- Fıkıh ilmi nedir
- Fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı ayn’dır
- Fıkıh ilminin önemi
- Hadis ilmi
- İlmin kaldırılması,cahilliğin kökleşmesi,içki içil...
Fıkıh ilmi dört büyük kısımdır
| |
1) İbâdât, 2) Münâkehât (evlenme, boşanma, nafaka v.s.) 3) Muâmelât (alış-veriş bilgileri, kirâ, şirketler), 4) Ukûbât. Ukûbatta had, ta'zir ve kısas olmak üzere üç kısımdır. (Ahmed Zühdü, Alâüddîn-i Haskefî)
Fıkıh ilminin ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Yâni başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Muâmelât ve ukûbât kısımlarını zımmîlerin yâni gayr-i müslim vatandaşların da öğrenmeleri lâzımdır. Çünkü zımmîlerin de muâmelât ve ukûbâta uymasını İslâmiyet emretmektedir. (Ahmed Zühdü) Ukûbâtta kefâlet sahîh değildir.Bu sebeple birinin yerine kefîli îdâm edilemez. (Ali Haydar Efendi) |
İslâm'ın ana kaynakları dörttür: Kitap, sünnet, îcma ve kıyasdır. Kitap'dan maksat Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'ân-ı Kerîm'de herhangi bir meselenin hükmü belirtilmişse, o hükümle amel edilmesi kesinlik arzeder. O hükümden başkasına itibâr edilmez.
Sünnet ise, Resûlüllah (asm)'ın söz, fiil ve takriridir. Takririn mânâsı huzurunda yapılmış veya söylenmiş herhangi bir şeye Resûlüllah (asm)'in müdâhalede bulunmamasıdır.
İcmâ ise, herhangi bir asırda müctehid ve fâkihlerin herhangi bir husus üzerine ittifakları kastedilmektedir. Kıyasa gelince hakkında âyet, hadîs ve icmâ gibi hükümlerin olmadığı herhangi bir meseleyi, belirtilmiş bir meseleyle aralarındaki illet dolayısıyla benzeterek hüküm vermektir.
İslâmî hükümlere kaynak olan hususlar ve esaslar işte yukarıda belirttiğimiz bu şeylerdir. Ancak İslâm dini bunlara ilaveten örf ve âdetlere de yer vermektedir. Yani Kur'ân ve sünnette hükmü belirtilmemiş herhangi bir meselenin hükme bağlanmamasında Kur'ân ve Sünnet'e muhalif olmayan örf ve âdetlere müracâat edilir4(Usûl'ü Fıkh. Muhammet! Sevvid. c. 2 sh: 101 .). Dolayısıyla örf ve âdetle hükme bağlanan herhangi bir husus zaman geçip de örf ve âdet değişirse o hüküm de değişir.
Meselâ, bir zamanlar erkek için avret olmamasına rağmen örfe binaen baş açık gezmek çok çirkin ve kerih sayılmakta, hatta Şafiî mezhebine göre fıska sebeb olarak gösterilmekteydi. Ancak bugün değişen örfe göre bir erkeğin başı açık gezmesinde herhangi bir sakınca yoktur ve fiska sebeb teşkil etmez.
Sünnet ise, Resûlüllah (asm)'ın söz, fiil ve takriridir. Takririn mânâsı huzurunda yapılmış veya söylenmiş herhangi bir şeye Resûlüllah (asm)'in müdâhalede bulunmamasıdır.
İcmâ ise, herhangi bir asırda müctehid ve fâkihlerin herhangi bir husus üzerine ittifakları kastedilmektedir. Kıyasa gelince hakkında âyet, hadîs ve icmâ gibi hükümlerin olmadığı herhangi bir meseleyi, belirtilmiş bir meseleyle aralarındaki illet dolayısıyla benzeterek hüküm vermektir.
İslâmî hükümlere kaynak olan hususlar ve esaslar işte yukarıda belirttiğimiz bu şeylerdir. Ancak İslâm dini bunlara ilaveten örf ve âdetlere de yer vermektedir. Yani Kur'ân ve sünnette hükmü belirtilmemiş herhangi bir meselenin hükme bağlanmamasında Kur'ân ve Sünnet'e muhalif olmayan örf ve âdetlere müracâat edilir4(Usûl'ü Fıkh. Muhammet! Sevvid. c. 2 sh: 101 .). Dolayısıyla örf ve âdetle hükme bağlanan herhangi bir husus zaman geçip de örf ve âdet değişirse o hüküm de değişir.
Meselâ, bir zamanlar erkek için avret olmamasına rağmen örfe binaen baş açık gezmek çok çirkin ve kerih sayılmakta, hatta Şafiî mezhebine göre fıska sebeb olarak gösterilmekteydi. Ancak bugün değişen örfe göre bir erkeğin başı açık gezmesinde herhangi bir sakınca yoktur ve fiska sebeb teşkil etmez.
Yine fulus ve kağıt paralar zekâta tâbi tutulmaz iken bugün bunlar da aynen altın ve gümüşde olduğu gibi zekâta tâbi tutulmaktadır. Zamanın değişmesiyle hükümler değişir, sözünün mânâsı yukarıda belirttiğimiz mânâlara hamledilebilir, yoksa maazallah, zamanın değişmesiyle Kur'ân ve Sünnefin hükmü değişiyor, demek mümkün değildir.
Mü'minlerin Ortak Görüşü: İcma'
Kur'an ve Sünnet'ten sonra hüccet (dini bir delil) olmak bakımından nasslardan sonra icma' gelir. Fıkıh terimi olarak icma', Hz. Peygamber (asm)'den sonraki bir çağda ameli bir meselenin şer'i hükmü üzerinde, İslam müçtehidlerinin birleşmesidir. İslam alimleri icmanın hüccet oluşunda ittifak etmişlerdir. Ancak, icma' yapacak müçtehidlerin vasıflarında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şiiler kendi müçtehid ve imamlarının icmaını, Müslümanların büyük çoğunluğu ise, alimler topluluğunun icma'ını hüccet kabul etmişlerdir. Sahabeler, hakkında nas bulunan konularda icma' yapardı. Karşılaştıkları yeni konular üzerinde de içtihad ederlerdi. Müçtehid imamlar döneminde ise Ebu Hanife kendisinden önce yaşamış olan Kufe bilginlerinin icma ettikleri hususlara zıt hareket etmemeye gayret ederdi. İmam Malik Medinelilerin icmaını hüccet sayardı. Fakihler sahabelerin icma' ettikleri konuları öğrenmek için çok büyük gayret sarf ederdi.
Hz. Peygamber (asm)'in,
Mü'minlerin Ortak Görüşü: İcma'
Kur'an ve Sünnet'ten sonra hüccet (dini bir delil) olmak bakımından nasslardan sonra icma' gelir. Fıkıh terimi olarak icma', Hz. Peygamber (asm)'den sonraki bir çağda ameli bir meselenin şer'i hükmü üzerinde, İslam müçtehidlerinin birleşmesidir. İslam alimleri icmanın hüccet oluşunda ittifak etmişlerdir. Ancak, icma' yapacak müçtehidlerin vasıflarında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şiiler kendi müçtehid ve imamlarının icmaını, Müslümanların büyük çoğunluğu ise, alimler topluluğunun icma'ını hüccet kabul etmişlerdir. Sahabeler, hakkında nas bulunan konularda icma' yapardı. Karşılaştıkları yeni konular üzerinde de içtihad ederlerdi. Müçtehid imamlar döneminde ise Ebu Hanife kendisinden önce yaşamış olan Kufe bilginlerinin icma ettikleri hususlara zıt hareket etmemeye gayret ederdi. İmam Malik Medinelilerin icmaını hüccet sayardı. Fakihler sahabelerin icma' ettikleri konuları öğrenmek için çok büyük gayret sarf ederdi.
Hz. Peygamber (asm)'in,
"Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir," ve "Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez"hadisleri ile1
"Kendisine doğru yol açıkça belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp mü'minlerin yolundan başkasına uyan kimseyi, yöneldiğine döndürürüz ve onu Cehenneme yaslandırırız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir."2
ayeti, icma'ın meşruiyetine delil gösterilmiştir. Zira bu ayette "mü'minlerin yolundan başkasına uymak, peygamberin yolundan ayrılmak" olarak anlatılmaktadır. Mü'minlerin yolundan başkasına uymak haram olunca, mü'minlerin yoluna uymak vacip olur.3
Fakihlerin çoğunluğuna göre icma' dini bir delildir. Nitekim sahabeler de bir çok hususta icma' etmişlerdir. Sahabeler, bir kadının üzerine halası ve teyzesinin nikahlanamayacağı konusunda icma' yapmıştır. Baba bir erkek ve kız kardeşlerin, öz kardeşler bulunmadıkları takdirde, onların yerine geçmeleri üzerine icma' ettiler.
