HÜRRİYET VE MÜSÂVÂT
–mâba’d–
Farz edelim ki zevc zevcenin hâl-i töhmette bulunduğuna beyyine hazırladı, sonra hâkime, yâhûd müdde’î-i umûmîye mürâca’at edecek, müdde’î-i umumî bir çok tahkīkāta
lüzûm görecek. Evrâkı istintâka havâle edecek. Kadın celb
olunacak, sorulacak. Tabî’î inkâr edecek. Belki de bayılacak. Çünkü olabilir ki berî’ü’z-zimmedir, nâmusludur, fakat
zevci hilâfını zannetmişdir. Bununla da kalmaz. Lüzûm-ı
muhâkemesine karar verilir ise mahkemeye gidilecek. Muhâkeme hafî olmakla beraber yine bir hey’et-i hâkime, kâtibler, şâhidler var. Şimdi mahkeme ya da’vâyı reddedecek,
veyâhûd talâka hükm edecek.
Eğer talâka hükm olunur ise o kadının hâl-i töhmette
bulunmuş olduğu mahkeme sicillâtına kayd olunacak. Şimdi böyle bir kadını cem’iyete koyunuz. Acaba o kadın bundan sonra bir daha sa’âdet yüzü görebilecek mi? Şüphe yok
ki göremeyecek. Onun hakkında yaşamaktan ise ölmek daha hayırlıdır. Zîrâ bu azâb-ı ma’nevî ölümden daha dehşetlidir.
Mahkeme esbâbı kâfî görmez de da’vâyı reddederse?
Ne olacak? O adam resmen hâl-i töhmette bulunduğunu
iddi’â ettiği kadın ile nasıl hayat geçirecek? Bundan sonra
onların bir yerde bulunmaları büyük, pek büyük cinâyetlere
sebebiyet vereceğinde şübhe mi kalır?
Hâlbuki emr-i talâk zevcin yedinde olub da bu gibi sebebleri kimseye ifşâ etmeksizin zevcesini tatlîk ederse bu tatlîk zevce için bir ibret-i mü’essire olacağından kesb-i salâh
ederek diğer kimse ile akd-i izdivâc eder. Ve ondan sonra
hayâtını mes’ûdâne imrâr eyler.
Şu hâlde emr-i talâkın –cem’iyet-i beşeriyyenin ibtidâ-yı
teşkîlinden beri re’îs-i âile addolunan– zevc yedine verilmesinin muvâfık-ı hikmet olduğu ve şerî’at-i celîle-i Ahmediyye’nin bu mes’elede dahi ihrâz-ı tefevvuk ettiği bilâ-şek tahakkuk ediyor.
Ma’a-hâzâ şerî’atimizde bazı esbâbdan nâşî kadının veyâhûd velîsinin mahkemeye mürâca’atla zevciyle beynlerini
tefrîk talebinde bulunması ve dermeyân [94] ettiği esbâbın
da tahakkuk etmesi üzerine beynlerini tefrîk etmek ve tarafeynin hukūkunun son derece muhâfaza eylemek hükkâm-ı şer’in vezâ’ifi cümlesindendir.
Filvâki’ şu zamanlarda mes’ele-i te’ehhülün sû-i isti’mâle uğramış olduğu da kābil-i inkâr değildir. Her türlü mezâyâ-yı insâniyyeden mahrûm bir çok kimseler görüyoruz ki
kendilerinde teşkîl-i âileye ehliyet ve liyâkat olmadığı halde
mücerred hevâ vü hevesine tâbi’ olarak keyfe mettefak te’-
ehhül ediyorlar. Sonra bittabi’ geçinemiyorlar. Bazıları mücerred tecdîd-i zevk için muttasıl te’ehhül edip sonra terk ediyorlar. Bazıları da aldıkları o zavallı kadınlara türlü ezâ ve
cefâ ettikleri hâlde bırakmak da istemiyorlar. Çünkü bıraktıkları takdîrde kendilerinden nikâh, nafaka vesâire gibi birçok şeyler isteyeceklerini ve bunları vermeğe muktedir olamayacaklarını bilirler, ölünceye kadar taht-ı nikâhlarında
bulunan o zavallı bîçâreleri süründürerek her türlü lezâ’iz-i
insaniyye ve medeniyyeden mahrûm bırakıyorlar.
Fakat bu kusûr hâşâ şerî’atde değil! Şüphesiz ki bizdedir. Terbiye-i umûmiyyedeki noksandan ve nikâha müte’allik olan ahkâm-ı şer’iyyeye tamâmıyla adem-i ri’âyetden
nâşîdir. Zîrâ şerî’at-i Ahmediyye nikâhın sıhhatinde ve bir rivâyette lüzûmunda –yani feshi adem-i kabûlünde– zevcin
zevceye nesebde, diyânet ve ahlâkta, servet ve san’atda, ve
daha bir çok evsâfda küfüv olmasını şart kıldığı gibi te’ehhül
ettiği takdîrde zevcesine cevr ü cefâ edeceği ve onu infâk u
i’âşeden âciz kalacağı elhâsıl hukūk-ı zevciyyeti îfâ edemeyeceği müteyakkın olan kimseye dahi tezevvücü haram kılmıştır.
Binâ’en-aleyh eğer terbiye-i umûmiyye muntazam bir
hâlde olup da tarafeyn tamamıyla bu şartlara ri’âyet etseler
bu gibi münâsebetsiz ahvâle hiç de meydân kalmaz.
88 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 6 - SAYFA 95
Şu münâsebetle nikâhın sıfât ve bazı âdâbını icmâlen
beyân edelim:
Nikâh: Mehr ve nafaka vesâireye iktidârla beraber hâl-i
i’tidâlde sünnet-i mü’ekkededir. Tevekān halinde, yani nefis
irtikâb-ı zinâdan men’ edilemeyecek derecede nisâya iştihâ
zamanında vâcibdir. Havf-ı cevr yani hukūk-ı zevciyyeti lâyıkıyla îfâda kusûr edeceğinden havf hâlinde mekrûhdur.
Hukūk-ı zevciyyeti îfâ edemeyeceği müteyakkın olduğu takdîrde haramdır ve kable’l-akd hâtibin*
mahtûbeye** nazar
eylemesi ve mahtûbenin sinn ü mâl cihetiyle hâtibin dûnunda ve terbiye ve edeb ve iffet ve cemâl hasebiyle hâtibin
fevkinde olması mendûbdur.
Binâ’en-aleyh te’ehhül etmek arzûsunda bulunan bir
kimsenin işte şu şerâ’it ve evsâfı nazar-ı dikkate alması, ve
ona göre hareket etmesi lâzımdır.
Hülâsa tâlib-i tezevvüc olan bir adamın evvelâ tezevvüce tâlib olduğu kız veya kadına kifâ’eti, mehr, nafaka, süknâya, teşkîl-i âileye ve hukūk-ı zevciyyeti tamamıyla îfâya
kudreti tahakkuk etmeli ve tarafeyn yekdiğerini beğenmelidir. Bunlar tahakkuk ederse evlenmeli, tahakkuk etmediği
halde te’ehhülden sarf-ı nazar edip emr-i tezevvücün tevakkuf ettiği şeyleri tahsîl edecek ve şerâ’itini ikmâl eyleyecek
esbâba tevessül eylemeli, ba’dehû yine küfüvvü olduğu bir
kız veya kadınla tezevvüc etmeli. Hükkâm-ı şer’ de bu bâbdaki takayyüdâtını bir kat daha tevsî’ ve tezyîde himmet eylemelidir.
Eğer böyle olursa hasbe’l-îcâb emr-i talâkın zevcin yedinde olması mes’elesine dahi hiç kimsenin i’tirâz etmeye
hakkı olmaz. Şerî’at-i Ahmediyye’nin ahkâm-ı sâiresi gibi
bu hükmünün dahi muvâfık-ı maslahat olduğunda tereddüde aslâ mahal kalmaz hâşâ kānûn-ı hürriyet ve adâlet
münâfî olduğuna kimse hükm edemez.
Mûsâ Kâzım
MEV’ÂİZ
Mukarriri: Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi Hazretleri
Muharriri: Sirozlu H. Eşref Edib
Ders: 47
24 Temmuz 1324
Sonra biz de işte evvel emirde itâ’at edeceğiz. İtâ’atle
mükellefiz. İtâ’at vazîfemizdir. Vazîfe-i esâsiyyemizdir. Bir
sultan, bir halîfe ki icrâ-yı adâlet ediyor, her işi ehline tevdî’
ediyor, zerre kadar insâf ve adâletden ayrılmıyor, ona itâ’at
vazîfe olmaz mı?..
Sonra ne buyurur? İşte asıl dersimize geliyoruz:
1 فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ
Şimdi böyle icmâlen ma’nâ veririz. Sonra ilerde vaktimiz olursa daha ziyâde tafsîl olunacak. Bu âyetler pek mühimdir. Her biri bir düstûr-ı küllîdir, bir Kānûn-ı Esâsî’dir.
* Tâlib-i tezevvüc olan erkek. ** Tezevvücü taleb edilen kadın. 1 Nisâ, 4/59.
Hâricinde hiç bir şey kalmaz. Meselâ: Ehline tevdî’-i umûr
etmek... Bu nereden alınmış? Hep Allah kānûnundan almışlardır. Adâletle hüküm etmek nedir? İki hasım gelecek
hâkimin huzûruna, orada söyleşecekler.
– Hakkın var mı? İşte adâlet mahkemesi! Gel!..
deniyor. Artık sızıltıya mahal kalır mı? Her şey hür. Yazacak, gezecek, ticâret edecek. Kimse karışamaz.
Böyle miydi evvel? Bir adam bir yere gidemiyordu.
Şehir içinde gezemiyordu. Bir polis hemen yakasına çatardı.
