25 Eylül 2016 Pazar


Peygamber Sevdalıları Salatullah Selamullah



Sıkıntılı ve ızdıraplı günlerden birinde,Hazreti Câbir’in evinde bir miktar arpa ile bir oğlak vardı.Hanımıyla konuşarak onları Resûl aleyhisselâm ve beraberindeki birkaç Eshâba ikram etmeye karar verdiler.Zaten fazla kimseye yetecek kadar değildi.Câbir(ra),Resûl aleyhisselâma gelerek,“Biraz, yemeğim var,siz ve bir kaç kişi buyurun” dedi.Resûl aleyhisselâm,“Peki, hanımına söyle,ben gelinceye kadar yemeği ocaktan indirmesin,arpa ekmeğini de tandırdan çıkarmasın” buyurdu.Hazreti Câbir hendek mahallinden ayrılıp evine döndü.Biraz sonra Peygamberimiz(sav),bütün hendek ahalisini Câbir’in (ra) dâvetine çağırmışlardı.Yüzlerce sahâbî bu davete icabet ederek O’nun evine geldiler.Câbir(ra) gelenleri görüp,bir yemeğe,bir gelenlere bakarak,mahcubiyetinden ne yapacağını şaşırmıştı.Sonra Resûlullah geldi ve yemeği ortaya koymalarını emretti.Yemeği dağıtmaya başladılar.Gelenlerin hepsi yediği halde yemek yine bitmemişti.



Ey mü’minler yoksa siz, sizden evvel geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelep çattı ve öyle sarsıldılar ki hatta peygamberleri, beraberindeki iman edenlerle birlikte: “Ne zaman Allah’ın yardımı?!” der oldular. Biliniz ki Allah’ın yardımı yakındır muhakkak.”

* * *

Gözlerine dünya hayatı süslü gösterilenler Abdullah bin Mes’ud, Ammar bin Yâsir, Süheyb bin Sinan, Hubeb bin Adiyy, Bilal bin Rebah el-Habeşi gibi mü’minleri alaya almaya başladılar. Bunları “beyinsiz” addederek istihkar ederler ve: “Şu zavallılar dünya lezzetlerini terk ettiler, türlü ibadetlerle de kendilerine eziyet veriyorlar, rahatlarından oluyorlar.” derlerdi.

Habbab İbni Eret -radıyallahu anh- söylüyor: Bir gün Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e, müşriklerin elinden çektiğimiz sıkıntılardan ve işkencelerden şikayet ettik. Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular.

“Sizden evvelki ümmetlerden öyleleri vardır ki, azap ve işkencenin sayısız şeklini gördükleri halde bu onları dinlerinden döndüremiyordu. Hatta insanı alıp başından aşağıya testere ile keserek işkence ile öldürüyorlar, diğer birini demirden taraklarla tarıyorlar, iliklerine varıncaya kadar sızlatıyolardı da, bu onu dininden vazgeçiremiyordu. Allah’a yemin ederek söylüyorum ki, Allah bu işi tamamlayacak, sizden herhangi biriniz San’â’dan Hadramut’a kadar Allah’tan gayri kimseden korkmayarak, sürü sahibi kurttan endişe etmeyerek gönül rahatlığıyla sefer edebilecek. Fakat siz ecele ediyorsunuz.”

İşte her ümmet başlarına gelen sıkıntılardan, işkencelerden daraldılar, bunaldılar. “Daha ne zaman Allah’ın nusratı?” dediler. Bu hal Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e Mekke Fethi’nden evvel geldi. Ahzab Günü’nde (Hendek Harbi’nde) de aynı şekilde bunaldılar.

Allah Teâlâ bir fırtına ve görünmeyen ordular gönderdi ve küffarı hezimete uğrattı.

Hendek Günü’nde müslümanların çektiği sıkıntıyı bizzat Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-‘de çekti. Şiddetli sıkıntı, şiddetli soğuk, ezânın ve cefânın envâı netice de “yürekleri ağızlara geldi.”

