30 Eylül 2016 Cuma

Hendek muharebesinde Resûl-i ekrem(sav) ile Eshâbı
üç gün ağızlarına bir lokma koymamışlardı.Bu sırada Resûl-i Ekrem’e dikkat ettim.Mübârek karınlarına (açlıktan) taş bağlamışlardı.Hendek kazmakla meşgûl olan Eshâb,bir taş parçasını kıramadıklarını Peygamber efendimize haber verdiler.
Peygamber efendimiz(aleyhisselâm) kayaya üç defa vurmuşlar,her vuruşlarında kuvvetli bir ateş çıkmış,Yemen,İstanbul,Faris illeri görünmüştü.Peygamberimiz “Buraların müslümanlar tarafından fethedileceğini”buyurmuştu.
Câbir Bin Abdullah(ra)
1845 yılında,Avrupa’da ortaya çıkan yiyecek sıkıntısı çok geçmeden,o yıllarda İngiltere’nin sömürgesi olan İrlanda’yı da etkiler.
Osmanlı Sultanı I.Abdülmecit,felaketi öğrendiğinde İrlanda’ya 10 bin sterlin göndermek üzere girişimlerde bulur.Ne var ki İngiltere Kraliçesi Viktorya,ülkesi topraklarında yaşanan dram için ancak
iki bin sterlin ayırabilmiştir.
1847 yılında bir milyon İrlandalı'nın hayatını kaybettiği Büyük Açlık Dönemi'nde Osmanlı Devleti içi gıda dolu
3 gemisini İrlanda Drogheda limanına göndermiştir.


Güzel ahlak,gelmeyene gitmek,
kötülük edeni bağışlamak,
vermeyene vermektir.
Hz.Muhammed(sav)


Böyle kimselere müşfikāne muâmele edin. Hastasını
ziyârete git, cenâzesinde bulun! Yalnız işte âyînine iştirâk etme! Bizzât Resûllullah gider, hastalarını ziyâret eder, cenâzelerinde bulunurdu. Civâr-ı mescidde bir Yahûdî vardı.
Cenâb-ı Resûl’ün hizmetinde bulunurdu. Âhireti teşrîflerine
yakın bir zamana tesâdüf etti.
– Gel, dedi, bir kelime söyle. Bizden olasın!.. İstidâd
gördü. Ahlâkı son derece güzel idi. Çocuk babasına baktı:
– Baksana, dedi, bana ne teklif eder!.. Ne cevab verdi
bilir misiniz?
– Ebu’l-Kāsım’a itâat et. Mâdem hizmetinde bulundun.
Kabûl et. Hürriyetin var.
Onun üzerine şehâdet getirdi. İşte hüsn-i muâmele dînimize de
bir ulviyet kazandırır.
Kendisini düşman olarak gören bir müşriğin bile ona malını, kıymetli eşyalarını güvenle emanet etmesi,Efendimiz'in
şahsiyetiyle ilgili çok önemli bir özelliktir.
Hz Muhammed'in(sav) hayatındaki en etkileyici konulardan biri peygamber olarak seçilmeden önce tüm toplumun ona emin sıfatıyla inanması ve güvenmesidir.


اعوذبالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم إنّ َاللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّوا اْلأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن 1 تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ سَمِيعاً بَصِيراً Sadakallâhülazîm.
ان للهّ
Ale’t-tahkīk Allahu te’âlâ... “Allah” ism-i şerîfi, a’zam-ı esmâ-i ilâhiyyedir. İsm-i a’- zam olmasına cümle ulemânın icmâ’ı var. Çünkü hem sıfât-ı aliyye-i celâliyye ve kahriyye, hem sıfât-ı celîle-i cemâliyye ve ikrâmiyye... Cümlesini müstecmi’ olan zât-ı vâcib-i te’âlâ hazretlerine ilm-i hâsdır. “Allah” ism-i şerîfi zât-ı ulûhiyyetine mevzû’ ism-i hâs olduğu için, hem sıfât-ı celâliyyeyi, hem sıfât-ı cemâliyyeyi müstecmi’dir. Diğerleri ise yalnız bir sıfata delâlet etmekdedir. Burada daha ziyâde i’tinâ ile, pek ziyâde te’kîd ile ifâde ve iş’âr için “Allah” ism-i şerîfi zikr kılınmışdır. (الله ان (ale’t-tahkīk Allah celle celâluhû (يأمركم (sizin cümlenize emr ü fermân buyurur... Emri haber sûretiyle bize ifâde buyurması da ayrıca bir te’kîddir belâgatca. “Şöyle yapınız!” demiyor; “Allah size emr ediyor, buyuruyor; Rabb-ı zü’l-celâliniz, ulûhiyetde müteferrid ma’bûd-i bî-misâliniz sizin cümlenize emr ü fermân buyuruyor.” Neyi? İki şeyi. Ne kadar ahkâm-ı sübhâniyye varsa hepsi bunda dâhildir. ,ehline emâneti bir Her) أَن تُؤدُّوا الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا) :
Evvelâ sâhibine, müstahakkına te’diye eyleyin. Emânetlere hıyânet 1 Nisâ, 4/58. etmeyin. Nasıl ki âyet-i uhrâda tasrîh var: 2 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ ) .etmekdir hıyânet sûlüneRe ve a’Allah, etmek hıyânet Emânete) تَخُونُوا اللّهَ وَالرَّسُول... Emânet fi’l-asl masdardır. Fakat burada isim olarak îrâd buyurulmuşdur, “mü’temen bih” ma’nâsına. Buna binâ’en cem’ sîgasıyla vârid olmuş. Masdarlar cemi’lenmez; fakat isim kılınınca ismiyetine ri’âyeten cemi’lenir. İşte ne kadar size emniyet edilmiş, teslîm edilmiş, zimmetinize îdâ’ edilmiş vezâ’ifler varsa cümlesini hüsn-i isti’- mâl edin. Fahri Râzî diyor: Bu emânetullâh üç kısma taksîm olunur. Emânetullâh’a ri’âyet etmenin vücûbuna dâir birçok ehâdîs, birçok âyât-ı Kur’âniyye var. Ez cümle 3 إِنَّا عَرَضْنَا اْلأَمَانَةَ ) 4) عَلَى السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْض... .ederler îfâ âtla’mürâ itine’şerâ, yetleâ’ri i-hüsn ahidlerini, emânetleri herbir ki kimselerdir ol lermin’Mü) وَالَّذِينَ هُمْ ِلأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ) Emânet üç kısma taksîm olunur: Bir kısmı kul ile Rabbi beyninde.. Bir kısmı her kulun ibâdullâha karşı borçları, vezâ’ifi.. Bir kısmı da herkesin kendi nefsine karşı olan vezâ’ifi. Bunların cümlesi emânetde dâhildir.

وَهَلْ يَكُبُّ النَّاسَ في النَّارِ عَلَى مَنَاخِرِهِمْ، إِلاَ حَصَائِدُ أَلْسِنَتِهِمْ٥ Ekser nâsın burunları üzerine nâr-ı cahîme düşmesi, mu’azzeb kılınması; hasâ’id-i elsine sebebiyledir. Ya’ni lisânıyla kesb eylediği seyyi’ât böyle bâ’is-i duhûl-i nâr olur. İnsan lisânını muhâfazaya i’tînâ etmeli. Çünki sonra dünyâda da, âhiretde de mûcib-i felâketi olur.

 ان اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّوا الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا) mu’azzamanın sâdin ve kilitdârı Osman ibni Talha bin Abdiddâr hakkında nâzil olmuşdur. Resûl-i Ekrem Efendimiz yevm-i fetihde Mekke’ye dâhil olunca Osman bin Talha Ka’be’nin kapısını kilitleyip sath-ı Ka’be’ye çıkmış ve miftâh-ı Ka’be’yi Peygamber Efendimize teslîmden imtinâ’ ile ben onun Resûlullah olduğunu bilseydim miftâhı ondan esirgemezdim demiş idi. İmâm Ali hazretleri Osman’ın elini büküp miftâhı aldı. Ka’be kapısını açdı. Resûlullâh Efendimiz derûn-ı beyt-i mu’azzama girip iki rek’at namaz kıldı. Dışarıya çıkdıkda Abbas hazretleri miftâh-ı Ka’be kendisine verilip sikāyet ile sidâneti cem’ etmesini taleb ettiyse de bu âyet-i kerîme nâzil olmakla Resûl-i müctebâ efdalü’t-tahâyâ hazretleri miftâhı Osman’a iâde edip i’tizâr [243] eylemesini Hazret-i Ali’ye emr etdi. İmâm Ali de miftâhı Osman’a i’âde ile i’tizâr eyledi. Osman dedi ki, öyle ya.. İcbâr ve ezâ ettikden sonra şimdi geldin de rıfk ile mu’âmele ediyorsun. Hazret-i Ali: Senin hakkında Kur’ân nâzil oldu da şimdi bunun için sana bu mu’âmeleyi ediyorum cevâbını verdi ve âyeti okudu. Osman âyeti istimâ’ etmesiyle hemen şehâdet getirdi ve Cibrîl aleyhisselâm hubût edip sidânetin ile’l-ebed evlâd-ı Osman’da olduğunu Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimize haber verdi.

 İnsanın Rabbiyle olan muâmelesinde emânete riâyeti memûrâtı işlemek ve menhiyâtı terk etmekdir. Bu bir deryâdır ki sâhil ve pâyânı yokdur. İbn-i Mesûd hazretleri buyurdu ki: Emânet her şeyde ve hattâ abdestde ve cenâbetden guslde ve namazda ve zekâtda ve savmda bile lâzımdır.






Tekke-zaviyeler ihya ve imar için çalışmışlar,
alın teri ile elde ettiklerini yolculara gariplere misafirlere harcamışlardır.
Tekke-zaviyeler iç güvenlik ve emniyet yönünden
tehlike arzeden bölgelerde hizmet vermişlerdir.
Tekke-zaviyeler ilk yardım merkezi olarak hizmet vermiştir.
Kar ve tipili havalarda dervişler etrafa dağılır
Yolunu kaybeden,donma tehlikesi geçiren insanlar
tekkeye getirilir,gerekli müdahaleler yapılırdı.


Abdullah bin Mes’ud(ra):
“Hz.Ömer’in ilmi terazinin bir kefesine,yeryüzündekilerin ilmi de öteki ke­fesine konsa,Ömer’in(ra) ilmi ağır basardı.O,aramızda Allah’ı en iyi tanıyan,Allah’ın kita­bını en güzel okuyup anlayan ve dinde derin anlayış sahibi olan­dı.”

 
Ya Ömer,meleklerden Cibril gibisin,o,kâfirlere şiddetle iner. Enbiyadan da Nuh gibisin,o "Ya Rabbi,yeryüzünde hiç kâfir bırakma" dedi.
Taberani, Ebu Nuaym, İ.Asakir


Halife her Cuma olduğu gibi,o Cuma da Medine'de Mescid-i Nebevi minberinde hutbedeydi.Orada konuşurken,bir ara sözleri arasında şöyle dedi:
 "Yâ sâriyetu el-cebele, el-cebele !"(Ey Sâriye,dağa, dağa çekil)
 Mescittekiler soran gözlerle birbirlerine baktılar.Sâriye,İran'da devam eden fetihlerde görevli bir komutandı.Hz.Ömer Sâriye b. Zenim'i,Dâr-ı İbkird ve Fesa bölgesine komutan olarak tayin etmişti.Bu iki yer İran topraklarındaki iki bölgenin adıydı.Şimdi o,Medine'den Sâriye'ye sesleniyor ve ona hemen dağa çekilmesini söylüyordu.Oysa Sâriye ile arasında çok büyük bir uzaklık vardı.
Aradan birkaç hafta geçince Medine'ye bir elçi geldi.Elçiyi, komutanı Sâriye Medine'ye göndermişti ve elçinin yanında bir fetihname bulunmaktaydı.Elçi o Cuma günü savaşta olanları anlatınca durum açıklığa kavuştu:Hz.Ömer'in minberden emir verdiği gün,Sâriye'nin askerleri Sasani Devleti güçleriyle çarpışıyordu.Cuma vaktinde savaş sırasında Sâriye,Hz.Ömer'in şu sözlerini ve emrini duymuştu
Duydukları üzerine şaşırmıştı ama yine de,emredileni yerine getirmek için askerin sırtını yakındaki dağa vermiş ve sonunda zaferi kazanmıştı.


Sana üç yoldaş vardır.Biri vefakardır ikisi gaddar.
Biri dostlarındır,öbürü malın mülkün.Üçüncüsüyse iyi işlerdir ve bu vefalıdır.
Mal seninle beraber gelmez, evden dışarı bile çıkmaz. Dost gelir, gelir ama mezar başına kadar.
Ölüm günüde dost, sana hal diliyle der ki:
Sana buraya kadar yoldaşım, bundan öteye gidemem. Mezarının başında bir zamancağız dururum.
Fakat yaptığın işler vefakardır; onlara sarıl ki onlar; mezarın içine kadar seninle gelirler.
Mevlânâ Hz


Resulullah efendimiz kendisine yetecek miktarını tespit eder,fazlasını ihtiyaç sahiplerine verirdi.Kalanı ile yetinirdi.
Vallahi ben de kendime yetecek olanını tespit ettim.
Artanını ihtiyaç sahiplerine vereceğim.
Ve bununla yetineceğim.
Hz.Ömer
Hazret-i Ömer,sıkıntı içinde yaşamayı tercih edip,
maaş artırma teklifini kabul etmedi.


Halife Ömer(r.a),bir sahabiyle arasında çıkan ihtilaf sebebiyle hâkimin huzuruna çıktı.Hâkim,büyük sahabilerden Zeyd bin Sâbit’ti (r.a.).Hz.Zeyd’i bu vazifeye tayin eden de halifenin kendisiydi.
Hz.Zeyd,(sesini rahat duyabilmek için)“Şöyle buyurun.” dedi.Hz.Ömer hiddetlendi.Oraya bir davalı olarak gidiyordu.Hâkimse,kendisine ayrı bir yer gösteriyordu.Ömer (r.a.),parmağını hâkime doğru çevirerek şu ibretli ikazda bulundu:
“Huzurunda halife ile halktan birisi eşit olmadığı müddetçe, sen bu makama layık olamazsın! Hâkim, vazife başında iken halifenin değil, Allah’ın emrini ve hükmünü yerine getirmelidir.”
Müslüman olsun olmasın, Hz. Ömer’in yanında herkes rahatlıkla hakkını arayabilir, şikâyetini dile getirebilirdi. Hattâ gerektiğinde valileri bile kendisine şikâyet edebiliyorlardı. Hz.Ömer, şikâyetin kimin hakkında yapıldığına değil, haklı olup olmadığına bakardı.



