23 Mayıs 2015 Cumartesi

Fıkıh ilminin önemi

Fıkıh öğrenmenin önemi ve zarureti 
Fıkıh,İslamiyeti bilmek, anlamak demektir.Fıkıh ilmi,insanların yapması ve yapmaması lazım olan işleri bildirir.
Fıkıh bilgisi,ekmek,su gibi, herkese lazımdır.Bu bilginin tohumunu eken, Abdullah ibni Mesud olup,Eshabı kiramın yükseklerinden ve en âlimlerinden idi.Bunun talebesi Alkama bu tohumu sulayarak,ekin haline getirmiş ve bunun talebesinden olan İbrahim Nehai,bu ekini biçmiş,yani bu bilgileri bir araya toplamıştır.Hammad-ı Kufi, bunu harman yapmış ve bunun talebesi olan İmam-ı azam Ebu Hanife ve talebeleri öğütmüş,hamur yapmış ve pişirmişlerdir.Böylece hazırlanan lokmaları,insanlar yemektedir.Bu bilgileri öğrenip dünya ve ahiret seadetine kavuşmaktadırlar. 

Bir müslümanın, Rabbi’nin rızasına uygun ibadet edebilmesi, kendini şeytanî vesveselerden arındırabilmesi ve yapacağı işlerde sağlıklı ve doğru hareket edebilmesi için fıkıh ilminin en az kendisine gerekli olan kısmını öğrenip bilmesi gerekir.
Fıkıh, sözlükte, birşeyi iyi kavramak, anlayışlı olmak, bilmek anlamlarına gelir. Kelime, Asr-ı Saadet’te iyice anlama, kavrama anlamlarında kullanılmıştır. Zamanla ilimlerin detaylı ihtisas alanlarına ayrılmasıyla fıkıh, dinî meseleleri (ibadet, muamelat, ukubat vs.) bilmek diye tanımlanmıştır. Bu manada fıkıh ilimi için yapılan en meşhur tarif şudur: “Fıkıh, kişinin hak ve sorumluluklarını bilmektir.” Bu tarife göre fıkıh, her müslümanın ilgi alanına girmektedir.
Herkes İçin Her Zaman Gerekli
Bir müslümanın, Rabbi’nin rızasına uygun ibadet edebilmesi, kendini şeytanî vesveselerden arındırabilmesi ve yapacağı işlerde sağlıklı ve doğru hareket edebilmesi için fıkıh ilminin en az kendisine gerekli olan kısmını öğrenip bilmesi gerekir. Bu ihtiyaca binaen ilim geleneğimiz içinde ilmihaller hazırlanmış, ibadet, muamelât, haramlar ve helâller gibi mevzularda günlük hayatın akışı içinde sıkça karşılaşılan durumlarla ilgili hükümler sunulmuştur. Ayrıca alimlerimiz, kişinin kendisini ilgilendiren meseleleri ilim erbabından sorup öğrenmesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır.
Toplum halinde yaşayan insanların birbirleriyle ilişkilerini tanzim eden kanunlar manzumesine hukuk denir. Bu açıdan ele alındığında, fıkıh İslâm hukukudur. Ancak bugün kullanılan manada bir hukuk sistemi içermekle beraber, fıkhın kapsamı daha geniştir. Zira fıkıh, kul ile Allah arasındaki münasebetlere de yer verir. Bu yönüyle fıkıh, beşeri hukuktan daha geniş ve daha kuşatıcıdır.
Fıkıh Nelerden Bahseder?
Fıkhın alanına giren hükümler üç ana bölüme ayrılır. Bunlar, ibadât, muamelât ve ukubattır.
İbadât (İbadetler) bölümünde, Allah ile kul arasındaki şahsi ilişkileri esas alan konular işlenir. Esasen ibadet, mahiyeti itibariyle kulun Allah’a yaklaşması, sevap ve mükafata nail olması gayesine yönelik fiil ve davranışlardır.
Muamelât bölümünde, insanların birbirileriyle olan münasebetlerinde uymaları gereken kurallardan bahseden konular işlenir. Fıkhın bu yönü, modern hukukun iki ana dalından biri olan özel hukukla bir yakınlık arzeder.
Ukubat bölümünde ise, Allah’ın emrine karşı gelme durumunda, toplumun menfaatini, huzur ve sükûnunu sağlamak için konulan ve caydırıcı özellik taşıyan cezai müeyyidelerden bahsedilir.
Kısacası fıkıh, ferdin doğumundan ölümüne kadar hayatının her sahasını kuşatmış, ona yol göstermiş, hatta ölümünden sonra vasiyetinin korunması, mirasının bölüştürülmesi gibi durumları da ilgi sahası içine almıştır. Kişilerin dünya ve ahiret hayatını birlikte ele alarak, buna göre bir menfaat dengesi kurmuştur. Düzenlediği ilişkilerin çeşitliliği ve kapsamı bakımından hiçbir hukuk sisteminde bulunmayan bir özelliğe sahibtir.
Fıkıh İlminin Vazgeçilmezliği
Fıkıh ilminin kaynağı, Kur’an-ı Kerim, Sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas’tır ve bu ilmin gayesi, dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşmaktır.
Fıkıh ilmine vakıf olan kimse, dünyada saygın olur, ahirette ise çeşitli nimet ve müfakatlara kavuşur. Peygamberimiz s.a.v. bir hadis-i şeriflerinde: “Allahu Tealâ kimin iyiliğini murad ederse o kimseyi dinde fakih kılar” buyurmuştur.
Fıkıh ilmi, hidayetle dalâletin arasını tam manasıyla ayıran ve belirleyen ilimdir. Amellerin değer ve kıymetlerini belirtmek için en doğru terazidir.
Müslümanların hayatında son derece büyük önemi olan fıkıhla ilgili Ashab-ı Kiram devrinde başlamak üzere günümüze kadar birçok çalışma yapılmış, bu ilim dalında yüzlerce alim yetişmiş ve ciltler dolusu eser yazılmıştır.
Kulluk vazifelerimizi daha kolay bir şekilde yerine getirebilmemiz için bu ilim dalında hizmet vermiş bütün ilim erbabını minnet, şükran ve rahmetle yadediyoruz. Rabbimiz bizleri de bu hizmet ve himmet ehlinin yolunda daim eylesin.
Fıkıh ilminin önemi
Sual: Mealden mi yoksa fıkıh kitabından mı dini öğrenmeyi tavsiye edersiniz?
CEVAPMealden tefsirden din öğrenilmez. Ahmed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki:
Kur'an-ı kerimdeki Allah’ın ipine sarılın ifadesindeki ipten maksat, cemaattır. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Sivad-ı a'zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullah efendimizin ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Kurtuluş, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasındadır. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu zamanda bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid'at ehlidir. (Tahtavi) 
Muhammed Hadimi hazretleri buyurdu ki:
(Dindeki dört delil, müctehid âlimler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü biz, âyet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, âyet ve hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyulur. Yahut başka bir âyet veya hadisle değişmiştir, yahut tevil edilmesi gerekir. Bunları da ancak müctehid âlimler anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, âlimlerin kitaplarını okumak gerekir.) [Berika]
Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Bir işte anlaşamazsanız bu işin hükmünü, Allah ve Resulünden anlayın!) [Nisa 59]

Buradaki Anlayın emri müctehid âlimler içindir. Çünkü Allahü teâlâ, âlimlere sorulmasının gerektiğini bildiriyor. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43] 

Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda cihada verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Cihad sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i anilmünker sevabı yanında, denize nispetle bir damla su gibidir.) [Deylemi]

(Fıkıh öğrenmek her Müslümana farzdır. Fıkhı öğrenin ve öğretin, cahil olarak ölmeyin!)
 [İ. Maverdi]

(İbadetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.)
 [İbni Abdilberr]

(Her şeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir.)[Beyheki]

(Âlimlerin en hayırlısı fıkıh âlimleridir.)
 [İ. Maverdi]

(Allahü teâlâ, iyilik vermek istediği kimseyi fıkıh âlimi yapar.) [Buhari]

(Fıkhı bilmeden ibadet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer.) [Deylemi]

(Hikmetsiz kalb, harap ev gibidir. Şu halde öğrenin, öğretin. Fıkıh öğrenin, cahil olarak ölmeyin. Çünkü Hak teâlâ cahillik için mazeret kabul etmez.) 
[İ.Sünni]

(Allah indinde en üstün kimse fakihtir.) 
[M. Zühdiyye]

(Az fıkıh, çok ibadetten iyidir. İhlasla ibadet edene fıkhı öğrenmek nasip olur.) [Taberani]

Hazret-i Ebu Bekir (Ya Resulallah, savaştan başka cihad yolu var mı?) diye sordu. Resul-i ekrem buyurdu ki:
(Evet vardır. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapmaktır.) [Tibyan]

Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. Fıkıh âliminin Müslümanlara sağladığı faydanın sevabı, cihad sevabından çoktur. (Redd-ül muhtar)
Mezhep imamları, (Âlimlerden sorup öğrenin) mealindeki âyet gereğince, Kur'an-ı kerimin manasını, Tabiinden ve Eshab-ı kiramdan öğrenerek, kitaplarına yazmışlardır. Diğer âlimlerimiz de, bunların kitaplarından, tefsirden, hadisten anladıklarını, bizim gibilere açık, kolay öğretmek için, binlerce Fıkıh ve İlmihal kitabı hazırlamışlardır. (Birgivi)
Ehl-i sünnet itikadını ve farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh, âyet ve hadislerden çıkarılmıştır. (Hadika)
Fıkıh, salih kimselerin yazdığı ilmihallerden öğrenilir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kıymetli eserlerinden derlenerek hazırlanan (Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye) kitabı, fıkıh bilgileri öğrenilecek en emin kaynaktır.

En lüzumlu bilgiler 
Lüzumlu fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı ayn iken, bu farzı terk edip, (İmanı araştırıyorum) diyerek ağaçların, çiçeklerin, insan ve hayvanların anatomisini incelemekle meşgul olmak haramdır. İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. Peygamber efendimiz, (Ahir zamanda, kocakarı gibi itikad edin!) buyurarak, kocakarı gibi iman etmeyi tavsiye etmiştir. (Deylemi)

İspat ile delil ile iman olmaz. İman, görmeden inanmaktır. Kur’an-ı kerimde, salihler övülürken, (O müttekiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar ve kendilerine verdiğimiz mallardan [zekat ve her türlü hayır hasenat için]harcarlar) buyuruluyor. (2/3)

İman bilgilerini anlatan derin ilme ilm-i kelam denir. Kelam ilmini, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri itikadı öğrenecek ve bunları akıl ve nakil ile ispat edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lazımdır. Başkalarına caiz değildir. Başkaları bu ilimle meşgul olursa, bâtıl yollara kayar, sapıtıp zındık olur. (Hadika)

Âlimler buyuruyor ki
İlm-i kelam ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günah işlemek hafif kalır. Ehl-i sünnet itikadını iyi öğrenmeden önce, ilm-i kelam ile uğraşmanın zararı bilinseydi, kelam ilmi ile uğraşmaktan, aslandan kaçar gibi kaçınılırdı. (İmam-ı Şafii)
Bid’at ehli ile kelamcıların şahitlikleri kabul değildir. (İmam-ı Malik)Kelam ilmi ile uğraşan hep şüphe içindedir, iflâh olmaz. (İmam-ı Ahmed)
Kelam ilmi ile uğraşan imam olamaz, zamanla dinden çıkar. (İmam-ı Ebu Yusuf)Resulullah efendimiz, fıkhı teşvik etti, kelamı yasakladı. (Hadis âlimleri)
Kelam ilmi ile uğraşanların çoğu zındık olur. (Fetava-i Bezzâziyye)Fıkıh öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. (İbni Abidin)
Tasavvuf sayesinde iman sağlamlaşır. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlenen iman böyle sağlam olmaz. (İmam-ı Rabbani)

Seyyid Abdülhakim Arvasi
 hazretleri de buyuruyor ki:
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Hadis-i şerifte, (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur)buyurulmaktadır. (Taberani)

İman kıymetlidir
Cahil ve âlim herkes, kelam ilmi ile uğraşmayı bırakıp, ilmihal bilgilerini öğrenmeye çalışmalı; zira fıkıh ilmi zaruri lazımdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(İmanın sermayesi fıkıhtır.) [Deylemi]

(Fıkıh ilmi her Müslümana farzdır.) [İ.Maverdi]

(Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyheki]

Fıkıh ilmi ise, nakli esas alan doğru bir ilmihal kitabından öğrenilir. Bir Müslümanın, imanını ehl-i sünnet itikadına göre düzelttikten sonra, imanın gereği olan amellerini ilmihale uygun yapması gerekir. Ayrıca imanını tehlikeye düşürecek iş ve sözlerden de uzak durmalıdır. Çünkü iman ne kadar kıymetli ise, zıddı olan küfür de o kadar kötüdür. İmanı kurtarmak için ibadetleri yapmak ve haramlardan kaçmak gerekir. Bilhassa küfre düşürücü söz ve hareketlerden sakınmalıdır. Mesela imanını çok kuvvetli sanan biri, Allah dostlarından birine düşman olsa veya Allah düşmanlarından birini sevse, yahut, (Kuşların uçuşunda ilahi şuuru görüyoruz) veya (Bu iş Allah’ın aklına aykırıdır) dese, yaptığı ibadetler kıymetsiz olur ve Cehenneme gider. Çünkü küfre düşürücü ifade kullananın imanı gider. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Öyle bir zaman gelir ki, kişinin imanı gider de haberi olmaz. Halbuki ondan, gömleğin çıktığı gibi, iman çıkmış olur.) [Deylemi]


Fıkıh ve ilmihal
Sual: 
Fıkıh kitabıyla, ilmihal kitabı aynı şey midir?
CEVAPİmam-ı a’zam hazretleri, (Fıkıh, lehine ve aleyhine olanı bilmektir)buyuruyor. Fıkıh ilmi, ef’al-i mükellefini yani, bedenle yapılması ve sakınılması gereken emirleri, yasakları ve mubahları öğretir.