Eğer bugünün insanları o gün ki müslümanların ma’ruz kaldığı yahudilerden gördükleri düşmanlığı, münafıkların türlü ihânetlerini, müslümanların bunları bertaraf etmek için dört yana davrandıklarını. Medîne’ye hicret ettikleri ilk günleri, Bedir’e hazırlık zamanlarını ve Uhud’u bir görselerdi onlara kâfi ders olurdu.
Türkler, asla yere tükürmezler.
Marsigli
Türklerin,biz kadınlara muameleleri,
bütün milletlere örnek olmalıdır.
Sokaklarda kadın,en küçük
saygısızlık görmez.
Lady Craven
Sokak satıcısı olsun,vezir olsun Türk;
ağırbaşlı,vakur,adeta muhteşemdir.Terbiyeleri o kadar aynıdır ki,ancak kıyafetinden paşa mı,sokak satıcısı mı olduğu anlaşılır.Bir Avrupalı,geçerken yan gözle bakarlar,asla seyretmezler.Camilerini görmek için Avrupalılar girince,hiç başlarını çevirmezler.
Sokağı,dükkânı lüzumundan fazla
işgal etmek ayıp sayılır.
Edmondo da Amicis

Bir Türk kervansarayına indim.
Üç gün bedava yiyip oturdum.
Hristiyanlar da aynen Türkler
(Müslümanlar) gibi kabul görüyordu.

Villamont
Türk hayır eserlerinin hayvanlara mahsus olanları da vardı.
Her tarafta hayrattan geçilmez.Köpek ve kediler için
vakıf yaptıranlar vardır.

de Thevenot

Osmanlı ülkesinde dilencilik ve dilenci yok gibidir.
de la Montraye
Yoksul çobanlar dağ başlarında yolcuya ikram eder,bir şey almazlar;Osmanlı köyünde yolcuya daha fazla ikram edilir.Şehir ve kasabada ise bu ikram adeta teşkilatlıdır. (Kont Marsigli)
Türkler bol hayır yaparlar.Bir defa dîn farkına bakmazlar.İnsanın geçmişine de bakmazlar.Hayvanlara ve bitkilere mahsus hayrat da yaparlar.Mahallenin zengini,o mahallede ihtiyaç sahiplerinin hepsini himaye eder.
Comte de Bonneval


Türklerin hayrete şayan bir müesseseleri de dev binalar olan hastanelerdir.Bahçeli,havuzlu olan hastanelerde hastaları eğlendirmek için musiki heyetleri bile gelip,gider.
Anquetil Duperon
Hile ve dolandırıcılık Türk tüccarı ve esnafınca meçhuldür.

Emanete hiyanet Türklerce korkunç bir şeydir.
Halk tabakaları çok dürüsttür.Çocuklar da çok dürüsttür.Sokakta bir şey bulan çocuk derhal sahibini
aramaya başlar.
La martine, 1897

Osmanlılar,az yerler,çok yıkanırlar.Sanıyorum bu yüzden az hastalanırlar.Kadınları uzun etekleriyle boylu boslu,adeta muhteşem görünürler. (Le Bruyn, 1732)
En yoksul bir Türk köylüsünün evinin temizliği hayrete şayandır.
Türk hastaneleri,Avrupa hastanelerinden çok daha temizdir. Türkler bu hayatı asırlardan beri yaşıyorlar.
Bizde ise temizlik yarım asır önce başlayabilmiştir. (Dr.A.Brayer, 1836)
Yemekten önce ve sonra mutlaka ellerini ve
ağızlarını yıkarlar. Ricaut
Türkler dünya’nın en temiz insanlarıdır. Belon
Türklerin tuvaletleri çok temizdir. Miranda


Türkler,çok hayırsever bir millettir.
Çeşmesiz sokak yoktur.Hepsi hayrattır.
Köylerde,yol üzerinde,hatta çöllerde
çeşme yaptırmışlardır.

Ermeni rahibi Simeon
Üsküdar’da kedi hastanesi vardır. 
(Von Moltke, 1837)
Kedilerine,hatta sokak kedilerine elleriyle yediren anlı şanlı vezirler görülür. 
Du Loir,1654



Avrupa’da çok yaygın olan intihar,Osmanlı toplumunda meçhul gibidir. Dr.Brayer, 1836
Orta sınıf çok kudretli ve çok ahlâklıdır.Osmanlılar,muhteşem bir toplumdur. lorga, Voyageurs
Osmanlı’da yoksul var idiyse bile,Batı’daki mânâsında değildir. Yoksullar imaretlerde,konaklarda bedava yiyen,sadaka kabul eden takım idi. İstanbullu’nun hayat seviyesi Parisli ve Londralı’nınkinden üstündü. İstanbul’da gerçek mânâda hayat mücadelesine bile lüzum yoktu. Her İstanbullu hayatını kazanacağının emniyeti içindeydi.” (Robert Matran)



Türklerin güzellikleri vardı
biz onlara çirkinliğimizi
vermeyi başardık.

