MÜSLÜMAN KADINI
Üçüncü Faslın Mâba’di
Tesettür Kadınların İktisâb-ı Kemâl Etmelerine
Mâni’ midir?
Diyorlar ki: Mestûriyetin kadınlar üzerinde âsâr-ı seyyi’esi görülen üç mühim mazarratı vardır: Birincisi: Sıhhatlerini
halel-dâr eder; onları hastalıklara, sinir gevşekliklerine ma’-
CİLD 1 – ADED 14 - SAYFA 219 SIRÂTIMÜSTAKĪM 207
ruz bırakır. Bir kere de a’saba za’af gelince artık bütün kuvâ-yı ma’neviyyenin müvâzeneti muhtell olur. Bundan da
mestûr olan kadınların şehevât-ı nefsâniyyelerine daha ziyâde esir olmaları lâzım gelir. Zîrâ a’sâbın za’afdan selâmeti
zabt-ı nefs için insanın en büyük mu’înidir. Hâlbuki sinirlerin gevşekliği onu dest-i şehevâtda bâzîçe eden esbâbın en
kavîsidir.
İkincisi: Tesettür evlenecek adamın alacağı kadını görmesine mâni’dir ki bu da talâkın çokluğuna, karı-koca arasında muhabbet hasıl olmamasına en büyük sebebdir.
Üçüncüsü: Mestûriyet kadınları te’allüm ve tehezzübden
men’eder. Mekteblere giderek kuvâ-yı akliyye ve ahlâkiyyelerini mazhar-ı feyz ü inbisât etmelerine mâni’ olur.
[219] Şimdi biz şu üç iddi’âyı red için deriz ki: Mestûr
olan kadınlar ne denildiği gibi hastadır, ne de gevşek sinirlidir; bilâkis umûmiyet i’tibariyle, açık gezen kadınlardan
daha kuvvetlidir ki her şarklı bu kaziyyenin sıhhatına bedâheten hükmeder. Zâten müslüman kadınları on üç asırdan
beri mestûriyet içinde yaşıyorlar. Eğer tesettür bunlarda,
hangi nevi’den olursa olsun, bir za’af husûle getirmiş olsaydı o za’afı erkeklerin de, kadınların da neslen ba’de neslin tevârüs etmeleri, binâ’en-aleyh bu gün müslimîn ve müslimâtın za’af ve dermandegîye numûne olmaları îcâbederdi.
Zîrâ (emrâz-ı umûmiyye) kavâ’idi bunu îcâb ediyor. Hâlbuki biz bunun aksini müşâhede etmekdeyiz. Görüyoruz ki
mestûr olan kadınların çocukları öbürlerinin çocuklarından
daha kavî oluyor.
Bundan başka sıhhî istatistikler vefeyâtın nisbeten kadınlarda daha çok olduğunu hiç bir zaman göstermemişdir.
Eğer tesettür sıhhata muzır olsaydı bittabi’ vefeyât kadınlarda daha çok olurdu. Demek bu iddi’â da vâkı’ın hilâfına
imiş.
Mestûr kadınların şehevât-ı nefsaniyyelerine daha ziyâde esir olmalarına gelince bu da “ilmü’r-rûh-i amelî”ye mutâbık değildir. Zîrâ herkes bilir ki insanın huzûzât-ı hayvâniyyesine olan temâyülü ancak o temâyülü gıcıklayacak esbâb arasında bulunduğu sûrette kesb-i iştidâd eder. Kezâlik
insan neyl-i merâma suhûlet görmedikçe o meyl için de muhâkeme-i akla galebe mümkün olamaz. O hâlde şu iki kadından hangisi esbâb-ı müşeddede-i şehvete daha ziyâde
ma’ruzdur? Mestûr olan mı, açıkda gezen mi? Gayret-i dîniyyelerinden, gâyet muhkem bir âdet-i râsihalarından dolayı erkekle ihtilâfdan berî olanlar mı, yoksa ihtilât edenler
mi? Bittabi’ ikincileri değil midir? Zâten “ilmü’r-rûh” bizim
için bu hakīkate en büyük şahitdir. Bir cihetden böyle. Diğer cihetten ise şehevât-ı nefsaniyyesini kolayca infâz edebilmenin insan üzerinde büyük bir te’sîri vardır. Zîrâ bu suhûlet, insanı hevesâtına mukâvemetden men’eder. Hasîsa-i
kiber ü vekārı kuvvetden düşürür; adama o gibi arzûları kerîh gösteren izzet-i nefsi, hassa-i ibâyı öldürür.
Size bir misâl getireyim: Yaşları, terbiyeleri bir derecede
bulunan iki genç tasavvur ediniz ki bir mektebde, bir tavan
altında tahsîl ediyorlar. Bunlardan biri âilesinden uzak olduğu için hevesât-ı tabî’iyyesi peşinde gezmesine terbiye-i
müktesebesiyle bed-nâmlık endişesinden başka bir mâni’
görmüyor. Diğeri ise âilesiyle muhât olup bütün harekâtı
nezâret altında bulunduğu için kendisiyle arzuları arasında
bir çok perdeler görüyor ki birini ber-taraf etse diğeri zâhir
oluyor, onu da kaldırsa bir diğeri daha meydana çıkıyor.
Şimdi bu iki gençden acaba hangisinin şehevât-ı nefsâniyyeye meyli daha şedîd, lezâ’iz-i tabî’iyyeye inhimâki daha çok olur? Evvelkisinin olacağına bedâheten hükmolunuyor, değil mi? Pekâlâ böyle bir genci sıhhat-ı bedeniyyesi,
cümle-i adaliyyesinin intizâmı ezvâk-ı nefsaniyyesine kapılmakdan geri mi çevirir, yoksa bu sıhhatin de –her zaman
görüldüğü üzere– o gencin heva ve hevese dalmasına, bu
husûsda her vesîleden istifâde etmesine başkaca yardımı mı
olur?
Eğer böyle olmamış olaydı her bünyesi sağlam adamın
kalbi de pâk olması lâzım gelirdi ki bu da vâkı’a muhâlifdir.
Zîrâ hayâsızların, fısk ü fücûr erbâbının kısm-ı a’zamı güçlü,
kuvvetli herîflerdir. Lâkin şimdi denebilir ki bu hâl onların
terbiye edilmemelerinden ileri geliyor. Yoksa eğer bu adamlar ciddî bir sûretde terbiye edileydiler de sıhhat-ı beden ile
selâmet-i akl u ahlâkı cem’ etmiş olaydılar o zaman bu terbiye onların önünde ahlâken merdût olan her fazîhaya karşı
gâyet menî’ bir mâni’ olurdu.
Biz de deriz ki: Ashâb-ı fısk ü fezâhatden çoğu terbiye
görmüş, münevverü’l-efkâr adamlardandır. Hatta içlerinden
birçoğu terbiyenin esaslarını doğrudan doğruya Avrupa’dan
almış olmakla beraber şehevât-ı behîmiyyeye başkalarından
ziyâde inhimâk etmektedirler.
Fakat terbiyenin insanı, nâsiye-i insâniyyeti lekedâr eden, her fazîhadan alıkoyan nev’ine gelince bu türlüsü
yalnız felâsife denilen efrâdda bulunabilir ki bunun da ancak kesret-i tetebbu’ ile kalbi hakāyık-ı eşyâya işba’ ile hâsıl
olabileceği meydândadır. Hâlbuki bugün ümmetleri teşkîl
eden efrâddan kısm-ı a’zamının bu tehzîb-i âlîden alel-ıtlak
nasîbi olmadığı gibi böyle bir sa’âdetin gâyet uzak bir müstakbelde bile te’ammümüne imkân yokdur.
Ben bu sözleri söylerken piş-gâh-ı im’ânımda duran bir
çok hadisât da bana şehâdet edip duruyor. Kâri’în-i kirâm
da basîret sâhibi oldukları için umarım ki bu bedâheti teslîm
ederler de hakkı i’zâz eylemiş olurlar.
Şimdi şu mütâla’âtın sıhhati tahakkuk edince yakīnen
anlaşılır ki mestûr olarak evlerinde masûn bulunan kadınların şehevâta temâyülleri, hevesât-ı nefsaniyyelerini düşünmeleri elbetde ötekilerden daha azdır. Zâten kaziyyenin cedel götürür yeri de yokdur.
