6 Haziran 2016 Pazartesi

Ahmed Eflaki Ariflerin Menkıbeleri

( 190) Y i n e n a k 1 e d i 1 m i ş t ir k i : Bir gün
Mevlana hazretleri şeyhlerin şeyhi ve zamanın az yetiştirdiği
insanlardan olan muhaddislerin sultanı şeyh Sadreddin'i (Allah
ona rahmet etsin) görmeye gitmişti. Şeyh Sadreddin, Mevlana'yı
tam bir ağırlama ile karşılayıp kendi seccadesi üzerine
oturttu. Kendisi de onun karşısında iki dizi üzerine edeple
oturup mürakabeye daldılar ve nurla dolu olan huzur deryasında
bir zaman yüzüp gezdiler. Meğer, Şeyh Sadreddin'in hizmetinde
bulunan ve birkaç defa Kabe'yi ziyaret eden dünyanın
insanla şenelmiş dörtte birinin şeyhlerinin sohbetine kavuşmuş
olan bir derviş vardı. Ona Haci-i Kaşi derlerdi. Mevlana
hazretlerinden: "Fakirlik nedir?" diye sordu. Mevlana
hiç cevap vermedi. Şeyh Sadreddin çok incindi. Derviş sualini
üç defa tekrar etti. Mevlana yine hiç bir şey söylemedi ve hemen
kalkıp yürüdü. Şeyh Sadreddin onu dış kapıya kadar
uğurlayıp döndü ve son derecede kızarak: "Ey kemale ermemiş
ihtiyar ve ey vakitsiz öten kuş! O sırada sual sorma ve
konuşmanın yeri miydi ki, terbiyesizlik ettin. Mevlana senin
sualine doğru cevap verdi. Şimdi sen, habersiz, vaktine hazır
ol, çünkü gayb aleminden darbe yedin," dedi. Kaşi: "Cevabın
ne idi?" dedi. Şeyh: Fakir, Allah'yı bilince, dili tutulur (ağırlaşır).
Yani tam derviş, velilerin huzurunda dille ve kalple
hiç bir şey söylemez. Nitekim demiştir,
Şiir:
"(Hakikati) görenlerin önünde söz söylemek
hatadır. Çünkü o, bizim gaflet ve noksanımızın
delilidir."
"Senin faydan, görenin önünde susmakhr. 'Susunuz'
(K., XL VI, 28) hitabı bunun için geldi,"
üç gün sonra ayaktakımı (rindan) onu bağının yolunda giderken
öldürdüler ve nesi var nesi yoksa alıp götürdüler. Velilerin
kahır ve gazabından Allah'ya sığın•rız.
Yine bir derviş Mevlana hazretlerinden: "Arif kimdir?"
diye sordu. Mevlana: Arif, hiç bir bulanıklığın temiz olan meşrebini bulandırmayan kimsedir. Çünkü arif değişmez ve ona gelen her bulanıklık durulur." Buyurdu. Nitekim demiştir.
Şiir:
"Akan suda çörçöp nasıl bulunabilir? Ey can!
canda ve ruhta kin nasıl yer edinebilir?''
(191) Yine bir aziz riva yet etti ki: Bir
gün Mevlana hazretleri dostlardan mürekkep ve kalem isteyip
medresenin duvarına iri harflerle "Ruhun gıdasından oruç
tutmak (yememek) haramdır. Allah en iyi bilicidir," diye bir
satır yazdı ve tekrar bir kitabın bir sahifesine "Maşukun lezzetinin
delili, aşıkın göz yaşıdır ve bu peygamberlerin mucizesidir
(Selam onların üzerine olsun)" diye yazılmasını buyurdu.
"Seni seveni ara, seni arayanı ara."
Derler ki, bir gün Mevlana hazretleri 'O, beni yarattı ve
beni hidayete mazhar etti' (K., XXVI, 78) ayetinin manası, yani
o beni kendi hizmeti için yarattı ve hizmet adabını öğrenmek
için bana yol gösterdi, demektir ve babaların sulbünde,
çocukların dillerinde ve annelerin rahimlerinde 've secde edenler
arasında secde edişini de görür' (K., XXVI, 819) buyurdu.
( 192) Y in e fazıl arkadaşlardan Mevlana Fahreddin-i 
Edip (Allah ona rahmet etsin) r iv a y e t e t ti k i : Bir
gün Mevlana hazretleri büyük bir mahfilde Peygamberin
"Ben, Allah'yı daima kırmızı elbise ile gördüm," hadisini açıklıyordu.
Kimsenin nefes almağa mecali yoktu. Herkes bu açıklamaya
şaşmışlardı. "Ben, Allah'yı daima kırmızı hulle içerisinde
gördüm," şeklinde başka bir rivayet daha buyurdu ve
heyecanlar gösterip şu gazeli söyledi.
Şiir:
"Kırmızı hullenin kılları içinde gözden ve
ruhtan daha yüksek olan bir nur vardır. Kendini ona
ulaştırmak istersen kalk, nefis perdesini yırt.
O ruh, kaşı, gözü ve esmer rengi ile latif bir
suret oldu. "Keyfiyetten münezzeh olan Allah,
Peygamber Mustafa'nın suretinde göründü.
Onun o sureti, suretin yok olmasıdır. O gözler
bir kıyamettir. Ne zaman halka baksan, Allah'dan
sana yüz kapı açılır. Mustafa'nm sureti
yok olduğu vakit her şeyden büyük olan Allah
dünyayı kapladı."
Ve buyurdular ki: rüyada kırmızı elbise giymek yahut
kırmızı görmek dirlik ve sevinmeğe; yeşillik zühte, beyazlık
takvaya, mavi ve siyah matem ve gama delalet eder. Allah
daha iyi bilicidir.
(193) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Bir gün
Mevlana, Pervane'nin meclisinde ileri gelenlerin ve uluların
yanında ilahi ilimler saçtığı sırada: "Allah, kendi eserine bakanın
yanında mevcut, zatına bakanın yanında ise namevcuddur.
Allah'dan başkasına kavuşmak ona doğru gitmekle olur.
Halbuki Allah'ya ancak sabır ile ulaşılabilir. Allah güneşten
daha çok görünendir. Kim gördükten sonra anlatılmayı ararsa
o kayıptadır.
Şiir:
"Hakkın varlığına delil arayan kimse kördür,
zelildir ve zarardadır."
Bir maksadı olmayanın varlığı da yoktur. Eğer varsa,
onun varlığı yalnız eza, cefa çekmeğe maruz kalmak içindir. 
Zahit, hizmet ve ibadet etmeği sever; arif ise, hizmet edileni
sever. Zahit yaralıdır, arif ise cerrahtır," buyurdu.
( 194) D e r l e r k i : Bir gün Mevlana hazretleri (Allah
onun sırrını kutlasın) sema hakkında bir söz söylüyordu.
Buyurdular ki: "Evvelii sema ehliyetini elde et, ondan sonra
sema yap. Nitekim ben, dün şekeri burnuma tuttum, burnum
şekerden bir şey anlamadı; çünkü o anlamağa istidatlı değildi,"
buyurdu.
Şiir:
"Cennetin sana bir hayat vermesi için sende
evvela bir cennet istidadı olması lazımdır. Eğer
istidadın olmadan madenin içine girsen, ondan
bir zerre bile elde edemezsin."40
Toprağın altına gitmek istemiyorsan, nurun içine kaç.
çünkü nur toprağa gitmez.
Şiir:
"Nuru istiyorsan ona istidatlı ol. Huri istiyorsan
ondan daha temiz ol,41 Cebrail gibi temiz gönüllü
olmazsan Allah velilerinin yanına nereden yol bulursun?"

Buyurdu ki: Allah bana baksın da ben ölü olayım. Bu,
Allah'nın nazarından mahrum bir diri olınaktan daha iyidir.
Şiir:
"Allah, bana baksın da ben bir ölü olayım. Bu,
(Allah'nın nazarında) uzak ve reddedilen o diriden
daha iyidir."42
( 195) N a kle d i 1 mi ş tir ki: Hudavendigar daima
dostlara: "Allah sizi görünen kazadan saklasın," diye dua
ederdi. Dostlar bunun manasını sordular. Mevlana: "Görünen
kaza, ağyar ve sizden olmayanlarla sohbettir. hakikaten sohbet
azizdir. Kendi cinsinizden başkası ile sohbet etmeyiniz,"
buyurdu. Nitekim dedi.
Şiir:
"Feryat! Aynı cinsten olmayan dosta feryat!
Ey ulular! İyi bir arkadaş arayınız. Sizden 
olanlara hizmet etmek istemezsen, ejderhanın
ağzındaki ayıya dönersin."43
Yine buyurdu ki: Bu manada efendim ve fakirlerin sultanı
Mevlana Şemseddin-i Tebrizi (Allah zikrini yüceltsin): "Bir
kimsenin müritliğe kabul edilmesinin alameti, onun yabancı­
larla sohbet edememesidir ve eğer o kimse bir yabancının sohbetine
tesadüf ederse, onun yanında münafıkın mescitte, çocuğun mektepte ve esirin zindanda oturduğu gibi oturmalıdır," buyurdu.
( 1 96) Y i n e bir gün Mevlana medresede ilimler sa­
çıyordu. Şehrin büyükleri de orada idiler. Mevlana: "Garazla
sevinmemiş ve ivazla da mağrur olmamışım," dedi.
Şiir:
"Fakirlik ve zaruret beni ölümle korkutsa da,
ben bu hürriyeti esirliğe değişmem."
Tamahın tadını tatmamışım. Kırk sene vardır ki, kanaat azığım,
fakirlik de sanatım olınuştur.
Şiir:
"Haşa ki gönlümde tamah olmasın. Kanaatten
gönlümde bir alem vardır.44 Bana ayran verdi·
ğinden beri balın yüzüne bakmıyorum; çünkü
her nimetin bir üzüntüsü vardır."
Ondan sonra buyurdu ki: kemal ve güzellik iddiasında bulunan
kimse, ya fiiliyle veya sözle böbürlenir, nazlanır; kendi
halinin ölçüsü ile: "Ben Allahyım," der. Ancak bu sıfatta yalancı
olanlar Firavun'a ve onun cinsine katılırlar; fakat kendilerine
bu iddia ulaşan azizler ve sadıklar bir gün iddia ettikleri
kemalden ötürü baş kaldırırlar. Şöyle ki: İnsanlara onların
Allah'lık hakikati hakikileşir. Nitekim (bu iki zümre hakkında)
demiştir:
Şiir:
"Ey muhip! O ''ben"in arkasında Allah'nın laneti, 
bu "ben" in arkasında ise Allah'mnı rahmeti vardır.45 
"O yapılan harekete Allah'nın rahmeti vefa eder.
Bunun ise, arkasında Allah'nın laneti vardır.
(197) Y i n e her bakımdan kamil olan müritler r i -
v a y e t e t t i l e r k i : Bir gün Mevlana hazretleri ilimler
ve sırlar saçmakta çok hararetlenmişti. Hallaci Mansur'un
(Allah onun aziz olan sırrım kutlasın) menkıbeleri hakkında
bir şeyler söylüyordu. Sonunda: Mansur'un asılmasına sebep
şu idi: Mansur, bir gün, "Eğer Muhammed sav'i elime geçirseydim,
muhakkak onun yakasına yapışırdım. Miraç gecesinde
Allah'nın huzuruna çıktığı vakit, yalnız kendi ümmetini dü­
şündü. Niçin bütün insanlar için rahmet dilemedi ve niçin
cümlesini bana bağışla, demedi de (sadece) müminleri bağışla,
dedi," der. Bunun üzerine derhal Mustafa hazretleri (selam
üzerine olsun) temessül ve tecessüd edip kapıdan içeri girdi
ve "işte geldim, bakalım nasıl alacaklı gibi yakama sarılacaksın.
sarıl!" dedi ve: "Biz ne istiyorsak Allah'nın emriyle istiyoruz.
Kalbimiz onun buyruğunun evidir. Bu ev Allah'nın irade
ve fermanından başka her şeyden arınmıştır. Eğer cümlesi
için rahmet isteseydi, cümlesi için isterdim; fakat cümlesi için de­
ğil, yalnız müminler için buyurdu," diye ilave etti. Mansur:
"Borcumu ödemeye hazırım," diye sarığını indirdi. Peygamber:
"senin başını isterim, sarığınla razı olmam," dedi.
Nihayet ikinci gün o olay vakı oldu (yani idam edildi). O da
bahane oldu. Mansur darağacında: "Bunun nereden geldiğini
ve bunun kimin isteği olduğunu biliyorum; onun isteğinden
de yüz çevirmem," dedi. öylece başını verdi ve alemin o sırrından
yüz çevirmedi. Sadık aşıklar din büyüklerinin ve yakin
sırrı ariflerinin emrinden asla yüz çevirmezler. Arif, Allah
ilminin madeni, nefsi ile taliplerin ruhlarının sütannesi ve ruhu
ile de alemlerin Rabbi'nin sırlarının kitabıdır. O vahşi bir
bedevi olsa da yine akıl ve edep madenidir.
( 198) Y i ne n ak 1 e d il m i ş t i r ki : Mevlana,
mübarek medresenin sahanlığında dolaşıyor ve "O Allah'nın
ismi ile başlarım ki ona yapışan yenilmez, ona tevekkül eden
zarar etmez. Kesin kararım, tövbem üzerine bismillah. Kalbimin
sevinci üzerine bismillah, sarhoşluk ve şükrün üzerine
bismillah," diyordu. 
(199) Hikaye: Yine halifelerin sultanı, yeryüzünde
Allah'nın velisi, ulu dostlardan ve kıymetli pehlivanlardan
olan şeyh Mevla'l-Kabi (Allah'nın rahmeti onun üzerine olsun)
Danişmendiye vilayetinde rivayet etti ki: Mevlana Şemseddin-i
Mardin! ile birlikte sabah namazında Mevlana'nın medresesinde
bulunduk. Arkadaşlar, Mevlana'nın imamlık etmesini
rica ettiler; çünkü · Allah'dan korkan imamın arkasında
namaz kılan, Peygamberin arkasında namaz kılmış gibidir.
Mevlana bu arzuya icabet edip, hiç bir şeyhten işitilmeyen
nadir virtler ve işitilmedik dualar okudu. Onların cümlesinden,
hazretin yadigarı olarak bu on sözü hatırımda tuttum:
"Her korku için: "La ilahe illa'llah = Allah'dan başka Allah
yoktur", bütün keder ve elem için maşallah = Allah ne isterse",
her niyet için: "elhamdülillah = Allahya hamd" ve
her nimet bolluğu için: "eş-şükrü lillah = Allah'ya şükrolsun",
her şaşılacak şey için: "subhan Allah = Allah'yı her türlü
eksikten tenzih ederiz" her günah için: "estağfirullah =
Allah'dan mağfiret dilerim", her darlık için "hasbiy'Allah
= Allah bana yeter', her kaza. ve kader için: "tevekkeltü
ala'llah = Allah'ya tevekkül ettim," her musibet için: "Biz
Allahdanız, yine Allah'ya döneceği" (K., II, 1 56) ayetini, her
taat ve ma'siyet için: "la havle ve la kuvvete illa billahil'-aliyyi'l-azim
= kuvvet ve kudret ancak yüce ve ulu Allah'dadır"ı
hazırladım." Ve yine buyurdular ki: Sultanımız sabah namaznın farzını edadan sonra daima şu duayı okurdu: "Yarabbi,sen bu namazı kalbimde, kulağımda. saç, deri, et, kemiklerimde,
önümde, arkamda, altımda, üstümde, sağımda solumda
bir nur yap. Yarabbi, sen benim nurumu artır, bana nur
ver. beni nur yap. Ey nurların nuru, ey merhametlilerin en
merhametlisi bu duayı kabul et."
(200) Hikaye : Yine nazar sahipleri ve ibret kardeşleri
şöyle haber verdiler ki: Mevlana hazretlerinin zamanında
Konya şehrinde veli ve kamil bir kadın vardı. Ona umumiyetle
Fahrü'n-nisa derlerdi (Allah ondan razı olsun). Dindar
ve çok sadık bir hanımdı. Zamanın Rabiası idi. Dünyanın
uluları ve gönül sahibi arifler adı geçenin mutekidi idiler. Gö­
rünen kerametleri haddi aşmıştı. O daima Mevlana hazretleri-
nin sohbetinde bulunurdu. Mevlana da çok defa onu görme­
ğe giderdi. Fahrü'n-nisa'nın muhipleri: "Muhakkak hacca
gitmek lazımdır," diye kendisini teşvik etmişler ve kendi içinde
de böyle şiddetli bir arzu uyanmıştı. Fahrü'n-nisa: "Mevlana
hazretlerine bir danışayım, çünkü onun icazet ve işareti
olmadan benim hareket etmeme imkan yoktur. O ne buyurursa
onu yaparım," demiş ve kalkıp Mevlana'nın ziyaretine
gelmişti. Daha kendisi (bu arzusundan) bahsetmeden, Mevlana:
"Çok iyi bir niyettir ve mübarek bir yolculuktur. Belki biz
de sizinle birlikte oluruz," buyurdu. Fahrü'n-nisa baş koydu
ve hiç bir şey söylemedi. Dostlar onların aralarındaki maceranın
ve durumun ne olduğuna şaşıp kaldılar. O gece Fahrü'nnisa
hazretleri Mevlana'nın evinde kaldı, sohbet ettiler. Gece
yarısından sonra Hudavendigar hazretleri medresenin damı­
na çıkıp teheccüt namazı ile meşgul oldu. Namazdan sonra
bağırıp çağırdı ve heyecanlar gösterdi. Damın penceresinden
Fahrü'n-nisa'nın yukarı gelmesi için işaret etti. Fahrü'n-nisa'
medresenin damına çıkınca Mevlana: "Yukarıya bak, maksudun
hasıl olmuştur," buyurdu. Fahrü'n-nisa Kabe-i muazzamanın
Mevlana'nın üzerinde döndüğünü bizzat gözleriyle şeksiz,
şüphesiz gördü. Zavallı Fahrü'n-nisa bir çığlık kopardı, içini
garip bir hal ve şaşkınlık kapladı. Bir zaman sonra aklı başına
gelince, baş koyup o iştiyakten tamamiyle vazgeçti. 
Ey Merhamet Tebriz'i, binlerce keremin güneşi
(şemsi)! Senin sonsuz denizine nispetie sözlerimiz
bir testi gibi oldu."
(204 )46 Y i n e dostların ulularından ve o sırrın fakiri
olan Fakıh Sıraceddin-i Tatar! (Allah'nın rahmeti üzerine olsun)
r i v a y e t e t t i k i : Bir gün Mevlana hazretleri bana:
"Hazır ol, bu gece seni yanıma alacağım," buyurdu. Sıraceddin fakih bu haberin verdiği sevinçten nesi varsa cümlesini ve giydiği elbiselerini şükrane olarak müritlere ve fakirlere
verdi. Gece olunca, belki Hudavendigar gelir dinlenir ümidiyle
güzel bir yatak serdim. Çünkü gece ibadetlerinin ve gündüzkü
sema'ların yorgunluğundan ve bir şey yememekten mü­
barek vücudu bir kadehin dudağı gibi incelmişti. Birdenbire
geldi bana: "Sıraceddin, sen yatağa gir," dedi. Ben yatağa girdim.
