11 Eylül 2016 Pazar

Kulun Kıyamet gününde
ilk hesaba çekileceği şey namazdır.Namazı düzgün olursa,o kişinin hesabı
kolay olur.

Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem


Kıyamet gününde insanların azap cihetinden en şiddetli olanı,ehlini,ailesincahil bırakandır.
اشدّ الناس عذابايوم القيامة من اجهل اهله
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem

Hazret-i Âişe -radıyallahu anhâ-’dan:

Nebiy-yi Muhterem (s.a.):

– Kim hesaba çekilirse azâb edilmiş olur, buyurdu.

Âişe der ki:

– Allah Teâlâ, “Kolayca bir hesâb ile muhasebe edilecek o…” (İnşikak Sûresi / 8) buyurmuyor mu, dedim de:

– Bu senin dediğin arzdır, yoksa her kim ince hesaba çekilirse helâk olur, buyurdu.

Âyet-i kerîmede: “... İşte böylesi kolay bir hesaba çekilir.” buyurulur. Vallahü a’lem.

“Arz” dan maksat amellerin tartılmak üzere nâsın mizâna, yahut amellerin sahiblerine arz olunmasıdır ki yevm-i arzdaki hesab, ashab-ı yemin denilen süadâ hakkında pek âsân geçeceği nass-ı kitâb ile mâlumdur. Ashâb-ı yemîn muhasebeye mârûz kaldıkları gün gufran ile mübeşşer ve amellerinin kendilerine arzında taksiratlarıyla berâber nâil oldukları niam-i uzmâya muttalî olacaklardır. Beşâret-i gufrâna makrûn olmayan muhâsebe ise ağırdır. Hesâbâttan zannolunan nice a’mâlin karîn-i kabul olmadığı münâkaşa-i hesab esnâsında tebeyyün edeceğinden bu münâkaşa azâba müeddî, yahud başa baş menzil-i selâmete erişilse de bizzat münakaşa azâb olmuş olur. (Tecrîd-i Sarih Tercemesi 1 / 84)

* * *

Ebû Hureyre -radıyallahu anh-’ten dedi ki:

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işittim:

– Kıyâmet gününde aleyhinde ilk hükmedilen insanlar şunlardır:

1. Şehîd edilmiş kimsedir. O, Allâh’ın huzûruna getirilir. Allah kendisine olan nîmetlerini anlatır; o da bunları îtiraf eder.

Cenâb-ı Hakk:

– Öyleyse bunlara karşı ne yaptın, der. Adam:

– Senin uğrunda şehîd edildim, der.

Allah buyurur ki:

– Yalan söyledin ancak sen, “cüretli ve cesur” denilsin diye savaştın. Gerçek öyle de denildi. Onun hakkında emredilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.

2. İlim öğrenen, başkalarına da öğreten, Kur’ân da okuyan adamdır. O huzûra getirilir, Allah kendisine olan nîmetlerini anlatır. O da îtiraf eder. Cenâb-ı Hakk:

– Bunlara karşı ne yaptın, der. Adam:

– İlim öğrendim, onu başkalarına da öğrettim; senin uğrunda Kur’ân dahî okudum, der, Allah buyurur ki:

– Yalan söyledin, sen ilim öğrendin, “âlimdir” denilsin diye, Kur’ân okudun, “o kârîdir” yani kıraat ehlidir, denilsin diye hakîkat öyle de denildi. Sonra hakkında emrolunur o ateşe yani cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.

3. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine genişlettiği, malın her nevinden kendisine verdiği adamdır. O getirilir Allah ona olan nîmetlerini anlatır; o da bunları îtiraf eder. Cenâb-ı Hakk:

– Öyleyse bunlara karşı ne yaptın, der. Adam:

– Hakkında infak edilmesini emir buyurduğun hiçbir yol bırakmadım. İlla malımı senin yolunda harcadım. Cenâb-ı Hakk:

– Yalan söyledin, ancak onları “cömerttir” denilesin diye yaptın. Filhakîka öyle de denildi. Sonra hakkında emredilir ve cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir. (Buhârî, Müslim)

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor:
“Allah kime hayır dilerse onu dinde fakih kılar. Yani onu dînin inceliklerinden nasîbli eder. Yahut İslâm Hukuku’nda bilgili yapar.” (Taberânî)
“İnsanlara muhtaç oldukları faydalı ilimleri öğretin. Fakat bu bâbda kolaylık gösterin, güçlük göstermeyin, müjdeleyin, ürkütmeyin; nefret ettirmeyin, herhangi biriniz öfkelendiği vakit sükût etsin.” (Buhârî)
“İlim öğretin; fakat unf ve şiddet göstermeyin! Zîra güler yüzlü muallim sert olandan hayırlıdır.” (Beyhakî)
“Kim kendisine ilmî bir mesele sorulur da onu gizler, söylemez ise Allah, onun ağzına kıyâmet günü ateşten gem vurur.” (Tirmizî)
“Kim bilgisizliğine, ehliyetsizliğine rağmen fetvâ verirse gökdeki ve yerdeki melekler ona lânet eder.”
“İlmi kitabetle; yani yazarak bağlayın.”
Yazıya alınmayan, kitab haline gelmeyen bilgiler ürkek kuşlar gibi uçup gider. Mütalaa edilen ilmî eserlerin faydalı ve özlü yerlerini not defterlerine kaydetmeli, bunları saklayıp tekrar tekrar gözden geçirmeli. Bunlar en kıymetli bilgi kaynaklarıdır. Bununla beraber bilgilerin, herkesin faydalanması için kitap halinde neşredilmesi elzemdir.
“Şüphesiz ki, Allah Teâlâ şu kitap sebebiyle; yani Kur’ân’a îmân; ona göre amel edip etmemek bakımından bazı kavimleri, yükseltir ve o sebeple diğerlerini de alçaltır.” (Müslim)
“Dînin medâr-ı kıyâmı ve direği nasîhattir. İhlastır, samîmiyettir.”
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu cümleyi üç defâ tekrar buyurdu. Dedik ki:
“Yâ Rasûlallah bu nasîhat kimedir?”
Buyurdu:
“Allâh’a, Rasûl’üne, müslümanların imamlarına ve umûm halkadır.” (Buhârî)
Allâh’a nasîhat, onun birliğine sağlam îtikad, ibâdet ve tâatında tam ihlâstır. Rasûl’üne nasîhat, onun risâlet ve nübüvvetini tasdîk, şerîatını hüsn-i kabûl, emir ve nehyine inkıyaddır. Kitabına nasîhat, Kur’ân-ı Kerîm’i tasdîk ve hükümleriyle ameldir. Müslümanların imamlarına yani bugünkü tâbirle devlet reislerine nasîhat, meşrû olan emirlerine itaattır. Âmmeye nasîhat ise herkesi doğru yola irşad ve hayra delâlet etmektir.