Za’af-ı a’sâb ile bunun netîcesi olarak kuvâ-yı akliyyeye
ârız olan kıllet-i muvâzeneye gelince, ben bunun garb kadınlarında daha çok olduğu fikrindeyim. Zîrâ bu za’af yalnız
tesettürden, bir de erkeklerle adem-i ihtilatdan ileri gelmez.
Bunun esbâbı sayılamıyacak kadar çokdur ki hümûm ve
gumûm, fakr u sefâlet, aşk ve garâm gibi na-ma’dûd şeyler
hep o cümledendir. Cerâ’id-i tıbbiyyeden hangisini olursa
olsun mütâla’a eden görür ki bu hastalık garb kadınlarınca
bir emr-i âdî hükmünü almışdır.
Bundan başka bir ümmetde za’af-ı a’sâbı gösterir bir
çok delâ’il vardır ki en başlıcası intihârın kesretidir. Lombrozo gibi cerâ’im ve cinâyâta dâir taharriyât-ı amîkada
bulunan zevât isbât ediyorlar ki insan kuvve-i akliyyesi tam
oldukça cinâyet, katl ve intihârı kat’iyyen irtikâb edemez.
Mâdem ki kuvve-i akliyyenin selâmeti de a’sâbın sıhhatine
208 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 14 - SAYFA 220
merbutdur. Öyle ise kesret-i intihâr bize şu iki âlemdeki kadınlardan hangisinin a’sâbı daha za’îf olduğunu gösteren
hissî bir delîl olur.
[220] Revue’de görülüyor ki: Resmî istatistiklerden alınan ma’lûmât-ı mevsûkaya nazaran İtalya’da 1889’dan
1893 senesine kadar güzâr eden beş sene zarfında 569 kadın intihar etmiştir. Fransa’da aynı müddet zarfında 5869
kadın kendini öldürmüşdür. Pekâlâ, şimdi bana bir de umûm memâlik-i şarkiyyede, husûsiyle Mısır’da vukū’a gelen
intiharı gösteriniz. Bu intiharlar aşk ve sevdâya, fakr u sefâlete, elhâsıl daha ne gibi esbâba atfedilirse edilsin her hâlde
cinâyet-i nefsâniyyeye, za’af-ı a’sâba hissî bir delîldir. Öyle
ise demek ki şark kadınlarının a’sâbı garb kadınınkinden
daha kuvvetli, kendileri de huzûzât-ı nefsaniyyelerine galebe çalmakda ötekilerden daha metânetli imiş.
İnsanın şehevâta temâyülü, zabt-ı nefse adem-i kudreti
doğrudan doğruya za’af-ı a’sâbdan ileri geldiği sûretde,
şarklıların a’sâbı garblılarınkinden daha kuvvetli olmak icâbeder. Zîrâ garblılar bütün efrâdı arasında müte’ammim olan terbiye ve te’allüm ile beraber belâ-yı işretden hâlâ vazgeçemiyorlar. Hâlbuki sarhoşluğun fenâlığı, her gün her sâ’-
at akla, mala, rûha îras etmekde olduğu hasârın şiddeti umûmun müsellemidir. Artık diğer müştehiyât da buna kıyâs
olunmalıdır; çünkü onlar da nisbeten garbde daha çok nüfûsu işgâl ediyor.
Tesettür erkeğin, alacağı kadını görmesine mâni’dir diyerek bundan kesret-i talâkı ve ondan da kadınların sefâletini istintâc edenlere gelince, deriz ki: Kesret-i talâkdan, erkeklerin kadınlara karşı revâ gördükleri mezâlimden edilen
şikâyetler yalnız müslümanlara mahsûs bir şey değildir. Belki bu hâl memâlik-i medeniyyede bizden daha çokdur. Bunun için enzâr-ı kâri’îni on ikinci fasla tevcîh ederiz. Çünkü
orada bu bahse dâir izâhât-ı kâfiye de verilmişdir.
Tesettür kadınları tehezzüp ve te’allümden men’eder,
sözüne gelince, bu da doğru değildir. Zîrâ bir kız yedi yaşından on iki yaşına kadar mektebde kalabilir ki bu beş senelik müddetin, o kızın kuvâ-yı akliyyesini cidden güzel bir
sûretde terbiye ve tehzîbe kifâyeti meydândadır. Bundan
başka bütün mu’allimleri kadın olmak üzere kızlara mahsûs
mekâtib-i âliye vücûda getirmek de gayret-i dîniyye ashâbına göre büyük bir iş değildir. O zaman kızlar mekteb dahilinde çarşafsızca otururlar; ders bitip mektebten çıkma zamanı gelince tekrar örtünerek evlerine gelirler.
Yok eğer makām-ı te’allülde böyle âlî bir mektebi idâre
edebilecek mu’allimelerin fıkdânı ortaya sürülecek olursa
bittabi’ kabûl edilemez. Zîrâ gönülde samîmî bir meyil olduktan sonra azm ü himmetin yapamayacağı iş yokdur.
Bununla berâber aynı zamanda her şeyi birden yapmaya
çalışmak da abesdir. Her iş bidâyetde ufakdan başlar. Sonra yavaş yavaş büyüyerek nihâyet kesb-i kemâl-i tâm eder.
Şu mütâla’âtımızın da kâmilen sıhhati tezâhür edince
deriz ki: mestûriyet ne sıhhati rahne-dâr eder; ne a’sâbı za’îf
düşürür; ne de hevesât-ı nefsâniyyeyi uyandırır. Bilâkis
mefâsid ve rezâ’ile karşı öyle maddî bir mâni’ teşkîl eder ki
eğer ona –te’sirini bir kat daha te’yîd edecek– bir de ma’nevî mâni’ ilâve edilirse o zaman şu medeniyetin, sırf maddî
olan şu medeniyetin vücûdunda hûnîn cerîhalar şeklini
almış felâketlerin, musîbetlerin pek çoğu beşeriyetin üstünden sıyrılır gider.
Mehmed Âkif
MEVÂİZ
Mukarriri: Manastırlı İsmail Hakkı
Muharriri: Sirozlu H. Eşref Edib
Ders: 49 – 8 Ağustos 324
أَعُوذُ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ. بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ
فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ
1 وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً
Sadakallâhu’l-azîm
Ders-i sâbıkta beyân olunan âyet-i celîlenin hülâsâsı emânâtı ehline te’diye etmeli ve hükme me’mūr olanlar,
me’zûn olanlar dâima hakkāniyet ve adâletden ayrılmamalı. 2
إنّ َاللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّوا الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن )
.buyrulmuşdu) تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ
İmâm Fahreddîn Râzî diyor ki: İşte bak, dikkat et! Evvelâ Cenâb-ı Bârî bi’l-cümle selâtîn ve hulefâya, hükkâm ve
ümerâya neyi emir ve fermân buyurdu? Her emâneti ehline
tevfîz, her işi erbâbına havâle eylemeli, her hakkı, her hukūku sâhibine îsâl eylemeli. Bilhassa hükme tesaddî edenler
dâima şer’-i şerîf mûcebince, adâlet ve hakkāniyet muktezâsınca hükmetsinler. Evvel be evvel bunu fermân buyurdu ve te’kîdü ale’t-te’kîd olmak üzere 3
إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ )
güzel ne Bak. dır’Allah veren size zı’va bu) اللّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا
va’z ediyor. Sizin selâmetinizi te’mîn buyuruyor. Bilmiş olun
ki Rabbiniz bütün akvâlinizi, kelimâtınızı işidir, cümle ahvâlinizi, ef’âlinizi bilir ve görür. Allah’ı unutmayın. Azamet
ve celâline karşı dâima ubûdiyet vazâ’ifini îfâya çalışın.
Böyle emr-i fermân buyurdukdan sonra mü’minlerin
-‘mü Ey) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا) ki buyuruyor hitâben cümlesine
minler, ki bana îmân ettiniz; îmânın muktezâsı adâleti kabūl
etmektir. Öyle ise (َهّالل واُيعِطَأ (evvel be evvel Allah’a itâ’at
edin. (العدل قواعد اسس الذى (Ol Allah ki adl kavâ’idini te’sîs
buyurmuşdur. Ne kadar adle müte’allik hukūk, muhâfaza-i
intizâma müte’allik ahkâm varsa hiç birisini ihlâl etmeyerek
kānûnlar vaz’ etmişdir.