Victor Hugo
Yere tükürmek bir Frenk âdetidir ve Türklerce hayret mevzuudur, zira Türk,mendilini kullanır. (Cevdet)
Cezayir’li Kaptan-ı Derya Gazi Hasan Paşa’nın sarayının muazzam parkı halka açıktır.Halkın bahçesini gezip,çiçeklerini görmesinden haz duyar.
General Miranda




Osmanlı Devleti,modern dünyada ilk kez çok-uluslu bir meclis kurma yolunda ilerlerken,Britanya da bir Hintlinin parlamentoya girebilmesi tasavvur dahi edilemezdi.
(1861)
Türkler’in kendileri mütevazı binalarda otururlar.Görülen muhteşem binaların hepsi hayır olarak yaptırdıklarıdır.
Durdent

Türklerde Saray mensuplarının birbirlerine muameleleri
ve hitap tarzları,yeryüzünde tasavvur edilebilecek
en ince terbiye ve nezaket kaidelerine göre
cerayan eder.

Lord Ricaut

Osmanlı imparatorluğu Avrupa devletlerinden hiçbirine benzemez Oradaki kanunların,bir kişinin keyfi üzerine kitleleri asıp kesmeye elverişli olduğunu düşünmek hatadır.
Voltaire
Bütün tarihçilerimiz,Osmanlı imparatorluğunu istibdada dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır.
Voltaire
Osmanlının sırtına yüklediğimiz iftiralarla koskoca bir kitap olur. Onlar,dünyanın en güzel ve en büyük kesimine hâkimdirler. Küfürler savurmaktansa o yerleri geri almaya çalışmak daha şık olmaz mıydı?
Voltaire









Hiçbir zaman baskıya başvurma,
gaddarlık etme,adaletten şaşma.
Osman Gazi
Bir kimsenin kendini ilme adadığını öğrenirsen,
hürmet ve lütfunu esirgeme.
Osman Gazi
Yanında daima din bilginleri bulundur,
Allahın emrine itaat yegane amacımız olmalı.
Osman Gazi
Amacımız dünya hakimiyetini elde etmek değildir.
Dinimizi yaymaktan başka bir şey düşünmedim.
Osman Gazi


Allah Resûlü (s.a.) buyuruyor:
Kim kendisinin (hakkı) olmayan herhangi şeyi (benimdir diye) iddia ederse bizden, bizim yolumuza gidenlerden değildir. O (şimdiden) ateşten (cehennemden) oturacağı yeri edinedursun.” (İbn-i Mâce)
*
Eğer insanlara (mücerred) davalar ile (her istedikleri şey) verilseydi muhakkak ki, (bazı) kimseler (şu veya bu) zümrenin mallarını ve kanlarını dava ederdi. Lakin beyyine yani iddiayı isbat külfeti, davacıya; yemin de inkâr edene âittir.” (Buhârî)
*
Bütün insanlar tarak dişleri gibi müsâvîdir yani eşittir. Ancak ibâdetle birbirinden üstün olurlar. Kendisine layık gördüğün (meziyet ve) fazîletin benzerini senin için revâ görmeyen hiçbir kimse ile sakın arkadaşlık etme!