Allah Teâlâ buyuruyor:
«Habîbim! Sen yâ Rab ilmimi ziyâde et ve Kur’­ân’ın nefis malûmâtını ihsân et.» ziyâde ilim talebinden geri durma demektir. (Tâhâ Sûresi, 114)
Bu ayet-i Celîlede insan için ilim öğrenmeğe sa’y eylemesi ve Cenâb-ı Hak’tan dâimî ilminin ziyâde olmasını taleb etmesi bir vazîfe-i vecîbe olduğuna vâzıhan delâlet eder.
Cenâb-ı Hak Habîbine ilimde ziyâde talebini emir buyurmuştur. Fakat başka hiç bir şey için ziyâde talebini emir buyurmamıştır.
Abdullah İbn-i Mes’ûd (radıyallahu anh) hazretleri’nin bu âyeti okuyupta:
«Yâ Rabbî ilmimizi artır, îmân-ı yakîn ihsân buyur.» diye duâ ettiği mervîdir.
* * *
Âyet-i celîlede buyrulur:
«Mü’minler için dînde fıkıh ilmi tahsîli ve cihâd husûsunda hepsinin gitmesi sahîh olmadı. Keşke mü’minlerin her kabîlesinden bir tâife ahkâm-ı dîniyye ve âdâb-ı İslâmiyye’den lâzım olanları öğrenip tahsîl-i ilimden sonra dönüp memleketlerine geldiklerinde kavm ü kabilelerini inzâr etmiş olsalar, hem kendileri ve hem de kavm ü kabîleleri haklarında ayn-i nimet olur. Ve me’mül ki, onlar inzâr ile menhiyyâttan korkarlar.» (Tevbe Sûresi, 122)
Fahr-i Râzi ve Nisâbûri’nin beyânları vechile:
Ulûm-i Şer’iyyeyi tahsil etmek farz-ı kifâye olduğundan tâlib-i ilim olan kimsenin niyyeti de halkın noksanını ikmâl ve ahvâlini ıslâh etmek için olmak lâzım geldiğine bu âyet-i celîle delâlet eder.
Binâenaleyh her belde ve her kabîlede mesâil-i dîniyye’yi ta’lîm edecek bir âlimin bulundurulması farz-ı kifâyedir. Eğer bulundurulmazsa halkın cümlesi günahkâr olur.
Fakat her mü’minin ilm-i hâlini, ferâiz-i dîniyyesini kendisi öğrenmesi de farz-ı ayn olduğundan ilm-i hâlini öğrenmeyen kimse günahkâr olur. Çünkü İslâm diyârında cehâlet mazeret sayılamaz.
Nitekim Hadîs-i Şerîfte:
«Her bir müslim ve müslime üzerine ulûm-i dîniyyesini öğrenmek farzdır» buyurulmuştur.
* * *
Muâz -radıyallahü anh-, Hazret-i Peygamber -sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem-’den rivâyetle şöyle buyurur:
İlim öğrenmekle Bâri Teâlâ’nın azamet ve celâlini bilip havf u haşyet hâsıl olur.
İlim talebi ibâdettir. İlmin müzâkeresi tesbîhtir. İlimden bahsetmek cihâttır. Ve bilmeyene öğretmek sadakadır. Ve ehline bezletmesi kurbettir. İlim, helâl ve haramın nişancısı ve ehl-i Cennet yolunun delilidir. İlim haşyette enîstir ve gurbette musâhib, yoldaştır. Gam ve surûrda delîldir. İlim düşman üzerine silâhtır. Ve dostlar yanında zînettir.
Allahü Teâlâ Hazretleri nice kavmi ilim ile ref’ eyler, yükseltir. Ve hayrâtta onları muktedâ bih eyler.
Melâike-i kirâm, ehl-i ilmin dostluğuna rağbet ederler ve kanatlariyle ikramen mesh edip okşarlar. Melekler ehl-i ilim için istiğfâr ederler ve hattâ denizdeki balıklar ve hayvânât dahi onların yarlığanmasını isterler. Çünkü ilim, kulübun hayâtıdır. Kalblerin ölümü de cehildîr.
İlim gözlerin çerağıdır. Allahü Teâlâ, ilmi, süadâya ilhâm eyler. (İmâm Birgivî, Tekmile, 48)
Ebu Zer -radıyallahu anh- rivâyet eder.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurmuştur:
«Yâ Ebâ Zer! Sabahladıkta Kitâbullah’tan bir âyet öğrenmek sana yüz rekat nâfile namaz kılmaktan hayırlıdır. Ve sabaha girip ilimden bir bâb öğrensen sana bin rekat namaz kılmaktan hayırlıdır.»



Allah Teâlâ buyuruyor:

“Ancak mü’min-i kâmil o kimselerdir ki Allah Teâlâ zikrolunduğunda onların kalbleri korkar. Onlar üzerine Cenâb-ı Allah’ın âyetleri tilâvet olunduğunda onların îmânları tezayüd eder ve onlar ancak rabblerine tefvîz-i umûr ederler. Ehli îmânın kamilleri o kimseler ki onlar üzerine farz olan namazı eda ve -merzuk oldukları rızıklarından fukaraya infak ederler. İşte şu evsafı câmî olanlar hak ve sâdık mü’minlerdir. Onlar için Rabbleri indinde dereceler vardır ki hatâları afv olunur ve onlar için cennette rızık vardır ki o rızık onlar hakkında ayn-ı ikram ve ta’zimdir.” (Enfal Suresi/2-4)

Yani; kâmil mü’minlerin haiz oldukları evsâf-ı âliyeden birisi de farz namazlarını vaktinde, şurût ve erkânına riâyetle edâ etmeleridir. Ve rezzâk-ı hakîkî olan Allah Teâlâ Hazretlerinin kendilerine ihsan buyurduğu rızıklardan zekât ve nâfile sadakalarını fukaraya ve hayrata vermekden çekinmeyenlerdir. Allah Teâlâ zikrolunduğunda kalbleri Cenab-ı Hak’dan havfeder. Ve âyât-i celîle tilavet olunduğunda îmânları artar. İşte bu evsafı haiz olanlar hakkıyle mü’min-i kamillerdir. Onlar için herkesin ameline, haline göre dereceler vardır.

Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri buyurmuşlardır ki:

“Cennette yüz derece vardır. Her derecenin arası yüz senelik yoldur.”

İbn-i Abbas -radıyallahu anhüma-’dan rivâyete göre Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Bir kulda beş haslet bulunmadıkça îmânını ikmal etmiş olmaz:

1. Allah’a tevekkül.

2. Allah’a tefvîz-i umûr.

3. Allah’ın emrine teslîmiyyet.

4. Allah’ın kazasına rızâ.

5. Allah’ın imtihanına sabır.

Hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur:

• “Bir kimse sevgisini ve buğzunu, atâsını ve men’ini hâlisan Cenâb-ı Allah rızâsı için ederse tahkîkan îmânını kâmil etmiş olur.”

• “Nefsin için sevdiğin hayrı cemî nâs için de sev ki, o halde müslim-i kâmil olursun.”

• “Îmân-ı kâmil; kalb ile mârifet, lisân ile ikrar, âzâ-yı cevârih ile amel eylemekten ibârettir.”

Yalnız amelsiz olarak îmân kâfî değildir. Yani ameli azaldıkça îmânı da fevt olur.

• “İmân kavil ve ameldir, artar eksilir.” Yani, herkesin îmânı amel ve ibâdeti nisbetindedir.

• “Cenâb-ı Allah amelsiz îmânı ve îmânsız ameli kabul buyurmaz.”

• “Îmân ile amel yekdiğerine mütekarin ve mütelazımdır. Binaenaleyh îmân amelsiz yahut amel îmânsız bir işe yaramaz.”

• “İmân ne tamennâ ve arzu ile ve ne de zâhirde kendini kavlen ve fiilen sâlih kimselere benzetmektedir. Ve lâkin mü’minin îmânı öyle bir şeydir ki kalbinde yer tutmuş ola ve amel ve ibadeti de onu tasdik ede.”

Cenâb-ı Allah:

“Hakîkat îmân edip de iyi amel ve hareketlerde bulunanlar...” (Bakara / 277 Yunus / 9. Hud / 23. Kehf / 107) buyurmuş, İmanın şart-ı sıhhatini amelde kılmıştır.

Binaenaleyh amelsiz iman tekemmül etmez. Amel ile iman birbirinin lazım-ı gayr-i müfarıkı gibidir.

Ebû’l-Leys Semerkandî -rahimehullah- demiştir ki:

-Nâs îmânı hususunda iki kısımdır.

Bir kısmı îmân-ı sâbit üzerine olandır ki onlar isyân ve tuğyandan muktezâ-yı îmân icitinâb ederler ve tâât ve ibâdâta rağbet ederler.

İkinci kısım da îmânları âriyet olanlardır ki onların zaaf-ı îmânları nefislerini seyyiâttan men etmez ve hasenâta ve ibâdâta ve tââta da rağbet eylemezler. Bunlar için hasret, nedâmet, hüsran vardır.” Neûzü bi’lllahi teâlâ

Küre-i arzın sâkin olmayıp belki aled-devâm seyr ü deverân eylediği, şemsin de kendi mihver ve mahall-i karârında cereyân etmekte olduğu keşfiyât-ı ahîre cümlesinden iken Kur’ân-ı Kerîm “takdîr-i azîz ve alîm ile şems kendi mihver ve mahall-i karârında cereyân etmektedir” meâlindeki 1 “) وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيم
ve Sen dağları sâkin görüyorsun halbuki onlar bulutlar gibi mürûr ve ubûr eylemektedir” meâlindeki
وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَة وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَاب
 âyeti celîlesiyle şu hakīkati bundan bin üç yüz bu kadar sene evvel izhâr ve ilân eylemiş ve bu sûretle de sıdk-ı nübüvvet-i Muhammediyye’ye şehâdet etmiştir.

