25 Ekim 2014 Cumartesi

MU’CİZÂT-I KUR’ÂNİYYE Vaktâ ki muhrib-i bî-emân-ı bilâd ve mu’azzeb-i tahammül-fersâ-yı ibâd olan bâd-ı sarsar-ı istibdâd sâye-i sidresây-ı tevfîk-i ilâhîde inkıtâ’ pezîr olmasıyla nesîm-i cân-fezâ-yı adâlet dest-i fıtratın semîhâne bahş ettiği mehâsin-i fevkalâdesiyle behişt-i âlem-i tabî’at olan memleket-i Osmanî üzerine vezân olmaya başladı, bir taraftan ezhâr-ı safâ nisâr-ı uhuvvet eşkâl-i rengârenk-i dilkeşiyle neşr ü revâc-ı hak ve hakīkat, diğer taraftan efkâr-ı şa’şa’a-dâr-ı müsâvât kuvâ-yı müdrike-i ümmete ifâza-i fevâyih-i hüner ü ma’rifet etmekle hayret-bahş-ı cihâniyân olan şu âheng-i umûmî-i hürriyyet-i zevk-âşinâyân bizim medeniyetden her ferde isti’dâd ve kābiliyeti nisbetinde tevzî’-i hiss ü sa’y ü gayret ve bu mesâ’înin bütün teferru’âtıyla beraber bir noktada, bir merkezde ictimâ’ını ve bu sûretle kuvâ-yı devletin kābil-i inhilâl olmaz bir derecede ittihâdını iktizâ ederek mülk ve milletin yegâne istinâdgâhı olmak üzere fedâkârân-ı ümmetden müteşekkil bir vücûd-ı zî-hayatın husûlüne mesîhâne nefh-i rûh-i himmet ve bu vücûd-ı zî-hayat ile de temâdî-i eyyâm-ı saltanata ve terakkī-i şân-ı celîl-i hilâfete dâsitân-ı elsine-i âlemiyân olan cihângîrân-ı ezmân-ı sâlifeyi vâlih ü hayrân edecek bir mertebe-i hârikada büyük büyük hizmet eyledi. Cem’iyet-i beşeriyye ki şîrâze-i intizâmı idâre-i meşrutiyet ve üssü’l-esâs-ı insicâmı te’âvün ve meşverettir ve o vücûd-ı zî-hayatın maksad-ı ehemm-i hürriyet-perverânesi de mevcûdiyet-i şahsiyyesini mukarrerât-ı müşkil-ber-endâzânesine iktirân eden fi’liyât ile isbât ederek kisve-i mukaddese-i hilâfetle kıblegâh-ı âlem-i İslâmiyyet olan binâ-yı mu’âllâ-yı devleti rükn-i rekîn-i meşrûtiyyete isnâd ve hısn-ı hasîn-i meşveretle masûnü’l-endâs bir şerefe-i cihân-ârâya i’lâ ve is’âd etmekten ibâretdir. Binâ’en-aleyh mesâ’î-i hârika-i mezkûrenin hisse-dârânından bulunan erbâb-ı feyz-i kalem sânihât-ı fikriyyelerinde parlayan bir bârika-i irfân ile maksad-ı mezkûrun nasıl bir fikr-i hürriyyete, nuhbe-i uhuvvete, ümniye-i müsâvâta, ma’mûriyet-i memlekete, husûl-i âsâyiş ve emniyyete, tevzî’-i adâlete müstenid olduğunun delâ’il-i adîde-i kanâ’at-efzâsıyla îzâh ve isbâtı sadedinde subh u mesâ nağme-tırâz-ı menâbir-i i’lân ü tefhîm ve ashâb-ı rüşd ü himemde usûl-i meşrûta-i idârenin muvâfık-ı şer’-i şerîf-i metîn ve muktezâ-yı hükm-i Kur’ân-ı mübîn olduğunu maddî ve ma’nevî, aklî ve şer’î berâhîn-i kātı’a ile te’mîn için taraf taraf pîrâyebahş-ı kürâsî-i teblîğ ü ta’lîm oldular. Nasıl olmasınlar ki idâre-i mezkûre hakāyık-ı umûrun mâ-bihi’z-zuhûru olup tenâsur-i efkârdan ibâret olan ve cânib-i celîl-i ilâhîden 2 (الامر فى وشاورهم (nazm-ı celîliyle fermân buyurulan meşveret üzerine mübtenî olduğundan muvâfık-ı akl u hikmet ve akl u hikmete muvâfık olan her keyfiyet de dâhil-i dâire-i şerî’atdir. Bu abd-i âciz de idâre-i meşrûta ile tev’em olan ve müsâvât-ı hukūk te’mîn olunan şu ni’met-i âmme-i hürriyyetin ve esâsen insanlara mahsûs şu mevhibe-i seniyye-i uhuvvetin kābil olduğu kadar hüsn-i muhâfazasıyla îfâ-yı vecîbe-i şükr ü sipâsı ne yolda mümkün olabileceğinin ve ma’âzal- 2 Âl-i İmrân 3/159. CİLD 1 – ADED 5 - SAYFA 74 SIRÂTIMÜSTAKĪM 69 lahi te’âlâ küfrân-ı ni’metle mahrûmiyet-i ebediyyeye mazhariyet artık bir daha kābil-i inhilâl olmayacak bir ukde-i esâret demek olacağından böyle korkunç bir rü’yâ ile perîşân ve mu’azzeb olmakdan ise ne sûretle tenebbüh ve nasıl esbâb-ı vesâ’ite tevessül ile teyakkuz etmek lâzım geleceğinin tasavvurât-ı amîka-i dehşet-efzâsıyla tazyîk-i fikr ü vicdân eylemekde iken nâgehân gûş-ı cânımda şu nazm-i âtî-i Kur’- ân ihtişâm-ı hakāyık-ittisâmıyla mu’cize-pîrâ-yı tıbyân ve sırr-ı menzil-i maksûd-ı selâmete min külli’l-vücûh rehnümâ-yı rüşd ü îkān oluverdi. Este’îzübillah, 1 i-celîl ı-Nazm. Sadakallâhülazîm ) وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعاً) mezkûr Medîne-i Münevvere ve civârı ahâlîsini teşkîl eden ve zaman-ı câhiliyyetde aralarında muktezâ-yı cehl ü nâdânî tam yüz yirmi sene nâ’ire-i harb u kıtâl devam ederek nihâyet feyz-i ser-şâr-ı İslâmiyet’le intifâ-pezîr-i sulh ü müsâlemet ve gönüllerindeki adâvet ü husûmet de hicret-i seniyye-i Muhammediyye ile mübeddel-i muhabbet ü uhuvvet olan Evc ve Hazrec kabîleteyn-i azîmeteyni hakkında şerefnâzil olmuştur. Me’âl-i münîfi: Ey nûr-ı tevhîd ve iz’ân ile münevverü’lvicdân olan ehl-i [74] îman siz topunuz maddî ve ma’nevî her türlü sa’âdete mûsıl ve kâffe-i kemâlât-ı beşeriyyeyi kâfil olan habl-i metîn-i ilâhîye yani Kur’ân-ı azîmü’ş-şâna i’tisâm ediniz ve ondan ayrılmayınız ve Cenab-ı Mün’im-i Hakīkī’nin üzerinizde bulunan ni’met-i sübhâniyyesini zikr eyleyiniz. Zîrâ siz yekdiğerinize hasm-ı cân iken Cenâb-ı Yezdân kulûbunuzu te’lîf ederek bi-lûtfihî te’âlâ ihvân oldunuz ve nâr-ı cahîmden korkunç bir hufrenin kenârında tehlike-i vukū’a ma’rûz bir hâlde bulunur iken sizi ondan inkāz ve sâha-i selâmete îsâl eyledi. Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîn size böyle belîğ ve metîn âyât-ı samedâniyyesini recâ-yı hidâyet üzerine olmanız için tebyîn eder. Sizden bir cemâ’at olsun ki dâima hayra dâ’î ve akl ü şer’in istihsân ettiği ma’rûf ile âmir ve akl ü şer’in istikbâh eylediği münkerden nâhî olalar bu sıfât-ı kâmile ile muttasıf olan o cemâ’at ancak dâhil-i dâire-i fevz ü felâhdır demektir. İşte Hallâk-ı cihân-âferîn hazretleri bu nazm-ı celîlin mâkabli olan 2 takvâ olan dâreyne ı-necât i-is’bâ evvelâ îmâna i-ehl sindekerîme i-âyet) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ ) ile emr ü fermân buyurduktan sonra, sâniyen nazm-ı celîl-i mezkûru teşkîl eden iki âyet-i celîleden ...واعتصموا âyet-i şerîfesinde bekā-yı millîmizin ve terakkī-i şevket ü şânımızı tamâmıyla ve teferru’atıyla mütekeffil urvetü’l-vüskâ-yı i’tisâm olan Kur’ân-ı azîmü’ş-şânın ahkâm-ı rabbâniyyesine müttehiden ve müttefikan imtisâl ve temessükle ve sâlisen bunca seneler devam ile hezârân insanları hâk ile yeksân ve nice hânümanları bî-nâm ü nişân eden zulmet-i adâvet ve husûmetin bi-ni’metihî te’âlâ mübeddel-i nûr-i muhabbet ve uhuvvet olmak gibi tecellî-âver-i vukū’ olup îfâ-yı vecîbe-i şükr-güzârîsi bir kat daha istilzâm-ı izdiyâd eden ni’am-i sübhâniyyesini tezekkürle irâde-efzâ-yı ihsân oluyor. Mecâmi’-i tâ’ât ve me’âkid-i hayrât olan şu irâdât-ı selâse-i ilâhiyyesini hîre-bahş-ı çeşm-i cihân böyle bir tertîb-i beliğ-i be- 1 Âl-i İmrân, 3/103. 