28 Eylül 2016 Çarşamba

Medîne kadınlarından birtakım kadınlara bir çok futa dağılmıştı da iyi bir futa arta kalmıştı. Yanında bulunan bâzı kimseler ona: - Yâ Emîre`l-mü`minîn! Şunu da sizin yanınızdaki Resûlullah`ın kızına versene!, demişler, ve onunla Alî`nin kızı Ümm-i Gülsüm`ü (ki, Ömer`in zevcesidir) kasd etmişlerdi. Ömer de: - Bu futaya Ümm-i Salît daha lâyıktır, diye cevâb vermiştir. Ümm-i Salît (Hicret`i müteâkip) Resûlullah`a bîat eden Ensâr kadınlarındandır. (Ömer, bu liyâkatin sebebini de bildirerek): - Çünkü Ümm-i Salît Uhud günü kırbaları yüklenir, bize su taşırdı, (elbîsemizi dikerdi) demiştir.
buhari 1215
Allah dünyâda her yükselen şeyi muhakkak aşağı almayı iltizâm eder
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem`in Adbâ` denilen bir devesi vardı ki (koşuda, seferde) önüne geçilmezdi. Bir ara yük devesi üstünde bir bedevî geldi. (Yapılan koşuda) bu yük devesi Adbâ`yı geçti. Ve bu geçiş müslümanlara ağır geldi. Ve Resûlullah bunu (Ashâb`ın hâlinden) anladı da: - (Ashâbım! Allah`ın bir âdeti, bir nizâmı vardır ki, ona göre) Allah dünyâda her yükselen şeyi muhakkak aşağı almayı iltizâm eder, buyurdu.
buhari 1214
Hiç bir erkek mahremi olmayan bir kadınla sakın tenhâda bulunmasın!. Hiç bir kadın da kendisiyle berâber bir mahremi (nikâh geçmez hısımı) bulunmaksızın sakın sefer etmesin!. Resûlullah`ın bu nehyi üzerine (Ashâb`dan) bir kişi ayağa kalkarak: - Yâ Resûlallah! Ben şöyle şöyle bir gazâya yazılmıştım; halbuki zevcem haccetmek üzere yola çıkmıştır (ne buyurulur?) diye sordu. Resûlullah: - Haydi sen de git, karınla berâber haccet! buyurdu.
buhari 1260

27 Eylül 2016 Salı

Biz kadınlar,Nebî Hz Muhammed sav ile berâber gazâda savaşta bulunurduk.
Mücâhidlere su verir ve onlara hizmet ederdik. Yaralıları (tedâvî ile onları) ve şehîdleri Medîne`ye naklederdik.
buhari 1216

Ali Râmitenî Hazretleri buyurur ki:
“Minnetle (başa kakmak sûretiyle ve teşekkür bekleyerek) hizmet eden çoktur. Ancak hizmeti nîmet bilenler ise pek azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı bir nîmet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız, herkes sizden memnun olur ve şikâyetçiniz kalmaz…” 
Sizin için korktuğum şey sizden önce gelip geçen ümmetlere dünyâ (nimetleri) verildiği gibi size de verilerek onların birbirlerine haset ettikleri ve nefsâniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize düşmeniz ve onların helâk oldukları gibi sizin de mahvolup gitmenizdir.
Hz Muhammed sav
buhari 1306

Bana çağdışı diyorlarmış,ne büyük onur.
Ben bu çağın dışında kalmayayım da,içinde mi boğulayım?
Necip Fazıl Kısakürek


26 Eylül 2016 Pazartesi

Görme engelli hafızlar
Minik Hafız

Mustafa Cihat Birazdan Kiyamet Kopacak

Kime vurduysam,işte sırtım,gelsin vursun.
Kimin bende alacağı varsa,işte malım,gelsin hakkını alsın.
Hz.Muhammed (s.a.v)
Mübarek parmağını yukarı doğru kaldırdı
"Refik-i Alâ’ya,Yüce Dosta" diyerek 63 yaşında mübarek ruhunu Mevlâ’ya teslim etti.
Allah Teâlâ, O’nun yolundan bizleri ayırmasın (âmin).

Övünmekten sakının.Topraktan gelip yine toprağa gidecek olanın,sonra böceklere yem olacak olanın övünmek neyine!
Hz.Ebubekir


25 Eylül 2016 Pazar


Peygamber Sevdalıları Salatullah Selamullah



Sıkıntılı ve ızdıraplı günlerden birinde,Hazreti Câbir’in evinde bir miktar arpa ile bir oğlak vardı.Hanımıyla konuşarak onları Resûl aleyhisselâm ve beraberindeki birkaç Eshâba ikram etmeye karar verdiler.Zaten fazla kimseye yetecek kadar değildi.Câbir(ra),Resûl aleyhisselâma gelerek,“Biraz, yemeğim var,siz ve bir kaç kişi buyurun” dedi.Resûl aleyhisselâm,“Peki, hanımına söyle,ben gelinceye kadar yemeği ocaktan indirmesin,arpa ekmeğini de tandırdan çıkarmasın” buyurdu.Hazreti Câbir hendek mahallinden ayrılıp evine döndü.Biraz sonra Peygamberimiz(sav),bütün hendek ahalisini Câbir’in (ra) dâvetine çağırmışlardı.Yüzlerce sahâbî bu davete icabet ederek O’nun evine geldiler.Câbir(ra) gelenleri görüp,bir yemeğe,bir gelenlere bakarak,mahcubiyetinden ne yapacağını şaşırmıştı.Sonra Resûlullah geldi ve yemeği ortaya koymalarını emretti.Yemeği dağıtmaya başladılar.Gelenlerin hepsi yediği halde yemek yine bitmemişti.



Ey mü’minler yoksa siz, sizden evvel geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelep çattı ve öyle sarsıldılar ki hatta peygamberleri, beraberindeki iman edenlerle birlikte: “Ne zaman Allah’ın yardımı?!” der oldular. Biliniz ki Allah’ın yardımı yakındır muhakkak.”

* * *

Gözlerine dünya hayatı süslü gösterilenler Abdullah bin Mes’ud, Ammar bin Yâsir, Süheyb bin Sinan, Hubeb bin Adiyy, Bilal bin Rebah el-Habeşi gibi mü’minleri alaya almaya başladılar. Bunları “beyinsiz” addederek istihkar ederler ve: “Şu zavallılar dünya lezzetlerini terk ettiler, türlü ibadetlerle de kendilerine eziyet veriyorlar, rahatlarından oluyorlar.” derlerdi.

Habbab İbni Eret -radıyallahu anh- söylüyor: Bir gün Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e, müşriklerin elinden çektiğimiz sıkıntılardan ve işkencelerden şikayet ettik. Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular.

“Sizden evvelki ümmetlerden öyleleri vardır ki, azap ve işkencenin sayısız şeklini gördükleri halde bu onları dinlerinden döndüremiyordu. Hatta insanı alıp başından aşağıya testere ile keserek işkence ile öldürüyorlar, diğer birini demirden taraklarla tarıyorlar, iliklerine varıncaya kadar sızlatıyolardı da, bu onu dininden vazgeçiremiyordu. Allah’a yemin ederek söylüyorum ki, Allah bu işi tamamlayacak, sizden herhangi biriniz San’â’dan Hadramut’a kadar Allah’tan gayri kimseden korkmayarak, sürü sahibi kurttan endişe etmeyerek gönül rahatlığıyla sefer edebilecek. Fakat siz ecele ediyorsunuz.”

İşte her ümmet başlarına gelen sıkıntılardan, işkencelerden daraldılar, bunaldılar. “Daha ne zaman Allah’ın nusratı?” dediler. Bu hal Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e Mekke Fethi’nden evvel geldi. Ahzab Günü’nde (Hendek Harbi’nde) de aynı şekilde bunaldılar.

Allah Teâlâ bir fırtına ve görünmeyen ordular gönderdi ve küffarı hezimete uğrattı.

Hendek Günü’nde müslümanların çektiği sıkıntıyı bizzat Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-‘de çekti. Şiddetli sıkıntı, şiddetli soğuk, ezânın ve cefânın envâı netice de “yürekleri ağızlara geldi.”

Eğer bugünün insanları o gün ki müslümanların ma’ruz kaldığı yahudilerden gördükleri düşmanlığı, münafıkların türlü ihânetlerini, müslümanların bunları bertaraf etmek için dört yana davrandıklarını. Medîne’ye hicret ettikleri ilk günleri, Bedir’e hazırlık zamanlarını ve Uhud’u bir görselerdi onlara kâfi ders olurdu.
Türkler, asla yere tükürmezler.
Marsigli
Türklerin,biz kadınlara muameleleri,
bütün milletlere örnek olmalıdır.
Sokaklarda kadın,en küçük
saygısızlık görmez.
Lady Craven
Sokak satıcısı olsun,vezir olsun Türk;
ağırbaşlı,vakur,adeta muhteşemdir.Terbiyeleri o kadar aynıdır ki,ancak kıyafetinden paşa mı,sokak satıcısı mı olduğu anlaşılır.Bir Avrupalı,geçerken yan gözle bakarlar,asla seyretmezler.Camilerini görmek için Avrupalılar girince,hiç başlarını çevirmezler.
Sokağı,dükkânı lüzumundan fazla
işgal etmek ayıp sayılır.
Edmondo da Amicis

Bir Türk kervansarayına indim.
Üç gün bedava yiyip oturdum.
Hristiyanlar da aynen Türkler
(Müslümanlar) gibi kabul görüyordu.

Villamont
Türk hayır eserlerinin hayvanlara mahsus olanları da vardı.
Her tarafta hayrattan geçilmez.Köpek ve kediler için
vakıf yaptıranlar vardır.

de Thevenot

Osmanlı ülkesinde dilencilik ve dilenci yok gibidir.
de la Montraye
Yoksul çobanlar dağ başlarında yolcuya ikram eder,bir şey almazlar;Osmanlı köyünde yolcuya daha fazla ikram edilir.Şehir ve kasabada ise bu ikram adeta teşkilatlıdır. (Kont Marsigli)
Türkler bol hayır yaparlar.Bir defa dîn farkına bakmazlar.İnsanın geçmişine de bakmazlar.Hayvanlara ve bitkilere mahsus hayrat da yaparlar.Mahallenin zengini,o mahallede ihtiyaç sahiplerinin hepsini himaye eder.
Comte de Bonneval


Türklerin hayrete şayan bir müesseseleri de dev binalar olan hastanelerdir.Bahçeli,havuzlu olan hastanelerde hastaları eğlendirmek için musiki heyetleri bile gelip,gider.
Anquetil Duperon
Hile ve dolandırıcılık Türk tüccarı ve esnafınca meçhuldür.

Emanete hiyanet Türklerce korkunç bir şeydir.
Halk tabakaları çok dürüsttür.Çocuklar da çok dürüsttür.Sokakta bir şey bulan çocuk derhal sahibini
aramaya başlar.
La martine, 1897

Osmanlılar,az yerler,çok yıkanırlar.Sanıyorum bu yüzden az hastalanırlar.Kadınları uzun etekleriyle boylu boslu,adeta muhteşem görünürler. (Le Bruyn, 1732)
En yoksul bir Türk köylüsünün evinin temizliği hayrete şayandır.
Türk hastaneleri,Avrupa hastanelerinden çok daha temizdir. Türkler bu hayatı asırlardan beri yaşıyorlar.
Bizde ise temizlik yarım asır önce başlayabilmiştir. (Dr.A.Brayer, 1836)
Yemekten önce ve sonra mutlaka ellerini ve
ağızlarını yıkarlar. Ricaut
Türkler dünya’nın en temiz insanlarıdır. Belon
Türklerin tuvaletleri çok temizdir. Miranda


Türkler,çok hayırsever bir millettir.
Çeşmesiz sokak yoktur.Hepsi hayrattır.
Köylerde,yol üzerinde,hatta çöllerde
çeşme yaptırmışlardır.

Ermeni rahibi Simeon
Üsküdar’da kedi hastanesi vardır. 
(Von Moltke, 1837)
Kedilerine,hatta sokak kedilerine elleriyle yediren anlı şanlı vezirler görülür. 
Du Loir,1654



Avrupa’da çok yaygın olan intihar,Osmanlı toplumunda meçhul gibidir. Dr.Brayer, 1836
Orta sınıf çok kudretli ve çok ahlâklıdır.Osmanlılar,muhteşem bir toplumdur. lorga, Voyageurs
Osmanlı’da yoksul var idiyse bile,Batı’daki mânâsında değildir. Yoksullar imaretlerde,konaklarda bedava yiyen,sadaka kabul eden takım idi. İstanbullu’nun hayat seviyesi Parisli ve Londralı’nınkinden üstündü. İstanbul’da gerçek mânâda hayat mücadelesine bile lüzum yoktu. Her İstanbullu hayatını kazanacağının emniyeti içindeydi.” (Robert Matran)



Türklerin güzellikleri vardı
biz onlara çirkinliğimizi
vermeyi başardık.

Victor Hugo
Yere tükürmek bir Frenk âdetidir ve Türklerce hayret mevzuudur, zira Türk,mendilini kullanır. (Cevdet)
Cezayir’li Kaptan-ı Derya Gazi Hasan Paşa’nın sarayının muazzam parkı halka açıktır.Halkın bahçesini gezip,çiçeklerini görmesinden haz duyar.
General Miranda




Osmanlı Devleti,modern dünyada ilk kez çok-uluslu bir meclis kurma yolunda ilerlerken,Britanya da bir Hintlinin parlamentoya girebilmesi tasavvur dahi edilemezdi.
(1861)
Türkler’in kendileri mütevazı binalarda otururlar.Görülen muhteşem binaların hepsi hayır olarak yaptırdıklarıdır.
Durdent

Türklerde Saray mensuplarının birbirlerine muameleleri
ve hitap tarzları,yeryüzünde tasavvur edilebilecek
en ince terbiye ve nezaket kaidelerine göre
cerayan eder.