Fıkıh bilgisi dörde ayrılır:
1- İbadet bilgileri, [Namaz, oruç, zekât, hac, cihat bilgileri],
2- Münakehat, [Evlenme, boşanma, nafaka ve dalları],
3- Muamelat [Alış veriş, kira, şirketler, faiz, miras bilgileri],
4- Ukubat. [Hırsızlık, gasp, katillik gibi suçlara verilen cezalar].

İlmihal bilgileri içinde fıkıh bilgileri olduğu gibi; tefsir, kıraat, hadis, kelam, tasavvuf gibi diğer din ilimleri; mantık, münazara, fizik, kimya, tıp ve astronomi gibi fen ilimleri de bulunur. Fen bilgileri, İslami ilimlerin bir koludur. Bunun için ilmihali öğrenmek, dinin tamamını öğrenmek olur.


Fıkıh ilmi
Sual:
 Fıkıh ilminin önemi nedir?
CEVAPFıkıh ilmi çok kıymetlidir. Peygamber efendimiz, (Allah bir kimse için hayır murad etmişse, onu dinde fakih yapar) buyuruyor. Kelam âlimlerinden sapıtanlar, yanlış yollara sapanlar çok olmuşsa da; fıkıh âlimlerinden bozuk itikadlı kimseler çıkmamıştır.

Allah'ın varlığını ispat
Sual: 
Hazret-i Mevlana’nın (Allah'ın varlığı sabittir, ispata çalışma, sen kulluğunu ispata çalış!) sözüne göre, akılla Allah'ın varlığını ispat etmek veya bu konudaki kelam ilmiyle uğraşmak yanlış mı? Yanlışsa hangi ilimle uğraşmalıdır?
CEVAPİman bilgilerini anlatan kelam ilmini, akıl ve nakille ispat edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar bilmek farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek ancak din âlimlerine gerekir. Başkalarına caiz değildir. Başkaları bu ilimle meşgul olursa, bâtıla kayar, zındık olur. İslam âlimleri buyuruyor ki:
İlm-i kelam ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günah işlemek hafif kalır. Ehl-i sünnet itikadını iyi öğrenmeden önce, ilm-i kelamla uğraşmanın zararı bilinseydi, bu işle uğraşmaktan, aslandan kaçar gibi kaçınılırdı. (İmam-ı Şâfiî)
Kelam ilmiyle uğraşan hep şüphe içindedir, iflâh olmaz. (İmam-ı Ahmed)
Bid’at ehli ile kelamcıların şahitlikleri kabul değildir. (İmam-ı Mâlik)
Kelam ilmiyle uğraşan imam olamaz, zamanla dinden çıkar. (İmam-ı Ebu Yusuf)
Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. (İbni Âbidin)
Resulullah, fıkhı teşvik etti, kelamı yasakladı. (Hadîka, Hadis âlimleri)
Kelam ilmiyle uğraşanların çoğu zındık olur. (Fetâvâ-yı Bezzâziyye)
Tasavvuf sayesinde iman sağlamlaşır, şüphe getiren tesirlerle sarsılmaz. Akılla, delil ve ispatla kuvvetlendirilen iman böyle sağlam olmaz. (İmam-ı Rabbânî)
İman bilgilerini, ihtiyaçtan fazla öğrenmek caiz değildir, bid’atlerin yayılmasına sebep olur. (Hindiyye)
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de buyuruyor ki:
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Bir hadis-i şerifte de, (Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur) buyurulmaktadır. (Taberânî)

Doğru Müslüman olmak için tasavvuf ilmini, ahlak bilgilerini öğrenmek de şarttır. Fıkıh ilminden habersiz, ahlak ilmini bilmeyen kimse, itikadı da Ehl-i sünnete uygun değilse, sabahtan akşama kadar, (Allah vardır, birdir) diye bağırsa, 99 delille Allah'ın varlığını ispata kalksa, hiç kıymeti olmaz.

İbni Sakka isimli bir âlim, akla çok önem verirdi. Her şeyi akılla ispata kalkardı. Allah’ın varlığını, birliğini 99 delille ispat eder ve hep bu konu üzerinde çalışırdı. Zamanla aklının almadığı konular da çıktı, şüpheleri arttı, bocalamaya başladı. Yusuf-i Hemedanî hazretlerine bir şey sordu. O da, (Otur, senin sözünden küfür kokusu geliyor) buyurdu. İstanbul’a elçi olarak gidince, Hristiyan oldu. Hristiyan olduktan sonra da, 100 delil ile Allah’ın 3 olduğunu ispata kalkıştı. (Fetâvâ-yı hadisiyye)
Bir kocakarıya, (İbni Sakka, Allah'ın varlığını ve birliğini, 99 delille ispat eden büyük bir zattır) denince, (Demek onun 99 şüphesi var ki, şüphelerini gidermeye çalışıyor. Benim hiç şüphem yok ki, ispata kalkışayım) diyor.

Bu konuları akılla ispata kalkmamalı. Bir hadis-i şerif:
(Âhir zamanda, kocakarı gibi inanın!) [Deylemî]

Bu hadis-i şerif, (Körü körüne inanın) demiyor. (Dinimizin bildirdiklerine, akılla ölçmeden, delil aramadan inanın) demektir. Âhiret ve Sırat Köprüsü, akılla, mantıkla ispat edilemez. Mutezile; aklına sığdıramadığı için, Sırat Köprüsü ve Mirac gibi şeyleri inkâr etmiştir. Tahkik eden de, şüpheden kurtulamaz. Mesela, Sırat Köprüsü'nü akılla izah edemez ve inkâr etmek zorunda kalır; Hazret-i Ebu Bekir gibi, (O söylemişse doğrudur) diyemez. Diyebilse tahkike, araştırmaya lüzum görmez. Onun için tahkikçi, büyük tehlike içindedir.

Müşrikler, tahkikçi mantığıyla, Peygamber efendimizin İsra sûresinde bildirilen Miracını inkâr ederken, Hazret-i Ebu Bekir, aklı işe hiç karıştırmadan, (O söylediyse doğrudur) diyerek imanın zirvesine çıkmış, (Sıddık) ismiyle şereflenmiştir. Aklını atıp, Resulullah'ın bir anda Mirac'a gidip geldiğini tasdik etti, imanı güneş gibi parladı. Peygamber efendimiz, (Ebu Bekir’in imanı, bütün insanların imanları toplamıyla tartılsa, onun imanı daha ağır gelir) buyurdu. Bu zirveye çıkış, tahkikle, araştırmakla değil, aksine tahkiki bırakıp tasdikle olmuştur.

İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. Kur’an-ı kerimde, sâlihler övülürken, (O müttekîler ki, gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3) [Yani görmeden inanırlar.]

Bir başka husus da, şimdi (Allah’ın varlığını ispat ediyor) denilen kitapların İslam âlimlerinin bildirdiği kelam ilmiyle de hiç ilgisi yoktur. Tamamen aklı esas alarak yazılmıştır. Bu kitapları okuyanlar küfre düşer. Çünkü Ehl-i sünnet kitaplarındaki itikat ve fıkıh bilgilerinden tamamen uzak olduğu için, (Allah'ın düşüncesi, ilahî şuur, ilahî nazariye) gibi küfür sözler yazılıdır. Lüzumlu iman ve fıkıh bilgilerini öğrenmeden bu kitapları okuyan küfre düşer.

Fıkıh ilmiKelam ilmiyle uğraşmayı bırakıp, ilmihâl bilgilerini öğrenmeye çalışmalı; zira fıkıh ilmi zaruri lazımdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(İmanın sermayesi fıkıhtır.) [Deylemî]

(Fıkıh ilmi her Müslümana farzdır.) [İ. Maverdî]

(Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyhekî]

Fıkıh ilmi, ancak doğru yazılmış bir ilmihâlden öğrenilir. Mesela, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından tercüme edilerek hazırlanmış olan ve içinde yazarına ait şahsi bir düşünce olmayan Tam İlmihâl Seadet-i Ebediyye kitabı okunmalıdır.

Bir Müslümanın, imanını ehl-i sünnet itikadına göre düzelttikten sonra, imanın gereği olan amellerini ilmihale uygun yapması gerekir. Ayrıca imanını tehlikeye düşürecek iş ve sözlerden de uzak durmalıdır. Çünkü iman ne kadar kıymetli ise, zıddı olan küfür de o kadar kötüdür. İmanı kurtarmak için ibadetleri yapmak ve haramlardan kaçmak gerekir. Bilhassa küfre düşürücü söz ve hareketlerden sakınmalıdır. Mesela imanını çok kuvvetli sanan biri, Allah dostlarından birine düşman olsa veya Allah düşmanlarından birini sevse, yahut, (Kuşların uçuşunda ilahi şuuru görüyoruz) veya (Bu iş Allah’ın aklına aykırıdır) dese, yaptığı ibadetler kıymetsiz olur ve Cehenneme gider. Çünkü küfre düşürücü ifade kullananın imanı gider. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Öyle bir zaman gelir ki, kişinin imanı gider de haberi olmaz. Halbuki ondan, gömleğin çıktığı gibi, iman çıkmış olur.) [Deylemi]

Şeytanın ağlatıp sızlattıkları
Sual: 
Tarikata bağlı arkadaşlar şeyhlerinden bahsederken muhabbetlerinden ağlayabiliyorlar, fakat Allahü teâlâdan ve Peygamber efendimizden bahsederken hiç de böyle bir hâl içerisinde olduklarını göremiyoruz. Bu durumda, İslamiyet’in ruhuna aykırı bir durum ortaya çıkmış olmaz mı?
CEVAPAykırı olmayabilir. Fakat aykırı olması daha kuvvetlidir. Çünkü şeytan, dinimizi doğru ve tam bilmeyen, (fıkıh bilmeyen) tarikatçıları oynatır, ağlatır, zıplatır, cezbeye sürükler.
Size Seadet-i Ebediyyeden aldığım bir menkıbeyi yazıyorum. Bu haller şeytandan olabilir.
Fârisi Tezkiret-ül-Evliya kitabında diyor ki, İbrahim Ethem hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibadet ediyor. Vecde gelip kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip, üç gün misafir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşıp kaldı. Genci, şeytan mı aldatmış, yoksa hâlis ve doğru mu diye anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helalden değildi. Bu hâllerin hep şeytandan olduğunu anlayarak, genci evine davet etti. Ona helalinden bir lokma yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, arzusu ve gayreti kalmadı. Genç, İbrahim’e (Bana ne yaptın?) diye sorunca, (Lokmaların helalden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene giriyordu. O hâller, şeytandan oluyordu. Helal yiyince şeytan giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı) dedi.