Kezâ nebâtâtda dahi keyfiyet-i izdivâc bulunduğu keşfiyât-ı ahîre cümlesinden iken Kur’ân-ı Kerîm bu keyfiyet-i acîbeye dahi bundan bin üç yüz şu kadar sene evvel
 سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ اْلأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنبِتُ اْلأَرْضُ وَمِنْ أَنفُسِهِمْ وَمِمَّا لاَ يَعْلَمُون
gibi bir çok âyât-ı beyyinât ile işâret eylemişdir.


Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Ey îman edenler! Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem âteşinden kendinizi ve ailenizi koruyun.» (Tahrim sûresi, 6)

Hadis-i şerifte:

– «Hepiniz çobansınız, emriniz altında bulunanlardan mes’ulsûnuz» buyurulmuştur.

Allah Teâlâ buyuruyor:

«...Bir de sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: “Afv etmek. İşte Allah size âyetlerini böylece açıklar. Olur ki dünyâ hususunda da, âhiret hususunda da iyice düşünüp öğüd alasınız.” Bir de Sana yetimleri sorarlar. De ki: “Onları ıslâh eylemek, yararlı bir hâle getirmek çok hayırlıdır. Şâyed kendileriyle bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bir işin salahına çalışanlarla, fesâdına çalışanları bir tutmaz. Eğer Allah dilese idi sizi muhakkak zahmete sokardı. Muhakkak ki Allah her şeye mutlak gâlibdir, her işinde hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara sûresi, 219-220)

* * *

Cenâb-ı Hak Teâlâ Hazretleri, neyi infâk edeceklerini soranlara da afvı infâk edin buyuruyor. Afv, kolaylık, zorluğu kolaylaşdırmak demekdir. Buna göre mânâ: «Kolay geleni ve elde olanı infâk et, infâkı zor gelmeyeni infâk et» demekdir. Mala göre infâk, infâkı kolay olan maldan infâk et demek olur. Cehd ise infâkı zor olanı infâk demekdir.

Ömer İbnü’l-Hattab -radıyallahu anh- anlatıyor: «Bir gün Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bize, elimizde olanlardan tasadduk etmekliğimizi emretti. Bu da yanımda mal bulunduğu bir güne rastladı. Kendi kendime dedim ki: “Bari bu gün Ebû Bekir’i geçeyim.” Ve elimde verilebilecek ne varsa yarısını tasadduk etdim. Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- sordu:

– Evine ne bırakdın?

– Elimdekinin yarısını, dedim. Ebû Bekir’e:

– Sen evine ne bırakdın? diye sorunca Ebû Bekir:

– Allah’ı ve Resulünü bırakdım, diye cevâb verdi.

Ben de kendi kendime: “Bundan sonra hiç bir işde seninle yarışmam yâ Ebâ Bekir” dedim. Sonra Nebîyy-i Ekrem bize dönüp:

– “Aranızdaki fark, söylediklerinizin arasındaki fark kadardır” buyurdular.

`

Yine âyet-i celîlede buyurulduğu veçhile yetimlerle meşgul olup onların ıslâhına çalışmak yüksek ahlâk sahibi kimselerin ahlâkındandır. Bunun bilhassa yetimle meşgul olup onu ıslâha çalışana daha büyük fâidesi vardır. Nebîyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:

– “Kim yetimin başını şefkat ve merhametle okşarsa elinin değdiği her bir saçı adedince hasene kazanır” buyurmuşdur.

Hadis-i şerifde buyurulmuşdur ki:

«Üç zümre vardır ki kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır:

Birincisi: Kocası ölüp de yetimleri kalan, sonra başkaları tarafından istendiği halde varmayıp: “Şu yetimler ve ben ölmedikçe vallahi bunları yetiştirinceye kadar bunlara bakacağım” diyen kadın.

İkincisi: Zengin olup da yemek yapan ve yaptığı güzel yemeğe yetim ve miskinleri çağıran ve yediren kimse.

Üçüncüsü: Sıla-i rahmi ihmâl etmeyen.

Bu kimselerin rızıkları artar, ömürleri uzatılır, kıyamet gününde de arşın gölgesi altında olurlar.»

Yetimin vasîsi bulunan kişi, yetimi, kendi çocuğunu nasıl terbiye ediyorsa öyle terbiye edecektir. Kıyamet gününde bundan sorumludur. Onun durumunu düzeltecektir. Terbiye etme: tehdîd, dövme, menfaatlerini kısma, ihsân ve iyilik gibi çeşitli şekillerde olabilir. Zirâ insanlar kabiliyet bakımından farklıdır. Bazıları, kabalık ve sertlikle terbiye edilir, yumuşak ve iyilik bunları bozar. Bazıları da aksinedir. Cenâb-ı Allah, kulların yapmış olduğu kötülüklerin, ölçüsüne göre had ve tâzir cezâları koymuştur. Hür ve soylu insanların terbiyesi sultanlara, (devlet idarecilerine) köleler ve çocukların terbiyesi de efendiler ve babalara âiddir. Bunlar, terbiyeden sorumlu ve bunu yerine getirmelerinden dolayı da me’cûr olacaklardır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Ey îman edenler! Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem âteşinden kendinizi ve ailenizi koruyun.» (Tahrim sûresi, 6)

Hadis-i şerifte:

– «Hepiniz çobansınız, emriniz altında bulunanlardan mes’ulsûnuz» buyurulmuştur.
Hâce-i Kâinât aleyhi efdalüttahiyyât efendimiz buyurdu لاطاعة لمخلوق فى معصية الخالق Hakka isyân olan umûrda mahlûka tâat olmaz.
Hulefâ’-i Râşidîn hazerâtı radıyallahu anhüm اطيعونى ماعدلت فيكم فان خالفت فلا طاعة لى فيكم derler idi. Ben size adâlet ettikçe bana itâat edin,şâyet Hakk’a muhâlefet edecek olursam artık sizin bana tâatiniz kalmaz.
 لاخير فيكم مالم تقولوا ولا خيرلى مالم اسمع
Siz Hakkı söylemedikçe sizde hayır yoktur. Ben de hakkı istimâ(işitme) etmedikçe benim için hayır yoktur.Hz Ömer radıyallahu anh
Kayser-i Rûm Cenâb-ı Fârûk’a bazı hedâyâ ile bir sefîr göndermiş. Sefîr Medîne’ye vusûlünde sarây-ı hilâfeti sorar. Demişler ki: “Senin tahayyül ettiğin gibi halîfenin öyle müdebdeb ve muhteşem sarayları yokdur, onun ufacık bir hânesi var.” Sonra sefîre hâne-i Ömer’i göstermişler, bakmış: Bir kulübe-i hakīrâne! Halîfeyi sormuş, emr-i ihtisâb için çarşıya gitdi cevâbını almış. Taharrî eder, bir de görür ki halîfe elindeki kırbacı başının altına yasdık etmiş, sokakda bir duvarın gölgesi altında yatıyor. Sefîr âvâze-i mehâbeti cihânı lerze-nâk eden halîfeyi bu hâlde görünce hayretde kalıp der ki: “Adâletin hasebiyle nefsinden emîn oldun da, istediğin yerde uyudun, bizim ümerâmız zulüm ve cevr ettiklerinden husûn ve huyûşa muhtâc oldular.”

رحمه الله امرأ اهدى اليّ عيبي
Allah râzı olsun.Rahmeti vâsia-i sübhâniyyesine mazhar kılsın o kimseyi ki bana bir ayıbımı hediye gönderir.Başka hediye istemem.Bir ayıbımı görür de derseniz ki:“Ya Ömer, şöyle yaptın, sünnete muhâlif hareketde bulundun.”... Hah, en sevgili dostum odur.