“Bir hafiye mülevvesinin şerrine düşmeyelim” diye bin türlü
i’tinâlar. Ne soru var, ne su’âl. Ednâ bir polis âlî bir adamı
jurnal ederse artık o memleketin hâlini anlamalı. Aman ya
Rabbi! Bu kadar zaman nasıl susmuşuz? İlk işleri o idi: Parası varsa sızdırırlar. Yok ise nereye giderse gitsin, bir tarafa
nefy ederlerdi. Ötekileri ibret-bîn olsun, mesleklerine ses çıkarılmasın.
Pâdişâh tekrar Kānûn-ı Esâsî’nin tatbîkini emr etti de bu
mezâlimden kurtulduk. Kānûn-ı Esâsî ki kānûn-ı ilâhî demektir. İnsana insanca mu’âmele edilmeli, esîr değiliz. Allah
hür yarattı. Ne imiş o yâverler, o mensûblar?.. [95] Hod-behod hânenize girer, aylık alamazsın, hânenden çıkaramazsın. Niçin?... Eh yâverdir, mensûbdur!...
Aman ya Rabbi aman; binlerce şükür. Bu zâlimlerin
pençesinden bizi kurtardın!..
Bu derece rezâlete başlamışlardı mel’ûnlar. Bütün insanları hayvan mertebesine koymuşlardı. İstedikleri gibi kullanırlardı. Kimse birşey diyemez. Hiç kimse ses çıkaramaz.
Mehâkim de âciz, her yere zulüm sirâyet etmiş. Her tarafa
kahr u tedmîr uğramış. Mezâlimden âzâde hiç bir şey, hiç
bir mahal yok.
Bu, insâniyet mi? Allah’ın emr ettiği adâletten ayrılmak
ne kadar canavarlık!.. “Allah.....” Çok işitirler, lâkin îmânları
kuvvetlidir. Hasbe’l-beşeriyye bir günâh eder. Kırk yılda bir
zulm eder. Lâkin nâdim olur. Seyyi’eye karşı bin türlü hasenât işler. Gece gündüz âkıbetini düşünür. Defter-i a’mâlini
seyyi’ât ile doldurmak, îmân ehlinin kârı mıdır?
(مالنا من زوال) ..!yoktur zevâl Bana–
Fikrinde bulunmayan zulüm yapamaz. Bunlar ise kendileri için zevâl tasavvur etmezlerdi. O ârâmgâh-ı mezâlimi
kendileri için ebedî bir istinâdgâh zannetmişlerdi. Fakat
kahr-ı rabbânî bir sâ’ika-i kıyâmet şeklinde beynlerine isâbet etti. Meclislerini perîşân eyledi. Debdebelerini yıktı. Tantanalarını söndürdü. Kendilerini hakîr ve zelîl etti. Çamurlara attı. Mazlûmları soktukları o karanlık yerlere kendilerini
Allah soktu. Ma’sûmlar zindanlardan çıktı, hürriyet saraylarına geçti. Zâlimler saraylardan düştü, zindanlara tıkıldı. 2
.yapmaz neler kübrâda i-kememah Allah yapan bunu Dünyada) فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَبْصَارِ)
Mel’ûnlar kendilerini -hâşâ- mâlikü’l-arz zannetmişlerdi.
Milyonlarca insanları ayakları altına almışlardı. Şeddâdları
geçtiler. Fir’avunlara meydân okudular. Öyle diyorlardı:
– Cezâ, cezâ ... ne demek cezâ? Bize karşı böyle şey
olur mu? Cezâ âdîlere karşı olur. Hiç bizim gibi büyüklere
2 Haşr, 59/2.
CİLD 1 – ADED 6 - SAYFA 96 SIRÂTIMÜSTAKĪM 89
cezâ edecek var mı? Biz herkese tasallut ederiz. Bize karşı
söz çıkarmak olmaz. Biz bu memleketlerin hâkimiyiz. Siz bizim esîrimiz. Kulaklarınız elimizde. İstediğimiz yere sizi götürür, istediğimiz gibi kullanırız...
Böyle mel’ûnlar. İ’tikādlarınca kendilerine cezâ edecek
yok. Su’âl edecek yok. Bu mezâlim, milletin ciğergâhına kadar işlemişti. O derece câna tasallut ettiler ki zerre kadar
kendilerinde Allah korkusu olmadığı anlaşıldı. Âkıbet Allah
azamet ve celâlini gösterdi. Hânümanlarını perîşân etti.
Başlarına kıyâmet koptu. İstibdâd âlemini kökünden yıktı.
Bütün o cebâbireyi hâk ile yeksân eyledi. Milletin intikāmını
aldı. 1
( إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ)
Allahu te’âlâ hazretleri cümlemiz hakkında sa’âdet ve
selâmeti pâyidâr eyleye! Zerre kadar fikr-i ma’delet hilâfında hareket edenleri la’net-i ebediyyeye giriftâr eyleye; yâ
Rabbi!.. Âmîn!. Sümme âmîn.
Şimdi gel bak! Kānûnu nerede Allah gösterir bize. Şûrâ-yı milletin, usûl-i idârenin rûhu bu âyetdir. Emr ü ferman
buyurur Allah:
– Evvelâ nefsinde kimsenin hakkı varsa edâ et. Sâniyen
kudretin yettiği kadar icrâ-ı ma’delete çalış. Mâdem ki seni
hâkim yapmışlar adâletle hükm et! İyiye iyi, fenâya fenâ,
haklıya haklı, haksıza haksız de!
Böyle idi o ecille-i ashâb-ı güzîn. Böyle idi o e’âzım-ı ricâl-i dîn! Âdî bir şeyde bile zerre kadar bu kā’ide-i ma’deletten ayrılmazlardı. Bir def’a Hazret-i Hasan Efendimize çocuklar mürâca’at ettiler, birer satır yazı yazdılar:
– Acaba hangimizinki daha güzeldir?..
diye Hazret-i Hasan’a soracaklar, onu hakem yapacaklar.
Hani ya çocuklar iddi’â ederler ya: – Ben senden daha güzel yazarım!.. Öteki: – Hayır, ben daha güzel yazarım!.. Çocuklar böyle bir iddi’âda bulunmuşlar. Hazret-i Hasan Efendimizi hakem yapıyorlar.
“Hâkim” başkadır. Taraf-ı hükûmetden nasb olunursa
ona “hâkim” derler. Fakat iki kişi beynlerindeki münâza’unfih bir mes’eleyi bi’r-rızâ bir zâtın nazargâh-ı halline arz eylerlerse, o zâta “hakem” denir. “Hakem” ta’bîr-i Kur’ân’dır. 2
bir, hakem bir beyninde zevce ile Zevc ً ) فَابْعَثُوا حَكَما◌ ...)
aracı ta’yîn ediniz, onları uzlaştırmaya çalışsın. Öyle ya,
bazen zevceyn beyninde münâferet olur, geçinemezler.
Hemen bırakmaya kalkışır. Kadın da: – Beni bırak ... diye
feryâda başlar. Hemen o râbıtayı bozmamalı.
3
.girmeli araya kişi İki) فَابْعَثُوا حَكَماً مِّنْ أَهْلِهِ وَحَكَماً مِّنْ أَهْلِهَا )
Bir hakem erkek tarafından, bir hakem kadın tarafından
gönderilmeli. Bunlar asıl sebeb-i münâfereti tedkīk etmeli.
İttifâka da’vet etmeli.
İşte Hasan Efendimize yazılarını gösterdiler: – Hangimizin daha iyi? dediler.
Hazret-i Ali Efendimiz de orada bulundu. Aldı Hazret-i
Hasan eline yazıları baksın: – Oğlum, dedi, ama iyi dikkat
et.
1 İbrahim, 14/47. 2 Nisâ, 4/35.
3 Nisâ, 4/35.
Hazret-i Hasan çocuk daha mükellef değil henüz. Sekiz,
on yaşında. Babası ders veriyor: – Oğlum, sen hükm edeceksin, Allah yarın yevm-i kıyâmette soracak. Ne ise doğru,
onu söyle, yazısı iyi olana. Fenâ! deme. Yazısı fenâ olana
da. İyi! deme.
Bilir ki Hasan bunu yapmaz. Lâkin herkese ders olsun.
Bazen biz mütesellî oluruz. Adliyede hâkim olmamışım diye.
Fakîr kendi hakkımda söylüyorum. Büyük şey hâkimlik.
Neler işitiyoruz. Ne yolsuz mu’âmelâta vâkıf oluyoruz. Bunları işittikçe hamd olsun, hâkim olmadım, diye mütesellî
oluyordum. Vaktâ ki bu rivâyeti gördüm. Korktum. Vâkı’a
hâkim değilim, fakat imtihanlarda bulunurum. Olur ki (10)
numara alacak efendiye [96] (9) verdim. Kasden olmaz ya.
Dokuzla on’u, sekizle yediyi ayırmak kolay bir şey değil.
Mekteb âleminde bazen bir numaranın büyük te’sîri olur.
Bu numara için sınıf geçemez olur. Bu sene daha kalır sınıfta. Yâhûd istihkākından fazla bir numara verilir. Hâsılı bir
haksızlık olabilir. Onun için bu rivâyet, beni düşündürdü.
Çocukluk bu. İddi’â etmişler:
– Benim yazım iyi.
– Yok, benimki daha iyi.
İkisi de hakemin ağzına bakıyorlar. Acaba hangisininkini
tercîh edecek. Çünkü netîce-i hükümde birisi sevinecek, birisi mahzûn olacak. Gâyesi de bundan ibâret. Öyle umûr-ı
nâsa bir te’sîri yok. Öyle iken: – Dikkat et oğlum, diyor, hâtıra, gönüle bakma!..