[221] 4
terk şey hiçbir da’ân’Kur) مَا فَرَّطْنَا فِي الكِتَابِ مِن شَيْءٍ)
edilmemiş. Dünyâ ve ahirete dâir ne kadar ahkâm ve kavâ’id varsa, ne kadar levâzım-ı insâniyye, ne kadar vazâ’if-i
âliye-i medeniyye varsa cümlesini yegân yegân zikr ü beyân
buyurmuşdur. Ol Allah’a itâ’at edin ki kavâ’id-i adlin mü’-
essisi O’dur. (َهّالل واُيعِطَأ (Sâniyen Resûlüne itâ’at edin. ( الذى
بينكم وقررها العدل قواعد بلغ (Ol Resûle ki kavâ’id-i adliyyeyi size
1 Nisâ, 4/59.
2 Nisâ, 4/58.
3 Nisâ, 4/58.
4 En’âm, 6/38.
CİLD 1 – ADED 14 - SAYFA 222 SIRÂTIMÜSTAKĪM 209
teblîğ etmiş, takrîr ve tevzî’ buyurmuş. Bütün sınıf-ı beşeriyyeyi tarîk-i medeniyete, tarîk-i hakka sevk ü irşâd eylemiş.
Yirmi, yirmi iki sene zarfında Cenâb-ı Allah’ın kudretiyle,
inâyetiyle mazhar olduğu mu’cizât-ı celîle ile, şâyân-ı iktidâ
bulunan akvâl ve ef’âl-i seniyyeleriyle ümmet ve ashâbını
irşâd etmiş. Nâ’il-i hidâyet olmalarına vâsıta olmuş. Mekârim-i ahlâk ile en kavî düşmanları hükmüne râm etmiş…
Böyle bir Nebî-yi Zîşân, böyle bir Resūl-i Rahmân sizin
Resūlünüzdür, Allah’ın beyân ettiği kavâ’idi takrîr ve ta’lîm
eylemiş, neşr ü i’lân buyurmuş olduğu ma’lûmunuzdur.
-‘ma sizden, gibi sizin Yine… İçinizden) وَأُولِي الأَمْرِ مِنكُمْ)
dûd, efrâd-ı beşerden, peygamber değil, ma’sûm değil, hatâ
da eder, isâbet de. Fakat öyle îcâb ediyor, mürûr-ı zamanla
şerî’atın ahkâmını muhâfaza için böyle bir vasâ’ite lüzûm
görünüyor. Ulü’l emr olanlar var içinizde. Emir sâhibleri, ki
icrâya me’mūr olanlar. Ahkâm-ı ilâhiyyeyi tenfîze me’mūr
kılınanlar. Bi’l-cümle selâtîn, hulefâ, hükkâm, ümerâ, hepsi
burada dâhillerdir. Bize vasâ’it-i selâmet olacak, âheng-i
umûmîyi te’mîn edecek hükûmete muhtâcız. Ahkâm-ı ilâhiyyeyi icrâya lüzūm var. Şerî’at de bunu isbât eder, akıl da.
Mâdem ki nev’-i beşer birbirleriyle ihtilât edecek, temeddün
tekarrür edecek. Hâlbuki insanlarda akıldan başka nefis de
var, nefs-i emmâre. Onun iki kuvve-i şedîde-i kâhiresidir:
Kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye. Kuvve-i şeheviyye
dâima menâfi’i kendine çekmek, tab’ına hoş gelen, zevkine
mutâbık gelen şeyleri kendisine alıkomak… Kuvve-i gadabiyye de hoşuna gitmeyen şeyleri başkasına yükletmek. Az
bir menfa’atına halel geldi mi tehevvür etmek. Haklı olmuş,
haksız olmuş. İnsan bu kuvvetleri hüsn-i isti’mâl ederse
mertebesi melekten a’lâ olur. Çünkü meleklerin işleri, güçleri ibâdetdir. Kendilerinde tabî’at-ı beşeriyye yok, havâ’ic-i
zarûriye yok. Şehvet yok, Gadab yok. Binâ’en-aleyh onlar
mücâhede edemezler. İnsan asıl terakkiye müsta’id yaratılmışdır. Mücâhedât-ı vâkı’ası, mesâ’î-i mütenevvi’ası nisbetinde ilerlemektedir. Hayvanlarda akıl yok. Behîmiyyet derecesi zevi’l-ervâh merâtibinin en ednâsıdır. O âcile münhemikdir, şehvet ve gadab içinde kalmış. Terakkīye, tekemmüle kābiliyet verilmemiş, melekler ise dâima rûhânî ezvâk
ile, kendi hallerine münâsib ma’ârif-i ilâhiyye ile, bî-nihâye
lezâiz-i ma’neviyye, kemâlât-ı kudsiyye ile teferrüd etmişlerdir. Onlarda hiç bu âlem-i tabî’ata, ecnâs-ı behîmiyyeye
te’allük yok. Onun için dâima makāmlarında dururlar. Ne
ileri giderler, ne de mevki’lerinden düşerler. Terakkī yok, inhitât yok. Meleklerin cümlesi ma’sûmdur. Onlar mertebesinden düşmezler. Lâkin öyle uğraşarak gayretle, zahmetle,
mücâhede ile terakkī de edemezler. 1
kirâmın i-ike’melâ şerîfi ı-Nazm) وَمَا مِنَّا إِلاَّ لَهُ مَقَامٌ مَعْلُومٌ)
bu hâllerini nâtıkdır. Her birinin mu’ayyen mertebesi,
hizmeti var. Dâima orada durur, o vazîfeyi îfâ eder.
Ama insan şu iki âlem beyninde berzahdır. İki ciheti de
câmi’. Kendisinde behîmiyyet de var, rûhâniyet de. Dâima
münâza’a içinde deverân eder bu iki meyil: Meyl-i rûhânî,
1
Sâffât, 37/164.
meyl-i cismânî. Üzerinden eksik olmaz. Meyûlât-ı âliye var,
meyūlât-ı fâside var. İnsan dâima keşmekeş içindedir. Akıl
ile nefis dâima muhârebe ederler. İnsanın her ferdi ya
ma’âzallah behîmiyyeden aşâğı derekeye düşer, bütün bütün dünyaya tapar, nâ-meşrū’ meyūlâta bağlanır, dîni, vazîfesini unutur, mebde’ini, düşünmez olur, hayvan gibi ebnâ-yı cinsini yıpratmakla, hırpalamakla türlü türlü vehmî,
hayâlî menfa’atlarla ömrünü geçirir, çirkâb-ı alâ’ikde pûyân
olur… Şimdi bu makūle insan hayvandan aşağı değil mi?
,akıl Fıtratında. zûrdur’ma bâri Hayvan) كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ)
fikir yok. Terakkī, tekemmüle mûsıl olacak vâsıta yok. İsti’dâd, kābiliyet-i müfîde onun için mes’ûliyet ve mükellefiyetden âzâdedir.
Fakat insan, insan iken, şerî’at önünde durur, bin türlü
nasâyih-i hekîmâne kulağına erişirken, mahzâ inâd ile
hukūk-ı ibâdı tanımayan elbet hayvandan aşağıdır, azâba
müstehakdır. Aklı başında bir insan ma’bûdunu tanımazsa,
evâmir-i ilâhiyyeye boyun eğmezse dünyevî ve uhrevî mücâzâta giriftâr olur. Ama akıl ve fikir ile hareket eder, mîzân-ı şer’î ile ef’âlini tartar, hukūkullahı, hukūk-ı ibâdı tanırsa, insana lâyık bir tarz üzere hareket eder de meleklere
benzerse, bu sâyede terakkī ve tekemmüle muvaffak olursa
melekden de efdal olacağı cây-ı iştibâh değildir. Çünkü bir
şey ne kadar güç ise o kadar değerlidir. Meleklerin zikir ve
tesbîhi nefes gibidir. Nefes alıp vermede nasıl bir zahmet
çekilmezse meleklerin de zikir ve tesbîhi öyledir. Bize nefes
nasıl ilhâm edilmişse meleklere de zikr-i ilâhi öyle ilhâm
olunmuşdur. Onlar o âleme göre halk edilmiş, öyle yaşarlar.
Ama bizim bin türlü alâik ve havâ’ic etrâfımızı almışdır. Bu
kadar avârıza karşı durmak ile berâber vazîfe-i ubûdiyeti îfâ
etmek en büyük ve en âlî bir makāmdır!..