Belki gelir ümidiyle sabah ağarıncaya kadar uyumadan
yatakta dönüp durdum. Mevlana'nın namazla meşgul oldu­
ğunu gördüm. Bu uzun sürdü. Ben: "Ey din sultanı, bir an
dinlen, sabah yakındır. Bu kul seni beklemekten öldü," diye
bağırdım. O: "Siraceddin, eğer biz uyusak bu kadar zavallı
uyuyana kim dava eder Çünkü cümlesini Allah'dan istemeği,
kemale ulaştırmağı ve cümlesini cezalardan kurtarmağı, cennet
derecelerine ulaştırınağı (yalnız aziz olan Allah isterse) ben
üzerime alınışım." buyurup şu gazeli okudu:
"Eğer sen bir iş işlememiş ve hayırdan iflas
etmişsen, yine gel. Biz senin gibi yüz bin tanesinin
işini gördük."
Siraceddin bu haberi dostlara eriştirince, cümlesi neşelerinden
secdeye kapanıp Allah'ya şükrettiler.
(205) Y i n e n a k 1 e d i 1 ın i ş t i r k i : Bir gün
Sultan Veled buyurdu ki: Dostlardan biri babama: Danişmentler Mevlana Mesnevi'ye niçin Kur'an diyor, diye benimle münakaşa ettiler. Ben kulunuz, onlara cevaben: "Mesnevi
Kur'an'm tefsiridir dedim," diye şikayette bulundu. Babam
bunu işitince bir müddet sustu, sonra: Ey köpek! Niçin Kur'an
olmasın? Ey eşek! Niçin Kur'an olmasın? Ey kahpenin kardeşi!
Niçin Kur'an olmasın? Peygamberlerin ve velilerin söz
kalıpları içinde ilahi sırların nurlarından başka bir şey yoktur.
Allah'nın kelamı onların temiz yüreklerinden kaynamış
ve ırmak gibi olan dillerinden akmıştır.
Şiir:
"Söz kalpdedir. Dil, söz üzerine bir delil yapılmıştır."
Bu ister Süryani olsun, ister Seb'el-mesani olsun, ister ibrani,
isterse Arapça olsun.
Şiir:
"Sen ister öyle ol, ister böyle. Sen canların canısın.
Ey padişah, hangi dille buyurursan buyur,
tatlı dillisin."
(Hakikatı) görenlerin (eshab-ı i'yan) dilinden bu beyan danişmentlerin
kulağına erişince cümlesi aptallıklarını ve cehaletlerini
itirafla özür dileyip dostlar dizisinden oldular.
(206) Y i n e Allah'nın gizli velilerinden bir aziz şöyle
r i v a y e t e t t i k i : Bir gün Mevlana kalenin hendeğinin
kenarında duruyordu. Birkaç fakih Karatay medresesinden
çıktı ve imtihan maksadiyle Mevlana'ya: "Eshab-ı Kehfin
köpeği ne renkte idi?" diye sordular. Mevlana: "Rengi sarı
idi; çünkü aşıktı. Aşıkların rengi daima benim rengim gibi
sarı olur," buyurdu. Bunun üzerine bu fakihler baş koyup mü­
rit oldular.
(207) Hikaye : Emin raviler şöyle hikaye ettiler
ki: Bir gece Muineddin Pervane Mevlana için büyük bir sema
tertip edip birçok büyük kimseleri çağırmıştı. Sema bittikten
sonra büyükler sofraya oturup yemek yeyip dağıldılar. Mevlana
hiç elini yemeğe uzatmadı. Bundan Pervane'nin kalbine 
bir ateş düştü, Mevlana'nın mumu karşısında pervane gibi yandı.
Pervane adamlarına mayhoş hoşaf yapıp bir çini kase içine
koymalarını emretti. Pervane kaseyi eline aldı bir kaşık olsun
yemesi için Mevlana'ya sundu ve tekrar tekrar: "Bu helalinden
yapılmıştır," dedi. Mevlana bundan bir kaşık alıyor,
ağzına kadar götürüp tekrar kasenin içine koyuyordu. Bunu
birkaç defa tekrar edip yine ilimler saçmakla meşgul oluyordu.
Pervane de Mevlana'nın bu hareketinden eriyen bir mum
gibi göz yaşları döktü. Mevlana'nın bu hareketi seher vaktine
kadar devam etti. Nihayet Mevlana, kendi mübarek sakalını
tutarak: "Ey Emir Muineddin! Sakalımdan utanmı­
yor musun beni ayakyoluna gitmeğe mecbur ediyorsun," buyurdu
ve dedi:
Şiir:
"Cismani yağlı, tatlı şeyler temiz ve hoş görü­
nür. Fakat bir gece geçtikten sonra bunlar sende
pislik olur."
"Sen, cisme değil, ruha gıda olabilecek yağlı ve
tatlı şeyler ye ki kanadların bitsin ve uçmağı öğ­
renesin.''
Bunun üzerine dostlar hep birden kendilerinden geçip
naralar attılar ve tekrar sema'a başladılar.
Aziz dostlar şöyle dediler ki: Mevlana bu sema'dan fariğ
olduktan sonra çıkıp hamama girdi. Hamamın hazinesinde
yedi gün, yedi gece oturdu. Hiç kimsenin hamamın soğuklu­
ğundan içeri girmeğe takatı yoktu. Arkadaşların: "Bu ne riyazet
ve bu ne mücahededir?" diyerek feryat ve figandan takatleri
kesildi ve hep birden, babasını bu istiğrak aleminden
geri çeksin diye Sultan Veled'e yalvardılar; çünkü Peygamberin:
"Benim Allah ile bazı zamanım olur ki, o zamanda benimle
Allah arasına ne en yakın bir melek ve ne de Allah
tarafından gönderilmiş bir elçi girebilir," buyurduğu veçhile
Mevlana'nın da böyle zamanlarında onunla, Sultan Veled'den
başka hiç kimse konuşmağa cesaret edemezdi. Sultan Veled
hamama girince, hazinenin önünde ağlayıp sızladı. Mevlana
hazinenin penceresinden başını çıkararak: "Hayrola, Bahaeddin müritlerin bizi göreceği mi geldı?" dedi. Sultan Veled bunun üzerine baş koyup yüzünü babasının ayaklarına sürdü,
yalvarıp yakardı; hayır hayır, belki de boy bos sürdü. Bunun
üzerine dostlar mesud olduler ve neşelerinden kavallere fereciler
bağışladılar. Mevlana oradan medreseye doğru yürüdü ve
bütün halk arkasında olduğu halde şu beyti söyledi:
"Benim ateş gibi olan yüzümden dünya hamamı
kızdı. Bu hamam gibi olan kızgın yüze çocuklar
gibi ağlama."
Medreseye ulaşınca, tekrar sema ile meşgul oldular ve
bu sema tam kırk gün devam etti.
(208) Hikaye : Deyr-i Eflatun ( =Eflatun manastırı)
nun başpapazı, bütün papazların ileri gelenlerinden yaşlı bir adamdı. Istanbul, Frenk, Sis, Canik ve daha başka vilayetlerden (kendi dinlerinin) ilmini öğrenmek için
ona gelir, ondan (din) ahkamını öğrenirlerdi. işte bu başpapaz
hikaye etti ki: "Mevlana bir gün bir dağın eteğinde bulunan
bu Deyr-i Eflatun'a gelmişti. Soğuk su çıkan mağaranın dibine
kadar gitti, ben de mağaranın haricinde durmuş, ne olacak diye
bakıyordum. Mevlana yedi gün, yedi gece o soğuk su içerisine
oturdu. Ondan sonra kendinden geçmiş bir halde dışarı çı­
kıp yola revan oldu. hakikaten onun mübarek vücudunda hiç bir
değişiklik olmamıştı."
Bu rahip yeminler ederek: "isa'nın sıfatı hakkında okuduğum,
İbrahim ve Musa'nın kitaplarında (suhuf) mütalaa
ettiğim ve geçmiş tarihlerde peygamberlerin nefis terbiyelerinin
büyüklüğüne dair gördüğüm şeylerin cümlesi Mevlana'da
fazlasiylc vardı," dedi. Nitekim kendi sırları hakkında buyurmuştur.
Şiir:
"Ey aşk yolunda mahvolan! Sen cansın ve başka
bir şeysin. Sen malik olduğun şeysin ve başka
bir şeysin."
(209) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Bir gün
Mevlana Şemseddin-i Tebrizi hazretleri (Allah onun zikrıni 
yüceltsin) mübarek medresede dedi ki: Kim peygamberleri
görmek isterse, Mevlana'ya baksın. Peygamberlerin hal ve hareketleri ondadır. O peygamberler ki, onlara rüya ve ilham de­
ğil, vahiy geldi. 
Eğer: ''alimler peygamberlerin varisleridir," sözünün
manasını ve daha açıklamadığı başka bir şeyi bilmek istiyorsan,
git Mevli'ina'yı gör. Eğer şeyhsiz kalsaydım, kalırdım (gayeye
ulaşamazdım.) Senin ruhuna binlerce rahmet olsun. Yüce
Allah Mevlana'ya uzun ömür versin. Ey Allah! Onu bize, bizi
de ona bağışla. Amin.
(210) Yine bir gün buyurdu ki : Bu anda
dünyanın şenelmiş dörtte birinde onun benzeri yoktur. O, ister
usul olsun, ister füru olsun, ister nahiv olsun, ister mantık
olsun, bütün fenlerde bu fenlerin erbabı ile boy ölçüşebilir.
Bu hususta o, onlardan daha iyi ve daha zevki selim sahibidir.
Eğer ben, akılla yüz sene çalışsam, onun ilim ve hünerinın
onda birini elde edemem. O, lütfunun kemalindan ötü­
rü benim yanımda onları bilmiyor gibi gözüküyor.
(2 1 1) Hikaye : Arkadaşların ileri gelenlerinden nakledilmiştir
ki: Mevlana Safiyyüddin-i Hindi (Allah ona rahmet
etsin) kendi zamanının allamesi olup Penbefüruşan (Pamukçular)
medresesinde müderristi. Onun zahit ve dindar bir
adam olduğunu söylerler. O, bir gün medresenin damına çıkmıştı.
Abdest alıyordu, ilim talipleri onun etrafında halka
olmuştular. Birdenbire kulağına bir rebap sesi geldi. Bunun
üzerine o: "Bu rebap gittikçe çoğaldı. Bu bid'at, sünneti de
geçti. Bunu men etmek için bir çare bulmak lazımdır," dedi.
Bunu söyler söylemez Mevlana gözlerinde tecessüm etti ve:
"Hayır, hayır olamaz", buyurdu. Safiyyü' d-din derhal bir nara
atıp kendinden geçti. Kendisinin köleleri olan ilim talipleri
onu bir kilime sarıp aşağı indirdiler. Kendine geldikten
sonra bu terbiyesizliğin affını Mevlana'dan dilemek üzere
Sultan Veled'i şefaatçı yaptı. Sultan Veled babasının önünde
yere kapanıp ne kadar şefaatte bulundu ise de, Mevlana bir
türlü razı olmadı ve: "Saf-i Hindi'nin kalbini temizlemek ve 
ona doğru yolu göstermek, yetmiş Rum mecusisini Müslüman
etmekten daha güçtür. Çünkü onun can levhası çocukların
meşk tahtası gibi kapkara olmuştur," buyurdu. Bunun üzerine
Sultan Veled o kadar çalıştı ki, nihayet Mevlana'nın şefkati
galeyana geldi ve razı oldu. Bütün medrese halkı ayağa kalktı,
Mevlana'nın huzuruna gelip mürit oldular ve Safiyyeddin'in
din ilimlerindeki müşkülleri, söylemeden günden güne halloldu
ve çok defa Mevlana kendisine bunları rüyada açıklıyordu.
(212) Yine Sultan Veled buyurdu ki: Bir
gün babam bana: Bahaeddin, senin düşmanını sevmeni, düş­
manının da ?eni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını
ve iyiliğini söyle. O düşman senin dostun olur; çünkü gönülden
dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır. Allah'
nın sevgisini de onun aziz olan isimleriyle elde etmek mümkündür.
Allah buyurdu ki: Ey kullar, kalbinizde tasfiye olması
için daima beni çok anmaktan geri durmayın. Kalbinizde
tasfiye ne kadar olursa, Allah'nın nurunun parlaklığı da kalpde
o nispette fazla olur. Nitekim ekmekçinin tandırı ne kadar
sıcak olursa, o kadar çok ekmek alır. Soğuk olunca ekmek
almaz.
(21 3) Yine Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün babam
medresede ilimler saçıyordu. (Bu arada): hakiki mü­
rit, kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir.
öyle ki, bir adam Bayezid'in müritlerinden birine "Şeyhin mi
büyük, yoksa Ebu Hanife mi?" diye sordu. 
Şiir:
"Allah görünmediği için peygamberler onun
naibi olmuşlardır.
Hayır, hayır böyle de değil. Bu naiple, naibin
naipliğinde bulunduğu kimseyi biribirinden ayırmak
çirkin şeydir. Burada ikilik yoktur."47
(2 14) Yine Sultan Veled'den n a kledilmi ştir
k i : Bir gün Mevlana, Şuca'ın oğlunun taziyesinde bulundu.
Bütün kadılar, şeyhler, emirler ve ahiler bu toplantıda hazırdılar.
Bunlardan her biri o mecliste biribiriyle üstünlük peşinde
ve bu sevda ile malüldüler. Mevlana: "Yükseklik, Allah tarafına
olandır, dünya ve halk tarafına olan değil. Dünya yüksekliği
aşağıya düşmek içindir. Çünkü insan ne kadar yükselirse
o nispette aşağı düşer ve parça parça olur. Yükseklik,
Allah yüksekliğidir, dünya yüksekliği değildir," buyurdu ve
dedi:
Şiir:
"Halkın çıkmak istediği merdiven "Biz" ve
"ben" liktir. Sonunda bu merdivenden düşmek
mukadderdir.
"Kim ne kadar yükselirse o nispette ahmaktır.
Çünkıi (düştüğü vakit) onun kemikleri o nispette
kınlacaktır."48
(Ve ilave etti): Ne mutlu o kimseye ki, nefsi küçülmüş, huyu
güzelleşmiş ve iç alemi iyileşmiştir. Bunun üzerine cümlesi utandı
ve baş koydular.
(215) Yine Sultan Veled hazretleri buyurdu ki:
Büyük Mevlana (Baba Veled)'in tecellisi yücelik ve ululuk
ile, babamın tecellisi ise tevazu ve lütuf ile idi. Allah velisinin
kibri de ilahidir, lütfu da ve yine buyurdu ki, bir gün babam:
"Allah'nın velisi bu dünyadan göçtüğü vakit onun seyri, sağ­
lığı zamanındaki seyrinden yüz bin kere fazla olur. Çünkü
o, Allah'da seyreder. Bunun ise, nihayeti yoktur. Bu Allah velisinin,
müritler ve aşıklar üzerindeki tasarrufu kıyamete kadar
kalır. Nitekim buyurmuşlardır: 
Şiir (Türkçe):
"Allah itti, ne kim anlar ittiler
Allah hazırdır, ger anlar gittiler49
Allah'nın kullardaki tasarrufu, ebediyetlere kadar bakidir. Bu
kadar kafidir.
(21 6) Yine Sultan Veled buyurd u ki: Bir
gün babam mest olmuştu, bana: "Bahaeddin! Allah bu alemin
icadının esasını, bu alemin ne zaman ve nasıl yaratılmış
olduğunu ve ne zamana kadar devam edeceğini bana göstermiştir,"
buyurdu. Allah hakikati daha iyi bilir.
(2 1 7) Y i n e Sultan Veled b u y u r d u k i : Bir gün
Muineddin Pervane, Mevlana'yı ziyarete gelmisti. Babam hazretlerine
haber verdim. Pervane'nin yanında uzun müddet
oturdum. Pervane, babamın gelmesini bekliyordu. Ben kendisine
mazeretler beyan edip: "Mevlana, çok defa benim birçok
işlerim, hallerim ve Allah ile istiğraklarım olur. Emirler ve
dostlar beni her zaman göremezler, onlar kendi halleri ve halkın
işleriyle meşgul olsunlar. Biz gider kendilerini görürüz, buyurmuştur."
dedim. Pervane tevazu gösterdi, (fakat) bu sırada
birdenbire Mevlana çıkıp geldi. Pervane baş koydu ve:
"Bahaeddin hazretleri, benden son derece özürler diledi. Ben
kulunuz Mevlana Hudavendigar'ın bize geç gelmesinden bana
şöyle bir işaret olduğunu sezdim: Bununla siz demek istediniz
ki, ey Pervane muhtaç bir kimsenin beklemesi ne kadar
büyük bir zahmettir. İşte sizin geç gelmenizden benim bu faydam
oldu," dedi. Bunun üzerine Mevlana: "Bu düşünceniz
çok güzeldir. Fakat öteden beri kaide ve adettir; mesela, birisinin
kapısına çirkin kılıklı ve çirkin sesli bir dilenci gelse, çevirip
yolcu ederler. Fakat güzel yüzlü, güzel sesli ve istenilen
bir dilenci gelse, ona hemen bir ekmek parçası verip yolcu
etmezler. Belki, onun güzel sesini işitmek için kendisine yalvarıp
yakarma ile: 'Ekmek pişinceye kadar biraz sabredip dur,'
derler. Bizim de geç gelmemizin sebebi, sizin yalvarmanızın,
aşkınız ve niyazınızın Allah velilerine hoş gelmesi ve bunları
daha ziyade işitmek istemeleridir ve istedik ki bu ziyaretin,
Allah yanında daha çok kabul edilsin," buyurdu. Bunun üzerine
Pervane yerlere kapandı, mesud oldu ve Mevlana'ya: "Bu kulunuzun Hudavendigar'ın kapısına gelmesi, herkesin benim de
kullarınızdan ve kapınızın hizmetçilerinden olduğumu bilmesi
içindir," dedi. Pervane huzurdan çıktıktan sonra mazhar
olduğu bu rahmet ve merhametin şükranesi olarak altı bin
aded-i sultani müritlere verdi ve bunun Hüsameddin Çelebi'­
nin evine götürülüp orada taksim olunmasını emretti.
(218) Yine Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün
Babam doğruluğun ve temiz imanın tadı hakkında ilimler
saçıyordu. Bu sırada: "Bütün dünya alimlerinin dünyada
kazandıkları ilim, mezarın kenarına kadardır. Ondan ileriye
geçmez.
Siir:
"Senin bu kazandığın ilim de mal gibi senden
artakalır. Ne sen, ne de senin öğrendiğin ilim
kalır."
Fakat iman. öteki dünyadan gelen, yine o dünyaya insanla
birlikte giden, şey nedir?" buyurdu ve misal olarak ta şu hikayeyi
anlattı: Gençliğimde Şam'da bir arkadaşım vardı. Hidaye
dersini birlikte okurduk. Nihayet onu Malatya'da kadı
yaptılar. Bahadır adlı birisi Malatya'yı aldı. Şehri yağma ettiler
ve bu kadının malını da birlikte alıp gittiler. Sonunda da
Bahadır bu kadının husyelerinin çıkartılıp hadım edilmesini
emretti. Kadı: "Ey ulu emir! (Allah seni kuvvetlendirsin) ben
burada ne kazandımsa cümlesini alıp götürdüler, elimde bir şey
kalmadı. Fakat bu husyelerimi kendi memleketimden birlikte
getirdim. Bunları niçin çıkarıyor ve alıp götürüyorlar?" dedi.
Bu söz, emirin hoşuna gitti. Ona olduğu gibi hürmet gösterip
gönlünü aldı ve ilin kadılığını yine kendine verdi. İşte sen şunu
bil ki erlik ve insanlık dedikleri şey, onun temiz imanıdır.
Bu, onu Elest aleminin çok eski olan ilinden birlikte getirmiş­
tir ve bunu yine o aleme götürmeğe cehdetmesi lazımdır ki,
tarikatin gevşek insanlarının sohbeti ile bu erliği kaydedip iktidarsız
(innin) olmasın ve cennet bakirelerinden mahrum kalmasın.