Allah Teâlâ buyuruyor:
“Rabbin teâlânın medh ü senâsına müdâvim olduğun halde gün doğmazdan ve batmazdan evvel nekâısten tenzîh et ki, âhirette Allah’ın sevâbından razı olasın ve Allah teâlâ da senden râzı olur.” (Taha suresi, 130)
Gün doğmazdan evvel dünya umûruyle meşgûl olmadan, sabah vakti kalbin sâfî olduğu ve gün batmazdan evvel de maîşet müzayakasından ve çalışmasından kurtulup meşgûliyetten hâlî bir zaman olacağından gerek kable’t-tulû ve gerekse kable’l-ğurûb yani gün doğmazdan ve gün batmazdan evvel tesbîhlerle meşgûl olmayı dünyevî her umûr üzerine takdîm etmek gerekir. Ta ki Rabb teâlânın rızâsı hâsıl olsun.
Tefsîr-i Hâzin’in beyânı veçhile tulû-ı şemsten evvel tesbîh ile murâd: Sabah namazı, ğurûbdan evvel tesbîh ile murâd ikindi namazı, ânâi’l-leylde tesbîh ile murâd; akşam ve yatsı namazları, etrâf-ı nehârda tesbîh ile murâd öğle namazıdır.
İşte bu âyet-i celîlede dahî beş vakit namaza işâret vardır. Kur’ân-ı azîmü’ş-şânda ve ehâdis-i sahîhada beş vakit namaz hakkında sarâhat olduğu gibi asr-ı saâdetten bu zamana kadar beş vakit namazın farzıyetine icmâ-ı ümmet ve ittifak vardır. Hiç bir müslüman beş vakit namazın farzıyetini inkâr etmez ve edemez. Meğer ki münkir-i Hak ve hakîkat ola.
Mîrâc-ı Nebevî’de beş vakit namazın farzıyetinden îtibaren Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz hazretleri âhir-i hayatlarına kadar hiç bir vakit namazı terk etmedikleri gibi maraz-ı mevtlerinde dahî Hazreti Ebû Bekir -radıyallahu anh-’a emir buyurarak on yedi vakit cemâatle ashâb-ı kirâm -rıdvânullahi teâlâ aleyhim-’e namaz kıldırtmıştır. Hatta bir defasında pek hasta olduğu halde koltuğuna Hazreti Ali ve Abbas -radıyallahu anhümâ- girerek cemâate gelmiştir.
Ashabına ve ümmetine namazın ehemmiyetini, devam lüzûmunu ve şiddetli hastalık halinde bile hiç bir sûretle asla terki câiz olmayacağını fiilen de tâlim ve irşâd buyurmuşlardır.
Bir müslümanın evlâdına çocukluk çağında namazını ve ferâız-i dîniyesini öğretmesi farzdır.
Aksi takdirde ebeveyn mes’ûldur. Ve evlâdına dîni şefkatsizliğine binaen vicdânen de muazzebdir.
Hadîs-i sahîhte:
“Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar sonra anasıyla babası onu yahûdi, nasrânî, mecûsi yaparlar.
Binaenaleyh evlâdın küçüklüğünde dînî terbiyesini tâlimi ihmal eden kimsenin evlâdı fenâ ahlâk ve bozuk îtikat ve ceryana kapılmak tehlikesine mâruz kalacağı bedîhîdir.

Allah Teâlâ buyuruyor:
“Rabbiniz kendi üzerine (şu) rahmeti yazdı. İçinizden kim bilmeyerek bir fenalık yapıp da sonra arkasından tevbe etmiş ve düzelmiş ise şüphesiz ki O (Allah) gafûr ve Rahîmdir.” (En’am sûresi, 12)
İnsan cehâleti sebebiyle günah işlemiştir. Sonra fenâlıktan tevbe ve muâmelâtını ıslah etmiştir. İşte bu gibiler hakkında Allah gafuru’r-rahîmdir. Ve bu gibiler için afvını farz kılmıştır. Hadîs-i şerîfte de:
“Günahlarından hâlis olarak tevbe eden kişi hiç günah işlememiş gibidir.” buyurulmuştur.Bir insan hâlis tevbe ederse hiç günah işlememiş gibi temizlenir.
“Gerek itaat ve gerekse isyânının zerresi gâib olmaz. İtaat eden mükâfât bulur, isyân eden mücâzât görür.” (Zilzâl sûresi, 7-8) Şu halde dâire-i itaatte bulunarak kendini Cenâb-ı Hakk’a sevdirmeli. Necât bundadır.
Hakk teâlâ hazretleri:
“Şirkten tevbe edip iyi amel (ve harekette) bulunan kimselerin kötülüklerini Allah iyiliklere çevirir. Allah çok yarlıgayıcı, çok esirgeyicidir.” (Furkan sûresi, 70) âyet-i celîlesinde önce tevbeyi beyân buyurmuştur. Îmân ve amelin makbûl ve tam olması için, evvelâ tevbe lâzım geliyor.

Hazret-i Ömer -radıyallahü anh- şöyle buyuruyor:

«Gece kâim, gündüz sâim olan, malını mülkünü tasadduk eden ve harplerde kahramanca çarpışan bir kimse, eğer sevdiğini Allah için sevmiyor ve buğz ettiğine de Allah için buğz etmiyor ise, yaptıklarından hiç bir fayda göremez.»

Müslümanlar kendi aralarında Allahü Teâlâ’nın emrettiği şekilde birleşmiyor ve Allah’ın gösterdiği yolun hâricinde bir yol ta’kib ediyorlarsa, Allah muhâfaza buyursun, zilletin çukuruna yuvarlanmışlar demektir.

Bu takdirde dinlerinin düşmanlarına boyun eğmek, onların kabzasına düşmek ve istibdâdları altında yaşamak mecburiyetinde kalırlar.

Allah Teâlâ Hazretleri Enfâl sûresinde:

«Allah’tan korkun ve birbirinizin arasını düzeltin» (Enfal sûresi, 1) buyuruyor. Yani, Allah’tan korkun ve Allah’ın gazabını celb edecek münâzaalardan, anlaşmazlıklardan sakınarak, aranızdaki hoşnudsuzlukları izâle edin.

Birbirlerine muhâlefet ettikleri takdîrde elbette ki, aralarında anlaşmazlık ve mücâdele zuhûr edecek ve maksad hâsıl olmayacaktır.

Hak Teâlâ Hazretleri Sûre-i Enfâl’da:

«... Birbirinizle nizâlaşmayın! Sonra içinize korku düşerek devletiniz elden gider.» (Enfal sûresi, 46) buyurmaktadır.

Allahü Teâlâ mü’minlerin kendi aralarında nizâ ve ihtilâfa düşmelerini menetmekte, böyle bir tehlikenin vukûunda şu iki netîcenin zuhûr edeceğini bildirmektedir:

1- Bu hâlin başarısızlık, zaaf, soğukluk ve korku husûle getirmesi,

2- Bu yüzden kuvvet ve azametin, şevket ve salâbetin elden gitmesi.

Şu halde, ancak kalbler ve gayeler birleştiği zaman nusret ve selâmete ulaşılır, dilekler kemâliyle tahakkuk eder.

İşte bunun içindir ki, Hak Teâlâ Hazretleri insanların günde beş defa mescidlerde bir araya gelmelerini ve haftada bir defa camide toplanmalarını, senede iki defa bayram münâsebeti ile bir mekânda cem olmalarını ve ömürlerinde bir defa da Hac vesilesiyle bütün beldelerden gelip Beytullah’ın etrâfında birleşip Arafât’ta hep birlikte vakfeye durmalarını emretmiştir.

Hak Teâlâ Hazretleri mahlûkâtını; nezîh Şerîat-i Muhammediyye’ye tâbi olmak onun kânunlarını ve dîn kardeşliğinin ihtivâ ettiği hakîkatları korumak, söz ve kalb birliği ile Muhammed ümmetinin bütün ferdlerinin haklarını emniyet altına almak sûretiyle kendisinin bilinmesi, ubûdiyyetin tahakkuku ve Rubûbiyet haklarının yerine getirilmesi için yaratmıştır.

Böyle birbiriyle yardımlaşmak ve anlaşıp birleşmekteki asıl gâye de budur.

Bunun içindir ki Hak Teâlâ Hazretleri mü’minlere:

«... İyilik ve takvâda yardımlaşın, fenâlık ve düşmanlıkta yardımlaşmayın!.» (Maide sûresi, 2) buyurmuştur.

Peygamberimiz -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde:

«Birbirinize hased etmeyin, birbirinizi helâke sürüklemeyin, birbirinize buğz etmeyin, kardeşçe Allah’a kul olun!» buyurmuştur.