Bu, bir ibretdir. Büyük bir dersdir. Kolay değildir hakkı
tefrîk. Mâdem ki bir şeyde sana salahiyet verilmiş, son derece i’tinâ ile o hizmeti hüsn-i îfâya çalışmalısın. Vâkı’a hatâdan sâlim olmak beşer için mümkün değil, fakat mümkün
mertebe tevakkī etmeli. Kasden yapmamalı. Hatâlar belki
afv olur. Cenâb-ı Hakk’ın afv u keremine sığınırız. Zâten bir
dereceye kadar hatâ ma’fuvdur.
(...رفع– (Hadîsde böyle vârid olmuş– Bu ümmetten hatâ
ve nisyân merfû’dur. Cezalandırmayacak Rabbim te’âlâ.
İkāb etmeyecek Cenâb-ı Mevlâ. Kimlere? Unutanlara, hatâ
edenlere. Unutmuş yâhûd hatâ etmiş olursa mes’ûl olmayacak...
Lâkin diğer ehâdîs delâlet eder ki bu mutlak değildir.
Vüs’u yettiği kadar çekindikden sonra hatâ ederse o vakit
ma’fuvdür. Fakat ehemmiyet vermez, unutur, sonra yanlış
bir hüküm verirse... Bundan elbet mes’ûldür.
Bilmem kaç sene evvel bir kitabda görmüş, öyle bellemiş. Üzerinden zaman geçtiği için pek de iyi hatırında yok.
Fakat tekrar bakmaya da üşenir. İyi, fenâ hâtırında kaldığı
gibi bir hüküm verir. Bu hüküm, yanlış olursa... Mes’ûl olmaz mı o?.. Müftü olan kimse her def’asında bakacak. Her
fetvâ verdikçe merci’ine, me’hazına mürâca’at edecek. İnsandır çünkü. Olur ki yanlış bellemiş olur. İnsan için kendine güvenmek olmaz. Dâima aczini bilecek, unutmakdan sakınacak. Hatâdan çekinecek. Elhâsıl insan kendine güvenir.
Tekâsül eder, ehemmiyetsiz tutar, müteseyyib olursa... O
vakit mes’ûldür.
Ne idi sözümüz? (...اطيعوالله (Allah’a itâ’at ediniz, Resûlüne itâ’at ediniz. Sonra da uli’l-emre.
90 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 6 - SAYFA 96
Resûlullah makāmına hilâfet edenler, saltanat sâhibi
olanlar, hâkimler, bütün me’mûrlar, onbaşı, yüzbaşı, binbaşı... Cümlesi ulü’l-emr’de dâhildir. Âmir demek, icrâya me’-
mûr demektir. Ne kadar ümerâ varsa cümlesine itâ’at edin.
– Ne yapayım? Emîr sû-i isti’mâl eder. Yolsuz yere bizi
sevk eder. O vakit yine itâ’at edeyim mi?
Yok, o vakit itâ’at olmaz. 1
a’Allah) لاطاعة لبشر فى معصية الله)
ma’siyet olacak yerde beşere itâ’at olmaz. ( فى الطاعة انما
المعروف (Tâ’at ancak ma’rûftadır. Şer’an ma’rûf, akl-ı selîm
kabûl etmiş, ma’kûl, doğru, ayn-ı hakīkat, ayn-ı hikmet,
muktezâ-yı adâlet... Böyle şeylerde olur itâ’at.
Bunu ne vakit buyurdu efendimiz? Bir hadîs-i şerîfin
sonudur bu. Evveli var. Resûl-i Ekrem Efendimiz Hazretleri
ashâb-ı kirâmdan bir cemâ’ati bir zâtın ma’iyyetine verdi.
Yani Ensâr-ı kirâmdan Alkame nâmında birisini emîr yaptı.
Me’mûren bir yere gönderdi ve onlara dedi ki:
– Her kim emîre itâ’at ederse bana itâ’at eder. Her kim
emîre âsî olursa bana âsî olur. Emîrinize itâ’at ediniz.
Böyle tenbîh etti. Gittiler. Bir yere vardılar. Bir me’mûriyetle gidiyorlardı. Bir gazâya mı, birşey tahkīkine mi, dîni
neşr etmeğe mi?.. Hâsılı me’mûren gidiyorlardı. Açıkdan açığa yazmıyorlar. Vaktâki bir yere vardılar. Alkame isminde
olan emîrleri nasılsa bir şeyden dolayı bunlara gücendi.
Gazaba geldi. Bunun üzerine:
– Haydi bakayım, dedi, odun toplayın!
1 Müslim, Kitâbü’l-Emâre 8.
– Niçin?
– Niye sorarsınız? Peygamber emr etmedi mi ki bana
itâ’at edeceksiniz?
– Peki toplayalım.
Bir hayli odun topladılar. Getirdiler.
– Haydi şimdi bunları yakın!
– Peki! Yaktık. Ne olacak?
– Haydi bakayım şimdi içine girin!
– Niye?
– İtâ’ata borclu değil misiniz?
–mâba’di var–
İHTÂR
Kesret-i münderecâtına mebnî birkaç haftadır usûl-i fıkıh
derslerinden derc etmek mümkün olamıyor. Olsa bile haftada bir iki sahîfe ile bu eser-i cesîm ve mu’teberin ikmâli
senelere mütevakkıf sonra bu ilm-i âlî, Darü’l-fünûn ve Hukūk ve sâire mekâtib-i âliyede tedrîs edildiği cihetle talebenin dâima elinde bulunabilecek bir kıt’ada olması da lâzım.
İşte bu mülâhazât-ı hâlisâneye mebnî inşâ’allahu te’âlâ gelecek nüshadan i’tibâren Sırâtımüstakîm’e nısfı kıt’asında usûl-i fıkıh derslerine mahsûs ayrıca birer forma ilâve edilecekdir.
Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ
Mahall-i İdâre:
Dersa’âdet’te Yeni Postahâne Karşısında
Dâire-i Mahsûsadır
SIRÂTIMÜSTAKĪM
Din, Felsefe, Edebiyat, Hukūk ve Ulûmdan Bâhis Haftalık Risâledir İhtâr: Mesleğimize muvâfık âsâr-ı ciddiyye
ma’almemnûniyye kabûl olunur.
Derc edilmeyen âsâr iâde olunmaz
Müessisleri: Ebu’l-Ulâ Zeynelâbidîn – H. Eşref Edib
Seneliği Altı aylığı
Dersa’âdet’te 65 35
Vilâyâtta 90 50
Memâlik-i ecnebiyyede 100 55 kuruştur.
TÂRÎH-İ TE’SÎSİ:
11 Temmuz 1324
Dersa’âdet’te Nüshası 50 Paradır
Kırılmadan mukavva boru ile gönderilirse senevî
20 kuruş fazla alınır.
Dersa’âdet’te posta ile gönderilirse vilâyât bedeli ahz olunur.
08 Ekim 1908 12 Ramazan 1326 Perşembe 25 Eylül 1324 Birinci Sene - Aded: 7
[97] TEFSÎR-İ ŞERÎF
“Errahmâni’r-Rahîm”
Zâhir ü bâtın bütün ni’metlerin, dünyevî ve uhrevî her
türlü âtıfetlerin mun’im-i merâhim-nişânı.
“Rahmân ve Rahîm” ism-i şerîflerinin burada vürûdu
“Besmele-i şerîfe”nin cüz’-i sûre olmadığına dâir Hanefiyye
kavlini te’yîd etmekdedir. Çünkü cüz’iyet takdîrinde tekerrür
etmiş olurlar. Cüz’iyeti iltizâm eden Şâfi’iyye fâ’ide-i tekrârı
isbât için hayli tekellüfâta mecbûr olmuşlardır.
“Besmele-i şerîfe” tefsîri sırasında nev’-i sîga i’tibârıyla
şu iki ism-i şerîf beynindeki fark ve ona teferru’ eden bazı
nüket ü mezâyâ zikredilmiş, Cenâb-ı Hak’dan gayri mün’-
im-i hakīkī tasavvuruna imkân olmadığını îzâh maksadıyla
da ni’am-i sübhâniyye’nin tenevvü’ü ve gâyet-i vüs’ati mevzû’-i bahs kılınmışdı. Rahmet ü in’âm ile ittisâf-ı sübhânî beyânında ismeyn-i şerîfeyn beynini cem’ etmek vüs’at-i mezkûrenin en parlak şâhididir. Vüs’at-i rahmet ve kesret-i kerem-i ilâhî ise te’addî-i hudûd ve intihâk-i hürmet eden kesâna, erbâb-ı cürm ü tuğyâna dünyâ ve ukbâda tertîb-i ukūbet ve i’dâd-ı azâb buyurulmasına mâni’ olmayacağı âşikârdır.
Çünkü zikretdiğimiz ikāb ü azâb sûret-i kahr u intikāmda, mübtelâsının mûcib-i te’ellümü olacak hâl ü hey’etde
rû-nümâ olmakda ise de terbiye-i umûmiyye ve muhâfaza-i
salâh-ı âlem nokta-i nazarından bakılınca fi’l-hakīka rahmet
ü kerem âsârından ma’dûd olacağında şübhe kalmaz. Mecma’u’l-bahreyn-i şer’ u hikmet olan şu noktadan tedkīk-i
mülâhazaya muvaffak olanlar şu’ûnât-ı ilâhiyyenin bu kısmını da muvâfık-ı maslahat bulurlar.
Zîrâ hudûd-ı şerî’atden inhirâfın bâdî-i şekā ve muhâfaza-i ahkâm-ı rabbâniyyenin dâ’î-i selâmet ve bâ’is-i irtikā olması bu türlü zecr ü tenkîl icrâ’âtına lüzûm-ı kat’î göstermekdedir. Nasıl ki en ziyâde şefkatli peder bile evlâdını mûcib-i sa’âdeti olacak bir mesleğe sevketmek, güzel huylara
alışdırmak için îcâbında tekdîr ü tevbîh mu’âmelesinden
başka terhîb ü mu’âhazeyi de revâ görmekden çekinmez,
hiçbir âkil nazarında da onun bu nevi’ muâmelâtı nâhoş addolunmaz.