Siir:
"Sakalla ve zekerle erlik olamaz. Böyle olsaydı
merkep insanların şahı olurdu. 
"Dostun yolunda namertlik eden, Allah velilerinin
yolunu keser ve namert de odur."
(219) Yine Sultan Veled buyurdu ki: Büyükbabam
Büyük Mevlana (Allah onun zikrini yüceltsin) müritlerine
ve arkadaşlara: "Oğlum Mevlana Celaleddin'e hürmet
gösterip değer verin, büyük ağırlamada bulunun. Çünkü o,
asıldır ve aslı da hayli büyüktür. Onun asaleti de ezelidir. Bü­
yük annesi, Şemsü'l-E'imme-i Sarahsinin bir kızıdır ve o Hüseyni'in neslindendi. Şemsü'l-E'imme her fende hiç bir alimin rüyasında bile görmediği nefis birkaç kitap yazmıştır.
O asrın büyükleri, peygamberleri katledenlerin ve velilerin
deccallerinin ellerine düşmesinler ve bir kötülük kopmasın diye
o kitapları meydana çıkartmamayı muvafık buldular," buyurdu.
Nitekim demişlerdir.
Şiir:
:'Cahiller cehalet ve körlüklerinden bilmedikleri
ilmi inkar ederler.
"Tam ve tertemiz bir imanı bile bilmedikleri
için küfür zannederler.
Bu kitapların bazılarını gösterdiler, bazısını da halifeliğini baş­
kenti (Dar-ül-Hilafe) olan Bağdad'da mühürleyerek bıraktı­
lar. bu kitaplar orada hala duruyor. Derler ki, o ulu kişinin
zeka ve akıllılığı o derecede idi ki bir gün hükümdar caminin
kapısına bütün halkın ve babalarının isimlerinı yazsınlar diye
katipler oturtturmuştu, Cuma namazından sonra ilk önce Şemsü'l-E'imme
baştan başlayıp son ismine kadar cetlerinin isimlerini
birer birer saydı ve bu, onun velilik ve seyyidliği üzerine
kurulmuştur.
(220) Yine Sultan Veled hazretleri buyurdu ki:
Bir gece arkadaşlar babamın hizmetinde oturmuşlardı. Birinin
sünnet düğünü hikayesi geçti. Mevlana: Bizim Bahaeddin
yedi yaşında, kardeşi Alaeddin ise altı yaşında idi. Karahisar-ı
Devle de kale muhafızı Bedreddin Gevhertaş onları sünnet
etti. Büyük Mevlana: "Bunların anneleri burada değil, çocuklar
ağlarlar ve bu kadının da buna canı sıkılır," buyurdu. Kale
muhafızı: "Kendisine türlü cevaplar veririz," dedi. Düğün 
yaptıkları vakit Sultan Alaeddin'in emirleri ve naipleri orada
bulunuyorlardı. Bütün kaleyi nefis kumaşlar ve silahlarla baş­
tan aşağı süslediler. İslam padişahı da bu toplantıda hazırdı.
Oyle bir düğün yaptılar ki hiç bir devirde misli görülmemişti.
Padişah da babama o kadar hürmet gösterdi ki sorma.
(221) Yine Sultan Veled buyurdu ki: Büyükbabamı,
Sultan Konya'ya davet ettikten bir yıl sonra Emir Musa
tekrar Larende'ye çağırdı. Babam hazretlerini evlendirdiler.
Ben de orada dünyaya geldim.
(222) Yine Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün
iki Türk fakih babamı ziyarete gelmişler ve hediye olarak da
bir parça mercimek getirmişlerdi. Onlar, bu hediyenin azlı­
ğından ötürü utanıyorlardı. Babam (bunun için) şu hikayeyi
söyledi: Bir gün yüce Allah, Mustafa'ya (Selam onun üzerine
olsun): "Eshab benim için mal ve para versinler," diye vahyde
bulundu. Peygamber, bunu Eshab'a bildirdi. Eshab'ın her
biri kendi takat ve kudreti nispetinde mal getirdiler. Bunlardan
bazısı malının yarısını, bazısı üçte birini ve bizim Ebubekri'miz
de bütün malını getirdi. Bu suretle sayısız mal toplandı.
Bunların bazısı deve, bazısı altın, bazısı da harp aletleri
hediye etmişti. Eshabdan biri fakir ve çoluk çocuk sahibi idi.
Bunun üç hurma ve bir arpa ekmeğinden başka bir şeyi yoktu.
(Ayrıca) yaşlı ve çoluk çocuk sahibi idi. Bu yiyecek de
ailesinin geçim vasıtası idi. Ayağa kalkıp bu naçiz hediyesini
Peygamber'in yanına getirdi ve utanarak yerine oturdu. Esbabı
bir gülme tuttu, içten içe güldüler. Peygamber, onların buna
güldüklerini anladı ve esbaba: "Size gayb aleminin sırlarından
bir şeyler söyleyeyim mi?" diye sordu. Bütün eshab dua
ve senadan sonra: "Buyurun, ey Allah'nın elçisi," dediler. Peygamber
buyurdu ki, Allah (gayb aleminin) perdelerini gözü­
mün önünden kaldırdı. Ben, (orada kurulmuş bir) terazinin
bir gözüne sizin getirdiğiniz bütün malların ve öteki gözüne
de bu fakirin üç hurması ile arpa ekmeğinin konulmuş oldu-"
ğunu gördüm. Bu pek az görünen şey onların cümlesinden ağır
geliyordu. Bunun üzerine Eshab'ın cümlesi baş koydular. Bu
sırrın seyrinden ötürü Peygamberi alkışladılar ve bu sırrın sebebini
sordular. Peygamber: "Bu fakirin malının daha ziyade 
makbule geçmesinin sebebi şudur: çünkü o, bütün varını yo­
ğunu vermiştir. Bundan başka bir şeyi yoktur. Halbuki diğer
Eshab'ın geride biraz malları kalmıştır." buyurdu. Ve sözüne
devam ederek: "Celil olan Allah'nın uğrunda verilen az şey,
onun yanında, çok kabul olunur. Mesela: küçük bir taneyi yere
gömüyor ve Allah'ya havale ediyorlar. Yüce Allah, o taneyi
bir ağaç yapıyor, bu ağaç sayısız meyveler veriyor; çünkü
onu Allah'ya terk ediyorlar. Verilmesi lazım gelen şeyi bir
fakire, bir Allah kuluna vermeli, zira bu Allah'ya vermek demektir.
Çünkü: "Fakirin eline konulan sadaka, ondan önce
Allah'nın eline düşer,", "Sadakalar fakirlerin ve hiç bir şeyi
bulunmayanların ... hakkıdır" (K., IX, 61) buyurdu. Bunun
üzerine muhacirlerin bütün fakirleri ve Ensar mesud olduler. Bu
hikaye üzerine bu iki fakih mürit oldular.
(223) Hikaye: Yine Sultan Veled buyurdu ki:
Atabekiye medresesinde bir posta oturtma töreni olmuştu.
Bütün ileri gelen şeyhler ulu alimler ve dindar emirler orada
idiler. Aslan doğmuş Atabek de belini bağlamış hizmet ediyordu.
Müderris, Şemseddın-i Mardin! idi. O, öğretim makamına
oturmu?. sağında Sıraceddin, solunda da Şeyh Sadreddin
vardı, diğer büyiıkler de dopdolu oturmuşlardı. Sonunda
babam yalnız olarak geldi, içeri girip selam verdi. Sekinin kenarındaki
nakiplerin bulunduğu yerin ortasına oturdu. O ka
dar aşağıda oturmuştu ki etegi sekiden aşağı sarkıyordu. Bu
hali gören Pervane, sahip, naip ve Mecdeddin Atabek kalkıp
Mevlana'nın yanına geldiler. Babam ise başını aşağıya eğmiş
hiç kimse ile meşgul olmuyordu. Kadı Sıraceddin de geldi,
Mevlana'nın elini öperek onu aldı ve yalvararak kendi üst
tarafına oturttu. Müderris Şemseddin-i Mardini: "Bütün bu
cemiyet sizin kulunuz ve müridiniz içindir. Şüphesiz Hudavendigar'ın
cemiyeti Melekut aleminin üstündedir," diye özürler
diledi. Mevlana öğle namazına kadar öyle ilahi ilimler saçtı
ki, emirler ve alimler elbiselerini yırttılar. Bundan sonra gece
vaktine kadar sema oldu.
(224) Yine Sultan Veled n a kletti ki: Şeyh
Sadreddin'in başlangıçta Mevlana hakkında çok inkarı vardı.
Bir gece rüyasında kendisinin Mevlana'nın mübarek ayağını 
ovduğunu gördü. Uykudan uyanıp Allah'dan mağfiret diledi.
1kinci defa aynı rüyayı tekrar gördü. üç defaya kadar Allah'
dan mağfiret diledi. Son defasında yine uyandı. Işığı yakmalarını
emretti, sonra köleye: "Git kütüphaneden filan kitabı
getir," dedi. Köle aşağı inerken Mevlana nın merdivenin ortasında
oturmuş olduğunu gördü. Gelip şeyhe haber verdi.
Şeyh de geldi, Mevlana'yı orada oturmuş gördü. Mevlana şeyhi
görünce ayağa kalktı, birbirleriyle kucaklaştılar ve şeyhe:
"Canın sıkılmasın, Allahdan mağfiret dileme; bu böyledir. Bazen
siz bizim ayağımızı, bazen de biz sizin ayağınızı ovarız.
Bizim aramızda birlik vardır. Yabancılık yoktur," deyip hemen
kayboldu. Şeyh (bundan) hayrette kaldı. Ertesi günü Kadı
Sıraceddin'in yanına gidip meseleyi tamamiyle ona anlattı.
Kadı Sıraceddin'le birlikte oradan kalktılar ve özür dilemek
üzere Mevlana'nın yanına geldiler. Mevlana bunlara çok sevgi
gösterdi. Dışarı çıktıktan sonra şeyh Sadreddin: "Bu adam
Allah tarafından kuvvetlendirilmiştir ve bu, Allah'nın kubbeleri
altında gizli bulunan velilerdendir. Onun işleri, sözleri
ve hallerinde akıllıların akılları hayrette kalıyor. Ona bugünden
sonra başka bir gözle bakmak, başka şekilde hürmet göstermek
gerekir," dedi. Nitekim buyurmuştur:
Şiir:
"Ben her ne kadar sefil görünüyorsam da yükseğim.
Ben ancak mest olduğum zamanda akıllı­
yıın. Ey dost! Bize daha iyi bak; çünkü biz kolayca
görünemeyiz."
Kadı Sıraceddin buyurdu ki Mevlana hakikaten şeyhin buyurduğu
gibidir. Bundan sonra gittikçe gerek huzurda ve gerek
gıyaben onun hakkındaki inançlarını artırdılar. ölünceye kadar
onun en halis muhiblerinden oldular.
(225) Y i n e Sultan Veled hazretleri b u y u r d u k i :
Bir gün hafızların sultanı Hafız İshak Mevlana'nın yanına gelmişti.
Mevlana büyük bir hürmet gösterip ayağa kalktı, üst ba­
şa oturmasını söyledi ve: "Mushaf'ı nasıl aziz tutmak, nasıl
rahle ve kürsülerin üzerine koymak lazımsa hafızları da o şekilde
aziz tutmak ve üst başa oturtmak Iazımdır. Çünkü on-
lar Allah'nın kelamını taşırlar. İçinde Kur'an'ının nuru bulunan
bir gönlün cehennem'in yüzünü görmesi muvafık düşmez.
Bir kağıt parçasına Kur'an yazılı olsa onu ateşe atmazlar, ona
hürmet gösterirler ve onda: 'Kur'an yazılıdır,' derler. O halde
bir kalpte bütün bir Kur'an bulunursa onu nasıl cehenneme
atarlar?" buyurdu. Bu müjdenin şükranesi olmak üzere şehrin
bütün hafızları mürit ve kul oldular.
(226) Yine Sultan Veled buyurdu ki : Bir gün
babam: "Ey Bahaeddin! Bana iyi bak, benim çekirdeğim ağaç
olunca beni görebilir ve anlayabilirsin. Bizim manamızı iyi
anla ve çok çiğne ki ondan bir tat alasın ve haz duyasın. Şunu
bil ki peygamberlerin, velilerin ve onları sevenlerin vücudu
telef olmaz. Yere attıkları her çekirdek ve her bir tohum şeklen
ölür ve kaybolursa da bir müddet sonra dirilip ağaç olur.
Peygamberlerin ve velilerin cisimleri de böyledir."
(227) Yine Sultan Veled buyurdu ki: Bır gün
divan memurlarından biri babamı ziyarete gelip vazifesinden
istifa edeceğini ve başka bir işle meşgul olacağını söyledi. Babam
ona şu hikayeyi anlattı: Harunu'r-Reşid zamanında bir
şahne vardı. Her gün Hızır (Selam onun üzerine olsun) onu
zıyarete gelirdi. Bir gün bu şahne birdenbire işinden elini çekip
tekaüt oldu. Fakat artık Hızır (Selam onun üzerine olsun)
onun ziyaretine gelmedi ve tamamiyle ondan ayağını kesti.
Biçare şahne telaşa düştü ve o gece ağlayıp sızladı. Rüyasında
ona: "Senin derecenin yüksekliği o işte idi," dediler. Sabahleyin
kalktı, halifenin yanına giderek vazifesinin yine kendisine
verilmesini istedi. Halife: "Ne oldu?" diye sordu. O da ba­
şına gelen olayı olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine halife, şahnelik
vazifesini yine ona verdi. Hızır'ın yine kendisini ziyarete
geldiğini gördii. Şahne bunun sırrını ondan sordu. Hızır: "Senın
derecenin yükselmesi, divanda oturup miskinleri, zayıfları
korumanda ve mazlumları zalimlerin pençesinden kurtarmandadır.
Bunu da binlerce halvete çekilmekten ve çile çekmekten
daha yüksek bil ve: 'Bir işte (kendisine) bereket verilen
kimse o işe devam etsin' hadisi gereğince, daima önemli
ve tehlikeli işte ol,'' dedi. İşte bu adam da eski mansıbını tekrar
kabul etti ve şeyhin inayetine riayet gösterdi. 
(228) Yine Sultan Veled buyurdu ki: Mevlana
Şemseddin-i Tebrizi babamı anlatıyor ve: "Mevlana'nın
sırrı, İslamın sırrı gibi örtülüdür, o İslam gibi garip gelmiş­
tir. Onun sırrının nasıl olduğunu gör. İslam garip olarak baş­
lar ve yine garip olarak geriye döner. Ne mutlu gariplere,"
diyordu. Sultan Veled, buyurdu ki: Mevlana Şems-i Tebrizi,
Mevlana'ya: "Benim Tebriz'de Ebubekir isminde bir şeyhim
vardı. Sepet örerdi. Ben ondan birçok velayetlere mazhar oldum.
Fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim göremediği için,
hiç kimse de görmemişti. O şeyi Hudavendigarın Mevlana
gördü," diyordu.
(229) Yine Sultan Veled buyurdu ki: Mevlana,
Şems-i Tebrizi'ye ne kadar aşık ise, Seyyid de Senai'ye o kadar
aşıktır.
Babamın, fakirliğe teveccüh etmeden önce adeti şöyle
idi: Medresede ders verirdi, her hücrede de iki üç ilim talibi
vardı. Her defasında gider liyakat derecelerine göre her birinin
keçesi altına on, yirmi, otuz adet para kordu. Fakihler içeri
girdikleri vakıt, keçeyi kaldırıp silktiklerinde o paralar dökü­
lürdü, onlar da şaşakalır, Mevlana'nın bu inayet ve lutfu kar­
şısında baş koyarlardı. Buyurdu ki: Babam başlangıçtan ömrünün
nihayetine kadar her ne yaptı ise halk ve riya için değil,
Ömer gibi Allah için yaptı.
Buyurdu ki: Bir gün Konya'lı Hafız Yusuf mukaddes
türbede Kur'an okuyordu. Dostlar naralar atıyor ve onun sesinden
hoşhal oluyorlardı. Onun üzerine babam şu hikayeyi
anlattı: Bir şeyh vaaz veriyordu, adamlar onun müritlerinden
birini yolda gördüler. Ona senin şeyhin mesçitte vaaz veriyor,
sen niçin orada değilsin?" dediler. Mürit bu sözü işitince feryat
edip naralar attı. Bunun üzerine: "Vaazı işitmeden ne nara
atıp feryat ediyorsun?" dediler. Mürit: "Ben şeyhimin söylediklerinin
cümlesinin güzel ve doğru olacağını biliyorum," dedi.
Bundan· sonra Mevlana: "Şimdi Allah velileri her ne kadar
Kur'an'ın manasını bilmiyorlarsa da Kur'an'ın Allah'dan geldiğini
ve onun için olduğunu biliyorlar ve o aşkla naralar atıp,
hesapsız sevaba gark oluyorlar. Çünkü, okuyanla dinleyen
ecirde eşittir." buyurdu. 
(230) Hikaye : Yine Sultan Veled buyurdu ki: Sırlar
kitaplarının derleyicisi olan Fahreddin-i Sivasi, Sıvas'tan
gelmişti. Aynı günde de Pervane ve emirler babamı ziyarete
gelmişlerdi. Birdenbire Fahreddin içeri girdi. Mevlana hazretleri
ikram edip ondan dün gece nerede konakladığını sordu.
Fahreddin: ·'Pervane'nin hanında konakladım", dedi. Mevlana:
"Yani emir Pervane'nin bu yolda hanı mı var?" dedi. Fahreddin:
"Evet, onun zamanında emniyet o derecededir ki, kervan
ulaştığı her makam ve sahrada endişesiz ve korkusuz konaklayabilir
(yani her yer han gibi emindir)" dedi. Bu cevap
Pervane'nin hoşuna gitti. Ondan sonra babam buyurdu ki:
"Beni lsrail zamanında boynuna bir muska asılmış olan bir
deve varmış. Her kim onu görürse itibar edermiş. Bahçelerden
meyva verirlermiş. Bir gün biri o muskayı devenin boynundan
koparmış, ondan sonra deveyi zorla yakalayıp yük yüklemişler.
Şimdi ey fakir mizaçlı ulu emir! Bil ki, o muska biziz
ve dünya devesinin boynuna asılmışız. Bu çok aldatıcı ve atlatıcı
dünyadan, iyilerin huzur ve karar evi olan ahirete göçtü­
ğümüz zaman durumun nasıl olacağı belli olur." Pervane ağ­
ladı ve: "Allah Hudavendigar'dan sonra bize gün göstermesin,"
dedi. Mevlana: "Hayır, hayır siz az bir zaman kalacaksınız
yalnız huzur ve rahat olmayacak," buyurdu. Nitekim buyurduğu
gibi oldu. Mevlana hazretleri öleceği vakit eski mü­
ritlere: "Benden sonra sizin huzurunuz olmayacak; fakat çocuklarınız
rahat edeceklerdir," buyurdu.
 (231) D e r 1 e r k i : Bir gün bazı müritler "Biz, zavallı
günahkar insanlarız. Mevlana'nın hizmetine gelemiyoruz,"
dediler. Mevlana "Gelmeniz lazımdır, çünkü siz muhtaç
ve günahkarsınız," buyurdu. Ve ilave etti:
"Her kim Mesnevinin manasını dinler ve onunla amel
etmezse 'işittik ve isyan ettik' (K., II, 93; iV, 48) ayetindekilerden
olur, 'lşittk ve itaat ettik' (K., II, 285; iV, 49; V, 1 0)
ayetindekilerden olmaz.
