm-ı kâ’inatdan istinbât olunan ve hiçbir akl-ı selîm tarafından inkâr edilemeyen kavânîn ve hakāyıka binâ-yı re’y ü i’tikād eylemek cihetine asla yanaşmazlardı. Hattâ onların ilzâm-ı hasm için dîn nâmına sevk eyledikleri edille ile akıl arasında mübâyenet-i tâmme mevcûd olduğu cihetle ekseriyâ akıl ile dînin imtizâc kabûl etmez iki düşman olduğunu iddi’â ve İlm-i Kelâm nâmıyle ortaya koydukları kitabları ma’nâsız te’vîlât ve tefsîrât ile doldurmak cehele-i nâsı evhâm ve hayalât ile korkutmakla iktifâ ederlerdi. Biraz da aklına danışarak keşf-i hakāyıka çalışanlara ve bu sûretle dîne karıştırdıkları i’tikādât-ı bâtıladan dolayı cüz’î şüphe eder gibi görünenlere karşı en birinci silahları “Sakın düşünme dalâlette kalırsın” gibi sözlerle hâssa-i mülâhaza ve temyîzlerini ellerinden almakdan başka bir şey değildi. İ’tikādın bu tezebzübüne, en büyük mevhibe-i Sübhâniyye olan aklın bu mahkūriyetine hâtime çeken bi’set-i Muhammediyye (sallallahü aleyhi ve sellem) ve nüzûl-i Kur’ân oldu. Kur’ân-ı Kerîm i’tikādât-ı zâyifeyi mahv için sâ’ika-yı semâvî, zulümât-ı cehl ü gabâveti sıyırmak için berk-i cihân-firûz-ı İlahî oldu. Dîn-i Mübîn’i telkīn için kütüb-i semâviyyeden hiçbirinin açmadığı bir şehrâhı açtı. Hâdî-i Mutlak’ın hitâb-ı izzetiyle açılan bu şehrâh-ı selâmet yine vedî’a-i [38] Rahmân olan akl u fikre silm-i urûc olmak üzere gösterilen şehrâh-ı hidâyetden başkası değildi. On dört asır evvel yaşayan cem’iyet-i beşeriyye o tarîk-i müstakīmden kemâl-i emn ü selâmetle gittiği gibi bundan sonra da bu hâkdânda insan nâmı pâyidâr oldukça yine gidilebilecekdir. Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân nübüvvet-i Muhammediyye’nin sıhhatini isbât için ezmine-i sâlifede ba’s-i enbiyâyı isbât için tutulan tarz ile istidlâl etmedi. Delîl, yine kendisinin Kelâmullah olduğuna; bülegâyı i’câz eden, hukūk-ı beşerin fevkinde olan, mâverâ-yı serâdikāt-ı celâlden sudûruna hiçbir ârif-i sühân-şinâsı iştibâhda bırakmayan fesâhat ve belâğat-ı hârikulâdesini hasr ederek makām-ı ulûhiyete dâir bilmekle veyâhûd i’tikād etmekle mükellef olduğumuz şeylerin kâffesini telkīn etti. Lâkin bunların hiçbirine körükörüne inanmayı teklîf etmedi. Hepsini temhîd eylediği berâhîn-i sâtı’a ile te’yîd etti. Mezâhib-i muhâlife erbâbını hamiyet-i sâlife-i samedâniyye ile ilzâm ve ifhâm etti. Hayret-bahş-ı idrâk olan bu mücâdelâtda muhâtabı hep akl-ı selîmdir. Ehl-i iz’ânı iknâ için dâima akıllarını sâha-yı bî-intihâ-yı avâlime sevk ediyor. Acâyib-i mülk ü melekûtu göstermek için destyâri-i irşâd-ı İlâhî ile cihân cihân dolaştırıyor. Nizâm-ı bedi’-i ekvânı tedkīk etmeyi, âfâk ve enfüsteki âyât-ı beyyinât-ı kudreti seyr ü temâşa eylemeyi emrediyor. Tilâvetiyle halâvetyâb olanları ikide birde; أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِن جِنَّةٍ إِنْ هُوَ إِلاَّ نَذِيرٌ مُّبِينٌ أَوَلَمْ يَنظُرُوا فِي * مَلَكُوتِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّهُ مِن شَيْءٍ * Bunlar düşünmüyorlar mı ki Hazret-i Muhammed aleyhisselâmda cünûn yokdur. O zât-ı şerîf ancak vazîfe-i risâletini alenen icrâ eder bir nezîrdir. Bunlar melekût-ı semâvât ü arza ve Cenâb-ı Hak’ın her ikisinde sâha-i vücûda getirdiği acâyib halka bakmıyorlar mı? [A’râf, 7/184-185.] CİLD 1 - ADED 3 - SAYFA 39 SIRÂTIMÜSTAKĪM 35 * أَفَلَمْ يَنظُرُوا إِلَى السَّمَاء فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَاوَمَا لَهَا مِن فُرُوج ** وَفِي اْلأَرْضِ آيَاتٌ لِّلْمُوقِنِينَ وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلاَ تُبْصِرُونَ أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي اْلأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا *** لاَ تَعْمَى اْلأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ قُلْ سِيرُوا فِي اْلأَرْضِ فَانظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللَّهُ يُنشِئُ النَّشْأَةَ اْلآخِرَةَ إِنَّ 1 اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ gibi ayât-ı kerîme ile îkāz ediyor. Dîde-i basîretlerini perde-i gaflet bürümüş olanları, i’mâl-i fikr ü nazardan tehâşî edenleri; لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا **** أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ gibi takrî’ât-ı şedîde ile tezlîl ve tahkīr ediyor. Ekvâna hâkim olan kavânîn-i İlâhiyye’nin teğayyür ve tebeddülden masûn olduğunu i’lân eden, Kur’ândır. ***** سُنَّةَ اللَّهِ الَّتِي قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلُ وَلَن تَجِدَ لِسُنَّةِ اللَّهِ تَبْدِيلاً Husemâ-yı dîn ile mübâhase ve mücâdele ederken gaflet ve şiddetten tevakkī edilmesini emreden yine Kur’ân’dır. وَلاَ تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ ****** كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ ******* وَلَوْ كُنتَ فَظّاً غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ * Bunlar başlarının üzerindeki bünyâd-ı mu’azzam-ı semâvâta bakmıyorlar mı? Onu her türlü uyûbdan sâlim olarak nasıl binâ edip nasıl tezyîn ettiğimizi düşünmüyorlar mı? [Kâf, 50/6.] ** Ehl-i îkān için yeryüzünde kudret ve vahdâniyet-i ilâhiyyeyi isbât eder nice delâ’il vardır, nefsinizde bir çok âyât-ı beyyinât mevcûddur. Siz bunlara bakmıyor musunuz? [Zâriyât, 51/20-21.] *** Yâ Muhammed! Münkirîne de ki, yeryüzünde seyr ü sefer edip etrafınıza nazar-ı ibretle bakın! Cenâb-ı Hakk’ın bunca mahlûkātı nümûnesiz olarak yokdan nasıl var ettiğini görün, sonra âhiretde de kendilerini işte böylece bir daha ba’s ü haşr edecekdir. Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak her şey’e kādirdir. [En’âm, 6/11.] 1 Ankebût, 29/20. **** Onların kalbleri vardır, lâkin onunla tarîk-i hayr ü hidâyeti bulamazlar, gözleri vardır, lâkin onlarla kâ’inâta nazar-ı ibretle bakamazlar. Kulakları vardır, lâkin mevâ’iz ve hakāyıkı istimâ’ etmezler. Bunlar hayvan gibidir, belki nef’ ü zararlarını bilmedikleri için hayvandan da ziyâde dalâlettedirler. İşte bunlar gâfillerdir. [A’râf, 7/179] ***** Bu öteden beri cârî olan sünnet-i ilâhiyyedir. Sünnet-i ilâhiyye’ye ise tebdîl ve tahvîl ârız olduğunu göremezsin. [Fetih, 48/23] ****** Seyyi’e ile hasene hiç bir zaman müsâvî olmaz. Bir seyyi’e gördüğün vakit onu daha güzel bir sûretle def’ et! Gazaba karşı sabır ve hilm, cehle karşı ilm, kötülüğe karşı afv ile mukābele et! Böyle yaparsan seninle arasında adâvet olan kimse bir de bakarsın ki yâr-ı cân gibi olmuş. [Fussilet, 41/34] ******* Kasvet-i kalb sâhibi bed-ahlâk bir kimse olaydın, senin yanından dağılırlardı. [Âl-i İmrân, 3/159] İşte görülüyor ki akıl ile din beyninde uhuvvet-i tâmme bulunduğunu bir nebî-yi zî-şân lisânından te’vîl kabûl etmeyecek sûrette en evvel i’lân eden, ma’lûmât-ı dîniyyeyi rü’- esâ-yı ruhâniyyenin yed-i inhisârından kurtaran, aklı mudîk habsinden çıkarıp nihâyetsiz fezâlarda cevelânına müsâ’ade eden kitâb-ı semâvî Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’dır, bunun içindir ki kâffe-i ehl-i İslâm, kazâyâ-yı dîniyye meyânında vücûd-ı Bârî’yi bilmek Cenâb-ı Hakk’ın irsâl-i rusüle kudreti olduğunu i’tikād etmek gibi husûsâtın ancak tarîk-ı akl ile tasdîk edilebileceğine ve ahkâm-ı dîniyyede fehm ü idrâkin yetişemeyeceği şeyler bulunsa bile aklen müstahîl olan şeyler bulunamayacağını müttefikan karar vermişdir. –mâba’di var– Ahmed Naim NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE Sûre-i Bakara: Âyet 30 وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ “Yâd et ol demi dahi ki; Rabbin meleklere ben rûy-i zemînde halîfe (nasb ü ta’yîn) edeceğim dedi. Onlar dediler ki (nesil ve zürriyeti) yeryüzünde fesâd edecek ve (bi-gayri hakkin) kanlar