2 Âl-i İmrân, 3/102. dâyi’-efşân ile fermân-fermâ-yı inâyet olmasındaki hikmet ise bilcümle ef’âl-i insâniyyenin yâ rehbetle veyâhûd rağbetle mu’allel olmasıdır. Ötedenberi def’-i mazarrat celb-i menfa’at üzerine maslahaten mukaddem olduğundan Cenâb-ı Hallâk-ı Hakîm rehbeti rağbet üzerine bi’t-takdîm evvelâ azâb ve ikābdan terhîbe işâretle ehl-i îmâna ittikāyı emr ü beyân ve bu ittikāyı da habl-i metîn-i ilâhîsine temessük ü i’tisâm ile emrin sebeb ü hikmeti olmak sûretiyle dermeyân ve sâniyen îrâs-ı rağbet için ni’am-i sâbıka-i rahmâniyyesinin tezekkür olunmasını irâde ve ityân buyurmuşdur. Şu hâlde bâ’is-i intizâm-ı âlem ve sebeb-i sa’âdet-i nev’-i benî âdem mükâfât ve mücâzâtın lâyık olduğu vechile müsâvât üzerine icrâsında olduğu tertîb-i bedî’-i mezkûr ile bi’l-bedâhe tahakkuk eder. Çünkü zümre-i ehl-i îmân Hallâk-ı Cihândan ashâb-ı nâmûs u hamiyyet beynennâs vak’ u haysiyetinde husûl-i noksândan ve bu iki sıfatdan tecerrüdle mütemessil-i sûret-i insan olan şirzime-i edânî de cezâ-yı bî-emândan korkarsa şüphe yokdur ki bu havf ü hirâs sebebiyle cem’iyyet-i medeniyyenin devâm ve te’âlîsi için aranılan bir hüsn-i intizâm ve tâziyâne-i mesâ’î ü gayret olup mîzân-ı adâletin diğer kefesi bulunan mükâfât ile de o intizâm-ı mültezemde câlib-i nazar-ı tahsîn ve takdîr bir kisve-i insicâm uyûn-ârâ-yı husûl olur. Fakat bu rağbet ve rehbet her hâlde mesâ’î-i mütemâdiyye içerisinde bulunan ve binâ-yı mu’allâ-yı medeniyyetin edevât-ı asliyye-i cüz’iyyesini teşkîl eden efrâd-ı nâsin verâ-yı perde-i iştiğâlinde mechûl kalabilmesi fıtraten rehîn-i zarûret olmasına ve mevki’-i icrâya vaz’ olunan bir kānûn ne kadar muhtâcun ileyh olursa olsun vâzı’ının misâl-i muşahhas-ı olmak üzere te’ayyün etmiş ve hâiz-i mevki’-i imtiyâz olmuş olan me’mûrîni taraflarından elsine-i resmiyye ile neşr ü i’lân olunmadıkça icrâ-yı tatbîkātına gidilmesi muvâfık-ı hikmet ü maslahat olamayacağına mebnî Cenâb-ı Hâkim-i mutlak ehl-i îmân ve tevhîdden bir fırkanın da ebnâ-yı cinsini hayra da’vet ve ma’rûf ile emr ve münkerden nehy etmek sûretiyle nâtıka-cünbân-ı terhîb ü terğîb olmasını ve mezkûr 3 fermân sâniyesiyle i-âyet) وَلْتَكُن مِّنكُمْ ...) ve âyât-ı mutekaddimede nüfûs-ı insâniyyenin istikmâl-i fezâ’il ve tehzîb-i ahlâkıyla emr ettiği gibi bu âyet-i kerîmede de ebnâ-yı cinsinin irşâd ve terbiyesi lüzûmunu ityân buyurmuştur. Vâreste-i iştibâhdır ki du’ât-ı hayrât, nühât-ı münkirât olarak aksâ-i kemâl-i felâh olan cemâ’at “eşyâ-yı mezkûrenin hikmet ve şerî’ate suver-i tatbîkiyyesi bilinmedikçe ne da’vet ne de emr ü neyh mümkün olacağından” ancak ilm ü irfân kendileriyle ve kendileri ilm ü irfân ile kā’im olmak sûretiyle şu iki kıyâmdan hâsıl olan şeref-i ilmi hâiz ve hikmet-i şer’iyye ve mev’iza-i hasene ile halkı tarîk-i Hakk’a dâ’î olan ulemâ-yı ümmetdir. Yoksa ( ديكران چون مكن تزوير دام قرأنرا (mısra’-ı bercestesinin mâ-sadakı olup ulûmu metâlib-i dünyeviyye ve menâfi’-i hasîsa-i şahsiyyesine vesîle-i husûl eden ve emr ettiği hayrâtı târik ve nehy eylediği münkirâtı (وغير تقى يأمر الناس بالتقى – طبيب يداوى الناس وهو مريض) olarak il’fâ 3 Âl-i İmrân, 3/104. 70 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 5 - SAYFA 75 beytine akvâliyle ef’âliyle mahall-i tatbîk olan erbâb-ı ma’- lûmât değildir. Gerçi bunlar darîr-i meş’aledâr gibi envâr-ı ilm ve fazîletlerinden başkalarını müstenîr etmek iktidârını ihrâz eylemişlerse de kulûb-i müstefîdîn de tecellî-bahş-ı envâr ve şa’şa’a-pirâ-yı âsâr ve kavl u fi’li ve hâl u kemâliyle muktedâ bih-i ahrâr ü ebrâr olmak şeref-i cihân-kıymeti âyet-i celîle-i mezkûrenin taht-ı livâ-yı mantûkunda bulunan ulemâ-yı âmilînin hasîsa-i şân-ı kudsiyyetidir ve 1 العلماء ورثة ) الانبيا (hadîs-i risâlet-penâhîsi de bu zümre-i mukaddesenin ünvân-ı celâlet-nişânıdır. İmdi içinde bulunmak şerefine ve hissedâr-ı mefâhiri olmak bahtiyarlığına nâ’il olduğumuz ve devâm ü terakkīsini ecell-i âmâl ittihâz eylediğimiz şu muhît-i hürriyyete, şu mıntıka-i selâmet-i millete göre âyât-ı kudsiyye-i mezkûreden istinbât edebildiğim ve vâcibü’l-imtisâl gördüğüm netâ’ice gelince. –mâba’di var– Mahkeme-i İstînâf-ı Hukūk Re’îsi Mâhir [75] AKĪDE-İ EHL-İ SÜNNET’İN MÜCMELEN BEYÂNI İlm-i tevhîdin ta’rîf ve gâyeti ve sûret-i tedvîni bahs-i sâbıkda beyân olundu, şimdi de i’tikādımızın ne olduğunu mücmelen söyleyelim: Kâ’inâtı, Halik-ı kâ’inâtı işhâd ederiz ki ilâh-ı ma’bûdumuz vâhiddir. Sânîsi, sâhibe ve refîki, evlâdı, ekāribi yokdur. Hâlık-ı bî-çûnumuz bir mâlikdir ki şerîki yok. Bir melikdir ki vezîri yok. Bir sâni’dir ki yanında müdîr-i mu’îni yok. Zâtıyla mevcûddur. Kendisini îcâd edecek bir mevcûda ihtiyâcı yok. Belki her mevcûd varlıkda ona müftekırdır. Bütün âlem zât-ı akdesiyle hizâne-i ademden sâha-i vücûda çıkmıştır. Âsâr-ı vücûd-ı akdesi nâ-bînâlara da zâhirdir. İdrâk-ı künh-i zâtı ise ukūlün en âlî tabakātı için bile müte’azzirdir. 2 هُوَ اْلأَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ Cenâb-ı vâcibü’l-vücûd cevher değildir ki ona bir mekân takdîr edilsin. Araz değildir ki bekā-yı zâtîsi müstehîl olsun. Cisim değildir ki eb’âd ile mahdûd veya cihât ile mahdûd olsun. Zaman onu tahdîd edemez. Mekân zâtını muhît olamaz. Zaman ve mekân zât-ı akdesini nasıl ihâta etsin ki zamanı da mekânı da halk eden odur. Onlar daha yok iken o zâtıyla kā’im ve ezel-i âzâlden beri bekā ve istimrârına halel târî olmayan bir hiss-i dâ’im olarak mevcûd idi. Şimdi de böylece mevcûddur. Zât-ı Bârî bir cism-i musavver, bir cevher-i mahdûd-ı mukadder değildir. Kabûl-i mikdâr u inkısâm husûsunda ecsâmın hiç birine benzemez. Ne cevherdir, ne cevâhir ona hulûl eder; ne arazdır, ne a’râza mahall olur. Yerlerde, göklerde, dünyada, âhiretde onun bir misl-i ma’kūlü yok, ukū- 1 Buhârî, Sahîh, Kitâbü’l-İlm 10. 2 Hadîd, 57/3. lün ona rehyâb-ı idrâk olacağı yok. 3 لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ ) (البَصِيرُ Zât-ı akdesi mikdâra sığmaz. Aktâr ve cihât-ı arz ve semâvât onu ihâta etmez. Arş-ı berîn üzere buyurduğu vech ile, kasd ettiği ma’nâ ile müstevîdir. Bir istivâ ki temâs ve istikrârdan, temekkün ve hulûlden, tahavvül ve intikālden münezzehdir. İstivâyı bu ma’nâ ile nasıl tasavvur edelim ki arş da, hamele-i arş da hep O’nun mahmûl-ı lûtf-i kudreti, makhûr-ı kabza-i kuvvetidir. Zât-ı pâki, hâkdânın da, arş u âsümânın da fevkındedir. Lâkin bu fevkıyetle arş ve semâya daha yakın değil, bu hâkdân-ı bî-bekāya daha uzak değil. Her mevcûda nisbet-i kurbiyyeti değişmez. İnsana evride ve şerâyîninden daha yakındır. Zât-ı akdes-i sübhânîsi ecsâmın zâtına benzemediği gibi kurb ve bu’du da ecsâmın yekdiğerine kurb ü bu’duna benzemez. Zâtı gibi, sıfâtından dolayı da hâliku’l-kâ’inât ile mahlûkāt beyninde mübâyenet vardır. Cenâb-ı Hak teğayyür ve intikālden münezzehdir. O’na havâdis hulûl etmez, avârızın hiç biri ârız olmaz. Mine’l-ezel ile’l-ebed kâffe-i nu’ût ve celâlinde zevâl ve izmihlâlden berî, bil-cümle sıfât-ı kemâlinde ziyâde-i istikmâlden müstağnîdir. Zât-ı ecell ü a’lâsı irşâd-ı ukūl ile ma’lûm ve ebsâr-ı ehl-i kulûba mer’îdir. Rabb-i ma’bûdumuz bir Hayy-i Kādir, bir Cebbâr-ı Kāhir’dir ki O’na acz ü kusûr, nevm ü fütûr târî olmaz. Mahlûkātını hıfz etmek, silsile-i hâdisâtı takdîr-i ezelîsi vefkınce yürütmek O’na girân gelmez. Bir Kayyûm’dur ki