İcma'ı kimler yapabilir? İcma' yetkisi müçtehidlerindir. İyi bir müçtehid de fıkhi meseleleri, bunların delillerini ve hüküm çıkarma yollarını bilendir. Mu'teber icma bu sahada yetkili kimselerin yaptıkları icma'dır. İcma' için yetkili bir kimsenin itiraz ettiği bir icma', icma' olmaktan çıkar. "Bu kaide dışıdır" denemez! Çünkü yetkilisinin görüşü ona iştirak etmemektedir. İcma'ın şer'i dayanağı konusunda alimler, değişik ihtimallere yer vermiştir. Bunlardan kuvvetli olanı, icma'ın kıyas deliline dayanarak şer'i bir hüviyet kazanmasıdır. Çünkü kıyas nass'lardan hareketle yapıldığına göre, nass'dan ayrı sayılmaz. Kıyas kendi başına hüccettir. Öyle ise ona dayanılarak yapılan icma' da dini bir hüccettir.
İslam'ın anlaşılması ve yorumlanmasında sahabelerin görüşleri öncelik hakkına sahiptir. Fakihler, sahabelerin fetvalarını Kur'an ve sünnetten sonra üçüncü sırada yer alan şer'i birer hüccet olarak kabul etmişlerdir. Bunun akli ve nakli delilleri vardır. Nakli delil olarak Kur'an sahabelerden Allah'ın razı olduğunu bildirmektedir.
İcma'ı kimler yapabilir? İcma' yetkisi müçtehidlerindir. İyi bir müçtehid de fıkhi meseleleri, bunların delillerini ve hüküm çıkarma yollarını bilendir. Mu'teber icma bu sahada yetkili kimselerin yaptıkları icma'dır. İcma' için yetkili bir kimsenin itiraz ettiği bir icma', icma' olmaktan çıkar. "Bu kaide dışıdır" denemez! Çünkü yetkilisinin görüşü ona iştirak etmemektedir. İcma'ın şer'i dayanağı konusunda alimler, değişik ihtimallere yer vermiştir. Bunlardan kuvvetli olanı, icma'ın kıyas deliline dayanarak şer'i bir hüviyet kazanmasıdır. Çünkü kıyas nass'lardan hareketle yapıldığına göre, nass'dan ayrı sayılmaz. Kıyas kendi başına hüccettir. Öyle ise ona dayanılarak yapılan icma' da dini bir hüccettir.
İslam'ın anlaşılması ve yorumlanmasında sahabelerin görüşleri öncelik hakkına sahiptir. Fakihler, sahabelerin fetvalarını Kur'an ve sünnetten sonra üçüncü sırada yer alan şer'i birer hüccet olarak kabul etmişlerdir. Bunun akli ve nakli delilleri vardır. Nakli delil olarak Kur'an sahabelerden Allah'ın razı olduğunu bildirmektedir.
"Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ve onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar da O'ndan razı olmuşlardır."4
Bu ayette, Rabbimiz Sahabelere uyanları övmektedir. Onların yolundan gitmek övülmeyi netice vermiştir. Görüşlerini delil olarak kabul etmek de bir tür onlara uymaktır.
Sahabeler Allah'ın vahyi kendisine inen Hz. Peygamber (asm)'a en yakın kimselerdi. Onların ihlas, sadakat ve dinin maksatlarını idrak derecelerine ulaşmak imkansızdır. Çünkü nassların inmiş olduğu şart ve durumları görmüşlerdi. Sahabelerin sözlerinin Hz. Peygamber (asm)'in bir sünneti olma ihtimali de vardır. Hz. Peygamber (asm)'in açıkladığı hükümleri anlatırken ona nisbet etmiyorlardı. Görüşleri kıyas ve içtihada dayansa bile uyulmaya daha layıktır. Çünkü Rasulüllah (asm), "Ümmetimin en hayırlısı, benim gönderilmiş bulunduğum çağdakilerdir." buyurmuştur.5
Yanlış Anlaşılan Bir Terim: İçtihad
Aslında içtihad sıralamada, icma' ve kıyastan önce gelir. Kamuoyunda sıkça gündeme gelen bir kavram olan içtihad reform ile karıştırılmıştır. Reform, orijinali ve aslı bozulmuş olanı tamir etmek, düzene koymaktır. İslam'ın böyle bir sıkıntısı olmamıştır. Orijinal kaynaklar elimizdedir. Mesele, bunları anlamak, değişen zamana göre hayata tatbik etmekte düğümlenmektedir.
İçtihad ile reform arasında ilişki kurmak farklı bir kıyastır. Bu, zıtların hayalde bir araya getirilmesine benzer. Ne yazık ki, İslamî bilimlerin tedvini ve bölümleri hakkında bilgi sahibi olmayanlar, dinin esasıyla ilgili olmayan konularda yapılan bazı yorum, verilen fetva ve yapılan içtihadları cehaletleri sebebi ile "dinde reform" diye sunabilmektedir. Özellikle içtihada böyle bir rol izafe etmek, İslam'ın, ameli ve hukuki yanını ilgilendiren fer'i hükümlerini anlamak ve hayata tatbik etmek için teşekkül eden fıkıh ilminin esaslarından gafil olmak demektir.
İçtihad, lügatte, maksadı aramak hususunda olanca gücü ile çabalamak demektir.Istılahta ise, bir müçtehidin, şer'i olan fer'i hükümleri tafsili delillerinden, kendisinde zan hasıl olacak şekilde çıkarabilmek için daha fazla araştırmaktan, acz hissedecek derecede gayret sarf etmesi demektir. Bu tariften içtihadda iki önemli unsur bulunduğu anlaşılmaktadır.
1. Hükümleri çıkarıp anlamakla ilgili içtihad,
2. Hükümleri tatbik etmekle ilgili içtihad. Alimlerin çoğunluğuna göre birinci türden içtihad zaman zaman kesintiye uğrayabilir. İkinci tür içtihadın her asırda bulunacağında ittifak vardır. İkinci gruba giren içtihad önceden çıkarılmış olan hükümlerin illetlerini yeni durumlara tatbik etmekten ibarettir.
Şeriatın ibadet ve muamelatla ilgili hükümleri sınırlı, vak'alar ve hadiseler ise sınırsızdır. Bu sebeple mahdut prensip ve hükümleri sınırsız hadiselere tatbik edebilmek için içtihad ve kıyasın zaruriliği şüphe götürmez bir hakikattir.
Binaenaleyh içtihad farz-ı kifayedir. Hakkında hüküm bulunmayan ilmi ve dini bir konuda ancak içtihad yaparak söz söylenebilir. Bununla birlikte içtihad bazı prensipler çerçevesinde cereyan eder. Öncelikle, hakkında nass bulunan bir konuda içtihad olamaz. "Dinin zaruriyatı" namaz, zekat, hac gibi kat'i hususlarda içtihad yapılmaz. Bu husus, Mecelle'nin 14. maddesinde, "Mevrid-i nass'da içtihada mesağ yoktur" şeklinde ifade edilmiştir. Bu sebeple, ancak hakkında kat'i bir nass bulunmayan şer'i meselelerde içtihad söz konusu olabilir.
Müçtehidlerin bilmesi gereken hususlardan bir kısmını şöyle özetlemek mümkündür:
Yanlış Anlaşılan Bir Terim: İçtihad
Aslında içtihad sıralamada, icma' ve kıyastan önce gelir. Kamuoyunda sıkça gündeme gelen bir kavram olan içtihad reform ile karıştırılmıştır. Reform, orijinali ve aslı bozulmuş olanı tamir etmek, düzene koymaktır. İslam'ın böyle bir sıkıntısı olmamıştır. Orijinal kaynaklar elimizdedir. Mesele, bunları anlamak, değişen zamana göre hayata tatbik etmekte düğümlenmektedir.
İçtihad ile reform arasında ilişki kurmak farklı bir kıyastır. Bu, zıtların hayalde bir araya getirilmesine benzer. Ne yazık ki, İslamî bilimlerin tedvini ve bölümleri hakkında bilgi sahibi olmayanlar, dinin esasıyla ilgili olmayan konularda yapılan bazı yorum, verilen fetva ve yapılan içtihadları cehaletleri sebebi ile "dinde reform" diye sunabilmektedir. Özellikle içtihada böyle bir rol izafe etmek, İslam'ın, ameli ve hukuki yanını ilgilendiren fer'i hükümlerini anlamak ve hayata tatbik etmek için teşekkül eden fıkıh ilminin esaslarından gafil olmak demektir.
İçtihad, lügatte, maksadı aramak hususunda olanca gücü ile çabalamak demektir.Istılahta ise, bir müçtehidin, şer'i olan fer'i hükümleri tafsili delillerinden, kendisinde zan hasıl olacak şekilde çıkarabilmek için daha fazla araştırmaktan, acz hissedecek derecede gayret sarf etmesi demektir. Bu tariften içtihadda iki önemli unsur bulunduğu anlaşılmaktadır.