dökecek kimseyi mi [39] orada halîfe edeceksin. Hâlbuki biz sena hamd ederek tesbîh ve seni takdîs ediyoruz.” Bize lütf u ihsân ettiğin sunûf-ı ni’am ve avâtıf üzerine hamd ü senâ ile herdem zât-ı akdesini tesbîh ve tenzîh etmekte ve şân-ı ulûhiyetine lâyık uluvv ü izzet ile tavsîf eylemekte olduğumuz hâlde rûy-ı zemînin imâret ve ıslâhına orada fesâd edecek ve sefk-i dîmâ eyleyecek kimseleri mi halîfe nasb ü ta’yîn buyuracaksın, ehl-i tâ’at yerine ehl-i ma’siyeti mi kā’im edeceksin, yâ Rabbenâ bundaki hikmet-i bâliga nedir? Cenâb-ı Hak buyurdu ki; “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” (Bu istihlâfda bu halk ü îcâdda size müncelî olmayan hikem ü esrâr vardır.) Lem’a Bu hâk-i sâfilde fikr-i beşer, havâss-ı mütebâyineyi câmi’ bulunan insanın halk ve îcâdındaki hikmet-i âliyeyi ancak âyet-i kerîmenin mutazammın olduğu remz ü işâret mikdârında fehm edebilir. Kemâ hüve hakkahû fehm ü ittilâ’ı olsa olsa bütün hakāyık ve esrârın münkeşif olacağı yevm-i meşhûdda nasîb ü müyesser olabilir. O yevm-i meşhûdda kim bilir ne tefhîm ü tefehhümler ne cilve ve hâletler zuhûr edecektir. Sâhib-i Teysîr dedi ki tesbîh: Zât-ı Ulûhiyyete lâyık olmayan şeyi nefy etmek, takdîs: Ona lâyık olanı isbât eylemektir. Şeyh Dâvûd el-Kayserî kuddise sırruhû hazretleri dahi tesbîh takdîsten e’ammdır. Zîrâ tesbîh Cenâb-ı Hakk’ı nekāis-i imkân ve hudûsden tenzîh olup takdîs ise nekāis-i mezkûre ile beraber ekvânın kemâlât-ı mahdûdesinden zât-ı ulûhiyyeti tenzîh etmekdir dedi. - Rûhü’l-Beyân. 36 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 3 - SAYFA 40 Sûre-i Bakara: Âyet 164 إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِن مَّاء فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخِّرِ بَيْنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ Semâvât ve arzın (ukūl-i beşeri fehm-i esrârından âciz bırakan bedâi’-i sanâyi’ ile) halk ve îcâdında ve leyl ü nehârın te’âkubunda ve nâsa (envâ’-ı menâfi ile) nef’î olarak deryâda cereyân eden süfünde (deryâya hâmil-i süfün olacak hâssa ihsânıyle onun beyne’l-akvâm mübâdele-i emvâle ve husûl-i ribh ü menfa’ate vâsıta olmasında) ve semâdan Zât-ı Bârî yağmur inzâliyle yeri öldükten (kurudukdan) sonra ihyâ etmesinde (arzın kuvvetini tecdîd ederek gûnâ gûn nebâtât, eşcâr, ezhâr ile ona hüsn ü revnâk vermesinde) ve rûy-i zemînde her nevi’ mahlûku bes (ve neşr) eylemesinde ve rüzgârları cihât-ı muhtelifeden estirmekte ve yer ile gök arasında (fermân-ı ilâhîye münkād ve) müsahhar olan bulutları (iktizâ eden mahallere) sevk eylemekte te’akkul eden kavim için (çeşm-i irfân ile atf-ı nigâh edenler için Zât-ı Bârî’nin kudret-i kāhire, hikmet-i bâhire, rahmet-i vâsi’asına delâlet eder) nice azîm nişâneler vardır (Bunlar ulûhiyyetin Cenâb-ı Hakk’a ihtisâsını iktizâ eder. Bunlar Zât-ı Bârî’nin vücûdunu vahdâniyetini sâir sıfât-ı kemâliyyesini nâtık olmakla ibâdetin zât-ı ulûhiyyetine tahsîsini îcâb eyler). Bu âyet-i kerîmede Resûl-i Ekrem Efendimizden vücûd-ı Bârî’yi musaddak âyât ve alâmât talebinde ilhâh eden müşrikînin cehline ve sehâfet-i ukūlüne ta’rîz var. Zîrâ serd olunan âyât ve delâ’ilde te’emmül eden ehl-i irfân bunlardan her birini Zât-ı Bârî’nin vücûdunu vahdâniyetini ve sâir sıfât-ı kemâliyyesini nâtık bulur da bu âyât ve delâ’il ile sâir âyât ve delâ’ilden müstağnî olur. Her şey nazar-ı ehl-i irfânda vücûd-i Bârî’ye nişânedir vahdâniyetine bürhân-ı mücessemdir. Her zerre lisân-ı hâl ile “yâ Hak” diye nidâ ediyor. هر كياهى كه از زمين رويد وحده لا شريك له كويد Câmî Ecrâm-ı semâviyye bir nizâm-ı hayret-fezâ ile durmayıp deverân ediyor. Menâfi’-i beşere hizmet için bunca eşyâ fermân-berdâr. Arzda makāsıd-ı muhtelife-i insâniyyeye müdâfa’a olarak karalar deryâlar dağlar ovalar dereler tepeler var. Kimi yerinde pınarlar fışkırıyor kimi yerini ırmaklar saky ü irvâ ediyor. bazı yerleri kumluk bazı mahalleri taşlık. bazı mevâzı’ı zirâ’ate sînesini küşâd etmiş hâk-i nermîn. Cümlesi insanları fa’âliyete da’vet ve teşvîk eyliyor. Leyl ü nehâr te’âkub ediyor. İştigâl ve mu’âşeret için gündüzler şems ile ziyâdâr. Geceler ise hâb ü sükûnu bast ü temhîd ediyor. İş gören a’zâ biz uykuda iken dinlenip tecdîd-i hayata hizmet eden diğer a’zâ hareket ediyor. Böyle fâsıla-i latîfe ile meşâkk-ı nehâr ta’dîl ve ukûl tecdîd edildikten sonra bütün kâ’inâta taze hayat vermek ve insanları tekrar işleri başına da’vet etmek için müte’âkıben gece nehâra avdet ediyor. 1 وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتاً وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ لِبَاساً وَجَعَلْنَا النَّهَارَ مَعَاشاً Bakınız o mağz-ı Kur’ân “sübât”ı ne ârifâne tefsîr ediyor gönülleri nasıl cezbedâr eyliyor: شب كند منسوخ شغل روز را بين جمادئ خرد افروز را باز شب منسوخ شد از نور روز تا جمادي سوخت زان آتش فروز كرچه ظلمت آمد آن نوم سبات ني درون ظلمتست آب حيات «...ني دران ظلمت خردها تازه شد» سكتة سرماية آوازه شد» كه زضدها ضدها آيد بديد در سويدا روشنايي آفريد [40] Suya tevdî’ buyurulmuş sır ve hâssa ile sath-ı deryâda sefîneler batmayıp yüzüyorlar ve bu sebeb ile deryâ beyne’l-akvâm vâsıta-i ticâret oluyor. İrâde-i aliyye-i ilâhiyye mûcebince hava ve harâret-i şems gibi esbâb-ı semâviyye ile a’mâk arasında cevv-i havaya yükselen ebhûrdan sehâb husûle gelerek ondan zemîne bârân nâzil olmasıyla o kurumuş yerlere taze hayat geliyor. Bağlar, ekinler, çimenler çiçekler ile müzeyyen oluyor, hüsn ü revnâkı artıyor. Binlerce bin zî-rûhlar ve bilhassa insanlar yer yer yayılmış hân-ı ni’met-i Rabbaniyye’den nevâle-çîn-i âtıfet ve inâyet oluyorlar. 2 وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيّ Rüzgârlar bir cihetten öbür cihete gâh sert gâh hafîf gâh soğuk gâh sıcak esiyor. Mâ-bihi’l-hayât olan hava bir an kesilse bütün zî-rûh helâk olur ve rûy-i zemînde her şey te’- affün eder idi. Sehâb-pâreler ecniha-i riyâh üzerinde ufkun bir ucundan öbür ucuna uçuşup gidiyorlar. Bunlar güneşin kızgın şu’âlarını men’ ediyor. Ve kuraklık zamanında yerleri irvâ ediyorlar. Başımızın üzerinde mu’allâk olan bu azîm su hazîneleri birden bire boşanmıyor. Bârân mu’tedil olarak nüzûl ediyor. İnsan sa’y-i mütemâdî ile bi-hasebi’t-tâka esrâr-ı tabî’at ve fıtratı günden güne keşf ederek dâire-yi ma’- lûmâtını tevsî’ eyledikçe buhâr ve ziyâ gibi nice umûru nice sûretle menâfi’inde istihdâm ediyor. 3 وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا Bu ve bu gibi nice nice hâlât-ı hayret-fezâyı te’emmül edenler kābil midir ki vücûd-i Bârî’yi i’tirâf etmesin. Bu sanâyi’-i bedî’ada, bu tasarrufât-ı aliyyede, fikr-i beşere taraf-ı Bârî’den inâyet ve ihsân buyurulan bu derece vüs’at ve iktidârda, kudret ve azamet ve merhamet-i Hâlık’ı seyr ü temâşa etmesin. Mümkün müdür ki; ibâdetde ma’bûd-i zî-şânına aceze-i mahlûkātı kemterîn-i eşyâyı teşrîk etsin. Keşşâf’ta mestûr olduğu üzere Hâce-i Kâ’inât aleyhi-efdali’t-tahiyyât 1 Nebe, 78/9-11. 2 Enbiyâ, 21/30. 