Lord Ricaut

Osmanlı imparatorluğu Avrupa devletlerinden hiçbirine benzemez Oradaki kanunların,bir kişinin keyfi üzerine kitleleri asıp kesmeye elverişli olduğunu düşünmek hatadır.
Voltaire
Bütün tarihçilerimiz,Osmanlı imparatorluğunu istibdada dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır.
Voltaire
Osmanlının sırtına yüklediğimiz iftiralarla koskoca bir kitap olur. Onlar,dünyanın en güzel ve en büyük kesimine hâkimdirler. Küfürler savurmaktansa o yerleri geri almaya çalışmak daha şık olmaz mıydı?
Voltaire









Hiçbir zaman baskıya başvurma,
gaddarlık etme,adaletten şaşma.
Osman Gazi
Bir kimsenin kendini ilme adadığını öğrenirsen,
hürmet ve lütfunu esirgeme.
Osman Gazi
Yanında daima din bilginleri bulundur,
Allahın emrine itaat yegane amacımız olmalı.
Osman Gazi
Amacımız dünya hakimiyetini elde etmek değildir.
Dinimizi yaymaktan başka bir şey düşünmedim.
Osman Gazi


Allah Resûlü (s.a.) buyuruyor:
Kim kendisinin (hakkı) olmayan herhangi şeyi (benimdir diye) iddia ederse bizden, bizim yolumuza gidenlerden değildir. O (şimdiden) ateşten (cehennemden) oturacağı yeri edinedursun.” (İbn-i Mâce)
*
Eğer insanlara (mücerred) davalar ile (her istedikleri şey) verilseydi muhakkak ki, (bazı) kimseler (şu veya bu) zümrenin mallarını ve kanlarını dava ederdi. Lakin beyyine yani iddiayı isbat külfeti, davacıya; yemin de inkâr edene âittir.” (Buhârî)
*
Bütün insanlar tarak dişleri gibi müsâvîdir yani eşittir. Ancak ibâdetle birbirinden üstün olurlar. Kendisine layık gördüğün (meziyet ve) fazîletin benzerini senin için revâ görmeyen hiçbir kimse ile sakın arkadaşlık etme!

Üstünlüğü temin eden ibâdet mefhûmu gerek şahıs, gerek âilevî, gerek ma’şerî ve millî, bütün insan vazî­fe­lerine şâmildir. Çünkü bunların hepsi dînimizde ibâdettir. Bu hadîs-i şerîfte arkadaşlığın karşılıklı hak ve vazifelerine de işâret buyurulmuştur.
*
“Sizden önceki (ümmet)lerin (mahv) helâk edilmesi ancak (şu sebepten idi ki) onlar, içlerinde şeref sâhibi hırsızlık ettiği zaman onu bırakıverirler (aldırış etmezler), aralarında zayıf kimse çalınca hakkında ağır cezâ tatbik ederlerdi. Allâh’a andederim ki, Muhammed’in -sallal­lâhu aheyli ve sellem- kızı (yani benim kızım) Fâtıma hırsızlık etse muhakkak elini keserim.” (Buhârî, Müslim)
*
“Hâkim hükmünü verirken bütün cehd ve gayretini sarf ederek (hakka ve doğruya) isâbet ederse ona iki ecir vardır. Hükmünde yine o sûretle cehd eylemesine rağmen hatâ ederse kendisine bir ecir vardır.” (Buhârî, Müslim)
Ben ancak bir beşerim. Hakîkat bana aralarında dâvâlaşan öyle hasımlar gelir ki onların kimi kiminden daha beliğ ve çenesi daha kuvvetli olur, delillerini güzel, açık ve süslü anlatabilir ve ben de onu doğru söyleyen bir adam sanıp lehine hükmederim. Binâenaleyh ben bir müslümanın hakkını (haksız olan herhangi) bir kimsenin lehinde hükmedersem (biliniz ki) o (hak) bir ateş parçasıdır. Artık onu dileyen sırtına) yüklensin. Yahud onu farkederek (hakka rücû) etsin.
Bu hadîs-i şerîfin sarahatine göre zâhirî delillerle lehine hüküm verilmiş ola kimseler eğer hakîkatte haksız iseler ilâhî ve mânevî mes’uliyetten asla kurtulamazlar. O haksızlığın cezâsını dünyada çekmeseler bile âhirette mutlaka çekerler.
*
Siz (ey millet!) Ne halde bulunursanız, başınıza da öyle idâre eden adamlar geçirilir.” (Deylemî)
Hükûmetler ictimâî bünyelerden doğarlar. Bünye yani millet ne kadar iyi ve sağlam olursa onun hükûmeti de öyle olur. Bünyeyi ihmal edip de her işi hükûmetten beklemek hatâdır. Evvela ferd olarak kendimizi, sonra cemiyetimizi ıslah edelim, o vakit görürüz ki, herşey düzenine girmiştir.
*
Allah (halkın işlerini gören) herhangi bir emîre hayır dilediği zaman ona sâdık (özü, sözü doğru) bir yardımcı verir ki, (âmir bir şey) unutursa o, kendisine hatırlatır, (âmir) hatırlarsa ona yardım eder. (Allah ona hayırdan) başkasını murad buyurduğu vakit de kötü yardımcı verir de (âmiri) unutursa hatırlatmaz, hatırlarsa kendisine yardım etmez.” (Ebû Dâvud)
*
“Hepiniz çobansınız (bekçisiniz, murakıpsınız) hepiniz sürüsünden (idâresini ve bekçiliğini deruhde ettiği ferd ve zümrelerden) sorumlusunuz.” (Buhârî)
Bir kadın:“Ben Kur’an’ı okudum ve bu söylediklerine rastlamadım.” diyerek itiraz etmişti.
İbni Mes’ud(ra) cevap vermişti:
'Sen Kur’an’da(Rasûl size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasak ettiyse ondan da sakının.)
ayetini okumadın mı?'


Evvelen: Arabın fasâhat ü belâğati at, deve, câriye ve harb ve sâire gibi müşâhedâtı vasfa münhasır olup Kur’ân-ı Kerîm ise bu misillü eşyâyı vasf ü beyân etmediğinden fusahâ beyne’l-Arab fesâhat ü belâgatleri meşhûr ve müttefakun-aleyh olan elfâzı Kur’ân’da bulamamışlardır. Sâniyen: Arabların
 احسن الشعرا كذبه
kavl-i meşhûru mantûkunca bir şiirin, bir sözün en güzeli en kâzibi olduğundan kizbi terk ve sıdkı iltizâm eden bir şâ’irin şi’irinde ve bir münşînin kelâmında efsahiyyet ve eblagıyyetin tenezzül edeceği emr-i tabî’îdir. Hattâ Lebîd ibni Rebî’a ile Hassân radıyallâhu anhümânın dâhil-i dâire-i İslâm olduklarından sonra şi’irlerinin tenezzül ve tedennî etmiş olduğu erbâb-ı vukūfa ma’lûmdur. Kur’ân-ı Kerîm ise her âyetinde sıdka kemâl derecede ri’âyet olunmakla beraber fesâhat ve belâgatin mertebe-i kusvâsında olarak nâzil olmuşdur. Sâlisen: Bir şâ’ir ne kadar fasîh, ne kadar belîğ olursa olsun onun bir kasîdesinde ancak bir veyâ iki beyt-i belîğe tesâdüf olunabilir. Çünkü belâğat, “kelimâtının fasîh olmasıyla beraber kelâmın muktezâ-yı hâle mutâbakati” demek olup ahvâl ü makāmât-ı kelâm ise mütefâvit ve mütehâlif olduğundan her kelâmı kendine mahsûs bir makāmda îrâd etmek ve o makāma münâsib olan umûrun cümlesine ri’âyet eylemek kudret-i beşeriyyenin hâricindedir. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’in her kelâm ve cümlesi kendine mahsûs olan hâl ve makāmda sevkolunmuş ve o makāma münâsib olan umûrun kâffesine ri’âyet edilmişdir. Râbi’an: Zühd ve takvâ, mesâ’il-i fıkh ü fetvâ, zemm-i dünyâ ve medh-i ukbâ gibi şeylere dâir teşbîhât-ı belîga ve isti’ârât-ı dakīkayı şâmil bir makāle-i belîga ve bir kasîde-i fasîha yazmak veyâ söylemek hiçbir şâ’ir ve münşîye mümkün değil iken Kur’ân-ı Kerîm’de bu gibi mebâhis-i âliye kemâl-i fesâhat ü belâğat üzere zikr ü ityân olunmuşdur. Hâmisen: Muhakkakdır ki, bazı eşyâyı tasvîrde güzel şi’ir inşâdına muktedir olan bir şâ’ir, başka şeyleri vasf u zikirde o kudret-i şâ’irânesini lâyıkıyla göstermek mümkün değildir. Nitekim İmri’ü’l-Kays’ın şi’iri at ve nisâ gibi şeyleri vasıfda, Nâbiga’nın şi’iri havfda, A’şâ’nın şi’iri de hamriyâtda güzel olup başka şeylerde ise o kadar güzel değildir. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm tergîb, terhîb, va’az, zecr ve sâire gibi pek çok mebâhis ve mesâ’il-i muhtelifeyi câmi’ iken cümlesinde gâyet-i fesâhat ve nihâyet-i belâğat üzere vârid olmuş ve hepsinde hüsn-i zâtîsini bir sûret-i hârikulâdede ızhâr eylemişdir. Sâdisen: Kendisinde ale’t-tevâlî bir mazmûndan diğer mazmûna intikāl edilen veyâ bir takım eşyâ-yı muhtelifenin beyânını müştemil bulunan bir kelâmın eczâsı arasında hüsn-i irtibât olamayacağı ve binâ’en-aleyh kelâm-ı mezkûrun derece-i âliye-i belâğatden sukūt edeceği derkâr olduğu hâlde Kur’ân-ı Kerîm’de bir kıssadan diğer kıssaya, bir mazmûndan bir başka mazmûna mütevâliyen intikāl edilmiş ve emir, nehiy, haber, istihbâr, va’d, va’îd, tevhîd, nübüvvet, ma’âd, tergîb, terhîb gibi nice mezâmîn-i muhtelifenin beyânını mutazammın bulunmuş iken yine hüsn-i irtibâtını kemâl-i fesâhat ve belâğatle muhâfaza eylemişdir. Sâbi’an: 1 i-) وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ الخ..) âyeti celîlesi gibi birçok  âyât-ı beyyinâtın ve bâhusûs “Sad” sûre-i şerîfesinin serâpâ şehâdetleriyle Kur’ân-ı Kerîm ekser mevâzı’ında elfâz-ı kalîle ile me’ânî-i kesîreyi gâyet belîgâne ve fasîhâne olarak ifâde etmişdir ki, bunun da kudret-i beşeriyyeye nisbetle bir emr-i muhâl olduğu erbâb-ı vukūfa nümâyândır.

Resûl-i Ekrem sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri bundan bin üç yüz bu kadar sene evvel ulûm ve maârifden bil-külliye denilecek derecede mahrûm olan ve hattâ “kavm-i ümmî” nâmını almış bulunan bir ahâli içinde zuhûr etmiş ve hiç bir ferd tarafından talîm ve terbiye dahi görmemiş olduğu hâlde
kendisine nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm o zamanlarda dünyada mevcûd olan ulûm-ı mütenevvia ve malûmât-ı beşeriyyenin kâffesini câmi’ olduğu gibi o asırlarda hiç kimsenin hâtır ve hayâline gelmemiş olan nice maârif-i kevniyye ve hakāyik-ı fenniyyeyi dahi hâvî ve bu ise onun münzelün min indillah bir kitab-ı havârık-nisâb olduğuna pek büyük bir burhân-ı kātı’dır.
Mümin,sevilip kendisiyle iyi geçinilir.
İyi geçinmeyen ve kendisiyle geçinilemeyen
kimsede hayır yoktur.

Hz.Muhammed(sav)
Şeytan,birisini kandırmada âciz oldu mu,
şeytan insanlardan yardım ister.

Mevlânâ Hz
Kıyamet günü bir kul Allah’ın huzuruna getirilince sağ eline verilen amel defterinde hacc,umre,zekat ve sadaka gibi bir çok ameller görür ve içinden “ben bunların hiç birini işlemiş değilim, her halde bu benim amel defterim değil” der.
Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah kendisine şöyle buyurur:
- O senin amel defterindir. Sen ömrün boyunca “keşke param olsaydı da hacca gitseydim” “keşke param olsaydı da fakirlere verseydim” diye diye yaşadın. Ben de niyetinde samimi olduğunu bildiğim için yapmayı özlediğin o amellerin tümünün sevabını sana verdim.