Şimdi bunun için kānûnlar lâzım. Vasâ’it-i icrâ’ât lâzım.
Kānûnların esâsı Kur’ân’dır. Hiçbir şey ondan hâric değildir.
Ama bir takım kavânîn daha olacak, umūr-ı ticârete âi’d bir
çok kānûnlar bulunacak, onların asl-ı esâsı da Kur’ân’dır.
Nasıl Kānûn-ı Esâsî Kur’ân’ın hülâsa-i münderecâtından alınmış, diğer kavânîn de öyle olmak gerekdir. Zâten adâleti
emreden Kur’ân’dır. Her türlü intizâmın muhâfazasını, te’-
mîn terakkiyât-ı medeniyyeyi te’sîs eden Kur’ân’dır. Kavânînden maksad intizâm ve terakkī değil mi? Meselâ [222]
vergiler alınır da ötekinin, berikinin cebinde kalırsa zulüm
add olunur. Lâkin mâ-vudı’a lehine sarf edilirse buna kimin
bir diyeceği kalır? Peygamberimizin zamân-ı sa’âdetlerinde
vergi toplanırdı. Gerek a’şâr olarak zirâ’atden, gerek zekât
nâmıyle ticâretden, hayvan sâhiblerinden bir vergi alınırdı.
Kitâb-ı fıkhiyyede ma’lûm olduğu üzere cibâyet olunan tekâlîf gâyet mu’tedildir. Sâhibinin hukūku muhâfaza edilerek, gönül rızâsıyla alınır, ma’îşetine halel getirmez. Sûret-i
âdilâne ile, halka bâr-ı azîm olmayarak, kemâl-i ta’dîl ve ıslâh ile alınır, mâ-vudı’a lehine sarf olunur, o vakit kimse
şübhe etmez, verdiğine kimse acımaz. Dünyanın ma’mûriyetine, asâkîrin, ümmetin te’mîn-i hayâtına, muhâfaza-i intizâmına sarf edecek para lâzım. Bunlar bittabi’ ahâlîden alınacak. O sâyede cem’iyet muhâfaza edilecek, bekā bulacak.
210 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 14 - SAYFA 223
İşte Kur’ân’ı Kerîm’in münderecâtı üssü’l-esâs-ı sa’âdetdir. Her ma’deletin mebnâ-yı asliyyesi odur. Buna binâ’en
Kānûn-ı Esâsî’de de başdaki maddelerde okursunuz. Onlar
insana hürriyet verir. Fakat Allah bizi esâsen hür yaratmışdır. Hayvan gibi değiliz. Kimsenin keyfine esîr olamayız.
Herkese hak, hukūk vermiş. Eşbâhu Nazâir’i oku. Kitâbîlerden tut, Mecûsilere varıncaya kadar bütün ahkâm-ı
şer’iyye orada beyân olunmuş. Mü’minlerin, gayr-i müslimlerin kâffe-i efrâd-ı beşeriyyenin ayrı ayrı hukūku var. Her
birinin ahkâmı var. Gene müsâvât demek: Yani herkesin
hukūk-ı dâiresinde. “bu ganîdir, bu fakīrdir” diye şerî’at
nezdinde bir imtiyâzı mevcûd değildir. Hukūk nokta-i nazarından hepsi birdir. Fakat herkesi Allah te’âlâ hazretleri müsâvî yaratmamışdır. Binâ’en-aleyh her birinin tabî’atına göre ahkâmı, vazâ’ifi olacak. Herkes vazîfesini bilecek. Mâfevkine karşı durmayacak. Ma’dûnunu ezmeyecek. Emsâl ü
akrânıyle hoş geçinecek, hukūk-ı uhuvvet budur.
– Müslüman, müslüman olmayana “kardeş” derse acaba dinden düşmez mi? Soruyorlar; 1
.kardeşidir minin’mü min’Mü. “kardeşdir minler’mü leriyleBirbir) إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ)
Bu uhuvvete diyeceğimiz yok. Lâkin beriki kardeşliğe aklımız ermez. Din düşmanı nasıl kardeş olurmuş?..” diyorlar.
Bu, ta’assubdur, ta’assub-ı câhilânedir. Din başka kardeşlik başka, kardeşlik yalnız dine mahsûs değil. Bazen insanın neseb kardeşi olur da yine düşmanı olur. Bununla
kardeşlik vazâ’ifi bozulmaz. Din kardeşi olur, dinin muktezâsıyla amel eder, elbet bu daha kıymetli. En yakın akrabandan görmediğin iyiliği din kardeşinden görürsün. Kıyâmet
gününde de böyledir. Ana baba merhamet etmeyecek, lâkin bazı muttakīler, hukūk-ı dîniyye ve muvâlât-ı kâdîme
hasebiyle birbirlerine mu’âvenetde bulunacaklar. Ona dâir
çok âyât ve âsâr vardır. 2
َ◌اْلأَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ )
َقينَّتُمْال (Nazm-ı celîlini mülâhaza kâfîdir.
Uhuvvet-i dîniyye… Evet daha parlak, daha yakīn.
Komşuluk gibidir. Evet komşuluk da büyük irtibâtdır. Onun
da ayrıca hukūku vardır, kardeşlik de öyle. Ana baba bir
kardeş olur. Sonra dince de kardeş bulunur. Fakat bir
uhuvvet daha yok mu? 3
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَأُنثَى )
?mıyız okumaz kerîmesini i-Âyet) وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا
Bütün benî âdem bir asıldan münşa’ab değil mi? Hepsi
Âdem ve Havva neslinden. Demek beynimizde bütün efrâd-ı beşeriyye ile bir uhuvvet-i umûmiyye bir cihet-i câmi’a-i insâniyye var. İnsan insanın hukūkunu bilecek. Onunla hoş geçinmeğe mecbûrdur. Nev’-i beşer bir asıla
müntehîdir. Bütün kütüb-i semâviyye bu hakīkatı i’lân ediyor. O hâlde uhuvvet-i umûmiyye var. Bu uhuvvet-i umûmiyye, bütün nev’-i beşeri birleşdirir. Hepsine hüsn-i mu’âmeleyi iktizâ eder ki hukūk-ı beynelmilel fenni buna mübtenîdir.
Bu iki uhuvvet arasında başka bir uhuvvet daha var.
Bunun ehemmiyeti daha ziyâdedir. Uhuvvet-i dîniyye ile
1 Hucurât, 49/10.
2 Zuhruf, 43/67.
3 Hucurât, 49/13.
uhuvvet-i cinsiyye arasında bir de uhuvvet-i vataniyye var.