1. Hükümleri çıkarıp anlamakla ilgili içtihad,
2. Hükümleri tatbik etmekle ilgili içtihad. Alimlerin çoğunluğuna göre birinci türden içtihad zaman zaman kesintiye uğrayabilir. İkinci tür içtihadın her asırda bulunacağında ittifak vardır. İkinci gruba giren içtihad önceden çıkarılmış olan hükümlerin illetlerini yeni durumlara tatbik etmekten ibarettir.
Şeriatın ibadet ve muamelatla ilgili hükümleri sınırlı, vak'alar ve hadiseler ise sınırsızdır. Bu sebeple mahdut prensip ve hükümleri sınırsız hadiselere tatbik edebilmek için içtihad ve kıyasın zaruriliği şüphe götürmez bir hakikattir.
Binaenaleyh içtihad farz-ı kifayedir. Hakkında hüküm bulunmayan ilmi ve dini bir konuda ancak içtihad yaparak söz söylenebilir. Bununla birlikte içtihad bazı prensipler çerçevesinde cereyan eder. Öncelikle, hakkında nass bulunan bir konuda içtihad olamaz. "Dinin zaruriyatı" namaz, zekat, hac gibi kat'i hususlarda içtihad yapılmaz. Bu husus, Mecelle'nin 14. maddesinde, "Mevrid-i nass'da içtihada mesağ yoktur" şeklinde ifade edilmiştir. Bu sebeple, ancak hakkında kat'i bir nass bulunmayan şer'i meselelerde içtihad söz konusu olabilir.
Müçtehidlerin bilmesi gereken hususlardan bir kısmını şöyle özetlemek mümkündür:
1. Kur'an'ın nazil olduğu dil olan Arapça'yı bilmelidir. Kur'an lafızlarının özellikleri ancak Arapça'nın inceliklerine nüfuzla öğrenilebilir.
2. Kur'an ilmine sahip olmalıdır. Kur'an'da 500 kadar ahkam ayeti bulunmaktadır. Müçtehid bunların tamamını lafzi özellikleri ile birlikte bilmelidir.
3. Sünneti bilmelidir. Sünnet de kavli, fiili ve takriri olmak üzere üç kısımdır. Kur'an ayetlerinde olduğu gibi sünnetin de değişik lafzi özellikleri bulunmaktadır, amm-hass, nasih-mensuh gibi özellikleri bilinmelidir.
4. Üzerinde icma' ve ittifak edilen konuları bilmelidir.
5. Kıyas'ın, bütün özelliklerine vakıf olmalıdır.
6. Hükümlerin hangi maksatlar için verildiklerini bilmelidir. Kur'an ve Hz. Muhammed (asm) alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bu umumi rahmet içinde emirlerin zaruriyat, haciyat, tahsiniyat olmak üzere üç ayrı kısmı vardır. Mesela, İslam'da güçlük ve sıkıntının kaldırılması, zorluk değil, kolaylığın tercih edilmesi, rahmetin icabıdır. Kur'an'ın teklif ettiği meşakkatler devamlı şekilde yapılması mümkün olan şeylerdir. Sürekli olarak yapılması mümkün olmayanlar daha büyük zararları defetmek amacına yöneliktir. Yeryüzündeki fesadı ortadan kaldırmak için cihadın farz kılınması gibi.
7. Doğru anlayış ve takdir gücüne sahip olmak. Bu anlayış ve ölçü de 'Mantık' gibi alet ilimler ile kazanılabilir.
8. İyi niyetli ve sağlam itikad sahibi olmak. Halis niyet, kalbi iman nuru ile aydınlatır. İlmî gerçeklerden başka tarafa meyl ettirmez.6
İçtihad'la İlgili İtiraz Noktaları
İçtihad'ın dini bir hüccet olduğunu ifade ettik. Ancak günümüzde, dinin zaruri olarak bilinmesi gerekli hususlarında büyük bir ihmal söz konusudur. Mesela, gençlerimizin, Allah'a iman konusunda bir çok tereddüt ve istifhamları vardır. İlim yuvası olarak bildiğimiz üniversitelerde Allah'a iman etmekte tereddüt içinde olanların yüzdesi az değildir. İçtihadi konular ihtilaflıdır ve dinin aslıyla ilgili değildir. Şeriatın yüzde doksan dokuzu herkesin kabul ettiği ve dinin zaruri hususlarından meydana gelir. (Müsellemat-ı dini zaruriyat-ı diniye) -Said Nursi'nin ifadesi ile- bunlar elmas birer sütun gibidir. İçtihada bakan ihtilaflı, fer'i konular ise yüzde on civarındadır.
İçtihad'la İlgili İtiraz Noktaları
İçtihad'ın dini bir hüccet olduğunu ifade ettik. Ancak günümüzde, dinin zaruri olarak bilinmesi gerekli hususlarında büyük bir ihmal söz konusudur. Mesela, gençlerimizin, Allah'a iman konusunda bir çok tereddüt ve istifhamları vardır. İlim yuvası olarak bildiğimiz üniversitelerde Allah'a iman etmekte tereddüt içinde olanların yüzdesi az değildir. İçtihadi konular ihtilaflıdır ve dinin aslıyla ilgili değildir. Şeriatın yüzde doksan dokuzu herkesin kabul ettiği ve dinin zaruri hususlarından meydana gelir. (Müsellemat-ı dini zaruriyat-ı diniye) -Said Nursi'nin ifadesi ile- bunlar elmas birer sütun gibidir. İçtihada bakan ihtilaflı, fer'i konular ise yüzde on civarındadır.
"Doksan elmas sütunu on altının sahibi kesesine koyamaz. Ona tabi kılamaz. Elmasların madeni Kur'an ve hadistir."7
Bunun manası, on altın için doksan elmastan sarf-ı nazar etmemek gerektiğidir. İnsanların nazari ve ihtilaflı meselelerden daha çok, dinin esas unsurlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Çünkü çoğunluk ihtilafların inceliklerine tam vakıf olamadığı için, farklı birbirine zıt konuları düşünürken, bilgisizlik sebebi ile dinin kudsiyet ve azameti hakkındaki düşüncesi de yıkılır. Bu sebeple asıl üzerinde durulması gereken hususlar, dinin esaslarıdır.
Vakıa bu olmakla birlikte, zaman zaman dinin fer'i konularındaki içtihad tartışmaları asıl bilinmesi ve öğretilmesi gereken zaruriyatı arka plana itmektedir. Üstelik, bu tür içtihad hevesiyle ortaya çıkanların bir kısmı da dinin içinden değil, din hakkında dışardan söz söyleme cür'etini gösterenlerdir. Bu sebeple İslam'ın bazı şeairini değiştirmeye yönelik içtihadlar, içtihad değil birer hıyanettir. Namazda meal okumak, ezanın Arapça aslı yerine terceme kelimelerle okutulması, tesettürün kaldırılması yönündeki teklifler buna örnek olarak verilebilir.
İlmi zihniyet gereği, İslami bir bilgi kaynağı olarak canlı ve faal bir kurum olması gereken içtihad'ın, bazı kötü niyetli insanların elinde İslam'ın asıl gövdesini çürütmeye yönelik bir mecraya kaydırıldığını fark eden Bediüzzaman Said Nursi, konuyla ilgili, "haddini bilmeyenin haddini bildirmek" için kaleme aldığı bir eserde, "içtihad kapısının açık olduğunu, fakat şu zamanda oraya girmek" için bazı manialar bulunduğunu söyler. Bunların bir kısmını mana itibari ile hülasa etmeye çalışalım:
1. İslam büyük bir saray gibidir. Kur'an'ın kabul etmediği bir çok kötülük asrımızda Müslümanlar arasında sür'atle yaygınlık kazanmıştır. Şiddetli bir fırtınayı andıran münkeratın (İslam'a zıt olan her tür adet, yaşantı ve fikirlerin) hücumu sırasında, değil kapıları açmak, pencereleri bile sıkı sıkıya kapatmak gerekir. Çünkü tahripçiler fırsat kollamaktadır!
2. Dinin asıl konuları ihmale uğrarken, nefsani arzuları tatmine yönelik teferruat bazı meselelerde içtihad yapmak, yeni bid'alar çıkarıp İslam'a hıyanet etmektir. Çünkü İslamî şeairi değiştirmeye niyet edenlerin senet ve delili -her fena şeyde olduğu gibi- Avrupa'yı körü körüne taklit etmektir. Yanlış metodla doğruya varılamaz. İslam'ın zaruri hükümlerini bile uygulamayan bu tür insanların istedikleri içtihad ve çıkarmaya çalıştıkları kolaylıklar, dinde laubaliliktir. Laubaliler ise ruhsatla okşanılmaz, azimetle, şiddetle ikaz edilir!