Buyurdu ki: "Bir gece babam namazla meşguldü. Ben
onun yanında oturmuştum. Babam kıyam halinde 'Allah, Allah'
diyordu. Biraz sonra mübarek ağzının açık kaldığını ve 
dudağının oynamadığını gördüm. Fakat göğsünden yine 'Allah
Allah!' sesi geliyordu."
Veled hazretleri buyurdu ki: Bir gün babam hazretlerine:
"Dostlar, biz Mevlana'yı görmediğimiz vakit keyfimiz kaçıyor
ve neşemiz gidiyor diyorlar," dedim. Babam: "Kimin bensiz
keyfi kaçıyorsa, beni tanımamış demektir. Benden bensiz
hoşlananlar yani benim manamla bildik oldukları vakit beni
tanımışlardır," buyurdu ve: "Bahaeddin, her ne vakit ki,
kendini keyifli ve hoşhal görürsen işte sendeki o hoşluk benim."
Nitekim demiştir.
Şiir:
"Fakat bizi aradığın vakit şenlik tarafında ara;
çünkü biz neşe dünyasının güzel mamuresinde
ikamet edenlerdeniz."
(232) Y i n e n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Hürmetli şeyh Evheded-din'i Hoyi (Allah rahmet etsin) Mevlana hazretlerinden: "Kafir kimdir? diye sordu. Mevlana: "Sen mümini göster, kafir belli olsun," buyurdu. Şeyh Evhedü'ddin:
"Mümin sizsiniz," dedi. Hudavendigar: "O halde her kim
bizim zıddımız ise, kafir odur," buyurdu.
Şiir:
"Kafir kimdir? Kafir şeyhin imanından haberi
olmayandır. ölü kimdir? ölü, şeyhin canından
haberi olmayandır."50
(233) Yine Allah’a veliler cümlesinden olan şeyh
izzeddin Köse hazretlerinden n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i :
Bir gün Mevlana hazretleri: "Yukarı uçan kuş göğe ulaşmasa
da hiç olmazsa yerdeki tuzaktan daha uzak olur ve kurtulur_
Bunun gibi eğer biri derviş olup kemale ermese de hiç
olmazsa halk ve pazar ahalisinden üstün olur ve dünyanın
zahmetlerinden kurtulur yükü hafifler." Çünkü: 'Hafifler kurtuldular
ve ağırlar helak oldular,' denilmiştir.
(234) Y in e bir gün Mevlana hazretlerinden, biri:
"Filan hoşa gitmeyecek işler yapıyor. Onun hali ne olacak?"
diye sordu. Mevlana: "üzülecek bir şey yoktur, çünkü o kanadı
bitmiş bir kuşa benzer, nereye isterse uçabilir. Fakat daha
kanatları tamamen bitmemiş olan kuş için üzülmek lazımdır,
(zira) bu kuş yuvasından uçarsa kedilere lokma olur," dedi.
(235) Yine Veled hazretlerinden na k 1 e di1 mi ş­
t i r k i : Mevlana Şems-i Tebrizi bir toplantıda (birine):
"Eğer sen vefalı bir dost bulmadınsa, ben Mevlana'yı buldum.
(Allah Mevlana'nın gölgesini uzun etsin)" buyurdu ve
sonra yüzünü Mevlana'ya çevirerek: "Sen dünyaya tek geldin
ve bütün insanlar arasında meydandan topu kaptın, cümlesini
geçtin, bütün dünyayı aşkınla sarhoşa döndürdün," dedi.
(236) Yine b ti yur du ki: Azizlerden biri bir
cemaatin arasında Mevlana'yı: "Mevlana, son derecede bir
ululuk, bir nur ve bir heybete maliktir," diye övüyor ve Mevlana
Şemşeddin-i Tebrizi hakkında ise inkar gösteriyordu. (yani
bu sıfatlar onda yoktur diyordu). Bunun üzerine Mevlana
Şemseddin: "Bir kimse batıla uyar ve inanırsa, onda böyle
bir nur ve heybet nasıl bulunur? Bir insanda bu hallerin bulunması
için onun batıla değil, hakka inanması lazımdır. Bundan
başka 'Mevlana'nın üzengisinin yanında elli benzersiz velinin
gitmesi lazımdır,' diyorsun. Bir köre nasıl uyarlar? Bir
de: 'Velilerin alameti olur,' diyorsun. Sen kim, velilerin alametini
bilmek kim? İnsan aciz olduğu vakit onun bu aczinden
kalbinde ya bir ziya veya bir zülmet peyda olur; filhakika
şeytan aczinden zulmet, melekler ise acizlerinden ziya
içinde kaldılar. Mucize de bunu yapar. Allah ayetleri de
böyledir. tşte insanlar mucize karşısında aciz kaldıkları vakit
secdeye kapanırlar," dedi.
(23 7) Dostlardan bazıları Mevlana'nın huzurunda: "Mevlana
dünyadan el çekmiştir; fakat Şems-i Tebrizi dünyadan el
çekmemiştir," dediler. Mevlana hazretleri: "Sizin Şems hakkındaki
bu hükmünüz onu sevmediğinizdendir; zira eğer sevmiş
olsanız sizin gözünüze onda ne tamah edilecek bir şey,
ne de hoşa gitmeyecek bir hal görünür. 
Şiir (arapça):
"Hoş görme gözü, her türlü ayıba karşı kördür,
Hoşgörmezlik, bütün fenalıkları meydana çı­
karır."
'Bir şeye olan sevgin, seni kör ve sağır yapar,' sözündeki körlük
ve sağırlık, sevdiği şeyin ayıplarına karşı kör ve sağır yapar
demektir. Göz ayıpları görmeğe başlar başlamaz, muhabbetin
eksildiğini bil. Görmüyor musunuz ki, şefkatli bir ana sevgili
çocuğunun hiç bir şeyinden iğrenmez ve çekinmez. Halis
ve kalpten onun müşterisidir. Her ne kadar tekme atsa ve
pislese de o yine topal eşeğinden arlanmaz.
(238) Y in e Mevlana Şemseddin-i Tebrizi hazretleri
buyur d u ki : "Bugün mana denizinin dalgıcı Mevlana' dır
ve ben Şemseddin (Allah her ikisinin bereketini ebedi kılsın)
de tacirim. İnci bizim ikimizin arasındadır. Ben inciden bahsediyorum.
Sen ise hiç paraya yanaşmıyorsun. Allahnın yolu
budur. Mutlaka Aksaray'dan geçilir. Mutlaka köprünün üzerinden
geçilir. Allah: 'Mallarınızla ve nefislerinizle mücahede
ediniz' (K., IX, 20, 89; VIII, 72) buyuruyor. Evvela mal feda
etmek lazımdır. Ondan sonra işler çoktur. Evvela Aksaray'
dan geçmek gerekir. Yani önce Allah erini bulduktan sonra
Allah’a kavuşmak mümkün olabilir."
(239) Hikaye: Yine dostların ileri gelenlerinden
n ak 1 o l u n u r k i : Mevlana Şems-i Tebrizi (Allah onun
sözünü yüceltsin) Konya'yı şereflendirdiği günlerde, Konya'
nın ileri gelenleri arasında "Şems Hazretleri veli midir, de­
ğil midir?" diye bir kıyamettir koptu. Bu hususta herkes bir
şey söylüyor onunla görüşmek ve onu layıkiyle anlamak istiyorlardı.
O ise, bütün toplantılardan daima çekinir ve halk
arasına karışmazdı. Bu toplantılarda tesadüfen bulunduğu
zamanlar da söz söylemek istese etraftan araya başka şeyler
karıştırırlardı. Bir gün Mevlana Şemseddin: Bizim sözümüze
söz karıştıranlar işte tıpkı Şeref-i Lahaveri gibi bulanık suya
dalar. O bir gün rüyasında büyük bir bulanık suya dalmıştı. İki
parmağını sudan dışarı çıkararak kımıldatıp: "Ey Mevlana
Şems elimi tut, elimi tut," diye aman dilemişti. Fakat o, bun-
dan ibret almadan gene bir gün benim yanımda peygamberlerin
mucizeleri ile velilerin kerametleri arasındaki farkı açıklı­
yor ve: "Peygamberler istedikleri zaman mucizeler gösterebilirler,"
diyordu. Ben ona: "Velilerin halini anlamak nerede,
sen nerede?" dedim. O yine sözüne devamla: "Velilerin bazı­
larında feyezan daimidir ve bazılarında değildir. Bazılarının ihtiyaridir.
Bazılarının ihtiyari değildir," dedi. Buna karşı ben:
"Sen velileri ve onların halini kendi hayalinde (istediğin gibi)
tasavvur etmişsin, dedim. Biz, onun hayrı için adamın sözlerinden
yüz çevirdiğimiz vakit de o: "Beni kıskanıyorlar, bana
garezleri vardır, diyordu," buyurdu. Halbuki ben kafirlere bile
dua ederim. Onlar için: "Yarabbi! Sen onları hidayete ulaş­
tır," derim. Bana küfredene bile: "Yarabbi! Ona küfür etmekten
daha hayırlı bir iş ver de o küfredeceği yerde tesbih ve
tehlil etsin ve hakikat alemi ile meşgul olsun," diye duada bulunurum.

Bunlar da bana nereden sataştılar hakkımda "Velidir yahut
veli değildir," diye dedikodu yapıyorlar. Ben veli imişim
yahut değilmişim, sana ne? Bu tıpkı Cuha'nın dediğine benzer:
Bir gün Cuha'ya: "Bu tarafa bak, sofra ve yemekler gö­
türüyorlar," derler. Cuha'da: "Bana ne?" diye cevap verir.
Bunun üzerine ona: "Onları senin evine götürüyorlar," dedikleri
zaman da, o: "O halde size ne?" cevabını verir.
lşte ben zikredilen sebeplerden dolayı halkla görüşüp
konuşmaktan çekiniyorum; ta ki, onlar taklit sebebiyle vesveselere
düşmesinler.
(240) Y i n e n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Biri Mevlana
Şemseddin'in huzurunda, Mevlana hazretlerine: "Ben seni
seviyorum, diğerlerini de senin için seviyorum," dedi ve şahit
olarak da Mecnun'un şu (arapça) şiirini getirdi:
"Onun sevgisi için zencileri, hatta siyah köpek·
leri bile seviyorum."
Mevlana: "Eğer bu başkalarından Mevlana Şemseddin'i kasdediyor
ve beni onun için seviyorsan bu daha yüksek ve daha
hoş bir iş olur. Eğer onu benim için seviyor ve sevgiliden baş­
kası, sevgiliye uyulduğu için sevilir diyorsan, bu da ancak sevgilinin bu başkasının tabi tutulmasına razı olduğu vakit doğru olur," buyurdu. O adam, hiç bir şey söylemedi ve baş koyup kalkıp gitti.
(24 1) Y i n e Mevlana bir mecliste ilimler saçarken:
« Peygamberimiz (Selam onun üzerine olsun) "Altınını, hareketini
ve mezhebini gizle," ve diğer bir hadisde de "Sırrını gizleyen
işine hakim olur," buyurmuştur. Bu güzel bir adettir ve
öyledir ve hakikaten yerindedir. Evet, bir kula, niçin gizleyeyim,
Mevlana Şems-i Tebrizi'ye, "sırrını açıklarsa işine hakim
olur" sözü yerinde olur. Fakat nerede o kul?» dedi.
(242) Yin e na k 1edi1 mi ş tir ki: Bir gün
Mevlana Şemseddin arkadaşların huzurunda buyurdular ki:
Ben bu gece rüyada Mevlana'ya "Her şey helak olur, ancak
onun zatıdır kalan" (K., XXVIII, 88) ayetini okudum. Bunda
kalandan maksat, dostların yüzüdür ve o dost da sensin, dedim.
Şiir:
"Dostun ya yüzünü veya hayalini görmek lazımdır.
Arta kalanı cümlesi hayaldir."
Dünya ehli, hak ehli, ahiret ehli vardır. Şibli ahiret ehli, Mevlana
ise, hak ehlidir. Mevlana'dan bende olan şey, bana ve
benden başka üç kimseye yeter. Bunun üzerine Şemseddin'in
yakınları kendisinden bu üç kişinin kim olduğunu söylemesini
rica ettiler. O da: "Bunlar, Şeyh Selahaddin, şeyh Hüsameddin
ve benim Mevlana Bahaeddin'imdir," dedi. (Allah emin olan
Peygamberin hürmetine bunlardan ve bunlara tabi olanlardan
kıyamete kadar razı olsun).
(243) Hikaye: tleri gelenlerin sayılı kişilerinden
olan Bedr-i Kema1-i Horsaf (Allah rahmet etsin) şöyle r i v a -
yet etti ki: Ben başlangıçta Şeyh Sadreddin'e mürit olmustum.
Onun vaazlarını çok dinlerdim. O büyük adamın
hizmetine çok gidip geldim .. Şeyhin adeti şöyle idi: Cuma namazından
sonra: "Arzda dağılın ve Allah'nın fazlından kar
ve kazanç isteyin" (K., LXII, 1 O) ayeti gereğince bütün alimler,
fakirler ve emirler şeyhin zaviyesinde toplanırlardı.
Şeyh ortaya bir mesele veya bir nükte atardı. Orada bulunan-
lar onu çözmek için birbirleriyle münakaşaya girişirlerdi. Bu
çok heyecanlı olurdu. Şeyh hiç bir şey söylemezdi. Sonunda
kendisi bu meseleleri çözer ve münakaşalar da sona ererdi.
Bir gün yine şeyhin meclisinde birçok büyükler oturmuşlardı.
Birdenbire uzaktan Mevlana gözüktü. Şeyh, ayağa kalktı, orada
bulunanlarla birlikte Mevlana'yı karşıladılar. Mevlana sekinin
kenarına oturdu. Şeyh, Mevlana'ya seccadede oturması
için çok ısrar etti. Mevlana: "Olmaz, Allah’a ne cevap vereyim?"
dedi. Şeyh ricasına devamla: "Seccadenin yarısında
efendimiz otursun, yarısında da kulunuz," dedi. Mevlana:
"Bunun cevabını Allah’a veremem," diyerek oturmadı. Bunun
üzerine şeyh: "Hüdavendigar hazretlerinin oturmak istemediği
seccadenin bize de lüzumu yok.' dedi ve seccadeyi toplayıp
attı. Mevlana hazretleri bu mecliste hiç bir şey söylemedi.
Derin bir sükuta daldı ve bu hal o kadar devam etti
ki, mecliste bulunanların cümlesi şaşırıp kendilerinden geçtiler.
Şeyh de başını yere eğmiş, alnını yere sürüyor ve buram buram
ter döküyordu. Birdenbire Mevlana: "Allah!" deyip yerinden
kalktı ve "Allah sizi muvaffak etsin," diyerek çekip
gitti. Şeyh ise, bu mestlikten üç gün üç gece kendine gelemedi.
Hiç kimseye de bir şey söylemedi. Mecliste bulunan büyük
adamlar da bu sonsuz ululuk karşısında hayrette kaldılar ve
cümlesi mürit oldular. Allah'nın nimetlerine şükrolsun, ben de
hemen Mevlana'ya mürit oldum ve ondan feyizlendim.
(244) Yine Horsaf'ın babası Nureddin (Allah rahmet
etsin) h ik a ye et ti ki: Oğlum Kemaleddin'i sünnet ettiriyordum.
Büyük bir sünnet düğünü yapmıştım. Mevlana
hazretleri tam on altı gün bizim düğünümüzde bulundu. Takım
takım büyük adamlara sema tertip edildi. Birtakım insanlar
gelir, birtakımı giderlerdi. Mevlana, sema'a o kadar dalmıştı
ki, on altı gün zarfında ne yemek yedi, ne su içti, ne de uyudu.
On altı gün sonra nefis yemekler getirdiler. Mevlana:
"Dostlar afiyetle yesinler. Benim tam iştahım yok," dedi. Sofrayı
kaldırdıktan sonra Emir Alim Çelebi kürsüye oturup Kemal'i
tuttu. Sünnetçiler sünnet ettiler. O gece Mevlana yemek
getirmelerini emretti. Her bir yemekten dörder kap getirdiler.
Cümlesini de tam bir iştiha ile yedi. Elli kaba yakın bir yemek 
yedi, sonra tekrar sema'a kalktı. Dostlar hayretten hayrete
düştüler. Bunun üzerine Mevlana: "Allah eri, Musa'nın sihirbazların
develer yükü sihir aletlerini yuttuğu halde hiç karnı
şişmeyen ve hiç bir eser gözükmeyen asası veya evlerdeki karanlıkları
yok eden bir kandilin nuru gibidir," buyurdu. İşte
o zamanda bu kadar yemek yediği halde onun mübarek karnında
zerre kadar bir şişkinlik peyda olmadı. Yemeden evvel
nasılsa yine öyle idi. Bu da onun nadir ve görülmedik kerametlerindendir.
Şiir:
"Nükte ve lokma kamil kişiye helaldır. Madem·
ki sen kamil değilsin, yeme ve sus. 51
"Bir kimsede yediği lokma celal nuru olursa, o
kimse ne yese ona helaldır."52
(245) Hikaye (Hakikati) arayanların kendisi ile
iftihar ettiği ve guyendelerin tadı olan Şerefeddin-i Osman-ı Guyende, Mevlana'nın eski nedimlerindendi. O şöyle rivayet etti
ki: Bir gün zamanın veliyesi olan Kiramana Hatun'un ba­
ğında idik. Mevlana üç gün üç gece sema etti, heyecanlar içinde
idi. üç takım hanende okumaktan ve uykusuzluktan aciz
kalmış ve bitkin bir hale gelmişti. Ben sema arasında kavval
Zeki'nin kulağına: "üç geceden beri eve gitmedim, acaba çoluk
çocuk ne oldu," dedim. Bu sırada Mevlana hemen mübarek
eteğinin altından elini çıkarıp bir avuç yeni basılmış gü­
müş para çıkardı, Bizim defimizin içine öyle bir attı ki defin
derisi patladı, paralar yere döküldü. Biz bunları toplayıp saydık.
Bin yedi yüz sultani idi. Biz onun gösterdiği bu kudretten
hayrette kalmıştık ki, Mevlana sabahleyin erkenden evden
çıktı, bağın içine doğru yürüdü. Ben de nereye gidecek diye
hep arkasından gidiyordum. O hangi ağaca rastlasa, selam veriyor
ve bütün ağaçlar secde ediyorlardı ve bana Kur'an'daki
'Yıldız ve ağaç secde ederler' (K., LV, 6) ayetinin sırrından
hikmet gösterivordu. Ben bu hal karşısında feryat ve figan
edip heyecanlar gösteriyordum. O, bana: "Sus, bir şey söyleme,"
diye mübarek yeni ile işaret etti. Ben bu heybetten üç
giin üç gece kendimden geçmiş ve dili tutulmuş bir halde oldu-
ğum yerde düşüp kalmışım. Arkadaşlar beni aramışlar. Mevlana:
"Bizim Osman kendinden geçmiş, falan yerde uyuİnuş
yatıyor," demiş. Ben binlerce niyaz ve edep ile yerimden kalktım,
Mevlana'nın huzuruna gidip günahımın bağışlanmasını
istedim. Bütün ömrümde keder, fakirlik ve sıkıntı yüzü görmedim.
(246) Hikaye : Hoca Şerefeddin-i Semerkandi, Bü­
yük Mevlana'nın evinin mahremlerinden ve çocuklarının lalası
idi. Kızı da Sultan Veled ve Alaaddin'in anneleridir. Şöyle rivayet
etti ki: Mevlana dokuz yaşında iken alimler ve nükte
söylemeği seven danişmendlerle münakaşalar yapar,onları cevap
veremez bir hale getirdi. Fakat tekrar lütuf göstererek
kendisini susturulmuş gibi yapardı. Tam bir lütufla sualler
sorar, cevaplar verirdi. Fakat konuşma ve münakaşalarla hiç
bir kimseye asla: "Senin bu fikrini kabul etmiyorum," demezdi.
