HİKMET-İ EDYÂN
Bir müddetten beri Avrupa’da moda hükmüne giren
dinsizlik veya ahkâm-ı dîniyyeye adem-i mübâlât illeti, tedrîcen memâlik-i şarkıyyeye dahi sirâyetle nîk ü bedi tefrîka
muktedir olmayan veya tefrîk için bir lâhza zihnini it’âb etmek istemeyen birçok zevât dindarlığı âdetâ mu’ayyebâttan
add ile dinden teberrî ve dinsizliği ünvân-ı medeniyyet veya
esâs-ı hürriyyet sûretiyle telâkkī etmekte oldukları manzûr-ı
bâsıra-i te’essüf olmaktadır.
Tabî’at-ı beşeriyye, filvâkı’ fıtrat-ı asliyye i’tibâriyle hürriyete meyyâl ve hürriyet-i kavl ü fi’li takyîd eden her türlü akā’id ve ahkâmdan nefreti âzâde-i kıyl ü kāl ise de, hıfz-ı nizâm-ı âlem ve bekā-yı benî-âdem için dinin lüzûmu zarûrîdir.
Bi’l-umûm edyân, vaz’-ı aslîleri i’tibâriyle tehzîb-i ahlâkı
ve beyne’l-efrâd men’-i nizâ’ u şikāk için vaz’ ve te’sîs buyrulmuş birer kānûn-ı hikmet-meşhûn-ı ilâhîdir.
Hilkaten medenî bi’t-tabi’ yaratılmış olan nev’-i insan
münferiden bir dağ tepesinde veya bir sahrâ vasatında yaşaması adîmü’l-imkân olmasıyla levâzım-ı me’âş ve zarûriyyât-ı hayatının tedâriki emrinde ebnâ-i nev’inden bir tâ’ife
ile müctemi’an yaşamak mecbûriyet-i tabî’iyyesindedir. İbtidâ âile ve ba’dehû kabîle ve aşîretlerin sûret-i tecemmu’ ve
kurâ ve kasabâtın ve medâ’in-i azîmenin keyfiyyet-i teşekkülü bu ihtiyaç üzerine vücûd-pezîr olmuştur.
Çehre ve simâlarının ihtilâfı nisbetinde tıbâ’ u evzâ’ları
muhtelif olan efrâd-ı beşerden binlerce nüfûsun bir mahalde
ictimâ’ı cerr-i menfa’at ve def’-i mazarrat sâ’ikasıyla nizâ’ ve
fezâ’ı dâ’î olarak “el-hükmü li-men galebe” kā’idesince kebîr sagîri, kavî za’îfi mahv u ifnâ eylemesi kavânîn-i tabî’iyyeden olmasıyla Cenâb-ı Nesaksâz-ı Nizâm-ı Kâ’inât, hıfz-ı
nizâm-ı mahlûkat ve te’sîs-i kavâ’id-i mer’iyye-i adl ü uhuvvet ü müsâvât için ihtiyâcât-ı zamaniyye ve mekâniyyeye
göre peygamberân-ı izâm vasıtasıyla suhuf ve kütüb-i mukaddeseyi tenzîl ve mutazammın olduğu evâmir ve menâhî
i’tibâriyle şerâ’i’ u edyânı vâcibü’l-ittibâ’ ve’t-tebcîl eylemişdir.
Ulemâ-i mantık, eşref-i envâ’-ı mahlûkat olan nev’-i insanı hayvânât-ı sâireden hâssa-i nutk ile temyîz ve tavsîf ve
hayvân-ı nâtık vasfıyla ta’rîf eylemişlerse de, işbu ta’rîf ile
insan dereke-i hayvâniyyetten kurtulamayacağı bedîdârdır.
Zîrâ nutukdan maksad, ta’bîr-i merâm için bir takım hurûfu
teşkîl eden savt ise, bu hâsıyyet bi’l-umûm hayvânâtta mevcûd olduğu ıyânen meşhûddur.