3 İbrahim, 14/34. CİLD 1 - ADED 3 - SAYFA 41 SIRÂTIMÜSTAKĪM 37 efendimizden mervîdir ki 1 (بها جّفم الآية هذه قرأ لمنٌ لْيَو (buyurulmuşdur. Bu âyeti okuyup da onda tefekkür ve te’emmül etmeyen kimseye yazıklar olsun demektir. Asfiyâ-yı ümmet her şeyde acâ’ib-i kudret-i rabbâniyye’yi mütâla’a etmişlerdir. Tefsîr-i Râzî’de hikâye olunmuştur ki bir gün birisi nezd-i cenâb-ı Fârûk’da; “Şu satranca te’accüb ederim satranç tahtasının tûl ve arzı birer arşından ibâret iken insanın üzerinde binlerce oyun oynasa bir oynadığı oyun mutlaka öbürüne benzemez” dedi. Hazret-i Fârûk radiyallahu anh şu cevabı verdi: “Bundan daha hayret-efzâ budur ki insanın tûlen ve arzan birer karıştan ibâret bulunan yüzünde kaşlar gözler burun ağız gibi a’zânın yerleri kat’an tegayyür etmediği hâlde, yine şark ve garb-ı âlemde yüzleri birbirine tamamına benzer iki âdem bulamazsın. Şu ufak bir deri parçasından bu hadd ü pâyansız ihtilâfları gösteren o kudret ve hikmet ne kadar büyük.” Yâ ruhsârda o kadar hüsn ü melâhat ve gözlerde bu kadar hüner ü san’at ibrâz eden kudret-i fâtıra daha az mı muhayyeru’l-ukūldür. Bunlar gözlerimizin önüne konmuş âyât-ı rubûbiyyetdir. Yâ Müste’ân! Bizleri Resûl-i Ekrem ve Habîb-i Muhterem’in hürmetine levha-i mükevvenâtta mürtesem âyât-ı rubûbiyyetini, kemâl-i lezzet ile temâşa eden zümre-i asfiyâya ilhâk et! Mahkeme-i Temyîz A’zâsından Bereketzâde İsmâil Hakkı MU’CİZÂT-I KUR’ÂNİYYE Kur’ân-ı Azîmu’ş-şân, ki gaybü’l-guyûb-i ehadiyyetden câme-i can-rübâ-yı Arabiyyetle sâha-i teblîğ ü risâlette ferman-fermâ-yı ehadiyyet olan bir kitâb-ı celîl-i samedânîdir. Her sûresi bir gencîne-i cevâhîr-i me’âlî, her cümlesi bir silk-i le’âlî-i avâlîdir. Her kelimesinde binlerce hikem ü esrâr münderic, her harfinde nice nice nüket ve dekā’ik mündemicdir. Hisse-bahşâ-yı ahlâf olan kasas-ı sâlifeyi âyîne-i saykal-dâr-ı istikbâle aks ederek bir sahne-yi temâşâ-yı ibret teşkîl eden Kur’ân’dır. Edyân-ı muhtelife ve mezâhib-i mâziyeyi hâdde-i tedkīk-i nesh ü isbâtdan geçirerek gayr-i kābil-i indirâs bir sırât-ı müstakīm temdîd eden Kur’ân’dır. Ahlâk-ı insâniyye tehzîb edile edile müntehâ-yı kemâle vâsıl olsa yine ahlâk-ı Kur’âniyye’ye tevâfuk etmekle hâiz-i nisâb-ı takdîr ve bedâyi’-i fenniyye telâhuk-ı efkâr ile tekâmül ede ede nihâyet bulsa ancak hakāyık-ı Kur’âniyye’yi keşf ü tavzîh edebilmek sûretiyle hayret-efzâ-yı tefsîr olur. Bir zamanlar nazm-ı garîb ve üslûb-ı acîbiyle füsehâ-yı Benî Adnan’ı bir zamanlar da ahbâr-ı sâdıka ve ahkâm-ı bârikasıyle bütün cihân-ı cihâniyânı mebhût ü hayrân eden o Kitab-ı Kudret bugün her fikr-i teceddüd-âverin yegâne mürâca’atgâh-ı irfânı ve her akl-ı hakīkat-perverin kıstâs-ı sahîhü’l-mîzanı olmakla mu’cize-nümâ-yı hikmet oluyor. چيست اين سقف بلند سادة بسيار نقش، زين معما هيچ دانا درجهان آكاه نيست 1 Zemahşerî, Keşşâf, Bakara 2/164’ün tefsîrinde. beytinin mâ-sadak-ı hakīkati olan o hakāyık-ı Kur’ânî o kubbe-i minâ-fâm-ı esîrin müşkilâtını halleden kozmoğrafya mı câmi’ değildir. Hülâsa-i mevcûdât olan nev’-i benî beşerin mehd-i vücûdu olmakla taht-gâh-ı âlem-i tabî’at bulunan ümmühât-ı süfliyye ve tabakāt-ı arziyyeye nazar-endâz-ı im’ân olalım. Hakāyık-ı Kur’ân, o sâha-yı garrâ-yı fıtratın sûret-i teşekkül ve küreviyyetini ve bihâr ve enhârının sûret-i tehassül ve hikmetini ve cibâl ü sahârîsinin hayât-ı medeniyyedeki te’sîr ve menfa’atini mübeyyin fünûn-ı tabî’iyyeyi mi hâvî değildir? Her mevcûdun kemâlini, her zî-hayâtın serâ’ir-i ahvâlini nüsha-i kübrâ-yı hüviyetinde cem’ etmek ve iç yüzünce hakka ve dış yüzünce halka te’allukla bin-nefs Sânî-i Lemyezel’in burhân-ı sâtı’-ı sübûtu olmak sûretiyle merdüm-i dîde-i ekvân olan insanı pîş-i i’tibâra alalım. Kur’ân-ı sâtı’ulbürhân, o sultân-ı selâtîn-i hilkatin esbâb-ı izz ü sa’âdetini, vesâ’it-i sıhhat ü âfiyetini, vesâ’il-i tekâmül ve ma’rifetini ve ebnâ-yı cinsiyle sûret-i ictimâ’ ve ma’îşetini mühlikât-ı maddiyye ve ma’neviyyesini ve mudarrât-ı dünyeviyye ve uhreviyyesini mutazammın hukūk, cezâ, tıb, ahlâk, mevâ’iz, hikemiyyâtın en dakīk mesâ’ilini mi ihtivâ etmemiştir?.. [41] Âfitâb-ı âsuman sâha-i vesî’atül-enhâ-yı âfâkının vüsa’tine göre neşr-i envâr ettiği gibi o âfitâb-ı evc-i tecellâ ve irfân olan Kur’ân da keşfiyyât-ı fenniyyenin bedâyi’-i tabî’iyyenin cem’iyet-i medeniyyenin ma’ârif-i insâniyyenin terakkī ve tekâmülüne göre izhâr-ı hakāyık ü esrâr etmekde olduğu bil-bedâhe görülüp duruyor. Her ne zaman zîver-i zebân-ı kāri’în olsa şâhid-i dil-rübâ-yı halâvet ve tarâvetiyle ef’ide-i münevvere-i müstemi’îni teshîr ve ahkâm-ı celîle-i ilâhiyyesi müsta’id-i hidâyet olan vicdânlar üzerinde zevk ve heybetten mürekkeb bir keyfiyet-i mü’essire takrîr ederek uyûn-ı müntebiheyi girye-i safâya ve kulûb-i selîmeyi havf u recâya, efkâr-ı sahîhayı vâdî-i hayrete, ebdân-ı mutî’ayı kıblegâh-ı ceberûta karşı teveccühe ve ibâdete mecbûr eder. O neşve-i can-fezâ-yı hakīkatın zevâlini müte’âkib hayyiz-ârâ-yı husûl olan sükûn-i rûhanî üzerine de insan el’ân kuvve-i sâmi’asında hüküm-fermâ-yı te’sîr olmakta bulunan o kelâm-ı lâhûtînin haclegâh-ı teblîğe henüz şeref-efzâ-yı nüzûl olmuş bir kitab-ı ilâhî olduğuna kā’il olacağı gelir. Elhâsıl Kur’ân cemî’ menâfi’ ü mefâsid-i beşeriyye ve bilcümle usûl ü kavâ’id-i medeniyyeyi mübeyyin bir kitâb-ı bedî’ü’t-tibyândır ne tekādüm-i zaman ile tebeddül ve ne mürûr-i eyyâm ile tegayyür eder, câmi’-i ulûm-i evvelîn u âhirîn elhak 2 .dir) وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ) Cismanî ve ruhânî maddî ve ma’nevî dünyevî ve uhrevî bu tekâmül-i hakīkīye mebnîdir ki onunla kütüb-i münzele-i semâviyye şerefyâb-ı intihâ ve sâhib-i celîl-i akdes olan nûr-i ayn-i âlem Efendimiz de hâtime-pîrâ-yı cemi’ enbiyâ olmuşdur. Ezcümle sabâhu’l-hayr-ı hürriyyetin şa’şa’a-i uyûn-ârâsıyle nihâyet bulan o şeb-i dehşet-engîz-i istibdâdda yollunu şaşırarak nereye gittiğini ve nereye basacağını bilmeyen a’mâlar gibi başlarımızı duvar-ı zulm-i i’tisâfa vurarak ellerimizi rast gele bir istinâd-gâh-ı emel bulmak için her tarafa uzattığımız sırada idi ki Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’dan iş- 2 En’âm, 6/59. 38 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 3 - SAYFA 42 bu: 1 i-âyet) وَكَمْ قَصَمْنَا مِن قَرْيَةٍ كَانَتْ ظَالِمَةً وَأَنشَأْنَا بَعْدَهَا قَوْماً آخَرِينَ) celîlesi gûyâ bizim şu yâr ü ağyârı ağlatan ahvâl-i perîşânımızı netîcesiyle müfessir olmak üzere henüz nâzil olmuş bir fermân-ı ilahî zan olunurdu. Âyet-i celîlenin me’âl-i münîfi “Çok karye ve memleket ahâlisi ki zâlim ve mu’tesif ve tevhîde münâfî ahvâl ile muttasıf idiler biz onları kırıp ifnâ ve onlardan sonra başka bir kavmi halk ve inşâ eyledik” demektir. Şu hâlde şimdiye kadar fikirlerini düşünmekten dûçâr-ı haşyet ve gönülleri netâyic-i elîmesinin tasavvuruyla giriftâr-ı dehşet eden ve tahayyülü vücûdları titreten ve tefevvühü tüyleri ürperten nasıl hevl-nâk müntec-i helâk veleh-rubâ bir uçurumda bî-mehâbâ oynamakda imişiz. İşte bir kavmin yegâne sebeb-i bekā ve te’âlisi adl ü dâd ve mûcib-i mahv ü perîşânîsi zulm ü istibdâd olduğu mes’elesinin sübûtu da mu’cizât-ı Kur’âniyye’dendir. Hele sayyâdân-ı istibdâda hizmet ile zevk-âşâm-ı meserret olmak mezâlim-hânelerini zâlimâne yıktıkları bir takım bî-çâregân evlerinin enkāzıyle yapmak isteyen ve menâfi’-i şahsiyyelerini elhâsıl ebnâ-yı cinsin mazarrâtında arayan cism-i millet sülüklerinin hüsn-i îfâ-yı vazîfe nâmıyle her gün bir ma’sûmun kanını sorup tükettiklerini gördükçe 2 وَلاَ تَرْكَنُوا إِلَى الَّذِينَ ) okunmamış hiç evvelce gûyâ celîlesi i-âyet) ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ ve istimâ’ edilmemiş gibi mehâbet-efzâ-yı sünûh olarak o havane-i mezellet-masîrin ef’âl-i denâ’et-iştimâli nasıl bir cezâ-yı âteşîn ile netîce-pezîr olacağını gösterdi. Âyet-i celîlenin ma’nâ-yı şerîfi, “Ey kullarım zâlimlere meyl-i cüz’î ile de meyl ü muhabbet ve müdâhane ve muhâlatat etmeyin zîrâ onlara meyl ederseniz sizi nâr-ı cehennem messeder” demektir. İmdi zâlimlere meyl ü muhabbetin cezâ-yı sezâsı nâr-ı cehennem olunca bizzât safahât-ı hayâtı bir hâ’ile-i hûnâlûd olan zalemeye mu’âvenet ve belki zulm ü i’tisâfı te’- mîn-i ikbâl ve istikbâlince medâr-ı muvaffakiyyet addeden erbâb-ı hıyânetin hâli ne olacakdır 3 .(فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَبْصَارِ) 20 Ağustos sene 324 Dersa’âdet İstînâf Mahkemesi Hukūk Re’îsi Mâhir İ’CÂZ-I KUR’ÂN Ne mehâbetli ünvân!.. Ekber-i âyât-ı ilâhiyye, a’zam-ı beyyinât-ı Muhammediyye, kâfil-i kâffe-i se’âdât-ı beşeriyye, câmi’-i gâyât-ı kavânîn-i medeniyye olan Furkān-ı bâhirü’l-bürhân-ı İslâmînin beyân-ı i’câzı… Ne tâkat-güdâz bir bâr-ı girân!.. Evet Hazret-i Kur’ân, fesâhat-i hârikulâdesi, belâğat-i muhayyerü’n-nühâsıyla sanâdîd-i sühan-verân-ı âlemi i’câz eylediği kadar bu i’câzını yazmak isteyenleri dahi âciz bırakmıştır. Bu vâdîye müteveccih olan hâme-i beyân vehleten kendisini pek heybet-efzâ bir deryâ-yı cûşân-ı belâğat pîşgâhında görüp hareket-i cevvâlânesi bir sükûn-i ânîye mübeddel olur. 1 Enbiyâ, 21/11. 2 Hûd, 11/113. 3 Haşr, 59/2. Avâlim-i ulviyyenin en bâlâ tabakāt ve safahâtına yetişecek kadar bir isti’dâd-ı tayerâne mâlik olan tâ’ir-i ulvî-i hayâl bir şems-i âlem-efrûz gibi âfâk-ı ulviyyâtı muhît olan mertebe-i bülend-i i’câz-ı Kur’ânîye mün’atıf oldukta civârına tekarrüb etmeden bir firâş-mütehâfit gibi dereke-i pestîye sukūt eder. Hiçbir delîle muhtaç olmayarak umûmen müsellem olan şu hakīkat-i kat’iyye ile beraber Hazret-i Kur’- ân’ın meftûn-ı ulviyyeti olan fuhûl-i erbâb-ı îmân asrımıza kadar bir çok hidemât-ı ber-güzîde îfâ ve füyûz-i bî-intihâsından âlemi hisse-mend etmeye himmet eyleyerek ulûm-i Kur’ân nâmı altında bî-hadd ü pâyân bir bahr-i firâvân-ı ilm ü irfân vücûda getirmişlerdir ki bunlar o cümledendir: İlmü ma’rifeti’l-Mekkî ve’l-Medenî, İlmü ma’rifeti evveli mâ-nezel, İlmü ma’rifeti esbâbi’n-nüzûl, İlmü ma’rifeti keyfiyyeti inzâli’l-Kur’ân, İlmü ma’rifeti esmâi’l-Kur’ân ve süverihî, İlmü ma’rifeti cem’il-Kur’ân, İlmü ma’rifeti adedi süveri’l-Kur’ân ve âyâtihî ve kelimâtihî ve hurûfihî, İlmü ma’- rifeti keyfiyyeti tahammüli’l-Kur’ân, İlmü ma’rifeti garîbi’lKur’ân, İlmü ma’rifeti’l-vücûh ve’n-nezâ’ir fi’l-Kur’ân, İlmü ma’rifeti i’râbi’l-Kur’ân, İlmü ma’rifeti’l-muhkem ve’l-müteşâbih, İlmü ma’rifeti mukaddemi’l-Kur’ân ve mu’ahharihî, İlmü ma’rifeti âmmi’l-Kur’ân ve hâssihî ve mücmelihî ve mübeyyenihî, İlmü ma’rifeti’n-nâsih ve’l-mensûh, İlmü ma’- rifeti’l-müşkil, İlmü ma’rifeti’l-mutlak ve’l-mukayyed, İlmü ma’rifeti’l-mantûk ve’l-mefhûm, İlmü ma’rifeti vücûhi’l-muhâtabât, İlmü ma’rifeti hakīkati elfâzi’l-Kur’ân [42] ve mecâzihâ, İlmü ma’rifeti’t-teşbîhât vel-isti’ârât, İlmü ma’rifeti’lhasri vel-ihtisâs, İlmü ma’rifeti’l-îcâz vel-itnâb, İlmü ma’rifet-i bedâi’il-Kur’ân, İlmü ma’rifeti fevâsili’l-âyât, İlmü ma’rifeti fevâtihi’s-süver, İlmü ma’rifeti havâtimi’s-süver, İlmü ma’rifeti münâsebâti’l-âyâti ve’s-süver, İlmü ma’rifeti’l-âyâti’l-müteşâbihât, İlmü ma’rifeti’l-ulûmi’l-müstenbatati mine’l-Kur’ân, İlmü ma’rifeti emsâli’l-Kur’ân, İlmü ma’rifeti mübhemâti’l-Kur’ân, İlmü ma’rifeti men nezel fîhimu’l-Kur’- ân, İlmü ma’rifeti fezâili’l-Kur’ân, İlmü ma’rifeti müfredâti’lKur’ân, İlmü ma’rifeti havâssi’l-Kur’ân, İlmü ma’rifeti tefsîri’l-Kur’ân ve te’vîlihî. Fühûl, işbu ilimlerden başka hüccet-i necât-ı âlemîn olan Hazret-i Kur’ân’ın kelâm-ı beşer ile hiçbir münâsebeti olmayıp sırf kelâm-ı rabbânî olduğunun kat’iyyen mertebe-i vuzûha vusûlüne hâdim olan ilm-i i’câz-ı Kur’ânîye dâir dahi birçok âsâr-ı müfîde yazmışlardır ki Huttâbî, Rummânî, Zemlekânî, İmâm Razî, İbn Süraka, Kādî Ebubekir Bâkillânî hazerâtının bu bâbdaki mü’ellefât-ı mahsûsaları başlıca şevâhid-i i’câz-ı Furkânîden ma’dûddur. Ancak bu ilmin erbâb-ı ihtisâsı âsâr-ı mezkûre içinden bilhassa Kādî Ebubekir Bakillânî’nin kitabını tercîh edip hattâ bu fende ona mu’âdil bir eser yazılmamış olduğunu beyân eylemişlerdir. Vâkı’â eser-i mezkûra nazar edenler eserin hakīkaten ebda’-ı âsârdan ma’dûd olduğunu tasdîkde tereddüt etmezler. Hazret-i Kur’ân’ın şi’r veyâhûd seci’ nev’inden olmadığı ve kelâm-ı şi’r ile kat’an münâsebeti bulunmadığı hakkındaki beyânât ve izâhât-ı müdekkikānesi şu’âra-yı cahiliyyenin ser-firâzı olarak âlem-i şi’r-i Arabî’nin tekaddüm-i edvâr ve vüs’at-i iktidâr i’tibârıyle en büyük üstâzı addolunan cenâb-ı İmri’u’l-Kays’ın şeh-nâme-i fesâhat ve belâğat olan CİLD 1 - ADED 3 - SAYFA 43 SIRÂTIMÜSTAKĪM 39 mu’allaka-i meşhûresi hakkındaki tenkīdât-ı amîka-i vâkıfânesi ve tâ mübelliğ-i celîl-i fermân-ı Kur’ânî olan Hazret-i Risâlet-me’âb’ın hutab-ı şerîfelerinden bed’ edip âlem-i İslâm’da yetişmiş olan birçok ekâbir-i hutabânın meşhûr hutbelerini derc ile onları enzâr-ı mukāyeseye arz eylemesi Hazret-i Bâkillânî’nin ilm-i i’câzda pek bülend bir iktidâra mâlik bir isti’dâd-ı celîl olduğunu isbât etmektedir. Ancak müşârun-ileyh bu bâbda mikyâsı lüzûmu nisbetinde vâsi’ tutmamış olduğundan matlaba şiddet-i irtibâtı derkâr olan bazı mebâhis-i mühimme hâric ez-dâire-i saded kalmışdır. Çünkü Hazret-i Kur’ân’ın her türlü iktidâr-ı beşer fevkinde olan belâğatı i’tibârıyle a’zam-ı mu’cizât-ı nebeviyye olduğu için birkaç bahse ihtiyâcımız tabî’î olduğu hâlde bunlar İ’câz-ı Bâkillânî’de münderic değildir. Zeynelâbidinzâde: Ebulfazl Seyyid Mehmed Nesîb BİR İKİ SÖZ Müslüman kadının erkekten kaçmasını garblılar öteden beri dillerine dolamış iken son zamanlarda bu âdet şarklıların da hoşuna gitmemeye başladı. Bizim kadınlarımız da nisvân-ı garb gibi olsa, erkeklerle bir arada yaşasa, evlerde kapanıp kalmasa da sanâyi’e sülûk etse gibi temennîler birçok ağızlardan işitilir oldu. Kâzım Efendi hocamız geçen haftaki makālelerinde bu gibi metâlibin ma’kūl olmadığını söylediler. Vaktiyle Mısır’da da aynı mes’ele meydân-ı münâkaşaya çıkmış, mestûriyyetin aleyhinde, lehinde, yazılar yazılmıştı. Muhâlifînin en şiddetlisi Kāsım Emîn Bey idi. Bu zât elMer’etü’l-Cedîde, Tahrîru’l-Mer’e nâmında iki eser neşretti. Bittabi’ ağır ağır mukābeleler gördü. Biz o zaman Ferid Vecdi’nin –bugün Mısır Cem’iyyet-i Milliyyesi re’îsidir– müdâfa’asını görmüş, hatta tercüme etmiş idik; bu nüshadan i’tibâren neşrine başlayacağız. Kendimizden de birkaç söz söylemek isterdik; lâkin tercümân olacağımız zât mes’eleyi etrâfıyla tedkīk etmişdir. Onun için sözü ehline bırakmayı daha münâsib gördük. MÜSLÜMAN KADINI Müellifi: Ferid Vecdi Cenâb-ı mü’ellif, vâcibi edâ yolunda, gâyet parlak bir dîbâce ile söze başlıyor, diyor ki: Ümmet-i İslâmiyye’nin teşkîl ettiği vücûdun bir cüz’ü olduğum için, ben de kadın mes’elesi hakkındaki mütâla’âtımı bildirmeye kendimde bir hak görüyorum. Bu, öyle bir mes’eledir ki, etrâfıyla tedkīk ederek hakīkate zafer-yâb olmak, tâ’ife-i nisvânın tehzîbini te’mîn edecek en doğru yolu bulmak için, bu gün muhibbân-ı terakkī hem-dest-i vifâk olmuşlar, alabildiğine çalışıyorlar. Binâ’en-aleyh cidden dehşet-nâk olan şu mes’ele-i ictima’iyyeyi, hâiz olduğu ehemmiyetiyle mütenâsib olabilecek bir sûrette tedkīke muvaffakiyetimi Cenâb-ı Hak’tan temennî ederim. Tâ ki, bu husûsda ta’kîb edilmek, yâhûd geri durulmak istenilen tarz-ı hareketin mâhiyeti kāri’în-i kirâmın nazarında lâyıkıyle te’- ayyün etsin. Vâkı’â, mes’elenin böyle başlı başına bir kitab yazmak külfetine değeri yoktur zanniyle beni, sözü uzatmış, yâhûd sadedden uzaklaşmış olmakla mu’âhaze edenler bulunabilir. Lâkin yakīnen bilirim ki, ekseriyet, bu mes’elenin kemâl-i im’âna liyâkatini, hattâ usûl-i sâire-i hayatiyyemizle aralarındaki alâkadan; irtibât-ı metînden dolayı bunun “mes’eletü’l-mesâ’il” ıtlâkına istihkākını bildiği için, bu teşrîhât-ı dûr-i dirâze hak vereceklerinden başka, bahsi daha bile ileri götürmemi isteyeceklerdir. Evet, halkın