akıllar sâha-i künh ü zâtına yanaşamaz. Sâhib-i mülk ve melekût, mâlik-i izz ü ceberût O’dur. Saltanat u kahr, âlem-i halk u emr onundur. Semâvât ve zemîn yemîn-i kudretinde bilcümle halâ’ik kabza-i kuvvetinde makhûrdur. Arş-ı berîni yarattı. Zât-ı Rahmânîsine hadd-i istivâ oldu. Kürsîyi yarattı. Arz ve semâdan daha vesî’u’l-enhâ oldu. Levh ile kalem-i a’lâyı îcâd etti. Yevm-i haşre kadar mahlûkātında ne olacaksa kâffesini ilm-i sâbık-ı ezelîsine, irâde-i fa’âle-i sübhâniyyesine muvâfık olarak terkîm ve tesbît eyledi. Bütün âlemi serâser nümûnesiz ibdâ’ eden O’dur. Halkı da, a’mâl-i halkı da yaradan, rızıklarını, ecellerini takdîr eden O’dur. Hiç bir makdûr kabza-i kudretinden kurtulamaz. Hiç bir iş ta’rîf-i meşiyyetinden hâlî kalamaz. Makdûrât-ı sübhâniyyesi dâire-i ahsâdan âlî, ma’lûmât-ı ilâhiyyesi kabûl-i tenâhîden müte’âlîdir. Bütün âlemi yarattı. Lâkin halkına sâ’ik bir ihtiyâc-ı mukaddem, yâhûd yaradılmasını iktizâ edecek bir îcâb-ı mübrem üzerine değil. Âlemi nizâm ve intizâm ile yaratmaya ilm-i sâbık-ı ezelîsi te’alluk etti. Bütün mevcûdât ihtiyâr-ı gayr-i mahdûduyla zuhûra geldi. Binâ’en-aleyh hâdisât-ı kevniyyenin başka sûretle cereyânına imkân yokdur. Cenâb-ı Hak cemî’-i ma’lûmâtı bilir. Her şeyi ilmiyle ihâta eder. Zîrâ serâdan arş-ı a’lâya kadar cârî olan şu’ûnun hiç biri O’na hafî değildir. Arz ve semâda hiç bir zerre ilminden hâric kalamaz. Her şeyin adedini, nâ-mütenâhî de olsa, ihsâ eder. Kulûb ve zamâ’irdeki esrâr ve havâtıra muttali’dir. En küçük hevâmın şeb-i müzlimdeki âmed ü şüdünden, cevv-i havâdaki zerrâtın harekâtından habîrdir. Hâsılı âşikâr ü pinhân ilm-i 3 Şûrâ, 42/11. CİLD 1 – ADED 5 - SAYFA 76 SIRÂTIMÜSTAKĪM 71 ilâhîde yeksândır. Nasıl olmasın ki hepsini yaradan odur. 1 (الايعلم من خلق ...) Eşyâyı vücûdlarından evvel bilirdi. Onları sonra ilm-i ilâhîsi üzere îcâd etti. Îcâd-ı mevcûdât ile ilmi teğayyür ve tebeddül etmedi. İlm-i sübhânîsi hep o ilm-i ezelîdir. Teceddüd-i eşyâ ve şu’ûn, külliyâtı ve cüz’iyâtı ezelden beri muhît olan ilmini tahdîd etmez. 2 ( ِ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَة...◌) Kâ’inâtın hudûsünü irâde ve ba’de’l-îcâd hâdisât ve şu’ûnu tedbîr ve idâre eden zât-ı pâk-i ehâdiyyetidir. Âlem-i mülk ü melekûtda kalîl ü kesîr, sagîr u kebîr, hayr u şer, nef’ ü zarar, tâ’at u isyân, küfr ü îmân, ribh ü hüsrân, ziyâde ve noksan, arz u semâ, zulmet ü ziyâ, harâret ve burûdet, sa’âdet ü şekāvet, sıhhat u maraz, cevher ü araz .... hiç birşey yokdur ki O’nun kazâ ve kaderiyle, hikmet ve meşiyyetiyle husûl bulmasın. Vücûd-ı mevcûdât, husûl-i şu’ûnât O’nun irâde-i ezeliyyesine nasıl tâbi’ olmasın ki onları sâha-i vücûda getiren O’dur. Fâ’il-i muhtâr olan zât istemediği bir şeyi nasıl îcâd eder? İstediği olur. İstemediği olmaz. En gayr-i [76] mahsûs nazarlar, en serî’ü’t-tahavvül hâtıralar dâire-i meşiyyetinden hârice çıkamaz. Vasf-ı Yezdânîsi mübdi’ ve mu’îddir. Tuğrâ-yı mübîn-i îcâd ü ibdâ’ı “fa’âlün limâ yürîd”dir. Fermânını reddedecek, hüküm ve kazâ-yı ilâhîsini bozacak yok. 3 ( .. اءَشَت نَمَ كْلُمْال يِتْؤُت ( Tevfîk ve merhameti olmadıkça hiç bir kul için ma’siyetten kaçmak, meşiyyet ve idâresi olmadıkça hiç bir kimse için tâ’âtine yol bulmak mümkün değildir. İrâde ve meşiyyeti olmayınca kâffe-i mahlûkāt bir araya gelip de âlemin bir zerresini yerinden oynatmaya kalkışsalar âciz kalırlar. Kâffe-i mevcûdât ittifâk edip de Cenâb-ı Hâlık-ı mevcûdâtın irâde-i ezeliyyesine muhâlif olarak bir şey istemeye çalışsalar isteyemezler. Hakkında irâde-i külliyye-i ilâhiyye te’alluk etmeyen istedikleri birşeyi yapmaya uğraşsalar yapamazlar. İrâdetullah zât-ı ecell-i a’lâsıyla kā’im bir sıfât-ı kadîme-i ezeliyyedir. Âlem henüz hafâ-gâh-ı âlemde meknûn iken bu irâde-i külliyye sıfatıyla ezelen mevsûf idi. Mu’ahharan bu hüş-rübâ ve nazar-pîrâ âvâlimi bil-cümle ezmine ve emkinesiyle, ekvân ve elvânıyla beraber mezîd-i ilmi intâc eder bir tefekkür, mezîd-i itkān ve i’tinâyı istilzâm eder bir tedebbür mahsûlü olarak değil, mahzâ ilm-i sâbık-ı ilâhîsi, emr-i ezelî-i sübhânîsi vefkınce izhâr etti. Tedbîrât-ı ilâhiyye hep ezelîdir. Tertîb ve i’mâl-i fikr etmekle, zamân-ı münâsib kollamakla değildir. Bir hâdisin zuhûru diğerini tertîb ve tedbîr için o müdebbir-i azîmü’ş-şânı işğâl edemez kâffe-i zuhûrât-ı kevniyye tertîb-i tegayyür-nâpezîr-i ezelî ile mürettebdir. Bil-cümle eşyâ evkāt-ı mukadderesinde ilmullâhın ezelde ta’yîn ettiği şekil ve sûretde sâha-i vücûda çıkar. Hiç biri vaktinden evvel veya sonra zuhûr etmez. Âlem-i vücûdda kendisinden başka mürîd-i hakīki yoktur. 4 Zîrâ) وَمَا تَشَاؤُونَ...) 1 Mülk, 67/14. 2 En’âm, 6/73. 3 Âl-i İmrân, 3/26 4 İnsan, 76/30. birşeyin vücûd bulacağına ilm-i ilâhîsi te’alluk etmedikçe onu îcâda irâde-i sübhâniyyesi te’alluk etmez. İrâde ve meşiyyet-i ezeliyyesi de te’alluk etmedikçe kudret-i muhtâresi te’alluk etmez. Kudretin irâdeden, irâdenin ilimden tehallüfü nasıl tasavvur edilebilir ki bilmediğini işitmek, işitmediğini yapmak muhtâr-ı alîm için muhâldir. Hele bu üç sıfatın sıfat-ı hayy’dan infikâk edemeyeceğini bunlarla beraber sıfât-ı sâire-i ezeliyyenin de o sıfatla mevsûf bir zât-ı kayyûm ve dâ’im ile kā’im olmak lâzım geleceğini hangi akıl bedâheten ve zarûreten tasdîk etmez. Cenâb-ı Vâcibü’l-vücûd semî’ ve basîrdir. Ulviyâtdan süfliyâta kadar hiç bir hareket ve sükûn yoktur ki görmesin, işitmesin, hiç bir mesmû’ bulunmaz ki hafî olduğu için muhât-ı sem’i, hiç bir mer’î bulunmaz ki küçük olduğu için dâhil-i dâire-i ebsârı olmasın. Bir semî’dir ki uzaklık sem’ine hicâb olmaz. Bir basîrdir ki zulmet rü’yetine mâni’ olmaz. Nefs içindeki kelâm-ı nefsîyi lemsden mütehassıl savt-ı hafîyi işitir. Ahmed Naim MÜSLÜMAN KADINI Üçüncü Fasıl Kadın Bedenen ve Rûhen Erkekle Bir Olabilir mi? Biz Garb’da kadınlar tarafından, artık erkeklerin nüfûzunu külliyen kaldırarak, kendilerine bir istiklâl-i mutlak te’mîn eylemek maksadiyle izhâr edilen; bazı âsâr-ı mü’ellimesini şu kitabımızda göstereceğimiz bütün bu ifrâtın sebeb-i yegânesi olan sa’y ve hareketi bildiğimizden, husûsiyle bu fenâlığın bir takım telkīnât-ı muzırranın eser-i te’sîri olarak sirâyet tarîkiyle şarka da intikāl ettiğini gördüğümüzden, şu fasılda berâhîn ile isbât edeceğiz ki, tahayyül olunan bu istiklâl muhalât-ı tabî’iyyedendir. Bu ümniyenin tahakkuku için uğraşmak, kavânîn-i kevnin lâyetegayyer olan ahkâmını tağyîre çalışmak demektir. Binâ’en-aleyh böyle bir maksad uğrunda bezl olunan mesa’î, müsmir olmak şöyle dursun, her taraftan hırmân ile muhâtdır. Erkeğin kadından pek çok cihetlerde, hem de layıkıyle hissolunur bir derecede farklı olduğunu ilm-i teşrîh isbât ediyor. Ma’a-mâfîh biz kadınlarda gördüğümüz bu za’afı onların muhakkariyetine delîl ittihâz etmiyoruz. Belki 5 رَبُّنَا الَّذِي أَعْطَى ) şâhid bir, misâl bir ilâhiyyesine i-hikmet) كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى olarak telakkī ediyoruz. Zîrâ kadınları cinslerine has bir vazîfe ile mükellef eden fâtır-ı hakîmin onlara bahşeylediği kuvvet, istidât o vazîfenin îcâb ettiği derecededir. Hallâk-ı azîm 6 .diyor” değildir müsrif at’bîta, “da at’tabî yı-Ulemâ. buyuruyor) إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ) Kadın ile erkek arasındaki farklara gelince; ilim, bi’ttecrübe isbât ediyor ki erkeğin tûl-i vasatîsi kadının tûl-ı vasatîsinden 12 cm. ziyâdedir. Hem bu fark mütemeddin insanlarda görüldüğü gibi akvâm-ı vahşiyyede, hattâ çocuklarda bile zâhirdir. 