Allah Teâlâ buyuruyor:
“Siz zanneder misiniz ki, şâhidsiz dâvânızı yani mü’min olduğunuzu isbât edebilirsiniz Cenâb-ı Hakk şâhid taleb edecektir.” (Ankebût Sûresi / 1-2) buyurulmuştur.
Bir dâvâcı var, bir de dâvâlı. Dâvâcı olanın mahkeme huzûrunda dâvâsını isbât için iki şâhid lâzımdır. Şu halde cümlemiz mü’miniz, îmânımız vardır, diyoruz. Bunun isbâtı lâzımdır. İki şâhid ise amel ve ibâdettir. Amel ve ibâdet olmayınca dâvâ sâbit olmaz.
“Şunlar ki îmân ettiler ve günahlarına tevbe ederek Cenâb-ı Hakk tarafına hicret ve teveccüh ettiler. Nefs ve şeytan ile mücâhede ederek dâire-i isyândan dâire-i itaata hicret ve evâmir-i ilâhiyeyi îfâ ve yasaklardan kaçınmağa dikkat ve nefislerini icbâr ettiler. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına tâlib oldular. Onlar için Allâh’ın rahmeti vardır.” (Bakara Sûresi, 218)
Yalnız bir duâ ile sözde kalmak fayda vermeyip, her halde rahmet-i ilâhiyeye nâil olmak için amel ve ibâdet şarttır. Bu sûretle talibleri Cenâb-ı Hakk mağfiret eder. Cihâd ikidir; biri küffâr ile, diğeri nefs ile harb etmek demektir.
Bir insan bir kula hizmet ediyor, mukâbilinde ücretini, mükâfatını alıyor. Şu halde mahlûkattan mükâfat alınırsa Cenâb-ı Hakk için çalışan acaba mükafatsız mı kalır? Bir kimse bir kuldan müteaddid defalar ihsân görürse ona dâimâ minnettâr kalır. Ve hatırından çıkarmaz. Şu halde Cenâb-ı Hakk’ın binlerce nîmetini gördük, şükr etmek lâzımdır. Tefekkür edilmezse küfrân-ı nîmet edilmiş olur.
“Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız, sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz.” (Nisâ Sûresi, 31)
Bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın korkusuyla büyük günah işlemezse ona çok sevâb yazılır. Niyeti hâlis olmak lâzımdır.
Hakk teâlâ hazretleri:
“Kim (Allâh’a) bir iyilikle, güzellikle gelirse, işte ona on katı var. Kim de bir kötülükle gelirse bu, o miktardan başkasıyla cezâlanmaz.” (Enam Sûresi, 160) buyuruyor.
Zevkleri bıçak gibi kesen ölümü çok hatırlayın.
Hz Muhammed sav
Ben kadınlarla tokalaşmam,bir kadına sözüm
yüz kadına sözüm gibidir.(kadı
nlarla biat)
Hz.Muhammed(sav)
Her gün iki Melek nâzil olur.
Bunların birisi: Yâ Rab! Malını infâk edene bedelini ver! diye duâ eder.
Diğeri de: Yâ Rab! İmsâk edene(vermeyene) (malının) telefini ver, diye bedduâ eyler.
Hz Muhammed sav
buhari 711 


Her müslüman üzerine sadaka vermek vâcibdir, buyurmuştu. Ashâb-ı Kirâm: - Yâ Resûlallâh! Sadaka edecek bir şey bulamayan (ne yapsın?) diye sordular. Resûl-i Ekrem: - Eliyle kazanır. Hem kendi nefsine faydalı olur, hem de tasadduk eder, buyurdu. Ashâb-ı Kirâm: - Ya bir kazanç yolu bulamazsa? diye sordular. Resûl-i Ekrem: - İhtiyac sâhibine, mazlûma yardım eder, buyurdu. Ashâb-ı Kirâm: - Böyle bir yardım yolu da bulamazsa, (gücü yetmezse) dediler: Resûl-i Ekrem: - Hayır işlesin, şerden de nefsini esirgesin. Bu da o kimse için sadakadır, buyurdu.
buhari  713



24 Eylül 2016 Cumartesi

Ev kadını,evinin yemeğinden isrâf etmeyerek
(örf ü âdete göre âilesine,misâfirlerine) infâk ve ikrâm ettiğinde,bu infâk ile sevab kazanır.Bu malı kazandığı cihetle de zevci, muhâfaza ettiği için hizmetçisi bir o kadar sevap kazanır. Bunlardan bâzısının ecr-ü sevâbı, öbürlerinin sevâbından hiç bir şey eksiltmez.
Hz Muhammed sav
buhari 704



23 Eylül 2016 Cuma

Resûlullah: - Şu koyun (kızartması)na zehir koydunuz mu? diye sordu. Yahûdîler: - Evet, koyduk! dediler. Resûlullah: - Bu cinâyete sizi ne sevk etti? dedi.Yahûdîler de:-Biz şöyle düşündük: Eğer sen yalancı (Peygamber) isen (koyunu yer ölürsün) biz de müsterih oluruz.
Eğer hakîkî bir Peygamber isen sana bir zarar erişmez! diye cevap verdiler.
buhari 1310


22 Eylül 2016 Perşembe

Mirâc gecesi Cennet`de baktım ehli Cennet`in çoğunun fakirler olduğunu gördüm.
Cehennem`e de baktım. Cehennem`dekilerin çoğunun da kadınlar olduğunu  gördüm.
Hz Muhammed sav
buhari 1340
Sizden biriniz öldüğünde sabah akşam âhiretteki yeri kendisine gösterilir eğer o ölü ehl-i Cennet`ten ise kendisine ehl-i Cennet`in makamlarından gösterilir.Eğer ehl-i nârdan ise cehennemlikler(in yerin) den gösterilir.
buhari 1339






“Allah Teâlâ mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet mukâbilinde satın aldı. Ve nefisleri bedelinde cennet verdi. Al­lah rızâsı için o mü’minler düşmanla mukâtele ederler, katlederler ve kendileri katlonularak şehid olurlar ve bu mukatele bedelinde mü’minlere verilen cennet Tevrât ve İncil ve Kur’ân’da Allah Teâlâ üzerine sâbit bir va’d-i ilâhi oldu ki vuku’u kat’idir. Ve Allah Teâlâ’dan ziyâde ahdini kim ifâ edebilir? Böyle kârlı mu­bâyaa üzerine terettüp eden netice izhâr-ı şâ­dumânîdir. İşte şu ticaret büyük kurtuluştur.» (Tevbe sûresi, 111)

Diğer mânâ:

«Şüphesiz ki Allah, Hak yolunda (muhârebe ederek düşmanları) öldürmekte ve öldürülmekte olan mü’minlerin canlarını ve mallarını (Kendilerine cennet vermek mukabilinde) satın almıştır. Onun Tevrat’da, İncil’de ve Kur’ân’da (zikrolunan bu) va’di kendi üzerinde Hak (ve kat’i) bir va’ddir. Allah’tan ziyâde ahdine vefâ eden kimdir? O halde (Ey mü’minler) yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevininiz. Bu en büyük saadettir.»

Bu âyetin sebeb-i nüzûlü:

Ensâr-ı kirâmdan yetmiş kişi Leyle-i Akâbe’de Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’e bey’at ettiklerinde Abdullah bin Revâha -radıyallahu anh-:

– «Ya Rasûlallah Rabbın ve nefsin için dilediğin şartı kıl» dedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de:

– «Rabbim için ibâdet edip şirk etmemenizi ve nefsim için de kendi nefsinizden ve malınızdan men ettiğiniz şeyi benden de men etmenizi şart kılarım» buyurunca: Ensâr-ı kirâm da:

– «Biz bunu işler isek bizim için ne var?» demeleri üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

– Cennet var» buyurdu.

Ensâr-ı kirâm da -radıyallahu anhüm-:

– Bey’ımiz ticâret etti bunu ikale etmeyiz yani fesh etmeyiz ve noksan da etmeyiz, dediler.

`

Ca’fer-i Sâdık -kuddise sirruh- der ki:

«Ey Âdem oğlu kendi kadr ve kıymetini Allah’ın bildirdiği şekilde bil ki, Allah senin fiatının cennetten aşağı bir şey olmasına râzı değildir!

Dikkat etmek lâzımdır ki, satın alan Allah, satın alınan kul, fiat da cennettir.

Bilmek gerekir ki, cennet talebinde nefsini fedâ edene cennet vardır. Bu cihâda cihâd-ı asgar denilir.

Kalbini ve ruhunu Allah’ı taleb kılmakla fedâ eden ise cennetin sahibine kavuşur, buna nâil olmak için çalışmak ise cihâd-ı ekberdir.

Kalbi tasfiye yolu ve ahlâkı kötüden iyiye tebdil etmek zâhirî düşmanlarla savaşmaktan daha zordur. Çünkü nefis düşmanını öldürmek zâhirî düşmanı öldürmekten zordur.»

`

Fahreddîn Râzi Tefsir-i Kebîr’inde nakleder ki:

Şeytan Allah Teâlâ ile bu âyet-i celile için muhâsame eder ve der ki:

– Şerîatde müşteri, bâyiden ayıblı bir mal satın alırsa onu iâde etmesi lâzımdır. Sen onların nefislerini ve mallarını satın aldın, onların nefisleri de malları da hep ayıblı şeylerdir. Onları o halleriyle bana bırak.

Allah Teâlâ cevâp verir:

– Sen benim şerîatimi bilmezsin, adlimi anlamaz, fazlımı takdir edemezsin?

Şeytan böylece kapaklanır, rüsvây olarak, mahcub olarak tardolunur.
Uhud gazâsı gününden daha şiddetli olan bir gün erişti mi? diye sormuş Resûlullah -Yâ Âişe! Kavmin (Kureyş) den gelen birçok zorluklarla karşılaştım.Fakat onlardan Akabe günü karşılaştığım müşkül vaziyet hepsinden zorlu idi:ben (Kureyş`ten gördüğüm ezâ üzerine Tâif`e gidip) hayâtımın sıyânetini Abdi Külâl`ın oğlu İbni Abd-i Yâlîl`e teklîf ettiğim zaman dileğime cevap vermemişti.Ben de kederli ve mütehayyir bir halde (Mekke`ye) dönmüştüm.Bu hayretim "Karn-i Seâlib" mevkiine kadar devâm etti.Burada başımı kaldırıp (semâya) baktığımda bir bulut beni gölgelendirmekte olduğunu gördüm.Buluta (dikkatle) baktığımda bunun içinde Cibrîl bulunduğunu gördüm.Şimdi Cibrîl bana:-(Yâ Muhammed!) Allah, kavminin senin hakındaki dediklerini muhakkak işitti.Seni sıyâneti esirgediklerine de vâkıf oldu.Allah sana şu dağlar Meleğini gönderdi (emrine müheyyâdır),kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin!, dedi.Bunun üzerine de dağlar (emrine müsahhar olan) Melek seslenip selâm verdi.Sonra:-Yâ Muhammed! dedi, Cibrîl`in söylediği bir hakîkattır: sen ne dilersen emrine hazırım;eğer (Ebû Kubays ile Kayakan denilen) şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine (çökerek) birbirine kavuşmasını (ve müşrikleri tamâmiyle ezmesini) istersen (onu da emret!) dedi.Nebî sallallahu aleyhi ve sellem de:-(Hayır, ben onu istemem) ben isterim ki, Allah bu müşriklerin sulbünden yalnız Allah`a ibâdet eden ve Allah`a hiç bir şeyi şerik kılmayan (müvahhid) bir nesil meydana çıkarsın dedi.buhari 1333