Burada, ancak dini bir basiretle fark edilecek bir durum da, "içtihada arzulu" kimselerin dinle ilgisidir. Acaba herhangi bir konuda içtihada gayret gösteren bu insanlar, dinin zaruri emirlerini harfiyyen yerine getiriyorlar mı? Tam bir takva ile mi hareket ediyor, yoksa ahiret hayatını dünyaya tercih ederek, ruhsatları genişletmeye mi çalışıyorlar? Şayet, bu kişilerin takvası, dini tekamülü, ahireti tercih ve Allah rızasına yakınlıkları ile ilgili verilecek cevap, müspet değil ise, bu içtihad, dinin dışından birisinin dinin surlarında gedik açmaya çalışmasıdır. Bediüzzaman, bu kimsenin yaptığı işi, ağacın gövdesini içinden gelen kuvvet yerine, dıştan zorlamalar ile büyütmeye gayret eden adama benzetir. Evet, her cisimde gelişme meyli vardır. Fakat bu meyil içten gelirse faydalıdır. Dıştan olursa, canlının tahribini netice verir.8
3. Şu zamanda çoğunluk için mergup olan meta' siyaset ve dünyevi hayatın teminidir. Büyük müçtehid imamlar, Tabiin ve Sahabeler döneminde ise, ilim ehli gibi bütün insanların hedefi, "Arz ve semavat Halıkının emir ve yasaklarını" kelamından öğrenmekti. Toplumun sohbetleri bu minval üzere cereyan ettiği için içtihada kabiliyetli olanlar ortamdan çok istifade ederdi. Günümüzde ise, Batı medeniyetinin manevi baskısı, materyalizmin musallat olması, toplum hayatının ağırlaşması ile fikirler ve kalpler gibi, insanların gayretleri de dağılmıştır. Dört yaşında Kur'an'ı ezberleyen Süfyan ibni Uyeyne, on yaşında fetva verecek seviyeye gelirken, günümüzde bir talebenin ayni noktaya ulaşması için yüz sene tahsil görmesi gerekir. Çünkü zamanımızda, zihinler felsefede boğulmuş, akıllar siyasete dalmış, kalb dünya hayatında sersem olmuş ve içtihaddan uzaklaşmıştır.
Vakıa bu olmakla birlikte, zaman zaman dinin fer'i konularındaki içtihad tartışmaları asıl bilinmesi ve öğretilmesi gereken zaruriyatı arka plana itmektedir. Üstelik, bu tür içtihad hevesiyle ortaya çıkanların bir kısmı da dinin içinden değil, din hakkında dışardan söz söyleme cür'etini gösterenlerdir. Bu sebeple İslam'ın bazı şeairini değiştirmeye yönelik içtihadlar, içtihad değil birer hıyanettir. Namazda meal okumak, ezanın Arapça aslı yerine terceme kelimelerle okutulması, tesettürün kaldırılması yönündeki teklifler buna örnek olarak verilebilir.
İlmi zihniyet gereği, İslami bir bilgi kaynağı olarak canlı ve faal bir kurum olması gereken içtihad'ın, bazı kötü niyetli insanların elinde İslam'ın asıl gövdesini çürütmeye yönelik bir mecraya kaydırıldığını fark eden Bediüzzaman Said Nursi, konuyla ilgili, "haddini bilmeyenin haddini bildirmek" için kaleme aldığı bir eserde, "içtihad kapısının açık olduğunu, fakat şu zamanda oraya girmek" için bazı manialar bulunduğunu söyler. Bunların bir kısmını mana itibari ile hülasa etmeye çalışalım:
1. İslam büyük bir saray gibidir. Kur'an'ın kabul etmediği bir çok kötülük asrımızda Müslümanlar arasında sür'atle yaygınlık kazanmıştır. Şiddetli bir fırtınayı andıran münkeratın (İslam'a zıt olan her tür adet, yaşantı ve fikirlerin) hücumu sırasında, değil kapıları açmak, pencereleri bile sıkı sıkıya kapatmak gerekir. Çünkü tahripçiler fırsat kollamaktadır!
2. Dinin asıl konuları ihmale uğrarken, nefsani arzuları tatmine yönelik teferruat bazı meselelerde içtihad yapmak, yeni bid'alar çıkarıp İslam'a hıyanet etmektir. Çünkü İslamî şeairi değiştirmeye niyet edenlerin senet ve delili -her fena şeyde olduğu gibi- Avrupa'yı körü körüne taklit etmektir. Yanlış metodla doğruya varılamaz. İslam'ın zaruri hükümlerini bile uygulamayan bu tür insanların istedikleri içtihad ve çıkarmaya çalıştıkları kolaylıklar, dinde laubaliliktir. Laubaliler ise ruhsatla okşanılmaz, azimetle, şiddetle ikaz edilir!
Burada, ancak dini bir basiretle fark edilecek bir durum da, "içtihada arzulu" kimselerin dinle ilgisidir. Acaba herhangi bir konuda içtihada gayret gösteren bu insanlar, dinin zaruri emirlerini harfiyyen yerine getiriyorlar mı? Tam bir takva ile mi hareket ediyor, yoksa ahiret hayatını dünyaya tercih ederek, ruhsatları genişletmeye mi çalışıyorlar? Şayet, bu kişilerin takvası, dini tekamülü, ahireti tercih ve Allah rızasına yakınlıkları ile ilgili verilecek cevap, müspet değil ise, bu içtihad, dinin dışından birisinin dinin surlarında gedik açmaya çalışmasıdır. Bediüzzaman, bu kimsenin yaptığı işi, ağacın gövdesini içinden gelen kuvvet yerine, dıştan zorlamalar ile büyütmeye gayret eden adama benzetir. Evet, her cisimde gelişme meyli vardır. Fakat bu meyil içten gelirse faydalıdır. Dıştan olursa, canlının tahribini netice verir.8
3. Şu zamanda çoğunluk için mergup olan meta' siyaset ve dünyevi hayatın teminidir. Büyük müçtehid imamlar, Tabiin ve Sahabeler döneminde ise, ilim ehli gibi bütün insanların hedefi, "Arz ve semavat Halıkının emir ve yasaklarını" kelamından öğrenmekti. Toplumun sohbetleri bu minval üzere cereyan ettiği için içtihada kabiliyetli olanlar ortamdan çok istifade ederdi. Günümüzde ise, Batı medeniyetinin manevi baskısı, materyalizmin musallat olması, toplum hayatının ağırlaşması ile fikirler ve kalpler gibi, insanların gayretleri de dağılmıştır. Dört yaşında Kur'an'ı ezberleyen Süfyan ibni Uyeyne, on yaşında fetva verecek seviyeye gelirken, günümüzde bir talebenin ayni noktaya ulaşması için yüz sene tahsil görmesi gerekir. Çünkü zamanımızda, zihinler felsefede boğulmuş, akıllar siyasete dalmış, kalb dünya hayatında sersem olmuş ve içtihaddan uzaklaşmıştır.
Zikredilen psiko-sosyal çevre faktörü çok büyük önem arz etmektedir. Günümüzdeki bir alim kendini Asr-ı Saadete yakın dönemdeki kimselere (selef alimleri) benzetip, "Ben de zekiyim; onlar gibi içtihad yaparım." diyemez.9 Ferdi olarak içtihadda iddialı alimlerin bu risklerden kendini kurtarması fevkalade zordur. Özellikle, dünya nimetlerinden istifadeyi artırmak, siyaset cereyanlarına kuvvet vermeye yönelik "içtihadlar"ın şer'i değil, arzi ve beşeri özellikler taşıyacağı açıktır.
Bediüzzaman bir başka eserinde, ferdin yaptığı içtihadın ancak kendisini bağlayacağını ifade ederek, bunu başkaları için dini bir delil olarak takdim edemeyeceğini söyler. Bu ihtiyacın giderilmesi için, dini emirleri tanzim ve uygulamak, manevi anarşiliği ortadan kaldırmak için tam bir fikir hürriyeti içinde çalışan muhakkik alimlerden bir heyetin bulunması gerektiğini söyler. Böyle bir heyetin ümmetin ve alimler çoğunluğunun itimadını kazanmış kimseler olması gerekir. Bu heyetten çıkan hüküm, icma' kuvvetini de kazanarak şer'i bir düstur (prensip) olabilir ve herkese tamim edilebilir.10
Netice olarak şunu ifade etmek mümkün:
Esas itibari ile fıkıh ilminin konusu olan hüküm çıkarma ve hükümleri başka durumlara tatbik etmek kıyas, icma', içtihad, istihsan, seddü-zerayi' gibi delillerin Kur'an'ın gerçek yorumunda mutlaka bilinmesi gerekir. Fıkıh usulü ilminin incelikleri ve geçmiş alimlerin birikimi dikkate alınmadan Kur'an meali ve bazı hadislere bakarak dini hükümler çıkarmak imkansızdır. Bu yol, hem manen mesuliyet getirici hem de tehlikelidir. Dinin karmaşık bir hal almasına sebep olur.