5 Tâhâ, 20/50. 6 Kamer, 54/49. 72 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 5 - SAYFA 77 Sıklet-i bedene gelince: Erkekte vasat olarak 74 kg.dır. Hâlbuki bu sıklet, yine vasatî olarak, kadında 42.5 kg.dır. Cümle-i adaliyyenin tekemmülü kadında erkeklere nisbeten pek dûndur. Doktor Ducarini Muhîtü’l-Ulûm’da cümle-i adaliyye bahsinde şu sözleri söylüyor: “Bu cümle kadınlarda, erkeklerinkinden üçde bir nisbetinde daha az hacimli, daha hafîf, harekâtı daha batî, kuvveti daha azdır.” Kuvve-i hayâtiyyenin merkezi olan kalbe gelince, o da kadınlarda daha küçük ve vasatî olarak erkeklerinkinden 60 gram hafifdir. Cihâz-ı teneffüsî ise, erkeklerde daha kavîdir. İlmen sâbittir ki, bir erkek sâ’atte takrîben 11 gram karbon ihrâk eder; hâlbuki, aynı müddet zarfında bir kadın 6 küsur gramdan ziyâde karbon yakamaz. Bunun için kadının harareti erkekten daha azdır. Havâss-ı hamseye gelince, esâtîze-i fenden Nicolas ve Pilye, isbât [77] ediyorlar ki, bu havâs kadınlarda nisbeten daha za’îfdir. Meselâ bir kadın ıtr-ı limon râyihasını, mikdârı taz’îf edilmedikçe, erkeğin hissedebileceği bir mesâfeden duyamaz. Kezâlik, bi’t-tecrübe anlaşılmışdır ki, bir kadın yirmi binde bir nisbetinde tahfîf edilmiş hamz-ı prosikin râyihasını hissedemediği hâlde erkek, bu cismin yüzbinde bir nisbetinde tahfîf edilmişini bile duyabilir. Zâ’ika ve sâmi’aya gelince, bu hisler de erkekte bi’n-nisbe çok dakīkdir ki, –Muhîtü’l-Ulum’da musarrah olduğu üzere– tu’ûmun temyîzi, esvâtın tedkīk-i âhengi, piyano gibi sazların tedkīk-i nağemâtı için müntehab ehl-i hibrenin kâmilen erkek olması bu iddi’âya bir delîl-i kâfîdir. Hâssa-i lâmisenin de erkeklerde daha dakīk olduğu müşâhede ile sâbittir. Lombroso ve Sîri gibi esâtîze-i fen, kadınların erkeklerden ziyâde âlâma mütehammil olduklarını isbât ediyor ki, bu da onlarda hissin azlığına delâlet eder. Lombroso diyor ki: “Kadınların bu tahammülü, nev’-i insanî için büyük bir sa’âdettir. Zîrâ haml, vaz’-ı haml gibi daha birçok âlâma ve şedâ’ide ma’rûz oldukları için, eğer kadınlar da erkekler kadar hassas olaydılar, mukāvemet edemezlerdi.” Şimdi mesrûdât-ı vâkı’anın mecmû’undan şu anlaşılıyor ki, nisbeten meftûr oldukları za’af ile beraber kadınlar, şedâ’id-i hayâta erkeklerden ziyâde ma’rûz, gûnâ-gûn hastalıklara erkeklerden ziyâde hedeftirler. Binâ’en-aleyh bunların hayâtı sırf beytî ve dâhilî olarak aslâ haricî olmamak iktizâ eder. Meşhur Trosso diyor ki: “Kadınların bi’n-nisbe olan za’- aflarından, cümle-i asabiyyelerinin neşv ü nemâsından dolayı mizâcları, erkeklerinkinden daha ziyâde müteheyyic, fakat terkîb-i bedenîleri daha az mukāvimdir. Bu sebebden haml, vaz’-ı haml, ırzâ’ gibi vezâ’ifin îfâsı onlarda, tehlikesi az yâhûd çok bir takım ahvâl-i maraziyye vukū’una sebeb olur. Şimdi bir mu’teriz çıkıp diyebilir ki: “Senin kadınlarda vücûdunu isbât etmiş olduğun za’af-ı teşrîhi; erkekler tarafından, bîçârelerin hürriyeti üzerine icrâ olunan tazyîkin, dâimî sûrette sıhhatlarını ifsâd edecek işlerde bulunmaları için edilen icbârın netîcesidir.” Cevâben deriz ki: Farz edelim bu iddi’â sahîh olsun. Ya kadınların sesindeki gevrekliğin sebebi nedir? Bununla beraber ilmen sâbittir ki, bilâd-ı hârrede sâkin akvâm-ı vahşiyye, bidâyet-i hilkatten bu âna kadar kadınlarını zirâ’at, hırâset gibi birçok a’mâl-i hâriciyyede kullanmakta oldukları hâlde, bu farklar ayniyle onlarda da görülmektedir. Ducarini, Parislilerde görülen bu farkın, Patagonyalılarda (Amerika kabâ’il-i vahşiyyesinden biri) da ayniyle meşhûd olduğunu söylüyor. Artık bunun üzerine kaziyyenin cedel götürür yeri kalmaz. Erkeğin merkez-i idrâk nokta-i nazarından olan rüchânına gelince, psikoloji denilen ilm-i rûhun şehâdetiyle bu husûsda münâkaşaya bile mahal yoktur. Zîrâ erkekle kadının dimâğı arasında şeklen ve maddeten gâyet büyük bir fark mevcûddur. İlmen sâbittir ki erkeğin dimâğı, vasatî olarak kadının dimâğından 100 gram daha ağırdır. Ma’a-mâfih bir mu’teriz çıkıp da dimâğların sıkletleri arasındaki fark, esâsen bedenlerin sıkletleri arasındaki farktan ileri geliyor, diyemez. Çünkü erkeğin dimâğının kendi bedenine nisbeti kırkta bir iken, bu nisbet kadında kırk dörtte birdir. İki nisbet arasındaki fark ise zâhirdir. Bundan başka kadının dimâğındaki te’ârîc (beyin üzerindeki çıkıntılar) bi’n-nisbe daha az, kezâlik telâfîf (beyin üzerindeki girintiler) daha az muntazamdır ki, bu müşâhede, ulemâ-yı fen nazarında iki cins arasındaki vücûh-ı ihtilâfın en büyüğüdür. Kezâlik dimâğda nokta-i müdrike addolunan cevher-i sincâbî i’tibâriyle de iki cins arasında bir ihtilâf mevcûddur. Bu cevher kadınlarda bi’n-nisbe lâyıkıyla hissolunacak derecede azdır. Lâkin buna mukābil ihtisâs ve teheyyüc merâkizi kadınlarda nisbeten daha mükemmeldir. Ducarini diyor ki; “Şu hâl, iki cins arasında rûhen medâr-ı temâyüz ve ihtilâf olacak şeylere tamamiyle mutâbıktır. Zîrâ erkek zekâ ve idrâk cihetleriyle kadına fâ’ikdir, kadında da infi’âl ve teheyyüc daha ziyâdedir.” Şüphesiz bu ihtilafât-ı dimâğiyye, bize berâhînin en vâzıhiyle göstermektedir ki, merkez-i idrâk erkekte daha mükemmel olduğu için bu cins, idrâkçe, öbüründen daha ileridedir. Ma’a-mâfih “bu hal a’sâr-ı sâlifede kadınların terbiye ve tehzîbden mahrûm olmalarından ileri gelmiştir. Zaman gelecektir ki, kadınların dimâğları büyüyecek, tekemmül edecek, erkeğin dimâğına mu’âdil olacak” tarzında bir i’tirâz vârid olamaz. Zîrâ bu farklar hilkatlerinden beri vahşet aleminde kalmış olan kabâ’ilde de ayniyle görülmektedir ki, bunlarda ne erkek, ne de kadının hiçbirinin te’allüm ve terbiyeden nasîbi yokdur. Eğer erkeğin dimâğının kadınınkinden daha büyük, daha feyizli olmasına sebeb te’allüm ise, bu farklar nasıl oluyor da ayniyle akvâm-ı vahşiyyede de görülüyor? Öyle ya, bu kavimler el-ân, yaradılmış oldukları o basît ve tabî’î olan hâlet-i ibtidâ’iyyede kalmışlardır ki, meziyet-i akliyye i’tibâriyle birinin diğerine zerre kadar rüchânı yokdur! Lâkin içimizde bulunan medeniyet-i maddiyye taraftarları biraz sükûnet-yâb olsunlar! Zîrâ garblılar, kendileri temeddünde ileri gittikçe, erkekle kadın arasındaki fark da o nisbette tezâyüd ettiğini isbât ediyorlar. Muhîtü’l-Ulûm’da şu sözler görülüyor: “Medeniyet arttıkça cinseyn arasındaki ihtilâf-ı