Onlar ise, kendisine hücum ederler ve: "Senin bu fikrini kabul
etmiyoruz," derler ve ona mani olurlardı. Ben kendisini
azarlardım, "Niçin sen de onların fikirlerini kabul etmediğini
söylemiyor ve karşı koymuyorsun?" derdim. O da: "Onlar
benden yaşça büyüktürler, ben onların yüzüne karşı nasıl böyle
bir söz söyleyebilirim," derdi. Ben defalarca, düşmanları­
nın mahcup olmamaları için kendisini mahsus cevap veremez
bir hale sokulmuş gibi gösterdiğini gördüm. Din. ulularına son
derecede riayet ederdi ve arkadaşlara: "Eğer dostlarınızın kö­
tülüklerini size naklederlerse, sizin onları yetmiş kere hayırla
ve hüsnüniyetle tevil etmeniz gerekir. Onu yazmak ve izah etmektan
tamamiyle aciz kaldığınız vakit, "Bunun sırrını o bilir,"
diye tevil ediniz ve meseleyi kapatınız ki, dünyada dostsuz
kalmayasınız. Çünkü ayıpsız dost arayan dostsuz kalır,"
diye vasiyet ederdi.
Şiir:
"Dost, insanın hüzünlü zamanında canının aynasıdır.
Ey can, sen aynanın yüzüne doğru hohlama."53
(247) Y i n e dostların ulularından n a k 1 e d il m i ş­
t i r k i: Bir gün zamanın şairlerinin sultanı olan Emir Kaani 
Mevlana'dan: "Senai Müslüman mıydı?" diye sordu. Mevlana:
"Elbette. Hatta İslam dinini nurlandıran bir adamdı,"
buyurdu. Kaani'i bunun üzerine baş koyup gitti.
(248) Y i n e Mevlana ilimler saçtığı sırada buyurdu
ki: Kamil bir şeyh, hamama benzer, Hamama girdiğin vakit
nasıl elbiselerden ve bütün eşyadan sıyrılmazsan, zahiri temizlik
hasıl olmaz ve bedenin kirlerinden ve cenabetlikten
temizlenmezsen, kamil bir şeyhin yanına girdiğin vakit de kendini
varlıktan ve kendine tapmak duygusindan sıyırmazsan
hayata kavuşmaz, kıyamet temizliğine ulaşamaz ve nefsin hiyanetinden
ibaret olan hatmi cünüplükten de temizlenemezsin.
Bundan sonra: "Biz insanı şiddetli zahmet ve meşakkette
yarattık' (K., XC, 4) ayetini tefsire başlayarak: "Burada şiddetli
zahmet ve meşakkatten (kebedden) maksat zülmet ve cehalettir.
Sonra Allah onların üzerine nurundan serpti, bunun
üzerine insanın beşeri sıfatları kalmadı, zahmet ve meşakkat
ten rahata çıktı 'O, sarp yokuşa göğüs veremedi' (K., XC, 1 1)
ayetindeki sarp yokuşu geçip esirlikten kurtuldu. Sarp yokuştan
maksat, nefsidir. Esirlikten kurtulması da halkın esirliğinden,
kendi nefsinin işlerini ve nefsinin kurtulduğunu görmekten
kurtulması demektir."


Ahmed Eflaki Ariflerin Menkıbeleri

(l 5 l) Y i n e bu kitabın yazarı toprağa mensup olan
bu kul (Eflaki) (Allah ona iyilik etsin) der ki: Mevlana kendi
mübarek eliyle bir kitabın sahifesine kırmızı mürekkeple
(şöyle) bir kaç satır yazmıştı: Bir gece şeyh Selahaddin'in peştamalı hamamda çözülüp yere düştü. Bunun üzerine: "Ey kandil beni rüsva ettin," dedi. Kandil tersine döndü ve düşüp
söndü. Orada bulunanlar, şeyhin yanma koşup: "Biz hiç bir
şey görmedik," dediler. Şeyh onların bu sözünden çok memnun
oldu. Çünkü onlar görüleni görülmemiş gibi bildirmiş­
lerdi. Bu, pençerelerini atıp
vücudun uzuvlarını ve karnı yırtmağa, tırnaklarıyle etlerini
didiklemeğe benzer. Bu sarığı nereye koydularsa orada kalmalıdır.
Onu koyan onu ay, ayı güneş, güneşi de güneşten
daha latif, daha faydalı bir şey yapar.
(1 52) Hikaye: Arkadaşlarının hayırlılarının (ahyar)
ileri gelenleri rivayet ettiler ki: Velilerin makbulü, eşi olmayan
Emir Taceddin Mutez b. al-Horasani (Allah rahmet etsin)
Mevlana'nın has müritlerindendi. İtibarlı bir emir, hayır
sahibi ve her şeyden haberdar bir adamdı. hakikaten o
Rum memleketlerinde medreseler, hanekahlar, hastaneler ve
kervansaraylar yaptırmıştı. Mevlana hazretleri, onu sultanın
emirlerinin hepsinden çok sever ve ona "hemşehri" diye hitap
ederdi. O ne zaman Mevlana'nın huzuruna gelse müritler
çok sevinirlerdi. Mevlana hazretleri, onu, abı hayatna
ve ilahi manalar gülsuyu şerbetine susamış doğru bir talip
oiarak görünce, ilahi hakikat ve ilimleri aydınlatmakta çok
coşar ve garip sözler söylerdi. Bir gün bu zat, eski adeti üzere
Mevlana'nın ziyaretine gelmişti. Mevlana hazretlt:ri: "Kendi
varlıklarından tamamiyle kurtulmamış ve kendi enaniyetlerinden
tamamiyle geçmemiş oldukları halde yokluk aleminden
dem vuranlar, kuyunun altında olduğu halde: 'Ben en yükse­
ğim,' diyerek yükseklik makamından dem vuran kimseye benzerler.
Kendi varlıklarından kurtulmuş ve yok olmuşlar ise,
damın üstünde: 'Ben en alçağım,' diye bağırırlar. Fakat herkes
bilir ki onların sesi yüksek bir yerden gelmektedir. O her
halde yücedir. Bu iki iddianın misali şöyledir: Bunlardan biri,
ağzına sarmısak almış, miskten, öteki de ağzına misk almış
sarmısaktan dem vurmaktadır. Fakat Peygamberin: 'Ben Allah'nın
nefesini Yemen tarafından almadayıın,' buyurduğu gibi
Allah'nm rayihasını alıp feyze mazhar olmuş ve koku alma
hissi açılmış arifler miski pislikten, doğanın sesını serçenin
sesinden, hak ile batılı, yüksek ile alçağı ömer-ül-Faruk
gibi birbirinden ayırt ederler. Çünkü: "Mümin zekidir, ayırt
edicidir ve anlayışlıdır. O Allah'nın nuru ile bakar." buyurdu.
Şiir:
"Allah'nın nuru ile bakar sırrma mazhar olan
kimse, işin başından ve sonundan haberi
olur. Allah, çehreyi 'tarif edici' diye adlandırmıştır.
Onun için arifin gözü daima çehrededir."
Kur'anc;a: 'Secde izinden (meydana gelen) nişanları simalarındadir'
(K., XLVIII, 29) buyurulmuştur. Bundan sonra
Mevlana: "Emir Taceddin! Gel kokla, eğer onun kokusu
gelmiyorsa onu koparıp at," buyurdu.
Şiir:
"Kalenderin ağzından Allah rayihasını ara.
Eğer. bunu ciddiyetle ararsan hiç şüphe yok ki
(sırlarla) içlidışlı olursun."
Yine buyurdular ki: Sahrada bulunan canlı mahluklar
türlü türlü otlar ıyerler ve otlarla kipteş olurlar. Bazısı da sarı
renkli olur. lşte Allah'nın da öyle layık kulları vardır ki onlar
daima "Allahın toprağı geniştir" (K., XXXIX, 10) sahrasında
otlarlar ve kalbe gözler veren pınarların suyundan
içerler. Nur gıdası ile içleri o kadar dolmuştur ki onlar tamamiyle
hakkın nuru kesilmişlerdir. Nitekim buyurmuştur:
Şiir:
"Kim saman ve arpa yerse kurban olur. Kim
Allah'nın nurunu yerse Kur'an olur. Sen bir
kere o nur gıdasmdaan yesen tandır ekmeğinin
(yüzüne bakmaz), onun üzerine toprak saçarsın."
Nitekim bizim sultanımız hazretleri (yani Peygamber) (Allah'nın
salat ve selamı ·onun üzerine olsun) (böyle) olmuştu.
(Bu sözler üzerine) Emir Taceddin, başını Mevlana'nın ayaklarına
koydu. Mevlana'ya olan ihlas ve samimiyeti bir
iken bin oldu, müritlere bir aşıklar evi yaptırmak için ısrarla
rica etti. (Onun ısrarı karşısında) buyurdu:
Şiir:
"Biz bu yokluk arsasında Ad ve Semud kavmi
gibi yıkılıp yok olan köşkler, dört duvarlı ve
damlı binalar yapmak istemiyoruz. Biz, Nur
ve Halil peygamberler gibi cennet sahalarında
aşk köşkünden başkasını yapmıyoruz."
Ve: "Mana ehline, Allah'nın elçisi hazretlerine uymak
vacip olan vazifelerdendir; zira Allah'nın elçisi: 'Ben, bir karış
yer imar etmedim ve hiç para da biriktirmedim,' diye yemin
ediyor." diye ilave etti. Emir Taceddin, Mevlananın huzurundan
çıktıktan sonra kendi sarayına gitti. Cizye parasından
üç bin dinarı keselere koyup naipleri ile, dostlar hamam
parası yapsınlar diye Mevlana'ya gönderdi. Mevlana bunu
kabul etmedi ve çok canı sıkıldı. Sonra: "Biz nerde, dünya
meşgaleleri nerde!" buyurdu.
Şiir:
"Ben kendim gibi bir adam isterim. Ben bir gümüş tenli isterim; gümüş ve diremin çirkinliğinden artık bıktım."
Parayı böylece alıp tekrar götürdüler. Neticede Taceddin,
Sultan Veled'in bu hususta şefaatine sığınarak medresenin yanında
hizmetkarlar için dervişlere layık basit birkaç ev yapmak
üzere Mevlana'nın müsaadesini rica etti. Sultan Veled'in
delaletiyle bu evleri yaptılar.
(153) Yine melek tabiatli, salihlerin seyyidi, gizli
veli şeyh Bedreddin-i Neccar-i Mevlevi h i k fi ye etti ki:
Ben yeni büluğa ermiştim. Mahir dülgerlerin hizmetinde o
evlerin inşatında bulunan ustalar, tabhanenin damını örtüp
büyük sofanın damı ile uğraştıkları vakit ağaçların hepsini
ölçtüler. Onlardan bir kalasın yarım arşın kısa olduğunu gördüler.
Bunun yerine şehirde başka bir ağaç aradılarsa da
bulamadılar. Usta ve bütün dülgerler ne yapacaklarını şaşırdılar.
Mevlana, birdenbire sema'dan çıkıp: "Ustalar ne düşü-
nüyorlar?" diye bizim odaya geldi. Hepsi baş koyarak bu ağacın
kısa olduğunu söylediler. Mevlana: "Hayır, hayır, böyle
güzel bir ağaç kısa olamaz. Her halde siz onu yanlış ölçmüş­
sünüz," dedi. Benim ustam ayağa kalkıp Mevlana'nıp. önünde
tekrar ölçtü, fakat ağaç eskiden ne idiyse yine oydu, Bunun
üzerine Mevlana yaklaşarak ağacı okşadı ve "Böyle düzgün
bir ağaç nasıl kısa olur? Bu, dülgerlerimizin ölçüde yaptıkları
hatadandır," dedi ve sonra: "Şimdi bir daha ölç," buyurdu.
Ustalar aynı gez ile tekrar ölçüler, (birde baktılar ki) bu ağaç,
diğer ağaçlardan yarım gezden fazla uzundur: Bütün ustalar ve
dostlar bağırarak kendilerinden geçtiler ve hepsi hayret secdesinde
iken Mevlana ortadan kaybolup gitmişti. Ustalar sofayı aynı günde tamamladılar.
Eşyayı tasarrufta, cansız şeyleri, nebatlar ve saireyi de­
ğiştirmekte peygamberlerin mucizelerine ve velilerin kerametlerine
nihayet yoktur.
Sıir:
Bir gün yaşamış ve canlar canının elinden
(marifet) şarabımn kadehini kapmış olan kimse
(bu sırrı) bilir. Musa ve Muhammed sav'in mucizesine
bak: asa nasıl yılan oldu ve sütun nasıl
dile geldi? Hannane'yi inkar eden filozof
velilerin duygularının yabancısıdır."
(154) Yine sırlar katibi Bahaaddin-i Bahri (Allah
rahmet etsin) buyurdu ki: Bir gün Mevlana ile birlikte hamamda
idim. Hatırıma şeyh Ebu Said Ebu'l-Hayr'ın şu hikayesi
geldi: Ebu Said Ebu'l-Hayr bir gün müritleriyle birlikte hamama
gitmişti. Müritleri şeyhin etrafında halka olmuşlardı.
Eblı Said Ebu'l-Hayr: "O Allah'ya hamd ve minnet olsun
ki burada bir peştamalla bulunuyoruz, o da hamamcınındır."
dedi. Şeyhin bununla kendisinin dünya ilgilerinden sıyrıldığını
anlatmak istediğini Mevlana'ya söyledim. Mevlana hazretleri:
"Ey Ebıl Said Ebu'l-Hayr! Hamamın soyunacak yerinde çı­
kardığın ve hamamcının rehin olarak muhafaza ettiği elbiselerin,
cübbelerin ve kapıda bağlı duran katırın kime ait oldu­
ğunu söylemiyorsun," buyurdu ve: "Allah'yı tesbih ederim; 
o, Allahlığa en çok hak kazanandır, 'o hakikati söyler, doğ­
ru yolu gosterir' (K., XXXIII, 4) ki bütün peygamber ve velilerin
bu dünya ile ilgili az bir malları vardır.Buna da halkın
iyiliği için biraz meyletmişlerdi. Bizim bu kadar ilgimiz de
yoktur ve olmayacaktır da,"
Şiir:
"Gözü gördüğünden meyletmedi ve haddini
aşmadı" (K., LIII, 17 sultanı olan Peygamber
bütün dünyayı dolaştığında bir nakış gördü,
ondan sonra hiç bir nakışa aşık olmadı."
(155) Yine ilahl dost Nakkaş diye tanınan Bedreddin-i
Yavaş, gönül sahibi ve nazarında isabet olan bir adamdı,
r i v a y e t e t t i k i : Bir gün Mevlana aziz dostlara:
"Bütün veliler, umma ve dilencilik kapısını nefsi körletmek
ve müritleri kahretmek için açmışlar, ellerinde kandil, sırtlarında
zembil taşımağı reva görmüşlerdi ve 'Allah'ya olan borcunuzu
güzellikle eda edin' (K., LXXIII, 20) mucibince zengin
adamlardan zekat, sadaka ve hediye almışlardır. Biz ise,
kendi dostlarımıza dilencilik kapılarını kapamışız. Dostlarımı­
zın ticaret, kitabet veya herhangi bir el emeği ve alın teri ile
maişetlerini temin etmeleri için Peygamberin 'kuvvetin yettik­
çe istemekten sakın' sözünü yerine getirdik. Bizim müritlerimizden
kim bu yolu tutmazsa, onun bir pul kadar kıymeti
yoktur. O kıyamet gününde de bizim yüzümüzü göremeyecektir.
O nasıl birine elini açıp uzattı ise, ben de ondan yiizümü
kapatacağım," dedikten sonra (bu hadisin manasını içine
alan) şu şiiri okudu:
Şiir:
"Peygamber: 'Eğer sen Allah'dan cennet istiyorsan,
hiç kimseden bir şey isteme. Eğer kimseden
bir şey istemezsen ben, Cennet-ül-Me'va'
nın ve Allah'nın yüzünün senin olacağına kefil
olurum,' buyurdu."
(156) Yine Mevlana'nın has müritlerinden olan, arkadaşların nuru Mevlana Nureddin-i Tizbazari (Allah onun kalbini ve kabrini nur etsin) den n a k l e d i l m i ş t i r k i :
Bir gün Mevlana ilahi ilimler saçıyordu. Söz sırasında şu hikayeyi
anlattı: İlahileşmiş bir derviş tam kırk yıl ormanlarda
şaşkın ve avare dolaşıyordu. O derecede ki, kuşlar onun ba­
şında yuva yapmışlardı. Bir gün birdenbire bir kutb ona, uğ­
radı, "Ey haram yiyen herif," diyerek ensesine bir tokat vurdu.
Derviş bulunduğu dalgınlık ve istiğrak aleminden kendine
gelerek: "Haramını bırak, ben kırk yıldanberi dünyanın helalini
tatmadım. Niçin benim yolumu kesiyorsun?" dedi.
Kutb: Sabah rüzgarları, seher, bahar ve bütün güzel kokular
getiren rüzgarlar, bu güzel kokuları senin dimağ ve koku alma
hissine ulaştırıyorlar, boğazından aşağı ,sokuyor ve seni
besliyorlar. O güzel kokulardan azık alıyor ve o azıktan
kuvvetleniyorsun. Sen bunların hepsine el emeği sarf
etmeden ve hiç zahmet çekmeden nail oluyorsun. Bu,
ulu erlerin mezhebince sana haramdır. Sen, Allah elçilerinin
efendisi (Peygamberin) nin: 'Kendi el emeği ve alın teri ile
kazandığın ekmeği ye', hadisini işitmedin mi? İşitmedin mi ki,
Süleyman peygambere sık sık cennet yemekleri getirirlerdi.
O da bu yemekleri yer, bunlardan lezzet alırdı. Bir gün Cebrail-i
Emin (Selam onun üzerine olsun) Süleyman'a cennetten
yemek tayınını getirdiklerinde orada bulunuyordu. Süleyman,
bu yemekleri tam bir iştiha ile yiyordu. Bir melek diğer bir
meleğe: 'Süleyman bu cennet yemeğini sanki eziyet çekerek
kazanmış gibi öyle bir arzu ve iştah ile yiyor ki (sorma). Allah,
peygamberinin haraç (tabi) yememesi gerekir,' diyordu. Sü­
leyman, Cebrail'den: 'Ne diyorlar?' diye sordu. Cebrail: 'Ne
dediklerini işitiyorsun,' dedi. Süleyman: 'Yani el emeği ile helalinden
kazanılan yemek cennet yemeklerinden daha lezzetli
ve iyi midir, diyorlar.' dedi. Cebrail: 'Evet!' diye cevap verdi.
Ondan sonra Süleyman tövbe edip zembil örmeğe koyuldu
ve onun kazancı ile geçimini sağladı.
Yine Süleyman Davud orucunu tutuyor ve elemeği ile
kazandığı o lokma ile iftar ediyor. Cebrail: "Ey Allah elçisi!
Bil ve haberdar ol ki, cennet taamlarının lezzetleri de şundan
ötürüdür: Yüce Allah bizzat cenneti ve içindekileri iba-
det edenlerin ibadeti, zikredenlerin zikri, şükredenlerin şükrü
ve sabredenlerin sabrı için yaratmıştır. Zahmet çekmeden hazine
bulamazsın," dedi.