“Mâliki Yevmi’d-Dîn”
Rûz-ı cezâda kâffe-i umûr-ı ibâdın Mâlik-i Azîmüşşânı.
“Mâlik” yerine “Melik” dahi okunur. Çünkü kurrâ-i izâmın bir kısmı “Mâlik”, bir kısmı da “Melik” okumuşlardır.
“Mâlik” a’yân-ı memlûkede tasarruf-ı mutlak ma’nâsına
“mülk”den, “Melik” emr u nehy ile zevi’l-ukūlde tasarruf
ma’nâsına “milk”den müştak olup şân-ı ulûhiyyete şâyân-ı
ta’zîm ifadesinden hiçbiri hâlî değildir. Zîrâ gerek Âlem-i
Mülk ü Melekût’da keyfe mâyeşâ’ tasarrufdan ibâret mâlikiyet-i mutlaka ve gerek bütün ibâda hâkimiyet ma’nâsına
milk-i kat’î ve saltanat-ı dâ’ime Hallâk-ı Müte’âl ve Hakîm-i
Zülcelâl-i tekaddes ani’ş-şebîhi ve’z-zevâl hazretlerinin hasâ’is-i celîle-i sübhâniyyesinden olduğu vâreste-i kayd-ı tezkârdır.
Su’âl: Cenâb-ı Hakk’ın melikiyet ve mâlikiyeti kâffe-i ezmine vü emkineyi muhît olduğu halde “yevmüddîn”e izâfetin hükmü nedir?
Cevâb: Rûz-ı şedâ’id-bürûz-ı kıyâmet demek olan
yevm-i mezkûrda [98] zâhiren dahi hiçbir ferdin müdâhale-i
umûra iktidârı olmayacağı cihetle Hak celle ve alâ hazretlerinin tedbîr ü tasarrufda teferrüd-i sübhânîsi o zaman tamamen aşikâr olacakdır. Dünyada ise –velev zâhirî olsun– tedbîr ü tasarruf kullardan da sâdır olmakdadır. 1
لمِنَ الْمُلْكُ الْيَوْمَ )
.irdir’müş hakīkati bu de celîli ı-nazm) لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Manastırlı İsmâil Hakkı
1 Gafir, 40/16.
NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE
ÂYET - 188
وَلاَ تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُم بَيْنَكُم بِالْبَاطِلِ
Aranızda mallarınızı (kumar, sirkat, gasp, nehb, vedî’a
ve emânete hıyânet gibi sûretler ile) bi-gayr-i hakkın yemeyin (mubah ve meşrû’ olmayan vech ile birbirinizin malını
ahz etmeyin) ve (haksız olduğunuzu) bilip dururken (bi’lmuhâkeme) nâsın emvâlinden bir kısmını (şehadet-i zûr ve
yemîn-i kâzib gibi mûcib-i) ism (olur şeyler) ile yemek için
mallarınızı hâkimlerin (hükmüne) düşürmeyin. (Bazıları:
بها وتدلوا kavl-i kerîmini bazı emvâli rüşvet tarîkıyla hükkâm-ı
sû’a vermeyin sûretinde tefsîr eylemişlerdir - Keşşâf.)
Rivâyet olundu ki, Abdân el-Hadramî, İmrü’l-Kays elKindî’den bir kıt’a arz iddi’â etti ve beyyinesi olmadığından
Resûl-i Ekrem sallâllahu aleyhi ve selem efendimiz İmrü’lKays’a yemîn teklîf eyledi. İmrü’l-Kays yemîne müheyyâ
bulunduğu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz; 1
إِنَّ الَّذِينَ يَشْتَرُونَ )
ِهّاللِ دْهَعِب (nazm-ı celîlini kırâ’et buyurmasıyla İmrü’l-Kays yemînden nükûl etti. Sâhib-i Risâlet Efendimiz de arz-ı müdde’â bihâyı Abdân’a teslim etti. Bunun üzerine bu âyet-i
kerîme şeref-nüzûl eyledi. Şu da rivâyet edildi ki, iki kimse
huzûr-ı Nebevî’de murâfa’a oldular. Resûl-i Ekrem Efendimiz onlara dedi ki: “Ben de sizin gibi ancak bir insanım. Siz
benim yanımda murâfa’a oluyorsunuz. Olabilir ki, ikinizden
biriniz serd eylediği delîl ve huccete öbüründen daha ârif ve
mütebassır olmakla ben de ondan istimâ’ eylediğime göre
onun lehine hükmederim. Şâyet ben ona karındaşının hakkında bir şey ile hükmedersem benim zâhir-i hâle muvâfık
olarak vukū’ bulan hükm ü kazâma mağrûr olup da sakın
ondan bir şey almasın. Zîrâ zâhir-i Şerî’at’e göre onun lehine hükmedeceğim şey kardeşinin hakkı ise o ateşden bir
parçadır; benim hükmüm ile haram ona helâl olmaz. O
kimseler bu nush-ı hakīkat-nümâ-yı Muhammedî’den müte’essir olup bükâ ettiler ve her biri; “Benim hakkım muhibb
ü yârımın olsun!” dedi. Bunun üzerine Nebiyy-i Müctebâ aleyhi efdalü’t-tehâyâ Efendimiz; “Haydi gidin; işin doğrusunu kasdedin ve sonra birbirinizden istihlâl-i hukūk eyleyin!”
buyurdu – Ebussu’ûd.
Kādî Şureyh rahimehullah hazretleri haksız zanneylediği
mahkûmun lehe derdi ki: “İşte ben senin lehine hükmediyorum; ben ise seni haksız zanneyliyorum. Lâkin nezdimde
ikāme olunan beyyine mûcebince hükmetmemek vüs’um
dâhilinde değildir. Ma’a-mâfîh benim hükmüm haramı sana
helâl etmez – Tefsîr-i Hâzin.
Bereketzâde İsmâil Hakkı
SAFAHÂT-I HAYÂTTAN
EZANLAR
“İhtilâf-ı metâli’ sebebiyle küre
üzerinde ezansız zaman yoktur.”
Zaman geçmez ki yüz binlerce kalbin vecd-i sekrânı,
Zeminden yükselip, göklerde vahdetzâr-ı Yezdân’ı,
1 Âl-i İmrân, 3/77.
Ararken, dehşet-âkîn etmesin bir sayha vicdânı.
Ne lâhûtî sadâ “Allâhu ekber!” sarsıyor cânı...
Bu bir gülbank-i Hak’tır, çok mudur inletse ekvânı?
Bu lâhûtî sadâ çıktıkça cûşa-cûş olup yerden,
İner esrâr-ı kudret kibriyâ tavrıyle göklerden.
Bütün âheng-i hilkat yâd ederken Hakk’ı ezberden,
Vicâhî feyz alır artık o nûru’n-nûr-i ezherden:
Hüveydâ şimdi cânandır seherden, şâm-ı esmerden!
Seher vaktinde mevcûdât, nûşîn hâb içindeyken,
Bu rûhânî nevâ âfâkı mevcâ-mevc edip birden;
Gelir enfâs-ı subh-âsâ, olur vicdâna vecd-efgen.
Nümâyan sû be-sû zulmet, fakat bir zulmet-i rûşen!
Semâ bîdâr, her yıldız Cemâlu’llâh’a bir revzen.
Maîşet kayd-ı can-fersâsının mahkûm-i bîzârı
Olan bîçâreler gündüz bu yâd-ı merhametkârı,
Duyar sermest olur görmüş kadar ferdâ-yı dîdârı!
O neşveyle, yorulmak şöyle dursun, en ağır bârı,
Sürükler görmeden, göstermeden yılgınlık âsârı.
Güneş mağrib-güzîn olmuş, semâ esmer, ufuk gülgûn;
Zaman durgun, zemin muğber, cihan dembeste,
can mahzûn;
Gariblik rû-nümâ yer yer, sükûnet dembedem efzûn...
Bakarsın bir de gülbank-i İlâhî’den dolup gerdûn,
O tenhâyî-i sevdâvî olur Allâh ile meskûn!
İnip vaktâ ki leylin dest-i istîlâsı gabrâya,
Serer dünyâya zulmetten adem şeklinde bir sâye;
Nazar medhûş ü müstağrak giderken zîr ü bâlâya,
Döner, “Allâhu ekber” cûşu yükseldikçe Mevlâ’ya,
O muzlim sîne-i hilkat tecellîzâr-ı Sînâ’ya!
[99] Senin, dem geçmiyor, yâdınla lebrîz olmadan
eb’âd;
Ne müdhiş saltanat yâ Rab, nasıl âsûde istibdâd!
O istibdâda hürmettir ezanlar, subhalar, evrâd...
Hayır, sen rûh-i rahmetsin, bu sesler senden ister dâd,
Verir miydin, eğer dâd etmesen, feryâda isti’dâd?
* * *
Gunûde rûh-i tabîat samîm-i zulmette...
Sitâreler bile bâlâ-yı sermediyyette,
Yavaş yavaş uyumak istiyor yumup gözünü;
Seher semâların altında, açmıyor yüzünü.
Firâş-ı leylde dinmiş olan enîn-i hayat,
Ridâ-bedûş-i sükûnet önümde her safahat.
Görüp muhîtimi dalgın hamûş bir vecde,
O hâli ben de temâşâya daldım âsûde.
Nigâhı mest ediyorken bu levha-i mahmûr,
Ufukta yükselerek bir sadâ-yı dûrâ-dûr,
Yayıldı rûy-i zemînin o anda her yerine,
Sokuldu leyl-i ketûmun bütün serâirine.
Cihân-ı nâimi bîdâr ü bî karâr etti,
Zalâm içinde ne âlemler âşikâr etti!
O yükselen sesi tekrîre başlayıp eb’âd,
Duyuldu sîne-i şebden medîd bir feryâd.