tabî’î daha ziyâde kesb-i vuzûh ediyor. Bu gün ırk-ı ebyaza mensûb bir erkek ile kadın arasındaki fark, ırk-ı esvede mensûb iki muhtelif cins arasındaki farkdan çok daha ziyâde olarak tecellî etmektedir.” CİLD 1 – ADED 5 - SAYFA 78 SIRÂTIMÜSTAKĪM 73 Bununla beraber kāri’în-i kirâm, medeniyetin tarz-ı hâzırında erkek ile kadın [78] arasındaki fark-ı tabî’înin artmakta olmasını istiğrâb etmemelidirler. Zîrâ kavânîn-i fıtrat o medeniyet ile mütemeddin memâlikdeki ricâl ve nisvâna lisân-ı hâl ile diyor ki: “Hikmet-i ilâhiyyenin vaz’ eylediği kavânîne karşı tecâvüzden, onun kābil-i tegayyür olmayan ahkâm ve kavâ’idi aleyhine isyândan hazer ediniz. Zîrâ siz kendinizi, nâsı aldatmaya ne kadar çalışmış olsanız, yine o ahkâm için tebeddül mutasavver değildir. Sizden evvelki ümmetlerin kâffesi o kavânîne karşı isyân ettikleri için emvâc-ı izmihlâl içinde kaynadılar gittiler, güvendikleri satvet ve kuvvetin zerre kadar faydasını görmediler.” Vâkı’â bu gibi bir tehdîdde bulunmak için kavânîn-i fıtratın ağzı, dili yokdur, lâkin o, bu sözleri ahvâl ile söyler, hâdisât ile tercüme eder. İşte kadın ile erkek arasındaki fark-ı tabî’înin artmakda olması, kadınların Cenâb-ı Hâlık tarafından kendilerine ta’- yîn olunan dâire dâhilinde olmadıklarına hissî bir delîl değil midir? Öyle ise artık kadınlar, bu uykudan uyansınlar, terakkī-i beşer müştâkānı de uyûn-ı intibâhı açsınlar da kadınları, tecâvüz etmiş oldukları hudûd-ı tabî’iyyeleri dâhiline vesâ’it-i ma’kūle ile ircâ’a çalışsınlar? Nisvân-ı müslimîn de bu mahûf uçuruma yaklaşmaktan sakınsınlar. Zîrâ onlar da, garb’deki kadınlar gibi, mevhûm bir istiklâl talebinde bulunacak olurlarsa, bu arzu erkeklerle kendi beynlerindeki fark-ı tabî’înin artmasına bâdî olur ki sonra hürriyete bedel, ebedî bir mahrûmiyete mahkûm kalırlar. Bir de bilsinler ki, âlem-i medeniyyetteki hemcinslerinde mevzû’-ı bahs olan fark-ı tabî’înin artması onların erkeklerle hayât-ı hâriciyyede müsâbakaya kalkışmalarından başka bir sebebden ileri gelmemiştir. Hâlbuki bu meydân kadınların değil, erkeklerindir. Evet, ma’lûm olan şu fark-ı aslî sâyesinde erkekler, şu’- ûn-ı hâriciyye-i hayâtın kâffesinde ötedenberi kadınları geçmiş ve geçeceklerdir. Yâ bu fark daha ziyâde artsa, o zaman iş nereye varır? Zâten iktisâdiyyûn, erkek ile kadın arasındaki fark-ı tabî’î-yi aslîye ibtinâ’en, evvelkilerin, ikincilere karşı nâ’il oldukları imtiyâzı, kavâ’id-i riyâziye ile hesâb etmişlerdir. İşte Proton, erkeğin mecmû-i kuvâsının, kadının mecmû’-ı kuvâsına nisbeti üçün ikiye nisbetine mu’âdil olduğunu isbât ettikten sonra diyor ki: “Mâdem ki her cem’iyet şu üç unsurun, yani ilmin, amelin, adâletin ittihâdından tekevvün etmiştir, o hâlde erkekle kadının kıymet-i hakīkiyyelerinin birbirine nisbeti (3x3x3)ün (2x2x2)ye, yani 27’nin 8’e nisbeti gibi olur. Hâlbuki bu şürût dâhilinde, kadının kuvâsiyle erkeğin kuvâsı arasında tevâzün husûlü mümkün olamayacağından kadının erkeğe karşı inkıyâdı, kurtulmak kābil olmayan bir emr-i zarûrîdir. Çünkü kadın, nezd-i tabî’atta, huzûr-ı adâlette erkeğin sülüsüne mu’âdil olamadığı için, birçok kimselerin, onun nâmına taleb etmekte oldukları hürriyet, bî-çâreyi – ubûdiyyet ile demezsem herhâlde– haybet ve hırmân ile mahkûm etmek, hem de meşrû’ bir sûrette mahkûm etmekten başka bir şey değildir.” Memleketinin ahvâlini layıkıyle tedkīk etmiş, kuvvetli, za’îf noktalarını iyice anlamış bir feylesof-ı iktisâdîden sâdır olan şu sözleri yabana atmak kat’iyyen câ’iz değildir. Ma’amâfih Proton, diğer taraftan kadınların haklarını ketmetmiyor. Bakınız ne diyor: “Mevhibe-i fıtriyyelerinin sırf ma’nevî olması i’tibâriyle kadınların kıymeti takdîrin fevkindedir. Bu husûsda elbette erkekleri geçerler. Lâkin yine erkeklerin kendilerine sâ’ik olması şartiyle... Öyle ise kadınlar, böyle takdîrin fevkinde olan, fakat hadd-i zâtında bir hassa-i sâbite olmayıp belki bir sıfât, yâhûd bir şekil, yâhûd bir hâletten ibâret olan bu mevhibe-i fıtratı muhâfaza edebilmek için kānûn-ı tahakküm-i zevcîye münkād olmalıdırlar. Zîrâ müsâvât onları, mekrûh, çirkin bir şek!e getirerek râbıta-i zevciyyenin çözülmesini, aradaki muhabbetin mahvını, elhâsıl beşeriyetin helâkini mü’eddî olur.” Evet, kadın erkeğin esîri olmak için yaratılmadığı cihetle, kendi hürriyetinin, fakat hürriyet-i mu’tedilesinin istihsâli uğrunda mücâhedede bulunmalıdır. Lâkin, hangi silah ile? Cenâb-ı Hakk’ın ona tevdî’ eylediği bir silah ile ki, ne öyle harb ve darbde kullandığımız esliha cinsindendir, ne de ona mu’âdil bir silah ile mücehhez olarak karşısına çıkabilmek, kudretimiz dâhilindedir. Fakat kemâl-i esefle görülüyor ki o bîçâre mahlûk bundan gâfildir. Hattâ hâtırına bile getirmiyor. O silah ise nev’ine has olan vazîfenin ehemmiyetini, azametini, kudretin kendisine tevdî’ eylediği bahşâyişin uluvv-i menziletini, lâyıkıyle anlayarak bunlar üzerinde hakkıyle tasarruf etmesinden, bunları hüsn-i idâre eylemesinden başka bir şey değildir. İşte kadın, bu silah sâyesinde, sidre-i ta’zîm ü iclâle geçer. Zîrâ o zaman bütün ezmine-i ihtisâsât-ı beşere mâlik, temâyülât-ı tebâyi’-i âleme hâkim kesilir. Artık, isterse hükümeti mülûk ile idâre eder, isterse tarz-ı cumhûriyyete kalbeyler, daha isterse umûr-i mülkü iştirâkiyyûnun arzûsu vechile gördürür. Bu maksad da kadınlar için, etfâli kendi istedikleri gibi terbiye ederek, onları, yine kendilerinin istedikleri gâyete doğru sevk eylemeleriyle hâsıl oluverir. O zaman hükûmetleri bir mehâbet alır, erîkenişîn-i iclâl olan mülûk bile satvet-i nisvândan haşyet içinde kalır. Ümmehât-ı etfâl-i zamanı kendinden hoşnut edemediği takdîrde, serîr-i şevketi, nazarında mütezelzil görünür. Hattâ o zaman erkeklerin boynuna bir zencîr-i âhenîn takıp, istediği tarafa doğru sürüklemeye; bu sûretle –bir zaman kendisine dil-firîb olan hürriyet-i müfrite efkârını telkīn ederek zavallıyı ölümün yırtıcı dişlerinden kurtulmak, kūt-ı lâ-yemût-ı yevmîsini kurtarmak için erkeklerle, erkek gibi pençeleşmeye mecbûr bıraktıklarından dolayı– onlardan istediği gibi intikām almaya bile muktedir olur. [79] Ancak, Hallâk-ı hakîm, bu emr-i azîmi de, hikmet-i bâliga-i samedâniyyesinin îcâb ettiği tarz-ı bedî’de ikmâl buyurmuş, kadınları –bütün temâyülât-ı âleme rehber olacak, bütün cihân üzerinde icrâ-yı nüfûz ve hâkimiyet edecek derecede ulvî olan bir kudret ve menzilete ehil olmaları için– en rakīk ihtisâsât ile, en şefîk temâyülât ile maktûr etmişdir. Bunun için kadın, hayırdan başka bir şeyle emretmez, merhametten başka bir hisse tâbi’ olmaz. İşte kadının silahı budur. Eğer bunu bilmiş olsaydı dört elle sarılırdı. Elinden almak isteyenlerin sözünü dinlemek şöyle dursun, onları, müstakbelinin hasûdu olmakla, bugünkü esâretini bir 74 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 5 - SAYFA 80 kat daha artırmak, hayatını merâret-âkîn etmek