Sual: Dinimizi, asıl kaynağından öğrenmek için hangi meali ve tefsiri tavsiye edersiniz?
CEVAPKur'an-ı kerimin muhatabı Muhammed aleyhisselamdır. Ona gelmiştir. Manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Kur'an-ı kerimi tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsir yazmışlardır. 
Âyet-i kerimeler kısa ve tam tercüme edilemediği için, İslam âlimleri, tercüme değil, uzun tefsir ve tevillerini bildirmişlerdir. Resulullahın bildirdiği manalara Tefsir denir. Tefsir, ancak Fahr-i âlem efendimizin mübarek lisanından, Sahabe-i kirama ve onlardan Tabiine ve Tebe-i tabiine ve böylece sağlam, kıymetli insanların söylemesi ile, fıkıh ve kelam âlimlerine gelen haberlerdir. Bundan başka olan bilgilere tefsir denmez. Müfessir, tefsir kitabı yazan demek değildir. Müfessir, kelam-ı ilahiden, murad-ı ilahiyi anlayan derin âlim demektir. Beydavi tefsiri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek gerekir. Ana ilimlerden biri, tefsir ilmidir. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir.
1986'da İstanbul’da yapılan (Kur'an Tercümeleri Sempozyumu)nda 1500den fazla tercüme incelendiğinde, birbirini tutmayan hükümler görüldü. Herkes anlayışına göre tefsir ettiği için, karşımıza bir korkunç, dehşetli ve vahim manzara çıkmıştır. Halbuki nakle dayanılsaydı böyle olmazdı. Türkiye’de ilk defa Kur'an tercüme işini, Cihan Kitabevi sahibi Misak isimli bir Ermeni başlatmıştır. Maksat dinimizi bozmaktır. Bu oyuna gelinmemeli!

Din fıkıhtan öğrenilirBizim gibilerin, tefsirden din öğrenmesi mümkün değildir. Tefsirden abdestin farzını bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadi konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? İslam âlimleri yıllarca çalışarak, Kur'an-ı kerimden çıkardıkları hükümleri, kitaplara yazmışlardır. Bir müslüman, hangi mezhepte ise, mezhebine ait kitapları okur, dinini öğrenir. Zaten her müslümanın, bir ilmihal kitabı okumakla, dinine ait lüzumlu bütün bilgileri öğrenmesi mümkündür. Tıp kitabı okuyarak hastalıklara teşhis koymak, tedavi ve ameliyatlara girişmek milyonda bir ihtimal de olsa belki mümkün olabilir, fakat Kur'andan din öğrenmek mümkün olmaz. Her işi ehlinden öğrenmek gerekir. Fıkıh kitaplarını "Tabu" olarak gösterenler, "Dini Kur'andan, tefsirden öğrenin!" diyenler, eğer cahil değilseler, din anarşisi meydana çıkarmak için çalışan hain ve sapık kimselerdir.

Âlimler sapıtıncaİslam âlimleri, fıkıh bilgilerini, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh kitapları varken, din bilgilerini tefsirlerden öğrenmeye kalkışmak ehli olan için bile nafile ibadet olur. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak caiz değildir. Zaten müctehid olmayanların, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana çıkardıkları için sapıttılar. Âlimler sapıtınca, âlim olmayanların tefsir okuması felaket olur. (Hadika)
İlmihal bilgileri
Sual: 
Fıkıh, yani ilmihal bilgilerinden önce başka kitap okumak uygun mudur?
CEVAPAsla uygun değildir. Fıkıh ilmi ile uğraşmak, yani farzları ve haramları öğrenmek, her müslümana farz-ı ayndır. Fazlasını öğrenmek de, farz-ı kifaye olup, çok sevaptır. (Hadika) 
İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
Her müslümanın ilmihal öğrenmesinin farz olduğunu fıkıh âlimleri sözbirliği ile bildirdi. Bunun için, karı-kocanın hayz ve nifas bilgilerini öğrenmeleri gerekir. Kocası, hanımına öğretmeli, kendisi bilmiyorsa, bilen kadınlardan öğrenmesi için izin vermelidir. Kocası izin vermeyen kadının, ondan izinsiz gidip öğrenmesi gerekir. (Menhel)

İmam-ı Muhammed’e, mütehassıs olduğu tasavvuf bilgisinde bir kitap yazmadığını sorduklarında, (Zühd ve takva, ancak, bütün işlerde İslamiyete uymakla, bâtıl, fâsid ve mekruh sözleşmelerden sakınmakla elde edilebilir. Bunlar da, fıkıh kitaplarından öğrenilir. Alışveriş ve başka sözleşmeleri yapacak kimsenin bunların sahih ve helal olması şartlarını öğrenmesi gerekir. Bunun için, bu işlerin ilmihalini öğrenmek her mükellefe farz-ı ayndır. Bu farzın yerine getirilmesi için, alışveriş kitabını yazdım) buyurdu. (Hadika)
Önce lüzumlu bilgi
Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh bilgilerini öğrenmeden önce, Gülistan ve benzeri kitapları okumamalıdır. Fıkıh kitapları yanında, Gülistan ve benzeri kitaplar lüzumsuzdur. Dinde gerekenleri, önce okumak ve öğrenmek ve öğretmek gerekir. [Din bilgilerini öğrenmeden, başka şeyler öğrenenler ve çocuklarına doğru din bilgisi öğretmeyerek, para kazanmaya uğraşanlar, ne kadar aldanıyor.]
Kur'an-ı kerimin hakiki manasını anlamak isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam ve fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur.
Abdest, gusül, teyemmüm, mest, namaz, oruç, zekât, adak, yemin çeşitleri, hac bilgilerini öğrenmek, fıkıh bilgisi ile mümkündür. Fıkıh bilgisi de ancak doğru yazılmış bir ilmihalden öğrenilir.
Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabında, bir müslümana gereken bütün dini bilgiler vardır. Hepsi de en kıymetli eserlerden derlenmiştir. Bu kitabı baştan sona dikkatlice okuyan biri, dinimizin bütün emir ve yasaklarını öğrenir. Dinimiz hakkında kâfi bilgiye sahip olur. Her müslümanın dinimizi çok iyi bilmesi şarttır. Dinini bilmeyenin dini yoktur. 95. baskısı yapılan, 1248 sayfalık Tam İlmihali, her müslümanın okuyup, çoluk çocuğuna da okutması gerekir.

Mahrem bilgiler
Sual: S. Ebediyye'deki hayz, gusül ve evlilikle ilgili mahrem bilgileri birkaç kişinin birlikte okumaları caiz midir?
CEVAPEvet, caizdir.

Fıkıh ilmi
Sual: Fıkıh ilminin önemi nedir?
CEVAPFıkıh ilmi çok kıymetlidir. Peygamber efendimiz, (Allah bir kimse için hayır murad etmişse, onu dinde fakih yapar) buyuruyor. Kelam âlimlerinden, kendi aklına güvenerek sapıtanlar, yanlış yollara sapanlar çok olmuşsa da, fıkıh âlimlerinden bozuk itikatlı kimse çıkmamıştır.

Tefsir dersleri
Sual: 
Fıkıh ilmi mi yoksa tefsir ilmi mi önemli? Camideki kursa gidiyorum. Hocamız, lüzumlu iman ve fıkıh bilgisini öğretmeden, (Tefsir dersleri yapacağız) diyor. Bir Müslümanın, önce tefsir mi öğrenmesi lazım?
CEVAP
Fıkhı bilmeden dine uymak mümkün olmaz. Çünkü dinin temeli fıkıhtır. İbni Abidin hazretleri, (Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır) buyuruyor. (Redd-ül Muhtar)

İmam-ı Gazalî 
hazretleri, (Fâsık ve bid'at ehli, Kur'anın manasını anlayamaz) buyuruyor. (İhya) [Bid’at ehli, Ehl-i sünnet itikadında olmayan, mezhepsiz olan demektir.]

Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayıp, tefsir okumak, caiz değildir. Zaten, günümüzde tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmek imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mâna anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, bizim gibi cahillerin tefsirden ne anlayabileceğimizi düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsirleri okuyanlar böyle felakete düşerse, dinde reformcuların tefsirlerini okuyanın hâlinin çok daha kötü olacağı aşikârdır.

O hâlde dinimizi doğru olarak yazılmış ilmihâllerden öğrenmek gerekir.

Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
   Allah, hakkında hayır dilediği (sevdiği) kimseyi, dinde fakih (fıkıh bilgini) kılar. (Buhârî – Müslim)
   Fıkıh, dînî emirleri ve yasakları derinlemesine kavrayıp bilmek ve anlamak demektir. Fıkıh bilginlerine fakih denir, çoğulu fukâhadır ve fukâhaların en üstünü müctehidlerdir. Fıkıh ilminin kaynağı “Edille-i Şeriyye” yani Kur’an, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukâhadır. Fıkıh ilmi genelde dört ana bölümden oluşur;
   1.Bölüm: Namaz, oruç, zekat, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili konuları
içerir.
  2.Bölüm: Evlenme, boşanma, mehir, nafaka, iddet, süt kardeşliği ve mahremler gibi aile hukuku ile ilgili konuları içerir.
   3.Bölüm: Alış-veriş, borçlanma, fâiz, kira, ortaklık (şirket) ve miras gibi müslümanların ekonomik ve sosyal yaşantıları ile ilgili konuları içerir.
  4.Bölüm: Yüce dinimizde yasaklanan, içki, kumar, zina, hırsızlık, yol kesicilik, iffetli kadınlara iftira, yaralama, adam öldürme ve dinden dönme gibi suçların cezaları ile ilgili konuları içerir. Müslümanların, haramlardan titizlikle sakınıp ibâdetlerini bilinçli bir şekilde yapabilmeleri ve her konuda İlâhi emirler doğrultusunda yaşayabilmeleri için öncelikle fıkıh ilmini öğrenmeleri şarttır. Aksi halde sevap işleyeyim derken günaha girebilir ve emekleri boşa gidebilir.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
   Bir kimse Allah’ın dininde tefekkuh eder (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenir) se, Allah o kimsenin her işine yeter (kolaylaştırır) ve onu ümit etmediği yerden rızıklandırır. (Râmûz’ül-Ehâdis) Allah’ın dininde tefekkur eden yani fıkıh ilminde uzmanlaşan âlimler yedi tabakadır;
   1-Mutlak müctehidler: Bunlar koymuş oldukları usül ve kurallar doğrultusunda Edille-i Erbaa (Kitab, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyası fukâha) dan hüküm çıkaran ve başkasına bağımlı olmayan, İmâm-ı Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel gibi müctehidler.
   İmâm-ı Ebû Hanîfe, hicrî 80 yılında Kûfe’de doğdu ve 150 yılında Bağdat’ta öldü. İmâm-ı Mâlik hicrî 93 yılında Medine’de doğdu ve 179 yılında Medine’de öldü. İmâm-ı Şâfî hicrî 150 yılında Gazze’de doğdu ve 204 yılında Mısır’da öldü. İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat’da doğdu ve 241 yılında Bağdat’da öldü. Rahmetullahi aleyhim ecmâîn.
   2-Mezhepte müctehidler: Bunlar mezheb imamının koymuş olduğu
usül ve kurallara bağlı kalarak “Edille-i Erbaa” dan hüküm çıkaran, İmâm-ı
Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed gibi müctehidlerdir.
   3-Mes’elelerde müctehidler: Bunlarda mezheb imamına bağlı kalarak
sınırlı ve kısıtlı ictihad yapabilen,
Tahâvî, Şems-el-Eimme ve Kâdıhan
gibi müctehidler.
   4-Eshâb-ı tahric: Bunlar ictihad derecesinde olmayıp, müctehidlerin üstü kapalı hükümlerini açıklayan Hüsâmeddin Râzî gibi fıkıh âlimleridir.
   5-Erbâb-ı tercih: Müctehidlerin farklı rivâyetlerinden birini tercih etme yeteneğine sahip olan, Ebû’l-Hasan-ı Kudûrî ve Ali Mergenânî gibi fıkıh âlimleridir.
   6-Eshâb-ı temyiz: Bir mesele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazabilen, Kenz-üd-Dekâik sahibi Ebulberekât ve Vikâye sahibi Burhânüşşeri’a gibi fıkıh âlimleridir.
   7-Önceki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen İbni Âbidin gibi fıkıh âlimleri: Fıkıh âlimlerinin son halkası olan İbni Âbidin, hicrî 1198 (m.1784) yılında Şam’da doğdu ve hicrî 1252 (m.1836) yılında Şam’da öldü.
 Yüce Allah buyuruyor:
   Mü’minlerin hepsinin birden (cihad için) sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup, dinde tefakkuh etmek (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenmek) ve kavimleri kendilerine döndüğünde onları uyarmak için geride kalmalıdır. (Tevbe – 122)
   Fıkıh bilgisi olmadan cihad dâhil her çeşit ibâdetler eksik, hatalı olacağından ve zamanla dînî bilgiler unutulup yerine bid’atler ve hurâfeler çıkacağından, Yüce Allah, mü’minlerin hepsinin birden cihad için bile sefere çıkmalarının doğru olmadığını ve her kesimden bir grup müslümanın geride kalıp fıkıh ilmini güzelce öğrenmelerini emrediyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
   Bir fıkıh âlimi, şeytana karşı bin cahil âbid (bilinçsizce ibâdet eden) den daha çetin (dirençli) dir. (Tirmizî – İbni Mâce)

   Cin ve insan şeytanlarının çarpıtıcı sözlerine aldanmamak ve ibâdetlerimizi bilinçli bir şekilde yapabilmek için gereksiz bilgilerle oyalanmayalım ve üzerimize farz olan fıkıh ilmine çalışalım.
Fıkıh ilmi nasıl öğrenilir?
   Günümüzde mikrofonu eline alan ve ekrana çıkan herkes sorumsuzca din adına konuştuğu için tabii olarak müslümanların kafası karışmakta ve inançları sarsılmaktadır. Çünkü ekrana çıkıp din adına konuşanlar arasında yetkisiz ve yeteneksiz kimseler olduğu gibi, akademik ünvanın arkasına sığınan art niyetli sapıklar da olduğundan, ülkemizde gerçekten bir fetva kargaşası yaşanmaktadır.
   Fetva kargaşasından kurtulmak ve gerçek fıkıh ilmini öğrenmek için
özellikle yaşantısı ile sözüne güvenilir gerçek din âlimlerinin sohbetlerinden yararlanalım, ayrıca güvenilir fıkıh kitaplarını (İslâm ilmihallerini) yavaş yavaş ve içimize sindire sindire okuyup anlamaya çalışalım.
   Dinin temel ilkeleri olan farzları, vâcibleri ve sünnetleri bilmeyenlerin ve bu nedenle ibâdetleri eksik, hatalı ve hatta geçersiz olanların, Nefeslerini tutarak ekran başında saatlerce maç izlemeleri ve sonra günlerce bunları tartışmaları korkunç bir gaflet, hatta dalâlettir.