21 Eylül 2016 Çarşamba

İNSAN ÖLÜNCE NELER OLUYOR OKUYUN DA GÖRÜN
Bedenin Ölümü (Dışarıdan Görünen Ölüm)
Ölüm anında ruh, bu dünyadaki insanların içinde yaşadıkları boyuttan ayrılırken, geride cansız bedenini bırakır. Deri değiştiren canlılar gibi, bu dünyadaki bedenini geride bırakır ve asıl hayatına doğru ilerler.
Ancak geride kalan bedenin karşılaşacakları da ibret vericidir. Özellikle bu bedene hayattayken gereğinden fazla değer verenler için.
Peki öldükten sonra bu bedenin başına neler geleceğini ayrıntılı olarak düşündünüz mü hiç?
Bir gün öleceksiniz. Belki hiç beklenmedik bir şekilde. Ekmek almak için bakkala giderken yolda bir araba kazası geçireceksiniz. Ya da amansız bir hastalık hayatınıza son verecek. Veya bir anda kalbiniz duracak.
Böylece ölümü tatmaya başlayacaksınız.
Bu andan itibaren de, bedeninizle hiçbir ilişkiniz kalmayacak. Hayat boyu ""ben"" dediğiniz ve sahiplendiğiniz o beden, sıradan bir et parçası haline gelecek. Ölümünüzle birlikte bedeninizi başka insanlar taşımaya başlayacaklar. Etrafta ağlayanlar, ""daha dün buradaydı"", ""dağ gibi adamdı"" diyenler olacak. Sonra o bedeni alıp evin bir odasına, belki de morga koyacaklar. Orada bir gece bekleyecek. Ertesi gün gömme işlemleri başlayacak. Cansız bedeni alıp gasilhaneye götürecekler. Görevli, kaskatı kesilmişolan bedeninizi soğuk suyla yıkayacak. Ancak bu aşamada ölümün izleri de bedende aşikar hale gelecek. Morarmalar başlayacak.
Daha sonra bedeni beyaz bir bezle, kefenle saracaklar. Sonra da tahta tabuta koyup üstüne yeşil bir örtü örtecekler. Cenaze arabası gelecek, tabutu devralacak. Araba mezarlığa doğru ilerlerken, yolda hayat devam edecek. Bazı insanlar cenaze geçiyor diye saygı gösterecek, çoğu kendi işine bakacak. Sonra mezarlığa gelinecek. Tabut, sizi sevenler ya da seviyor gibi görünenler tarafından ellerde taşınacak. Etrafta muhtemelen yine ağlayanlar, sızlananlar olacak. Sonra o kaçınılmaz yere, mezara gelinecek. Üstünde sizin isminiz yazılı... Bedeni tabuttan çıkarıp beyaz kefenle birlikte mezarın içine atacaklar. Ve sonra son işyapılacak. Ellerine kürek alanlar, beyaz kefenin içindeki bedenin üzerine toprak atmaya başlayacaklar. Kefenin ağzını açıp içine de toprak atacaklar. Ağzınıza, burnunuza, boğazınıza, gözlerinize topraklar dolacak. Topraklar yavaşyavaşkefeni örtecek. Biraz sonra işleri bitecek ve gidecekler. Mezarlık her zamanki derin sessizliğine bürünecek. Gidenler, kendi hayatlarına geri dönecekler, ama gömülen beden için artık hayatın hiçbir anlamı kalmamışolacak. Dünyadaki hiçbir güzellik, hiçbir güzel ev, güzel insan, güzel manzara artık o beden için bir şey ifade etmeyecek. Bedeniniz, hiçbir dostunuzla artık görüşemeyecek. Beden için var olan tek şey, artık yalnızca toprak ve onun içindeki bakteri ve kurtlar olacak.
Öldükten Sonra Ne Hale Geleceğinizi Hiç Düşündünüz mü?
Zaten gömülmenizle birlikte bedeniniz hem içten hem de dıştan gelen etkilerle hızlı bir parçalanma sürecine girecek.
Vücutta oksijen kalmayacağından, bir süre sonra mikroplar faaliyete geçerek bedene yayılacaklar.
Karında toplanan gazlar cesedi şişirecek ve bu şişlik vücudun her tarafına yayılarak, bedeni tanınmaz hale getirecek.
Bundan sonra gazın diyaframa yaptığı basınçtan dolayı ağızdan ve burundan kanlı köpükler gelmeye başlayacak.
Çürüme ilerledikçe kıllar, tırnaklar, avuç içleri ve tabanlar yerlerinden ayrılacaklar.
Bu dışdeğişmeyle beraber, iç organlarda da (akciğer, kalp ve karaciğerde) çürüme başlayacak.
En korkunç olay ise bu noktada gerçekleşecek; karın bölgesinde toplanan gazlar deriyi zayıf noktasından patlatacaklar ve bedenden tahammül edilmez derecede pis kokular yayılacak. (Ölü insan kokusu, dünyanın en iğrenç kokularındandır.)
Bu süre içinde kafadan başlamak üzere, adaleler de yerlerinden ayrılacak.
Cilt ve yumuşak kısımlar tamamen dökülecek ve iskelet gözükmeye başlayacak.
Beyin tamamen çürüyecek ve kil görünümünü alacak, kemikler bağlantılarından ayrılacak ve iskelet dağılmaya başlayacak...
Bu olay, ceset bir toprak ve kemik yığını haline gelene kadar böylece devam edecek.
""Ben"" sandığınız bedeniniz böylelikle korkunç ve iğrenç bir şekilde yok olacak. Geride kalanlar sizden söz ederken, topraktaki tüm kurtlar, böcekler ve bakteriler sizin etlerinizi kemirecekler.
Eğer bir kaza sonucunda ölür de, gömülmezseniz, o zaman çok daha feci bir manzara ortaya çıkacak. Bedeniniz, sıcak havada açıkta kalmışbir et gibi, kurtlanacak, birkaç gün içinde bir kurt yumağı haline dönüşecek. Kurtlar, son et parçasını da yiyene kadar iskeletin kıvrımları arasında dolaşacaklar.
Böylece ""en güzel bir biçimde"" yaratılmışolan insan hayatı, olabilecek en korkunç biçimde sona erecek.
Peki neden?
İnsan vücudunun öldükten sonra bu hale getirilmesi Allah""ın dilemesiyledir. Ve bunun çok büyük bir hikmeti vardır. İnsan, kendisinin aslında bedenden ibaret olmadığını, bedeninin yalnızca kendisine giydirilmişgeçici bir kılıf olduğunu, bu korkunç sonu görerek anlamalı, bedenin ötesinde bir varlığı olduğunu hissetmelidir. İnsan, sadece bedenden ibaret olamayacağını, bedenin ötesinde onu bir araç olarak kullanan ruhun var olduğunu anlamalıdır.
Allah kendini ""et ve kemikten"" ibaret sanan insana, belki de bunun bir aldanışolduğunu kavratmak için böyle ibret verici bir son hazırlamıştır.
İnsan, bedeninin ölümüne bakmalı, bu geçici dünyada adeta sonsuza kadar kalacakmışgibi sahiplendiği ve bütün arzularına boyun eğdiği bedeninin akıbeti hakkında düşünmelidir. O beden toprağın altında çürüyecek, kurtlanacak ve iskelete dönüşecektir.
DÜNYA HAYATININ GEÇİCİLİĞİ
Hiç düşündünüz mü?
Neden insan sık sık temizlenmek zorundadır? Neden temizliğine, bakımına dikkat etmezse, vücudu, ağzı kokar, cildi ve saçı yağlanır? Neden terler ve bu terin kokusu son derece kötüdür?
İnsanın aksine, çicekler son derece güzel kokulara sahiptirler. Gül ya da karanfil, pis çamurlu bir toprakta yetişmelerine rağmen binlerce yıldır son derece güzel kokarlar. Ama insan, biraz dikkat etmediğinde kötü kokmaya başlar ve bunu ancak iyi bir bakımla engelleyebilir.
Neden böyle olduğunu, insanın neden bu şekilde bir eksiklikle yaratıldığını hiç düşündünüz mü? Allah""ın neden çiçekleri güzel kokulu yaparken, insan bedeninin bu şekilde acizliklerle dolu olduğunu hiç aklınıza getirdiniz mi?
İnsan yalnızca bu saydığımız özelliklerle kalmaz; yorulur, acıkır, susar, canı acır, midesi bulanır, hastalanır…
İnsanlara bunlar doğal şeylermişgibi gelir, ama bu bir aldanıştır. İnsan hiçbir zaman kötü kokmayabilir, hiçbir zaman başağrısı çekmeyebilir, hiçbir zaman hasta olmayabilirdi. Tüm bu zorluklar, ""tesadüfen"" oluşmuşdeğil, özel olarak yaratılmışlardır. Allah, insanı belirli bir amaç, belirli bir hikmet doğrultusunda bu şekilde yaratmıştır.
Bu amaçlardan biri; insanın aciz bir varlık, bir ""kul"" olduğunu anlamasıdır. Eksiksiz, mükemmel olmak Allah""ın vasfıdır, O""nun kulu olan insan ise sonsuz derecede ek****, zayıftır ve dolayısıyla O""na sonsuz derecede muhtaçtır. Allah bir ayette, konuyu çok hikmetli bir biçimde açıklar:
Ey insanlar, siz Allah""a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. Dileyecek olsa, sizi giderir (yok eder) ve yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah""a göre güç değildir. (Fatır Suresi, 15-17)
İnsanın sahip olduğu kusur ve eksikliklerin başka bir amacı ise, bu yurdun geçiciliğini hatırlatmasıdır. Çünkü söz konusu kusur ve eksiklikler, bu dünyadaki bedene mahsusturlar. Ahirette, cennet ehli yeni bir bedenle, eksiksiz ve kusursuz bir şekilde yaratılacaktır. Bu dünyadaki zayıf, eksik, kusurlu beden, müminin gerçek bedeni değildir, geçici bir süre içinde kaldığı bir kalıptır.
Bundan dolayıdır ki, dünyada kusursuz bir güzellik elde edilemez. Fiziksel yönden en güzel, en çekici, en kusursuz olduğunu sandığımız bir insan da, diğer tüm insanlar gibi fiziksel ihtiyaçlarını gidermekte, terlemekte, kimi zaman ağzı kokmakta, kimi zaman yüzünde sivilce çıkmaktadır. Temiz kalabilmek için sürekli yıkanmak ve bakım yapmak zorundadır. Kimi insanın yüzü güzeldir, ama fiziği o kadar düzgün değildir. Bunun tersi de mümkündür. Kimisinin gözü güzel, fakat burnu eğri olabilir. Bu özelliklerin sonsuz varyasyonlarını sayabiliriz. Dışgörünüşolarak gerçekten kusursuz gibi görünen bir kimsede de hiç umulmadık bir hastalık, rahatsızlık ya da kusur bulunabilir.
Herşeyden önemlisi, en mükemmel görünen insan bile mutlaka yaşlanır ve ölür. Beklenmedik bir anda bir kazayla paramparça olabilir. Dünyadaki beden gibi, dünyanın bizzat kendisi de eksik, kusurlu, yetersiz ve geçicidir. Bütün çiçekler mutlaka solar, en güzel yiyecekler çürür, bozulur, kokuşur. Tüm bunlar bu dünyaya mahsus eksik ve kusurlardır. Bizlere tanınan kısa dünya hayatı da, taşıdığımız beden de Allah""ın çok kısa bir süre için verdiği geçici emanetlerdir. Sonsuz bir yaşantı ve mükemmel bir yaratılışise yalnızca ahirete mahsustur. Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyurur:
Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. (Bu da) iman edip Rablerine tevekkül edenler içindir. (Şura Suresi, 36)
Bir başka ayette, dünyanın gerçek mahiyeti şöyle anlatılır:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ""(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama"", bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ""çoğalma-tutkusu""dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah""tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanışolan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Kısaca bu dünyada Allah sonsuz kudret ve bilgisinin bir göstergesi olarak birçok güzellik, sanat ve harikalık ile çok çeşitli kusur ve eksiklikleri de aynı anda yaratmaktadır. Mükemmellik ve kalıcılık bu dünyanın kanununa aykırıdır. Gelişen teknoloji de dahil olmak üzere, insan aklının düşünebileceği hiçbir şey Allah""ın bu kanununu değiştiremeyecektir. Böylece insanlar bir yandan ahireti özleyip ona kavuşmak için çabalamalı ve Allah""a gereken şükür ve takdiri göstermelidirler. Bir yandan da bunların gerçek yerinin bu geçici dünya değil, eksik ve kusurlardan arındırılmışve müminler için hazırlanmışebedi cennet hayatı olduğunu anlamalıdırlar. Kuran""da, bu gerçek çok açık bir biçimde bildirilir:
Hayır, siz dünya hayatını seçip üstün tutuyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir. (A""la Suresi, 16-17)
Bir başka ayette ise, ""gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur"" (Ankebut Suresi, 64) denir. ""Asıl hayat""ımız olan ahiret ile geçici bir yurt olan dünya arasında, perde kadar ince bir sınır vardır. Ölüm, işte bu perdeyi kaldırır. Ölümle birlikte bu dünya ve bedenle olan ilişki kesilecek, yepyeni bir yaratılışla sonsuz hayata başlangıç yapılacaktır.
Ölümle birlikte başlayacak olan hayat gerçek hayattır. Eksiklik, kusur, geçicilik dünyaya ait kanunlardır. Gerçek kanunlar; kusursuzluk, ölümsüzlük, mükemmellik üzerine kuruludur. Bir başka deyişle, normal olan, bir çiçeğin hiç solmaması, bir insanın hiç kirlenmemesi, hiç yaşlanmaması, bir meyvenin hiç çürümemesidir. Asıl kanunlar, insanın her istediğinin anında gerçekleşmesini, insanın hiçbir acı ve hastalık yaşamamasını, hiçbir zaman üşümemesini, ya da terlememesini gerektirir. Ancak asıl kanunlar, asıl hayatta; geçici kanunlar da geçici olan bu dünya hayatındadır.
Asıl kanunların yurdu, yani ahiret ise çok yakındır. Allah dilediği an insanın buradaki yaşamına son verip, onu ahirete geçirebilir. Bu geçiş, bir göz açıp-kapaması kadar çabuk gerçekleşecektir. Rüyadan uyanmak gibi... Ölümle birlikte sona erecek olan dünyanın, ahirete göre ne denli kısa olduğu Kuran""da şöyle anlatılır:
Dedi ki: ""Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?"" Dediler ki: ""Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor."" Dedi ki: ""Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz,"" ""Bizim, sizi boşbir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?"" (Müminun Suresi, 112-115)
Ölümle birlikte rüya sona ermişve gerçek yaşam başlamıştır. Yeryüzünde ""bir gün ya da bir günün birazı kadar"", hatta ""bir göz çarpması"" kadar kalmışolan insan, yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah""ın huzuruna çıkar. Eğer dünyada iken ölümü aklında tutmuş, Allah""a kavuşacağının bilincinde olmuşise, kurtulmayı umacaktır. Kuran""da ""kitabı sağ eline verilen"" bu kurtulmuşların şöyle diyeceği haber verilir:
""... Alın kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış(anlamış)tım."" (Hakka Suresi, 19-20)




Allah Teâlâ buyuruyor:

“Sizin hepinizin döneceği yer, ancak Allah Teala’nın huzur-ı mânevîsidir. Sizin rucûunuz hakkında Allah’ın va’di hakkdır, muhakkak vâkı’ olacakdır. Binaenaleyh haşr neşr bir emr-i muhakkak olup tâbir ve tebdil kabul etmez. Allah Teâlâ evvela halkı dirilten, sonra iman edip salih amel ve hareketlerde bulunanlara adl ü lutfuyle mükâfâtını vermek için yine kendisine döndürecek olandır. Kafirler için ise küfürlerinde direnmeleri yüzünden, kaynar sudan bir içecek ve pek acıklı bir azab vardır.” (Yûnus sûresi, 4)

Fahr-i Râzi, Nisâburî ve Hazin’in beyanları vechile, eğer ahiret olmasa âlem hiç bir zaman herc ü mercden ve fitnelerden hâlî olamaz. Zira insanlar tab’an her iyi olan şeyin kendinde bulunmasına ve kötü olan şeyin bulunmamasına meyyal olduğu cihetle daima gayrin hukukuna tecavüzden hâlî kalamadıklarından âlem hiç bir zaman fesaddan ve zulm ü tuğyandan kurtulamaz. Binaenaleyh fitne ve fesaddan âlemi muhafaza ve zulm ü tuğyandan insanları vikaye, ancak ahiretin vucudunu ikrar ve ahiretten korkmasıyle olabileceğinden, Cenâb-ı Hak resulleri vasıtasıyle kullarına ahireti bildirmiş ve buna itikad lazım olduğunu beyan buyurmuşdur.

Zamanımızda ekseri süfehada görüldüğü vechile ahirete itikad etmeyen kimse her şeyi mübah görür ve her fenalığa menşe’ olur. Binaenaleyh, aklına gelen ve hevay-ı hayvaniyyesine muvafık olan her kötülüğü işlemekden çekinmez ve utanmaz. Adl ü hakkaniyyetin hilafına olan şeylere adalet nazarıyla bakar ve adaleti görmediğinden daima kendine ve gayrilere zulümden hali kalmaz.

Binâenaleyh ahiret olmasa hiç bir surette âlemin intizamı mümkün değildir:

Ayet’te, salih amel işleyenlerin en güzel şekilde, lâyık oldukları vechile mükâfatlandırılacağı, küfürlerinde ısrar edenlerin ise en kötü şeylerle cezalandırılacakları, kaynar su ve pek acıdıcı bir azâba duçar kılınacakarı beyan buyurulmuştur.

İbn-i Abbas’dan rivâyet edildiği vechile, kâfirlerin cehennemde yiyecekleri şey olan zakkum hakkında: “Eğer zakkumdan yer yüzüne bir damla düşse idi, bütün ehl-i arzın hayatlarını zehir etmeğe kâfi gelirdi. Bütün yiyeceği bu olan, bütün içeceği kaynar su olan kimsenin hâlini düşününüz,” demiştir.

“Fakat îmân edip de sâlih amellerde ve hareketlerde bulunanlara gelince onların rabbi onları îmânları sebebiyle altlarından ırmaklar akan o nîmetlerle dolu cennetlere erdirir.