bir kısmı, kadın mes’- elesinin bu derece ehemmiyetli olmasını öteden beri istib’âd edip duruyorlar. Hattâ Tahrîrü’l-Mer’e mü’ellifi, mütâla’ât-ı mahsûsasını serde kalkıştığı günden i’tibâren, bunlar da “acaba beyefendi gibi yeni fikirli gençlerimizin ser-âmedânından bulunan bir zâtın pîş-gâh-ı im’ânında bu mes’eleden ziyâde bahs ü tedkīke şâyân bir mevzû’ yok mu idi?.. Erkeklerin tehzîb-i ahlâkına, ıslâhına âid mütâla’âtda bulunmak, kadınlarınkinden elzem değil mi idi?” demeye başladılar. [43] Lâkin ümemin terakkīlerindeki esrâra, inhitâtlarındaki esbâba vâkıf olanlar –ki zamanımızda az değildir– yakīnen bilirler ki, milletler bir derece-i ma’lûmeye kadar erkekler vâsıtasiyle irtikā ederler. Sonra bir takım mukteziyât-ı husûsiyye zuhûra gelir ki; bunlar, ümmetin terakkīsini tekmîl etmek, hey’et-i ictimâ’iyyenin hâlini bir kat daha yükseltmek husûsunda kadınların büyük bir te’sîre, azîm bir mevkī’e mâlik olmalarını îcâb eder. Biz bu hakīkati i’tiraf etmek, lüzûmunda berâhîn ile isbât edebilmekle şu’ûn-ı hayâtiyyemizden hangisinde olursa olsun, husûsiyle kadın işlerinde, ümem-i sâireden hiç birini taklîd etmek, onun gittiği yola gitmek lüzûmuna kā’il olanların kâffesine muhâlifiz. Zîrâ uzun uzadıya tetebbu’dan, hâdisât-ı târîhiyyeyi tedkīkten sonra anladık ki, taklîd eden kavim ile taklîd olunan kavim, en başlı medâr-ı mevcûdiyyetleri ne ise, onların arasında bir münâsebet bulunmak lâzımdır. Çünkü bu iki kavimden kavîsinin za’îfi üzerine tegallüb ile, onun anâsır-ı mevcûdiyyetini târumâr etmemesini kâfil olacak bir kuvvet var ise, o da bu münâsebetten ibârettir. Zîrâ ilm-i ictimâ’ ıstılahınca “taklîd” kelimesi, akvâm-ı za’îfe tarafından akvâm-ı kaviyyenin mü’essirâtı kâmilen kabûl edilerek, onların hareketleriyle tahrîk etmeye arz-ı teslîmiyyetden başka bir ma’nâyı müfîd değildir. Hâlbuki, akvâm-ı za’îfenin inkıyâd eyledikleri mü’essirât için pîşgâh-ı azm ü ikdâmında tesâdüf edeceği kuvâ-yı mukāvimenin kâffesini yıkıp devirmedikçe icrâ-yı fi’l etmek, o hareket içinde, kendinden matlûb olan ameli îfâ edebilmek mümkün değildir. İşte bundan dolayı taklîd olunan ümmet-i kaviyye, taklîd eden ümmet-i za’îfeye dest-i tegallübünü uzatarak, onun eczâ-yı mürekkebesini tahlîl eder, anâsır-ı mevcûdiyyetini kendi bedenine temessül ettirir. Hâlbuki, o iki kavmin medâr-ı mevcûdiyetleri arasında münâsebet mevcûd olur ise, o zaman beynlerinde muhâlefet bulunamayacağı cihetle, bunlardan biri yani mukallid olanı, kendi bekā-yı hayatına hiç bir hatar gelmeksizin öbüründen, taklîd sûretiyle istediğini alabilir. Şimdi, bizim ahvâlimizi, bir 40 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 3 - SAYFA 44 ictima’î-i vâkıfın müdekkik nazarı ile tedkīk eden adam, şüphesiz görecektir ki, ümmetimizin en başlı medâr-ı bekāsı olan kuvvet ile şu’ûn-ı hayatiyyede kendilerini taklîd etmek, tıpkı onlar gibi olmak istediğimiz ümmetlerden hiçbirininki arasında bir sûretle münâsebet, müşâbehet yoktur. Artık bu sözlerden anlaşılıyor ki, ümmete taklîd ile nasîhat etmek, mahv ü in’idâma boyun eğmesini tavsiye etmekten başka bir şey değildir. İlm-i ictimâ’ nazarında muhakkaktır ki, ümmetlerin terakkī-yi hakīkīsi ancak kendilerinden olabilir. Hele revâbıt-ı hayâtiyye i’tibâriyle, ümem-i müterakkiyye ile aralarında münâsebet bulunmaz ise, başka bir tarz-ı terakkī kat’iyyen mutasavver değildir. İşte onbeşinci asırdan, yani Avrupa erbâb-ı temeddünü ile ihtilâtlarından i’tibâren mahvolan Amerikan kabâ’ilini görmüyor musunuz? Acaba bu akvâmı mahveden sebeb, kezâlik terakkiyât-ı maddiyyede, günden güne ileri gitmekte bulunan ümem-i mütemeddine ile mücâveretlerinden istifâdelerine mâni’ olan hâ’il, yukarıda arz ettiğimiz esbâb-ı ictimâ’iyyeden başka ne olabilir? Bu gün Cemâhir-i Müttefika’nın nüfûs-ı hâzırası yetmiş milyona bâliğ oluyor ki, bunların kâffesi Amerika’nın keşfinden sonra hicret eden İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan ve sâir Avrupalılardan ibârettir. Kıt’anın sekene-i asliyyesine gelince, bunlar el-ân vahşet içinde ve günden güne azalmaktadır ki, bu gün ancak birkaç yüzbini kalabilmiştir. Pekâlâ, bu neden? Demin söylediğim sebebden değil mi? Ma’a-mâfîh, bu sözler şu’ûn-ı hayâtiyyedeki taklîde münhasırdır. Umûr-ı sınâ’iyyeye gelince, bunlar zâten taklîdden başka bir sûretle kābil olmadığı gibi, bu husûsdaki mukallidliğinden dolayı ne şân-ı ümmete bir nakīsa terettüb eder, ne de bekā-yı mevcûdiyyetine bir hatar ârız olur. Serdettiğimiz mütâla’âtın isâbeti tekarrür edince, artık şu’ûn-ı ictimâ’iyyeye dâir beyân-ı mülâhazatta bulunan zevât, bundan böyle hey’et-i ictimâ’iyyeye âid olan nasîhatlarında şu kā’ide-i esâsiyyeyi dâima nazar-ı im’âna almalarını kendilerinden ricâ etmemize müsâ’ade buyurmalıdırlar. Zîrâ mes’elenin hayât-ı ümmete olan te’alluku her şeyden ziyâdedir. Bunun için aynı ilâcı mizâcları mütehâlif, isti’dâdları müte’âkıs olan başka başka hastalara tavsiye eden tabîb gibi olmasınlar. Çünkü bu müdâvâtın netîcesi, hastalığın değil, mutlaka hastanın mahvını müstelzimdir. Burada diğer bir mülâhaza daha vardır ki, biz kendilerinin ona da lâyıkıyla ri’âyet etmelerini arzu ederiz: Medeniyyet-i hâzıranın her ne kadar zevâhiri dil-firîb ise de, içinde anâsır-ı esâsiyyesine savlet etmiş, mühlik bir takım hastalıklar vardır. Binâ’en-aleyh ictimâ’iyyûnumuz göründüğü gibi sağlam olmayan böyle bir medeniyetin fettân olan suver-i zahirîsine aldanmakdan hazer etsinler! Bevâtın-ı umûra nüfûz etmeksizin sathî nümâyişlere kapılan nazarlarını ithâm edecek kadar bir salâbet göstersinler; yâhûd biraz tenezzül etsinler de bu medeniyetin mâhiyetini, doğrudan doğruya mü’essislerinin kendilerinden sorsunlar. O zaman –kendilerini te’mîn ederiz– görecekler ki kapıldıkları medeniyetin en ziyâde zihinlerini çelen, fikirlerini esîr eden cihetlerinde bile, o vücûdun bütün zerrâtını inhilâl ile tehdîd eden bir illet-i müzmine, hafâ-güzîn imiş! Biz ise, kemâl-i te’essüf ile görüyoruz ki bu medeniyet, şarklıları alabildiğine meftûn etmiş de; ashâbının bile bâdî-i şikâyeti olan mesâvîsini de birer fazîlet, hem de istihsâli uğrunda fedâ-yı cân etmek îcâb eden birer fazîlet, birer kemâl addediyorlar! O medeniyet ashâbının feryâd-ı şikâyetlerini, enînlerini duymuyorlar. Hâlbuki bu feryâdlar bu enînler beşer arasında tahriş etmedik bir sımâh-ı selîm bırakmadı! Şu’ûn-ı medeniyyenin kâffesinde Garb’e olan meftûniyetimiz bizi o derecelerde meshûr etmiş ki, onlara mukallid olduğumuzu iddi’â ettiğimiz cihetlerde bile bu taklîdi, işe yarar bir sûrette yapamıyoruz! İçimizden bir cemâ’at-ı kübrâ görüyoruz ki, ulûm-ı ictimâ’iyyeden, felsefeden bahsediyorlar. Lâkin bunları anlamaksızın, yâhûd daha açık bir [44] ta’birle, bu iki ilmin usûl ve kavâ’idinin bizim ahvâlimize, ümem-i sâirenin ahvâline sûret-i tatbîkini tefrîk etmeksizin işe başlıyorlar. Bundan dolayıdır ki, medeniyet-i garbiyye ictimâ’iyyûnundan biri çıkıp da vücûd-ı kavmiyyetlerine ârız olan bir illetin müdâvâtı lüzûmunu ileri sürerek ref’-i savt edecek olsa, bizim ictimâ’iyyûnumuz da dâmen-der-meyân oluyorlar. Feylesofun sadâsını vatanımızın âfâkında tanîn-endâz etmeye kalkışıyorlar; hem de mızrabı, tam onun bastığı perdeye vuruyorlar. Hattâ şikâyette, daha bile ileri gidiyorlar. Gûyâ ki, garblılar ile yek-vücûd imişiz gibi, onlardan bir uzuv iştikâya mecbûr olunca, bizim uzuvlarımız da, ona teba’en, marazın hummâ gibi, uykusuzluk gibi a’râzını izhâra yelteniyorlar. Kezâlik, onların feylesofları nazariyât-ı felsefiyyelerinden