İctihadın Hükümleri İçtihat Şartları

I. İÇTİHADIN TARİFİ VE MÜÇTEHİDİN ŞARTLARI
A. İçtihad nedir?
İçtihad, bir şeyi elde etmek için güç ve çaba harcamak mânâsına gelen "Cehd" kökünden gelmektedir. Istılahda isemüçtehidin şerî hükümleri muayyen delillerden elde etmek için bütün gücünü sarfetmesidir. Bu tarifin tahlilini yapacak olursak, karşımıza şu ana unsurların çıktığını görürüz:
1) Şerî bir meseleyi anlamaya çaba sarfeden kimsenin müçtehid olması.
2) Müçtehidin meseleyi iyice kavramak için bütün gücünü sarfetmesi.
3) Müçtehidin bu gayreti, şerî ve amelî hükümleri anlamak için olmalı.
4) İçtihadın, muayyen delillerden istinbat yoluyla, belli esaslara riayet edilerek yapılması. Buna göre, bir meseleyi kitaplardan veya âlimlerden sorarak öğrenmek içtihad değildir.
Müçtehid, içtihad melekesine sahip olan ve müçtehidde bulunması gereken şartları şahsında toplayan kimsedir. Şimdi de müçtehidde bulunması gereken şartları görelim.
B. Müçtehidde Bulunması Gereken Şartlar
1) Arapçayı bilmek: Müçtehidin herşeyden önce, arapçanın uslübunu, belağatını ve bu dilin inceliklerini çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü İslâmın iki ana kaynağı olan Kur'ân ve Sünnet arapçadır.
2) Kur'ân'ı bilmek: Dinin birinci kaynağı Kur'ân-ı Kerim olduğu için, hepsini ge­nel olarak bilmekle birlikte, fıkhî hükümlerle ilgili olan Ahkâm âyetlerinin daha de­taylı bir şekilde bilinmesi ve inceliklerine vakıf olunması gerekir.
3) Hadis-i Şerifleri bilmek: İslâm Hukuku'nun ikinci ana kaynağı Resûlullah'ın (a.s.m.) hadisleri olduğu için, müçtehidin doğrudan ilgi alanına girmektedir. Hadis­lerin sadece muhtevaları değil, sıhhat dereceleri de bilinmelidir.
4) Üzerinde İcma edilen hükümleri bilmek: Müçtehid fukahanın üzerinde ittifak ettiği meseleleri bilmeli ve onlara muhalif hüküm vermemeye azami hassasiyet gös­termelidir. Çünkü icma oan bir meselede içtihad etmek caiz değildir.
5) Usûlü Fıkıh ilmini bilmek: Bir mesele hakkında içtihad yapılabilmesi için, şerî delillerin ve bunların öncelik sıralarının bilinmesi gerekir. Lafızların mânâları ve bun­lar arasındaki tercih sırası ancak bu ilmin bilinmesiyle mümkündür.
6) Makasıdu'ş-Şerîa'nın bilinmesi: Bilhassa Şatıbî (v. 790/1388), Şeriat'ın mak­sad ve gayelerinin anlaşılması mânâsına gelen bu şart üzerinde hassasiyetle durur. Müçtehidde aradığı iki şarttan birincisi ve en önemlisi budur.2
7) İçtihada fıtraten kabiliyetli olmak: Müçtehidin isabetli ve çabuk karar verebil­mesi için, ince bir idrake, fıtrî bir kabiliyete ve zihnî berraklığa sahip olması gerekir. Bu kabiliyete sahip olmayan diğer şartları taşısa da müçtehid sayılmaz.
8) İyi niyet ve itikadının düzgün olması: İmam Gazâlî'ye (v. 505/1111) göre, müçtehidin fetvasının kabul edilebilmesi için, önce günahlardan kaçınan, iyi ahlâk sahibi âdil bir kimse olması gerekir. Böyle olmayan kimsenin vereceği fetva da ka­bul edilmez.Nitekim Bediüzzaman da içtihada teşebbüs eden kimselerde, "takvâ-yı kâmile" ve "zaruriyyatı diniyyeye imtisal" niyetinin bulunmasını şart koşmuştur.4
II. İÇTİHAD KAPISI AÇIK MI, KAPALI MI?
İçtihad konusunda en çok tartışılan meselelerden birisi de, herhangi bir asrın müçtehidsiz kalmasının caiz olup olmadığıdır. "Hulüvvü'l-Asri mine'l-Müçtehidîn" şeklinde ifade edilen bu konu, bazan da içtihad kapısının açık veya kapalı olması şeklinde tartışılmıştır. Hicrî dördüncü asırdan itibaren içtihad kapısının kapandığını ileri süren fukaha bulunmakla birlikte, içtihadın kıyamete kadardevam edeceğini söyleyenlerde vardır. Bu meselede âlimlerin farklı görüşlerini verip sonra da Bedi­üzzaman'ın tespit ve tahlillerini vermek istiyoruz.
A. Hiçbir Asır Müçtehidsiz Kalmaz Diyenler
Bir gurup âlime göre, bir asrın müçtehidsiz kalması mümkün değildir. Hanbelî ve bir kısım Şafiî âlimleri bu görüştedir. İmam Suyûtî (v. 911/1505) bu görüşte olu, karşı fikirde olanlara reddiye olarak müstakil bir eser kaleme almıştır.Bu gö­rüşte olanların delilleri şu hadistir:
"Ümmetimden bir gurup hak üzere olmakta devam edecektir. Onlara muhale­fette bulunanlar zarar veremeyecekler. Nihayet Allah'ın emri onlar bu halde iken gelecektir."6
B. Herhangi Bir Asrın Müçtehidsiz Kalabileceğini Kabul Edenler
Diğer bir gurup fukahaya göre ise, herhangi bir asrın müçtehidsiz kalması caiz­dir. Bu durum zaman zaman fiilen vukubulmuştur. Şevkânî (v. 1250/1832), İmam Gazâlî ve Fahrüddîn Râzî'nin (v. 606/1209) de bu görüşte olduğunu söylüyorsa da,bizzat kendi kitaplarında rastlayamadık. Şafiîlerden Seyfüddîn el-Amidî (v. 631/1233), Hanefîlerden İbnü'l-Hümâm (v. 861/1457), İbnü Emîri'l-Hac (v. 879/1475) ve başka fakihlerin de bu görüşte olduklarını görmekteyiz.Bunların delili ise Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği şu hadistir:
"Allahü Teâlâ ilmi size ihsan ettikten sonra (hafızanızdan) zorla söküp almaz. La­kin cemiyetin ilim adamlarını bilgileriyle beraber cemiyet içinden alır. Artık kara cahil bir zümre kalır. O sırada halk bunlardan dinî ihtiyaçlarını soracaklar, onlar da (şahsî) re'y ve arzularıyla cevap vererek hem halkı idlal edecekler, hem de kendileri dalalette kalacaklar."9
Bu görüşün sebebi, hicrî 3. asırdan itibaren hüküm verme ve içtihad yapma ko­nusunda büyük bir anarşi görüldüğünden içtihad kapısının kpanmasına hükmedildiği şeklinde izah edilmiştir.10
C. Şâtibî'nin Görüşü
Usûlü Fıkıh ilminde yeni bir çığır açan Şatıbî'nin yorumu ise bu görüşlerden farklıdır. Ona göre içtihad iki kısımdır:
Birincisi: Kıyamete kadar devam edecek olan içtihad. Dünyanın sonu gelmeden bu içtihadın kesintiye uğraması mümkün değildir. Bu çeşit içtihad, üzerinde ittifak edilen illetin fürû meselede de aynen bulunup bulunmadığının belirlenmesi işlemini ifade eden "Tahkîku'l-Menât"tır. Meselâ Kur'ân-ı Kerim'de Allah "...İçinizden iki âdel şahid getirin..."11 buyurmaktadır. Şeran hudutları belli olan "Adalet" vasfının kimde bulunup bulunmadığının tesbitine ihtiyaç vardır. Bu vasıf, Hz. Ebû Bekir'den başlayarak çok aşağılara kadar iner. Bu vasfın insanlarda bulunup bulunmadığının tesbiti için bütün gücün harcanması gerekir. Bu çeşit bir ictihadın her hakim, müftü ve hatta her mükellefde olacağı tabiîdir. Çünkü sıradan ümmî bir mükellef bile na­maz kılarken sehven fazladan yaptığı bir fiilin namzı bozup bozmayacağını, affedilir olup olmadığını değerlendirip karar verme durumundadır.12
İkincisi: Zaman içerisinde kesintiye uğraması mümkün olan içtihada gelince, bu da üç kısımdır:
a) en-Tenkîhu'l-Menât: Bir hükmün konulmasında esas alınan vasfın içtihad yo­luyla diğerlerinden ayıklanıp ortaya konulmasıdır. Bazan naslarda asıl illet olması muhtemel olan vasıfla diğerleri müştereken zikredilmiştir. Asıl illetin mülgâ olanlar­dan içtihadla ayırdedilmesi gerekir.
b) Tahrîcu'l-Menât: Bunda ise hükmü belirleyen nasda illete dair bir belirti veya açıklama yoktur. İçtihadla çeşitli yollardan illetin tesbiti gerekir.
c) Yukarıda zikri geçen Tahkîku'l-Menât'ın ikinci bir kısmıdır ki, bu daha ince ve derin bir meseledir. Bunun da kesilme ihtimali vardır.13
D. Bediüzzaman Said Nursî'nin Görüşü
Bediüzzaman'ın bu meseledeki görüşü ve değerlendirmesi oldukça farklıdır. Ona göre içtihad kapısı açıktır. Ancak bu zamanda oraya girmeye bazı mâniler bulun­maktadır:
1. İslâm dünyasında bid'atların çoğalması: Üstada göre kışta ve fırtınalı bir günde, yeni kapılar açmak şöyle dursun, küçük delikler bile kapatılır. Büyük bir se­lin hücumu sırasında, tamir için olsa bile duvarlarda delikler açmaya çalışmak, boğu­lup gitmeye vesile olabilir. Bediüzzaman sözlerine şöyle devam ediyor:
"Öyle de, şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı anında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dâlâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyle, kasrı  İslâmi­yetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak de­likler açmak, İslâmiyete cinayettir."14
2. Dinin zaruriyatının tehlikeye girmesi: Bediüzzaman'a göre, bugün dinin temel esasları tehlikeye girmiştir. Bu temel esaslarda içtihada ihtiyaç zaten yoktur. Bunlar olmadan dinin ayakta kalması da mümkün değildir. O halde öncelikle dinin zaruriya­tının ikâmesine ve ihyâsına çalışılmalıdır. Diğer taraftan selefin içtihadları birçok meselede ihtiyaçlarımızı karşılayacak durumdadır. Üstada göre, durum böyle ol­duğu halde, bunları bir tarafa bırakıp yeni içtihadlar yapmak, "bid'akârane bir hıya­nettir."15
3. Müctehidin yetişmesinde çevre faktörü: İnsanlık tarihine baktığımızda, her asırda bazı şeylerin rağbet gördüğünü, insanların onları elde edebilmek için bütün güçleriyle gayret ettiklerini görmekteyiz. Bediüzzaman'a göre, selef-i sâlihîn as­rında en mergub metâ,
"Hâlik-ı Semavat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzula­rını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur'ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde et­mek idi."16
Üstad, Asr-ı Saâdete yakın dönemlerde müctehidlerin yetişmesindeki çevre fak­törünü şöyle açıklıyor:
"İşte o zamanda, zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. O'na göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vu­kuat ve muhâverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir muallim hük­müne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kisbsiz içtihada kabili­yeti ola, ateşsiz nurlana... İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmayabaşladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, Nûrun alâ Nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu."17
Günümüzde ise müthiş bir mânevî kirlenme bulunduğundan müçtehidin yetiş­mesi için müsait olan bir çevreyi bulmamız mümkün gözükmemektedir. Üstada göre bunun üç ana sebebi bulunmaktadır: a) Avrupa medeniyetini Müslümanlar üzerindeki tahakkümü, b) Felsefe-i tabiiyyenin tasallutu, c) Hayat şartlarının ağırlaş­ması.
Bu üç ana sebepten dolayı fikirler dağılmış, himmet ve yardımlaşma bölünmüş, zihinler ise mânevîyata karşı yabanileşmiştir. Böyle bir çevre içinde yetişen günü­müz insanının ilk dönemlerde yetişen bir müctehidin seviyesine gelebilmesi için on katı fazla bir zamana ihtiyacı vardır.18
4. İçtihad, zorlama ile değilde, tabiî seyri içinde olmalı: Her cisimde bir geniş­leme ve büyüme meyli vardır. Bu meyil tabiî olduğu için kemâle doğru bir gidiştir. Bir ağacın büyüyüp gelişmesi ve meyve vermeye başlaması gibi. Ancak bu geniş­leme dışardan olursa, onu tahrip edip yok olmasına vesileolur. Bediüzzaman aynı temsili içtihad konusuna şöyle tatbik ediyor:
"İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarikıyla dahil olanlarda meylü't-tevessü' ve irade-i içtihad bu­lunsa, o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyatı terkeden ve hayat-ı dünye­viyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsî ve irade-i içtihad, vücudu İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şerî zincirini çıkarmaya vesiledir."19
5. Asr-ı Saâdete olan uzaklık: Selefi salihînin büyük müçtehidleri, asr-ı sahabeye yakın olduklarından, sâfî bir nur alıp halis bir içtihad yapabilirlerdi. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o asra uzak olduklarından açık meseleleri bile zorlukla görebilirler.20
Bediüzzaman, İçtihad Risalesi adını verdiği Yirmi Yedinci Söz'de, bu fikirleri ana başlıklar altında değerlendirmiştir. Bu bölümdeki ve başka eserlerindeki fikirlerinden çıkardığımız, içtihada mâni teşkil eden diğer sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
6. Avrupa Medeniyetinin ve inkârcı Batı felsefesinin Müslümanlar üzerindeki ta­hakkümü.
7. Günlük hayatta geçim şartlarının ağırlaşması.
8. Günümüzde fıkhî meselelere illet açısından değilde hikmet açısından bakıl­ması. Hernekadar hikmet de gözönünde bulundurulursa da, hüküm hikmet üzerine değilde illet üzerine binâ edilir.
9. Dünya hayatının ön plana geçip, ahiret hayatının ikinci derecede kalması.
10. Kolaylığa vesile olan "Zaruret Prensibi"nin yanlış anlaşılması.21
III. İÇTİHADIN ŞÛRA TARZINDA YAPILMASI
Bediüzzaman, Osmanlı Devletinin çöküş dönemlerinde, İslâm âleminin dertle­riyle dertlenmiş, zaman zaman matbûât lisanıyla fikirlerini beyan etmiş, günün problemleri hakkında çözümler üretmiştir. Ona göre İstanbul'da hilafeti temsil eden Meşîhât Dairesi, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus olmayıp, bütün İslâm âlemi­nin müessesesidir. Bu daire bu sönük vaziyetiyle koca İslâm âlemini irşade tmek şöyle dursun İstanbul'un irşadına bile kâfi gelmiyor. Bu müessesenin, bütün âlem-i İslâmın itimadını kazanacakve onlara karşı olan vazifesini hakkıyla yerine getirecek bir duruma getirilmesi gerekir.22
Üstad, zamanın değişmesiyle, ahkâmın değişebileceğine temas ederek, içtihadın niçin şûrâ tarzında olması gerektiğini şöyle açıklıyor:
"Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az müte­hassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevidir ki, şûralar o ruhu temsil eder."
Bediüzzaman'a göre, müftünün sözünü halka kabul ettirebilmesi için böyle bir şûrâya ihtiyacı vardır. Ferd dâhi de olsa, şahs-ı mânevî karşısında bir sivrisinek gibi kalır.
Üstad, cemiyette ortaya çıkan, "za'fı diyânet", "şeâir-i İslâmiyetteki lâkaytlık", ve "içtihaddaki fevzâ", yani anarşinin sebebini de, meşîhatın zayıflığına ve sönük kalmasına bağlıyor. Zira böyle bir şûrânın kararından çıkan Şeyhulislâm sözü, en bü­yük dahiyi de içtihadından vazgeçirir, dolayısıyla birçok meseledeittifak hasıl olur.
İçtihad ehliyetine sahip olan herkesin, içtihad yapma yetkisi vardır. Ancak bu iç­tihadın düstûru'l-amel alabilmesi için icmâ sabit olmalı veya cumhuru ulemâ tarafın­dan kabul edilmelidir. Fetvasını böyle bir şûrâdan çıkaran bir Şeyhulislâm mânen bu sırra mazhar olur. İslâm Hukukuna göre de öncelikle cumhurun görüşü ile amel edilmelidir. Fikir anarşisinin alıp yürüdüğü günün şartlarında böyle bir tedbire şid­detle ihtiyaç vardır. Bu şûrâ, merkezi hilâfet olan İstanbul'da gerçekleşmezse,zaruri olarak bir başka yerde teşekkül edecektir.