Bediüzzaman bir başka eserinde, ferdin yaptığı içtihadın ancak kendisini bağlayacağını ifade ederek, bunu başkaları için dini bir delil olarak takdim edemeyeceğini söyler. Bu ihtiyacın giderilmesi için, dini emirleri tanzim ve uygulamak, manevi anarşiliği ortadan kaldırmak için tam bir fikir hürriyeti içinde çalışan muhakkik alimlerden bir heyetin bulunması gerektiğini söyler. Böyle bir heyetin ümmetin ve alimler çoğunluğunun itimadını kazanmış kimseler olması gerekir. Bu heyetten çıkan hüküm, icma' kuvvetini de kazanarak şer'i bir düstur (prensip) olabilir ve herkese tamim edilebilir.10
Netice olarak şunu ifade etmek mümkün:
Esas itibari ile fıkıh ilminin konusu olan hüküm çıkarma ve hükümleri başka durumlara tatbik etmek kıyas, icma', içtihad, istihsan, seddü-zerayi' gibi delillerin Kur'an'ın gerçek yorumunda mutlaka bilinmesi gerekir. Fıkıh usulü ilminin incelikleri ve geçmiş alimlerin birikimi dikkate alınmadan Kur'an meali ve bazı hadislere bakarak dini hükümler çıkarmak imkansızdır. Bu yol, hem manen mesuliyet getirici hem de tehlikelidir. Dinin karmaşık bir hal almasına sebep olur.
Dinin büyük bir gayret ve incelik gerektiren muamelatla ilgili şer'i meselelerinde içtihad etmekten önce, hiç bir ihtilaf bulunması mümkün olmayan esasları üzerinde durmak gerekir. Müslümanların ikinci konudaki ihmalleri, bilgisizlik ve lakaydlığını ortadan kaldıracak gayretlere ihtiyaç vardır. Diğer fer'i meselelerde problem var ve ıztırari durumlar ortaya çıkıyorsa, ilgili probleme çare niyetiyle yapılacak içtihadlar da ancak geniş bir ilmi bakışa sahip değişik ilim dallarında uzman kişilerin gayretleri ile yapılmalıdır. Fikri dağınık, nazarı felsefeden yara almış şu zamanın insanı, ne kadar zeki ve dahi de olsa, Allah'ın muradını anlamak için selef alimlerinin şartlarından çok farklı bir yerdedir. Ortamın şartları himmet ve gayretleri dağıtmaktadır. İçtihadın semavilik vasfını haiz olabilmesi için dünyevi ve menfi şartlardan kurtulmak, sadece Allah'ın rızasını gözetmek gerekmektedir. Bu yüksek evsaf günümüzde ancak heyet çalışmalarında görülebilir.
Fıkıh kelimesi, Arapça’da, genel olarak bilmek-anlamak veya özel olarak islamiyeti bilmek-anlamak demektir. Ahkâm-ı şer’ıyyeyi bildiren ilme “Fıkıh ilmi”, fıkıh bilgilerini bilen kimseye de “Fakîh” denir. Tefsîr, hadîs ve kelâm ilmlerinden sonra, en şerefli ilm fıkıh ilmidir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namâz kılmakdan dahâ sevâbtır. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkhın ibadetler kısmını kısaca öğrenmek, her müslümâna farz-ı ayındır. Az sonra bahsedeceğimiz gibi, münâkehât ve mu’âmelât kısımlarını öğrenmek ise farz-ı kifâyedir; ya’nî, başına gelenlerin öğrenmeleri farz olur.
Fıkıh bilgileri -bundan önceki makalemizde de belirttiğimiz gibi- temel olarak Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ-ı ümmet ve kıyâsdan meydâna gelmektedir. Fıkıh bilgisinin bu dört kaynağına “Edille-i şer’iyye” denir..
Fıkıh ilmini ilk sistemleştiren İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, geliştiren de başta onun talebeleri olmak üzere, diğer müctehid imamlardır. Hanefî mezhebindeki ahkâm-ı şer’iyye, Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibn-i Mes’ûd’dan başlıyan yol ile meydâna çıkarılmıştır. Ya’nî, mezhebin reîsi olan İmâm-ı A’zam, fıkh ilmini, Hammâd’dan, Hammâd da, İbrâhîm-i Nehâî’den, bu da Alkame’den, o da, Abdüllah bin Mes’ûd’dan, bu da Resûl-i Ekrem’den (s. a.s) almıştır. İmam Ebû Yûsüf, Muhammed, Züfer bin Hüzeyl ve Hasan bin Ziyâd, hep, İmâm-ı A’zamın talebesidirler. Bunlardan, İ.Muhammed, din bilgilerinde, 1.000 (bin) kadar kitap yazmıştır. Talebesinden olan İ.Şâfiî’nin annesini nikâh ettiği için, ölünce, kitâbları, İ. Şâfiî’ye mîrâs kalarak, onun bilgisinin artmasına hizmet etmiştir. Bunun için İ.Şâfiî: “Yemîn ederim ki, fıkıh bilgim, İ.Muhammed’in kitâblarını okumakla arttı. Fıkıh bilgisini derinleştirmek istiyen, Ebû Hanîfe’nin talebesi ile beraber bulunsun” demiştir. Bir kerre de: ”Bütün müslümânlar, İmâm-ı A’zamın ev halkı, çoluk-çocuğu gibidir” buyurmuştur. Ya’nî, bir adam, çoluk-çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı A’zam da, insanların, işlerinde muhtâc oldukları din bilgilerini meydâna çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi güç bir şeyden kurtarmıştır.
Fıkıh ilmi, çok geniş olup başlıca dört büyük kısma ayrılır:
1. İbâdetler: Allah’ın hakları olup, namaz, oruç, zekât, hac ve cihâd olmak üzere beşe ayrılır. Bunlar bugünkü mânâda hukûkun konuları arasında değildir.
2. Münâkehât: İslâm âile hukûkunun bütün konularını bildirir. Evlenme, boşanma, nafaka gibi birçok dalları vardır.
3. Muâmelât: Mâli konuları düzenleyen, eşyâ hukûkunu (aynî hakları), borçlar hukûku ve ticâret hukûkunun konularını içine alır. Alışveriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîras vs. gibi birçok bölümleri vardır.
4. Ukûbât: İslâm cezâ hukûkunu ve usûl hukûkunu düzenleyen kısımdır. Kur’ân-ı kerîm’de beş çeşit cezâ açıkça bildirilmiştir. Bunlar kısas, sirkat (hırsızlık), zinâ, kazif (zinâ iftirasında bulunmak) ve riddet (müslümanlıktan ayrılmak, mürted olmak) cezalarıdır.
Ukûbât; “Had”, “Kısas” ve “Ta’zir” olarak üçe ayrılır. Beş suça, had cezâsı tatbik olunur. Bunlar; zinâ, şarâp içmek(alkollü içkiyle sarhoş olmak), bir kimsenin (erkek veya kadın) nâmusuna iftirâda bulunmak, hırsızlık ve yol kesiciliktir. Kısas, yaralamak ve öldürmek suçlarında uygulanır. Ta’zir, hadden daha hafif cezâ ile cezalandırmaktır. Ta’zir cezâları, çok çeşitli olup, tenbih, ihtâr, tekdir, dövmek, hapsetmek ve öldürmeye kadar gider. Suça ve şahsa uygun olan verilir. Bunların suçluya takdiri hâkime âittir.
Fıkıh ilminin konuları, daha ziyâde, husûsî (özel) hukûkun konuları arasında yer alan hükümleri düzenlemektedir. Amme (Kamu) Hukûkunun düzenleyici kuralları, tamâmen İslâm devlet başkanının (halîfenin) tasarruflarına bırakılmıştır. Devlet başkanı, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği hükümlere bağlı kalarak adâleti sağlamak, ammenin (kamunun) ve fertlerin haklarını korumak üzere gerekli gördüğü her türlü icrâatta bulunmak yetkisine sâhiptir.
İslâm Kamu Hukûkunun hilâfet (devlet başkanlığı) ve bunun kamu görevlerinden olan cihâd (İslâmiyeti yaymak), adâleti gerçekleştirmek, zekât, cizye ve haracın tarh ve tahsili, cezâların tenfizi(infazı, uygulanması), siyer ve fıkıh kitaplarında geniş olarak açıklanmıştır. Onun için fıkıh ilminden müstağni kalmak mümkün değildir. Müctehid olmayan kişilere, fıkıh ilmini terk ettirip onları sadece Kur’an-ı kerime yönlendirmek, hiç hukuk tahsili olmayan kişilere, siz kanun, tüzük, yönetmelik ve diğer bütün hukuki metinleri bırakıp sadece anayasa okuyun demekten farksızdır.