CİLD 1 – ADED 7 - SAFYA 100 SIRÂTIMÜSTAKĪM 93
Semâya çıktı o feryâd, âh-ı ümmet olup!
Semâdan indi o feryâd, rûh-i rahmet olup!
Uzaktan andırıyorken, demin, heyûlâyı;
Semâ’hâne-i leylin birer küçük nâyı
Gibiydi şimdi hayâlimde her menâr-ı mehîb...
O taş yürekte bu sûzişli nağmeler ne garîb!
O nây-pârelerin sonra hepsi hem-dem olup,
Uyandı rûh-i sükûnette bir azîm âşûb.
Coşunca âlem-i câmidde sayha-i tehlîl,
Minâreler bana gelmişti sûr-i İsrâfîl:
Muhîte çekmiş iken dest-i şeb, ridâ-yı memât;
Uyandı karşıki evlerde lem’a lem’a hayât.
Uyandı sonra avâlim, uyandı rûh-i sabâh;
Uyandı hâb-ı ademden birer birer eşbâh;
Uyandı bende de bir şeb-çerâğ-ı zulmet-sûz,
Ki tâ ebed olacak feyz-i Hak’la sîne-firûz.
Tasavvur eylemem artık zevâl o meş’al için...
Meğer ki nûr-i İlâhî ufûl edip gitsin!
Mehmed Âkif
RAMAZÂN-I MÜBÂREK ETTİ HULÛL
Bakdım âfâka serteser pür-nûr
Âsumân incilâ-nümâ-yı zühûr
Her tarafdan gelir şu bang-ı sürûr:
İltimâ’ etti gurre-i Ramazân
Feyz-i Feyyâz-ı Kudret oldu ıyân
Çehreler ma’kes-i neşât oldu
Sîneler inşirâh ile doldu
Bir nidâ Şark u Garb’a savruldu:
Ramazân-ı mübârek etti hulûl
Açdı Hak tövbekâra bâb-ı kabûl.
Nûr-ı rahmet yağar semâlardan
Mağfiret serpilir fezâlardan
Şen gönüller şu hoş sadâlardan:
Bârekallâh erişti mâh-ı sıyâm
Ehl-i dîne budur sirâc-ı selâm.
Ey dem-i tâbnâk-i ferhunde
Ey meh-i akdes-i fürûzende
Feyz u rif’at, necât hep sende
Sende mi’râc-ı rahmet-i Rahmân
Sende indi o muhterem Kur’ân..
Doğdun ey mâh-ı nev değişti leyâl
Zîr ü bâlâya akdı şevk-ı nevâl
Ne Kamer’dir, ne Zühre’dir, ne Hilâl
Mihr-i Hakk’dan eder bu peyk-i hüdâ
Dembedem iktibâs-ı hüsn ü ziyâ.
Ne sa’âdetler ehl-i îmâna
Ki, kavuşduk bu şehr-i zîşâna
Edelim şükr ü hamd Yezdân’a
Müstenîriz fürûğ-ı rahmetden
Feyz bulduk dür-i diyânetden.
Bizi ey Hâlik-ı zemîn ü zamân
Eyle her sâl böylece şâdân
Mağfiret kıl bi-hürmet-i Ramazân
Kalbimizden gelen budur her bâr:
Ve kınâ Rabbenâ azâbe’n-nâr
Giridli Hüseyin Rahmi
HÜRRİYET – MÜSÂVÂT
Kānûn-ı Esâsî’miz’in i’lânı üzerine nâ’il olduğumuz hürriyeti tekayyüd eden şeylerden biri de âdât-ı kavmiyye ve
milliyyemizdir. Âdât, nüfûs-ı zekiyyede müstakar ve tabâyi’-i selîme nezdinde müsellem ü mu’teber olan umûr-ı mütekerrireden ibâretdir.
Her memleketde o memleketin nüfûs-ı zekiyyesinde tekarrür etmiş ve tabâyi’-i selîme nezdinde mazhar-ı kabûl olmuş bir çok âdetler vardır. Bu gibi âdetler her yerde kavânîn ü nizâmât kuvvetlerini hâizdir. Hattâ bugün dünyanın
her tarafında âdetler tahkîm edilmiş yani hâdisât-ı vâkı’anın
ahkâmını isbât için hakem kılınmış ve bütün akvâm-ı mütemeddinenin kavânîn-i mevzû’ası kendi âdât-ı kavmiyye ve
milliyyelerine tevfîkan tertîb ü tanzîm olunmuşdur.
Bizde de (حسن عندالله فهو حسن المؤمنون مارآه (hadîs-i şerîfinden me’hûz olan “âdet muhakkemdir” kā’ide-i külliyyesi nice mesâ’il-i fıkhiyyeye esâs ittihāz edilmişdir ki, bundan nazar-ı şer’de dahi âdet-i makbûlenin ne derece hâiz-i ehemmiyyet olduğu müstebân olmakdadır.
Istılâh-ı şer’imizde “âdet muhakkemdir” demek; “Hakkında nas olmayan [100] vakāyi’in ahkâm-ı şer’îsini isbât
için bi’l-ittifâk örf ü âdete mürâca’at olunmak lâzımdır. Yani
bu gibi mâddelerde örf ü âdet hakem kılınarak muktezâsıyla
amel vâcibdir” demekdir. Hattâ hakkında nas vârid olan
husûslarda nas ile âdet te’âruz etdikde İmâm-ı A’zam ile
İmâm Muhammed’e ve İmâm Yûsuf’dan bir rivâyete göre
i’tibâr nassa ise de İmâm Yûsuf’dan diğer bir rivâyete göre
bu bâbda ber-vech-i âtî tafsîl vardır.
Şöyle ki: Eğer nas örf ü âdete mebnî ise i’tibâr örf ü âdetedir. Ve eğer nas örf ü âdete mebnî değil ise i’itibâr nassadır. Meselâ: Buğday ve arpa ve tuz ve hurmanın ahz ü
i’tâları ölçü ile, altun ve gümüş mu’âmelâtının tartı ile olması hakkında nas yani bir hadîs-i şerîf vârid olmuşdur. Fakat
bu nassın ol vechile şeref-vârid olması Asr-ı Sa’âdet’de nâsın örf ü âdeti öyle olmasına mebnîdir. Halbuki İmâm Yûsuf’dan menkūl olan ikinci rivâyete göre bu gibi örf ü âdete
mebnî olan nassın hükmü örf ü âdetin tebdîli ile tebeddül
edeceğinden burada ve bunun emsâlinde i’tibâr âdetedir.
Bazı muhakkıkīn İmâm Yûsuf’dan menkūl olan işbu
ikinci rivâyeti tercîh etmişlerdir. Elyevm nâsın tuzu, hurmayı
tartıyla, altın gümüşü sayı ile alıp vermeleri İmâm Yûsuf’un
ikinci rivâyetine tevâfuk etmekde ve imâm-ı müşârun-ileyhden menkūl şu ikinci rivâyet dahi âdetin bir kat daha derece-i ehemmiyetini göstermekdedir.
Örf ü âdetin muhakkem olması yalnız mu’âmelâta münhasır değildir. Usûl-i ma’îşet ve tarz-ı hayâtımız dahi örf ü
âdet-i milliyyemize tâbi’dir. Nitekim her memleketde dahi
hüküm böyledir. Binâ’en-aleyh “nâ’il-i hürriyet olduk” diye
94 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 7 - SAYFA 101
hemân her husûsda Avrupalıları taklîde yeltenmek, örf ü âdet-i milliyyemizin hilâfında olarak usûl-i ma’îşetimizi, tarz-ı
hayâtımızı bi’l-külliye tebdîl ü tağyîre kalkışmak muvâfık-ı
hikmet ü maslahat değildir.
Biz Avrupa’nın yalnız ulûm ve sanâyi’ini ahz ü kabûle
mecbûruz. Zîrâ hikmet bizin gâ’ib etdiğimiz mâlımız olmağla
onu bulduğumuz yerde elbette alırız. 1
الْحِكْمَةُ ضَالَّةُ المُؤمِنِ، أَخَذَهَا )
هاَدَجَوُ ثْيَح (Fakat onların bütün âdât u ahlâkını ve usûl-i
ma’îşet ü tarz-ı hayâtını kabûl edemeyiz. Zîrâ sonra mutazarrır oluruz. Bir kavmin ulûm u sanâyi’ini kabûl etmek o
kavmin bütün âdât u ahlâkını ve tarz-ı hayât ve sûret-i
ma’îşetini kabûle tevakkuf etmez. Nitekim Bizim gibi Japonlar dahi bundan otuz sene evvel fünûn u sanâyi’-i hâzıradan
bî-haber idiler. Çünkü gafletde idiler. Birdenbire gözlerini
açdılar, Avrupa ulûm u sanâyi’ini alarak memleketlerinde
tatbika başladılar. Az zaman zarfında Avrupalılara müsâvî
oldular ve hattâ birçok husûsâtda onları geçerek bütün âlem-i medeniyeti kendilerine karşı hayretde bırakdılar. Halbuki Avrupa âdât u ahlâkından hiçbir şey memleketlerine
kabûl etmediler. Tarz-ı hayât ve sûret-i ma’îşetlerini, hattâ
tarz-ı telebbüslerini bile aslâ değişdirmediler.
İşte görülüyor ki, bir memleketin fünûn u sanâyi’ine taklîd o memleketin âdât u ahlâkına ve tarz-ı hayâtına taklîdi
müstelzim olmuyor, hem de olamaz. Çünkü bu ikisi arasında hiçbir münâsebet tasavvur edilemez. Zîrâ her memleketin, her kavmin kendine mahsûs bir tarz-ı hayât ve usûl-i
ma’îşeti ve bir âdet-i makbûlesi vardır. Fakat hiçbir memleketin ve hiçbir kavmin kendine münhasır bir san’ati, bir
fenni ve bir ilmi yokdur. Ulûm u fünûn ve sanâyi’de bütün
insanlar ve bütün kavimler müşterekdir. Demek oluyor ki,
ulûm u sanâyi’ ile tarz-ı hayât, âdât, ahlâk arasında münâsebet aramak abesdir.