Üstada göre, bu şûrâ teşkil edilmeden önce, "cemaat-i İslâmiye teşkilâtı" ve "evkâfın meşîhata ilhakı" gibi önceden yapılması gereken altyapının hazırlanması uygun ise de, bunlar sonradan da olabilir.
Bu işi dolaylı olarak mebusların yerine getirebileceği düşünülebilir. Onların bu işi yapması dolaylı şekilde olur. Halbuki vasıtası doğrudan doğruya bu büyük vazifeyi ancak "halis İslâm bir şûrâ" yerine getirebilir.23Bu sırada mecliste gayr-i müslim mebusların olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.
Bediüzzamana göre, "Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye"nin âdî bir komisyon olmaktan çıkıp, bu yüce vazifeyi yürütebilmesi için; meşîhattaki daireler reisleri ile birlikte bu şûrânın tabiî azası olmalı ve bunlara ilaveten İslâm âleminden de şimdilik halkın iti­madını kazanmış on beş yirmi kişi daha çağırılmalıdır. Böylece şûrânın çekirdek kad­rosu teşekkül etmiş olur.24
Yine Bediüzzaman, 16 Şubat 1916'da Birinci Dünya Harbinde Erzurum'un Pa­sinler ovasında Ruslara karşı harbederken İşârâtü'l-İ'câz adlı Arapça bir tefsir yaz­mıştır. Bu tefsirin girişinde, başarılı bir tefsirin ancak çeşitli fenlerde mütehassıs olan yüksek bir heyet tarafından yapılabileceğini bilhassa vurgulamıştır.25
Üstad, Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyye'de vazifeli iken kaleme alıp bastırdığı "Leme­ât" adlı manzum eserindeki şu beşitlerde de aynı fikri işlemiştir:
"İcmâ ile cumhurdur, sikke-i şerî görür. Bir fikre dâvet etmek; zann-ı kabûl-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.
Yoksa dâvet bid'attır; reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz..."
26
Bediüzzaman, 1949-1952 yılları arasında yazdığı mektupların bir araya toplan­dığı Emirdağ Lahikası'nda, yıllar önce İşârâtü'l-İ'câz adlı tefsirinin başına yazdığı mukaddimeyi tercümesinde konumuzla ilgili meseleyi biraz daha net bir şekilde or­taya koymuş ve kırk sene önceki fikrinde musır olduğunu göstermiştir. İfadesi ay­nen şöyledir:
"...Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında (hevesi karışmamak şartıyla) o kendi nefsi için amel edebilir, fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icmâ o hükmü tasdik etsin. Nasıl ki: Ahkâm-ı şer'iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş'et eden mânevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki; ulema-i muhakkikînden bir hey'et-i âliye bulunsun ki, o heyet umumun emni­yetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dâvâ vekili hükmünde olmaları cihetinde icmâı ümmet hücce­tinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icmâ ile şer'an düstur olabilir. Ve icmâın tasdik ve sikkesiyle umuma şâmil oluyor..."27
Diğer taraftan Hanefî mezhebinin müessisi İmam Âzam Ebû Hanife'nin (v. 150/767) kendisine soruln bir meseleyi, içtihad derecesine ulaşmak kırk kişilik ta­lebe gurubuyla tartışıp, yazdırdığını kaynaklardan öğrenmekteyiz.28
Nitekim zamanınızda da İslâm Hukuku sahasında eser veren birçok kimsenin, bu çeşit bir içtihadın günümüz şartlarında daha isabetli olacağı kanaatına vardıklarını görüyoruz.29
IV. İÇTİHADLA İLGİLİ BAZI MESELELER
A. Bir Müçtehidin İçtihadı Diğerini Bağlamaz
Bediüzzaman'a göre, içtihadın şartlarını şahsında toplayan bir kimse, içtihad etse, bu içtihadı ancak kendisini bağlar. Başkasını bu içtihada uymaya zorlayamaz. Onun bu anlayışı şeriattandır, fakat şeriat olamaz. Bu kimse müçtehid olabilir, ancak müşerri, yani şeriat koyucu olamaz.30
Diğer taraftan müçtehid olan bir kimse, bir başka müçtehidi taklitle mükellef değildir.31 Hadiste de belirtildiği gibi,32 içtihadında isabete tse iki sevap, isabet etmezse gayretinin karşılığı olarak bir sevap alır.33
B. Şeriatın Değişmesi ve Mezheplerin Ortaya Çıkışı
1. Şeriatın asırlara göre değişmesi
Bediüzzaman'a göre mezhepler, şeriat sahibi olan Allah'ın gösterdiği nazarî düsturların anlaşılmasındaki farklılıklardan ortaya çıkmıştır. Kabili tevil olmayan "Zarûrât-ı Diniye"nin ve "Muhkemât" denilen düsturların hiçbir cihetle değişme im­kânı yoktur ve bunlar medâr-ı içtihad olamazlar. Onları değiştiren başını dinden çı­karmış olur.34
Şeriatların asırlara göre değişmesi ise şöyle izahe diliyor:
"Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı pey­gamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyâ'dan sonra, şeriat-ı kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtayç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasılki mev­simlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü Ahkâm-ı Şeriyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar."35
Asırlara göre şeriatların değişmesinin sosyolojik sebepleri de şu şekilde açıklanı­yor:
"Enbiyayı sâlife zamanında, tabakat-i beşeriye birbirinden çok uzak ve seciye­leri, hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidâî ve bedeviyete yakın ol­duğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kitaba bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulu­nurmuş. Sonra, âhir zaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidâî de­recesinden, idâdiye derecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtat ile ak­vam-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı mu­allime de lüzum görülmemiştir."36
2. Amelî mezheplerin ortaya çıkış hikmetleri
Bütün bu gelişmelere rağmen insanlık tamamen bir seviyeye gelemediğinden mezhepler ortaya çıkmıştır. Sosyal açıdan bütün insanlar bir seviyede olsa, o zaman mezhepler de birleşebilir. Fakat bu mümkün olamayacağından, mezhepler de bir­leşmez.
Hak bir olduğu halde, mezheplerin farklı olması da şu misalle açıklanmıştır:
"Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyleki: Bi­risine hastalığının mizacına göre su, ilâçtır, tıbbenv aciptir. Diğer birisine, hasta­lığı için zehir gibi muzırdır, tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir, tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir, tıbben ona sün­nettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir, afiyetle içsin, tıbben ona mü­bahtır. İşte hak burada taaddüt etti. Beyi de haktır. Sen diyebilir misin ki: ‘Su yalnız ilâçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.' "37
Bu misalde olduğu gibi, ahkâm-ı ilâhiyye, mezheplere ve olanlara göre değişir. Bunların hepsi de hak ve maslahat olur. Nitekim Şafiî mezhebine tabi olanlar, Ha­nefîlere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakındır. Hanefîler ise çoğunluklu daha medenî ve şehirlidirler. Bu sosyolojik tabanın ibadet ve muâmelatta farklı hü­kümler ortaya çıkmasında tesiri büyüktür.38
C. Kur'ân'a Dönme Zarureti
Bediüzzaman'a göre, "Cumhûru, burhandan ziyade me'hazdeki kudsiyet imti­sale sevkeder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur'ân'ı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı."39
Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur'ân gösterilse idi, zihin tabii ola­rak ahkâmı tatbike teşvik eden ve vicdanı uyandıran "Kur'ân'ın kudsiyeti"ne intikal eder ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelir, imanın ihtarâtına karşı sağır ka­lınmazdı.40 Üstada göre:
"Şeriat kitapları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicap olmuşlardır. Evet bu kitap­lar, Kur'ân'a tefsir olmak lâzım iken başlı başına tasnifat hükmüne geçmişler­dir."41
Bediüzzaman dinî meselelerde çoğunluğun nazarını, doğrudan doğruya Kur'­ân'a çevirmek için şu üç yolu kaydedip bunların ayrı ayrı değerlendirmesini yapı­yor:
"1) Bu kitapları yazan müelliflerin lâyık oldukları hürmeti ve emniyeti tenkit ile kırıp o perdeyi izale etmektir ki, bu yol tehlikeli, insafsız ve o müellife zulümdür.
2) Tedrîcî ve hususi bir metodla şeriat kitaplarını şeffaf birer tefsir suretine çe­virip içinde Kur'ân'ı göstermektir. Selef-i müçtehidînden Ebu Hanife'nin el-Fık­hu'l-Ekber'i ve İmam Mâlik'in Muvatta'ı gibi. Bir kimse İbni Hacer'in bir kitabına baktığında Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek için bakmalı. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci yol da za­mana muhtaçtır."
3) Cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o örtünün üzerine çıkararak üstünde Kur'ân'ı gösterip, Kur'ân'ın halis malını yalnız ondan istemek ve vasıta ile elde edilen ahkâmı da vasıtada, yani kitaplarda aramaktır. Bir şeriat âliminin vaazına göre, bir tarikat şeyhinin vaazındaki tatlılık ve çekiciliğin sırrı buradadır. Ancak efkârı âmmenin rağbet ve teveccühünün çok olması, o şeyin kemalini göstermez. Belkide bu rağbet şiddetli ihtiyaçdan dolayıdır. Nitekim bir saatçi­nin-o günün şartlarında-bir allâmeden fazla ücret alması bunu göstermekte­dir."42
Bediüzzaman, doğrudan Kur'ân'a yönelme hususundaki görüşlerini şu cümle­lerle bağlıyor:
"Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hâcât-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur'ân'a mütevec­cih olsa idi, o Kitâb-ı Mübîn, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfûs üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan, bir mübarek derecesinde kalmazdı..."43
İslâm âleminde ve memleketimizde halen Kur'ân'a dönme meselesi geniş bir şekilde işlenmekte, eserler yazılmakta, sempozyumlar tertip edilmektedir. Ancak bu yapılanların genellikle Üstadın tasvip etmediği eski ulemâyı tenkit tarzında yapıldı­ğını müşahede ediyoruz. Bediüzzaman, bir çok meselede olduğu gibi, Kur'ân'a dönme konusunda da yıllar önce Osmanlılar döneminde yapmış olduğu değerlen­dirmelerde oldukça isabetli ve dengeli fikirler ortaya koymuştur.
Sonuç
Üstad Bediüzzaman'ın, içtihad konusunda, günün şartlarına göre orijinal ve kendine has fikirleri vardır. Ona göre içtihad kapısı açık olmakla birlikte, bu asırda o kapıdan girmek için bazı mâniler bulunmaktadır. Bu fikir yalın olarak bırakılmamış, Müslümanların hâlihazırdaki sosyal ve ekonomik yapısı çeşitli açılardan tahlil edilerek delillendirilmiştir. Diğer taraftan içtihada konu olacak günümüz Müslümanının bazı problemlerinin, şûrâ tarzında ehliyetli bir topluluk tarafından tartışılarak neticeye bağlanmasının daha isabetli olacağı kanaatına varılmıştır.
Şeriatın ana kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim'in konumu, mezheplerin ortaya çıkış sebepleri ve içtihadla ilgili diğer hususlarda, Üstadın yapmış olduğu tahlil ve değer­lendirmeler, gerçekten dikkat çekicidir.
____________________
** Prof. Dr. Mustafa BAKTIR
1952'de Kayseri'nin Hacılar ilçesinde doğdu. Erzurum İslâmî İlimler Fakültesini bitirdi ve aynı fakülteye İslâm Hukuku Asistanı oldu. 1982'de doktor, 1988'de doçent ve 1994'de profesör oldu. Halen aynı fakültede İslâm Hukuku Öğretim üyesi olup, aynı zamanda Erzincan İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevini yürütmektedir.
"Ashab-ı Suffa" ve "İslâm Hukukunda Zarûret Hali" gibi eserleri vardır.
2 Şatıbî, İbrahim b. Musa b. Muhammed, el-Muvâfakât fî Usûli's-Şerîa, Mısır, ts., IV, 105, 106.
3 Gazalî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, el-Mustasfâ min İlmi'l-Usûl, Mısır, 1324, II, 350.
4 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 451.
5 Suyûtî, Celâlüddîn Abdurrahman, Kitâbü'r-Redd alâ men Ahlede ilâ'l-Erd, Beyrut, 1983, s. 97, Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdü'l-Fühûl, Beyrut, ts. s. 222, İbnü Bedrân, Abdülkadir b. Ahmed, el-Medhal, Dârü İhyâi't-Türâsî'l-Arabî neşri, ts. s. 191, Zuhaylî Vehbe, Usûlu'l-Fıkhi'l-İslâmî, Dımışk, 1986, II, 1070, Karaman, Hayreddin, İslâm Hukukunda İçtihad, Ankara, 1975, s. 183.
6 Buhârî, Tevhîd, 29, VIII, 189, İtisâm, 10, VIII, 149, Müslim, İmâre, 170, H.No: 1920, Tirmizî, Fiten, 51, İbni Mâce, Mukaddime, 1.
7 Şevkânî, s. 223.
8 Amîdî, Seyfüddîn Alî b. Ebî Alî, el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm, Kâhire, 1968, IV, 202, 203, İbnü'l-Hümâm, Ke­mâlüddîn Muhammed, et-Tahrîr fî'l-Usûl (et-Takrîr ve't-Tahbîr ile birlikte), Beyrut, 1983, III, 336, Muhammed b. Nizâmüddîn el-Ensârî, Fevâtihu'r-Rahamût, Mısır, 1324, II, 399.
9 Buhârî, İlim, 34, I, 33, İtisâm, 7. VIII, 148, Müslim, İlim, 13, H.No: 2673 Tirmizî, İlim, 5, İbni Mâce, Mukad­dime, 8, Dârimî, Mukaddime, 26.
10 Zekiyüddin Şaban, İslâm Hukuk İlminin Esasları, terc. İ. Kâfi Dönmez, Ankara, 1990, s. 378.
11 65/Talak: 2.
12 Şatıbî, Muvafakât, IV, 89-93.
13 Şatıbî, IV, 95 v.d.
14 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul, 1960, s. 449.
15 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.
16 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.
17 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.
18 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.
19 Bediüzzaman, Sözler, s. 451.
20 Bediüzzaman, Sözler, s. 452-453.
21 Bediüzzaman, Sözler, s. 450-451.
22 Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, İstanbul, 1977, s. 37, 38. (Bu eserin ilk olarak 1338 (1922)'de İs­tanbul'da basıldığını belirtelim.)
23 Bediüzzaman, Sünuhât, s. 38-39.
24 A.e., s. 40.
25 Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü'l-İ'câz, İstanbul, 1993,s. 8.
26 Bediüzzman Said Nursî, Sözler, s. 658.
27 Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, İstanbul, 1959, II, 89.
28 Muhammed Hamidullah, İmam-ı Âzam ve Eseri, terc. Kemal Kuşcu, İstanbul, 1963, s. 37-39.
29 Bkz. Ali Hasebullah, Usûlü't-Teşrîi'l-İslâmî, Mısır, 1971, s. 108, Abdulvahhâb Hallâf, Mesâdıru't-Teşrîi'l-İslâmî, Kuveyt, 1970, s. 13, Karaman, Hayreddin, s. 234-235.
30 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 657.
31 Bediüzzaman, S. N., Muhâkemât, s. 42.
32 Buhârî, İ'tisâm, 21, VIII, 157, Tecrid-i Sarih, XII, 411.
33 Bediüzzaman, S. N., Mektûbât, İstanbul, 1964, s. 50.
34 Bediüzzaman, S. N., Mektûbât, s. 407.
35 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 454.
36 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 454.
37 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 454.
38 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 455.
39 Bediüzzaman, S. N., Sünûhat, s. 31.
40 A.e., s. 32, Ayrıca bkz. Sözler, s. 656.
41 Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, s. 31-32, Sözler, s. 656.
42 Bediüzzaman, S. N., Sünûhat, s. 32-33.
43 A.e., s. 34.
B. İçtihadın Hükümleri