Şiir:
"Hazine eziyet çekene gözüktü. Saadet, ceht
ve gayret edenindir."
Ayni şekilde peygamberlerin, kamil velilerin, büyük şeyhlerin,
ulu alimlerin ve geçmişteki sultanların, ekseriyetinin
birer sanat ve hüneri vardı.
(157) Yine Mevlana bu manada başka bir hikaye
daha anlattı. Şöyle ki: Musa'nın (Selam onun üzerine olsun)
gözleri ağrıyor ve büyük bir eziyet çekiyordu. Çünkü: 'Göz
ağrısından başka ağrı yoktur' (Yani hiç bir ağrı, göz ağrısı
ile mukayese edilemez) denilmiştir. Musa feryat ederek Tur'a
hareket etti. Gittiği yoldaki bitkiler ona: "Ey Musa, bizi toplayıp
gözüne sür de o, iyi olsun," diye bağırdılar. Fakat Musa
onlara hiç dönüp bakmadı. Münacaatını bitirince: "Ey padişahım, gözümün ağrısından son derecede zayıfladım. Senin hasretinden 'Hasta olursam bana şifa veren odur' (K., XXVI,
80) ayetini kendime deva ve şifa yapıyorum. Yeryüzünün bitkileri
kendi hususiyetlerini bana bildirdiler. Sen ne buyuracaksın
diye kabul etmedim," dedi. Aziz Allah: "Gözünün şifa
bulması için onların sözünü dinle; çünkü her derde karşı bir
deva, ve her elem için de bir merhem yaratmış ve bir sebep
yapmışım," diye hitap etti.
Şiir:
"Peygamber, şan ve şeref sahibi olan yüce
Allah, her dert için derman yaratmıştır, dedi."
Musa dağdan dönünce o bitkilerden gözüne sürıneğe
başladı. Gözü eskiden daha fena oldu. Feryat ederek yine
Allah'ya döndü, yalvarıp yakardı. Bunun üzerine şöyle bir nida
geldi: "Ey Musa, ben sana hiç zahmet çekmeden nebatları
hemen sahradan koparıp gözüne sür demedim. Ben sana doktorların
dükblnlarına git, onlardan o ilacın eczasını satın al,
tutya yaptıktan sonra, şifa bulman ve rahata kavuşman için 
gözüne sür. Bu basit muameleden doktor da faydalansın, demek
istedim." Musa (Allah'mn selamı onun üzerine olsun),
Allah'nın dediği gibi yaptı ve şifa buldu.
(158) Yine na k 1 edilmiştir ki : Bir gün
Mevlana hazretlerinden: "Muhipler ve aşıklar peygamberlerin
ve velilerin mezarlarına mumlar ve kandiller götürüyorlar,
pencerelerin önüne bezler bağlıyorlar. Bunların, bu götürenlere
ne faydası olur?" diye sordular. Mevlana: "Bu tıpkı şunun
gibidir: Bır kimse eline bir mum ve bir çerağ alır, bunu
nurlu ve nuriandırıcı bir komşudan bir nur alarak parlatır ve
bu parlattığı kandille veya mumla kendi evini aydınlatır.
Velilerin ve peygamberlerin mezarlarına götürdükleri mum ve
kandiller tıpkı, senin eline bir kandil alıp karanlık mezarını
aydınlatman gibidir. 'Bize bakınız ki sizin nurunuzdan alalım'
(K., LVII, 1 3) ayetinde buyurulan gün g?ldiğinde 'Onların
nuru önlerinde ve sağ ellerindedir' (K., LXVI, 8) ayetinde
buyurulduğu gibi senin elinde de bir nur bulunur. Sen bunu
inkar edenlere 'Dönüp bir nur isteyiniz' (K., LVII, 1 3) ayetini
oku. Nas'l ki Peygamber, Berat namazının gecesi, kendi
mescidine geldi. Mescidin çerağ, kandil ve daha başka şeylerle
parıl parıl edildiğini gördü, "Bunu kim yaptı?" diye sordu.
Ömer (Allah ondan razı olsun) ayağa kalktı, hürmetlerını sunduktan
sonra: "Ey Allahnın elçisi! Bunu, bu muhlis kulun yaotı,"
dedi. Peygamber (Selam onun üzerine olsun): "Ey Ömer!
Benim mescidimi nurlandırdığın gibi, Allah da senin kalbini
ve kabrini nurlandırsın," buyurdu. Görüldüğü veçhile kandiller
ve çerağlar yakmak adeti, Allah'nın rahmetine kavuşmuş
olan ümmetin arasında Ömer hazretleri zamanından yadigar
kalmıştır. Derler ki hazret-i Ali'nin (Allah onun yüzünü kerim
kılsın) üç yüce adeti vardı herkesin saadeti bu üç adettedir.
Bunlardan birincisi, bir misafir geldiğinde önüne bal çı­
karırdı. İkincisi , fakirlere, zavallılara şalvar giydirirdi. Üçüncüsü
ise, her mescide çerağ gönderirdi. Hazret-i Ali'nin yakınları
bu üç adetin sırrını kendisinden sordular. O: "Fakir
misafirlere, damaklarının tatlılaşıp hakkımda dua etmeleri
için süzülmüş bal ikram ediyorum. Belki bununla ölümün acı­
lığı da benim damağımda tatlılaşır. Miskinlere şalvar ve göm-
lek vermeme gelince, bunu da bana dua etsinler ve 'insanlar,
yalın ayak ve uryan olarak haşrolurlar' hadisinden ötürü yapı­
yorum. (Böylece) bütün insanlar, uryan olarak haşroldukları
vakit, avret yerimi kapatacak ve giyinecek bir şeyim olur da
o büyük günün toplantısında rezil olmam. Üçüncüsünden yani
mescitlere kandiller ve çerağlar göndermemden maksat da:
şudur: Yüce Allah benim karanlık mezarımı herkese şamil
olan lıltfu ile nurlandırsın, o dar ve karanlık mezarda beni nursız
bırakmasın." buyurdu. İşte velilerin mezarlarına götürü­
len kandillerin, çerağların ve fukaraya sadaka olarak verilen
eski elbiselerin ne tesirler yaptığını ve faydalar sağladığını gö­
rüyorsun. Her din ve mezhebin kitaplarında tekkelere, kiliselere
ve manastırlara mumlar, adaklar, çerağlar ve buhurlar
götürüldüğü yazılıdır; bundan bir sevap umulur. Hususuyle buhurlar
bütün cin ve insin rahatını mucip olur. Faydaları pek
çoktur."
(159) Hikaye: tleri gelen ravilerden ve yalan söylemek
ihtimali olmayan sözüne emin kişilerden (Allah
onlardan razı olsun) rivayet ettiler ki: Bir gün Muineddin-i
Pervane (Allah rahmet etsin) Mevlana'dan: "Bütün geçmiş
şeyhlerden (Allah onların burhanım nurlandırsın) her birinin
ayrı ayrı la ilahe illa'llah ( = Allah'dan başka Allah yoktur)
gibi virdleri ve bir zikri vardır. Meseıa bazı Türkistan derviş­
leri hu, hu demişler, bazısının zikri de sadece illallah olmuş.
Zahidler, lahavla ve la kuvvata illa bi'llahi'aliyyi'l-azim
( =Yüce Allah'dan başka, hiç kimsede kuvvet ve kudret yoktur)
sözünü tekrarlamışlar; bazıları astağfirullaha'll-azim
(= Yüce Allah'dan mağfiret dilerim) demiş; bazıları
da subbanallah ve bi-hamdihi sözlerini yüz defa tekrar etmişlerdir.
Acaba Hudavendigar'ın zikr şekli nasıldır?" diye
sordu. Mevlana: "Bizim zikrimiz, Allah, Allah, Allah'dır. Çünkü
biz, Allah'a ait olanlardanız, Allah'dan geliyor ve tekrar
Allah'a gidiyoruz." buyurdu.
Şiir:
"Biz zattan doğmuşuz, yine zata· gidiyoruz.
Ey dostlar, bizim hareketimize dua ediniz." 
Biz, Allah'dan gayrı şeyleri bırakmış, Allah'ya tutunmuşuz.
Şiir:
"Biz yanımızı iki dünyadan da boşalttık ve
Allah'm (Lam) ının yanında (hi) gibi oturmuşuz."
( 160) Nitekim babam Bahaeddin Veled hazretleri (Allah
onun sırrını kutlasın) daima Allah'dan işitiyor ve Allah'dan
söylüyordu, Allah'yı zikredici idi. Çünkü yüce Allah, peygamberlerin
ve velilerin hepsine hususi bir isimle tecelli etmiş­
tir. Biz Muhammed sav'e ait olanlara tecellisi ise, Allah ismi iledir.
Çünkü o hepsini içine alır.
(161) Yine şeyh Mahmud-i Azab (Allah rahmet etsin)
r i v ay e t e t t i : Mevlana hazretleri uzun gecelerde
daima: "Allah, Allah!" derdi, ve mübarek başını medresenin
duvarına koyup yüksek sesle öyle Allah, Allah derdi
ki gürültüleriyle yer gök arası dolardı.
( 162) Yine bir gün Mevlana'nın karısı Kira hatun
(Allah ondan razı olsun) Mevlana'nın yırtılan feracesini, Mevlana'nın
üzerinde dikiyordu. Bir elbiseyi insanın üzerinde dikerken
ağza bir şey almak malum bir adettir. Meseıa bir
yaprak, bir saman çöpü veya bir kağıt parçası alınır. Böyle
bir şeyi ağza almadan dikmeyi çok uğursuz sayarlar. Kira hatun'un
hatırından: "Acaba Mevlana da mübarek ağzına bir şey
aldı mı?" diye geçti. Mevlana hemen: "Bunun ehemmiyeti yok;
sen adamakıllı dik. İşte ben ağzıma: 'Kul hüv'al!ahü ahad': de,
o Allah tektir. .. (K., CXII, 1) i aldım ve Allah'ı dişimle adamakıllı
yakaladım," buyurdu.
(1 63) Yine n ak 1edi1 mi ş t ir ki : Bir gün Muineddin
Pervane, Mevlana'nın ziyaretine geldi. Mevlana meydanda
yoktu. Pervane ileri gelen emirlerle birlikte o kadar bekledi
ki, ne yapacaklarını şaşırdılar bekleme haddı aştı. Mevlana
hiç görünmedi. Pervane'nin hatırından: "Emir sahibi olan
adaletli emirleri, din büyüklerinin ve yakin ilmi şeyhlerinin
aziz ve muhterem tutmaları, onlar için bir can kuvveti ve bir
yardım olur. .. o inayetin nuru vasıtasıyla de emirler, (halkı)
irşadetmek ve hidayete ulaştırmak yolunu bulur. Acaba Mevlana'nın bu gibi emir ve meliklerden kaçmasının sebebi nedir?
Halbuki zamanın şeyh ve alimleri emirlerin iltifatlarını mumla
arıyor ve bunun için ölüyorlar. Mevlana ise bizden, cennetliğin
cehennemden ve uçan kuşun tuzaktan kaçması gibi
kaçıyor," diye geçti. Bu sırada Mevlana birdenbire medresenin
toplantı yerinden çıktı ve kendisini kükremiş bir aslan gibi
gösterdi. İlimler saçmağa başladığı sırada şu hikayeyi anlattı:
Sultan Said-i Mes'ud-i gazi Mahmud Sebüktekin bir
gün kalkıp şeyh Ebu'l-Hasan-il-Harakani'nin ziyaretine gitti.
Vezirler ve devletin ileri gelen adamları, İslam sultanı'nın
gelmekte olduğunu şeyhe haber vermek için önceden koştular.
Şeyh hiç tınmadı. Sultan adamları ile beraber hankahın
bahçe kapısına kadar geldi. Hasan-i Meymendi gelip şeyhin
yanına girdi ve baş koyduktan sonra: "Allah rızası, arkadaş­
ların menfaati ve sultanın hatırı için kapıya kadar zahmet et
de, saltanatııı namus ve şerefi haleldar olmasın," dedi. Şeyh
hiç yerinden kımıldamadı. Sultan, şeyhin odasının kapısına
kadar geldiği vakit, vezir ileri koşup şeyhe: "Ey din ulusu!
Sen Kur'anda: 'Allah'ya, onun elçisine ve sizden emir sahibi
olanlara itaat ediniz' (K., iV., 58) ayetini okumadın mı? Zira
emir sahiplerine hürmet göstermek onları ağırlamak vacip olan
vazifeler zümresindedir. Hususuyle böyle evliya tabiatli olan
padişaha (hayli hayli lazrmdır)," dedi. Şeyh cevabında: "Allah'ya
itaat ediniz'e o kadar daldık ve battık ki, daha: « Elçisine
itaat ediniz' e bile başlamadık; nerede kaldı ki, emir sahiplerine,
» buyurdu. Bunun üzerine sultan hemen baş koyup
halis bir mürit oldu. Sultan (ve maiyeti) ağlayarak şeyhin huzurundan
çıktılar.
Şiir:
"Sema vaktinde, aşk mutribi 'kulluk bağdır
efendilik baş ağrısı' dedi.
Padişahlık ve kulluk anlaşıldı. Aşıklık, bu kayıtlardan
kurtuldu.
Aşk ve aşıkın mezhebi ve milleti yetmiş iki milletinkinden
başkadır. Padişahların tahtı, aşk
ve aşıkın tahtı yanında, tahtadan bir kerevet-
tir. Dünya padişahları nefislerinin tabiatlerinin
kötülüklerinden, kulluk şarabının rayihasını
bile almadılar.
Yoksa İbrahim Edhem gibi şaşkın ve başı
dönmüş bir vaziyette durmadan saltanatı yı­
kıp harap ederlerdi."
(Mevlana bu hikayeyi anlattıktan sonra) Muineddin Pervane
ve yanında bulunan bütün emirler ağladılar ve eseflenerek
oradan çıktılar.
(164) Hikaye: Sıvaslı şeyh Nefiseddin (Allah rahmet
etsin) şöyle rivayet etti ki, bir gün Mevlana mübarek medresesinin
sahanlığında dolaşıyor, arkadaşlar da ayakta o sultanın
mübarek yüzünü temaşa ediyorlardı. Mevlana: "Medresenin
kapısını adamakıllı kapatın," buyurdu. Birdenbire Sultan
İzzeddin, vezir, emir ve naipleriyle birlikte Mevlana'yı ziyarete
geldi. Mevlana bir hücreye girip gizlendi ve: "Zahmet
etmesinler," diye cevap vermelerini emretti. Padişahın cemaati
dönüp gittikten sonra birisi şiddetle medresenin kapısını
çalıyor ve hiddetle kapıya vuruyordu. Bir derviş kalkıp kapıyı
açmak istedi. (Fakat) Mevlana ona müsaade etmeyip kendisi
kalktı ve: "Erlerin kapısını kim vuruyor?" diye sordu. Kapı­
daki adam: ·'Kulların kulu Emir Alimdir," dedi. Kapı açıldı;
Emir Alim içeri girdi, secdeler ederek Mevlana'nın huzuruna
kadar geldi. Mevlana: "Ey Emir Alim! Sen 'Kul huva'llahu
ahad' (K., CXII, 1) i biliyor musun?" diye sordu. O da:
"Evet!" dedi, "biliyorum," Mevlana: "O halde oku dinleyeyim,"
dedi. Emir Alim okuduktan sonra Mevlana: "Görü­
yorsun ki her türlü eksikten arı duru olan yüce Allah, 'benim
anam, babam, çocuğum ve benzerim, şerikim ve eşim yoktur,'
diyor. Şimdi iş ve hizmet zamanıdır. Sen elinden geldiği kadar
taate çalış ve bana hiç güvenme. Çünkü Allah velileri, Allah'
nın sıfatiyle muttasıftırlar," buyurdu ve 'Aralarında ne ensap,
ne karabet vardır ve birbirleriyle soruşturmazlar' (K., XXIII,
101) ayetini okudu.
Şiir:
"Bu yolda nesep yoktur (K. XXIII, 101).
Bu faziletin nesep mihrabı, zühd ve takvadır." 
ve işte Çelebi Emir Alim ömrü oldukça ibadet takva ve cömertlikle meşgul oldu. Şeyh Nefiseddin dedi ki: "Çelebi Emir
Alim, Mevlana'nın huzurundan çıktıktan sonra, acaba bizim
akibetimiz ne olacak?" diye Mevlana'nın bu sözlerinden dostların
yüreklerine korku düştü. Pek çok ağladılar. (Bunu gören)
Mevlana: "Hayır, hayır, iş korkulacak derecede değildir. Ben
istedim ki, bizim Emir Alim tamamiyle tembel olmasın. Ve
hilekar nefsine tembellik öğretmesin. İmkan nispetinde de çalışıp
çabalasın. Çünkü Yüce Allah atıl ve batıl kimseleri sevmez,"
buyurdu.
Şiir:
"Sevgili bu tarzdaki aşk perişanlığını sever.
Boş yere çalışmak uyumaktan daha iyidir.34
"Bir kimse Allah'ya iman ve itaat etmekten bir
an ziyan etmiş ise, ben kafir olayım.35
o. takva zühd ve iyilik işini tutar; çünkü iki
dünyada kurtulma onunla olur."
"Yoksa eğer ben, Allah'nın sonsuz rahmetinden bana
malum olanı bildirir, açıklar ve halka söylersem, hepsi işten
kalır ve hiç kımıldamaz," dedi ve ilave etti:
Şiir:
"Sen mutlak bir emniyet içerisindesin. Halbuki
hamlar senin daha korku ve ümit içinde olduğun
itikadındalar ."
(1 65) Yine na k 1 e di1 mi ş tir ki: Mevlana haz.
retleri toplantı salonunda ( cemaathane) dostlarla hemdem olmuş,
sohbet ediyordu. İlahi bir dost da rebap çalıyor ve bu
çalgının sırrına dair ilim veriyordu. Birdenbire şeyhlerin şeyhi
ve faziletli insanların kibarı olan Şerefeddin-i Mavsili (Allah
rahmet etsin) birkaç emirle birlikte elçilik vazifesiyle Pervane'den
geldi. Mevlana hazretlerinin yakınlarından olan Hoca
Mecdeddin-i Meragi acele ile içeri girdi, safdilliğinden ötü­
rü rebap çalana: "Rebabı durdur, çalma, çünkü büyükler geliyorlar,"
dedi. Gelenler Mevlana'yı ziyaretle müşerref olduktan
sonra dışarı çıktılar. Ulu arkadaşlar onları medresenin 
kapısına kadar uğurladılar. Şeyh Şerefeddin, Hoca Mecdeddin'e
buyurdular: dostlara ayakkabı parası olmak üzere iki bin
dinar verdiler. Hoca Mecdeddin durumu Mevlana hazretlerine
bildirince Mevlana hiddetle: "Ne sen kalırsın, ne o para
(dirhem) ve ne de gelen o soğuk kalpli ölüler! Kapıdan acele
ile öyle geldin ki, bir peygamber geldt veya Cebrail-i Emin
indi sandım. Biz kendi işimizle meşgulüz, kim isterse gelir,
kim isterse gider. Sen niçin böyle telaş ediyorsun?" buyurdu.
Şiir:
"öküz gelmiş, eşek gitmiş bize ne? Şimdi vakit
hoştur o çekişmeden vazgeç."
(Bunun üzerine) Hoca Mecdeddin o anda başını açıp
Hudavendigar'ın ayağına düştü ve ağlayarak istiğfar etti. Mevlana
tekrar inayet buyurup: "Bu diremleri Çelebi Hüsameddin
hazretlerine götür, müritlerin ihtiyaçlarını gidermeğe harcasın,"
dedi.