Bilindiği gibi fıkıh ilminin konusu, insanoğlunun fiilleridir. Gayesi ise, insanı dünyada ve ahirette saadete ulaştırmaktır. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) fıkhı şu şekilde tarif etmiştir: "Fıkıh ilmi kişinin leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. İlim ancak amel etmek içindir. İlim ile amel etmek; ahiret saadeti işin dünya meşguliyetlerini terkedip, gönülden çıkarmaktır. Leh ve aleyhte olan şeylerden maksad; mükellef (sorumlu) olan müslümanları ilgilendiren emir ve nehiyler ile mübah olan şeylerdir. Ahiret saadetini elde etmek için dünya meşguliyetlerini terketmekten maksad; dünya hırsını, mal sevgisini terk edip (bütün imkanlarını) Allah yolunda hizmete vasıta kılmak ve böylece ahiret saadetini elde etmektir."[24] İnsanoğlunun lehindeki ve aleyhindeki hakları; Allahû Teâlâ'nın (cc) kitabında ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde, muhkem ve müfesser olarak belirlenmiştir. Bu hakların gizlenmesi, tahribi veya değiştirilmesi mümkün değildir. İnsanoğlunun haklarına sahip olabilmesine "Ehliyet" denilir. Allahû Teâla (cc)'nın teklifleri bu ehliyete dayanır.[24]
Her mükellef, içinde bulunduğu hal ile ilgili ilimleri öğrenmek ve onlarla amel etmek durumundadır. Zira bu ilimler, dünya ve ahiret saadeti için zaruridir. Her mükellefin üzerine farzdır, öğrendikleri ile amel eden müslümanlar, değişik nimetlere mazhar olurlar. Resûl-i Ekrem (sas): "Bir kimse bildikleriyle amel ederse, Allahû Teâla (cc) o kimseye bilmediklerini öğretir."[24] müjdesini verdiği sabittir. Zerre miktarı iyiliğin de, zerre miktarı kötülüğün de, karşılığının verileceği, hesap gününe hazırlanan her mü'min, İslâm'ı öğrenme ve salih amel işleme hususunda titizlik göstermelidir. [24]
Bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe vakıf olmak. Istılahta, bir kimsenin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesi demektir. Başka bir tarife göre fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer'î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. Ayrıca, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış diye de tarif edilmiştir.[24]
Kur'an-ı Kerîm'de: "... O kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya (fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?" (en-Nisâ, 4/78) ayetinde geçen "lâ yefkahûn" ince anlayış ve keskin idrak anlamına gelmektedir. Başka bir çok ayette kâfirler için "fıkhetmeyenler" denilmektedir.[24] Tevbe suresinde, "...bir topluluk da dinî hükümleri iyice öğrenmek için kalmalıdır" (et- Tevbe: 9/122) buyruğunda özel bir fukahâ topluluğuna işaret edilmiştir.
Resulullah (s.a.s.): "Allah, kimin için dilerse, onu dinde fakîh (dini hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar"[24]
Allah Teâlâ (c.c.)'nın imtihan için beyan buyurduğu emir ve nehiylerin tamamına teklif denilir ve fıkhın konusu, insanın bu tekliflere muhatap olarak (mükellef) ortaya çıkan fiilidir. İnsanın lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını delillere dayanarak çıkarmak fukahanın görevidir. Din hususunda Resulullah (s.a.s.)'dan başka kimseye ilmi bir delile dayanmadan dinde söz söyleme hakkı tanınmamıştır. İlmi bir delile dayanmadan kasıt edille-i şer'iyye, yani dört delildir. Bunlar, Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır.
Dört halife ve Tâbiûn devrindeki fıkıh kelimesiyle ilim kastediliyordu. Fıkh-ı Ekber tabiri, akâid ve tevhid ilmini, Fıkh-ı Vicdâni kavramı, nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini, sadece fıkıh kelimesi ise, ameli konuları kapsıyordu. Usul-i Fıkıh ilmi ise, kişinin lehinde ve aleyhindeki haklarını öğrenmesinde takip edeceği kaide ve tavırlar konu alan ilimdi. İmam Ebû Hanife (Ö. 150/767)'nin fıkhı "kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri bilmesi" şeklindeki tarifi, genel bir tarif olup, kelâm, iman, ahlâk ve tasavvuf gibi ana ilimler bağımsızlaşmamış, bu yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber" adlı eseri itikâdi konuları kapsadığı halde bu ismi almıştı. Ancak giderek fıkıh ilmi yalnız ibadet, muamelât ve ukubâti içine alacak şekilde "amellerin" ilâvesiyle tarif edilmiştir. Mecelle'nin 1. maddesindeki târifte şöyle denilmiştir: "İlm-i fıhh mesâil-i şer'iyye-i ameliyye"yi bilmektir. Fıkıh usulüne büyük hizmeti geçen İmam Şâfiî (Ö. 204/819)'nin tarifi de şöyledir: "Fıkıh, dayandığı delillerden çıkarılmış şer'i, amelî hükümleri bilmektir"[24]
Fıkıh yerine yeni kullanılmaya başlanan "İslâm hukuku" deyimi, fıkh yerine nisbî olarak kullanılmaktadır. Bu terim, ibadetler dışında muamelât, ukûbat ve ferâizi kapsamaktadır. Halbuki fıkhın sınırı daha geniş olup, temizlik ve ibadet konularını da içine almaktadır. Fıkhın konusu İslâm; emir ve yasaklarla yükümlü kimsenin fiilleridir. Bu fiiller, namaz kılmak gibi yapma ile; gasp gibi terketme ile ve yeme-içme gibi muhayyer bırakma şekilleri ile ilgili olabilir. Akıllı ve ergin kimsenin şer'î hükümlerle yükümlülüğü ehliyet ile ifade edilir.
İbadet ve muamelâtla ilgili dini hükümlere "şeriat" denir. Bu kelime, din anlamında da kullanılır. Bu takdirde itikâdi ve amelî hükümlerin hepsini içine alır. Ancak şeriat, genellikle amelî hükümler için kullanılır. Buna göre, ilâhı nizâmın amel ve dış yönünü temsil eder. Dinin iç yönünü, özünü teşkil eden itikâdı hükümler, bütün semavî dinlerde ortak olduğu halde, ilâhı nizâmın dış yönünü oluşturan amelî hükümlerde zaman içinde değişmeler olmuştur. İslâm, geçmiş şeriatların büyük bir kısmını değiştirmiş, kaldırmıştır. Allah, melek, peygamberlik ve ahiret günü gibi inanç esaslarında ise, herhangi bir değişiklik olmamıştır. İşte, fıkıh, İslâm dini'nin amelî ve dünyevî yönünü ifade eder. Yirminci yüzyılda bu kelimelerin aktüel kullanımları ise, olumsuz bir ideolojik manaya tekâbül etmektedir. Ve gerek fıkıhçı, fukaha, gerekse şerîatçı terimlerinin muhtevası kasıtlı olarak yanlış anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber hayatta iken fıkıh, bugün bildiğimiz sistematik manada değildi; kaynaklar, Kur'an ve Sünnetti. Bi'setten tedvîn devrine kadar amelî hükümler peyderpey gelmiş ve risâlet yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Onüç yıl süren Mekke devri'nde daha çok inanç ve ahlâk ayetleri, Medine döneminde ise, daha ziyade hüküm ayetleri inmiştir. Zira İslâm devleti oluştuktan sonra uygulayacağı hukuk esasları cihad, ibadetler, muamelât ve devletler arası ilişkiler olup bu devrede nâzil olmuştur.
FIKIH İLMİNİN KAPSADIĞI KONULAR
İslâm’ın amel yönünü ve insanlar arası münasebetleri inceleyen fıkhın ibadetler, muâmeleler ve ceza hukuku olmak üzere üç ana bölümden meydana geldiğini belirtmiştik. İslâm hukukunun bu klâsik tasnifine karşılık beşerî hukuk sistemleri “âmme hukuku” ve “hususî hukuk” olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar da kendi içinde şu dallara ayrılırlar:
Âmme Hukuku:
1- Esas Teşkilât Hukuku,
2- İdâre Hukuku
3- Cezâ Hukuku
4- Usul Hukuku, bu da kendi içinde Hukuk Muhakemeleri Usulü ve Ceza Muhakemeleri Usulü diye ikiye ayrılır.
5- Devletler Umumi Hukuku,
6- Umumî Âmme Hukuku veya Devlet Hukuku.
Hususî Hukuk:
1- Medenî Hukuk: Şahıs, aile, miras, eşya veya borçlar hukuku buna girer.
2- Ticaret,
3- Devletler Hususî Hukuku.