Burada, müctehidin durumu, günah girmiş olmaya nisbet (te´sîm), hataya düşmeye nisbet (tahtie), isabet, başkasını taklid etmesinin haram lığı ve ictihad kaynaklı görüşünün nakzedümesinin haramiığı gibi konular açısından, ele alına­caktır.



1. İçtihadında Hata Eden Müctehid Günahkar Olur Mu 


İçtihadını yerinde yapıp tamamlamışsa, müctehidlerin vasıflarını taşıyan kişi için günah söz konusu değildir. Tam ictihad, ehlinden sadır olup mahalline tesa­düf etmişse, bu içtihadın semeresi gerçektir, doğrudur ve bu içtihadı yapan müc­tehid için günah söz konusu değildir. Bizim kanaatimize göre günah ve hata bir­birinin mütelazimidir, yani bir varsa diğeri de vardır, biri yoksa diğeri de yoktur. Buna göre her hata yapan günahkar olur; her günahkar da hata etmiştir. Eğer kendisi için günah söz konusu değilse hata da söz konusu değildir. Şimdi burada önce günahın hükmünden bahsedelim. [8]



Günah Meselesi;


Nazarî konular (nazariyyât), önce zannî ve kat´î kısımlarına ayrılır. Zannî olan kısımda zaten hata olamayacağı için günah da söz konusu değildir. Kat´î olan kısımda hata eden ise günahkardır.

Kat´î konular, kendi içerisinde kelâmı, usûlî ve fıkhı olmak üzere üç kısım­dır. [9]



Kelâmı Konular:


Kelâmı konular derken, bununla sırf aklî olan konuları kastediyoruz. Bu ko­nularda gerçek bir/tek olup, bu gerçeği tutturamayan günahkar olur. Alemin hu-duşu, muhdis´in ve -vacip, caiz ve imkansız- sıfatlarının isbatı, peygamber gön­derme ve peygamberleri mucizeler ile destekleme, niyetin cevazı, fiillerin yara­tılması ve olan şeyleri dileme (iradetu´l-kâinat) ile Mutezile, Hariciler, Rafıziler ve bid´at ehli ile tartışmalı olan konuların hepsi buraya dahildir.

Sırf kelami olan konular, araştırıcının (nazır) Şer´in vürudundan önce akıl nazanyla gerçekliğini idrak edebileceği şeylerdir. Bu konularda gerçek tek olup, [II, 358] bu gerçeği tutturamayan günahkar olur. Gerçeği tutturamama, eğer Allah ve Re­sulüne iman gibi konularda olursa, bu kişi kafir olur. Rü´yet, kulların fi ilerinin yaratılması ve iradetu´l-kâinal gibi, kişinin Allahı ve resulünü bilmesine engel teşkil etmeyen konularda hata eden kişi, gerçeği tutturamadığı ve saptığı için gü­nahkar, yakinen bilinen gerçeği tutturamaması yönüyle hatatı ve selef arasındayaygın olan görüşe muhalefet ettiği için de bid´atçı olur. Böyle bir kişi kafir ol­maz.[10]



Usûlî Konular:


Usûlî konular derken, bununla, icmâ´ın hüccet oluşu, kıyasın hüccet oluşu ve haber-i vahidin hüccet oluşu gibi konulan kastediyoruz. Gerçekleşmiş olan icmâ´a, asrın geçmesinden (icmâ´a katılanların ölmesinden) Önce muhalefet edile­bileceğini; yine ietihad kaynaklı icmâ´a muhalefet edilebileceğini caiz görenlerin ve ümmetin, içlerinden birisi üzerinde ittifak etmesinden sonra sahabe veya tabi-unun mevcut iki görüşünden diğerini almanın caiz olmadığını ileri sürenlerin gö­rüş ayrılığı da bu konuya dahildir. Zannî konularda musîbin tek olduğu inancı da bu konular cümlesindendir.