Şu hâlde bize de lâzım olan şey Japonlardan ibret alarak Avrupa’nın ulûm u sanâyi’ini bütün kuvvetimizle ve kemâl-i sür’atle ahz ü kabûle ve bunları memleketlerimize harfiyyen tatbîka sa’y ü gayret, bezl-i makderet etmekle beraber onların âdât u ahlâkına, usûl-i ma’îşet ve tarz-ı hayâtına taklîdden ictinâb etmekdir. Çünkü eğer biz şu kemâl-i
za’fımızla beraber bir de kendi âdât-ı milliyyemizi terk ile
Avrupa âdâtı ve tarz-ı hayâtını taklîde kalkışır isek terakkī ve
te’âlî şöyle dursun bilâhare kendi mevcûdiyetimizi esâsından mahvedeceğimiz şübhesizdir. Zîrâ yukarıda zikretdiğimiz vechile her memleketin kendine mahsûs bir takım âdât-ı kavmiyye ve ahlâk-ı milliyyesi ve tarz-ı hayâtı olduğundan bir memlekete, bir kavme mahsûs olan ahlâk u
âdâtı diğer bir memlekete ve tarz-ı hayâtı diğer bir kavme
tatbîk kānûn-ı tabî’ati tağyîr demekdir. Bu ise muhâldir. Bununla beraber haydi Avrupa hayât u âdâtının memleketimizde harfiyyen tatbîkını farzedelim. Fakat bunu yapabilmek bizim Avrupalılar kadar servete mâlikiyetimize mütevakkıfdır. Bizde ise o servetin yüzde biri ve belki de binde
biri mevcûd değildir. Ez-cümle Avrupalıların tarz-ı telebbüslerini ele alalım. Acaba bizim tarz-ı telebbüsümüz Avrupalıların tarz-ı telebbüsü gibi olmak mümkün müdür? Şüb-
1 Tirmizî, Sünen, Kitâbü’l-İlim 19.
he yok ki buna imkân yokdur. Zîrâ bir kere bizim nisvânımızın tarz-ı telebbüsleri Avrupa nisvânının tarz-ı telebbüsleri gibi olamaz. Çünkü kā’ide-i tesettür, nisvânımızın Avrupa nisvânı gibi giyinip kuşanmasına müsâ’ade etmez. Kezâ
bizim ulemâ’ sınıfı Avrupa ulemâ’-i rûhâniyyesinin giydiği
elbiseyi giyemez. Çünkü bu hâl ahkâm-ı dîniyyemizle
tevâfuk edemez. Sunûf-ı sâirede dahi hüküm böyledir. Sonra servet-i milliyyemiz de buna kifâyet etmez. Zîrâ Avrupa
âdâtınca herkesin bulunduğu zamâna, mekâna göre ayrı
ayrı elbisesi vardır. Bu elbiseleri tedârik etmek bizim için
müstehîl olmasa bile bu gibi şeyler hadd-i zâtında isrâf ve
tebzîrden ibâret olup onların insâniyet ve medeniyetle aslâ
münâsebetleri yokdur. Zâten Avrupa hukemâsı dahi kendilerinin böyle bir takım kuyûd-ı muzırra altında bulunmalarını şiddetle redd ü takbîh etmekdedir. Şu hâlde “Biz hür
olduk.” diye bütün kendi âdât-ı milliyye ve tarz-ı hayâtımızı
terk ile Avrupa hayât u âdâtını harfiyyen taklîde yeltenmek
kendimizi “hürriyet” ünvânı altında müdhiş bir takım esâretlere ilkāya ve nihâyet kendi mevcûdiyet-i milliyyemizi imhâya çalışmakdan başka bir şey değildir.
Ma’a-hâzâ şunu da ihtâr edelim ki, her yerde olduğu
gibi bizde de insâniyet [101] ve medeniyet ile hiç de münâsebeti olmayan bir takım âdât-ı kabîha vardır. Bu gibi âdetleri iltizâm ma’nen ve mâddeten birçok mazarratları tevlîd
etmekde olmağla bunları mümkün olduğu kadar terke,
memleketimizden def’e çalışılmalıdır.
Mûsâ Kâzım
AKĪDE-İ EHL-İ SÜNNETİN
MÜCMELEN BEYÂNI
–mâba’d–
Kat kat zulmet içinde boğulmuş mâdde-i siyâhı, suya
karışmış zerrât-ı miyâhı görüp bilmesi kalb ile, ahz ü batşı
câriha ile, halk u îcâdı âlet ile olmadığı gibi görmesi de hadeka vü ecfân ile, işitmesi de sımâh u âzân ile değildir. Zât-ı
Akdes’i zevât-ı mahlûkāta benzemediği gibi sıfât-ı ezeliyyesi
de sıfât-ı muhdesâta benzemez.
Cenâb-ı Hak mütekellimdir, âmir ü nâhîdir, vâ’id ü
müteva’iddir. Lâkin bu tekellümü bir samt-i mütekaddimden veyâhûd bir sükût-i mütevehhimden sonra hâsıl olmuş
değildir. Kelâm-ı celîl-i rabbânî halkın kelâmına benzemez.
İlmi, irâdesi, kudreti, sıfât-ı sâire-i sübhâniyyesi gibi Zât-ı
Ulûhiyyeti’yle kā’im bir sıfat-ı ezeliye-i ilâhiyyedir. Kelâm-ı
Bârî asvât u hurûf nev’inden değildir. Lühât ü lisâna, leb ü
dendâna ihtiyâcdan vârestedir. Enbiyâ-yı ızâm ile (aleyhim
salevâtü’r-rahmân) tekellüm etdi; kelâmını yine kendisi
“Tevrât, Zebûr, İncîl, Kur’ân” gibi isimlerle tesmiye eyledi.
Kur’ân-ı Mübîn’in lisân ile okunması, mushaflara yazılması,
sudûr-ı ümmetde mahfûz kalması zâtu’llâh ile kā’im bir
sıfat-ı nefsiyye olmasına mâni’ değildir. Elsine ile kulûb u
evrâka intikāl etmekle mevsûfundan infikâkini akıl tecvîz etmez. Binâ’en-aleyh Cenâb-ı Hak mücerred zâtıyla değil; hayât, kudret, ilim, irâde, sem’, basar, kelâm sıfât-ı celîlesiyle
beraber hay, kādir, alîm, mürîd, semî’, basîr ve mütekellimdir.
CİLD 1 – ADED 7 - SAFYA 102 SIRÂTIMÜSTAKĪM 95
Bu sıfâtın cümlesi teşbîh ü tekeyyüfden münezzeh olduğu gibi Zât-ı akdes-i feyyâzı da kabûl-i ziyâde ve noksândan
münezzehdir.
Elhâsıl, künh-i Zât’ı hadd-i idrâk ukūlden ba’îd olmağla
beraber her zerre-i mahlûkata kendinden daha karîb olan o
Zât-ı ecell ü a’lâ büyükdür; büyüklüğüne nihâyet yokdur.
Büyüklüğü nasıl havza-i iz’âna sığar o Zât-ı azîmü’l-kudretin
ki, kendinden mâ’adâsı hep cûd ü feyzinin eseridir. Bilcümle kâ’inât-ı ulviyye vü süfliyyede bast u kabz eden hep O’-
nun cûd ü fazlı, kerem ü adlidir. Bu kârgâh-ı âlemi, akılları
durduran bu tarz-ı ahsen ü ekmel üzere ibdâ’ u itkān eden
O’dur. 1
(كان مما ابدع الامكان فى ليس (Mülkünde şerîki yok; tasarrufu bi’l-isitiklâldir. Umûr-ı âlemi beraberce yapar bir
müdürü yok. Ef’âl-i hakîmânesi şâ’ibe-i i’tirâzdan berî bir
zülcelâldir. Bize in’âm ü ihsân ederse mahz-ı fazlıyle eder;
giriftâr-ı mihnet ü husrân ederse mahz-ı adliyle eder. O’nun
adli kullarının adline kıyâs olunmaz. Başkasının mülkünde
tasarruf etdiği yok; daha doğrusu başkasının mülkü yokdur
ki ef’âline zulm ü cevr isnâd edilsin. Tasarruf u tedbîrine
karşı kimsenin zerrece hükmü yokdur ki, infâz-ı ahkâmında
tereddüd ü havfı olsun. Her şey pençe-i kudretinde makhûr,
herkes O’nun irâdesine tâbi’ ve fermân-ı tekvînine inkıyâda
mecbûrdur. Mükellefînin kalbine fücûr u takvâyı ilhâm eden
O’dur. Dünyâda da, ukbâda da istediğinin seyyi’âtını bağışlamakla in’âm eden O’dur. Adli fazlını, fazlı adlini tenkīs etmez. Biri kabza-i lûtf u cemâlinden, diğeri kabza-i kahr u celâlinden çıkmış olmak üzere âlemi ikiye ayırıp kimine Cennet’i makām-ı sermedî, kimine Cehennem’i karârgâh-ı ebedî kıldı. Bu hükm-i kahhârânesi sâdır olduğu zaman hiçbir
kimse çıkıp da i’tirâz etmedi. Kim i’tirâz etsin ki, kendinden
başka mevcûd yok idi. 2
Ne) لمِنَ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ)
varsa hep Esmâ’-i ilâhiyyesi’nin zîr-i tasarrufundadır. İrâde-i
ezeliyye-i hikmet-nişânı bütün âlemin sa’îd olmasına ta’alluk edeydi, herkes mazhar-ı sa’âdet olurdu. Bütün âlemin
şakī olmasına ta’alluk edeydi, sa’âdetden behremend olmuş
kimse bulunmazdı. 3
وعَلىَ اللّهِ قَصْدُ السَّبِيلِ وَمِنْهَا جَآئِرٌ وَلَوْ شَاء )
4) لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ
Lâkin) فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاء لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ)
kiminin sa’îd, kiminin şakī olması muktezâ-yı irâde-i ezeliyyesidir. Hükm ü kazâsı tegayyürden masûndur. 5
هي خَمسٌ )
6) وهيَ خمسون
(مَا يُبَدَّلُ الْقَوْلُ لَدَيَّ وَمَا أَنَا بِظَلَّامٍ لِّلْعَبِيدِ)
Kezâlik Cenâb-ı Hakk’ı, meleklerini ve cemî’-i mahlûkatı
işhâd ederiz ki, Hak te’âlâ’nın bilcümle ibâd-ı sâlihîni içinden nübüvvet ü risâlete ihtiyâr ve ıstıfâ buyurduğu Hazret-i
Fahr-i Kâ’inât ve Efdal-i Mevcûdât, Seyyidü’l-vücûd ve Sürûr-ı Âlem-i Gayb u Şühûd, Rahmeten li’lâlemîn ve Ekmel-i
Enbiyâ vü Mürselîn (Muhammed bin Abdillah bin Abdilmuttalib bin Hâşim bin Abdi Menâf bin Kusay bin Kilâb bin