Bunların oradaki duâları: “Ey Allahımız!Seni tesbih ve tenzih ederiz” sözüdür. Kendi aralarındaki tahiyyetleri ve iltifatları da selâmdır. Duâlarının sonu da: “Hamd olsun âlemlerin rabbi Allah’a!” duâsıdır.” (Yûnus sûresi, 9-10)

Rivâyet olunduğuna nazaran, ehl-i cennet birşey arzu ettikleri vakit “Sübhanekallahümme” derler, arzu ettikleri yiyecek ve içecek derhal gelir, yiyip içtikleri vakit de “Elhamdü lillâhi rabbil-âlemin”derler.

Cennette hiç bir mükellefiyyet ve külfet yoktur. Ehl-i cennet ancak Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ederler, hamd ile meşgul olurlar. Bu da onlar için külfet değildir. Bunu zevkle yaparlar ve lezzet alırlar.

Babamız Âdem -aleyhisselâm-’ın ilk aksırdığı vakit söylediği söz “Elhamdülillah” olmuştur. En son duâsı da yine “Elhamdülillah” dır.

Kul eğer dikkat nazarıyla bakarsa Allah’ın nimetleri deryasına müstağrakdır. Bu sebeple her an ona aralıksız olarak hamdetmekliği lazımdır.



Ârifin hamdi, diğer insanların hamdlerinden muhakkak ki farklıdır. O, bütün âzâ ve cevarihiyle hamdeder. Asıl mesele de, diliyle söylediği bir şeye kalbiyle ve bütün âzâsının da iştirak etmesidir. Mücerred davanın bir faydası yoktur. (Ruhu’l-Beyân, 2/13)

Vâkı’a burası dâr-ı mücâzât değildir. Fakat ibret için Allah burada da gösterir.
لِيُذِيقَهُم بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ)
Bunlar hep ayrı ayrı dersler teşkîl edecek –dünyâda cezâ-yı a’mâlin birazını tattıracağım, asıl azâb âhiretdedir. İnsan pek ziyâde bağy ederse, zulümde haddi aşacak olursa, dîn ü devleti muhâtaraya düşürürse elbet dünyada da felâkete dûçâr olur.
Allah dan beklenen dâima hayırdır ) بِيَدِكَ الْخَيْر
Vâkı’a bazılarına bir müddet müsâ’ade eder, fakat bazen de tepesi üstü atar. Çok def’a da zâlimleri biri birine musallat eder.
وَكَذَلِكَ نُوَلِّي بَعْضَ الظَّالِمِينَ بَعْضًا بِمَا كَانُوا يَكْسِبُون
 nâzmı celîli buna dâirdir.

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Ey mü’minler, ittikā ediniz, hazer ediniz, sakının,
ictinâb üzre bulunun, neden sakınınız dâima; fitneden.
Öyle bir fitneden, öyle bir belâ-yı azîmden sakınmalısınız ki
zâlimlere yalnız vakitde geldiği) لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنكُمْ خَآصَّةً)
gelse, müstehâk olanlara, mürtekib olanlara, o belâya, o
ukūbete lâyık olanlara münhasıran gelse ne a’lâ. Lâkin öyle
gelmiyor. Belki umûm nâsa istîlâ eder. Ma’sûmları, mazlûmları da beraber izmihlâle, dehşet-i azîmeye uğratır. Böyle umûmî bir ma’siyet, böyle bir belâ-yı müstevlî var. Sakınırsanız kurtulursunuz. Doğrudan doğruya böyle herkese istîlâ
edecek belâ-yı umûmî vermeyeceğini Cenâb-ı Hak habîbine va’d buyurdu. Sahîh-i Buhârî’de buna dâir hadîs-i şerîf
vardır. Lâkin kendileri de sakınmalıdırlar. Belâyı da’vet etmemeli.


“Kimseden sakınmaz ve korkmaz bir hâl-i emniyetde Cenâb-ı Hakk’a ibâdetimizi icrâ edeceğimiz zamanı acabâ görebilecek miyiz?” Cenâb-ı Hak Resûlüne şu kavl-i kerîmi inzâl buyurdu. وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي اْلأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ [343 [لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي 7 لاَ يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ Elhamdülillâh şu va’d-i ilâhî tahakkuk etdi. Mülk-i İslâm aksâ-yı Arz’a kadar intişâr etdi. Sonra Cenâb-ı Hak bir gün gelecek ki, bu dînin edyân-ı sâire üzre gâlib geleceğini ve bu dînin benî-beşer arasında şe’n-i ekberi olacağını va’detdi.

Allah Teâlâ buyuruyor:

“Mü’minler, mü’minlerin gayrı kâfirleri dost ittihâz etmesinler! Ve eğer bir kimse mü’minin gayri kâfiri dost ittihâz ederse o kimse Allah’ın dostluğundan bir şey üzre değildir.» (Âl-i İmran Sûresi, 28)

Yine:

«Münafıklar şu kimselerdir ki, onlar kâfirleri mü’minlerin dûnunda (mü’minleri bırakıp) dost ittihâz ederler. Kâfirler indinde ululukla izzet ve nusratı mı talep ederler? Eğer böyle itikad ederlerse itikadları fâsittir. Zîrâ izzet-i hakikiyye ve kuvvet-i asliyye ve galebe-i maneviyyenin cümlesi Allahü Teâlâ’ya mahsustur.» (Nisâ Sûresi, 139)

Yine:

«Ey mü’minler! Kendi kardeşleriniz olan mü’minlerin dûnunda kâfirleri dost ittihaz etmeyin! Kâfirleri dost ittihâz etmekle Allahu Teâlâ için aleyhinize açık ve zâhir beyyine, huccet kılmak mı murâd edersiniz? Ve bu sebeple nefsinizi nâra (ateşe) müstahak kılmak mı istersiniz?» (Nisâ Sûresi, 144)

Binâen-aleyh, bütün işlerinizde ve bilhâssa muztar olduğunuz zamanlarda Allah Teâlâ’dan yardım talep edin. Zirâ düşmanların şerrini sizden def edecek O’dur. O’ndan gayrı bir Mevlâ yoktur.

İtâat ile murad, onlarla müşâveredir. Ve sâir husûsâtta emirlerine itâattır.

Âyetteki hüsran, dünyâ ve âhirete şâmildir. Dünyâda hüsrân; kâfirlere itâat ve tezellül ve düşmana arz-ı ihtiyâç etmek gibi şeylerdir. Düşmana boyun eğmek, envâ-ı zilleti câmi’dir. Âhirette hüsran; cehenneme girmek ve cennetten mahrûm olmaktır.

Amr İbnü’l-Cemûh’dan Ahmed rivâyet eder:

Peygamber -aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm- Efendimiz buyurmuşlardır ki:

«Abdin muhabbeti ve buğzu, fillâh (Allah için) olmadıkça imân onun hakk-ı sarihi olmaz. Hubb ve buğz Allah için oldukta o vakit velâyet-i Hak Teâlâ’ya müstahak olur.»

Diğer hadîs-i şerîfte:

«Bir kimsenin hubbu ve buğzu ve i’tâsı ve men’i lillah (Allah için) olduğu vakitte îmân-ı kâmil olmuş olur.»

Ve dahî Deylemî’de rivâyet edilen hadîs-i şerifte:

«Ehl-i maâsiye buğz eylemekle Allahü Teâlâ’ya takarrub edin (yaklaşın)! Ve onlardan baid (uzak)olmakla Hak Teâlâ’ya karîb (yakın) olun!» diye buyurulmuştur.

Eğer kâfirler, fâsıklar Hak Teâlâ’nın a’dâsı (düşmanları) ve mebğûzu (sevilmemiş, nefret edilmiş kişiler) olmasalar idi, buğz-i fillâh (Allah için nefret) vâcibât-ı dinden olmazdı. Ve efdal-i mukarribât ve müstekmil-i îmândan olmaz ve velâyât ve rızâ ve kurb-i Hak Sübhânehû’nün husûlüne sebeb olmazdı.

Ebû Nüaym, Hilyesinde İbn-i Mes’ûd’dan rivâyet ettiği hadîs-i şerifte şöyle gelmiştir:

«Enbiyâ Aleyhimü’s-selâmdan bir peygambere vahy olunup zamânında mevcûd olan bir âbide vârıp tefhîm eyledi (bildirdi) ki:

Dünyâda senin zühd ü inkıtâın, ukbâda râhât-ı nefsin içindir. Cenâb-ı Hakk'ın senin üzerine olan amelini tahsîl eyledin mi? dedikte: Âbid:

–O amel nedir? deyince cevâben:

– Evliyâullah’a müvâlât (dostluk) ve muhabbet ve a’dâullaha adâvet eylemektir, dedi.

El-hak ki, mahbûbun dostlarına muhabbet ve düşmanlarına adâvet eylemek muhabbetin levâzımındandır. Muhibb-i sâdıkın dostları kendi nazarında ne güzel görünür ve düşmanları da bed (kötü) ve zişt (çirkin) görünür.

Bu mânâ mecâzda dahî zâhirdir. Bir kimse kimin hakkında muhabbet dâvâsı ederse eğer onun düşmanlarından teberrî (yüz çevirme) eylemediyse makbûl değildir. Teberrî etmezse onu münâfıklardan başka bilmezler.

Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri buyurur ki:

«Her kim ki kâfirlerle müvâlât ve dostluk ede, o kimse Hakkın velâyetinden ve dostluğundan hiç bir şeyde değildir.» (Âl-i İmran Sûresi, 28) Yani Hak Teâlânın velâyetinden tamâmiyle münselihtir (sıyrılıp çıkmıştır). Çünkü muvâlât ile müâdât bir şeyde cem olmaz.

Her kim ki Hak Sübhânehü ve Teâlâ Hazretlerinin muhabbeti davâsı üzerindedir. Fakat onun a’dâsından teberrî eylememiştir, o kimse davâsında kâzibtir.






Allah Teâlâ buyuruyor;

Ölülerin kabirlerinden kalktıkları o günde mal ve evlâd menfaat vermez; ancak Cenâb-ı Allah’a selâmet-i kalb ile gelen kimse menfaat görür.” (Şuarâ Sûresi, 77)

Kalb-i selîm: Kibir, hased, hubb-i mal, hubb-i câh gibi ahlâk-ı zemîmeden temizlenmiş bir kalbdir. Bir kimsenin kalbinde zerre kadar kibir oldukça cehennem nârıyla yanıp temizlenmedikçe cennete giremeyeceğini aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm Efendimiz: “Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurarak haber veriyor. Bu duruma göre kalb, kibirden tathîr olmadıkça selîm olmaz.

İblis de nice yıllarca ibâdet etmiş olduğu halde kibrinden dolayı Hakk’ın huzûrundan kovuldu. Kezâ kalbdeki hubb-i mal da mü’minleri Cenâb-ı Hakk’a ibâdetten alıkoymaktadır.

Âyet-i Calîlede şöyle buyrulmuştur;

“Ey mü’minler! Mallarınız ve evlâdınız sizi Cenâb-ı Allah’ın zikrinden ve farz olan ibâdetinizi edâdan alıkoymasın. Eğer bir kimsenin malları ve evlâdı ferâiz-i ilâhiyeyi edâdan, zikrullahdan alıkor, meşgul ederse onlar hâsirîndendirler.” (Münâfikûn Sûresi, 8)

İşte kalbin hastalıklarından biri de hubb-i dünyadır. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“Dünya muhabbetiyle kalbinizi işgal edip de Cenâb-ı Hakk’ın ibâdetinden zikir ve muhabbetinden ta’til etmeyiniz.” (Münâvî) buyurulmuştur. Yine:

“Bir kimse uykudan uyanır uyanmaz seherde her şeyden evvel dünyayı düşünürse Cenâb-ı Allah onun işini perişan edip rahatını selbeyler.” buyurulmuştur.

Sabah namazı zamanı, seher vakti Cenâb-ı Hakk’a ibâdet, duâ ve niyaz zamanı olduğu halde mü’minin bunları terk ile dünya endişesi ve muhabbetiyle kalbini meşgul etmesi bir nev’i Cenâb-ı Hakk’tan kalben yüz çevirmesi demek olmuş oluyor.

Dünya muhabbeti her günahın başıdır. Dünyaya muhabbet günah-ı kebâirin en büyüğüdür. Nitekim dünyaya ziyâde muhabbet sebebiyle her türlü menhîyyat irtikâb edildiği görülmektedir.

Ehl-i hakîkat dünyayı şöyle târif etmişlerdir:

“Dünya nedir? Dünya insanı Allah’tan gâfil edip alıkoyandır. Yoksa ne altın ve gümüş ve ne de evlâd ü ıyal dünya değildir. Meğer ki, Cenâb-ı Hakk’ın ibâdetinden alıkoysun. Kalbi Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetinden ve ibâdetinden alıkoymadıkça bunlar dünya değildir.”

Nitekim Abdü’l-Kâdir Gîlânî -kuddise sirrûh- öyle buyurmuştur:

“Mal, para, servet, cepte, kasırda, evde ve mağazada câizdir. Fakat kalbde câiz değildir. Mü’minin kalbi nazargâh-ı ilâhîdir.”

Cenâb-ı Hakk -azze ve celle- hazretlerinin nazarı da dâimâ mü’minlerin kalbinedir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulmuştur:

“Cenâb-ı Hakk -azze ve celle- sizin cisminize, zâhirî kalıbınıza ve sûretinize nazar etmez. Belki kalbinize nazar eder.”

İşte bu hadîs-i şerîfte amel ile kalb birlikte buyurulmuştur ki amel de kalbin tercümanı, alâmet ve nişanıdır. Nitekim diğer hadîs-i şerîflerde:

“Her şeyin bir alâmeti vardır. Îmânın alâmeti de namazdır.” buyurulmuştur. Pek çok âyet-i celîlede de ekseriyetle: “Îmân edenler ve sâlih amel işleyenler…” buyurulmuştur ki, îmân ile amel dâimâ birbirine mukârin ve mülâzımdır. Zîra amel, ibâdet ve tâata devam, îmânı kuvvetlendirir.

“Her ümmetin helâkini mûcib bir fitne vardır. Benim ümmetimin sebeb-i helâki ise dünya malıdır.”