Cümlemiz bir vatan kardeşleriyiz. Bir mahalde doğub büyüdük menfa’at ve mazarratlarımız birleşmiş. Hepimizden
müteşekkil bir vücûd tehassül etmişdir. Vatandaşlık. Büyük
bir uhuvvetdir. Bunun için de ayrıca vesâyâ-yı nebeviyye
vardır. Bu işte komşuluk hakkıdır. Hazreti Peygamber komşuluğu ta’rîf makâmında dört taraftan kırkar hâne demiyor
mu? Yalnız câr-ı mülâsık yapışık hâne değil. Herkesin hânesine diğerin hânesini mücâvir addetmiş. Bir gün buyurmuştur ki:
– Komşuluk hakkını; Cebrâ’îl, bana o kadar te’kidli haber verdi ki nazarımda o kadar büyülttü ki hattâ zannettim,
bir gün gelecek 4
مازال جبريل يوصينى بالجار حتى طننت انه سيقول ان )
الجار يرث الجار (Yâ Resûlullah! Diyecek, komşu komşuya mîrasçı olacak. O kadar yaklaştırmıştır…
Sonra (دارا اربعون الجار (fehvâ-yı âlîsince komşu kırkar
hânedir. Demek olur ki bir memleketde bulunanlar bütün
komşudur. Bir iklimde bulunanlar yine öyledir. Beynlerinde
menâfi’ce iştirâk ve ittihâd var. Bu cihetle hukūk arttıkça
artar. Hele tâbi’iyyet-i İslâmiyyede bulunan gayr-i müslimler
mâdem ki hukūkları şer’an muhâfaza olunur, kendilerinden
vergi alınır. Mu’âhede edilmiş; Allah, Peygamber tarafından
kâffesinin selâmeti te’mîn edilmişdir. Âhir hayatlarında
Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz zimmîlerin hukūkunu muhâfaza
edin, buyurmuşlardır. Hâl bu merkezde iken bir takım zâlimler peydâ olur, ne müslümanların hakkını tanır, ne gayr-i
müslimlere merhamet ederler. Buna ne dersin? Müslümanlığın bunda kabahati ne? Müslümanların vazîfesi, mesleki
bütün hey’et-i ittihâdiyyeyi muhâfazadır. 5
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ )
i-gayr Aralarındaki. meydandadır şerîfi i-Emr) جَمِيعاً وَلاَ تَفَرَّقُوا
müslimler ezilmesin, diye ayrıca tenbîhât vârid olmuş. Hattâ
bir hadîste: 6
.olmuşdur vârid) مَن قَتلَ مُعاهِداً لم يرحْ رائحةَ الجنة)
Hem Buhârî-yi Şerîf hadîslerindendir. Her kim bir mu’âhidi
yani ahidlenmiş, Allah’ın, Resûlün ahdine girmiş, tâbi’iyyet-i İslâmiyyeyi ihrâz etmiş, [223] Hıristiyan olsun, Yahûdî
olsun, Kıbtî olsun… Böyle bir kimse Allah’ın ahdine, Peygamber’in ahdine karşı eğer bi-gayr-i hakkin öldürecek olursa… Müslüman müslümanı öldürürse, cezâsı ebediyyen cehennemdir. Kur’ân’da musarrahdır. Fakat gayr-i müslim
olanı âciz bulup malına tama’ edib öldürürse… Öldürmek
yalnız kılıç ile olmaz. Envâ’ı var. Malını almak, aç bî-ilaç bırakmak, evlâd u iyâlinden ayırmak, nefy etmek, tekâlîf-i
şâkkaya ma’rûz kılmak.. İnsana her gün ölümdür. Âilesinden ayırdın. Senin işittiğin sözü söylemiş. Fakat başka maksadla söylemiş:
– Zulme tâkat getiremem! Demiş. Bundan dolayı feryâd
etmiş. Ona karşı: – Haydi Fizan’a!.. Denmiş. O ölmüş demekdir. Hem öyle bir ölüm ki her dakīka tekrar ediyor. Keşke kılıçla öldüreydin. Bâri bir kere ölüm acısını duyardı.
4 Buhârî, Sahih, Kitâbü’l-Edeb 28. 5 Âl-i İmrân, 3/103. 6 Buhârî, Sahih, Kitâbü’l-Cizye 5.
CİLD 1 – ADED 14 - SAYFA 224 SIRÂTIMÜSTAKĪM 211
Böyle her gün ölüm azâbları içinde inleyip durmazdı. Âilesi
mahv u perîşân oldular, aç bî-ilaç kaldılar. Her gün bin türlü
korku ile yaşar. Müslüman olsun, olmasın mâdem ki emânetullâhdır, Allah’ın ahd u emâniyle bize tevdî’ olunmuşdur.
İşte böyle kimseyi kul ederse yani perîşânlığına sebeb olursa
o herif cennet kokusu koklayamaz. Cennete girmek şöyle
dursun, râyihasını duymayacak, pek uzak kalacak demek
olur. Ahirete gidilir de cennet kokusu duyulmaz, olur mu?
Olur ya! Cennet kokusu vâkı’â kırk senelik yoldan duyulur.
Cennetin revâyih-i latîfesi, lezâiz-i tabî’iyyesi o derece
rûh-efzâ, o derece çokdur ki o kadar uzak yerlerden istişmâm olunur. Fakat yine o zâlim duymayacak. Mahrûm kılınacak. Ma’âzallah ne kadar büyük mahrûmiyet! Maksadımız hep sa’âdet-i âhiret değil mi? Ni’met-i cennet’e nâ’iliyet
değil mi? İşte Allah bu kimseyi en âlî bir sa’âdetden mahrûm kılıyor. Zâlim olduğu için, gayr-i müslimi ezdiği için.
Müslümanı da ezerse yine öyledir.
Elhâsıl Şerî’at-ı Muhammediyye kemâl-i i’tinâ ile gayr-i
müslimlerin de hukūkunu taht-ı muhâfazaya almış; Peygamberimiz hiçbir şeyi noksan bırakmamış. Hukūk cihetinden müsâvât üzere tutmuşdur. Bu bâbda aslâ iştibâh yokdur. Bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyrulmuştur: “Üç şey vardır ki dâima müsâvât üzere mer’î olmak lâzımdır. “Adama
göre değil, belki gerek birr u takvâ sâhiblerine, gerek fâcirlere karşı ale’l-umûm insanlar beyninde müsâvât üzere bulunmak vazîfedir.”
1- Edâ-yı emânet: Her emânet sâhibine verilmeli. Ama
mü’min imiş, sâlih imiş, yâhûd değilmiş, fâcir imiş, fâsık
imiş. İnsan birr olur, fâcir olur.
Hangi mezhebde olursa olsun, emânet emânetdir. 1
إنّ )
de nüzūlü i-sebeb âyetin Şuَ) اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّوا الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا
gâyet mühimdir. Bu âyet-i celîleden birkaç def’a va’az ettik,
lâkin sebeb-i nüzūlünü hâlâ söyleyemedik. Bak şimdi. Vâkıf
olursan Peygamber’in nasıl bir din ile meb’ūs olduğunu anlarsın.
Mekke-i Mükerreme feth olunduğu gün bu âyet nâzil
oldu. Hazret-i Fahr-i Kâinât Efendimiz ashâb-ı kirâmla
girdiler, Mescid-i Harâm’a doldular. Her tarafı kabza-i mübâreklerine aldılar. Lâkin Kâbe kapısı hâlâ kapalı. Müşriklerin elinde anahtarlar.Tabî’î Peygamber Efendimiz Mekke’-
yi teşrîf buyurunca Ka’be-yi Mu’azzama’yı ziyâret edecek.
İçeri girmek arzû buyurdular. Men’ olundu.
Otuz bin kişi müşrik vardı. Hazret-i peygamber on iki
bin kişiyle geldi. Fakat öyle mehâbet verdi ki bütün müşrikînin kalplerini korku istîlâ eyledi. Anladılar ki baş edemeyecekler. Satvet-i İslâmiyyeye karşı duramayacaklar. Cenâb-ı Risâlet-meâb sulhen Mekke’ye dâhil oldular. Ee şimdi? Allah’ın peygamberi Allah’ın beytini ziyâret etmeyecek
mi? Anahtarlar “Osman bin Şeybe”de idi. Öteden beri asıl
miftâh sâhibi o idi. Babasından, dedesinden intikâl etmiş
idi. Ka’be-yi Mu’azzama’ya müte’allik bütün vezâ’if hep bir
kabîlededir. Meselâ Zemzem-i Şerîf sikâyesi Hazreti Abbas’-
1 Nisâ, 4/58.
da idi. Sonra Ka’be’ye hizmet etmek, silmek, süpürmek…
Daha bu gibi vazâ’if pek çokdur. Her kabîleye mahsûs bir
vazîfe vardı. İşte anahtar da “Osman bin Şeybe”de dururdu.
Hazreti peygamber haber gönderdi: – Anahtarı ver, dedi, kapıyı açıp içeriye gireceğiz, ziyâret edeceğiz.
– Vermem, dedi.
– Niçin?
– Ben sana îmân etmedim ki. Senin Allah’ın Resûlü
olduğunu bileyim. Vâkı’â adı “Osman”, Fakat Arab ismi.
Kendisi müşrik idi. Hazreti Peygamber fetih esnâsında müslüman olmalarını şart etmeyerek cümle müşriklere emân
vermiş idi. Hâlbuki ne yapsa yapardı. Öyle iken: – Ben hepinize “kardeş” mu’âmelesi edeceğim, buyurdu.
Asıl “uhuvvet” ta’bîrini isbât edeceğim. Çünkü bazı kimseler i’tirâz ederler: Hıristiyanlarla müsâvât nasıl olur? Onlara biz nasıl “kardeş” diyeceğiz? Dînimiz buna müsâ’id değil, Hıristiyanlar mü’minlerin nasıl kardeşi olurmuş?