Hoca Mecdeddin hazretleri, servet ü saman ve hayır sahibi
bir adamdı. Eşyadan ve paradan yana neyi varsa hepsini
Mevlana hazretlerine feda etmişti; o dereceye kadar ki, Hindistan'ın
Şaş-i Hindi sarığı, Hindibari fereci ve gömlekleri gibi
dikili giyecekler ve başka şeylerle ayakkabı ve çizmelerden
ikişer üçer takım yaptırmış, birkaç sandığa koyup saklamış­
tı. Mevlana hazretleri sema'da veya başka bir yerde guyendelere
ve halka bahşiş vereceği zaman Hoca Mecdeddin derhal
yanındaki elbiseleri hazır bulundururdu. Mevlana'nın bunun
hakkında büyük bir teveccühü vardı. Hülagu Han büyük
bir ordu ile Rum (Anadolu) memleketlerine saldırıp, tahripler
yaptığı sırada Müslümanlar arasında büyük bir şaşkınlık
vakı olmuştu. Mecdeddin'in bin tane besili koyunu vardı.
Onları, ne yapsın ve nereye götürsün, diye son derece şa­
şırmış kalmıştı. Kalkıp Mevlana hazretlerine geldi ve meseleyi
anlattı. Mevlana: "Hiç gam yeme, bir aslanı tayin ederim,
senin koyunlarını uyuz kurtların şerrinden muhafaza eder,"
dedi. Konya havalisinde bulunan bütün koyun ve davarları
Moğol askerleri talan ettikleri halde Allah'nın inayetiyle Mecdeddin'in
koyunlarından bir kuzu bile eksilmedi. 
(1 66) Y i n e bir gün Mecdeddin, bir zengını, Mevlana'yı
ziyarete getirdi. Mevlana kalkıp ayakyoluna girdi.
Oradan gelmesi gecikti. Mecdeddin durumu anlamak için Mevlana'nın
arka<>ından gitti. Onu, ayak yolunun bir köşesinde
murakıp oturmuş gördü. Baş koydu ve: "Hudavendigar, ne
yapıyorsun?" diye sordu. Mevlana: "Bu lağımın pis rayihasını
koklamak, ruhu kokmuş zenginlerle sohbetten yüz misli
daha iyidir. Çünkü dünya ehli ve zenginlerle sohbet, aydın
gönülleri karartır ve bozar," dedi. Bunun üzerine derhal o
zengin tüccar, elbiselerini yırtarak kul ve mürit oldu. Bütün
eşyalarını da ensaba ve esbaba verip bir fereci giydi, halktan
alakasını kesip maksadına ulaştı.
(167) Hikaye: Eski dostlar ve her biri devrinin Şakik-i
(Belhi)'si olan şefkatli kardeşler (Allah onlara rahmet
etsin) şöyle rivayet ettiler ki: Baçu'nun askeri Konya'nın etrafını
iç içe çevirip muhasara ile meşgul olunca bütün halk
kendi canından vazgeçip birbirleriyle helallaştılar ve Mevlana
hazretlerine gelip feryat ederek yardım dilediler Mevlana
hazretleri, kalenin Halka beguş kapısından dışarı çıktı.
Konya meydannının arkasında bulunan bir tepeye çıkıp, kuşluk
namazı ile meşgul oldu. Baçu'nun çadırının o tepenin altında
kurulu olduğunu söylerler. Baçu'nun noyanlerinden bazıları,
halk (korkudan) biribirine girdiği halde, yüzü örtülü ve duman
renkli sarıklı bir şahsın o tepenin üzerine çıkmış tam bir feragatle
namaz kıldığını gördüler. O zam?n Moğol askerinin
İslam nurundan ve imanın emanından haberleri yoktu. Hatta
kaç tane İslam şehrinin medreselerini, mesçitlerini ve minarelerini
yıkmıştılar. Hep birlikte Mevlana hazretlerini ok yağmuruna
tutmağa niyet ettiler. (Fakat hepsinin elleri bağlandı).
Ne kadar çalıştılarsa da yayı çekmek mümkün olmadı. Atlara
binip üzerine atıldılar, atları mahmuzladılar; fakat atlardan
hiç biri bir adım ileri atmadı. Şehir halkı bu kudreti burcun
tepesinden seyrediyor, tekbir ve feryatları ayyuka ulaştmyorlardı.
Baçu'ya bu haberi arz ettikleri vakit, bizzat kalkıp
çadırın kapısından dışarı çıktı. Ok ve yay isteyerek Mevlana'
nın bulunduğu tarafa bir ok attı. Ok üç defa da geri dönerek
askerin ortasına düştü. Bunun üzerine ata bindi ve ileri sür-
dü. Fakat atın hiç ilerlemediğini gördü. Kin ve gazabınından
attan inip yürüdü ise de 'Kun feyekun = ol de,
olur' (K., il, 11 7) a kadir olanın kudretiyle her iki ayağı da
bağlanıp hareket edemedi. Bunun üzerine: "O adam hakikaten
İlahi (yaratgana ait) bir adamdır. Onun gazabından
sakınmak lazımdır. Her şehir ve vilayette öyle bir adam olsa,
buraların halkı bize asla mağlup olmazdı," dedi.
( 168) Mevlana hazretleri de adı geçen (kumandan) hakkında
defalarca: "Baçu veli idi, fakat, o bunu bilmezdi," derdi.
O azamet ve kerameti görünce Baçu: "Bugünden sonra
savaşıp döğüşmesinler," diye emir verdi. Moğol askeri, şehri
bırakıp Filubat sahrasına kondu. Şehrin bütün büyükleri ve
ileri gelenleri İslam sultanının huzuruna gelip birlikte Mevlana
hazretlerine gittiler, özürler dileyerek şükürler ettiler. Paradan,
davardan ve nadir hediyelerden sayısız mal topladılar,
Baçu'ya pişkeş çekip itaat ettiler. Baçu razı olup şehri bağış­
ladı ve şehrin büyüklerinden: "O, nasıl bir büyüktür ve neredendir?"
diye Mevlana hazretlerini sordu. Ona, Baha Veled'
in hikayesini ve, onların Belh'ten çıkışını baştan nihayetine kadar
anlattılar. B:ıçu: "Namusum ve hatırım için şehrin burçlarını
yıkınız, çünkii ant içmişim," dedi. Şehrin büyükleri, şehir kalesinin
şerefelerini yıkmağa başladıkları zaman şehirlerin içinden
bir çığlık yükseldi. Dostlar, bu meseleyi Mevlana'ya bildirdiler.
Mevlana: "Yıksınlar da Konya'lılar, Konya şehrinin
hafif bir zelzele ile yıkılan taştan yapılmış burçtan ve
bedenden başka bir bedenle ve burçla muhafaza edilmiş olduğunu
ve dikkatle saklandığını hakiki olarak bilsinler. Eğeı
Allah velilerinin himmeti olmasaydı Ad ve Semud kavimlerinin
şehirleri gibi 'Altlarını üstlerine getirdik' (K., XI, 82)
altüst olurdu ve insanlar onun harabeleri üzerine ağlarlardı.
Şiir:
"Dünyada mazlumların feryatları (kulaklarına)
erişince, Allah velileri yardıma koşarlar.36
Bunlar bela yerinde, musibetli günlerde şefkatli
ve merhametli insanlar ve rüşvet almadan yardım
edicilerdir. 
Ey belaya tutulmuş olan kimse! Git, bu kavmi
ara. Başına bela gelmeden evvel bunları (sohbetim)
ganimet bil.
Allah'nın kulları merhametli ve yumuşak huyludurlar.
İşleri düzeltmekte Allah'nın huyuna
sahiptirler37."
( 169) Yine Mevlana hazretleri sık sık buyuruyordu
ki, bundan sonra Konya şehrine "Medinetü'l-Evliya = Veliler
şehri" lakabını veriniz. Çünkü bu şehirde her kim dünyaya
gelirse veli olur. Baha Veled'in mübarek cismi ve onların
nesli bu şehirde bulundukça, bu şehre kılıç işlemez bu
şehrin düşmanı nihayetine kadar kalamaz, yok olur. Ahır zamanın
afetinden masun kalır. Bir kısmı harap olup izi silinse ve
zedelense de tamamiyle yıkılmaz, çünkü o harap olsa da bizim
hazinemiz onda gömülü olarak kalır. Nitekim demiştir.
Şiir:
"Tatar dünyayı savaşla harap ettiyse de harap
dünya senin hazineni kendinde saklar, niçin
üzülsün?"
Nihayet bütün dünyadan manevi erler bu tarafa yöneldikçe
burası öyle güzel olacak ki, ölüler bile dirilmeğe heves
edecekler. Bizim mana ve sırlarımız bütün dünyayı tutacak
Bundan başka: "Konya şehrinde neslimizi inkar eden bir kavim
oldukça bu şehrin insanları rahat etmeyecekler," buyurdu.
( 1 70) Hikaye: Hazretin hizmetçilerinden bir derviş
latife yolu ile: "Hudavendigarımızın Baçu'nun askerinden
korkmaması ve öyle bir kıyamet gününde o tepenin üzerinde
namaz kılması şaşılacak şeydir. hakikiten bu ne cesaret
ve ne yiğitlik! Hudavendigar'ımızın büyük bir pehlivan oldu­
ğu anlaşıldı." dedi. Bunun üzerine Mevlana: "Evet, vallahi,
bizim Peygamberimiz: 'Ben insanların en cesaretlisiyim,' buyurmamış
mıdır" dedi. Bütün dostlar baş koyup: "aferin"
dediler. Mevlana o anda bu kasideye başlayıp dedi:
Şiir:
"Ben ne bu sarayı, ne de seni tanıyomm. Ben
bu cadı ressamı da tanımıyomm, tanımıyomm." 
Dostlar onun söylediklerini yazdılar, nihayet bu beyitlere
vardı:
"O hanlar hanından elime bir emir geldi. Ben
bu Bacu ve Batu'yu tanımıyorum, tanımıyorum.
Benim ne de (güzel) Rum ve Türk çehreli, gizli
dilberlerim var. Eğer ben Hülagu'yu tanı­
mazsam ayıp değildir." 38
 (171) Hikaye : Hudavendigar'ın hanımı Kira Hatun'dan
nakledilmiştir ki: Bir gece Mevlana hazretleri aramızdan
kayboldu. Ben medresenin evlerinin içini dışını her
tarafını birer birer aradım bulamadım. Halbuki bütün kapılar
da kapalı idi. Biz hepimiz buna şaşakalmıştık. Hepimiz uyuduktan
sonra birdenbire uyandım. Mevlana'nın teheccüd namazına
durduğunu gördüm. Mevlana namazı bitirinceye kadar
bir şey söylemedim. Namazı kıldıktan ve virtleri okumaktan
boşaldıktan sonra kalktım, yanına giderek baş koydum, mübarek
ayaklarını kucağıma aldım, yavaş yavaş onları ovmağa
başladım. Bir de baktım ki, mübarek ayakları toz içerisinde.
Ayak parmaklarının arasında renkli kumlar buldum; ayakkabısının
da kumla dolu olduğunu gördüm. Tam bir korku içinde
bu hali kendisinden sordum. Mevlana: "Kabe-i Muazzama'da
(Allah onu yüceltsin ve şereflendirsin) daima bizim
muhabbetimizden bahseden gönül sahibi bir derviş vardı. Bir müddet
onunla görüşmeye gittim ve bu da Hicaz kumudur, onu
sakla kimseye söyleme," dedi. İçimden: "Bu ne de büyük bir
sefer ve şaşılacak dolaşmadır!" diye geçti ve hayretler içinde
kalmıştım ki, buyurdular:
Şiir:
"Veliler, gönüller gibi ufukları gezerler. Onlar
konaklara ve deve semerlerine bağlı değildirler."
Ben bu kumların hepsini topladım, bir miktarını bir ka­
ğıt içerisine koyup melikelerin melikesi Mevlana'nın müridesi
olan Gürci Hatun'a gönderdim ve bu büyük seyahati ve tayyi mekanı ona bildirdim. Gürci Hatun'un itikadı bir iken bin oldu ve bunun için o kadar bahşişler verdi ki parmakla
sayılmaz.
(172) Hikaye: Yine Şeyh Mahmud-i Sahib Kıran
(Allah'nın inayeti üzerine olsun) şöyle hikaye etti ki: Ben
Mevlana'ya yeni mürit olduğum sırada Şam'dan bir hacılar
cemaati geldi. (Bunların arasından Konya tacirlerinden birinin
yakışıklı bir oğlu, Mevlana'yı ziyarete gelerek hadsiz
hizmetlerde bulundu ve bütün dostlara envai çeşit hediyeler
verip onlara şu garib hikayeyi anlattı: "Bir gece çölde
bana uyku galebe etti, kafileden geri kaldım. Birdenbire uyandım,
bütün kafilenin geçip gittiğini gördüm. Sağıma, soluma
baktım; hiç bir mamurluk, görünmüyordu. Ağladım, bağırıp
· çağırdım ve şaşırıp kaldım. Ne tarafa gideceğimi bilemedim.
Bunun üzerine düşe kalka ikindi namazına kadar yürüdüm.
Uzaktan, çölün ortasında kurulmuş büyük bir çadır ve bundan
çıkan büyük bir duman gördüm. Kendimden geçmiş bir
halde o çadıra doğru koştum. Yakınlaştığım vakit çadırın kapısında
heybetli bir adamın oturduğunu gördüm. Büyük bir
korku ve edeple selam verdim. O da selamımı alarak: "İçeri
gir otur, biraz rahat et," dedi. İçeri girdim, baktım ki, bu
adam bir tencere içerisinde ev helvası pişiriyor. Ona: "Ey
Allah'ın velisi, bu insan öldürücü çölde böyle bir çadırda,
böyle sıcak bir helva ve temiz, soğuk su nereden? Bu ne haldir?
Bana anlat." dedim. O da: "Ey delikanlı, bil ve haberdar
ol ki, Bahaeddin'in oğlu Mevlana her gün bir defa buradan
geçer. Ben o sultanın müritlerindenim. Belki inayet buyurur
da iftar eder, diye bu helvayı onun için pişiriyorum," dedi.
Bunun üzerine benim hayretim bir iken bin oldu. Aradan
bir müddet geçmedi ki Mevlana görünüp çadırdan içeri girdi.
Bu zat kalkıp kendisini karşıladı ve baş koyduktan sonra bir
tabak helva önüne koydu. Mevlana bu helvadan fındık kadar
alıp ağzına attı ve biraz da bana verdi. Ben hemen Mevlana'
nın eteğine yapıştım ve: "Allah için olsun, ben Konya'dan aile
sahibi bir adamım, hacılar kafilesinden ayrı düştüm, yolu bilmiyorum,
beni kurtar," diye yalvardım, Mevlana: "Sen mademki
benim hemşerimsin, hiç korkma, gözlerini kapa!" bu-
yurdu. Ben gözlerimi kapadım. Gözlerimi açınca kendimi kafilenin
arasında gördüm.
Şiir:
"Eğer bir aşık kervandan geri kalırsa, Hızır
onun yoluna gelir, ona kılavuzluk eder."
Ben bu olayı bütün hacılara söyledim ve o günün tarihini
yazdım. Orada yüz bin gönül ve can ile Mevlana'nın kulu
ve müridi oldum." Hacılar döndükten sonra cümlesi bu gencin
irşadı ile başlarını açıp mürit oldular.
(173) Y i n e Hazretin (Mevlana'nın) (Allah onların
emsallerini ziyade etsin) yanından ayrılmayanlar şöyle rivayet
ettiler ki: Bir gün Mevlana hazretleri bir hamamın kapısından
geçiyordu. Birdenbire hamamın külhancısı Mevlana'nın arkasına
düşüp:' "Çok fakir ve çoluk çocuk sahibiyim. Dünyalıktan
da hiç bir şeyim yoktur. Mevlana'nın bana bir şey vermesini
istiyorum," diye yalvarıp yakardı. Mevlana: "Ağzını
aç!" dedi. O ağzını açınca, Mevlana avucunu onun ağzına
kapadı. Külhancı çabuk çabuk ağzından eteğine (bir şeyler)
döktü. Bir de baktı ki, eteğinde daha sıcaklığı üzerinde yeni
darbolunmuş ve sikkelenmiş yirmi altın dinar var.
O fakir külhancı arkadaşların önünde: "Dinarların sıcaklığından
dilim yandı ise de ziyanım kapandı," diye hikaye
etti. Zavallı külhancı bitap bir hale gelmişti, delilik yapmak
ve dünyayı delirtmek istiyordu, (fakat) Hudavendigar: "Hayır,
hayır gürültü etme ve bunlardan da kimseye bahsetme, sana
gümüş lazım olduğu vakitler yine benim yanıma gel," buyurdu.
(1 74) Yine müritler rivayet ettile r ki:
Şiraz ülkesinin meliki olan sultan Şemseddin-i Hindi, insanların
en hoşu ve en tatlı sözlüsü Şeyh Sadi'ye bir mektup gönderip
acayip manalar ihtiva eden gazellerden kimin olursa
olsun, canının gıdası yapması için kendisine göndermesini rica
etti. Şeyh Sadi, Mevlana hazretlerinin o günlerde Şiraz'a
götürdükleri ve halkın deli divane oldukları yeni bir gazelini
yazıp gönderdi. O gazel şudur: 
"Her an sağdan soldan aşk sesi geliyor. Biz
göğe gidiyoruz, kim bu temaşaya katılmak
istiyor?" 
Ve mektubun nihayetine da "Rum ülkesinde bir mübarek
padişah zuhur etmiştir. Bu, onun sırrının hoş kokularındandır.
Bundan daha iyi bir söz söylenmemiştir ve söylenmeyecektir
de. Ben, o sultanı ziyaret etmek üzere Rum diyarına gitmek
ve yüzümü · onun mübarek ayağının toprağına sürmek istiyorum.
Bu, padişahımıza böylece malum olsun," diye yazdı. Melik
Şemseddin bu gazeli okuyunca hadsiz hesapsız ağladı ve
aferinler dedi. Büyük bir toplantı tertip edip o gazelle sema' -
lar yaptılar. Minnettarlığını ifade için Şeyh Sadi'ye birçok
hediyeler gönderdi. İşte bu yüzden sonunda Sa'di Konya'ya
gidip o Hazretin (Mevlana'nın )elini öpmekle müşerref ve erlerin
inayet nazarına mazhar oldu.
D e r 1 e r k i : Melik Şemseddin, Şeyh Seyfeddin-i Baherzi'nin
(Allah onun ruhunu rahatlandırsın) mutekitlerindendi,
o gazeli bir kağıda yazıp nadide armağanlarla birlikte gazel
hakkındaki fikrini öğrenmek maksadiyle Seyfeddin'e gönderdi.
Buhara'nın bütün büyükleri şeyhin yanında idiler. Şeyh o gazeli
tam bir feragat ve derin bir nazarla okuyunca, bağırarak
bayıldı ve o kadar heyecanlar gösterdi, elbiselerini yırttı
ve feryatlar etti ki, hesaba gelmez. Ondan sonra: "Bu nasıl
nazenin bir yiğit, bu nasıl güzel bir din süvarisi ve bu nasıl
bir yer ve göğün kutbu! Hakikaten dünyada çok garip bir
sultan zuhur etmişti. hakikiten, hakikiten ki, keşif sahibi olan
geçmişteki bütün şeyhler böyle bir erin hasretinde idiler ve
Allah hazretlerinden böyle bir devlete ulaşmak istedilerse de,
bu, onlara müyesser olmadı. Bu saadet, son zamandakilere
müyesser oldu. Nitekim buyarmuştur:
Şiir:
"Geçmiş asırların rüyada aramış oldukları talih,
son zamandakileri gelip buldu."