Üstünlüğü temin eden ibâdet mefhûmu gerek şahıs, gerek âilevî, gerek ma’şerî ve millî, bütün insan vazî­fe­lerine şâmildir. Çünkü bunların hepsi dînimizde ibâdettir. Bu hadîs-i şerîfte arkadaşlığın karşılıklı hak ve vazifelerine de işâret buyurulmuştur.
*
“Sizden önceki (ümmet)lerin (mahv) helâk edilmesi ancak (şu sebepten idi ki) onlar, içlerinde şeref sâhibi hırsızlık ettiği zaman onu bırakıverirler (aldırış etmezler), aralarında zayıf kimse çalınca hakkında ağır cezâ tatbik ederlerdi. Allâh’a andederim ki, Muhammed’in -sallal­lâhu aheyli ve sellem- kızı (yani benim kızım) Fâtıma hırsızlık etse muhakkak elini keserim.” (Buhârî, Müslim)
*
“Hâkim hükmünü verirken bütün cehd ve gayretini sarf ederek (hakka ve doğruya) isâbet ederse ona iki ecir vardır. Hükmünde yine o sûretle cehd eylemesine rağmen hatâ ederse kendisine bir ecir vardır.” (Buhârî, Müslim)
Ben ancak bir beşerim. Hakîkat bana aralarında dâvâlaşan öyle hasımlar gelir ki onların kimi kiminden daha beliğ ve çenesi daha kuvvetli olur, delillerini güzel, açık ve süslü anlatabilir ve ben de onu doğru söyleyen bir adam sanıp lehine hükmederim. Binâenaleyh ben bir müslümanın hakkını (haksız olan herhangi) bir kimsenin lehinde hükmedersem (biliniz ki) o (hak) bir ateş parçasıdır. Artık onu dileyen sırtına) yüklensin. Yahud onu farkederek (hakka rücû) etsin.
Bu hadîs-i şerîfin sarahatine göre zâhirî delillerle lehine hüküm verilmiş ola kimseler eğer hakîkatte haksız iseler ilâhî ve mânevî mes’uliyetten asla kurtulamazlar. O haksızlığın cezâsını dünyada çekmeseler bile âhirette mutlaka çekerler.
*
Siz (ey millet!) Ne halde bulunursanız, başınıza da öyle idâre eden adamlar geçirilir.” (Deylemî)
Hükûmetler ictimâî bünyelerden doğarlar. Bünye yani millet ne kadar iyi ve sağlam olursa onun hükûmeti de öyle olur. Bünyeyi ihmal edip de her işi hükûmetten beklemek hatâdır. Evvela ferd olarak kendimizi, sonra cemiyetimizi ıslah edelim, o vakit görürüz ki, herşey düzenine girmiştir.
*
Allah (halkın işlerini gören) herhangi bir emîre hayır dilediği zaman ona sâdık (özü, sözü doğru) bir yardımcı verir ki, (âmir bir şey) unutursa o, kendisine hatırlatır, (âmir) hatırlarsa ona yardım eder. (Allah ona hayırdan) başkasını murad buyurduğu vakit de kötü yardımcı verir de (âmiri) unutursa hatırlatmaz, hatırlarsa kendisine yardım etmez.” (Ebû Dâvud)
*
“Hepiniz çobansınız (bekçisiniz, murakıpsınız) hepiniz sürüsünden (idâresini ve bekçiliğini deruhde ettiği ferd ve zümrelerden) sorumlusunuz.” (Buhârî)
Bir kadın:“Ben Kur’an’ı okudum ve bu söylediklerine rastlamadım.” diyerek itiraz etmişti.
İbni Mes’ud(ra) cevap vermişti:
'Sen Kur’an’da(Rasûl size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasak ettiyse ondan da sakının.)
ayetini okumadın mı?'