Böyle diyorlar. Ama cehâletlerinden, hakāyık-ı İslâmiyyeden bî-haber olduklarından. Hakīkatı fark etmiyorlar. Ne
âyât-ı celîleden haberleri var, ne de ehâdîs-i şerîfeden. Hayât-ı nebeviyyeye dâir ma’lûmatları yalan yanlış, okumamışlar, öğrenmemişler. Ömürlerini tenbellikle geçirmişler.
Atâlet damarlarına işlemiş. Kuru bir ta’assubdur, bir ta’assub-ı câhilânedir gidiyor. Onun için bu ta’bîrler, bu mes’eleler kendilerine garîb gelir. Hâlbuki bunlar pek vâzıh mes’-
elelerdir, pek meşrû’ ta’bîrlerdir. Bak Peygamber’in yaptığı
mu’âmelâtı gör, söylediği sözleri işit de doğrusunu anla!
Hazreti Peygamber Mekke’ye girdikleri zaman bütün
Kureyş ekâbiri, en ileri gelenler Hazreti Peygamber’i karşıladılar: – Teslim olduk, dediler. Her ne türlü mu’âmeleyi lâyık görürsen yap. Malımız da, canımız da, evlâdımız da
[224] senin. Cümlemiz sana teslim olduk. İstediğin gibi
mu’âmele et. Ne emrin varsa yapacağız.
Ol hazret: – Ne zannediyorsunuz, buyurdu, ey sanâdîd-i
Kureyş! Size ne gibi bir mu’âmele edeceğimi umarsınız?
– Bizim hakkımızda Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine yaptığı gibi.
Bilirsiniz, Hazret-i Yûsuf’a kardeşleri ne türlü iftirâlarda
bulundular. Cenâb-ı Yusuf onlara vedî’a idi. Hep bir baba
evlâdı. Yalnız anaları başka. Lâkin babaları bir. Kardeşleri
elden gelen hıyâneti yaptılar. Hasedlerinden çekemediler.
Fakat Cenâb-ı Hak Hazret-i Yûsuf’u muhâfaza etti. Kölelikten kurtuldu. Azîz-i Mısır oldu. Sonra kardeşleri geldiler.
Kendilerine hüsn-i mu’âmele etti. Zahîrelerini verdi. Nihâyet
kendini bildirmek istedi. Öz birâderi olan Bünyamin’i bir
takrīble alıkoydu. Sonra ikinci def’a gelişlerinde Yûsuf Aleyhisselâm’ı tebessümlerinden anladılar. Bir takım latîfeler ediyor, kendini bildirmek istiyordu. Nihâyet anladılar:
– Sen Yusuf’sun dediler.
– Evet, bu da kardeşim Bünyamin.
– Eyvâh, biz ne kadar hatâlar ettik. Seni Allah, Azîz-i Mısır yapmış. Bize ne dilersen yap.
212 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 14 - SAYFA 224
1
biz için hakkı Allah) تَاللّهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللّهُ عَلَيْنَا وَإِن كُنَّا لَخَاطِئِينَ)
çok hatâlar ettik. Fakat Allah inâyet etti. Biz ne kadar sana
fenâlık etmeğe çalıştıysak Allah sana iyilik verdi.
– Hayır, hayır! dedi, yaptığınızı yüzünüze vurmam. Allah gafûrun rahîmdir. Ben hakkımı afvettim. Yalnız sizden
bir şey ricâ ederim: Anamı, babamı getiriniz. 2
وَأْتُونِي بِأَهْلِكُمْ )
(أَجْمَعِينَ
Kıssa ma’lûm. İşte ahâlî-i Mekke öyle dediler: – Yûsuf’un kardeşlerine ettiği mu’âmeleyi sizden bekleriz.
O vakit ne buyurdu Hazret-i Peygamber: – Hazret-i Yûsuf kardeşlerine ne mu’âmele ettiyse ben de size öyle mu’âmele edeceğim. Hiç birinize dokunmayacağım. Her türlü
hukūkunuz yine kemâkân hukūkunuzdur.
Sultân-ı Enbiyâ her türlü mu’âmelât-ı şedîdeye kâdir
iken hüsn-i mu’âmele buyurdu. Fakat öyle buyurdu, “kardeş” ta’bîrini kullandı: – Kardeşlik mu’âmelesi. Yûsuf’un
kardeşlerine ettiği mu’âmeleyi uhuvvet ta’bîri diğer bir hadîsde vârid olmuşdur. Fakat peşin şurasını tamam edeyim:
Osman – Ka’be Kapısı’nı açmam, dedi.
Herkes teslîmiyet gösterdi. Fakat içlerinde böyle hıyânetlik edenler de oldu. Karşı koyanlar bulundu:
– Veremem, dedi, Allah’ın Resûlü olduğunu bilmem.
Eğer bilsem ki hakīkaten Resûlullah’sın, elbet Beytullah senin, lâkin ben sana îmân etmiş değilim.
Böyle dedi. Fakat mutlaka da Beytullâh’ı ziyâret etmek
lâzım. Hazret-i Ali’ye emretti: – Al şu anahtarları! buyurdu.
Hazret-i Ali de kendi, Osman bin Şeybe’nin kolunu sıktı,
anahtar yere düşüverdi. Aldı, kapıyı açdı. Ashâb-ı Kirâm’la
birlikte girdiler. Namaz kıldılar. Sonra kilitlediler. Öteden beri âdet öyle idi. Beytullâh açık durmaz. Bir kapısı var, girilir,
îfâ-yı ibâdet olunur, çıkınca yine kapanır.
Kapayınca Abbas geldi. Abbas ki Peygamber Efendimizin amcası: – Yâ Resûlallâh, dedi, bilirsiniz Zemzem-i Şerîf hizmeti bendedir. Sikâyetü’l-beyt hizmetini îfâ ile müftehirim. Ricâ ederim bu Ka’be’nin hizmetini de –ki “Sidânet”
– (وَطَهِّرْ بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ) .süpürmek silmek, Kayyimlik– ona derler
Bana tevdî’ et. Anahtarlarını bana ihsân buyur. O şeref-i
hizmete nâ’il olayım…
1 Yûsuf, 12/91.
2 Yûsuf, 12/93.
O esnâda bu âyet nâzil oldu: 3
إنَّاللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّوا الأَمَانَاتِ )
Hazreti anahtarı Peygamber Hazreti üzerine Bunun) إِلَى أَهْلِهَا
Ali’ye verdi, Osman ibni Şeybe’ye götürmesini emretti.
Osman bin Şeybe hâlâ uzakta duruyordu. Hazreti Ali kendi:
– Al anahtarı! Diye uzatınca Osman bin Şeybe şaştı, kaldı.
Dedi ki: Şaşdım sana yâ Ali! Demin geldin, kolumu büktün,
anahtarı düşürdün, aldın, gittin. Şimdi geldin, anahtarı bana veriyorsun. Bu mu’âmeleye şaşdım.
– Bunu ben yapmazdım. Bu anahtarı sana kim verirdi.
Lâkin Allah emretti de veriyorum…
– Ne demek?
Âyeti okudu. Buna vākıf olunca: – Şimdiye kadar şüphem vardı. Şimdi şüphem kalmadı. “Eşhedüenlâilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûluhu.”
Âyet üzerine anahtar onda kaldı. Hâlen onun evlâdlarındadır. Resûl-i Ekrem Efendimiz öyle emretti: – Senin evlâdında dursun.
İşte Hazreti Peygamber Efendimiz: – Müslüman ol, müslüman olmazsan vermem, demedi.
Emânet emânetdir. Senden alındı ise yine sana verilecek. Lâkin bu insâf; bu adâlet yok mu? Sebeb-i hidâyet
olacak. Onun için hadîs-i şerîfde buyurur: – Üç şey vardır,
bunlarda adam seçilmez. Dâima hak gözetilir. Birincisi:
Te’diye-i emânet (وفاجر بر كل الى تؤدى الامانة (Her kim ise sâhibi, birr olsun, fâcir olsun, herhangi mezhebde bulunursa
bulunsun emâneti sâhibine vermeli.
2- Akrabâlıkdır. Sıla-i rahm, hukūk-ı karâbet. Akrabâlık
hukūku yok mu? Onda da adam seçilmez. Mâdem ki babandır, hangi dinde olursa olsun mutlaka ziyâret edeceksin.