arzusunda bulunmakla ithâm ederdi. Acaba kadın, müstakbelinin şu tarzdaki mâhiyetini anladıktan sonra, yüzündeki örtüyü kaldırmaya râzı olur mu? Aslâ! Zîrâ aşağıda felsefî, içtima’î bir sûrette icrâ edeceğimiz tahlîlâttân anlayacaktır ki, ref’-i hicâb mes’elesi, esâretini bir kat daha artıracaktır. Bu hâl ise kadının, yalnız mu’attâliyyetini mûcib olmakla kalmaz, belki pîşgâh-ı azm ü ikdâmında âmâde duran gâye-i kemâle vusûlüne de mâni’ olur. Ya acaba yine o kadın, umûr ve meşâgil-i hâriciyyede erkekle müsâbakaya meyl eder mi? Aslâ! Zîrâ bu heves onu, arş-ı mülkünden (â’ilesinden) öyle bir sûrette ayırır ki, artık onun için hürriyet ve sa’âdetinin nokta-i ictimâ’ı olan merkez-i müstakbele vusûl ihtimâli külliyen münkatı’ olur. Nitekim bu netîce âtîde tecârüb-i yevmiyyeye istinâden isbât edilecektir. Öyleyse kadın ne yapsın? Evet, nasıl ana olacağını öğrensin? Vâlidelik vezâ’ifini, kavânînini nasıl tetebbu’ etsin? Terbiye-i evlâd mes’elesinin ihtivâ eylediği dekā’iki, gavâmızı nazar-i im’âna alsın? Evet, terbiyedeki o dakā’iki nasıl anlasın ki; cebânı şecî’, bahîli cömert, imparatorîyi cumhûrî, iştirâkîyi mülûkî ediyor. Elsine-i ecnebiyye öğrenmekle izhâr-ı mübâhât etmeyi bıraksın. Bu gibi nümâyişlerle vaktini, nakdini isrâf etmesin. Zîrâ bunların kâffesine karşı göstereceği inhimâk, onu nev’ine has olan ve ser-mecd ü ulviyeti ancak onunla kā’im olan gâye-i kemâlden uzaklaştırır ve yavaş yavaş o noktaya doğru çeker götürür ki, kendisi için varta-i rıkk u esâretdir. Memâlik-i sâiredeki kadınların açık saçık gezmelerine, dolaşmalarına bakıp da aldanmasın. Bunların kadınlar için mev’ûd olan müstakbel-i mes’ûda daha yakın olduklarını zannetmesin. Heyhât bu hâl bî-çareleri öyle bir yola sevkediyor ki, kendileri için kat’iyyen tarîk-i sa’âdet değildir. Zâten o memleketlerin halkı bile kadınlarının bu hâllerinden şikâyete başladılar ki, yukarıda onların e’âzımından naklen biraz îzâhat verdik. İşte tekemmül etmiş kadın böyle olur, onun hürriyet-i hakīkiyyesi, bu hayat cedelgâhındaki silahı da budur. Öyle ise muhadderât-ı İslâmiyye, bu misâli nazar-ı im’âna alsınlar, buna imtisâl etsinler, yavaş yavaş buna benzemeye çalışsınlar da hem kendilerini mes’ûd etsinler, hem de bizim sa’âdetimizi -ki onların sa’âdetine merbûtdur-te’min eylesinler. (والله يهدى من يشاء الى سواء السبيل) Mütercimi: Mehmed Âkif
 MEVÂ’İZ Mukarriri: Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi Hazretleri Muharriri: Sirozlu H. Eşref Edib Ders: 47 24 Temmuz 324 Başka şeylerdir. Uhuvvet-i dîniyye... O büyük şey. Bütün uhuvvetlerin, hattâ uhuvvet-i nesebiyyenin bile fevkindedir. 1 müslümanlar neresindeki bilmem ta dünyanın ve daki’tanHindis, daki’Rusya, deki’İngiltere) إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ ) hep kardeşimizdir. Bizim sa’âdetimiz onların sa’âdeti, onların sa’âdeti bizim sa’âdetimiz. Felâketlerimiz de öyle. Hiç fark yok. Sonra bir de uhuvvet-i vataniyye var. Bir toprakta yaşayanlar, bir devlet zîr-i idâresinde bulunanlar arasında da bir uhuvvet vardır. Müslim, gayr-i müslim cümlesi vatan kardeşi sayılır. Ermeni, Rum, Bulgar, Mûsevî... hepsi bir hükümete tâbi’dir. Ma’delet onu îcâb eder. Biz neden aşağı düşmüşüz? Hep tebe’anın hukūkunu ihlâl etmekten. Yeniçeri devirlerindeki hiddet ve şiddet, mezâlim söylemekle bitmez, yazmakla tükenmez. Cildler dolusu mezâlim icrâ etmişiz. İnsan intikām ister. Fırsat düşürünce ahze kalkışır. Bu da tabî’î değil mi? Fakat ne hakla bu mezâlimi icrâ etmeli. Ale’l-ıtlâk zulm memnû’dur. Bilhassa vatan kardeşine zulm değil, herkesden ziyâde hüsn-i mu’âmele edilmek lâzım gelir. Allah’ın emânetidir onlar bize. Hazret-i Ömer efendimiz âhir ömründe, ma’lûm, rütbe-i şehâdet ihrâz etti. Şehîden vefât etti. Onu şehîd eden bir mecûsî vardır. Velid bin Muğîre’nin bir kölesi vardı. O köle şehîd etti. Sebebi târîhce ma’lûmdur. Hazret-i Ömer’e karşı öyle dedi: – Herkese adâlet ediyorsun, fakat bana etmiyorsun. – Niçin? – Efendim, ben san’atkâr bir köleyim. Değirmencilik eder, efendime bir şey veririm* . Efendime söyle de benim haracımı ta’dîl etsin. Benden aldığı paranın yarısını bana bağışlasın. Benim cizyemi, benden alacağı paranın mikdârını tahfîf etsin. Bunun üzerine Hazret-i Ömer tahkīk etti. Baktı ki yalan söyler. Efendisi az alır. Hâlbuki bu, pek çok kazanır. Onun için köleyi haksız çıkardı. – Çok bir şey vermiyorsun ki dedi. Kazandığın ancak onda biri kadar cüz’î birşey veriyorsun. Neden çok görüyorsun? [80] Bundan dolayı garaz peydâ etti: – Herkese adâlet edersin, bana etmezsin, dedi. Sonra Hazret-i Ömer Efendimiz birgün sabah namazını kılarken, o hâin zehirli bir kılıcla arkasından saldırdı. Hazret-i Ömer Fâruk bir iki gün kadar yaşadı, sonra vefât etti. O esnâda kibâr-ı ümmet huzûr-ı Ömer’e geldiler. Sordular: – Ey Emire’l-mü’minîn! Ey Halîfe-i zîşân!. Artık hayâtdan ümîdini kestin. Her işi şûrâya bıraktın. Ayrıca tavsiyen yok mu? Sahîh-i Buharî’de musarrahdır bu. – Size en birinci tavsiyem, dedi, Allah’ın zimmetine, Resûl’ün zimmetine, yani şerî’atimizin verdiği ahde sığınan gayr-i müslim tebe’ayı hoş tutun. Onlara karşı kalbinizde bir hiyânet, bir garaz beslemeyin. 1 Hucurât, 10/49. * Merkūm mükâteb idi. Kitâbet bir nevi’ akd-i şer’îdir köle ile efendisi arasında olur. CİLD 1 – ADED 5 - SAYFA 80 SIRÂTIMÜSTAKĪM 75 Dikkat ediyor musunuz? Nasıl bir zamanda bu tavsiyeyi ediyor? Kendisini şehîd eden bir gayr-i müslim. Öyle iken onlara adâvet beslemiyor. Hamd ediyordu Allah’a, ki bir müslim üzerinde kanı kalmadı. – En birinci teşekkürüm Allah’a budur. Ya bir serkeşlik ederek bir müslüman kanıma girseydi. O da yanacaktı. Bu ise zâten müslüman değil... Koca Fâruk! Koca timsâl-i adâlet!... Böyle bir zamanda gayza düşecek iken, her türlü intikām fikrini tavsiye edecek iken ilk tavsiyesi bu oldu: – Zimmet ve ahd ile ma’iyyetimizde, idâremizde bulunan tebe’aya mâdem ki emân vermişiz, hukūkumuzla müsâvî tutmuşuz en birinci nazar-ı i’tinâya alacağımız şey onları memnûn etmektir... 1 .buyurulmuşdur hakkında Onlar) لهم مالنا و عليهم ماعلينا) Diğer bir rivâyetde ise 2 (فانه ذمة نبيكم و رزق عيالكم) Bir kere peygamberimizin ahdi var. Resûl-i Ekrem efendimize âhir ömründe tavsiye buyurmuşlardır: – Zulm etmeyin. Adâleti gözetin. Dîn-i İslâm’a düşman olmasınlar. Aslâ haklarına tecâvüz etmeyin. Âsâr-ı husûmet göstermeyin. Onlardan size fayda var. Ne kadar çok olurlarsa o kadar vergi ziyâdeleşir. Ne kadar tebe’a-i gayr-i müslime olursa o nisbette vâridât çoğalır. Mahv ederseniz kendiniz aç kalırsınız.. Nasıl ki öyle oldu. Bu mezâlim çoğaldıkça nüfûs azaldı. Mâliyeye za’f ârız oldu. İşler işlenmez, san’atlar icrâ edilmez, her türlü havâyic-i beşeriyyeye temşiyet kılınmazsa idâre-i umûr muhtell olur, bütün müzâyakaya giriftâr oluruz. Onların haklarına ri’âyet edersen hem Peygamber’imizin emrini îfâ etmiş, hem de istirâhat ve sa’âdetimizi te’mîn etmiş oluruz. Eğer mezâlime kalkışırsak Allah da bereketi kaldırır, ne istirâhat kalır, ne sa’âdet. Onun için Rabbimiz adâleti emr ediyor. Sonra da buyuruyor ki: 3 emri bu) إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ ) ki Allah veriyor, ne güzel va’azdır! Ne güzel nasîhatdir! Anlar mısınız? Evvelâ kendi nefsinize merâm anlatmak, hukūku tanımak sonra haklıyı haksızı göstermek, nâs beyninde münâza’aya meydân vermemek... bu, Allah’ın va’zıdır. Tezkîr eder. Va’az, tezkîr demektir. Düşünseniz kendiniz de bulabilirsiniz. Zâten fıtratta var bunlar. Hayvan değiliz. Akıl niçin verilmiş? Mu’âmelât-ı münsifâneyi bize telkīn edecek. 