İslâm’ın hukuk sistemi ise bu şekilde âmme ve hususî hukuk ayırımı yerine ibadetleri başa alan ve diğer insanlar arası münasebetlerde de kendine özgü yol izleyen bir sistemdir. Dört fıkıh mezhebinin ictihadlarını içine alması bakımından İbn Rüşd el-Hafîd (ö.595/1198)’in “Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid” isimli eserinin konu başlıklarını eserdeki sıraya göre örnek olarak veriyoruz:
Bu konu başlıklarından 1 - 15 arası ve 18 yani akîka kurbanı “ibâdetler” 16 - 57 arası “muâmeleler”, 58-66 arası “ceza hukuku” 67 yani akdiye ise “muhâkeme usulü” bölümüne girer.
Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında önemli bir yeri olan Mecelle 1869-1876 yılları arasında Ahmed Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından hazırlanmış ve Türkiye’de cumhuriyet dönemine kadar uygulanmıştır. İslâmî esaslara göre hazırlanan bu kanun metni 1851 maddeden ibaret olup, muâmelâtın şahıs, aile ve miras hükümleri ve aynî haklara ait birçok önemli konular dışında kalan diğer muâmeleleri düzenlemiştir.
Mecelle’nin ilk yüz maddesi, günümüz hukukçularına da ışık tutacak hukukun genel prensiplerine ayrılmıştır. Şu maddeler örnek verilebilir: “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.” (Mad 2).
“Nass bulunan yerde ictihada başvurulamaz.”(Mad. 14)
“Genel zararı kaldırmak için özel zarar tercih edilir.” (Mad 26)
“Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz.” (Mad 39)
Günümüzde bazı İslâm ülkeleri, fıkıh kaynaklarında yer alan üçlü taksim yerine aşağıdaki tasnif içinde İslâm hukukunu incelemektedirler.
1- İbadetler
2- Ahvâl-i şahsiyye (şahıs ve aile hukuku.)
3- Muâmeleler (Kısmen medenî ve borçlar hukuku.)
4- el-Ahkâmu’s-Sultâniyye veya es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye (Esas teşkilat, idare ve kısmen ceza hukuku)
5- Ukubât (Ceza hukuku)
6- Siyer (Devletler umumi ve kısmen devletler hususi hukuku)
7- Âdâb (Ahlâk ve muâşeret)
Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi. Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir terkiptir. Usûl, "asl" kelimesinin çoğuludur. "Kökler, asıllar, üzerine bir şey bina edilen şey" manalarınadır. Sözlükte, anlayış anlamına gelen fıkıh ise, din ıstılahında; "Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan şer'î-amelî hükümleri bilmektir" şeklinde tarif edilir. Buna göre usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları, fıkhın delilleri manasına gelmektedir. Usulü'l-fıkıh, ıstılahta "Müctehidin, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmesi için gerekli olan kural ve prensiplerdir" diye tarif edilmektedir (Âmidî, el-İhkâm fı Usûlü'l-Ahkâm, I, 7 vd.; Şâkiru'l-Hanbelî, İlmi Usûlü'-Fıkıh, 31 vd; Abdülvehhâb Hallâf İlmi Usfilü'l fıkh,11; İbrahim Kâfı Dönmez, İslâm Hukuk Esasları, terc. 23, 24).
Bu tariflerden anlaşıldığı üzere usûlü'l-fıkıh bir metodoloji ilmidir. Metotlarını belirlediği ilim ise fıkıhtır. O halde bu ilim fıkıh metodolojisi ilmi demektir. Bu ilme İslâm hukuk metodolojisi denilmesinin uygun olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü fıkıh, sadece hukuk ilmi değildir. Hukuk, fıkhın bölümlerinden birisidir. İslâm hukukunun çeşitli dalları fıkıh içerisinde ele alındığı gibi, ibadetler de fıkıh içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla ibadetle ilgili hükümlerin kaynaklardan çıkartılma metotları da usulü'l-fıkıh tarafından belirlenmektedir.
Bilindiği gibi, İslâmî hükümlerin alındığı kaynaklar temelde ikidir. Bunlar Kur'ân ve Hadistir. Fakat her meseleye ait hüküm Kur'ân ve Hadiste her zaman aynıyla mevcut ve açık değildir. Ya da Kur'ân ve Hadisteki lâfızlar, emir, nehy, hass, âm v.s gibi değişik biçimlerde varid olmuştur. Karşısına amelî bir problem çıkan müctehid, bu problemin dînî hükmünü ortaya koymak için Kur'ân'ı ve Hadisi araştırır. O mesele ile ilgili olan âyet veya hadisin ne tür bir kalıpta olduğunu araştırır. Mesela lafız emir kalıbı ile gelmişse, emrin vücup ifade ettiğini bildiren usûl kaidesini göz önüne alarak o hükmün farz olduğuna hükmeder. Cevabını açıkça bulamazsa, hükmü açıkça belirlenen benzer problemlere kıyasla, dinin temel ilkelerini göz önüne alarak ve daha başka temel kaidelerden yararlanarak bu problemleri çözüme kavuşturur. İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden ve içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir. Demek oluyor ki; usulü'l fıkıh; müctehidin, Kur'ân ve Hadisten hüküm çıkarabilmek için ihtiyaç duyduğu kural ve kaidelerden meydana gelen bir ilimdir.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi
İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi.
Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu kaynağa sahip bir ilim haline geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı (Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd).
Usûlü'l-fıkıh sahasında eser yazan alimler te'liflerinde iki ayrı metot uygulanmazlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.
a- Mütekellimîn metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyişiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil, onlara hakim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir. Bunların tanınmışları ve eserleri şunlardır:
1- Kadı Abdülcebbar el-Mu'tezilî, eseri: el-Umde,
2- Ebu'l-Hasen el-Basrî, eseri: el-Mü'temed,
3- İmamu'l-Harameyn Abdülmelik el-Cüveynî, eseri: el-Bürhan,
4- Ebû Hamid el-Gazâlî, eseri: el-Müstasfâ,
5- Ebû'l-Hasen el-Âmidî, eseri: el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm
6- Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, eseri: el-Minhâc.
Şüphesiz, bu metotla yazılan daha birçok kitap vardır. Bu sayılanlar, önde gelenleridir.
b- Hanefî metodu: Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir. Bu metod mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir. Bu metoda mensup alimler tarafından da telif edilmiş birçok eser vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları da şunlardır:
1- Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas'ın "el-Usûl"ü,
2- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî'nin "Takvîmu'l-Edille"si,
3- Şemsu'l-Eimme es-Serahsî'nin"el-Usûl"ü,
4- Fahru'l-İslâm Pezdevî'nin "el-Ûsûl"ü,
5- Hafîzuddin en-Nesefî'nin "el-Menâr"ı.
Bunların dışında daha bir çok usûl kitabı bulunduğu gibi, bu eserlere de bir takım şerhler ve haşiyeler yazılmıştır. Bunların hepsinin buraya aktarılması mümkün değildir. Arzu eden, Kâtip Çelebi'nin ve Taşköprülüzade'nin yukarıda işaret edilen eserlerine bakabilir.
Bir de bu iki metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve bu metodâ göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:
1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bağdâdî'nin "Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey el-Pezdevî ve'l İhkâm"ı,
2- Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd'un "et-Tenkîh"ı. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmiştir.
3- Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî'nin "Cem'ul-Cevâmî" adlı eseri.
4- İbnu'l-Hümâm'ın "et-Tahrîr"i (Seyyid Bey, Medhal, I, 50 vd.; Şâkir el-Hanbelî, a.g.e., 34 vd.; Abdülvehhab Hallâf a.g.e., 15 vd.; Dönmez, a.g.e., 30 vd.)
Bu eserlerin dışında, ayrı özellikleri olan, eş-Şatıbî'nin el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.
Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. Özellikle bunlardan sonraki usûlcülerin eserleri daha çok cedel ve münazaraya, biri birlerini tenkide, lafzî münakaşaya yönelik bir hal aldı. Hiç usûlle ilgisi olmayan birçok meseleler bu kitapların muhtevasına girdi. Şüphesiz bu haller bu kitapları anlamayı zorlaştırdı. Bunun için bu kitapları anlamaya yönelik çalışmalar hatta bunlara reddiyeler yazıldı. Bu yüzden, usulü'l-fıkıh ilmi anlaşılması güç hatta imkansız bir ilim haline geldi. Bu yüzden muasır âlimler usûl kurallarının daha kolay anlaşılması için mesai sarfetmişler ve yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey, Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdülvehhab, Hallaf, Muhammed Ebu'z-Zehra, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî ve Zekiyuddin Şâban'ın usûlleri burada zikredilebilir.
Bu eserlerden, Seyyid beyinki Osmanlıca, diğerleri arapçadır. Arapça olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman'ın İmam Hatib okulları için hazırladığı usûlü ile, Fahreddin Atar'ın hazırladığı usûl de zamanımızda Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir. Ayrıca, usûlü'l fıkıhın bazı konularının yüksek lisans ve doktora tezi olarak incelediklerine de işaret etmemiz gerekir.