Mürre bin Ka’b bin Lüey bin Gâlib bin Fihr bin Mâlik bin
1 Tefsîr-i Âlûsî, Âl-i İmrân 3/26. 2 Gafir, 40/16.
3 Nahl, 16/9.
4 En’âm, 6/149.
5 Buhârî, Sahîh, Kitâbü’s-Salât 1. 6 Kaf, 50/29.
en-Nadr bin Kinâne bin Huzeyme bin Müdrike bin İlyâs bin
Mudar bin Nizâr bin Me’ad bin Adnân) sallâllâhu aleyhi ve
selem Efendimiz’e îmân ederiz. O Nebiyy-i Ümmî-i Kureyşî’ye ki, ins ü cin ve Arab u Acem kâffe-i ümeme taraf-ı
Hakk’dan beşîr ü nezîr ve tarîk-ı Hakk’a da’vet için sirâc-i
münîr olmak üzere irsâl buyuruldu. Şerî’at-i garrâsı şerâyi’-i
mütekaddimenin kâffesini nesh u ibtâl etdi. Şerâyi’-i sâlife
ahkâmından yalnız taraf-ı nübüvvetden takrîr u îbkā edilenleri kendi şerî’atimiz olmak üzere mer’iyyü’l-icrâ kaldı. Mâye-i halk-ı cihân u eflâk”*
ve “mübeccel-i hitâb-ı levlâk”**
olan o Habîb-i Hasîb-i Hudâ, Sultân-ı Enbiyâ ve Ser-halka-i
etkıyâ vü asfiyâdır. Nev’-i beşer onun vasf-ı nâsûtiyyetiyle
sınıf-ı imlâke fahr eder. Bu süflî hâkdân cesed-i şerîfine mukārenetle Arş u âsumâna karşı da’vâ-yı fazl u rüchân eyler.
Şehâdet-i tevhîd olan “Lâ ilâhe illâllah” mefhûm-ı celîli şehâdet-i risâleti olan “Muhammedün Resûlullah” mantûk-ı
kudsiyyesine mukārin olmadıkca îmân-ı muvahhidîn makbûl-i bârgâh-ı Rabbu’l-âlemîn olmaz.
Zâtıma mir’ât edindim zâtını
Bile yazdım adım ile adını.
[102] Her kelâmı vahy-i Hudâ, her fi’li rüşd ü hüdâdır.
Zât-ı Kudsî-i Risâlet-penâhîleri’ne taraf-ı Bârî’den her ne
emr olunduysa tamâmen teblîğ buyurdular. Uhde-i nübüvvetlerine tahmîl edilen emânet-i uzmâyı bihakkın edâ etdiler. Dâr-ı ukbâya intikāl buyuruncaya kadar nasîhat ü irşâddan hâlî kalmadılar. Haccetü’l-vedâ’da îrâd buyurdukları
hutbe-i belîğada semâvât ü zemîni haşyetden sarsacak kelimât ile hâzır olan efrâd-ı ümmeti tahvîf ü tahzîr ve şe’âmet-i
ma’sıyetle nevmîd kalanları bile sevindirecek kelimât ile
ehl-i îmânı tebşîr buyurdukdan sonra ümmete dönerek;
“Söyleyin, teblîğ etdim mi?” diye su’âl buyurdular. Bilcümle
huzzâr-ı ümmetden; “Evet, Yâ Resûlallâh, teblîğ etdin.” Cevâbını alınca Bârgâh-ı Kibriyâ’ya tevcîh-i hitâb ederek; “Şâhid ol ya Rab!” nidâsıyla tâkat-fersâ-yı avâlim ü ekvân olan
vazîfe-i celîle-i risâleti bihakkın îfâ etdiğine Cenâb-ı Ahkemü’l-hâkimîn’i işhâd buyurdu.
İşte biz bu teblîgât-ı mukaddeseden bize vâsıl olanlarının
da olmayanlarının da hak olduğuna her türlü şek ve şübheden berî olarak îmân ederiz. Ve bize vâsıl olan teblîgât-ı Nebeviyye’ye kemâl-i i’tikādımızdan dolayı deriz ki; “Ölüm,
tebdîl ü tagayyür kabûl etmez bir ecel-i müsemmâ ile hulûl
eder. Rızk-ı maksûm artmaz, eksilmez. Fâtin-i kabr olan
Münker ve Nekîr’in (نبيك ومن دينك ما ربك من (su’âlleri hakdır.
Azâb-ı kabr ve bu azâbın rûh ile cesede â’id olması hakdır.
Huzûr-ı Bârî’ye arz olunmak hakdır. Nasb-ı mîzân ve tamâm-ı adl-i ilâhînin tahakkuku için bir zerresi ihmâl edilmeksizin bilcümle a’mâlin semâvât ü zemîni ihâta eden mîzân ile vezn olunması ve sahâ’if-i hasenâtın kefe-i nûra, sahâ’if-i seyyi’âtın kefe-i zulmete vaz’ olunarak mîzânın
mahz-ı fazl-ı ilâhî ile ağırlaşması veya mahz-ı adl-i ilâhî ile
kesb-i hıffet etmesi hakdır. Tetâyür-i suhuf-i a’mâl hakdır.
خلقتك من نورى وخلقت الاشياء من نورك *
لولاك لولاك لما خلقت الافلاك **
96 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 7 - SAYFA 103
Cehennem’in ortasında Sırât’ın kurulması ve kâfirlerle münâfıkların ber-muktezâ-yı hükm-i ilâhî geçmeye muvaffak olamayarak Cehennem’e düşmesi ve mü’minînin mahz-ı
lutf-ı ilâhî ile sâbit-kadem-i istikrâr olarak Cennet’e sevk olunması hakdır. Ehl-i îmânın Sırât’ı geçdikden sonra Cennet’e girmeden evvel Havz-ı Mevrûd-ı Muhammedî’den bir
daha susamamak üzere reyyân olmaları hakdır. Cennet
hakdır, Cehennem hakdır. Bir fırkanın Cennet’e, diğer bir
fırkanın Cehennem’e gitmesi hakdır. Yemv-i Kıyâmet’de bir
tâ’ifenin dûçâr-ı hevl ü musîbet olması, diğer bir tâ’ifenin
feza’-ı ekberden havf u endîşe etmemesi hakdır.
Hisâb hakdır. Kiminin nakīr u kıtmîr her türlü a’mâlinden mes’ûl olması, kiminin lûtf u merhamet-i ilâhî ile mazhar-ı müsâmaha olması ve Mukarrabîn’in bilâ-hisâb ve lâazâb dâhil-i Cinân olması hakdır. Hak te’âlânın enbiyâdan
istediğini risâletinden, küffârdan istediğini mürselîni tekzîb
etmekden, ehl-i bid’ati sünnet-i seniyye-i Ahmediyye’den,
ibâd-ı müslimîni a’mâllerinden mes’ûl tutması hakdır. Melâ’ike ile enbiyâ vü mürselînin ve ulemâ-yı âmilîn ile şühedâ
vü sıddîkīn ve sâir mü’minînin nezd-i ilâhîdeki kadr u menziletlerine göre alâ-merâtibihim şefâ’at etmeleri ve şefî’imiz
kalan ehl-i tevhîdin de şefâ’at-i Erhamü’r-Râhimîn ile necât
bulması hakdır. Ehl-i kebâ’irden bir cemâ’atin evvelâ Cehennem’e girip sonra şefâ’atle çıkmaları hakdır. Bilcümle
mü’minînin na’îm-i mukīmde, kâfirlerle münâfıkīnin azâb-ı
elîmde muhalled kalmaları hakdır. Kitâblarla bilcümle enbiyâ ve rusülün taraf-ı Hakk’dan ma’lûmumuz olan ve olmayan kâffe-i ihbârâtı hakdır. –mâba’di var–
Ahmed Naim
FELSEFE-İ HAKKA
Mü’ellifi: Ferid Vecdi
Eğer nefs-i insânîyi im’ân-ı fikr ü nazarla mutâla’a edersek görürüz ki, sanâdîd-i ulemânın künhüne vukūfda acz-i
tâm gösterdikleri garâ’ib-i mecbûlesinden en büyüğü, en
muhteremi kuvve-i fikriyyedir… O kuvve-i fikriyye ki, bizi,
insanları cismimizden başka mâ-melekimiz olmayarak şu gîrû-dâr-ı hayâta düşmüş iken rûh-ârâm, sa’âdet-perver bir
refâh u hadâret içinde vâyedâr-ı terakkī eden ihtirâ’ât u
keşfiyyât-ı medeniyyenin mebde’i, menşe’idir. Kendi nefsimize bakalım: Bunun fütûr ve sükûndan âzâde bir âmil-i
dâimi olduğunu buluruz… Ve bütün insânların bu kuvve-i
dimâgıyyenin te’sîrinden olarak –ef’âl ü a’mâl arasındaki ihtilâfâtın zuhûruyla anladığımız– tabî’at ü meşreblerinde büyük bir tehâlüf, azîm bir tebâyün bulunduğu nazar-ı dikkate
çarpar… Zîrâ insân kendi fikri kendine lâyık olduğuna karâr
vermeden hiçbir tabî’at ve ahlâk ile tehalluk edemez.