Aman yarabbi! Demirden bir çarık giymek ve demirden
bir asa ele alıp o uluyu aramağa gitmek lazımdır. Bizim, dostlarımıza vasiyetimiz şudur: Her kimde yol yürümek kudreti varsa, kim bedeninde seyahat kuvvet ve kudretini buluyorsa
hiç durmadan o padişahın ziyaretine gitsin, o nimet ve rahmete
nail olsun. Çünkü Baha Veled hazretleri ve ecdadı bü­
yük şeyhlerdendir. Sıddık-ı Ekber onların dokuzuncu ceddidir
(Allahnın rızası onların cümlesinin üzerine olsun). Ben çok zayıfım ve ihtiyarlamışım. Seyahatin sıkıntısına tahammülüm yoktur;
yoksa yalnız ayakla değil, başımın üzerinde yürüyerek o
Hazretin ziyaretine gitmeğe çalışırdım," dedi. Meğer şeyhin
büyük oğlu Şeyh Muzhirüddin o mecliste bulunuyordu. Şeyh
ona döndü ve: "Muzhirüddin, senin gözlerinin o temiz insanın
mübarek yüzü ile nurlanacağını ümit ediyorum. Bizim
hürmetlerımızı da yalnız aziz olan Allah isterse o hazrete ulaş­
tırasın," dedi. Babasının vefatından sonra Şeyh Muzhirüddin,
Rum diyarına hareket etti. O hazreti ziyaret saadeti ile bahtiyar
oldu. Babasının selam ve iştiyakını Mevlana hazretlerine
ulaştırdı. Mevlana onun gönlünü aldı. Muzhirüddin birkaç
sene Konya'da ikamet edip tekrar Buhara'ya hareket etti.
Onun oğullarından birinin Konya'da gömülü olduğunu söylerler.
(1 75) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Bu gazel
ve Mevlana'nın zuhuru her tarafa yayılınca, Buhara'nın ve
Deşt'in alimleri ve şeyhleri ardı arası kesilmeden Rum'a
geliyor, hazreti Mevlana'yı ziyarette bulunuyor ve o manalar
denizinden inciler elde ediyorlardı. Derler ki, bir gün Buhara
ve Semerkand'den yirmi kişi gelip mürit oldu ve Konya'ya
yerleşti.
( 1 76) Yine müritlerin fazılları rivayet etti 1 er
k i : Bir gün büyük bir alim Mevlana'yı görmeğe gelmişti.
İmtihan yolu ile Mevlana'ya birkaç sual sordu: Yüce Allah'
ya nefis denilir mi? Denilemez mi? Ona nefis denilebildiği
takdirde 'Her nefis ölümü tadıcıdır' (K., 111, 1 85) ayetinin
manası ne olur? O alameti olmayan Allah'nın şanına nefis
ıtlakı caiz değilse, o halde İsa (Allah'nın selamı onun üzerine .
olsun) niçin: 'Sen benim nefsimde olanı bilirsin ben senin
nefsinde olanı bilmem' (K., V, il) buyurdu. Bu iki mana birbirine
zıt görünüyor. Yine Allah'ya şey demek uygunsa o hal-
d.e Allah, niçin 'Her şey mahvolur yalnız onun yüzü mahvolmaz'
(K., XXVIII, 8 8) buyurdu. Bunun üzerine Mevlana: "Senin
nefsinde olanı bilmiyorum' un manası, yani senin ilminde
ve gaybinde olanı bilmem demektir. Keşif ehli yanında
ise, yani senin sırrının sırrındakini bilmiyorum, demektir.
Yani sen benim sırrımda ve sırrımın sırrında olanı bilirsin,
ben senin sırrının sırrında olanı bilmem, demektir. Akıl erbabı,
onun manasının: 'Sen dünyada, benden olan şeyi bilirsın,
ben ahirette, senden olan şeyin sırrını bilmem' olduğunu
söylerler. Fakat yüce Allah'ya bir şey ıtlak etmek caizdir. Nitekim
Allah, 'De ki en büyük şahit ne şeydir? De Allahtır'
(K., VI, 1 9) buyurdu, yani şehadet etmekte Allah en büyüktür,
ve 'De ki benimle sizin aranızda Allah şahittir' (K., VI,
1 9). Kıyamet gününde. Yüce Allah'nın, 'her şey mahvolur'
sözünün manası da, 'Yüce yaratandan başka yaratılan her
şey mahvolucudur' yani yalnız o daim, ve bakidir. Bu bapta
istisna edilen 'hüve: O' dur. Allah daha iyi bilicidir'. ıı buyurdu.
Bunun üzerine bu alim hemen muhlis bir kul ve hakikati arayan
bir mürit olup fereci giydi.
(177) Yi ne bir gün Araplaşmış insanlardan bir cemaat
Mevlana'ya gelmişti. Mevlana o günü buyurduğu her ilim ve
sırrı Arapça söyledi. Vaazını şu kelimelerle bitirdi: insan bir
kap, bir çanak gibidir. Onun dışını yıkamak vacipse de içini
yıkamak daha vaciptir. Dışını yıkamak farz ise de, içini yıkamak
daha farzdır. Çünkü Allah'nın şarabı ancak temiz bir kaba
doldurulur. Bu cihetten Allah bize kabı temizlememizi emrediyor,
çünkü şarap onun içine konur, dışına değil.
Şiir:
(Kur'anda Allah'nın) "Benim evimi temizleyiniz"
{K., XXII, 26) 'sözü temizliği izah etmek içindir.
Kalp bir nur hazinesidir. Topraktan olan
ceset, bu hazinenin tılsımıdır.
Bu ce?et kıskançlıkla (hasetle) doluysa da Allah
onu iyice temizledi."39
Yine buyurdular ki, nefsi ve şeytanı ölen ve fena huylardan
temizlenen, haşa, Allah'ya değil, Allah'nın yoluna ulaş-
tığı halde, Allah'ya ulaşamadığını bildiği zaman, yoldan sapmıştır.
(178) Y i n e bir gün Mevlananın yanında bir adam:
"Bütün peygamberler ve Allah'nın has kulları ölümün heybet
ve şiddetinden korkmuşlardır," der. Mevlana: "Haşa, bu katiyen
böyle deği?dir. İnsanlar ölümün ne olduğunu biliyorlar
mı? Allah velilerince ölüm, Allah'yı görmektir. Onlar onu görmekten
hiç kaçarlar mı?" dedi.
(1 79) Y i n e n ak 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Bir gün
Mevlana ilimler saçtığı sırada buyurdu ki: "İnsanlar kendinizi
elinizle tehlikeye atmayın' (K., II, 1 95) ayetindeki tehlikeyi
yüksek bir yerden düşmek sanırlar. Halbuki, bu böyle de­
ğil, belki imamınız olmayan kimsenin sözünü dinlemekle nefsinizi
tehlikeye atmayınız, demektir. Mademki sözü vazıh
dahi olsa mürşid olmayan kimsenin sözünü dinlemek caiz de­
ğildir, o halde batıl bir takım vesveselerle uğraşmak bundan
daha çok insanı gözden düşürür ve daha çok rüsva edip butlana
düçar eder." Bundan sonra yine buyurdular ki: Bir gün
Mustafa (Selam onun üzerine olsun) eshabından birini çağırdı.
Bu zat namazda idi. Namazını bitirdikten sonra kalkıp peygamberin
yanına geldi. Peygamber: "Niçin geç geldin?" diye
onu azarladı. O: "Namaz kılıyordum," diye cevap verdi. Peygamber:
"Ben seni çağırmadım mı? Allah'nın hayırlı erlerinin
(ebrar) beklemeğe tahammülleri yoktur," buyurdu.
(1 80) Y i n e haberdar olan arkadaşlardan n ak 1 e -
d i 1 m i ş t i k i : Mevlana, Arabi senenin başlangıcı olan
muharrem ayının başında yeni ayı gördüğü vakit, şu duayı
okurdu: Ey benim Allahm! Sen ezeli, ebedi ve kadimsin. Bu,
yeni senedir. Ben senden, beni taşlanan şeytandan koruyacak
iffet, ismet ve fenalık yapmağı çok emreden nefse galip gelmek,
beni sana yakınlaştıracak şeylerle iştigal etmek ve senden
uzaklaştıracak şeylerden çekinmek için yardım isterim.
Ey Allah! Ey Rahman ve rahim ve ey Celal ve ikram sahibi!
Rahmetinle bu duamı kabul et.
(181) Y i n e müderrislerin şahı Şeyh Şemseddin-i Mardin!
(Allah'nın rahmeti üzerine olsun) · r i v a y e t e t t i k i : 
Bir gün muhiplerden birini sıtma tutmuştu. Mevlana hazretlerine
gelip sıtmadan şikayet etti. Mevlana: "yaz ve suya atıp
sıtmalıya ver de Allah'nın lutfu ile iyileşsin," buyurup şunları
yazdırdı: "Ey ümmü'l-Mildem! Eğer sen Yüce Allah'ya iman
ettinse başı ağrıtma, ağzı bozma, eti yeme, kanı içme. Beni
veya filan kimseyi bırakıp Allah'ya şirk koşan kimseye git;
çünkü ben: "Allah'dan başka Allah yoktur, Muhammed sav Allah'nın
kulu ve elçisidir" diyorum." Sıtmalı bu sudan içince
Allahnın yardımı ile iyi oldu.
( 1 82) Yine na k 1edi1 mi ş t ir ki: Mevlana üç
diş sarmısağın ve bunu yiyemeyince de üç bademin üzerini
yazdı ve sıtmalıya verdi, üç günde iyi oldu. Sarmısağın veya
bademin üzerine yazdığı şudur: ezan, izin, pesin (?).
(1 83) Yine bu kitabı derleyenin (Eflaki'nin) hocası
ve velilerin kendisiyle iftihar ettiği, Mesnevihan Siraceddin hazretleri
(Allah rahmet etsin) r i v a y e t e t t i k i : Mevlana
hazretleri bu üç beyti daima tekrar eder ve Çelebi Hüsameddin'e
öğretirdi. Bana da: "Bunları öğren, bunlar bana şeyhim
Seyyid Burhaneddin-i Muhakkik-i Tirmizi'den (Allah
onun sırrını kutlasın) yadigardır," derdi.
Şiir:
''Ruhun başlangıcı, Allah'nm arşının nurundandır.
Cisim ve bedenin aslı da topraktır.
Cebbar ve melik olan Allah (Ben Rabbiniz de­
ğil miyim) ayetindeki ahdi ve mihnetleri kabul
etsinler diye onların arasını bağdaştırdı. Ruh
gurbette, cisim de vatanındadır. Vatanından
ayrilan biçare ve hazin garibe acı,.
Yine heyecanlar gösteriyor ve diyordu.
Şiir:
"Eğer bir deli çenesini oynatırsa, ona oynat de.
Bundan daha hoş bir sevgili bulunamaz."
(184) Hikaye: Na k 1edi1 mi ş tir ki: Bir gün
Mevlana hazretleri birkaç dostla birlikte At Pazarı kapısından
çıkmış, Sultan-ül-Ulema Bahaeddin Veled'in (Allah ondan 
razı olsun) mezarım ziyarete gidiyordu. Sayısız insanların bir
şahsın etrafında toplandıklarını gördüler. Bu cemaat içinden
birkaç genç ileri koştu ve: "Allah aşkına birini idam ediyorlar.
Mevlana hazretleri şefaat etsin. O, taptaze genç bir rumdur."
diye feryat etti. Mevlana: "O ne yapmıştır?" diye sordu.
Onlar: "Birini öldürmüştür, kısas yapıyorlar," dediler. Bunun
üzerine Mevlana ilerledi. Bütün cellatlar ve şahneler (polisler)
baş koyup uzakta durdular. Mevlana mübarek ferecisinin eteğini idam edilecek adamın üzerine örttü. Şehrin şahnesi İslam sultanına durumu arz etti. Sultan: "Mevlana hakimdir, bir
şehri istese ve bütün bir şehre şefaat etse buna nail olur. Cümlesi
ona feda olsun. Bir Rum da nedir ki ... " dedi. Arkadaşlar
Mevlana'nın kurtardığı bu Rum'u alıp hamama götürdüler.
Hamamdan çıkartıp medreseye getirdiler. Nihayet Mevlana'
nın elinde iman getirip Müslüman oldu. Hemen o anda onu
sünnet ettiler ve büyük bir sema yaptılar. Mevlana hazretleri:
"Adın nedir?" diye sordu. O da: "Siryanus," dedi. Mevlana:
"O halde bugünden sonra Ataeddin Siryanus deyiniz," buyurdu.
Nihayet o hazretin hayat veren inayet nazaranın bereketi
vasıtasıyla Alaeddin Siryanus o dereceye geldi ki, ulu şeyhler
ve hayırlı alimler onun ilerlemesine ve marifetleri anlatmasına
şaştılar. Onun latifelerinden hayrette kaldılar. Bir gün
Mevlana hazretleri adı geçen şeyh Alaeddin'den: "Hıristivan
keşişler ve Hıristiyan bilginler (Allah onlara hidayet etsin)
İsa'nın (Selam onun üzerine olsun) hakikatı hakkında ne diyorlar?"
diye sordu. Alaeddin: "Onlar İsa'ya Allah diyorlar,"
dedi. Mevlana: "Bundan sonra onlara bizim Muhammed sav'imiz
Allah'dan daha Allah'dır, Allah'dan daha Allah'dır,
de," buyurdu.
(185) Y i n e bir gün fakihlerden bir cemaat, kadıların
sultanı Sıraceddin-i Urmevi'nin yanında, "Alaeddin Siryanus
ciddiyetle, Mevlana Allah'dır diyor," diyerek onu kötülediler
ve: "Bu, Peygamberin şeriatı kanununda caiz değildir:
hatta küfürdür," dediler. Birkaç muhzır gönderip Alaeddin'i
getirdiler. Kadı ondan: "Mevlana Allah'dır diyen sen misin?"
diye sordu. O: "Haşa, o değil de belki ben Mevlana'nın Allah
yapıcısı olduğunu söylüyorum. Bak, beni nasıl yaptığını gör-
müyor musun? Ben hakikatten uzak ve inatçı bir ateşe tapıcı
(gebr) idim. Bana irfan bağışladı, beni alim yaptı; bana akıl
verdi ve beni Allah'yı bilir yaptı. Beni Allah'yı okuyuculuk
taklidinden Allah'yı bilicilik hakikatine ulaştırdı. 'Nefsini bilen
Allah'sını da bilir' sözü benim vaktimin nakti oldu. 
Şiir:
"Bir kimse, akıl olmadan, aklı hakiki olarak
nasıl bilir? Bundan kimin Allah bilici olacağı­
nı anla."
Nahivci nahivciyi, fıkıhçı da fıkıhçıyı tanır. Bir cahil, bilgini
asla anlamaz. Kör de güneşi görmez. Çünkü Allah: 'Halkıma benim sıfatlarımla çık' buyuruyor.öyle ki Mevlana hazretleri, sohbet ve terbiyesinin
bereketiyle bir cahili alim yapıyor, fakih, nahivci, mantıkçı
yapıyor, senin fıtratını değiştiriyor. Mevlana yine sohbetinin
mübarek nefesiyle cahil nefsi alim yapıyor, arif yapıyor,
akıllı yapıyor. Akıllıları da tekrar aşık, aşık değil belki de
herkesin olamayacağı bir şey yapıyor. Nihayet görmüyor musun
kimyada birazcık iksir paslı bir bakırı halis altın yapıyor
ve ilk varlığından başka bir hale sokuyor. Eğer varlığından
başkalaşmış, kendi benliğinden kurtulmuş Allah nuru ile dopdolu
olan bir Allah eri, bakır gibi vücutları altın ederse, onları
nur halin? getirirse ve 'işler Allah'ya rücu eder' (K., II,
2 10; ili, 109; VIII, 45) deryasına ulaştırırsa, buna hiç şaşılmaz."
dedi. Bütün alimler (danişmendan) ve fakihler utandılar.
Alaeddin Siryanus, kadının ve fakihlerin macerasını
Mevlana hazretlerine arz edince Mevlana gülümsedi 
( 187) Y in e bir gün zamanın itibarlı kişilerinden Ahi
Ahmed, Alaeddin'e: "Ben bir eşek yükü kitap okumuşum, fakat
bu kitaplarda sema'nın mübah olduğuna dair hiç bir şey
görmemişim ve sema'a ruhsat verildiğini de işitmemişim. Siz
bu bid'atı hangi delil ile yürütüyorsunuz?" dedi. Aiaeddin:
"Ahi bir eşek gibi okudu, onun için bilmedi. Allah'ya hamdolsun
ki, biz İsa gibi okumuşuz ve onun sırrına ermişiz," diye
cevap verdi.
(1 88) Yine : Şeyh Mahmud-i Neccar'dan (Allah rahmet
etsin) n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Bir gün Aiaeddin,
Mevlana hazretlerinden: "Kış günlerinde ayağın üstünü meshetmek
caiz midir?" diye sordu. Mevlana: "Size caizdir," dedi.
Aiaeddin tekrar Mevlana'dan: "Tandırın kenarı erlerin
yeridir, sözünün ne manası vardır?" diye sordu. Mevlana:
"Onun manası şudur: Her kim yazın çalışır, zahiresini bir
köşeye koyarsa, şüphesiz kış mevsiminde de tandırın kenarı
ve istirahat yeri onun hakkıdır. Her kim tembellikten ötürü
oturur, bir iş görmez, kudreti nispetinde çalışıp çabalamazsa
ve cehit göstermezse kışın zorluklarında biçare ve muradına
ermemişlerden olur ve tandırın kenarına ulaşamaz. Bu, bu
ve öteki dünya için de misal olabilir. Akıllıya işaret kafidir,"
buyurdu.
(189) Hikaye: Dini bütün (ebrar) kişilerin kendisiyle
iftihar ettiği şeyh Mahmud-i Neccar (Allah rahmet etsin)
rivayet etti ki: Bir gün Mevlana hazretleri mübarek yüznnü
dostlara çevirip: "Yazık Konya halkına, bizim zevkle dolu
olan sema'mızdan usanıyor ve alttan alta bizim aleyhimizde
bulunuyorlar. Bizim bu güzel ve neşeli şeylerimiz hoşlarına
gitmiyor. Seba halkı gibi Allah'nın nimetini inkar ediyorlar.
Bizi kötüledıkleri de kulağıma geliyor. Kıyamet gününün 
sultanı onların küfranlarının ve uğursuz taşkınlıklarının cezası
olarak onların başına o kadar gam ve perişanlık yağdıracak
ki, cümlesi aciz ve biçare kalacaklar. Sonunda çoluk çocuklarını
ve eşyalarını terk edip memleketlerinden uzaklaşacaklar. Onların
malları mülkleri zorbaların elinde harap olacak ve bu diyarın
zenginlerinin ve asılzadelerinin çoğu yokluk illeti ile helak
olacak. Nihayet tövbe, istiğfar ve bizim evlat ve ahfadımızı
tam bir itikatla tebcil ettikleri vakit yüce Allah'nın fazlı ile
Konya şehri yeniden mamur olacak. Bu zamanın insanları
da sema sever ve zevk adamı olacaklar ve aşk alemi bütün
dünyayı kaplayacak. Bütün insanlar bizim sözümüzün aşıkı
olacaklar. Bu hanedanın azameti gittikçe büyüyecek ve Allah'nın
iradesi galip gelecek. Bizim dostlarımız da hem söz,
hem de hal bakımından insanların fevkinde olacaklar. 'İnsanlar
onun ilminden ve istediğinden başkasını ihata etmezler'
(K., II, 255) sırrı inayet ehlinin malumu olacak. Yüce Allah
isterse." buyurdu.