1 Eşbâhun Nezâ’ir’den alındığı belirtiliyor. SM. Sayı 12, sayfa 192. 2 Buhârî, Sahîh, Kitâbü’l-Cizye 3. 3 Nisâ, 4/58. 4 dâima âlâ’te Allahü tahkīk-t’Ale) إِنَّ اللّهَ كَانَ سَمِيعاً بَصِيراً) semî’ ve basîrdir. Minelezel ilelebed bütün akvâlinizi işitir.. Nasıl hüküm vereceksiniz, adâletle mi, zulumle mi? Verdiğiniz hükümleri işitir. “Basîr” her şeyi görür. Emâneti kim te’- diye eder, kim hiyânet eder? “Basîr” ile buna işâret eder. Bu fi’ildir çünkü. Emâneti görebiliriz. Emânetleri dâima nazargâh-ı ilâhîdir. Hiç bir şey Cenâb-ı Zülcelâl’e hafî kalmıyor. Bütün mesmû’ât, bütün mubassarât ma’lûm-ı ilâhîdir. Şimdi işte Allah emr eder vâlilere. Velev on kişiye hükmü geçsin, her kim olursa olsun umûr-ı ibâdı deruhde eden kimselere mesâlih-i ümmeti îfâya ihrâz-ı velâyet eden kimselere, cümlesine bu hitâb şâmildir. İşte onlara, o vülât-ı emre, kendilerine emânet verilmiş, o emâneti gözetenlere evvelâ insâfı emr ediyor. Ondan sonra bize de itâ’ati fermân buyuruyor: 5 ( يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ ) Vâlilere adâlet, hâkimlere hükm-i ilâhî ne ise onunla îfâ-yı يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا ) :sonra Ondan. eder emr etmeyi hukūk َهّالل واُيعِطَأ (buyurdu. Ey îmân ile muttasıf kullarım. Allah’a itâ’at ediniz ki size emr eder işte: (َولُسَّالر واُيعِطَأَو (Resûl-i zîşâna da itâ’at ediniz. Size ne teblîğ ederse Allah’ın emridir. Onu îfâ ediniz. “Allah’a itâ’at edin” buyuruluyor, ki emirler hep ümmetedir: Kānûn-ı adli te’sîs eden, selâmet yolunu tavsiye buyuran Allah’a itâ’at edin. Fi’ilen bize ders veriyor. Ama nerede Resûl-i Ekrem? Burada değil. Sonra kıyâmete kadar itâ’at lâzım. Öyle değil mi, ümmet bekā bulacak. Onun için ( ْمُنكِمِ رْمَالأ يِلْوُأَو (buyuruluyor. Resûlünüz gittikten sonra onun yerine koyacağınız zât yok mu, yani emir sâhibleri... Bütün selâtîn, hulefâ bunda dâhildir. Hilâfet, saltanat ihrâz edenler, ümmet üzerine hükmü geçen, yani ehl-i İslâm’- dan olup da hilâfet ihrâz edenler... Onlar da bir nevi’ nâ’ib demektir. Tenfîz-i ahkâma me’mûr. Kendi kendine kānûn yapamaz. Allah vaz’ etmiş külliyâtı. Ama cüz’iyât için ehli var, onlar tarafından tanzîm olunur. O nizâma dâir ta’lîmât yok mu? Hep onlar şerî’ati icrâya vesîledir. Adâlet rehberleridir. Yoluyla tatbîk ediyor. Ne yolda icrâ olunacağını gösteriyor. Hükûmet bunu icrâya vâsıtadır. Sultan olsun, halîfe olsun, bunu icrâ edecek. Şerî’atin muhâfazasına nezâret edecek. Her işi ehline tevdî’ edecek. Umûr-ı hükûmette sultânın vazîfe-i esâsiyyesi budur. –mâba’di var–
[81] TEFSÎR-İ ŞERİF “Rabbi’l-âlemîn” Kâffe-i avâlim-i hissiyye ve gaybiyyenin mürebbî-i hakīkisi, müdebbir-i umûru, mâlik-i mutlakı. “Rabb” terbiye ma’nâsına masdardır. Mürebbî ve mâlik ma’nâsına nakl olunarak Cenâb-ı Bârî te’âlâya ıtlâk olunmaktadır. “Terbiye” tedrîc sûretiyle bir şeyi kemâl-i lâyıkına teblîğ ve îsâl etmektir. “Rabb” lâfzı izâfetle takyîd edilmedikçe mahlûka ıtlâk olunmaz. Ama takyîd ile câ’izdir: Rabbü’ddâr, Rabbü’s-silm gibi. Bazı e’imme-i lügat “Rabb” kelimesini sıfât-ı müşebbehe kılmışlardır. Bu sûretde “Rabbe, yerubbu, rabben, fehüve Rabbün” diye tasrîf olunur. Bazen sıfat ile masdar bir vezinde gelirler. Masdarlar bilâ-nakl dahi ittisâfda mübâlağa kasdıyla mevsûfa ıtlâk olunurlar. Meselâ adl ile ittisâfda mübâlağa ifâdesi için âdil olan kimse adl-i mücessem i’tibâr olunarak adl tesmiye olunur. Binâ’en-aleyh Beydâvî merhûm: “Terbiye-i sübhâniyyenin gâye-i kemâle resîde olmasını iş’âr için terbiye ma’nâsına ‘Rabb’ ile tavsîf olunmuşdur” diyor. Su’âl: Eczâ-yı âlemde bazı şeyler görülmektedir ki daha vâsıl-ı rütbe-i kemâl olmadan fenâ bulurlar. Bu takım şeyler hakkında terbiye-i kemâliyye tahakkuk etmediği halde “Rabbi’l-âlemîn” nazm-ı celîlinden müstefâd olduğu vechile bütün avâlim-i kevniyye mazhar-ı terbiye-i ilâhiyye kılınmak nasıl sahîh olur? Cevâb: Terbiye-i ilâhiyye envâ’ u ecnâs-ı avâlim hakkında tahakkuk etmekte, kâ’inâtın her nev’i gâye-i kemâline îsâl olunmakta bulunduğu kābil-i inkâr değildir. Binâ’enaleyh “âlemîn”deki istiğrak ve umûm envâ’ i’tibâriyle ahz olundukda su’âl-i mezkûr aslen teveccüh etmez. Ama her nev’in bütün efrâdına teşmîl olunursa kemâl-i nev’înin merâtib-i mütenevvi’ası olup bazı efrâd, gâye-i kemâle vâsıl olmuyorsa da tekemmülün bazı merâtibini ihrâzdan hâlî kalmaz diye tevcîh olunur. “Âlemîn” “âlem”in cem’idir. “Âlem”, “hâtem” gibi gayr-i kıyâsî olan ism-i âlet sîgalarından olup (به مايعلم (ma’nâsınadır. Örfen Sâni’-i Zülcelâl te’âlâ ve tekaddes hazretlerinin bilinmesine medâr olan bütün a’yân ve a’râz-ı eşyâya, bilcümle mâsivallâha şâmildir. (Ama zât ve sıfât-ı sübhâniyye âlemde dâhil kılınmaz.) Zîrâ bütün kâ’inâtın hâiz olduğu imkân sıfatı iktizâsınca cemî’-i evsâf u ahvâlinde vâcibü’l-vücûda iftikārı olmak zarurîdir. Binâ’en-aleyh âlemin her cüz’ü mü’essir-i hakīkīnin vücûd-ı vahdâniyyetine ve bilcümle kemâlât-ı kudsiyye-i sübhâniyyesine şehâdet etmektedir. “Âlemîn”in bu makāmda cem’ sîgasıyla îrâd buyurulması “âlem” ünvânı tahtında münderic bulunan mahsûs ve ma’kūl bütün ecnâs-ı muhtelifeye şümûlüne tansîs içindir. Çünkü “Rabbi’l-âlem” denilse vehleten meşhûdumuz olan yalnız bu âlem-i mahsûsa sarf olunmak ihtimâli olur. Âlemde dâhil bulunan zevi’l-ukūlün eşrefiyyetine mebnî evsâf-ı sâire-i ukalâ gibi “âlem” dahi cem’-i müzekker-i sâlim sîgası üzerine cemi’lenmişdir. Bazı ulemâ “âlem”i “âlim” gibi telakkî ederek melâ’ike-i kirâm ile sakaleynden “ins ü cin tâ’ifesinden” ibâret zî-ilm olan mahlûkāta tahsîs etmişlerdir. Bu sûretde terbiye-i ilâhiyyenin diğer envâ’-ı âleme şumûlü istitbâ’ tarîkiyle müstefâd olur. Bazı erbâb-ı tefsîr de “âlemîn” ile bilhassa nev’-i insan maksûd olmasına zâhib olmuşlardır. Çünkü kebîr-i efrâd-ı insâniyyenin her biri âlem-i [82] kebîrde kâ’in bilcümle cevâhir ve a’râzın birer numûne ve misâlini hâvî bulunduğu cihetle bir âlem-i sağîr olup im’ân-ı nazarla kendisine bakı- CİLD 1 – ADED 6 - SAYFA 83 SIRÂTIMÜSTAKĪM 77 lacak olsa kemâlât-ı kudsiyye-i sübhâniyyeye şehâdet bâbında kâfî görülür, âfâk ile istidlâle hâcet kalmaz. Âlem-i sagîr ile âlem-i kebîr beyninde mütehakkık olan işbu tesâvî-i delâlete mebnî bir âyet-i