İnsanı hayvan-ı ’âkıl sûretiyle dereke-i behâ’imden tahlîsa çalışan akıl, me’âş ve me’âd i’tibâriyle ikiye münkasem
ve akl-ı me’âş ise hayvânâtta insandan ziyâde mevcûd olduğu bir emr-i ma’lûm ve münfehimdir. Zîrâ hayvan [18]
tahlîl-i kimyâvîye muhtaç olmaksızın kendisine nâfi’ ve zârr
olan nebâtâtı tefrîk ve zârrından ictinâb ile nâfi’i ekl ü intihâb eylediği hâlde insan bu kuvve-i mümeyyize-i tabî’iyyeden mahrûm ve semm ile desemi bi’l-müşâhede temyîz
hâssasına mâlik olmadığı bir emr-i ma’lûmdur. Binâberîn
insanı bakıyye-i envâ’-ı hayvânâttan tefrîk edecek yegâne
vasf-ı hâs, akl-ı bi’l-me’âd hâssa-i celîlesidir ki o dahi haşr u
neşri ve sevâb u ikābı i’tikāddan ibâret olan akā’id-i dîniyyedir.
Ahkâm-ı asliyyesi i’tibâriyle âdât ve ibâdât ve mu’âmelâta münkasem olan evâmir-i dîniyye iki nevi’ nizâmı câmi’-
dir ki birisine nizâm-ı hâss ve diğerine nizâm-ı âmm denilir.
CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 19 SIRÂTIMÜSTAKĪM 17
Edyânın ibâdât kısmı insanın mâ-bihi’l-kıyâmı olan sıhhat-i vücûd ve devâm-ı âfiyet ve intizâm-ı hayat ü ma’îşete
maksûr birer kavâ’id-i hıfzu’s-sıhha olduğu gibi âdât ve
mu’âmelât aksâmı dahi cem’iyyât-ı beşeriyyenin yek-diğeriyle hüsn-i mu’âşeret ve te’mîn-i adâlet ve hukūk-ı mütekābilelerinin ta’lîmiyle beynlerinde râbıta-i müsâvât ve uhuvveti muhâfaza ve emniyet-i can u mal ve ırzlarını sıyânet
maksadına mübtenîdir ki işbu iki nizâma mütâba’at etmeksizin nev’-i insanın ve cem’iyyât-ı beşeriyyenin devâm ve
bekāsı adîmü’l-imkândır.
Dîn bir hısn-ı hasîn-i emândır ki, onun Arş-ı A’lâ’ya
müntehî olan burc u bârûsuna ilticâ eden her türlü mehâlik-i mâddiyye ve ma’neviyye ve her gûne mazârr u mevbikāt-ı zamâniyye ve mekâniyyeden mahfûz ve masûn olur.
Dîn bir habl-i metîn-i i’tisâmdır ki, onun urve-i vüskā-yı
salâbetine temessük eden her türlü sademât-ı rûzgâr ve her
gûne hâdisât-ı zorkârdan vâreste ve rehâ olur.
Dîn bir hâris-i emîn ve bir nigehbân-ı rasad-dûrbîndir ki,
onun zîr-i himâyet ve cenâh-ı sıyânetine teslîm-i nefs ü hayat eden her türlü âlâm ü ekdâr ve her gûne mesâ’ib ü âfâttan emîn ü sâlim olur.
Dîn bir şâhrâh-ı kavîm ve bir sırât-ı müstakīmdir ki, o
menhec-i selîme sâlik olan nâ’il-i sa’âdet-i dâreyn ve vâsıl-ı
ser-menzil-i kāb-ı kavseyn olur. –mâba’di var–
Mardinîzâde Mehmed Ârif
TEVHÎD
Yâhûd
FERYÂD
Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avâlim,
Zıllin bile esrâr-ı zuhûrun gibi muzlim!
Kürsî-i celâlin –ki semâlarla zeminler
Bir nokta kadar sahn-i muhîtinde tutar yer–
İdrâkin eder gâye-i ümmîdini haybet...
Yâ Rab, o ne dehşettir, İlâhî, o ne heybet!
Cevlânına yetmez gibi pehnâ-yı avâlim,
Gâhî seni bulmak içi, âvâre hayâlim
Bir şevk ile lâhûta kadar yükseleyim der.
Lâkin nasıl olsun ki bu mi’râca muzaffer?
Nâsût muhîtinde henüz çalkalanırken,
Bir dest-i tecebbür dayanıp göğsüne birden;
Medhûş ü muhakkar serilir esfel-i hâke:
Başlar oradan nâdim olup bağrını çâke.