Hak Teâlâ Hazretleri bir ayet-i kerîmesinde:

Onlar ki Rabları için dâvete icâbet etmekte ve namazı kılmaktadırlar, buyrukları da aralarında şûrâdır (danışıklıktır). Kendilerine kısmet ettiğimiz rızıklardan onlar masraf da verirler. Ve onlar ki kendilerine bağy (haklarına tecavüz) vâkî olduğu vakit yardımlaşır, onlar öcünü alırlar.» (Şûrâ sûresi, 38-39) buyuruyor.
Allah Teâlâ buyuruyor:
Küfredenlere dünya hayatı pek süslü gösterildi. İmân edenleri maskara etmek talep ediyorlar. Halbuki Allah’a itâat edip O’nun vikayesine girenler kıyâmet gününde onların fevkindedirler. Allah kimi dilerse ona hesapsız rızık verir. (Bakara sûresi: 212)
Gözlerine dünya hayatı süslü gösterilenler, Abdullah bin Mes’ud, Amar bin Yasir, Suheyb bin Sinan, Hubeyb bin Adiyy, Bilal bin Rebah el-Habeşi gibi mü’minleri alaya almaya başladılar. Bunları beyinsiz addederek istihkar ederler ve: “Şu zavallılar dünya lezzetlerini terk ettiler, türlü ibâdetlerle de kendilerine eziyet veriyorlar, rahatlarından oluyorlar” derlerdi.
Akıllı olana lazım olan, dünyanın çokluğuna aldanmamak, mal toplamaya ehemmiyet vermemek, ahirette biçmek için dünyada amel tohumları ekmektir. Zira dünya, ahiretin tarlasıdır. Zenginliklerinin gururu ile zenginlerin, fakirleri hakir görmemesi ve onlarla alay etmemesi icabeder. Çünkü bu vasıf kafirlerin vasıflarındandır.
Hasenelerin (sevapların) en güzeli, tevhiddir. Zirâ bu herşeyin esasıdır. Bu yüzden, o, mizanda tartılamaz. Efendimiz –sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“İşlediğin bütün ameller, kıyamet günü mizanda tartılacak. Ancak kelime-i tevhîd kelime-i tevhîd hariç, o mizanda tartılmaz. Zira, kelime-i tevhîd terazinin bir kefesine, semâvat, yedi kat yer ve içindekiler de diğer kefesine konsa, kelime-i tevhîd daha ağır basar.”
Bütün salih ameller, iman nurunu artırır. O halde taat hasenat ve ilahi marifetlere vâsıl olmaya devam et.
Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’e:
Amellerin efdali hangisidir ya Rasûlallah, denilince, cevaben:
– “Allah’ı bilmektir” diye cevap vermiştir.
– Biz amelden soruyoruz, siz ilimden cevap veriyorsunuz denilince; Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-:
– “Amelle, az ilim fayda verir, fakat cehaletle birlikte çok amelin de faydası yoktur,” diye cevap vermiştir.
Bu da ancak, içi tevhid aynası ile temizlemek ve müteaddid,muhtelif zikirlerle vukû bulur. Bunu ancak alimler düşünüp, anlayabilirler.



Allah Teâlâ buyuruyor:

O gün hepsini bir araya toplayacak, sanki onlar gündüzün bir saatinden başka bir müddet eğlenmemişlerdir. Birbirlerini tanıyacaklardır. Bir gün muhakkak Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarını yalan sayıp da doğru yolu tutmamış bulunanlar muhakkak en büyük zarara uğramışdır. (Yunus sûresi, 45)

Fahr-i Râzî ve Hâzîn'in beyânları vechile, âsîlerden intikamını almak için Cenâb-ı Hak onları elbette haşredeceğini ve haşrettiğinde o günün dehşetinden onlar dünyada ne kadar çok yaşasalar bile, gündüzden azıcık bir saat yaşamışlar gibi olup hatta birbirlerinden ayrılmamışlar, ancak azıcık bir müddet evvel ayrılmış gibi birbirlerini tanıyacaklarını, amellerini heva ve hevese sarfettiğinden dünyada verilen mühletten intifa' edemedikleri cihetle müddet-i hayatlarını azıcık bir zaman farzederek unutacaklarını Cenâb-ı Hak bu ayetiyle beyan buyurmuştu. Sonra azâbı görünce birbirlerini unuturlar, birbirlerine iltifatı keserler ve yekdiğerinin halini sormağa mecalleri kalmaz. Çünkü herkes kendi başının derdine düşmüştür.

Ayet-i celîlede şöyle buyrulur:

“Kendine veya başkasına zulmeden her bir kimse, eğer yeryüzünde bulunan bütün eşyaya malik olsa idi, azabdan kurtulmak için onu behemehal fedâ ederdi. Onlar azâbı görünce pişmanlıklarını gizlerler. Fakat aralarında kendilerine haksızlık yapılmaksızın adaletle hükmolunmuştur bile.” (Yunus sûresi, 54)

Akıl sâhibine gerekir ki, eski ahvâlini iyice düşünüp hatâ ve günâhlarından tevbe etsin ve başına musîbet gelmeden evvel tedarikli bulunsun ve Cenab-ı Hak’tan irtibatını kesmesin. (Ruhu’l-Beyân; 2/15)

Bütün ulemâ şu üç hasletin her müslümanda bulunması gerektiğine ittifak etmişlerdir ki bunlar da hepsi beraber olduğunda tamam olur, biri olmadan diğerleri noksan kalır. Bu hasletler de şunlardır:

1- Zulümden, Allah'ın ve Resûlünün razı olmayacağı şeylerden arındırılmış halis bir müslümanlık,

2- Temiz gıda, helal lokma,

3- Amellerde sıdk u sadakat. (Ruhu’l-Beyân, 2/17)

Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'e dünyanın ne olduğu soruldu, buyurdular ki:

“– Seni rabbinden alıkoyan, Allah’dan gafil kılan her şey dünyadır.”



Fâtiha Sûresi beşinci ayeti kerimede: “Ancak Sana ibâdet ederiz, ancak Sen’den yardım dileriz. İbâdet ve ubûdiyetimiz ancak Sanadır, istiânemiz ancak Sen’dendir.” buyurulmaktadır.

İbâdet: Cenâb-ı Hakk’ı tâzim suretiyle niyete bağlı olarak ve emredildiği şekilde yapılan tâattır. Gafletsiz namaz, gıybetsiz oruç, başa kakmasız sadaka, riyasız hac, süm’asız gaza ve cihâd, eziyetsiz âzat, usanmasız zikir, ‘İbâdât’ kısmına girer ki Allah’ı tâzim, hâlis niyet ve emir olduğu şekilde yapmak şarttır.

Ubûdiyet: En umûmî mânâsıyla, Cenâb-ı Hakk’ın her takdirine rızâ ve teslimiyettir. İzhâr-ı tezellüldür. Husumetsiz rızâ, şikayetsiz sabır, şüpheden uzak bir yakîn, dönüşü olmayan yöneliş ve tevakkufsuz rızâ-i ilâhîye vusul ‘Ubûdiyet’ kısmına girer.

İbâdet, ubudiyet mefhumu içinde olan huzû ve huşûnun ve Cenâb-ı Hakk’ı tâzimin en son derecesidir.

İmâm-ı Gazâlî’nin EI-Erbaîn nâm eserinde tasnif ettiği üzere ibâdetler on kısımdır.

Namaz, zekât, oruç, hac, Kur’ân okumak ve her hâlinde Allah’ı zikretmek, helâl rızık kazanmak, müslümanların haklarının ikâmesine çalışmak, kardeşlik hukukuna riâyet etmek, iyiliği emir ve kötülükten nehyetmek ve sünnet-i seniyeye ittibâ etmektir.

Bunlar peygamberimize ittibâ olup saâdetin anahtarlarıdır. Muhabbetullah ancak bununla belli olur. Çünkü Cenâb-ı Hak:

“De ki ey Habîbim! Eğer Allah’ı seviyorsanız hemen bana tâbî olun ki Allah da sizi sevsin.”(Âl-i İmrân Sûresi, 31) buyurmuştur.

Fahr-i Râzî’nin beyânı veçhile ibâdet, emredicisini tâzim sûretiyle memur bulunduğu fiili emrolunduğu veçhile yerine getirmektir.

Çünkü ibâdet, kulun kemâl-i tezellül, huzû ve huşû ile Rabb-i teâlâya kudretinin yettiği kadar tâzimini îfâ etmektir.

O’nu tâziminin nihayeti ise ibâdeti ancak ve ancak Allah teâlâya hasreylemektir.

Bu da gönülden mâsivâyı çıkarmaksızın mümkün olmaz. Çünkü kalbinde mâsivâ bulundukça tâzim olabilirse de lâyıkı veçhile olamaz, elbette noksan olur.

Binâenaleyh şân-ı uluhiyete lâyık bir ibâdet mâsivâdan ferâgat ve tecerrüd-i tam ile yapılan ibâdettir.

Cafer-i Sadık r.a. İmam-ı Azam Ebu hanifeye sordu :
-Akıl nedir? Ebu hanife cevab verdi:
-Hayır ile şerri temyiz eden melekedir. Cafer-i Sadık :
-Onu atlarda temyiz eder .
Akıl;iki mühim hayır zuhur ettiği zaman, hangisinin daha hayırlı olduğunu temyiz eden melekedir,buyurdu.