“Tahkîkan bu altın ve gümüş sizden evvel gelen ümmeti helâk etti. Siz de buhul, hırs, tefâhürden ictinâb etmediğiniz takdîrde sizin helâkinize de sebep olur.” (Müslim)

“Bu ümmetin evvelkileri zühd ve yakîn îmân ile necât buldu. Ümmetimin sonra geleni de cimrilik ve tûl-i emel ile helâk olur.” (Râmuz)

“İhtiyarların kalbi iki şeyin muhabbetinde gençtir: Birisi çok yaşamak, diğeri para toplamak.” (Camiu’s-Sağir)

“İhtiyarlık va’z u nasihat için kâfî bir alâmettir.”

“Ömrünü ibâdetle ve salâh-ı hal ile geçirip vefat edenleri Cenâb-ı Hakk mesrûren hayr ile ihyâ buyuracağı gibi -ıyâzenbillâhi teâlâ- vakitlerini isyan ve menâhi ile ve hırs-ı dünya ile geçirip vefât edenler de amellerinden göre me’yûsen ve hüsran ile dirileceklerdir.” (Münâvî)

“Cibrîl -aleyhisselâm- bana dedi ki:

Ya Muhammed! Dilediğin tarzda yaşa, muhakkak öleceksin. Dilediğin kimseyi sev, muhakkak ondan ayrılacaksın, dilediğini işle, ne işlersen hayr u şerr onu bulacaksın.”

Bu hadîs-i şerîf ümmetine tâlimdir. Binaenaleyh hayr veya şerr işleyen onu kendisi bulacaktır. Sevdiği şeyden ayrılacak ve ölecektir.

* * *

Bayezid Bistâmî -kuddise sirrûh- der ki:

Otuz yıl ibâdetlerimde nefsime tâbî oldum. Bir gün bir adamın şöyle söylediğini işittim:

- Yâ Bâyezîd! Allah’ın hazîneleri ibâdetle doludur. Eğer Cenâb-ı Hakk’a kavuşmayı dilersen sana gereken nefsini zelil, hor, hakîr görmen, amellerinde ihlâs üzere olmandır.

Hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
• “Dînin medâr-ı kıyâmı ve direği nasîhattir. İhlastır, samîmiyettir.” Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu cümleyi üç defâ tekrar etti. Dedik ki:
“Yâ Rasûlallah bu nasîhat kimedir?”
Buyurdular ki:
“Allah’a, Rasûl’üne, müslümanların imamlarına ve umûm halkadır.” (Buhâri)
Allah’a nasîhat, onun birliğine sağlam îtikad, ibâdet ve tâatında tam ihlâstır. Rasûlüne nasîhat, onun risâlet ve nübüvvetini tasdîk, şerîatını hüsn-i kabûl, emir ve nehyine inkıyaddır. Kitabına nasîhat, Kur’ân-ı Kerîm’i tasdîk ve hükümleriyle ameldir. Müslümanların imamlarına yani devlet reislerine nasîhat, meşrû olan emirlerine itaattır. Âmmeye nasîhat ise herkesi doğru yola irşad ve hayra delâlet etmektir.
* * *
• Ebû Mûsa el-Eş’ârî - radıyallahu anh-’ten şöyle dedi:
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’e bir adam geldi ve dedi ki:
- Yâ Rasûlallah! Adam var ganîmet için savaşır; adam var şan ve şöhret için savaşır; adam var görülmek yani gösteriş için savaşır; bunlardan hangisi Allah yolundadır?
Risalet-meab -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
- Kim, Allah’ın dediği; yalnız onun dediği üstün olsun diye döğüşürse işte onun savaşı Allah yolundadır. (Buhâri, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî)

20 Eylül 2016 Salı

Ölüm hastalığına yakalandı."Şikayetin ne’?" diye sordu.
-Günahlarım.
-Arzun ne?
Rabbimin rahmeti.
-Sana ikramda bulunulmasını emredeyim mi’?
-İkrama ihtiyacım yok.
-Senden sonra kızlarının olur.
-Kızlarımın fakir kalacağından mı korkuyorsun? Ben kızlarıma,
her gece Vakıa süresini okumalarını emrettim
Rasulullah'ın (sav) şöyle dediğini işitmistim:
"Kim,her gece Vakıa süresini okursa,asla fakir düşmez."
Abdullah b.Mesud(r.a) ile Hazreti Osman arasındaki konuşma
Bu ahidname Ömer b Hattab'dan değerli Patrik Safronbos'a verilmiş ahd u misaktır.O kendisi,bulundukları yerlerdeki keşişler,rahipler rahibeler,raiyyeti olan Kudüs-i Şerifteki Tur ez-Zeytun'da bulunanların patriğidir Üzerlerinde aman bulunur ve zımmilik hükümlerine de uyarlarsa,biz bütün müminler ve bizden sonrakiler,daha evvel olduğu gibi,onları zarar görmekten korusunlar.Şu kadar ki;onlar da itaat ve saygı üzere bulunmalıdırlar.Müminlerden her kim ki bizim bu amanımız okunur da ona aykırı hareket ederse,şu andan kıyamete kadar Allah'ın ahdini bozmuş, Resulünü de hoş karşılamamış olur. Fi Rebiülewel Hicrî 15
Hz Ömer Resûlullah’ın sav yanına girmek için izin istedi Hz Peygamber’in (s.a.) yanında Kureyşli bazı kadınlar vardı. Ömer girmek için izin isteyince kadınlar hemen perdenin arkasına koşmaya başladılar. Resûlullah (s.a.), Ömer’in girmesine izin verdi. Girdiğinde Hz. Peygamber (s.a.) gülüyordu. Ömer: “Ey Allah’ın Resûlü! Allah seni hep güldürsün” deyince, Resûlullah (s.a.): “Şu yanımda olan kadınların haline şaştım! Senin sesini duyunca hemen perdenin arkasına koştular” buyurdu. Ömer: “Ey Allah’ın Resûlü! Oysa asıl senden çekinmeleri lazımdı!” dedi ve kadınlara: “Ey kendi nefislerinin düşmanları! Benden çekinirsiniz de Resûlullah’tan (s.a.) çekinmezsiniz öyle mi!” diye bağırdı. Kadınlar: “Evet! Zira sen sert ve kabasın!” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): “Canım elinde olana yemin olsun ki şeytan bile bir yolda yürürken seninle karşılaşsa mutlaka yolunu değiştirip başka bir yola sapar!” buyurdu.Sa‘d b. Ebi Vakkas ra
[Sahih] (Müsned, I,171.Buhârî, Bed’ul Halk, 11, 3683; Müslim, Fedâilu’s-sahabe, 22; Nesâî, Kübrâ, 8075) (Tercüme, XIX, 394)

19 Eylül 2016 Pazartesi

Yahûdî çocuğu vardı. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem`e hizmet ederdi. (Bir ara) çocuk hastalandı. Nebî aleyhi`s-selâm bunu iyâdeye geldi. Ve başucunda oturdu. Ve çocuğa: "Müslüman ol!" buyurdu. Çocuk (yanında bulunan) babası (nın yüzü) ne baktı. Babası oğluna: - Ebü`l-Kâsım salla`llâhu aleyhi ve sellem`in emrini kabûl et! dedi. Abdü`l-Kuddüs de hemen: - (Eşhedü en lâ ilâhe illâ`llâh ve eşhedü enne Muhammeden resûlu`llâh) deyip müslüman oldu. Nebiyy-i Erham salla`llâhu aleyhi ve sellem (hastanın yanından) çıkarken: Şu çocuğu Cehennem ateşinden halâs eden Cenâb-ı Hakk`a hamd ü senâlar olsun, diyordu.
Buhari 663
En zayıf olanınız,hakkını alıp kendisine verinceye kadar
en kuvvetli olanınızdır.
En kuvvetliniz ise mazlumun hakkını kendisinden alıncaya kadar
en zayıf olanınızdır.
Hz.Ebu Bekir Sıddık r.a


Birinci halîfesi Hazret-i Sıddîk ilk hutbesinde: “Ey nâs! Eğer iyilik edersem bana i’âne ediniz, fenâlık işlersem bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emânet, yalancılık hıyânetdir. Sizin za’îfiniz benim indimde kavîdir; zîrâ onun hakkını alırım. Kavîniz benim nezdimde za’îfdir; çünkü ondan başkasının hakkını alırım.” buyurdu.

Hazret-i Sıddîk zâten ticâretle geçindiğinden halîfe ta’yîn olunduğu gün ferdâsı sabahleyin ber mu’tâd omuzuna bez alıp satmak üzere pazara gitdi. Yolda Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebû Ubeyde’ye rast geldi. Aralarında şu yolda bir muhâvere cereyân etdi: “Ne yapıyorsun müslimînin umûr ve mesâlihi size tefvîz olundu. Siz böyle çarşıda pazarda bez satacak olursanız mesâlih-i ibâdı kim rü’yet edecek?” – Peki, ama ben iyâlimi nasıl infâk edeyim? – Biz sana mâl-ı müslimînden nafaka takdîr ederiz. Bu muhâvereden sonra ashâb-ı kirâmın ittifâkıyla hazret-i halîfeye yarım koyun ve yazlık, kışlık iki kat elbise, ve senevî iki bin dirhem gümüş tahsîs kılındı.

Ondan sonra gelen Hulefâ-yı Râşidîn’e de aynı tahsîsât i’tâ olundu. Hiçbirisine bu tahsîsâtdan fazla birşey verilmedi. Hattâ Hazret-i Fârûk zamânında memâlik-i İslâmiyye bir sür’at-i [120] hâriku’l-âde ile tevessü’ etdiği ve yüz milyona karîb ahâlînin havza-i İslâm’a dâhil olarak Beytü’l-mâl-i Müslimîn’e milyonlarca nukūd vesâire peyderpey geldiği bir zamânda bile Hazret-i Fârûk tahsîsât-ı sâbıkasına bir habbe ilâve etmedi. Bir aralık ashâb-ı kirâm Hazret-i Fârûk’un tahsîsâtını bir mikdâr artırmak istedilerse de kendisi bunu şiddetle red eyledi. Çünki bu husûsda birinci halîfe ile kendisi arasında adem-i musâvât görüyor. Ve hâlbuki bunu şîme-i insâniyyet ve hamiyyetine muvâfık bulmuyor idi. Kezâ ondan sonra Hazret-i Osmân, Hazret-i Ali radiyallâhu anhumâ da aynı tahsîsâtdan fazla birşey kabûl etmediler.

İşte Hulefâ-yı Râşidîn böyle cüz’î bir tahsîsât ile kanâ’at ederek vazîfe-i mevdû’alarına kemâl-i ciddiyyetle ve beyne’l-ümmet müsâvât ve adâlete son derece ri’âyetle îfâ-yı vazîfe buyurduklarından dolayı idi ki yirmi otuz sene zarfında şems-i münîr-i İslâmiyyet bütün Cezîretü’l-Arab’ı envâr-ı adâletle tenvîr eyledikden sonra hudûd-ı Çin’den Bahr-i Muhît-i Atlasî’ye kadar olan ma’mûre-i cihânın kâffesini dahi vâyedâr-ı füyûzât eyledi. 1 (فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَبْصَارِ)
Ensardan Hz.Câbir'in babası Hz.Abdullah bin Amr bin Haram Uhud'da şehid düşmüştü.Geride altı yetim kız çocuğunu ve bir hayli de borç bırakmıştı.Borç sahipleri de,Yahudîler idi.
 Hurma mevsimi girince,Yahudîler alacaklarını ısrarla istemeye ve Hz. Câbir'i sıkıştırmaya başladılar.Hz.Câbir, onlara hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiği halde kabul etmediler.
 Bunun üzerine Hz. Câbir,Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vararak, "Yâ Resûlallah! Biliyorsunuz ki,babam,Abdullah Uhud günü şehid düştü. Geride bir çok borç bıraktı.
"Alacaklılara, hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiğim halde, kabul etmediler" dedi ve bu hususta kendisine şefaatçı ve yardımcı olmasını diledi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de, Abdullah bin Amr bin Haram'ın borcuna karşılık hurma bahçesinin bütün mahsûlünü almalarını ve borcunu silmelerini alacaklılara teklif ettiyse de, yanaşmadılar.
Alacaklılar, Resûl-i Ekrem Efendimizin, "Borcun bir kısmını bu yıl, kalanını da gelecek yıl alınız" teklifini de kabul etmediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Câbir'e, "Sen git, ben yarın kuşluk vakti yanına gelirim" dedi.
Ertesi günü Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'i yanına alarak Hz. Câbir'in hurma bahçesine gitti. Ona, "Git hurmanı topla ve tasnif et! İyi cins olanı bir boy, diğerlerini de bir boy yaptıktan sonra bana haber ver!" buyurdu.
Hz. Câbir, derhal emri yerine getirdi ve gelip durumu Server-i Kâinat Efendimize arzetti. Hz. Câbir alacaklıları da çağırmıştı. Onlar, Peygamber Efendimizi görünce, isteklerini tekrarlamaya başladılar.
Resûl-i Kibriyâ Hazretleri, hurma öbeklerinden en büyüğünün çevresini üç kere dolaşıp duâ ettikten sonra, Hz. Câbir'e, "Şu alacaklıları yanıma çağır" dedi.
Alacaklılar geldi. Borçlarına karşılık kendilerine hurma yığınından ölçülüp ölçülüp verilmeye başlandı. Borç tamamıyla ödendi. Hz. Câbir (r.a.) müşâhedesini şöyle anlatır:
"Tek, Allah babamın borcunu ödesin de, vallahi ben, kızkardeşlerimin yanına bir hurma tanesi ile dönüp gitmeye bile razı idim. "Halbuki Resûlullah, ondan bütün alacaklılara hurma verdiği halde, bir hurma bile eksilmediğini gördüm."(Buharî, 3:84, 199; Müsned, 3:373; 393; Mektûbat, s. 120-121)
Borç sahipleri olan Yahudîler de, bu hâdiseden çok taâccüp edip hayrette kaldılar.Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin apaçık bir mucîzesiydi!



18 Eylül 2016 Pazar

Selahaddin Eyyübi,Haçlıların Müslümanların ticaret kervanlarına saldırması ve huzuru bozması üzerine,Haçlılar üzerine sefer başlatmıştır.
Hittin Muharebesi'nde Haçlıları büyük bir bozguna uğratmış ve 1187 tarihinde Kudüs şehri bir Miraç kandilinde tekrar Müslümanların eline geçmiştir.
Selahaddin Eyyübi şehri aldıktan sonra şehirde bulunan Haçlılara ve özellikle de kadınlara,çocuklara ve din adamlarına çok iyi davranmıştır.Onlara her türlü kolaylığı göstermiş,hatta birçoklarını fidye almadan gidecekleri yere göndermiştir.Gayr-i müslimlere Hz. Ömer zamanından beri verilegelen hakları aynen verdiği gibi eskiden sürülmüş bir kısım Yahudilerin geri dönmesine de izin vermiştir.