Bu meselelerin delilleri kat´î olup, bunlarda muhalif kalanlar günahkar ve hatalıdır. Biz, usul cümlesinden bahsederken kattlerin ve zannîlerin neler oldu­ğuna işaret etmiştik. [11]



Fıkhiyyât:


Fıkhiyyât derken bununla beş vakit namazın, zekatın, haccın ve orucun va-cipliği, zinanın, öldürmenin, hırsızlığın ve içkinin haramlığı gibi, Allahm dininde kesin olarak bilinen şeylerin hepsini kastediyoruz. Bu tür konularda gerçek birdir ve bilinmektedir. Bu konularda aykırı düşünenler günahkar olur.

Genel bir değerlendirme yapacak olursak şunları söyleyebiliriz: Eğer bir kimse, Şâri´in maksadından olduğu kesin olarak bilinen şeyleri inkar ederse kafir olur. Şarap içmenin ve hırsızlığın haramlığmı, namaz ve orucun vacipliğini inkar böyledir. Çünkü böyle bir inkar ancak Şer´i yalanlayan birinden sadır olabilir.

tcmaın hüccet oluşu, kıyasın hüccet oluşu ve haber-i vahidin hüccet oluşu gibi, kesin olarak bilinmekle birlikte bu kesin bilgi zarurî olarak değil nazar ve inceleme yolu ile oluşmuşsa, bunlar da kat´îdir. Fakat bunları inkar eden kafir ol­maz; fakat günahkar ve hatalıdır, tema İle bilinen fıkhı konular da bu kısma da­hildir.

Denirse ki:

Siz namaz ve orucun vacipliğinin zarurî olduğuna nasıl hükmedebiliyorsu­nuz. Bunların vacipliği, ancak Resulün tasdik edilmesiyle bilinmektedir. Resulün tasdiki ise zarurî değil nazarîdir.

Cevap:

Biz bununla şunu kastediyoruz; Şâri´in bunu vacip kılması ya tevatüren ya da zarureten bilinmektedir. Şâri´in vacip kıldığı ise vaciptir. Bu nazarîdir ve tas-dikleyici mucize üzerinde düşünmekle (nazar) bilinir. Peygamberin doğruluğu kendince sabit olan kişinin, peygamberin doğruluğunu itiraf etmesi gerekir. Eğer bu durumda inkar ediyorsa, bu inkarın altında Şâri´i yalanlama düşüncesinin bulunduğu anlaşılır. Şâri´i tekzib eden İse kafir olur. İşte biz bu noktadan hareketle, namaz ve orucun vacipliğini İnkar edenleri tekfir ediyoruz.

Bunların (namaz, oruç vs. vacipliği) dışında kalan ve hakkında kesin delil bulunmayan fıkhı konulara (zannî-fıkhiyyat) gelince, bunlar içti had konusudur ve bize göre bu tür konularda önceden belirlenmiş (muayyen) bir gerçek yoktur. Bu bakımdan, ictihad şartlarını taşıyarak usulüne uygun ictihad eden kişi için bir günah söz konusu değildir.

Bundan çıkan sonuç şudur: Nazari yy ât, kat´î ve zannî olmak üzere iki kısma ayrılır. Kat´iyyat hususunda hata eden günahkardır. Zanniyyat hususunda ise, ge­rek ´zanniyyat hususunda gerçek tektir1 diyenlere göre gerekse ´her müctehid musîbdir1 diyenlere göre, kesinlikle günah söz konusu değildir. Bu çoğunluğun [II, 359] (cemahir) görüşüdür.

Bişr el-Merîsî, füru konusunda da gerçeğin muayyen ve bir tek olduğunu söyleyerek fürûun usûle ilhak edileceğini ve hata edenin günahkar olacağını sa­vunmuştur.

Câhız ve Anberî ise, usulün fürua ilhak edileceği görüşündedir. Anberî şöyle demiştir: Usul konularında ictihad eden herkes musîbdir ve bu konularda muay­yen bir doğru yoktur. Câhız ise şöyle der: Usul konularında muayyen bir gerçek vardır. Fakat bu konularda hata eden müctehid tıpkı füruda olduğu gibi, mazur­dur; günahkar değildir. Şimdi biz bu üç görüşü üç mesele halinde reddedelim.

Mesele: (Câhız´ın ictihadda hata-isabet konusundaki görüşü)

Cahız der ki: Yahudiler, Hıristiyanlar ve Dehriler gibi, islam dinine muhalif olanlar, kendi inançlarının dışındakilere karşı inatçı bir tutum içerisinde iseler günahkardırlar. Eğer inceleme-araştırma yapmış, fakat gerçeği yine de bulama­mış ise, bu takdirde günahkar olmayıp mazurdur. Eğer, araştırma-incelemenin gerektiğini bilmediği için inceleme-araştırma yapmamış ise yine mazurdur. Azab görecek olan günahkar ise yalnızca inatçı davranandır. Çünkü Allah Teala hiç kimseye gücünün üzerinde yük yüklemez. Bunlar (yahudi, hrıstiyan ve dehriler!), gerçeği idrakten aciz kalmışlar ve Allah korkusuyla inançlarına bağlı kalmışlar­dır. Zira bilip Öğrenme yolu bunların üzerlerine kapanmıştır.

Şayet Şer1 bu yönde varid olmuş olsaydı, ki bu da caizdir, Câhız´ın bu görüşü aklen imkansız değildir. Şayet bu şekilde teabbüd caiz olsaydı vaki olurdu. Ne var ki, vakıa (gerçek) bunun aksidir. Bu yüzden Câhız´ın bu görüşü, zarurî semi delillerle batıldır. Biz Hz. Peygamberin namaz ve orucu emrettiğini nasıl zarurî olarak biliyor isek, aynı şekilde Yahudi ve Hristiyanlara da kendisine iman edip tabi olmayı emrettiğini ve kendi inançları üzerinde ısrar etmeleri sebebiyle onları kınadığını zarurî olarak biliyoruz. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, onların hep­sine karşı savaş açmış ve içlerinden buluğa erenlerin erkeklerin eteğini (izar) kaldırtıp baktırmış ve buluğa erdiğini anlayınca öldürtmüştür. Onların içerisinde bî-le bile inatçı davrananların sayıca az olduğu kesin olarak bilinmektedir. Onların çoğunluğu, Hz. Peygamberin mucizelerinden ve doğru sözlülüğünden habersiz olarak sırf taklidçilik yaparak atalarının dinlerini tak]id eden kişilerdir. Kur´an´da buna delalet eden pekçok ayet vardır.

a) "Bu, kafirlerin zannıdir. Vah o kafirlere ki, ateşten nasiplerini ala*

caklar"{Sâd, 38/27}.

b) "İşte sizi zelil eden, Rabbinize karşı beslediğiniz bu zarındır." {Fussi-let, 41/23)

c) "Onlar sadece zannediyorlar." (Onların bu düşünceleri kuruntudan iba­rettir) {Bakara, 2/78; Casiye, 45/24}

d) "Kendilerinin (sağlam) bir şey üzerinde olduklarını zannediyorlar"(Mücadele, 58/18}

e) "Onların kalplerinde hastalık var" {Bakara, 2/10; Müddessir, 74/31}

Kısaca söylemek gerekirse, Allah ve Resulünün tekzipçi kafirler hakkındaki kınamaları Kitab ve Sünnette epeyce vardır.

Câhız´ın ´Allah onlara güç yetiremeyecekleri şeyi nasıl yükler!´ sözüne gelin­ce; biz Allahın onları mükellef tuttuğunu zarurî olarak biliyoruz. Şimdi onların buna güç yetirip yetiremeyecekleri ne bakalım. Allah, ihsan ettiği akıl, ortaya koyduğu deliller ve gönderdiği akılları uyaran ve inceleme-araştırma güdülerini (devai) harekete geçiren peygamberler sayesinde buna güç yetirebileceklerine dikkat çekmektedir. Ta ki peygamberlerden sonra hiç kimsenin Allaha karşı Öne süreceği bir hüccet kalmasın.

Mesele: (Anbeifnin ictihadda hata-İsabet konusundaki görüşü)

Abdullah b. el-Hasen el-Anberî, tıpkı füru´da olduğu gibi akliyyât hususunda da her müctehidin musîb olduğunu ileri sürmüştür. [II, 360]

Anberî´ye deriz ki: Eğer sen, onların sadece üzerinde bulundukları şey ile emrolunduklarım ve talep hususunda ancak buna güç yetirebileceklerini kastedi­yorsan, bu aklen imkansız olmamakla birlikte, icmâen ve şer´an batıldır. Buna ilişkin reddiye Câhız´ın görüşlerini değerlendirirken geçmişti.

Eğer sen bu sözünle, onun itikad ettiği şeyin, itikad ettiği şekilde olduğunu kastediyorsan, deriz ki; nasıl olur da alemin kadîm ve hadis olduğu, yaratıcının varlığı ve yokluğu, Peygamberi tasdik ve tekzıb doğru olur! Bu vasıflar (özellik­ler), sert hükümler gibi vaz´î olmadığı halde. Nitekim şer´î hükümlerde, eğer bu şekilde vaz´edilmîşse, bir şey Zeyd´e haram, Amr´a helal olabilir. Zati konular (zâtiyyât) ise, itikada tabi olmaz; tam tersine itikad bunlara tabi olur. Bu görüş, Câhız´ın mezhebinden de kötüdür. Câhız, hiç değilse, musîbin tek olduğunu itiraf etmiş, hata edenin mazur olduğunu söylemiştir. Hatta Anberî´nin bu görüşü, So­fistlerin mezhebinden de beterdir. Çünkü sofistler eşyanın hakikatlerini inkar et­mektedirler. Bu ise, eşyanın hakikatlerini kabul ediyor ve o hakikatleri itikada ta­bi kılıyor.

Anberî´nin bu görüşü, Cahızınkinin hilafına, Şer´ bu yönde varid olsaydı bile imkansız olurdu. Zaten, Anberinin mutezilt kardeşleri bile bu görüşü çirkin bulup inkar etmişler ve ´O, bu sözüyle rü´yet, fillerin yaratılması, halku´l-Kur´an ve ira-detu´l-kainat gibi küfrü gerektirmeyen kelami meselelerde müslümanlar arasında­ki ihtilafı kastetmiştir´ diyerek tevil etmeye çalışmışlardır. Bu meselelerde küfür lazım gelmez. Çünkü bu konulardaki ayetler ve hadisler müteşabih; şer´in delille­ri müteanzdır. Her fırka, kendince Allahın kelamına, Resulünün kelamına daha uygun gördüğü, Allahın azametine ve dininin sebatına daha layık gördüğü görüşü benimsemiştir. Bu itibarla onlar musîb ve mazurdurlar.

Biz deriz ki:

Onların musîb olduklarını İddia etmek aklen imkansızdır. Çünkü bunlar zatî işler olup, teklifin aksine, izafetle (kişiden kişiye) değişmez. Kur´an´ın hem ka­dim, hem yaratılmış olması mümkün değildir. Bunlardan sadece birisi mümkün­dür. Yine rü´yetin hem mümkün hem imkansız olması da mümkün değildir. Yine masiyetlerin hem Allahın iradesiyle hem de O´nun iradesi dışında cereyan etmesi de mümkün değildir. Yine, helal ve haramın aksine, Kur´an´ın Zeyd hakkında mahluk, Amr hakkında kadim olması mümkün değildir. (Yani bir şey bir kişi hakkında haram diğeri hakkında helal olabilir). Çünkü, bu (helallik ve haramlık) zatların vasıflarına raci değildir.