«Ey insanlar! Andolsun ki, Allah’ın size emrettiği neyse ben size ondan başkasını emretmiyorum. Sizden nehyettiği şeylerden başkasını da yasak etmiyorum. Rızkı aramakta iyi ahlaklı olun, hilekarlığa, ihtirasa gayr-i meşrûya sapmayın! Ebu’l-Kasım’ın rûhu (kudreti) elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, herhangi birinizin rızkı ecelinin onu aradığı gibi kendisini arar. O halde ondan (rızıktan) size çetin bir güçlük gelirse (rızkınızı çıkarmakta çetin zorluklara uğrarsanız) onu Aziz ve Celil olan Allah’a itaatte arayın. Allah’ın emirleri dairesinde hareket edin.» (Taberânî) * * * • «Allah, amel sahibinin yani iş adamının iş yapınca iyi ve güzel yapmasını sever.» (Taberânî) «İhsan» şu mânâlara gelir: 1- İyilik etmek. 2- Bir şeyi iyi ve güzel yapmak. 3- Bir şeyi iyi ve gereği gibi bilmek. 4- Bir hadîs-i şerifte beyan buyurulduğu vechile «Cenâb-ı Hakk’a O’nu görür gibi kulluk etmek.» Bu dört mânânın herbirine göre hadîs-i şerifin mealleri: 1- Cenab-ı Hakk, herhangi bir âmilin iş ve hareketinde daima iyilik etmesini nefsinden başkalarına da faydalı olmasını sever. 2- Cenab-ı Hakk, herhangi bir iş sahibinin yaptığı işi güzel yapmasını (baştan savma yapmamasını) sever. 3. Cenab-ı Hakk, iş sahibinin yaptığı işini iyi bilmesini sever. 4. Cenab-ı Hakk, herhangi bir amel ve harekette bulunan kimsenin Allah’ı görür gibi davranmasını sever. Birinci mânâ; maddeci, hodgam ve muhteris insanları takbih eden, her işde cemiyetin ve ictimâî nizamın daima düşünülüp korunmasını tavsiye eyleyen âlî bir düsturdur. İslâm’da diğergamlık esastır. Bir hadîs-i şerifte meâlen: «İnsanların hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır» buyurulmuştur. İkinci mânâ; herhangi bir meslek ve sanata mensub olan adamların o meslek ve sanatlarında daima yenilikler yapmasını, işi hep güzele ve kemale götürmesini terakki hamlelerini bir an gevşetmemesini öğütleyen bir teceddüd ve tekâmül rehberidir. Üçüncü mânâ; bize intisab ettiğimiz iş ve mesleğin sırlarını öğrenmeyi, o iş ve meslekte «ihtisas» elde etmemizi körü körüne hareket ve taklidlerden kaçınmamızı, cehaletin ve geri bırakan göreneklerin demir perdelerini yırtarak her işte akl-ı selim ile işe yarayan faydalı bilgi kaidelerini rehber edinmemizi işaret buyuran bir mealdir.

Dördüncü mânâ; bütün bu mânâların mânevî istikamet vechini gösteren yüksek bir irşad kaynağıdır. Amel ve hareketlerimizde «Cenab-ı Allah’ımızı görüyormuşuz» gibi davranmamız, onun gizli ve aşikar her şeyimizi görmekte, işitmekte ve bilmekte olduğunu düşünmemiz ve buna tam bir ihlas ile inanmamız, bizi yanlış yollara sapmaktan kurtaracağı gibi aramızda ve hayat mücadelemizde de daima taze kuvvet ve hamleler kazanmamızda en büyük murakıp ve âmil olur.
Namaz dinin direğidir. 
Hadis-i Şerif 
Hz Ali ra
Allah Teâlâ buyuruyor:
«Öyle bir günden sakının ki, hepiniz o gün Al­lah’a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tastamam verilecek, onlara haksızlık edilmeyecektir.» (Bakara, 281)
İbn-i Abbas (radıyallahu anhüma)’dan şöyle rivâyet ediliyor: «Bu, nâzil olan son âyettir. Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bu âyetten 7, 9, 21 veya 81 gün sonra Allah’a kavuşmuştur. Cibril, Efendimize demiştir ki: Bu âyeti, Bakara sûresinin 280. âyetinin peşine koy. Bu âyet borç âyeti ile faiz âyeti arasına konuldu, böylece faizden sakındırmak daha da kuvvet kazandı.»
Rivâyet edildi ki: Allah Rasûlû -sallallahu aleyhi ve sellem- Pazartesi günü doğdu, Pazartesi peygamber olarak gönderildi, Pazartesi Medine’ye girdi ve Pazartesi rûhu kabzedildi. 18 gün hasta yattı. Ashab, kendisini ziyâret ediyordu. Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in söylediği son söz şöyle idi:
– Namaza dikkat edin, hizmetçilerinize iyi bakın. Namaza dikkat! Biz, Allah’tan geldik, şimdi O’na gidiyoruz.
* * *
Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bir hadîsinde şöyle buyurdular:
– Ümmetimden kimin iki azığı varsa, Allah -celle celâlüh- onu, o iki azıkla Cennet’e koyar.
Hz. Âişe -radıyallahu anhüma-:
Ümmetinden tek bir azığı olanın durumu nedir? deyince. Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-:
O da aynı şekilde Allah’ın rahmetine nâil olacaktır yâ muvaffaka!» diye cevab vermiş.
Hz. Âişe -radıyallahu anhüma-:
Ümmetinden azığı olmayan kimsenin durumu ne olacak? diye sorunca Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-:
– «Ben ümmetim için azığım» buyurdu.
Cenâb-ı Allah da şöyle buyurmuştur:
“Habibim, Biz seni âlemlere başka bir şey için değil, ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiya sûresi, 107)
Şunu iyi bilmelisin ki, Cenâb-ı Allah son indirdiği âyette Kur’an’da indirmiş olduğunun hulâsasını cem etmiş ve bu âyeti vahiy ve inzâlin hatimesi kılmıştır. Nitekim, daha önceki peygamberlere inzâl buyurduğu kitabların hulâsasını Kur’an’da cem etmiş ve Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- peygamberlerin sonuncusu (hâtemi) olduğu gibi, O’na inzâl buyurduğu kitabıda önceki kitabların hatimesi (sonuncusu) yapmıştır ve Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bütün peygamberlerin ahlâkını cem etmiştir.
Ey müslümân! Şunu iyi bil ki: İnzâl buyurulmuş bütün kitabların hulâsası ve insana nisbetle fâidesi iki mânaya râcidir:
Birincisi, insanın süflî derekelerden kurtulması,
İkincisi, yüksek derecelerle kurtuluşa ermesi.
İnsanın necâtı (kurtuluşu) süflî derekelerden çıkmaktadır ki, bunlar yedi tanedir: küfür, şirk, cehâlet, mâsiyet, ahlâk-ı mezmûme (kötü huylar), evsâf perdeleri ve nefis perdesi.
Kurtuluşa ermesi ise yüksek derecelere doğru terakkî etmesidir ki, bu yüksek dereceler de 8 tanedir: Allah’ı tanımak, O’nu birlemek, ilim, tâat, ahlâk-ı hamide (güzel huylar) hakkın cezbeleri, benlikten uzak kalmak ve Allah’la baki olmak.
İşte bu «» icmâlen bütün bunlara işret etmektedir.
 «Korununuz» lafzı, bu mânalardan gâyret-i insâniyye ile ilgili her şeyi ihtiva eden bir lâfızdır. Zirâ takvanın hakikati, seni Allah’tan uzaklaştıracak herşeyden kaçmak, ona yaklaştıracak herşeye yapışmaktır. Bunun delili Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şu sözüdür. «Takvanın özü Allah Teâlâ’nın “Şüphesiz Allah, adaleti ve iyiliği emreder.”
İşte bu manâya göre, sûflî derekelerden uzaklaşıp, yüksek derecelerde terakkî etmek «takva» kelimesinin içine girer.