Evvelen: Arabın fasâhat ü belâğati at, deve, câriye ve harb ve sâire gibi müşâhedâtı vasfa münhasır olup Kur’ân-ı Kerîm ise bu misillü eşyâyı vasf ü beyân etmediğinden fusahâ beyne’l-Arab fesâhat ü belâgatleri meşhûr ve müttefakun-aleyh olan elfâzı Kur’ân’da bulamamışlardır. Sâniyen: Arabların
 احسن الشعرا كذبه
kavl-i meşhûru mantûkunca bir şiirin, bir sözün en güzeli en kâzibi olduğundan kizbi terk ve sıdkı iltizâm eden bir şâ’irin şi’irinde ve bir münşînin kelâmında efsahiyyet ve eblagıyyetin tenezzül edeceği emr-i tabî’îdir. Hattâ Lebîd ibni Rebî’a ile Hassân radıyallâhu anhümânın dâhil-i dâire-i İslâm olduklarından sonra şi’irlerinin tenezzül ve tedennî etmiş olduğu erbâb-ı vukūfa ma’lûmdur. Kur’ân-ı Kerîm ise her âyetinde sıdka kemâl derecede ri’âyet olunmakla beraber fesâhat ve belâgatin mertebe-i kusvâsında olarak nâzil olmuşdur. Sâlisen: Bir şâ’ir ne kadar fasîh, ne kadar belîğ olursa olsun onun bir kasîdesinde ancak bir veyâ iki beyt-i belîğe tesâdüf olunabilir. Çünkü belâğat, “kelimâtının fasîh olmasıyla beraber kelâmın muktezâ-yı hâle mutâbakati” demek olup ahvâl ü makāmât-ı kelâm ise mütefâvit ve mütehâlif olduğundan her kelâmı kendine mahsûs bir makāmda îrâd etmek ve o makāma münâsib olan umûrun cümlesine ri’âyet eylemek kudret-i beşeriyyenin hâricindedir. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’in her kelâm ve cümlesi kendine mahsûs olan hâl ve makāmda sevkolunmuş ve o makāma münâsib olan umûrun kâffesine ri’âyet edilmişdir. Râbi’an: Zühd ve takvâ, mesâ’il-i fıkh ü fetvâ, zemm-i dünyâ ve medh-i ukbâ gibi şeylere dâir teşbîhât-ı belîga ve isti’ârât-ı dakīkayı şâmil bir makāle-i belîga ve bir kasîde-i fasîha yazmak veyâ söylemek hiçbir şâ’ir ve münşîye mümkün değil iken Kur’ân-ı Kerîm’de bu gibi mebâhis-i âliye kemâl-i fesâhat ü belâğat üzere zikr ü ityân olunmuşdur. Hâmisen: Muhakkakdır ki, bazı eşyâyı tasvîrde güzel şi’ir inşâdına muktedir olan bir şâ’ir, başka şeyleri vasf u zikirde o kudret-i şâ’irânesini lâyıkıyla göstermek mümkün değildir. Nitekim İmri’ü’l-Kays’ın şi’iri at ve nisâ gibi şeyleri vasıfda, Nâbiga’nın şi’iri havfda, A’şâ’nın şi’iri de hamriyâtda güzel olup başka şeylerde ise o kadar güzel değildir. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm tergîb, terhîb, va’az, zecr ve sâire gibi pek çok mebâhis ve mesâ’il-i muhtelifeyi câmi’ iken cümlesinde gâyet-i fesâhat ve nihâyet-i belâğat üzere vârid olmuş ve hepsinde hüsn-i zâtîsini bir sûret-i hârikulâdede ızhâr eylemişdir. Sâdisen: Kendisinde ale’t-tevâlî bir mazmûndan diğer mazmûna intikāl edilen veyâ bir takım eşyâ-yı muhtelifenin beyânını müştemil bulunan bir kelâmın eczâsı arasında hüsn-i irtibât olamayacağı ve binâ’en-aleyh kelâm-ı mezkûrun derece-i âliye-i belâğatden sukūt edeceği derkâr olduğu hâlde Kur’ân-ı Kerîm’de bir kıssadan diğer kıssaya, bir mazmûndan bir başka mazmûna mütevâliyen intikāl edilmiş ve emir, nehiy, haber, istihbâr, va’d, va’îd, tevhîd, nübüvvet, ma’âd, tergîb, terhîb gibi nice mezâmîn-i muhtelifenin beyânını mutazammın bulunmuş iken yine hüsn-i irtibâtını kemâl-i fesâhat ve belâğatle muhâfaza eylemişdir. Sâbi’an: 1 i-) وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ الخ..) âyeti celîlesi gibi birçok  âyât-ı beyyinâtın ve bâhusûs “Sad” sûre-i şerîfesinin serâpâ şehâdetleriyle Kur’ân-ı Kerîm ekser mevâzı’ında elfâz-ı kalîle ile me’ânî-i kesîreyi gâyet belîgâne ve fasîhâne olarak ifâde etmişdir ki, bunun da kudret-i beşeriyyeye nisbetle bir emr-i muhâl olduğu erbâb-ı vukūfa nümâyândır.

Resûl-i Ekrem sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri bundan bin üç yüz bu kadar sene evvel ulûm ve maârifden bil-külliye denilecek derecede mahrûm olan ve hattâ “kavm-i ümmî” nâmını almış bulunan bir ahâli içinde zuhûr etmiş ve hiç bir ferd tarafından talîm ve terbiye dahi görmemiş olduğu hâlde
kendisine nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm o zamanlarda dünyada mevcûd olan ulûm-ı mütenevvia ve malûmât-ı beşeriyyenin kâffesini câmi’ olduğu gibi o asırlarda hiç kimsenin hâtır ve hayâline gelmemiş olan nice maârif-i kevniyye ve hakāyik-ı fenniyyeyi dahi hâvî ve bu ise onun münzelün min indillah bir kitab-ı havârık-nisâb olduğuna pek büyük bir burhân-ı kātı’dır.
Mümin,sevilip kendisiyle iyi geçinilir.
İyi geçinmeyen ve kendisiyle geçinilemeyen
kimsede hayır yoktur.

Hz.Muhammed(sav)
Şeytan,birisini kandırmada âciz oldu mu,
şeytan insanlardan yardım ister.