Yalnız o mu? Bin fikr-i semâvî bu zeminde,
Bîtâb-ı taharrî kalarak âh ü eninde!
Eşbâha mı kurbün olacaktır cevelângâh?
Ervâh bütün mündehiş-i “sümme radednâh!”
Sun’undaki esrâra teâlî bize memnû’
Olmaz mı, ridâ-pûş dururken daha masnû’?
Hurşîd-i ezelden nasıl ister ki haberdâr
Olsun daha bir zerreyi derk etmeyen efkâr?
Ey nâmütenâhî sana nisbet ile mahdûd,
Mahsûr-i muhît-i kaderindir ne ki mevcûd.
Dîbâce-i evsâfını almaz bütün eb’âd,
A’dâd edemez silsile-i feyzini ta’dâd.
Ummân-ı şüûnun ki birer mevcidir a’sâr,
Her mevcesi bir lücce-i bî-sâhil-i âsâr!
Fermânına mahkûm ezeliyyet, ebediyyet;
Ey pâdişeh-i arş-ı güzîn-i samediyyet.
İbdâ’-ı bedîin -ki cihanlarla bedâyi’
Meydâna getirmiş- bize ey Hâlik-ı Mübdi’,
Mübhem nasıl olmaz ki? Ademden değil isbât,
Bir zerre-i mevcûdu yok etmek bile heyhât,
Kābil olamaz çıksa da bin dest-i muharrib.
Yâ Rab, bu nasıl âlem-i lebrîz-i garâib!
[19] Serhadd-i ezel bed’-i hudûd-i melekûtun,
Pehnâ-yı ebed gâye-i sahn-ı ceberûtun.
Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey;
Bir anda bu pâyansız olan cevvi eder tayy.
Bir an, diyerek eylemişim bilmeyerek, bak!
Takyîd zamanla seni ey Fâtır-ı Mutlak!
Bâkīyi beşer her ne kadar eylese tenzîh,
Fâniyyeti îcâbı, eder kendine teşbîh!
Itlâka nasıl yol bulabilsin ki tefekkür?
Eşbâhı görür eyler iken rûhu tasavvur!
* * *
Ey rûh-i fezâ-gerd, giran-seyr-i harîmin,
Ey nâtıka, dembeste-i esrâr-ı azîmin;
Maksûd bu hilkatten eğer ma’rifetinse;
Varmış mı o müdhiş görünen gâyete kimse?
Bir sahne midir yoksa bu âlem nazarında?
Bir sahne ki milyarla oyun var üzerinde!
Bir sahne ki her perdesi tertîb-i meşiyyet;
Eşhâsı da bâzîçe-i âvâre-i kudret!
Cânîleri, kātilleri meydâna süren sen;
Cânîdeki, kātildeki cür’et yine senden!
Sensin yaratan, başka değil, zulmeti, nûru;
Sensin veren ilhâm ile takvâyı, fücûru!
Zâlimde teaddîye olan meyl nedendir?
Mazlûm niçin olmada ondan müteneffir?
Âkil nereden gördü bu ciddî harekâtı?
Ahmak neden öğrenmedi âdâb-ı hayâtı?
Bir fâilin icbârı bütün gördüğüm âsâr!
Cebrî değilim... Olsam İlâhî ne suçum var?
* * *
Bir sahne demek âleme pek doğrudur elbet;
Ancak görülen vak’aların hepsi hakīkat.
Hem öyle vekāyi’ ki temâşâsı hazindir,
Âheng-i tarab-sâzı bütün âh ü enindir!
Zîrâ ederek bunca sefâlet-zede feryâd;
Vâveyl sadâsıyle dolar sîne-i eb’âd.
Yâ Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi?
Senden daha bir emr-i sükûn inmeyecek mi?
Her ân ediyorsun bizi makhûr-i celâlin,
Kurbân olayım yok mu tecellî-i cemâlin?
18 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 20
Sendense eğer çektiğimiz bunca devâhî,
Kimden kime feryâd edelim söyle İlâhî!
Lâ-yüs’el’e binlerce suâl olsa da kurbân,
İnsan bu muammâlara dehşetle nigehbân.