bazısının tebdîli lüzûmundan bahsedecek olsa, bizim feylesofumuz da çıkıyor, sanki onların nazariyâtiyle bizimkiler aynı kalıba ifrâğ olunmuş imiş gibi, ötekinin metâlibini bize harfiyyen kabul ettirmeye çalışıyor! İşte ümmetin terakkīsine âid olmak üzere dermeyân edilen nesâyihin, yazılan yazıların heder olup gitmesi, husûle getirmesi îcâb eden te’sîrin onda birini îfâ edememesi bu sebebden ileri geliyor. Bu hâli, bu eser-i hırmânı görenlerden bâzıları ise artık Mısırlılar meyyit hâline geldiklerine, hiç bir şey ile mütehassis olmadıklarına, bundan böyle kendilerine hiç bir ilâcın kâr etmiyeceğine zâhib oluyorlar. Bana kalırsa hakīkat bu merkezde değildir. Zîrâ kabûl-i ilâç hususunda ümmetler efrâdın aynıdır. Nasıl ki bir ferde; mizâcı, bünyesi, sinni nazar-ı i’tibâra alınmayarak verilen ilâç hüsn-i te’sîr hâsıl etmez, hattâ çok def’alar, ma’kûs netâyic husûlüne bâdî olursa, bir ümmete dahi o ümmetin kābiliyetine, vücûdunu istilâ eden hastalığın tabi’atına mutâbık olmayan vesâyânın, nesâyih-i ictimâ’iyyenin dahi öylece te’sîri olamaz. Biz bu gün müstakbelimizi ıslâh ve te’mîn husûsunda büyük bir te’sîri hâiz olan, gâyet mühim bir mes’ele karşısında bulunuyoruz ki, o da müslüman kadınlarının hâl-i asra muvâfık tarzda terbiye ve tenzîhinden ibârettir. Lâkin bu maksada vüsûl için hangi tarîki ittihâz etmelidir? İçimizden bazısı bu gâyete varmak için sülûk edilecek yol her husûsda kadınlarımızın medeniyet-i maddiyyeden müstefîd bulunan nisvân-ı garbın isrine iktifâ etmelerinden ibâretdir diyerek, şarklılara bu fikri kabul ettirmeye uğraşıyor. Lâkin kadınların terbiyesi için vesâ’it teharrîsinde bulunan adamın evvel emirde şunu düşünmesi îcâb eder ki acabâ bir gün olur da, müslüman kadının bu hâle gelebilmesi kābil olur mu? Yâhûd bu hâlin bir müstakbel-i karîbde muhît-i imkâna gi- CİLD 1 - ADED 3 - SAYFA 45 SIRÂTIMÜSTAKĪM 41 rebileceğine delâlet eder bir işâret var mıdır? İşte içimizden biri, bir taraftan bu ciheti te’emmül eder, diğer taraftan dahi, nazarının ihâta edebildiği havâdîs-i müheyyi’eyi istikrâ eyler ise, bu tarîk ile maksada vusûlün muhâl olduğunu ayânen görür. Zîrâ cism-i ümmetin bu devâya karşı izhâr eylediği kerâheti, isyânı görünce, az bir te’emmül ile anlar ki, o vücûd bu devâyı kabûle aslâ müsâ’id değilmiş. Bu kerâhet ve isyân ise, ilâcın mizâc-ı marîze kat’iyyen mutâbık gelmeyen ve başka bir mizâc iktisâb etmedikçe mutâbakatına imkân bulunmayan bir takım mevâddan mürekkeb olduğuna hissî bir delîlden başka bir şey değildir. Pekâlâ, mâdem ki sâha-i tabâbet böyle müdâvâtı bir ilâca hasredecek kadar dar değildir, mahzâ husûsi bir ilâcı vermek için hastanın mizâcını tebdîle kalkışmaktan tabîb için ne fâ’ide me’mûl olabilir? Husûsiyle hastanın, verilen ilâca karşı gösterdiği kerâhete bir de, onun müfîd olmadığını, bilâkis eczâ-yı vücûdunu târumâr edeceğini hissetmiş olmasını da ilâve eder iseniz, artık tabîb nasıl olur da hâlâ hastanın o ilâcı içmesine, levâzımından bulunan perhîz ve sâire tedâbîre ittiba’ etmesine muntazır olabilir? Bir de, bunların hepsinden fazla olarak hasta, kendinden evvel o ilâcı içenlerin enînlerini işidir, verdikleri ilâcın me’mûlleri hilâfına olarak, âheng-i ebdânı tağyîr etmesinden dolayı etibbânın hayretlerini re’yü’l-ayn görür ise, artık bî-çârenin o ilâcdan ne derecelerde sıdkı sıyrılmak îcâb eder? Bunlar, gâyet mühim bir takım mülâhazâtdır ki, ulûm-ı ictimâ’iyye ile mütevaggıl olanlar için bir vechile gaflet câiz olmadığı gibi, o makūle nâsihların vesâyâsiyle amel ettiklerinden dolayı Mısırlıları adem-i his ile, fıkdân-ı hayat ile mahkûm etmeye de cevâz yoktur. Öyle ya, mâdem ki o nasîhatları telkīn eden zevâttan kısm-ı a’zamının ümmete; mizâcına, bünyesine muvâfık olmayan bir ilâcı vermek istedikleri bizim için tahakkuk etmiştir. Artık Mısırlıların bunları kabûlden imtinâ’ eylemeleri, dedikleri gibi hisden, hayattan mahrûmiyetlerine değil, bilâkis, kendilerinde hayât-ı sâbıkalarından bir bakiyye bulunarak onları böyle bir takım mücerriblerin hevesâtına hedef olmaktan men’ ettiğine delîl addolunmak elbette daha doğrudur. İşte biz hem bu cihetleri mülâhaza ettiğimizden, hem de kızlarını kadınlığa muvâfık bir sûrette terbiye etmek maksadıyla tâkib edilecek en doğru, en hayırlı tarîkin hangisi olduğunu bilmek için ümmetin izhâr eylediği atş ü iştiyâkı gördüğümüzden, bu kitabımızda “kadın”ın mâhiyeti, vazîfesi, mevâhib-i fıtriyyesi, cinsi için mukadder olan kemâle varabilmesinin yolu neden ibâret olduğunu bildirmeyi; fakat mütâla’âtımızın kâffesinde ulemâ-yı asrın icmâ’iyle mü’eyyed olan mukarrerât-ı ulûm-ı sahîhayı medâr-ı istinâd ittihâz etmeyi muvâfık gördük. Kezâlik mestûriyet, kadın için zarûriyyü’l-lüzûm olarak, şu kadar var ki bu zarûret, ona olan emniyetsizlikten değil; bilâkis târîhin şehâdetinden, hâdisât-ı ictimâ’iye-i âlemin delâletinden anlaşılacağı vechile, onun hürriyet ve istiklâlinin zâmin-i vahîdi bulunduğundan ileri geldiğini umûm nâs nazarında bir ictimâ’î-i vâkıfın tahlîl-i müdekkikānesiyle isbât eyledik? Bunlardan başka bu mukarrerât-ı ilmiyyenin yoluna durmak, mebnâ-yı medeniyyet-i İslâmiyye’ye doğru dönmek isteyen şübehâtın kâffesini def’ ettikten sonra bu medeniyetin, beşerin ale’d-devâm ihrâz [45] eylediği terakkiyât sâyesinde günden güne yaklaştığı medeniyet-i hakīkiyyeye, kemâl-i ictimâ’-i beşerîye yegâne bir timsâl olduğunu berâhîn ile gösterdik. Daha sonra ise, şu zamanda terbiye-i benât husûsunda tuttukları yolu bizim için ta’kīb etmek câ’iz olacak hiç bir millet mevcûd olmadığına, ictimâ’iyûn-ı ümemin tahkīkātından olmak üzere, bir çok delâ’il getirdik. Bunların mecmû’undan da, bir ümmet-i mütemeddinede kadının nasıl olması lâzım geleceğini çıkarmak istedik. İşte o zaman târîhin, tabî’atın şehâdetiyle müslüman kadını pîş-i nazarımızda kemâl-i nisvâna bir mîsâl, hem de bütün nisvân âleminin muktedâsı olmak îcâb eden bir mîsâl, terakkī-i cinse bir enmûzec olarak tecellî etti. Nasıl ki bir zamanlar erkekleri de kıdvetü’r-ricâl idi! Tevfîk-i Hak’dan ümîd ederiz ki, kitâbımız, müslüman kadınlarının tehzîbi husûsunda esâslı bir düstûr, terbiye-i benât mes’elesinde ebeveyn için kuvvetli bir sâ’ik olsun da bünyelerine, mizâclarına muvâfakatini anladıkları ilâcı kabûlden Mısırlıların hiç bir zaman geri durmayacakları tarzındaki da’vâmız bir delîl-i mahsûs ile te’eyyüd etsin. Mütercimi: Mehmed Âkif MEVÂ’İZ Mukarriri: Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi Hazretleri Muharriri: Sirozlu H. Eşref Edib –Ders 46 Mâba’d– “Aman yâ Resûlallah zâlime nasıl yardım edelim?” – 1 (يديه فوق تأخذ (zâlime de yardım olur. Ellerini tutarsın, sımsıkı bağlarsın. İşte ona hizmetdir o! Âleme zulmeden kendine de zulmeder. Nefis kendinin mazlûmudur. Nasıl ki hadîs-i âharda buyurulmuş: حدّثنا أبو نُعَيمٍ حدّثَنا زَكريّاءُ قال: سمعتُ عامراً يقولُ: سمعتُ النّعمانَ بنَ بَشيرٍ رضيَ اللهُ عنهما عنِ النّبيّ صلى الله عليه وسلم قال: «مَثَلُ القائمِ على حُدودِ اللهِ والواقعِ فيها كمَثَلِ قومٍ استَهَموا على سَفِينةٍ فأصابَ بعضُهم أعلاها وبعضُهم أسفلَها، فكان الذين في أسفلِها إذا استَقوا مِنَ الماءِ مَرّوا على مَن فَوقَهُم، فقالوا: لو أنّا خَرَقْنا في نَصيبنا خَرقاً ولم نُؤْذِ مَن فَوقَنا، فإن يَترُكوهم وما 2 أرادوا هَلَكوا جميعاً، وإن أخَذوا على أيديهم نَجَوا ونجوا جميعاً» Hadîs-i Şerîf’te beyân olunan silsile üzerine rivâyet olunuyor. Asıl Hazret-i Peygamber Efendimiz’den işiten Nu’- mân Beşîr hazretleri diyor ki: Bir gün Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz buyurdular ki: – “Size bir şey söyleyeceğim, iyi dinleyin. Hâlinizi anlayasınız. Âhir zamana doğru kalırsanız intibâh hâsıl edersiniz. Ümmetime nakledin.” مَثَلُ القائمِ على حُدودِ اللهِ والواقعِ فيها 1 Buhârî, Sahîh, Kitâbü’l-Mezâlim 4. 