Âlem-i insâniyyete bir nazar-ı hakîmâne atfedip de şu
milyonca efrâd arasında ahlâk u tabî’atda müttehid iki vücûd bile bulunmadığı görülürse tahakkuk eder ki: Bu ihtilâf
ve tebâyünün menşe’i olan kuvve-i fikriyye hakīkaten acîbülhilka, mahsûsât-ı nefsiyye cihetiyle vüs’atdâr-ı tenevvü’dür: A’mâl ü âmâli bîhadd ü pâyândır. Sonra bu mahlûk-ı ulvîye bütün iltifâtımızı tevcîh ile im’ân-ı fikr ü nazar
edersek görürüz ki: İnsânın bilmeye, öğrenmeye, ıttılâ’ u
vukūfa bir meyl-i şedîd ve emel-i mahsûsu vardır… O kadar
ki, elinden gelse yerlerin, göklerin bu bîpâyân nâmütenâhî
kâ’inât-ı mu’azzamanın hafâyâ ve guyûbuna muttali’ olmaya âşıkāne bir arzu, bir heves ile çırpınır… Delîli meydânda:
Tahsîl-i ilme sâlik olan, fazîlet-i ma’rifeti anlayan ulemânın
bu husûsda bir had, bir intihâ bulması kābil olmuyor… Belki binlerce sene yaşayıp da ilimde terakkī etmek ve şu mükevvenât-ı meşhûdenin bedâyi’ ü serâ’irine vâkıf olmak istiyorlar.
Bugün büyük bir ekseriyete târî olan hâl-i esef-engîz bu
irfân-ı hakīkīden mahrûmiyet sebebiyledir… O hâl ki, hayât-ı ictimâ’iyyenin binlerce dimâğ, binlerce isti’dâd, binlerce vücûdunu adem-âbâd-ı fenâya sevk edip duruyor… Evet, bunun sebebi fikrin, dimâğın her vakit hayret-engîz hârikalar, hıred-fersâ bedî’alar îcâd eden teceddüdât-ı şu’ûndan bir şey anlamamasıdır… Bundan dolayı zavallı zamanı
pek uzun görür… Okuduğu hurâfeler, masallarla [103] vakit
geçirmek ister… Bu da olmazsa –fenâyı bakāya tercîhan–
bir bezmgâh-ı nûşânûşa atılır… Kadehler dolup dolup boşalır… Sâgarlar deverân etdikçe neşveler artar… Nihâyet bir
hâle gelir ki, nefsine mâlik olamaz… Ne söylediği anlaşılır,
ne söyleneni anlar… Gûyâ bu bir devâ-yı hayât oluyor…
Heyhât!..
Eğer bu zavallılar biraz şahsiyetlerini, insâniyetlerini düşünseler, nefislerini irfân-ı hakīkī ile tenvîr eyleseler dünyâda mevcûdiyetlerini idâme için bütün havâyic-i zarûriyyelerini tedârik eden fikr-i insânîyi bu sûretle mahvetmek ne büyük bir fenâlık ne şenî’ bir hatâ, nasıl nâ-kābil-i afv bir cürm
olduğunu yakīnen bilirler de onu mahv u imâteye değil, devâ’-i hakīkī ile terbiye ve teşfiyeye çalışırlar… Ve mallarını
bu yolda sarf u ihlâk, sıhhatlerini ifnâ, vücûdlarını –istatistiklerde gördüğümüz gibi– her nevi’ avârız u emrâzın mikroplarını ahza müsta’id bir hâle getirmek ve bütün bunları ensâline, evlâdına tevrîs etmek gibi fecî’ bir ibtilâ-yı müdhişden vazgeçerler.
İmdi, vaktinden bir dakīkanın fâ’idesiz, semeresiz, boşuna geçdiğinden dolayı esef-hân-ı ibtikâ olan bir fazîlet-perver ile, birçok sâ’atler fikr ü akıllarını mahv u ifnâ için bütün
canlarını, mallarını sarf u ibzâl edenler beyninde ne büyük
bir fark vardır.
Bu kü’ûl ibtilâsı en başlı ve en mühim hâdisât-ı ictimâ’iyyedendir. Çünkü ictimâ’î bir hâdise ya mâlda, iktisâdda, yâhûd sıhhat ü nâmûsda, yâhûd akl ü idrâkde veyâhûd
insânlar beynindeki münâferetde olur… Halbuki, hâdise-i
kü’ûl bütün bu hâdisâtın mecma’ı, menşe’idir. Bundan başka bu mâdde-i mühlikenin şiddetinden, sûretinden (?) hâsıl
olma bir seyyi’e-i zâ’idesi daha var: Bâdenûş olan bîçâre
birkaç sâ’at kendini, dünyâ ve mâfîhâyı unutur… Âdetâ bir
musâbiyet-i şedîdeye ma’rûz olup da ihsâs ü a’sâbdan
mahrûmiyetle veca’-ı darbı bile duymayan bir uzva benzer… Ne elîm manzara!..
Bâdeye, o mâdde-i semm-âlûda olan muhabbet ü meclûbiyyetin ifrât derecede olması cehâlet-i fâhişeden ileri gelir… Avrupa cerîdelerinden birinde okudum: Kü’ûl âmillerinden, bâyi’lerinden birçoğu bu mâdde-i zehir-nâkden uçan mikropların tesmîmiyle mahvoluyormuş… Bir de bu-
CİLD 1 – ADED 7 - SAFYA 104 SIRÂTIMÜSTAKĪM 97
nun tahammurundan hâsıl olan hâmiz-ı karbonun te’sîr-i
su’ûduyla sekrânda bu mâdde-i habîse üzerine tervîc-ârâ,
tavsiye-kâr bir talâkat-i tavsîf başlar… Artık evlâd ü ehibbâsı, ve kendini binnisbe yüksek bir seviyede görenler için
muktedâ-bih olur… Çünkü insânlar ahvâl-i seyyi’eyi isbât
için kendilerinden –seviye-i idrâkce– yüksek gördüklerinin
ef’âliyle ihticâc etmeye meyilleri pek ziyâdedir!...
Ayyâşların vücûdlarında bu mâdde-i mekrûhenin birçok
mühlik, kātil hastalıklara isti’dâd tevlîd etmesi, ve gerek hilkaten, gerek ahlâken nefislerini, hayâtlarını gâyet bozuk, çürük bir hâle getirmesi ve bunun da bir tevârüs-i mütemâdî
ile batnen ba’de batnin evlâd ü ahfâdına intikāl eylemesi
nokta-i müdhişesini tasavvur ise insânın tüylerini ürpertir!..
Sâhib-i akl ü idrâk olan bir insâna bütün mahlûkāt içinde zâtına hâs bir atıyye-i ilâhiyye olan aklını, o güher-i hayât-kıymeti birkaç sâ’at gaybetmek için böyle fecî’, elîm bir
hâl-i fezâ’at-engîze düşmek revâ mı?...
Aman Yâ Rabbî!.. Ne kadar bu kalb-i kasvet-engîz?!..
Nerde o insâniyet!.. Nerede o mürüvvet ü insâf!.. Yakışır mı
bir insâna ki, kendisi nefsini ihlâk etsin ve bu cinâyetkâr, zâlim fi’l-i şerrine bir takım ma’sûm zavallıları da teşrîk etsin!..
Hayret!!..
Görüyorum, kü’ûl üzerine sözü uzatdım… Nasıl uzatmam, bu bir seyyi’edir ki, nûr-ı irfân ile tenevvüre müsta’id
o ulvî, kıymetdâr birçok dimâğlar bu seyyi’e-i mühlikeden
dolayı hakā’ikden bir şey anlamaz bir hâle geliyor… Âdetâ
mahvoluyorlar…
Müskirât mübtelâlarının bâtıl bir iddi’âları vardır ki, bu
mâdde-i mülevveseden tenezzüh ü ictinâb eden erbâb-ı fazîleti ta’yîb ederler: Gûyâ bunlar hayâtda zevk u sürûrdan
mahrûm bulunurlarmış… Halbuki bu sözleri ile kendileri
mâl-i hülyâ musâbînine benziyorlar… Bir insân-ı âkil bu bâtıl iddi’âlara, bu safsatalara bakınca bu sözleri muhtel bir
akıldan, hasta bir dimâğdan sudûr etdiğini anlar… Eğer o
müdde’îler zevk u lezzet iddi’â etdikleri hâllerine bir nazar-ı
hakîmâne ile iltifât eyleseler o ahvâlin çirkin, mülevves birer
evzâ’-ı cinnetden başka bir şey olmadığını derhâl anlarlar
da o lezzet, sürûr zannetdikleri hâllere akl ü idrâk sâhibi bir
insânın kat’iyyen kā’il ü râzî olmayacağını yakīnen teyakkun ederler.
Bunu anlamak da gâyet kolaydır: Sarhoş esnâ-yı münâdemede tuhafına giderek kahkahadan yere serildiği bir söz
ayıldıkdan sonra kendisinin nazar-ı fikrine vaz’ olunsa ne
kadar basît, ne kadar âdî ve ekseriyâ değil güldürecek, ağlatacak bir kelâm-ı galîz olduğunu görür… –mâba’di var.–
Halil Ni’metullah