Usûlü'l-Fıkhın Konusu
Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'î delildir. Fakat onun tüm şer'î nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri âmm, kimileri hâss. sığasıyla varid olmuştur. Bu sîğalar, şer'î delil çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar: Emir îcap içindir, nahy tahrîm içindir. Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nahy tahrim içindir" kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.
Usülü I-Fıkıhın Gayesi
Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer'î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Buna da gücü yetmezse, müctehidlerin hüküm ve delillerini tam olarak kavrar. Müctehidin bu ictihada varırken hangi delile dayandığını ve bu delilden nasıl yararlandığını bilir. Böylece onların kendi kafalarından değil, belirli delillerden istifade ederek hüküm çıkardıklarını anlar ve o hükümleri daha bir gönül hoşluğu ile kabullenir. Kendi mensubu olduğu mezhep imamının görüşü ile diğer imamların görüşleri arasında mukayese imkânı bulur. Hatta bunların delillerini de öğrenmiş olacağı için bunlar arasında tercih imkânına sahip olur. Çünkü, farklı görüşleri mukayese ve bunlardan daha kuvvetli olanını tesbit ancak bu görüşlerin dayandıkları delilleri ve bu delillerden nasıl hüküm çıkarıldığını bilmekle mümkün olur. Bunları bilmenin yolu da usûlül-fıkıh kaidelerini bilmektir.
Bu tariflerden anlaşıldığı üzere usûlü'l-fıkıh bir metodoloji ilmidir. Metotlarını belirlediği ilim ise fıkıhtır. O halde bu ilim fıkıh metodolojisi ilmi demektir. Bu ilme İslâm hukuk metodolojisi denilmesinin uygun olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü fıkıh, sadece hukuk ilmi değildir. Hukuk, fıkhın bölümlerinden birisidir. İslâm hukukunun çeşitli dalları fıkıh içerisinde ele alındığı gibi, ibadetler de fıkıh içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla ibadetle ilgili hükümlerin kaynaklardan çıkartılma metotları da usulü'l-fıkıh tarafından belirlenmektedir.
Bilindiği gibi, İslâmî hükümlerin alındığı kaynaklar temelde ikidir. Bunlar Kur'ân ve Hadistir. Fakat her meseleye ait hüküm Kur'ân ve Hadiste her zaman aynıyla mevcut ve açık değildir. Ya da Kur'ân ve Hadisteki lâfızlar, emir, nehy, hass, âm v.s gibi değişik biçimlerde varid olmuştur. Karşısına amelî bir problem çıkan müctehid, bu problemin dînî hükmünü ortaya koymak için Kur'ân'ı ve Hadisi araştırır. O mesele ile ilgili olan âyet veya hadisin ne tür bir kalıpta olduğunu araştırır. Mesela lafız emir kalıbı ile gelmişse, emrin vücup ifade ettiğini bildiren usûl kaidesini göz önüne alarak o hükmün farz olduğuna hükmeder. Cevabını açıkça bulamazsa, hükmü açıkça belirlenen benzer problemlere kıyasla, dinin temel ilkelerini göz önüne alarak ve daha başka temel kaidelerden yararlanarak bu problemleri çözüme kavuşturur. İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden ve içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir. Demek oluyor ki; usulü'l fıkıh; müctehidin, Kur'ân ve Hadisten hüküm çıkarabilmek için ihtiyaç duyduğu kural ve kaidelerden meydana gelen bir ilimdir.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi
İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi.
Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu kaynağa sahip bir ilim haline geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı (Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd).
Usûlü'l-fıkıh sahasında eser yazan alimler te'liflerinde iki ayrı metot uygulanmazlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.
a- Mütekellimîn metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyişiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil, onlara hakim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir. Bunların tanınmışları ve eserleri şunlardır:
1- Kadı Abdülcebbar el-Mu'tezilî, eseri: el-Umde,
2- Ebu'l-Hasen el-Basrî, eseri: el-Mü'temed,
3- İmamu'l-Harameyn Abdülmelik el-Cüveynî, eseri: el-Bürhan,
4- Ebû Hamid el-Gazâlî, eseri: el-Müstasfâ,
5- Ebû'l-Hasen el-Âmidî, eseri: el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm
6- Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, eseri: el-Minhâc.
Şüphesiz, bu metotla yazılan daha birçok kitap vardır. Bu sayılanlar, önde gelenleridir.
b- Hanefî metodu: Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir. Bu metod mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir. Bu metoda mensup alimler tarafından da telif edilmiş birçok eser vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları da şunlardır:
1- Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas'ın "el-Usûl"ü,
2- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî'nin "Takvîmu'l-Edille"si,
3- Şemsu'l-Eimme es-Serahsî'nin"el-Usûl"ü,
4- Fahru'l-İslâm Pezdevî'nin "el-Ûsûl"ü,
5- Hafîzuddin en-Nesefî'nin "el-Menâr"ı.
Bunların dışında daha bir çok usûl kitabı bulunduğu gibi, bu eserlere de bir takım şerhler ve haşiyeler yazılmıştır. Bunların hepsinin buraya aktarılması mümkün değildir. Arzu eden, Kâtip Çelebi'nin ve Taşköprülüzade'nin yukarıda işaret edilen eserlerine bakabilir.
Bir de bu iki metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve bu metodâ göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:
1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bağdâdî'nin "Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey el-Pezdevî ve'l İhkâm"ı,
2- Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd'un "et-Tenkîh"ı. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmiştir.
3- Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî'nin "Cem'ul-Cevâmî" adlı eseri.
4- İbnu'l-Hümâm'ın "et-Tahrîr"i (Seyyid Bey, Medhal, I, 50 vd.; Şâkir el-Hanbelî, a.g.e., 34 vd.; Abdülvehhab Hallâf a.g.e., 15 vd.; Dönmez, a.g.e., 30 vd.)
Bu eserlerin dışında, ayrı özellikleri olan, eş-Şatıbî'nin el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.
Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. Özellikle bunlardan sonraki usûlcülerin eserleri daha çok cedel ve münazaraya, biri birlerini tenkide, lafzî münakaşaya yönelik bir hal aldı. Hiç usûlle ilgisi olmayan birçok meseleler bu kitapların muhtevasına girdi. Şüphesiz bu haller bu kitapları anlamayı zorlaştırdı. Bunun için bu kitapları anlamaya yönelik çalışmalar hatta bunlara reddiyeler yazıldı. Bu yüzden, usulü'l-fıkıh ilmi anlaşılması güç hatta imkansız bir ilim haline geldi. Bu yüzden muasır âlimler usûl kurallarının daha kolay anlaşılması için mesai sarfetmişler ve yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey, Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdülvehhab, Hallaf, Muhammed Ebu'z-Zehra, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî ve Zekiyuddin Şâban'ın usûlleri burada zikredilebilir.
Bu eserlerden, Seyyid beyinki Osmanlıca, diğerleri arapçadır. Arapça olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman'ın İmam Hatib okulları için hazırladığı usûlü ile, Fahreddin Atar'ın hazırladığı usûl de zamanımızda Türkçe olarak hazırlanan eserlerdir. Ayrıca, usûlü'l fıkıhın bazı konularının yüksek lisans ve doktora tezi olarak incelediklerine de işaret etmemiz gerekir.
Usûlü'l-Fıkhın Konusu
Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'î delildir. Fakat onun tüm şer'î nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri âmm, kimileri hâss. sığasıyla varid olmuştur. Bu sîğalar, şer'î delil çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar: Emir îcap içindir, nahy tahrîm içindir. Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nahy tahrim içindir" kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.
Usülü I-Fıkıhın Gayesi
Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer'î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Buna da gücü yetmezse, müctehidlerin hüküm ve delillerini tam olarak kavrar. Müctehidin bu ictihada varırken hangi delile dayandığını ve bu delilden nasıl yararlandığını bilir. Böylece onların kendi kafalarından değil, belirli delillerden istifade ederek hüküm çıkardıklarını anlar ve o hükümleri daha bir gönül hoşluğu ile kabullenir. Kendi mensubu olduğu mezhep imamının görüşü ile diğer imamların görüşleri arasında mukayese imkânı bulur. Hatta bunların delillerini de öğrenmiş olacağı için bunlar arasında tercih imkânına sahip olur. Çünkü, farklı görüşleri mukayese ve bunlardan daha kuvvetli olanını tesbit ancak bu görüşlerin dayandıkları delilleri ve bu delillerden nasıl hüküm çıkarıldığını bilmekle mümkün olur. Bunları bilmenin yolu da usûlül-fıkıh kaidelerini bilmektir.
fıkıh ilminin içeriği
fıkıh ilminin amacı ve önemi
fıkıh ilminin tanımı
fıkıh ilminin kapsadığı konular
fıkıh ilminin konusu nedir belirtiniz
fıkıh ilminin konuları
fikih ilminin konulari