Hazret-i Ömer bir gün hutbe irâd ederken: “Şâyed benim bir eğriliğim görülürse düzeltilsin...” demiş idi. Sâmi’înden biri kalkıp; “Senin eğriliğin görür isek kılıç ile düzeltiriz...” demesiyle; Hazret-i Ömer: “Şükür Allah’a ki bu ümmetde Ömer’in eğriliğini kılıcıyla düzeltecek kimseler yarattı!..” diye senâ-hân oldu. Nakl olunur ki mulûk-i Emeviyye’den Abdülmelik oğlu Müslime kibâr-ı tâbi’înden Ebû Hâzım hazretlerine: “Siz bize 1 ülil emri minküm
nazm-ı celîli hükmünce itâ’at ile me’mûr değil misiniz?..” dedi. Ebû Hâzım hazretleri; “Evet, fakat Hakk’a muhâlefet ettiğiniz zaman 2 sizden ile şerîfi i-emr) فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِْ) hilye-i mutâ’iyyet nez’ olunmuştur, değil mi?..” diye cevâb verdi. Bu hakk-ı mukāvemet ve usûl-i murâkabe-i ümmet sâyesinde idi ki Devlet-i Muhammediyye ikāb-ı satvet ve azametinin iki cenâhını şark u garb-ı âleme yaydı. Kuteybe ve Mûsâ bin Nasîr ve Abdurrahman ve Ukbe gibi kahramanların dest-bürd-i gayretleriyle takrîben bir asır içinde hudûd-ı dârü’l-İslâm kâmilen Afrika sevâhili ile Avrupa’nın cenûb-ı garbîsine ve Asya’nın hemen bütün memâlik-i ma’- mûresine yayılarak âlemin iki ucuna dayandı. Çin’den tâ Fransa içinden geçen Loire nehrine kadar rub’-ı meskûnu ihâta etti. Bu feth olunan yerler Romalıların sekiz yüz sene zarfında kabza-i teshîre aldıkları memâlik ve büldândan aded ve vüs’atçe pek çok ziyâde idi. Müslümanlar feth ettikleri yerlerde câzibe-i fazîlet ve adl ü hakkāniyetleri ile kulûb-i nâsı celb ediyor ve nâs kendilerine an-samîmi’l-kalb muhibb ü mutî’ tebe’a ve hattâ asker ve leşker oluyorlar idi.

Hazret-i Ömer Efendimiz birgün sabah namazını kılarken, o hâin zehirli bir kılıcla arkasından saldırdı. Hazret-i Ömer Fâruk bir iki gün kadar yaşadı, sonra vefât etti. O esnâda kibâr-ı ümmet huzûr-ı Ömer’e geldiler. Sordular: – Ey Emire’l-mü’minîn! Ey Halîfe-i zîşân!. Artık hayâtdan ümîdini kestin. Her işi şûrâya bıraktın. Ayrıca tavsiyen yok mu? Sahîh-i Buharî’de musarrahdır bu. – Size en birinci tavsiyem, dedi, Allah’ın zimmetine, Resûl’ün zimmetine, yani şerî’atimizin verdiği ahde sığınan gayr-i müslim tebe’ayı hoş tutun. Onlara karşı kalbinizde bir hiyânet, bir garaz beslemeyin.Dikkat ediyor musunuz? Nasıl bir zamanda bu tavsiyeyi ediyor? Kendisini şehîd eden bir gayr-i müslim. Öyle iken onlara adâvet beslemiyor. Hamd ediyordu Allah’a, ki bir müslim üzerinde kanı kalmadı. – En birinci teşekkürüm Allah’a budur. Ya bir serkeşlik ederek bir müslüman kanıma girseydi. O da yanacaktı. Bu ise zâten müslüman değil..
Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki: Cenâze (tabuta) konulup erkekler omuzlarına yüklendiklerinde o cenâze iyi bir kişi ise: Beni (sevâbıma) ulaştırınız, der. Eğer o cenâze kötü bir kişi ise: Eyvâh! Bu cenâze ile nereye gidiyorsunuz? diye feryâd eder. Cenâzenin bu sayhasını (gâfil) insandan başka her mevcûd işitir. İnsan da bunu duysa derhal bayılır.buhari 652
30 sene içinde bir vahşi kavmi,
hem de küçük bir insan topluluğunu, dünyanın en muazzam, en medeni,
en yüksek ahlaklı,en yüksek seciyeli,
en kahraman,en bilgili bir millet hâline getirmek, her hangi bir insanın, bir liderin, bir kumandanın yapacağı iş değildir. Bu, ancak Allahü teâlânın resulünün, yani Muhammed aleyhisselamın bir mucizesidir.

“O zamanki Avrupalılar, tamamen barbardı. Hristiyanlık onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hristiyan dininin başaramadığını, İslam dini başardı. İspanya’ya gelen Araplar, evvela onlara yıkanmasını öğrettiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, saraylar yaptılar. Onları okuttular. Üniversiteler kurdular. Hristiyan tarihçiler, İslam’a karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupa’nın medeniyette Müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu bir türlü itiraf edememektedirler.”
Roma devletinin yüksek mevkilerini ele geçiren ve kendilerini hristiyan gibi gösteren münafıklar,şirk ve putperestliği Hristiyanlığa karıştırdı.Konstantin de bunlardan birisi idi.
John W. Drapper


Resûl-i Ekrem hâl-i seferde bulundukları bir günde ashâb-ı kirâma bir koyun zebh etmelerini emir buyurdular. Ashâbdan biri: “Koyunu ben keserim”, diğeri “Ben de yüzerim”, bir başkası dahi “Ben de pişiririm” dedi. Resûl-i Ekrem de: “Öyle ise ben de size odun ve yonga toplarım” buyurdular. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallâh! Siz istirâhat buyurun. Ne lâzımsa biz yaparız” dedilerse de; Resûl-i Ekrem: “Bilirim, yaparsınız; lâkin ben sizden mümtâz bir halde bulunmayı kabûl etmem. Siz çalışın, ben durayım... Böyle şey olmaz, olamaz. Çünki buna Allah râzı olmaz” buyurdular. 

Cenâb-ı Peygamber bir gün ashâbıyla otururken bakmışlar ki bir genç babayiğit erkenden kalkmış çalışıyor. Ashâb-ı kirâm; “Ne olurdu şu delikanlının mesâîsi Allah yolunda olsaydı...” demişler. Cenâb-ı Peygamber “Bu sözü söylemeyin. Eğer bu genç âhara arz-ı ihtiyâc zilletinden vâreste kalmak için çalışıyorsa, Allah yolunda çalışıyor demektir; say ü amelden kalmış ebeveyni için çalışarak onları infâk ediyorsa yine Allah için çalışıyor demektir; yok, iktisâb-ı servet ederek ötekine berikine kurulmak için uğraşıyorsa fî sebîli’ş-şeytân(şeytân için) çalışıyor demektir.” buyurmuşlar.

Hazret-i Fahri Âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz “Âr-ı züll-i suâlden kendisini vikāye, evlâd ü iyâlinin maîşetini temîn, konu komşusuna muâvenet ve bezl-i âtıfet için dünyâyı taleb ve cem-i emvâl ve emlâke
say ü gayret edenler yüzleri bedr-i münîr gibi münevver olduğu hâlde cennât-ı âliyâta dâhil, cemâl-i bâ-kemâl-i ilâhîyi müşâhede şerefine nâil ve bu sûretle kendileri için ebedî bir nimet, sermedî bir izzet, dâimî bir saâdet hâsıl olur” buyuruyorlar. 

17 Eylül 2016 Cumartesi

-Ey anne,senin yüz canın olsa
ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen,ben yine dînimden vazgeçmem! Artık ister ye, ister yeme! Bu senin bileceğin bir iştir. Benim kararım kat’îdir.Geri dönüşüm mümkün değildir. Bunu böyle bil!
Sa’d Bin Ebî Vakkâs r.a


 
İslam Hukukçuları,asırlarca evvel
'Hayvan sahiplerinin hayvanların yemlerine dikkat etmeleri,takatinin üstünde yük vurmamaları ,aksi takdirde hayvan sahipleri tazir cezası ile cezalandırılır.'hükmünü vermişlerdir.
1502 tarihli İstanbul belediye Kanunnamesi:
At katır eşek ayağını gözedeler,semerini göreler.Ağır yük urmayalar,zira dilsiz canavardur.Her kangısında eksük bulunursa sahibine tamam etdüreler.
Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından geleler.


İnsanların hukuk önünde hepsinin eşit olduğunu ‘Ne Arab’ın Acem’e [Arap olmayanlara] ne Acem’in Arab’a, ne kırmızının siyaha ve ne de siyahın kırmızıya, takvâ yani Allah’tan korkup O’nun emirlerine imtisâl ve nehiylerinden kaçınma fazileti dışında aslâ üstünlüğü yoktur.’ hadisiyle..” asırlar önce Vedâ Hutbesinde îlan eden İslâma karşılık Batı, “1809’larda kadının insan sayılıp sayılmayacağının kararına henüz varamamıştı.
Peygamber Efendimiz 23 Şubat 632 tarihinde sayıları 140 bine ulaşan müslümanlara Vedâ Hutbesi’ni îrâd buyurmuşlardır.
Özlü olarak ifade edilecek olursa “Resulullah bu hutbesiyle İslâm esaslarını iyice yerleştiriyor, bütün dinlerin ittifakla haram saydığı cana, mala ve namusa tecavüzü yasaklıyordu. Hz. Peygamber yine bu hutbesiyle cahiliyye devrine ait işleri ayaklar altına alıyor, faizi tamamen kaldırıp iptal ediyor, kadınlara iyi davranmayı tavsiye ediyor, onların hak ve sorumluluklarını açıklıyor ve onların giyim- kuşamlarının ve rızıklarının, örf ve âdetlere uygun olarak temininin erkeklere ait bir görev olduğunu ilân ediyordu”
Vedâ hutbesi “ İslâm İnsan Hak ve Hürriyetleri Beyannâmesi” diye adlandırılabilecek bir mahiyete sahiptir. “Siyasi düşünce tarihi ve kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta 1215 tarihli İngiliz Magna Carta’sı ile Fransız 1789 tarihli insan hak ve hürriyetleri beyannâmesinin bu açıdan arz ettiği önem, sadece İslâm medeniyetini tatmamış devletler ve toplumlar için geçerlidir.”
Bir yanda “Aristo’nun ‘insanlar iki grup halinde doğarlar : Birisi hizmet edilenler yani hürler, diğeri ise hizmet edenler yani hizmetçiler ve köleler’ sözünden ilham alan Batı medeniyeti” diğer tarafta da “ insanı ahsen-i takvim suretinde yaratılmış ve yeryüzünde Allah’ın halifesi mükerrem bir mahluk olarak gören İslâm Medeniyeti !”


Sokakta bile bir şey bulsan sâhibini arayacaksın. Bu kadar hak hukūk gözeteceksin. Yolda bir şey buldun. Kimsenin elinden almadın. Hîle etmedin, en ehven hukūk bu; değil mi? Fakat yine hakdır. Gâyeti elbet birinin yüreği yanmışdır. Bir sene sâhibini arayacaksın. Şerî’at öyle emrediyor. Mâdem nefsinden emînsin; al, i’lân et. Bir sene sâhibi çıkmazsa fakīr isen kendin ye; helâl olur. İhtiyâcın yok ise fukarâya ver!

Hukūk-ı harbi(harp hukuku) en evvel vazeden, Avrupa cehâlet içinde iken, emvâc-ı vahşet arasında çalkalanırken ilk evvel bu hukūku ortaya koyan şerîat-i İslâmiyyedir.
Siyer-i Kebîr’i okursun İmâm Muhammed b El-Hasan Şeybânî hazretleri yazıyor.Siyeri Kebîr’in telîfinden sekiz yüz sene sonra Avrupa’da kānûn-ı harb fikri ortaya çıkdı.Mehazı budur,Frenklerin en bî-taraf müverrihleri bunu itirâf ediyorlar.
İlk evvel bu kānûn-ı harbi vaz eden, insanların harbde bile hukūkunu te’mîn eden şerîat-i İslâmiyyedir. İmâm-ı Azam’ın
şâkirdi bunu te’lîf etmişdir.

Kuvve-i İslâmiyye neden tedennî ediyor? Çünkü ittifâk-ı fikir yok; darmadağın olmuşuz. En büyük mahâretimiz tefrikacılıkda. İttihâd ederek terakkīye çalışmak bizde yok. Biraz kendimizde bir kuvvet hisseder etmez al sana bir fırka, al sana bir tefrika! Hiç kimse ile geçinemeyiz. Çünkü geçinmeye niyetimiz yok.

Bir def’a İmam Ali kerremallâhu veche hazretleri berâ-yı muhâkeme bir Yahûdî ile beraber huzûr-ı Hazret-i Fârûkî’ye dâhil oldu. Müşârun-ileyhe hitâben Hazret-i Ömer (r.a.) “Yâ Ebe’l-Hasan sen de hasmın ile beraber ayakda durmalısın” demesi üzerine vech-i mübâreklerinde bir eser-i tegayyür müşâhede edildi. Fasl-ı da’vâdan sonra bâ’is-i tegayyür ne olduğu kendisinden istifsâr buyuruldukda, “sen bana müvâcehe-i hasımda –mücerred ismimle değil berâ-yı ihtirâm– künyemle, mahlasımla hitâb ettin, ben de eyvâh onun kalbi kırılacak, muhâfaza-i adâlete adem-i i’tinâ fikrine düşecek diye korkdum, te’essür etdim.” cevâbını i’tâ eyledi. Çünkü “yâ ebâ fülân” diye hitâb etmek inde’l-arab kasd-ı ta’zîme mukârin olur. Bakınız! Büyüklerimizin kâ’ide-i müsâvâta kemâl-i ri’âyetlerine icrâ-yı adâlete şiddet-i i’tinâlarına. İşte bunlar hep hürriyet-i umûmiyye şevâhididir.