Mevlânâ Hz
Kıyamet günü bir kul Allah’ın huzuruna getirilince sağ eline verilen amel defterinde hacc,umre,zekat ve sadaka gibi bir çok ameller görür ve içinden “ben bunların hiç birini işlemiş değilim, her halde bu benim amel defterim değil” der.
Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah kendisine şöyle buyurur:
- O senin amel defterindir. Sen ömrün boyunca “keşke param olsaydı da hacca gitseydim” “keşke param olsaydı da fakirlere verseydim” diye diye yaşadın. Ben de niyetinde samimi olduğunu bildiğim için yapmayı özlediğin o amellerin tümünün sevabını sana verdim.


Allah Teâlâ buyuruyor:
“Siz zanneder misiniz ki, şâhidsiz dâvânızı yani mü’min olduğunuzu isbât edebilirsiniz Cenâb-ı Hakk şâhid taleb edecektir.” (Ankebût Sûresi / 1-2) buyurulmuştur.
Bir dâvâcı var, bir de dâvâlı. Dâvâcı olanın mahkeme huzûrunda dâvâsını isbât için iki şâhid lâzımdır. Şu halde cümlemiz mü’miniz, îmânımız vardır, diyoruz. Bunun isbâtı lâzımdır. İki şâhid ise amel ve ibâdettir. Amel ve ibâdet olmayınca dâvâ sâbit olmaz.
“Şunlar ki îmân ettiler ve günahlarına tevbe ederek Cenâb-ı Hakk tarafına hicret ve teveccüh ettiler. Nefs ve şeytan ile mücâhede ederek dâire-i isyândan dâire-i itaata hicret ve evâmir-i ilâhiyeyi îfâ ve yasaklardan kaçınmağa dikkat ve nefislerini icbâr ettiler. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına tâlib oldular. Onlar için Allâh’ın rahmeti vardır.” (Bakara Sûresi, 218)
Yalnız bir duâ ile sözde kalmak fayda vermeyip, her halde rahmet-i ilâhiyeye nâil olmak için amel ve ibâdet şarttır. Bu sûretle talibleri Cenâb-ı Hakk mağfiret eder. Cihâd ikidir; biri küffâr ile, diğeri nefs ile harb etmek demektir.
Bir insan bir kula hizmet ediyor, mukâbilinde ücretini, mükâfatını alıyor. Şu halde mahlûkattan mükâfat alınırsa Cenâb-ı Hakk için çalışan acaba mükafatsız mı kalır? Bir kimse bir kuldan müteaddid defalar ihsân görürse ona dâimâ minnettâr kalır. Ve hatırından çıkarmaz. Şu halde Cenâb-ı Hakk’ın binlerce nîmetini gördük, şükr etmek lâzımdır. Tefekkür edilmezse küfrân-ı nîmet edilmiş olur.
“Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız, sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz.” (Nisâ Sûresi, 31)
Bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın korkusuyla büyük günah işlemezse ona çok sevâb yazılır. Niyeti hâlis olmak lâzımdır.
Hakk teâlâ hazretleri:
“Kim (Allâh’a) bir iyilikle, güzellikle gelirse, işte ona on katı var. Kim de bir kötülükle gelirse bu, o miktardan başkasıyla cezâlanmaz.” (Enam Sûresi, 160) buyuruyor.
Zevkleri bıçak gibi kesen ölümü çok hatırlayın.
Hz Muhammed sav
Ben kadınlarla tokalaşmam,bir kadına sözüm
yüz kadına sözüm gibidir.(kadı
nlarla biat)
Hz.Muhammed(sav)
Her gün iki Melek nâzil olur.
Bunların birisi: Yâ Rab! Malını infâk edene bedelini ver! diye duâ eder.
Diğeri de: Yâ Rab! İmsâk edene(vermeyene) (malının) telefini ver, diye bedduâ eyler.
Hz Muhammed sav
buhari 711 


Her müslüman üzerine sadaka vermek vâcibdir, buyurmuştu. Ashâb-ı Kirâm: - Yâ Resûlallâh! Sadaka edecek bir şey bulamayan (ne yapsın?) diye sordular. Resûl-i Ekrem: - Eliyle kazanır. Hem kendi nefsine faydalı olur, hem de tasadduk eder, buyurdu. Ashâb-ı Kirâm: - Ya bir kazanç yolu bulamazsa? diye sordular. Resûl-i Ekrem: - İhtiyac sâhibine, mazlûma yardım eder, buyurdu. Ashâb-ı Kirâm: - Böyle bir yardım yolu da bulamazsa, (gücü yetmezse) dediler: Resûl-i Ekrem: - Hayır işlesin, şerden de nefsini esirgesin. Bu da o kimse için sadakadır, buyurdu.
buhari  713