kerîmede 1 سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا ) i-mahall, buyurulmuş) فِي اْلآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ âharda dahi bir çok âyât-ı arziyye ve semâviyye ta’dâd ve beyânından sonra bunların kâffesini hilkat-i beşeriyyenin icmâlen muhtevî olmasına irşâd makāmında 2 وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلاَ ) .olmuştur vârid) تُبْصِرُونَ İstinbât “Rabbi’l-âlemîn” nazm-ı kerîmi tertîb-kerde-i Cenâb-ı Perverdegâr olan bütün kâ’inâtın hâl-i hudûslarında muhdes ve hâlıka müftekır bulundukları gibi müddet-i bekālarında dahi mübkīye muhtâc olmalarını iş’âr etmektedir. Zîrâ zikr olunan ma’nâca bir şeyi terbiye etmek onu evvelen halk ve îcâda, sâniyen hadd-i tekemmülü buluncaya kadar vücûdunu idâmeye tevakkuf eder, aslen dâire-i vücûda girmeyen emr-i ma’dûm ile zevâl ve ihtilâlden mahfûz olmayan şeyin kābil-i terbiye olmayacağı âşikârdır. Demek olur ki rubûbiyet vasf-ı celîli hâlikıyyet sıfatını mutazammın olduktan başka bütün avâlimin her ân ve zaman ber-âverde-i tedbîr-i sübhân olmalarını da ihtivâ etmektedir. İşte bu nükteye mebnî “Rabbi’l-âlemîn” ünvân-ı akdesi “Hâlıku’l-âlemîn” gibi kâffe-i şu’ûnât-ı ilâhiyyeyi müfîd olmayan ta’bîrât üzerine fenn-i belâgat erbâbı nazarında tercîh olunur. Takrîr “Rabbi’l-âlemîn” nasb ile de kırâ’et olunmuşdur. Bu kırâ’ete göre harf-i nidâ hazfiyle “Yâ Rabbe’l-âlemîn” yâhûd “nahmedu” mahzûfuna mef’ûl olarak “Rabbe’l-âlemîne hamd ve senâlar ederiz” ma’nâsına haml olunur. Fi’l-i mâzî i’tibâr olunarak “el-âlemîn” mef’ûlü kılınmak da câ’izdir. Bu sûretde “kad” takdîriyle cümle-i hâliyye olur. Manastırlı İsmâil Hakkı SAFAHÂT-I HAYÂTTAN HASIR Geçende, Yayla civârında bir ufak cevelân Bahânesiyle, bizim eski âşinâlardan Bir attarın azıcık gitmek istedim yanına, Ki her zaman beni da’vet ederdi dükkânına. Biraz müsâhabeden sonra söktü müşteriler: – Ver ordan on paralık zencefil, çöroğtu, biber. Geçenki beş para borcumla on beş etmedi mi? – Silik bu yirmilik almam... – Uzatma gör işimi! – Oğul, çabuk... Bana tîrak... Okunmuş olmalı ha! Bizim çocuk, adı batsın, yılancık olmuş... – Ya? 1 Fussilet, 42/53 2 Zâriyât, 51/21. – Zavallının yüzü hütdağı! Gelip bi yol görsen... – Geçer hanım, ona lâkin nefes de ettir sen... – Bi yirmilik paket amma geçenki tozdu bütün... – Ayol, hep içtiğimiz toz... Bozuldu eski tütün! – Efendi amca, sakız ver... Biraz da balmumu kes. – Kızım, parayla olur ha! Peşinci bak herkes. * * * Beşer onar paralar hepsi yaklaşıp deliğe, Süzüldüler oradan bir kilitli çekmeceye. Epeyce fâsıladan sonra geldi başka biri: – Genişçe bir hasırın var mı? Neyse hem değeri. Cenâze sarmak içindir, eziyyet etme sakın! Bizim mahallede çoktan yatan o hasta kadın Bugün, sabahleyin artık cihandan el çekmiş... – Ne çâre! Kısmeti bir böyle günde ölmekmiş. – Yanında kimse de yokmuş... Aman bırak neyse... Ecel gelince ha olmuş, ha olmamış kimse! – Dokuz kuruş şu hasır, siz, sekiz verin haydi... Pazarlık etmeyelim bir kuruş için şimdi! * * * Hasır büküldü, omuzlandı, daldı bir sokağa; Sokuldu kimbilir ordan da hangi bir bucağa. Açıldı bir ölüyü sarmak üzre sînesine; Kapandı defter-i ömr-i beşer misâli yine! Olup beş on kişiye bâr-ı dûş-i istiskāl Mezarlığın yolunu tuttu öyle sâmit ü lâl. Mezarcının o kürek yüzlü dest-i lâkaydı İânesiyle nihâyet mezâra yaslandı. Hücûm-i mihnet-i peyderpeyiyle dünyanın, Hayâtı bir yığın âlâm olan zavallı kadın, Hasîr-pâreye örtündü kabrine indi... Enîn-i rûh-i melûlü müebbeden dindi! * * * [83] Bütün bu hâtıralar bende girye-hîz-i melâl Olunca durmadım artık, kıyâm edip derhâl; –Yüzümde âleme nefrin, içimde şevk-i memât; Gözümde içyüzü dehrin: Yığın yığın zulümât!– Oturduğum o mukassî mahalden ayrıldım. Bu perde indi mi? Heyhât! Atmadım bir adım, Ki rûhu eylemesin böyle bin fecîa harâb! Hayât nâmına, yâ Rab, nedir bu devr-i azâb? Mehmed Âkif KÖPRÜLÜ Burclar eyler tezelzül, çarpışır ecrâm-ı nûr, Zâr bir pîr-i mehîb eyler ufuklardan zuhûr Bir sehâbı andırır sırtında hâk olmuş kefen, Rûy-i zerdinde kemikler târumâr olmuş iken, Rûzgârın dest-i lâkaydiyle toplanmış durur, Gözlerinden zulmet-i ukbâ –sanırsın- berk urur. Cism-i hâk-âlûdunun olmuş mekābir peyrevi Çehre-i pîrânesinde bir sükût-i uhrevî Andırır feryâdını tıfl-ı felâket-tev’emin Âsuman-pervâz olan enzârı –gûyâ- âlemin Ra’d u tûfânında seyr etmekte germ ü serdini Toprak olmuş lihye-i beyzâsı, cism-i zerdini 78 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 6 - SAYFA 84 Mâr-hey’et üstühânlar hep derâgûş eylemiş, Dîv-heybet hâk-i makber hûnunu nûş eylemiş! Cephesi çökmüş, yıkılmış üstühân-ı çehresi, Ufk-ı berk-âlûde dönmüş sîne-i sad pâresi * * * Mâhı zulmet-zâr eder de dîde-i dehhâşıma Her gece ey pîr-i peygamber-mehâbet karşıma Her gece bir böyle hey’etle çıkar tayfın senin, Âsumân oldukça târîki nümâ-yı medfenin, Şeb libâs-ı mâtemîsiyle çıkıp manzûr iken, Servler bir leyl-i dîger, leyl-i durâ-dûr iken, Berkler târâc ederken zulmet-i efkârımı, Leyl pâmâl eyliyorken kalb-i sûzişkârımı Çeşm-i cânım seyr eder tayf-ı kefen-ber-dûşunu, Söyleşir dağlar senin feryâd-ı cûşâ-cûşunu, Sen, elinde bir livâ-yı mâtemî tutmuş da hep Râyetinde bir hilâl-i münhasif gûya ki şeb! Eylemişsin öyle zulmetlerle tertîb-i sufûf, Leşkerindeyse şu’â-i mihr-i gâribdir süyûf Deşt-zâr-ı rezm olan şu milletin âtîsine Zül sayarsın kalmayı bîgâne ulvî nefsine Yıldırımlarken o rezmin nîze-i hûn-rîzini Andıran şey, bî-muhâbâ saldırıp şeb-dîzini Tayy-ı râh eyler gidersin âlem-i müstakbele .... Hâli pâmâl etmemek’çün mâtem-i müstakbele! Âkıbet pâmâl olunca azm-i fevka’l-gâyetin Mülk-i âtîden çıkan feryâd-ı mağlûbiyyetin Hâle geldikde, ne bulsun? Nağmeler.. âhengler.. Bir takım efsâneler... vicdân-ı rengâ renkler Bir takım kâşâne-i gülgûn ü zerrîn bâmlar.. Bir takım gerdûneler.. şebdîz-i kûh-endâmlar.. Pâsbânı zulm olan gencîne-i lebrîzler... Leyl-i gayyâ çehreler.. mişkât-ı berk-âmîzler.. Şîr-i der-zencîr-i töhmetler! Bütün bî-çâreler.. Gürbeler.. Nesnâslar.. hep kelb-i âdem-çehreler.. Bü’l-mesâ’ib kimsesiz nevzâd-ı mâtem-dîdeler.. Bir takım ahfâdsız ümmü’l-mekābir ceddeler... Dest-i seyf-âlûdlar.. bâzû-yı âhen-bendler.. Hacle-i mâtem-nümâlar.. kabr-i hândâ-handler.. Kisve-i mâtemle istikbâl olunmuş ıydler.. Na’şlarla kabre girmiş bir takım ümmîdler.. Gayz-fermâ bir takım insân-ı ejder-rûhlar.. Giryeler.. bûs-i zemînler.. secde-i mekrûhlar.. Cây-ı bûseş bir takım dâmân-ı zer-endûdlar Çâk çâk olmuş girîbân-ı ecel-âlûdlar.. Bir elin âtî-nümâ –Sen!- bir elinde râyetin, Yükselip bâlâsına ser-şâhik-ı ulviyyetin, Hep nazar-endâz-ı nefretsin bu levh-i esfele: Hâli mir’ât-ı siyâh olmuş görüp müstakbele, Tayf-ı zulmet-hey’etin bî-fark iken eşbâhdan, Savtın eyler de teşekkül nâle-i ervâhdan, Hâke aks eyler feminden bir hitâb-ı hâtifî.. La’net-i Mevlâ’ya benzer bir itâb-ı hâtifî! Midhat Cemâl