Ne hakkı, hukūku varsa vereceksin. Kur’ân’da da musarrah. 4
bir Diğer. var sarâhat âyetinde) وَوَصَّيْنَا اْلإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْنًا)
(وَإِن جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ فَلاَ تُطِعْهُمَا..) de âyette
Ananıza, babanıza ri’âyet edin. Hukūkuna tecâvüz etmeyin.
Başka dinde olsa da yine hakkı var. Lâkin: “ Dininden çık.
Benim dinime gir!” derse o vakit itâ’at etme, yalnız itâ’at
etme..!
Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ
3 Nisâ, 4/58.
4 Ankebût, 29/8.
TEFSÎR-İ ŞERÎF
Tefsîr-i Elfâz
(اهد” ,(Hedâ-yehdî”den sîga-i emr olup du’â ve tazarru’
makāmında müsta’meldir. Masdarı olan hidâyet lûtfa mukārin delâlet ma’nâsınadır. Binâ’en-aleyh hayr u sa’âdete
delâlet ve irşâd makāmında isti’mâl olunur. Muktezâ-yı mefhûmu olan mef’ûliyetin birincisine bi-nefsihi, sânîye “lâm”
veyâ “ilâ” harf-i cerriyle müte’addî olur. Bazen sânîye de binefsihî ta’diye olunur. Binâ’en-aleyh (الحق والى للحق الله هداه (
denildiği gibi (الحق الله هداه (dahi denilir. Şeyheyn (Allâme Zemahşerî ve Kādî Beyzâvî) indinde asıl olan isti’mâli sûret-i
evveli olup ikinci sûretle isti’mâli (قومه موسى واختار (nazm-ı celîli gibi hazf u îsâle mahmûldür.
Delâlet ve irşâd irâ’e-i tarîk ve beyân-ı hakīkat demek
olmasına mebnî her mehdînin vâsıl-ı sa’âdet ve nâ’il-i selâmet olması lâzım gelmiyorsa da bu makāmda matlûba mûsil olacak delâlet-i mü’essire ma’nâsınadır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de bi-nefsihî müte’addî olarak vârid olan hidâyet fi’illeri
ale’l-ekser böyledir. 1
2) لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا )
(وَيَهْدِيَكَ صِرَاطاً مُسْتَقِيماً )
gibi.
Nev’-i beşerin mazhar olageldiği hidâyet-i sübhâniyye
bi’l-cümle efrâdın mes’ûdiyetlerine medâr olacak gâyet vâsi’
ve mütenevvi’ bir ni’met-i azîmdir. Turuk ve esbâbın tenevvü’ü nisbetinde hidâyetin tenevvü’ eylediği aksâmı hasr ü
ihâta mümkün değildir. Burada bahs edeceğimiz aksâm-ı
hidâyet herbirinin tahtında bî-nihâye envâ’ münderic bulunan bir takım ecnâs ve merâtibden ibâretdir ki bunlar ber
vech-i âtî dört kısma hasr olunabilir.
1 Ankebût, 29/69.
2 Fetih, 48/2.
Ama hayvânât-ı sâire ile nebâtât ve me’âdin hakkında
hüküm ve mesâlih iktizâsına göre vaz’ buyurulan kavânîn-i
fıtrat ile felekiyâtın medâr-ı intizâmı olan mevâzîn-i külliye
işbu aksâm-ı erba’adan hâricdir. Hâlbuki kâ’inâtın her yerinde müşâhede olunan intizâm-ı tâm ile terakkiyât ve tekemmülâtın her nev’i mebde’-i feyyâz-ı akdesden feyezân
etmiş ilhâm-ı hakīkat ve ibdâ’-ı tabî’at kabîlinden bir hidâyet-i hâssanın eser-i mahsûsudur. Nasıl ki 3
أَعْطَى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ )
4), ثُمَّ هَدَى
(َانَيزِمْالَ عَضَوَو اَهَعَفَر اءَمَّالسَو (gibi nusûs-ı âliye bu hakīkati iş’âr etmektedir. Binâ’en-alâzâlik mukassim olan hidâyet-i ilâhiyye nev’-i insana müte’allik bulunan hidâyetden
ibâret kılınmışdır.
Birinci mertebe: Bir takım kuvâ-yı muhrike ve müdrike
ifâza buyurmak vâsıtasıyla hâsıl olan hidâyetdir ki insan bu
sâyede me’âş ve me’âd mesâlihine ihtidâ ediyor. Kuvâ-yı
muhrikenin envâ’-ı adîdesi olduğu gibi kuvâ-yı müdrike dahi kuvve-i akliyye ve havâss-ı zâhire ve bâtıneden ibâretdir.
İşte insan bu tarîk ile akvâl u a’mâl ve akāid u ahlâk ve makāmāt u ahvâle müte’allik her şeyde hakk ile bâtıl beynini
tefrîke iktidâr kesb ediyor.
İkinci mertebe: İ’tikādiyâtda hakk ile bâtıl ve ameliyâtda
salâh ve fesâd beynini fârik olacak hücec ve delâ’il nasbı
vâsıtasıyla husûl bulan hidâyetdir ki 5
أَلَمْ نَجْعَل لَّهُ عَيْنَيْنِ وَلِسَاناً )
işâret mertebeye iki bu ile celîli ı-nazm) وَشَفَتَيْنِ وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ
buyurulmuşdur.
Ma’nâ-yı şerîfi: İnsan için iki göz ve bir lisân ile medâr-ı
tekellüm ve tezeyyün iki dudak halk etdim ve nasb-ı delâ’il
ile kendisini hayr ü şer tarîklerine delâlet eyledim.
(نجد (mekân-ı mürtefi’ ma’nâsınadır. Burada vuzûhu i’tibâriyle irtifâ’-ı ma’nevîyi hâiz olan delîl de müsta’meldir.
3 Tâhâ, 20/50
4 Rahmân, 55/7.
5 Beled, 90/8-10
214 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 15 - SAYFA 226
Bazı erbâb-ı tefsîr (نجدين(i [226] fi’il-cümle irtifâ’ları münâsebetiyle vâlide memeleriyle tefsîr etmişlerdir ki çocuğun ibtidâ-i vilâdetinde onları emmeğe başlaması ilhâm-ı Hakk’a
müstenid bir lûtf-ı ilâhîdir.
Üçüncü mertebe: İrsâl-i rusül ve inzâl-i kütüb yani da’-
vet-i ilallah ve ta’yîn-i tarîk-i savâb vâsıtasıyla vukū’ bulan
hidâyetdir ki 1
2), وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا )
إِنَّ هَـذَا الْقُرْآنَ يِهْدِي )
şu ilâhiyyenin i-hidâyet âniyye’Kur ı-nusûs gibi) لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ
mertebesine dâldir.
Ma’nâ-yı şerîfi: “Enbiyâ-i izâmı e’imme-i hidâyet kıldım
ki onlar emr-i ilâhiyyeme istinâden nâsı da’vet sûretiyle
hakka delâlet ederler”, “Bu Kur’ân-ı Kerîm tarîk-i savâbı beyân ile akvem ve a’del bir şerî’at-i celîleye delâlet ediyor.” 3
( ْمُاهَنْيَدَهَفُ ودُمَث اَّمَأَو (nass-ı celîli mertebe-i sâniye ve sâlisenin ikisini de câmi’dir. Ma’nâ-yı şerîfi: Kavm-i Semûd’u ben
azîmü’ş-şân nasb-ı delâ’il ve irsâl-i enbiyâ ile hakka delâlet
eyledim.
Dördüncü mertebe: Kulûba serâ’ir-i umûru keşf ve
irâ’e-i hakāyık-ı eşyâya bâ’is olan vahy ü ilhâm ve rü’yâ-yı
sâdıkaya mazhariyet tarîki ile olan hidâyetdir ki bu kısım hidâyet enbiyâ-yı izâm ve evliyâ-yı kirâm hâzerâtına hâsdır. 4
5), أُولَـئِكَ الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ)
(وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا)
nazm-ı celîlleri bu mertebeye dâldir.
Ma’nâ-yı şerîfi: “Zikr olunan ibâd-ı mürselîni Allahu azîmü’ş-şân hidâyet buyurmuşdur, Ey habîb-i ekremim! Sen
onların meslek-i âlîlerine sâlik ol!” “Mahzâ rızâ-yı rabbânîmi
ihrâza sa’y ü ictihâd edenleri dergâhıma vusûl yollarına,
makām-ı kurb u şuhûda elbetde irşâd eylerim.”