Siyer-i nebeviyyeyi okumadan lezzet alamazsınız. İnsan İslâmiyet’i havadan bellemiş olursa, dinin menşeini, esâsını, sûret-i neşrini, ne yolda Allah’ın inâyetiyle gâlib geldiğini bilmezse dînin kadr ü kıymetini takdîr edebilir mi? Anadan, babadan mîrâs kalan malın kıymeti bilinmez. Az zamanda sarf eder. Âriyet bir şey çünkü. Îmân taklidî olursa, itikādı taklîdden ibâret kalırsa ondan ne hayır olur? Okumakla ulemâ ile musâhabe ile, mücâlese ile asıl-ı esâsından anlamalı. 
Sîret-i Muhammediyye’ye vâkıf olmalı. Hazret-i Peygamber nasıl nübüvvet davâsı etti? Kur’ân’ı nasıl telakkī ederdi?.. Bunları bilmeli. Dîn-i İslâm’ı neşr edip vahdâniyete davet edince avâm ve havâs kendisine düşman oldular. Amcaları, dayıları izhâr-ı husûmet ettiler. Alel-ekser gençler muâvenet etti. İhtiyârların kısm-ı küllîsi son derece hiddet ettiler, düşman oldular. Zâten bu tabîîdir. İnsan ihtiyarladıkça kalbine kasvet gelir. Bulunduğu meslekten ayrılmak gücüne gider. Tahvîl-i meslek teklîfine karşı, bulsa seni boğar, o kadar hasım olur. Ama şubbân-ı ümmet... Onların kalbleri daha rakīkdir. (Ef’ide-i şubbân rakīk olur. Daha bozulmamış, fenâlığa alışmamış, seyyiât-ı ahlâk ile kalbleri kararmamış. 
Hazret-i Peygamber’e îmân ve ittibâ’ edenler ekseriyetle gençlerdir. O sanâdîd-i Kureyş... Onlar bir takım şuyûh idi. İstibdâda alışmışlar, nâsa gurûr satmaya ülfet etmişler. Mine’l-kadîm herkesi kabza-i istibdâdlarına almışlar, bir çok a’vân ve ensâr peydâ etmişler: 
– Ebû Tâlib’in yetimine nasıl boyun eğeriz? diye kibirlendiler, kabûl-i hakdan irâz ettiler: – Kim olurmuş Muhammed! Bu güzel sözleri en büyüklerimizden birisi söylese “peki” diyeceğiz. Fakat bu daha henüz gençtir, fakīrdir, vâkı’â asîldir, âkildir, kâmildir. Fakat bizim gibi zengin mi ya? Bizim gibi etbâ’ı bizim kadar nükūd ve i’tibârı var mıdır? Ebû Tâlib’in elinde yetim büyümüş. Biz, nasıl olur böyle bir yetime boyun eğelim?.. 

Allah Teâlâ buyuruyor: “Ancak mü’min-i kâmil o kimselerdir ki Allah teâlâ zikrolunduğunda onların kalbleri korkar. Onlar üzerine Cenâb-ı Allah’ın âyetleri tilâvet olunduğunda onların îmânları tezayüd eder ve onlar ancak rabblerine tefvîz-i umûr ederler. Ehl-i îmânın kamilleri o kimseler ki onlar üzerine farz olan namazı eda ve -merzuk oldukları rızıklarından fukaraya infak ederler. İşte şu evsafı câmî olanlar hak ve sadık mü’minlerdir. Onlar için Rabbleri indinde dereceler vardır ki hatâları afv olunur ve onlar için cennette rızık vardır ki o rızık onlar hakkında ayn-ı ikram ve tâzimdir.” (Enfal Sûresi, 2-4) Yani, kâmil mü’minlerin haiz oldukları evsâf-ı âliyeden birisi de farz namazlarını vaktinde ve şurût ve erkânına riâyetle edâ etmeleridir. Ve rezzâk-ı hakîkî olan Allah teâlâ hazretlerinin kendilerine ihsan buyurduğu rızıklardan zekât ve nafile sadakalarını fukaraya ve hayrata vermekten çekinmeyenlerdir. Allah teâlâ zikrolunduğunda kalbleri Cenab-ı Hak’dan havfeder. Ve âyât-i celîle tilavet olunduğunda îmânları artar. İşte bu evsafı haiz olanlar hakkıyle mü’min-i kamillerdir. Onlar için herkesin ameline, haline göre dereceler vardır. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki:• “Cennette yüz derece vardır. Her derecenin arası yüz senelik yoldur.” • “Nefsin için sevdiğin hayrı cemî nâs için de sev ki, o halde müslim-i kâmil olursun.” • “Îmân-ı kâmil; kalb ile mârifet, lisân ile ikrar, âzâ-yı cevârih ile amel eylemekten ibârettir.” Yalnız amelsiz olarak îmân kâfî değildir. Yani, ameli azaldıkça îmânı da fevt olur. • “Îmân kavil ve ameldir, artar eksilir.” Yani, herkesin îmânı amel ve ibâdeti nisbetindedir. • “Cenâb-ı Allah amelsiz îmânı ve îmânsız ameli kabul buyurmaz.”

İnsanın niyeti dört vasıfdan hâlî olmaz:

1-Dilinden ve gönlünden düşmeyen şey dünyâ ise bu kimse niyyeti ve ameli kötü kimsedir.

2- Dilinden düşmeyen şey ahiret, gönlünden çıkmayan şey dünya ise bu kimse de niyyeti ve ameli kötü kimsedir.

3- Dilinden ve gönlünden eksik olamayan şey âhiret ise o kimse niyyeti ve ameli güzel kimsedir.

4- Dilinden ve gönlünden düşmeyen şey Allah Teâlânın rızâsı ise bu kimse de niyyeti ve ameli en güzel olan kimsedir.

Bunlardan birincisi kafirlerin hâli, ikincisi münafıkların, üçücüsü ebrarın, dördüncüsü de mukarrebînin hâlidir.

Allah Teâlâ buyuruyor:
"Gündüzün iki tarafında gecenin yakın saatlerinde namazı dosdoğru kıl. Çünkü hasenat, seyyiatı giderir. Bu, hakkı zikredenlere güzel bir öğüttür." (Hûd Sûresi 114)
Hasenâtın ahseni, tâatların efdali Allah hakkında ilim sahibi olmak ve O'nun tevhidinin yolunu bilmek, ve nefsin hevasına muhalefet etmektir. Kul zikrullah ile günlardan arınır, tezkiye-i nefse ancak zikrullah ile müyesser kılınır. Tasfiye-i kalbin de yegane medarı zikrullaha kesretle devamdır. Zikrullah ile kul, Allah'a ibadete kuvvet kazanır, şeytanın hilelerinden, tuzaklarından kurtulur. Resûlullah -sallallahu aleyih ve sellem'-e:
– Ya Resûlullah, kelime-i tevhid hasenattan mıdır? denildikde:
– O hasenatın ahsenidir, diye buyurmuşlardır.
Âyet-i celîlede, namazın gece ve gündüzün muayyen vakitlerinde, zikrullahın ise her vakit devam etmesi için işaret vardır. Ayrıca bu insanın zaruri ihtiyaclarındandır. Gündüz nasıl epey vaktini maîşet talebine, gecenin fazlaca bir vaktini istirahatine hasrediyorsa, günün ibadet vakitlerini ibâdetlerine hasredip her ânını da zikrullaha vakfetmelidir. Yani, el kârda, gönül yârda olmalıdır. Böyle olursa hasenat, seyyiatı giderir, temizler.
Bu âyet-i celîlede beş vakit namaza işaret vardır Şöyle ki: “Tarefeyinnehâr” müsenna olmakla iki vakte işarettir. “Zülefen” de zülfe'nin cem'idir. Cem'in ekalli (en az miktarı) üçdür. bu da üç vakte işârettir ki evkat-ı hamseye işâret olmuş olur.
Hadis-i şerifde: "Allahü Teâlâ birkaç kişinin yahud bir zümrenin ameli dolayısıyle umuma azab etmez. Münker, aralarında açıkca görünür de bunlar onu ortadan kaldırmaya muktedir oldukları halde yapmazlarsa Allah Teâlâ onu yapanlara da, mani' olmayanlara da azab eder," buyurulmuştur. Aralarında sıdk u yakin erbabından emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker yapan bir kimse, yahud bir cemaat bulunmayan bir topluluk fesad üzerinde ictima' etmişler ve helak olacaklar demektir.
Fukahâ demişlerdir ki, Allah'ın hukuku gayet kolaylıkla hallolunmaya, kulların hukuku ise gayet zorlukla hallolunmaya mebnidir. Her ikisi birden bahis mevzuu oldukda kulların hukukunu daha evvel düşününüz.
Bir belâ geldiğinde, sebebinin aslı araştırılırken bir topluluğun evvelâ birbirlerine muamelerindeki hıyanetlerine ve yekdiğerlerine eza ve zulümlerine bakılır.
Bazı büyükler demişlerdir ki, şirkin cezası umumiyetle âhırete bırakılmakla, mülk şirk ile devam eder fakat zulm ile devam etmez.