2 Buhârî, Sahîh, Kitâbü’ş-Şirke 6. 42 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 3 - SAYFA 46 Allah’ın hudûdunu gözetenler var. Her şeye bir hadd ta’yin etmiş Allah. Hudûd-ı ilâhiyye hak, hudûdu tefrîk eden hudûd-ı ilâhiyye var. Öyle değil mi? Her şeyin bir haddi var. Onu geçmemeli, ne ifrât ister, ne tefrît. Hudûd-ı ilâhiyyeyi geçenler, hudûd-ı sübhâniyyeyi gözetmeyenler, hak hukūk tanımayanlar yok mu, bunları benzeteceğim. Benim ümmetim iki kısımdır. Bir kısmı Allah’ın hudûdunu tanır. Sokakta bile bir şey bulsan sâhibini arayacaksın. Bu kadar hak hukūk gözeteceksin. Yolda bir şey buldun. Kimsenin elinden almadın. Hîle etmedin, en ehven hukūk bu; değil mi? Fakat yine hakdır. Gâyeti elbet birinin yüreği yanmışdır. Bir sene sâhibini arayacaksın. Şerî’at öyle emrediyor. Mâdem nefsinden emînsin; al, i’lân et. Bir sene sâhibi çıkmazsa fakīr isen kendin ye; helâl olur. İhtiyâcın yok ise fukarâya ver! Bunun gibi ahkâm-ı şer’iyye hep beyân olunmuş. Her şeyin hükm-i şer’îsi var. Böyle hukūk-ı ilâhîyi tanımayanlar, hak hukūku tecâvüz edenler var. 1 ...?mu yok) فَلاَ تَعْتَدُوهَا) Bunlar neye benzer bilir misiniz? Bir kavim. Bir cemâ’at, birçok ahâlî gelmişler bir iskeleye. Vapura binecekler. Bir gemi tutmuşlar. Gidecekler bir yere. Lâkin gemi iki katlı. Bittabi’ herkes güvertede oturmak ister. Fakat bu mümkün değil. İçlerinden birinin teklîfi üzerine kur’a çekerler. Kimi yukarıda bulunmaya, kimisi de anbarda kalmaya mecbûr olur. Sâhilden açılırlar. Lâkin vapurda da karada olduğu gibi havâyic-i beşeriyye lâzım. Ekmek lâzım. Su lâzım. Bir takımları yukarıdan kolayca su alırlar. Fakat aşağıdakiler yukarı çıkmaya mecbûr olur. Su alırken, suyu geçirirken bittabi’ yukarıdakileri rahatsız eder. – Öyle yapmayalım diyorlar, biz haksızlık ediyoruz. Bu adamların rahatını bozuyoruz. Vâkı’a mecbûren gidiyoruz; lâkin onları iz’âc ediyoruz. Tatlı bir su olacak o. Tuna gibi, Dicle gibi, içilecek bir suda gemi gidiyor. – Eh ne yapalım? – Biz de aşağıdan bir delik açarız. Kolay kolay oradan su alırız. Onları da iz’âc etmeyiz. – Pekâla! derler. Fakat yukarıdakiler bunu haber alır. Şimdi ne yapmak lâzım gelir onlara? Sükût ederlerse hepsi helâk olacaklar. Akıl mı bu? Vapurun anbarından bir delik delinirse ne olur o vapur? İçinde kim sağ kalır? Şimdi (...اخذوا وان (eğer ellerini tutarlar güzelce bağlarlar da: – Behey şaşkınlar! derlerse, siz de batacaksınız, bizi de batıracaksınız. Oradan su gelirse hâlimiz ne olur? Böyle kollarını güzelce bağlarlar, başlarına birer de tokat indirirlerse iyi mi yaparlar, fenâ mı? Elbet iyi yaparlar. Çünkü öyle yapmakla necât bulurlar. İşte bunun gibi millet-i İslâmiyye olsun, milel-i gayr-i müslime olsun cümlesine, asıl sırât-ı müstakīmi Hazreti Peygamber Efendimiz göstermiştir. Zâlimkârlıktan ale’l-ıtlâk men’etmiştir. 1 Bakara, 2/229. – Tebe’a-i gayr-i müslimeye zulmedenlerin hasmı benim. Bu hürriyet bu uhuvvet hepimize şâmildir. Menfa’atimiz müşterek. Hor bakmamalı; dâima mu’âvenet etmeli ki hürmet göresin. 2 عَسَى اللَّهُ أَن يَجْعَلَ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَ الَّذِينَ عَادَيْتُمْ مِنْهُم مَّوَدَّةً وَاللَّهُ قَدِيرٌ وَاللَّهُ ) ٌيمِحَّرٌ ورُفَغ (Adâlet edin müsâvât üzere hareket edin ki [46] düşmanlarınız size düşmanlık ederlerken dost olur. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir. Bundan böyle müsâvâtla amel ederseniz bütün aleyhinizde bulunanlar dostunuz olur. (مُتْيَادَع (dikkat ediyor musun?.. “Siz de düşmanlık edin! Hukūklarını ibtâl edin, dinlerini tahkīr edin!” denmiyor. Sen de düşmanlık edersen düşmanlık görürsün. Bunu izâle edecek adâlettir. Daha iyi değil mi insanca yaşamak? Ticâretin serbest, mu’âmelen serbest. Nereye gidersen hürmet görürsün. Dâima gıll ü gışle yaşamak yaşamak mıdır?.. لايَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ ) ,buyurur ne Sonra ı-Cenâb, şân-ş’azîmu Allahu) “وَلَمْ يُخْرِجُوكُم مِّن دِيَارِكُمْ أَن تَبَرُّوهُمْ Rabbü’l-Âlemîn; ey müminler, sizi nehyetmez, (sakın yapmayın) demez. Neden? Bunlar dininiz için hücum etmiyor.” Dîni mahv için muhârebe ederse o vakit mukābele edeceksin. O başka. 3 (يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ) dînini mahve gelirse o vakit merhamet olmaz. Lâkin burada 4 din sizinle adamlar bu) لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ) kavgası etmiyorlar. 5 vatanınızdan sizi) لَمْ يُخْرِجُوكُم مِّن دِيَارِكُمْ) da çıkarmıyorlar. Yani ne dünyanıza ne dîninize ta’arruz ediyorlar. Bir kavim ki Yahûdî olsun Hıristiyan olsun, putperest olsun, velev Kıptî olsun, mâdem ki dîninize ta’arruz etmiyor, dünyanıza ta’arruz etmiyor; zannetme ki onlara adâletle mu’âmeleden Allah men’eder. 6 :ki Mâdem. hükmedin yı-icrâ letleAdâ. edin âmele’mu bir herkese) أَن تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ) – Kardeş gibi yapalım, diyor, elbirliği ile çalışalım diyor… Böyle kimselere müşfikāne mu’âmele edin. Hastasını ziyârete git, cenâzesinde bulun! Yalnız işte âyînine iştirâk etme! Bizzât Resûllullah gider, hastalarını ziyâret eder, cenâzelerinde bulunurdu. Civâr-ı mescidde bir Yahûdî vardı. Cenâb-ı Resûl’ün hizmetinde bulunurdu. Âhireti teşrîflerine yakın bir zamana tesâdüf etti. – Gel, dedi, bir kelime söyle. Bizden olasın!.. İsti’dâd gördü. Ahlâkı son derece güzel idi. Çocuk babasına baktı: – Baksana, dedi, bana ne teklif eder!.. Ne cevab verdi bilir misiniz? – Ebu’l-Kāsım’a itâ’at et. Mâdem hizmetinde bulundun. Kabûl et. Hürriyetin var. Onun üzerine şehâdet getirdi. İşte hüsn-i mu’âmele dînimize de bir ulviyet kazandırır. Allah cümlemizi menâm-ı 2 Mümtahine, 60/7. 3 Tahrim, 66/9. 4 Mümtahine, 60/8. 5 Mümtahine, 60/8. 6 Mümtahine, 60/8. CİLD 1 - ADED 3 - SAYFA 47 SIRÂTIMÜSTAKĪM 43 gafletten îkāz eyleye!... Hürriyetimizi dâ’im, cem’iyyetimizi pâyidâr eyleye!.. Pâdişâhımızı hüsn-i niyyetinde sâbit ve ber-karâr eyleye. Kānûn-ı Esâsî aleyhinde bulunanları makhûr eyleye. Âmin!.. İşte müşâvereyi fermân buyurur Allah. Ebussu’ûd’un dediği gibi üç nükte var burada. Öyle diyordu Hazreti Peygamber Efendimiz: – Vâkı’â dîn işini ben daha iyi bilirim. Fakat dünya işlerini şüphesiz siz benden daha ziyâde bilirsiniz. Filhakīka böyledir. Çünkü peygamberlerin zihinleri dâima ulviyâta meyyâldir. Dünya umûruna o kadar vukūfları olmaması tabî’î görülür. Onlar dâima me’âliyâtla meşgûl. Onun için: – Dünya işini benden daha a’lâ tanırsınız!.. buyurur. Ârâ-yı ümmetten istîzâh-ı keyfiyyet ederdi. Sonra gelenlere de bıraktı. Âyet-i kerîmede kendisine emrolunuyor. Fakat asıl emir, bizedir. Zeyd ve Zeyneb kıssası gibi. Oğulluğunun mutallâkasını aldı. İlk evvel bu oğulluk mes’elesini böyle fi’len kaldırdı. O böyle yapmasaydı; ümmet bunu yapabilir miydi? Sonra 1 -‘Meb i-Meclis. (gelecek sana dolaşıp dönüp?.. ya verdik rarka… sonra çıktıktan meydana hakīkat ile müzâkere, veretlemeş) فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ) ûsân) bu âyetden alınmışdır, desem câ’iz. Neye karar verirlerse sana gelecek. İcrâsı sana âid. Meb’ûsân kararı vermiş. Sana geldi. Sen de muvâfık gördün. Azm etdin icrâya. Azm edince o vakit Allah’a tevekkül et. Yoksa ne meb’ûslar, ne müzâkere… hiçbiri yok. Öyle tevekküle “hamâkat” denir. Her şeyi hazırla. Her sebebe tevessül et. Sonra kendine mağrûr olma! Allah’a dua et! Bir mâni’aya tesâdüf etmesin .verse kulları mütevekkil