Belâğat
6
tefsîr i)’الصراط المستقيم) kerîmi i-kavl) صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ)
mâkāmında vurûd etmiş bedel veya atf-ı beyân kabîlindendir. İlm-i nahivde bedel tesmiye kılınan tâbi’-i kelâmda
vâki’ nisbetle maksûdün bi’z-zâtdır. Bu ise âmilin min haysi’l-ma’nâ mükerrer i’tibâr edilmesini muktezîdir. Çünkü
âmilin tekerrürü i’tibâr edilmese ya yalnız metbû’a te’alluku
hasebiyle maksûdün bi’z-zât nisbetden hâlî bırakılmak veyâhûd tâbi’a sarfıyla metbû’un maksûdiyeti bi’l-külliye ihlâl
edilmek lâzım gelir.
İ’tibâr-ı mezkûre binâ’en her bedelde te’kîd-i nisbet tahakkuk etmekdedir ki bedelin fâ’ide-i âmmesi bundan ibâretdir. Şu nazm-ı şerîfde olduğu gibi mevsûfun kendi sıfatından ibdâli sûretlerinde ise beyân-i tefsîr dahi bulunacağından nazm-ı kerîm enbiyâ-i izâm ile sâir mü’minînin meslûkları bulunan tarîk-i hakkın istikāmet vasfıyla meşhûr u meşhûdun leh olmasını ve bu şöhret ve şehâdetin tarîk-i âlî-i
mezkûre muhtass bulunmasını sûret-i kat’iyyede ifâde etmekdedir.
1 Enbiyâ, 21/73
2 İsrâ, 17/9. 3 Fussilet, 41/17.
4 En’âm, 6/90
5 Ankebût, 29/69.
6 Fâtiha, 1/7.
Atf-ı beyân kılındığı takdîrde maksûd bi’n-nisbe metbû’
olacağından tâbi’in zikri mücerred îzâh ve tefsîr için olur. Bu
husûsun ifâde-i mezkûreye nisbeti derkâr ise de ifâde-i te’-
kîd cihetiyle bedel tercîh olunmuşdur.
Takrîr
Mübeddelün minh olan (المستقيم الصراط‘(de manzûrun
ileyh vasf-ı istikāmet, bedelde nefs-i sırât olmakla nazm-ı
celîl (زيد الفاضل جائنى (terkîbinin nazîri olur. Bu misillü terkîblerde ise Taftazânî rahimehullah tefsîrde asl olmasına mebnî
atf-ı beyân ihtimâlini tercîh etmişdir. Vâkı’a bu i’tibâr ile ihtimâl-i mezkûrun rüchânı âşikârdır. Fakat şu âyet-i celîleyi
Beyzâvî rahimehullah tekrâr âmil mülâhazasıyla taleb-i hidâyetin mü’ekked olmasını iltizâma binâ’en bedel kılmışdır.
Bedel kılındığı sûretde dahi ref’-i ibhâm bulunmakla tefsîr
ve beyânı müfîd olur. Binâ’en-aleyh her ihtimâle göre bu
makāmda mevsûf sıfatını tefsîr ve îzâh sadedinde zikr edilmiş olur. Tefsîr ise bir ma’nâ-yı mübhemi en vâzıh bir ibâre
ile beyân demek olmasına mebnî sırât-ı enbiyânın istikāmetle ittisâfı meşhûr bulunmak lâzım gelir. Ve illâ mübhemi
mübhem ile tefsîr kabîlinden olur. Kezâlik istikāmet vasfının
sırât-ı enbiyâya inhisârı da müstefâd olur. Ve illâ ehass ile
tefsîr kabîlinden olur. Hâlbuki tefsîrde müsâvât şartdır.
İlm-i tefsîrde mukarrer olan usûle göre Kur’ân-ı Kerîm’i
yine Kur’ân-ı Kerîm ile tefsîr etmek vücûh-ı tefsîrin akvâsıdır. Binâ’en-aleyh işbu âyet-i celîleyi 7
فَأُولَـئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ )
(اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَـئِكَ رَفِيقًا
nazm-ı kerîmiyle tefsîr ederek mün’amun aleyh olan zevâtı
sunûf-ı erbâ’ayı hâvî olan îmân-ı kâmil ashâbından ibâret
kılmak râcihdir. Nasıl ki Beyzâvî merhûm ifâde-i sâlifesinde
işâret buyurmuşdur. Bazı müfessirîn ise yalnız enbiyâ-yı
izâmdan ve bazıları dahi kable’n-nesh ve’t-tahrîf ashâb-ı
Mûsa ve İsâ aleyhime’s-selâmdan ibâret kılmışlardır.
Tefsîr-i Elfâz
(انعام (îsâl-i ni’met demekdir. “Ni’met” de istilzâz olunan,
menfa’ati görülen her şeye şâmildir. Ni’am-i ilâhiyye 8
وَإِن )
ihsâ i-kābil mantûkunca celîli ı-Nass) تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا
değilse de evvelâ dünyevî ve uhrevî, sâniyen mevhibî ve
kesbî kısımlarına taksîm olunur. Bunların her biri de rûhânî
ve cismânî kısımlarına münkasemdir.
Ni’met-i dünyeviyyenin mevhibî kısmı: Rûhânîden rûh-ı
nefhî ve onun akıl ve ona tâbi’ fehim ve fikir ve nutk gibi
kuvâ ile iştirâkî, cismânîden tahlîk-i beden ile ona hall olan
kuvâ ve mukārini bulunan sıhhat ve kemâl-i a’zâ; kesbî kısmı: Rûhânîden nefsi rezâ’ilden tezkiye ve ahlâk-ı hasene ve
melekât-ı fâzıla ile tahliye; cismânîden hey’et-i matbû’a ve
sıfât-ı müstahsene ile bedeni tezyîn ve mâl ve câh ile ma’îşeti te’mîn; ni’met-i uhreviyyenin rûhânîsi: Kusûr-ı vâkı’ı
mağfiret, rızâ-yı sübhânîyi mazhariyet; cismânisi: A’lâ-yı illiyyîne duhûl ve lezâ’iz-i ebediyyeye vusûl ile temsîl olunur.
7 Nisâ, 4/69.
8 İbrâhim 14/34.
CİLD 1 – ADED 15 - SAYFA 227 SIRÂTIMÜSTAKĪM 215
Ni’met-i kesbiyyenin rûhânî kısmında küfr ü dalâletden
teberrî dâhildir. Çünkü küfr erzel-i rezâ’ildendir. Kezâlik
îmân ile tecellî ve ittisâf da dâhildir. Zîrâ îmân melekât-ı fâzılanın ahseni ve cümle kemâlâtın esâsıdır.
[227] BEYÂN-I MURÂD
Ta’dâd olunan aksâm-ı ni’am içinden bu makāmda
maksûd kısm-ı uhrevînin kâffesi ile berâber ona mûsil olan
aksâm-ı dünyeviyyedir. Çünkü (انعمت‘(nin mef’ûlü hazf olunarak ni’met-i mutlakaya işâret buyurulmuşdur.
Nimet-i mutlaka ise ni’met-i kâmileye muhavveldir ki
min küll-i vechin ni’met addolunacak şeylerden ibâretdir.
Bu da ni’am-ı celîle-i uhreviyye ile onların husûlüne bâ’is
olan mevhibî ve kesbî bi’l-cümle dünyâ ni’metleridir. Zîrâ
bunlar ile dünyâda intifâ’ hâsıl olduğu gibi sa’âdet-i ebediyyeye tevessül olunmakdadır. Ni’am-i uhreviyyeye mûsil
olmayan ni’am-ı dünyeviyye ile dünyâda intifâ’ olunursa da
âhiretde bâ’is-i nikmet ve mûris-i ukūbet olmalarına mebnî
her cihetle ni’met addolunmaz. Binâ’en-aleyh ni’met-i kâmilede dâhil kılınmazlar.
Itlâkı kemâle sarf ile maksûd olan ni’metleri tahsîs etmenin medârı ve karînesi de 1
kerîmi ı-nazm) الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ)
ile murâd-ı ilâhî mü’minlerden ibâret olmasıdır. Hâric bırakılan ni’am-ı dünyeviyye ise mü’minîne hâss olmayıp sâirlere de şâmildir.
Manastırlı İsmâil Hakkı