Eğer (Anberi!), musîbin tek olduğunu fakat hata edenin günahkar olmayıp mazur olduğunu kastediyorsa, bu aklen muhal olmamakla birlikte Şer´İn delili ve selefin, feraiz ve fıkhın füruunda ihtilaf edenlere şiddet göstermedikleri halde, bid´atçileri kınama, onlarla ilişkiyi kesip terketme ve onlara şiddetli karşı çıkma hususundaki ittifakı İle batıldır. Bu Şer´ itibariyle kat´î bir delildir. Bunun (bu de­lilin) gerçekliği şudur: Bir şeyi, olduğunun aksine düşünmek (itikad), bilmemek­tir (cehl). Allahı bilmemek ise haramdır; kınanmıştır. Allahı görmenin caiz olu­şunu, Allahın sıfatlarından biri olan kelam sıfatını, Allahın masiyetler de dahil herşeyi irade ettiğini ve Allahın kudretinin bütün hadiselere taalluk ettiğini bil-[II, 361] memek ise Allahı bilmemek ve O´nun dinini bilmemek anlamına gelir, ve haram olması gerekir. Gerçeğin bizatihi tek ve muayyen olduğu her durumda, iki kişi­den biri bir şeyi olduğunun aksine bilmiş (itikat) olur ve dolayısıyla cahil olur.

Denirse ki:

Bu durumun, fıkhî meseleleri ve komutan evde olmadığı halde onu evde zannetmek ve Mekke ve Medine arasındaki mesafeyi olduğundan az veya çok zannetmek gibi dünyevi meseleleri bilememe durumunda söz konusu olmayacağı öne sürülünce bu iddia geçersiz olur.

Cevap:

Fıkhı konularda cehalet tasavvur olunamaz. Çünkü ftkhî konularda muayyen bir gerçek yoktur. Dünyevi meselelere gelince, zaten bunların bilinmesinde se­vap, bilinmemesinde ise ıkab yoktur. Allanın bilinmesi meselesinde ise, bilmekte sevap, bilmemekte ıkab vardır. Bu husustaki dayanak ise akıl delili değil icmâ´dır. Aksi takdirde, akıl delili, Allahm sıfatlarını ve fiilerini bilmeyenler bir yana, Allahı bilmeyenlerden bile günahın düşmesini imkansız kılmaz.

Denirse ki:

Kişi, bilmeye muktedir olduğu ve hakkında delilin ortaya çıktığı hususlarda­ki bilmezliği (cehl) sebebiyle günahkar olur. Bu meselelerde deliller oldukça ka­palı ve şüpheler müteanzdır.

Cevap:

Alemin hudusu, peygamberliklerin isbatı ve mucizenin sihirden ayırd edil­mesi gibi meselelerde durum böyledir. Bu hususlardaki deliller de kapalıdır. Ne var ki bu kapalılık, şüpheyi delilden ayıramayacak ölçüye ulaşmamıştır. Bize gö­re yukarıdaki mesele hakkında da aynı şekilde gerçeğe delalet eden kesin deliller vardır. Şayet hakkında hiç bir delil bulunmayan bir mesele tasavvur olunabilsey-di, biz de o meselede insanların mükellef olmadıklarını kabul ederdik.

Mesele: (Bişr el-Merîsî´nin ictihadda hata-isabet konusundaki görüşü)

Bişr el-Merîsî, füru konularında ictihad eden kişilerden de günahın düşürül­müş olmadığı, bu konularda da kendisine delalet eden bir delilin bulunduğu mu­ayyen bir gerçeğin var olduğu görüşünü benimsemiştir. Buna göre, tıpkı aklî me­selelerde olduğu gibi fıkhî meselelerde hata eden de günahkar olur. Şu kadar ki, bu hususta hataya düşenler, ilahiyat ve nübüvvet meselelerinde hataya düşenler gibi tekfir olunmaz; belki, rüyet, halku´l-Kur´an gibi meselelerde hata edenler gi­bi fasık sayılabilirler. Bu hususlarda hata edenlerin, tıpkı fıkhiyyat da olduğu gibi yalnızca günahkar oldukları da söylenebilir. Bişr´in bu görüşüne, kıyası benimse­yenlerden tbn Uleyye ve Ebu Bekr Esamm ile, kıyas inkarcılarının tamamı, ki tmamiyye de bunlara dahildir, katılmışlardır. Bunlar, hükümler hususunda zanna yer olmadığını fakat aklın, kesin sem´î delilin istisna ettiği hususlar hariç, aslî nefy ile hükmedeceğini söylemişlerdir. Kesin sem´î delilin isbat ettiği hüküm, ke­sin delille sabit olmuş, sem´î delilin isbat etmediği ise kesinlikle aslî nefy üzere kalmış olup zanna yer yoktur. Bu yaklaşım tarzı, kıyas ve haber-i vahidi inkar et­meleri sebebiyle onlar açısından tutarlı sayılabilir. Belki de onlar, umum ve muh­temel zahir ile ameli de bu görüşün kendileri açısından tutarlı olabilmesi için in­kar etmişlerdir.

Onların bu sözleri musîbin tek olduğunu benimseyenleri bağlar ve onların, karşıt görüşlü kişilere fetva sormayı da yasaklamaları gerekir. Bağdad mutezilesinden birisi, bu kıyası tamamlamak için kendi aklınca ammînin de araştırma yapması ve delil araması gerektiğini söylemiştir. Bazıları ise, mukallid ister isa­bet etsin isterse hata etsin alimi taklit eder demişlerdir. Bu görüşün tutarsızlığını şu iki delil göstermektedir.

Birinci delil:

[II, 362] Müctehidlerin tasvibi konusunda zikredeceğimiz gibi, bu meseleler hakkında kesin delil yoktur ve bu meselelerde muayyen bir gerçek de yoktur. Zannî delil­ler, bizatihi delalet etmez ve izafetle değişir. Hakkında kesin bir delil bulunma­yan bir meselede miictehidi isabet etmekle mükellef tutmak teküfi malayutak´tır. Icab batıl olursa, günaha nisbet etme de batıl olur. (Yani doğruyu tutturma vacip olmazsa, tutturamaması halinde günaha nisbet durumu da batı! olur). Kesin deli­lin olmayışı teklifin olmayışını sonuçlar. Teklifin olmayışı da günahın olmayışını sonuçlar. Bu yüzden bazen, -tasvib meselesinde istidlal edildiği gibi- günahın ol­mayışından hareketle teklifin olmadığına istidlal edilebilir. Bu meselede ise tekli­fin olmayışından hareketle günahın olmadığına istidlal edilmektedir. Tıpkı, neti­ce veren şey neticeye delalet ettiği gibi, netice de, netice verene delalet eder.

ikinci delil: Sahabe icmâ´ı

Dede ve kardeşin mirasçılığı, avl meselesi, haram meselesi ve gerek miras gerekse bunun dışında ihtilaf konusu olan diğer meşelerde farklı görüş sahipleri­ne tepki gösterilmeyeceği hususunda sahabenin icmâ´ı vardır. Sahabe, birbirleriy­le müşavere ediyor, ihtilaf ederek dağılıyorlar, birbirlerine itiraz etmiyorlar, bir­birlerini, halka fetva vermekten men etmedikleri gibi, halkı da onları taküd et­mekten men etmiyorlardı. Yine, birbirlerinin, kendi içtihadına göre hüküm ver­mesine karışmıyorlardı. Bu husus, kuşku götürmez biçimde tevatürle sabittir. Halbuki sahabe, diğer yandan, haricileri, zekat vermekten kaçınanları, Kureyş dı­şından devlet başkanı (imam) nasbedenîeri ya da iki devlet başkanını aynı anda nasbedenleri sert bir biçimde eleştiriyorlardı (tahtie). Hatta, şayet birisi, namazın, orucun vacipliğini; zina ve hırsızlığın haramhğını inkar edecek olsaydı, bu nokta­da da, aşın duyarlık gösterip, şiddetle karşı çıkar ve bunun günah olduğunu söy­lerlerdi; çünkü bu konularda kesin deliller vardır, tşte, içtihadı konular da şayet böyle olmuş olsaydı, sahabe bu konularda da duyarlık göstererek buna karşı çıkar ve günahlığım belirtirdi.

Denirse ki:

Belki de sahabe, İctihâdî konularda, birbirlerini suçlamış, fakat bu suçlama­lar bize nakledilmemiştir veya ictihâdî konularda karşıdakinin günaha düştüğü kanaatinde olmakla birlikte, fitne ve kargaşa çıkmasın diye bunu açığa vurma­mışlardır.

Deriz ki:

O kadar çok olay olmuş ve o kadar çok ihtilaf etmişlerdir ki, sahabenin tüm bu konularda birbirlerini günaha düşmekle suçlayıp da bu suçlamaların silinip gitmesi adeten imkansızdır; tam tersine, şayet böyle bir suçlama vuku bulmuş ol­saydı, bunun nakledilmesi için yeterince sebep vardı. Nitekim zekat vermekten kaçınanlara ve mesken masuniyetini ihlal edenlere gösterilen sert tepki, yine Ali ve Osman´ın tekfir edilmesi konusunda Haricîlere gösterilen sert tepki ve Osma-nın katillerine gösterilen sert tepki nakledilmiştir. Şayet bu gibi şeylerin silinip gitmesi mümkün görülürse, bu takdirde, sahabenin birbirlerinin hükümlerini nak­zettiklerini, onların ictihâdî konularda birbirleriyle savaştıklarını, halkı muhalif görüşte olanları ya da alimleri taklid etmekten men ettiklerini veya halka araştır­ma/incelemeyi ya da masum bir imama ittiba etmeyi vacip kıldıklarını iddia et­mek de mümkün olur. Halbuki, bir çok konuda ihtilaf etmelerine rağmen, saha­benin birbirlerini tazim ettikleri tevatüren nakledilmiştir. Zira onların, birbirleri­ne saygı göstermeleri, müctehidin kendi içtihadıyla amel etmesini kabullenmeleri ve ona ilişmemeleri, zamanımızda alimlerimizin birbirlerine gösterdikleri saygı, kabullenme ve mücameleden daha büyüktür. Şayet sahabe, görüş ayrılığı yüzün­den birdiğerinin masiyet ve günah işlemiş olduğu kanaatinde olsaydı, birbirlerini terkedip, ilişkileri keserlerdi ve mücamele ortadan kalkar ve saygı ve tazim im­kansızlaşırdı.

Sahabenin, fitne çıkar endişesiyle birbirlerini suçlamaktan kaçınmış olabile­cekleri varsayımı da imkansızdır. Çünkü onlar, şayet buna kanaat getirmiş olsa­lardı, bu hususta onları hiçbir kınama korkutmazdı ve fitne ve savaş endişesi on­ları engellemezdi. Kaldı ki, zekat vermekten kaçınanlarla savaş meselesinde, Ali, Osman ve Hâriciler vakasında olan olmuştur. Dolayısıyla bu varsayım, tamamen gerçek dışı ve imkansızdır.

Denirse ki:

Aslında sahabenin birbirlerini günaha düşmekle suçlamaları ve birbirlerine karşı çıkmaları hiç nakledilmemiş de değildir. Msl. İbn Abbâs, ´Zeyd b. Sabit Al­lah´tan kormaz mı! oğulun oğlunu oğul hükmünde tutuyor da, babanın babasını [II, 363] baba hükmünde tutmuyor´ demiş, yine ´Dileyenle tartışırım (lanetleşirim) ki Al­lah malda yarım ve üçteiki kılmamıştır´ demiştir. Aişe, ´Zeyd b Erkam´a haber ve­rin ki; eğer tevbe etmezse, Resulü İlah ile birlikte yaptığı cihadı boşa çıkarmış olur´ demiştir.

Deriz ki:

Bir kere, sahabenin birbirlerini tazim edip, saygı gösterdikleri ve her mücte­hidin kendi içtihadıyla hüküm ve fetva vermesini ve sıradan her bir insanın da di­lediği birini taklid edebileceğini kabullenmeleri yönündeki haberler, kuşku götür­meyecek biçimde tevatürle sabittir; bu haberlerin karşısına, güvenilirliği olmayan ahad haberlerle çıkılamaz. Diğer yandan, muhalif görüşte olanın, kesin bir delile muhalefet ettiğini zanneden kişi de, elbette buna karşı çıkacak ve günaha düş­mekle suçlayacaktır. Önünüze sürülen bu birkaç mesele, bu görüş sahiplerince delilleri kesin zannedilen meselelerdir; tbn Abbas, hesabın kesin olduğunu dola­yısıyla malda yarım ve üçteiki olamayacağını zannetmiş; yine Aişe zerianın Önü­nü almanın (haram veya yasak bir şeye götürebilecek yolun kapatılmasının) ke­sin olduğunu zannetmiş ve lyne meselesine karşı çıkmıştır. Bunlar bu zanlannda hataya düşmüşlerdir; bu meşeler de zannîdir ve sahabenin bu gibi meşelerde yan­lış yapmaktan korunmuş olmaları (ismet) vacip değildir. Ancak, tüm sahabenin, muhalifleri tazim etme ve onlara karşı çıkmama sebebiyle isyana düşmekten ma­sum olmaları ise vaciptir.[12]