Allah Teâlâ buyuruyor:

«Ey mü'minler! Sabır ve salât ile Allah'dan yardım taleb edin, zirâ Allah Teâlâ sabreden kullar ile beraberdir.» (Bakara Sûresi, 153)

Yani; ey ehl-i îmân! Her umûr-ı hususunuzda nefsinizi günahlardan muhafaza ve nefsin arzusundan men' ve belâya tahammül etmekden ibaret olan sabırla ve bir de cemî' a'zâlarda Cenâb-ı Hak -azze ve celle- hazretlerine teveccühden ibâret olan salât (namaz) ile Cenâb-ı Allah'dan yardım taleb edin. Binaenaleyh sabırla, ibâdetle ve bilhassa namaz ile Cenâb-ı Allah'ın inayet ve yardımını beklemek lâzımdır.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyânları vechile sabır, nefsini her arzusundan men' ve mekârihe tahammül etmekden ibâret olduğundan sabır olmayınca hiçbir ibadet olamıyacağından sabır bilcümle ibâdetleri yapmağa yegâne yardımcıdır. Namaz ise ümmü'l-ibâdât ve âlemin Rabbine münâcat olduğu cihetle namaza devam etmek sâir ibâdat ve tââta vesîle de olacağından Cenâb-ı Hak -azze ve celle- hazretleri «namaz» ile Hak'dan istiâne ve vesile kılmaklığı emir buyurmuşdur.

Çünkü Resûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Efendimiz hazretleri mühim bir umûrun keşfini talebde, namazı, miftah ve vesîle ittihâz buyurduğu gibi bir musibete dûçâr olunduğunda dahi namaza müsâraat buyurmuşlardır.

Binaenaleyh bilcümle mü'minlerin musîbet ve belâ nüzulünde namazla Cenâb-ı Hakk'a iltica etmeleri lâzımdır. Belâyı ancak defedecek olan Kâdir-i Mutlak Hak Teâlâ ve Tekaddes hazretleri olduğundan cemî' a'zalarıyle yani namazla Hâlık Teâlâ hazretlerine teveccüh ve iltica ve kemâl-i tevazû ile yüzlerini zilletle toprağa sürmek sûretiyle secde ederek Hâlık Teâlâ'dan musîbetin ref'ini tazarru' ve istirhamda bulunmak Hak Teâlâ hazretleri katında kabûle vesile olacak en mühim bir ibâdettir. Husûsiyle abdin Cenâb-ı Hakk'a en ziyâde takarrüb ettiği an, secde ânıdır. İblis de secdeden imtinâ ettiğinden merdûd ve mel'ûn olmuştur.

Buna binaen fiilen amelimizi, secdeyi terk ile şeytana değil secdeye devâm ile meleklere benzetmemiz ve rızây-ı Bârî'yi tahsile gayretle ibâdete devam etmekliğimiz lâzımdır.



Habibim! Günün zevâlinden gecenin karanlığına kadar namazın ikamesine ve bilhassa sabah namazında sabahın beyazlığına kadar kırâete devam et. Zirâ sabah namazı ins ü cin ve melekler tarafından şehâdet olunacakdır.» (İsrâ Sûresi, 78) buyurulmuşdur.

Binaenaleyh seher vaktinde mü’minlerin uyanık olup sabah namazına ve kırâete devam etmeleri lâzımdır...

Gece ve gündüze müvekkel olan melekler sabah vaktinde ictimâ edip cemâat-i müslimine şâhid oldukları için sabah namazına meşhûd denilmiştir.

Sabah namazı; öyle mübârek feyizli, huzûrlu bir vakitdir ki o zaman uykuda olmak ne büyük bir gaflet ve kusûrdur.

Âyet-i celîle de buyuruluyor ki:

«Rabbin Teâlâ’nın medh ü senâsına müdâvim olduğun halde gün doğmazdan ve batmazdan evvel nekaısden tenzih et ki, âhiretde Allah’ın sevâbından râzı olasın ve Allah teâlâ da senden râzı olur.»(Tâha Sûresi, 130)

Gün doğmazdan evvel dünya umûruyle meşgûl olmadan sabah vakti, kalbin sâfi olduğu ve gün batmazdan evvel de maîşet müzayakasından ve çalışmasından kurtulup meşgûliyetden hâlî bir zaman olacağından gerek kable’t-tulû’ ve gerekse kable’l-ğurûb yani gün doğmazdan ve gün batmazdan evvel tesbihlerle meşgûl olmayı dünyevî her umûr üzerine takdim etmek gerekir. Ta ki Rabb Teâlâ’nın rızâsı hâsıl olsun.

Tefsir-i Hâzin’in beyânı vechile; tulû’-ı şemsden evvel tesbih ile murad: Sabah namazı, Ğurubdan evvel tesbih ile murad ikindi namazı, anâi’l-leyl de tesbih ile murad; akşam ve yatsı namazları, etrâf-ı nehar da tesbih ile murad öğle namazıdır.

İşte bu âyet-i celîlede dahi beş vakit namaza işâret vardır. Kur’ân-ı azimü’ş-şân’da ve ehâdis-i sahîhada beş vakit namaz hakkında sarahat olduğu gibi asr-ı saadetden bu zamana kadar beş vakit namazın farzıyetine icmâ-ı ümmet ve ittifak vardır. Hiç bir müslüman beş vakit namazın farzıyetini inkâr etmez ve edemez. Meğer ki münkir-i Hak ve hakikat ola.

Mî’râc-ı Nebevî’de beş vakit namazın farzıyetinden itibaren Resûl-i Ekrem -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri âhır-i hayatlarına kadar hiçbir vakit namazı terk etmedikleri gibi maraz-ı mevtlerinde dahi Hazret-i Ebû Bekir -radıyallahu teâlâ anh-’a emir buyurarak onyedi vakit cemâatle ashab-ı kiram -rıdvanullahi teâlâ aleyhim-’e namaz kıldırmış ve bir def’asında pek hasta olduğu halde koltuğuna Hazret-i Ali ve Abbas -radıyallahu anhüma- girerek cemâate gelmiş, ashabına ve ümmetine namazın ehemmiyetini, devam lüzumunu ve şiddetli hastalık halinde bile hiç bir sûretle asla terki câiz olmıyacağını fiilen de ta’lim ve irşad buyurmuşlardır


Bir müslümanın evlâdına çocukluk çağında namazını ve ferâız-i diniyyesini öğretmesi farzdır, aksi takdirde ebeveyn mes’ûldur. Ve evlâdına dini şefkatsizliğine binaen vicdanen de muazzebdir.

Binaenaleyh evlâdın küçüklüğünde dinî terbiyesini ta’lim ve ihmal eden kimsenin evlâdı fenâ ahlâk ve bozuk i’tikad ve ceryana kapılmak tehlikesine ma’ruz kalacağı bedîhîdir.

Âyet-i celîlede:

«Habibim! Ehl-i beytine namazla emir ve namaz üzerine sabret ve emr-i tebliğle meşgûliyetten dolayı rızkın noksan olacağı hatıra gelmesin; çünkü biz senden rızık istemeyiz onları biz merzûk kılarız. Ehl-i ıyâlini âkıbet-i hamideye teşvîk et zirâ âkıbet ehl-i takvaya mahsusdur.» (Tahâ Sûresi, 132) buyurulmuştur.

Her kimin kalbinde Cenâb-ı Allah -azze ve celle- korkusu vardır, onun âkıbeti hayırdır ve illâ... felâ.

Sabırla murad; namazı onlara tebliğ etmekten hâsıl olacak meşakkate sabırdır.

Beyzâvî, Hâzin ve Medârik’de beyân olunduğu vechile Resûlullah -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretleri ehl ü ıyâline bir zarar isâbet ettiğinde namaz ile emredip bu âyet-i celîleyi okuduğu mervîdir.
Mümin kardeşinin derdiyle dertlenmeyen
bizden değildir.
Müminin mümine bağlılığı, taşları birbirine
kenetli (yalçın) duvar gibi (metîn) dir, buyurdu.
Sonra Resûl-i Ekrem (iki elinin) parmaklarını birbirine geçirdi
buhari 1984
Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.
Hz.Muhammed(sav)