dâima Allah) إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ) .işin Tevekküle bazıları itirâz eder: – İslâmın adem-i terakkīsi ondandır, diyorlar. Tevekkül, kazâ, kader… tenbel tenbel oturmuşlar. Bunlardan ne hayır umulur?.. Tevekkülün hakīkatini anlamayanlar, câhilâne i’tirâz ederler. İşte bu âyetten anlaşılır hatâları: – Meşveret et. Anla, dinle, tahkīk et. İcrâya kalkış. Sonra da tevekkül et! Baştan tevekkül değil. Esbâbı hazırladıktan sonra tevekkül et! Kendine mağrûr olma! Aczini bil! Allah’a karşı tevekkülle iktifâ eyle!.. Kullara karşı tevekkül meskenettir. Sana bana karşı aczini i’tirâf ile meded umarsan… bu tevekkül, zillettir. Bütün esbâbı hazırla. Bütün işlerini tasarla. İcrâya kalkış. O vakit tevekkül et. A’rabînin biri geldi Mescid-i Sa’âdet’e:– Yâ Resûlallah, dedi, mütevekkil olarak devemi bırakayım mı? – Hayır, dedi Cenâb-ı Peygamber, peşin bağla. Hem iyice bağla ki söküp kaçmasın, bununla da hemen (selâmet buldum) deme! Vazîfeni yap, sonra Allah’a mütevekkil ol, sen elinden geleni yap! Başına bir yular koy, muhkem bir tarafa bağla. Sonra bir zâlim gelip deveyi aşırmasın diye Allah’a tevekkül et! 1 Âl-i İmrân, 3/159. İşte hakīkat-i tevekkül bundan anlaşılır. 2 وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ ) ,yaptın demet, biçtin, ektin Ekini! et tevekkül sonra diktenver karar î’kat, sonra olduktan Âzim) فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ bütün bu esbâbı bi-hakkın îfâ ettin. Sonra tevekkül lâzım. Yoksa ekmeden tevekkül edersen fâ’idesizdir. Tevekkülle buğday bitmez. Kendi kendine ekilsin; bitsin. Kendi kendine harman olsun, dersen ahmaksın, tevekkül o değil! Tevekkül: âfet gelmesin, tarlada iken dolu yağmasın, anbara girdikten sonra yanmasın… Bunlara olur. Her türlü esbâbı hazırlamadan hâlî kalmayacaksın. Sonra tefvîz-i emr edeceksin. Allah’a i’timâd edeceksin. 3 إِنَّ اللّهَ ) .kâfî Allah) وَكَفَى بِاللّهِ وَكِيلاً) َينِكِّلَوَتُمْال بُِّحُي (her kim mütevekkil olur, kendi tedbîrine mağrûr olmaz, nâ’il olduğu ni’metle şımarmaz… onlar mazhar-ı mu’âvenet-i ilâhiyye olur. Öyle insanlar pâyidâr olur. Asıl mütevekkilîn budur işte. Bu kadarla iktifâ edelim.
 DURMAYALIM! Sa’dî diyor ki: “Bir gece biz kârbân ile Âheste-seyr iken yolumuz düştü bir çöle. 1 Hicr, 15/87. Sür’atle tayyiçin o beyâbân-ı vahşeti, Hep yolcular fedâ ederek hâbı, râhati, Gitmektelerdi. Bende fakat meşy ü seyre tâb, Hiç kalmayınca düşmüşüm artık zebûn-i hâb. Âvâre bir piyâdeyi bekler mi kāfile? Nâçâr şedd-i rahl edecek tâ be-merhale. Durmuş, diyordu, bir de uyandım ki, sârban: “Kalk ey zavallı yolcu, uzaklaştı kârban! Uykum benim de yok değil amma bu deşt-zâr, Ârâmgâh olur mu ki bin türlü korku var? Ser-menzil-i merâma varır durmayıp giden; Tek bir adım ilerleyemezsin durur isen. Heyhât, yolda böyle düşen uyku derdine, Hep yolcular gider de kalır kendi kendine!” * * * Vak’a hiç bir şey değildir; haklısın, lâkin düşün, Başka bir düstûr-i hikmet var mı, insâf et bugün? Varmak istersen –diyor Sa’dî– eğer bir maksada? Tuttuğun yollar tükenmekten muarrâ olsa da; Şedd-i rahl et, durmayıp git, yolda kalmaktan sakın! Merd-i sâhib-azm için neymiş uzak, neymiş yakın? Hangi müşkildir ki himmet olsun, âsân olmasın? Hangi dehşettir ki insandan hirâsân olmasın? İbret al erbâb-ı ikdâmın bakıp âsârına: Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken peykârına! Bir münevvim ses değil yer yer hurûşan velvele: Fevc fevc akmakta insanlar bütün müstakbele. Nehr-i feyzâ-feyz-i insâniyyetin âhengine Uymadan, imkânı yoktur düşmemek bir engine! Menzil-i maksûda varmazsın uyanmazsan eğer... Var mı bak, yollarda hiç bîdâr olanlardan eser? İşte âtîdir o ser-menzil denen ârâmgâh; Kârbân akvâm; çöl mâzî, atâlet sedd-i râh. Durma, mâzî bir mugaylanzâr-ı dehşet-nâktir; Git ki, âtî korkusuzdur, hem ne kudsî hâktir! Çok şedâid iktihâm etmek gerektir, doğrudur... Vehleten âvâre bir seyyâhı yollar korkutur; [35] Korku, lâkin, azmi tahkîm eylemek îcâb eder: Kurtulursun şedd-i rahl etmiş de gitmişsen eğer. Çünkü düşmüşsün hayâtın –ezkazâ– feyfâsına, Gitmen îcâb eyliyor tâ menzil-i aksâsına. Düşmemek mâdâm elinden gelmemiş evvel senin, Ölmeden olsun mu ey miskin, bu çöller medfenin? İntihâr etmek değilse yolda durmak, gitmemek, Âsümandan Refref indirsin demektir bir melek! “Leyse li’l-insâni illâ mâ seâ” 2 derken Hudâ; Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha; Davran artık kârbânın arkasından durma, koş! Mahv olursun bir dakīkan geçse hattâ böyle boş. Menzil almışlar da yorgun, belki senden bî-mecâl! Belki yok, elbette öyle! Sen ne etmiştin hayâl? Şöyle gözden geçse bir hilkat temâşâ-hânesi: Çıkmıyor bir zerre fa’âliyyetin bîgânesi. Âsümânî, hâkdânî cümle mevcûdât için 2 Necm, 53/39. 32 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 3 - SAYFA 36 Kurtuluş yok sa’y-i dâimden, terakkīden bugün! Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur! Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı? Dur! Mâsivâ bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile: Bak tecellî eyliyor bin şe’n-i gûnâgûn ile. Yok eğer hâlâ sıkılmak bilmiyorsan halktan; Bâri, Allâh’ın kulu, Allâh’tan olsun utan! Mehmed Âkif CEMÂ’AT-İ İLMİYYE’YE Hallâk-ı Azîm-i dâd-fermâ Kadr-i beşeri buyurmuş i’lâ Bir fikr-i dakīka-dân vermiş Bir de şeref-i beyân vermiş Fikren kılar âsumâna pervâz Nutkan eder i’tilâsın ibrâz Yükselme bu mertebe denilmez Denmiş dahi olsa dinlenilmez Bir nâtıka-i natûk u ser-bâz Sad-pâre olur mukayyed olmaz Takyîdini muhtemel sanırlar Gaddârlar amma aldanırlar Bir emr-i müsellem ü müberhen Âlem kalamaz tekâmülünden Bahşâyiş-i Hak olan bu fıtrat Pâmâl-i tegallüb olmaz elbet Hilkat iken i’tilâya sâ’ik Mümkün mü ki men’ ede halâ’ik? Hürriyyet iken hayâtı kâfil Onsuz yaşamak olur mu kābil? * * * Şükr eyleyelim ki Rabb-i Rahmân Bu milleti gördü rahme şâyân Kalmıştı vatan sefîl ü mecrûh Düşmüştü firâşa sanki bî-rûh Îfâ-yı vasiyyet etmek üzre Ukbâya azîmet etmek üzre Evlâdını görmek istedikçe “Allâh için etmeyin” dedikçe Etrâfın alan gürûh-ı bî-dîn Şemşîr be-kef duran melâ’în Bakmaz bu enîn ü âha bakmaz Evlâdını öpmeğe bırakmaz Tekrâr-ı hücûm eder de yekden Bin yâre açar deler yürekden İmdâdı yetişti de Hudâ’nın Bâzûsu büküldü zâlimânın Peygamber’e hürmeten o Hallâk Osmanlıları buyurdu ıtlâk Şimdi ise adl ü dâd lâzım İcrâsına ittihâd lâzım * * * Ey zümre-i âliman-ı pür-dil Ahlâf-ı güzeştegân-ı kâmil Ahkâm-ı güzîn-i şer’i hâris Bir melce’-i hâs iken medâris Bilmem ne dokundu zülf-i yâre? Dönmüştü birer harâbe-zâre Bir nokta gibi izâr-ı gülde Kalmıştı cerîhalar gönülde Teşrîhine ibtidâr olunsun Aç derdini kim devâ bulunsun! Tesvîl ile bir lâ’în-i bed-kâr Etmişti bütün kulûbu âzâr İhvân-ı safâ-yı ilm ü irfân Zâlimler elinde eşk-rîzân Enva’-ı ezâ ve kînelerle Teb’îd olunup sefînelerle Etti kimisin felek perîşân Oldu kimi tîr-i gadre kurbân Bâ’isdi buna vifâksızlık İlmiyyede ittifâksızlık * * * İlmiyye, eyâ cihân-ı sermed Ey cem’-i mübârek ü mü’eyyed Müfredsiniz ilm ü fıkh u fende Gülbün gibi sahne-i çemende Her hâliniz iktidâya lâyık Meftûn-ı hisâliniz halâik Hangi yola gitseniz giderler Ârânıza ittibâ’ ederler İcmâ’ edin ey dühât-ı yek-dil Yokdur bu hilâfınızda tâ’il Ey fırka-i ehl-i re’y-i râcih Hâlâ mı o Bâyezîd ü Fâtih? Meydânda durur iken mühimme Da’vâ yaraşır mı ehl-i ilme? Elverdi sere sudâ’-i lâfzî Artık yetişir nizâ’-ı lâfzî Fikr eyleyerek bugün şu hâli Terk eyleyiniz o kīl ü kāli Ehliyyet ü fazlınız müsellem Hizmet gözetir sevâd-ı a’zam A (ayın). Âtıf