Bir şahsa esîr olmayı bir koskoca millet,
Mekrinle mi yâ Rab sanıyor kendine devlet?
Dünyâyı yakıp yıkmaya bir seyf-i teaddî,
Emrinle mi yâ Rab ediyor böyle tesaddî?
Yerden çıkıyor göklere bin âh-ı şererbâr,
Gökler ediyor sâde çıkan nâleyi tekrâr!
Bir yanda yanar lânesi bin hâne-harâbın,
Bir yanda söner lem’ası milyonla şebâbın.
Başlar öteden vâlideler sîne-i hâke;
Evlâdını tevdî’ ederek bağrını çâke;
Ağlar beriden bir sürü âvâre-i tâli’,
Nan-pâre için eyleyerek ırzını zâyi’.
Bükmüş oradan boynunu binlerce yetîman,
Me’vâ arıyor âileler lâne-perîşan!
Mazlûm şikâyette, nedâmette sitemkâr;
Hûnâbe-i maktûle garîk olmada hunhâr!
Bîmârı, felâketliyi, üryânı, sefîli,
Meflûcu, amel-mândeyi, miskîni, zelîli,
Gaddârı, cefâ-dîdeyi, mahkûmu, esîri,
Heyhât, şu pâyansız olan cemm-i gafîri
Teşhîr ile şöhret kazanan sahne-i dünyâ
Gelmez mi İlâhî sana bir kanlı temâşâ?
* * *
Lâkin bu sefîlân-ı beşerden kiminin, var
Kalbinde bir ümmîd ki encüm gibi parlar:
[20] Îmandır o cevherdir ki İlâhî ne büyüktür...
Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür!
Mü’min –ki haberdar bu yekrûze cihânın
Fevkinde emelden de geniş bezm-i bekānın;–
Âmâdeliğinden çekecek etse de bilfarz,
Her ânı hayâtın ona binlerce belâ arz.
Ferdâdaki ezvâkı o ettikçe te’emmül,
Eyler bugün âlâma nasıl olsa tahammül.
Bir mülhidi lâkin kim eder tesliye heyhât?
Sığmaz onun âfâkına ferdâ-yı mükâfât!
İndinde semâvât ü zemin bir koca boşluk,
Feryadını gûş eyleyecek gûş-i kerem yok!
İlcâ-yı tesâdüfle şu “boş!” âleme düşmüş;
Etrâfına binlerce şedâid gelip üşmüş.
Onlarla boğuşmakla geçip devr-i hayâtı,
Encâm olacak mevt sükûn-i harekâtı...
Varlıktan onun inleyerek ölme nasîbi!
Bunlar beşerin işte en âvâre garîbi.
Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle,
Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle:
Gümrâhlarındır ki amâ leyline dalmış,
Bir rehber olur necm-i emel yok da bunalmış!
Sensin bu şebistâna süren onları elbet,
Senden doğacak doğsa da bir fecr-i hidâyet.
Mülhid de senin, kalb-i muvahhid de senindir;
İlhâd ile tevhîd nedir? Menşei hep bir.
Öyleyse nedendir bu tefâvüt ara yerde?
Esbâb-ı tehâlüf nedir efkâr-ı beşerde?
Yâ Rab, bu serâir gün olur da açılır mı?
Bir leyl-i müebbed olarak yoksa kalır mı?
Her zerrede âheng-i celâlin duyulurken,
Her nağmede binlerce lisan nâtık olurken,
Cilvendeki esrâr nasıl kalmada muzlim?
Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avâlim!
Mehmed Âkif
HÜRRİYET – MÜSÂVÂT
Bundan evvelki makālemizde Kānûn-ı Esâsî’mizin bize
bahşettiği hürriyetin kavânîn-i mevzû’a, kavâ’id-i mezhebiyye, âdât-ı milliyyemiz ile mukayyed olması lâzım geleceğini icmâlen göstermiş idik. Şimdi bu kuyûd-ı selâsenin fevâ’idini biraz daha îzâh etmek istiyoruz.
Evet, insan hür olmakla beraber bulunduğu memleketin
kavânîn-i mevzû’ası ahkâmına ittibâ’a mecbûrdur. Ve bu ittibâ’ levâzım-ı insâniyye ve zarûrât-ı medeniyyedendir. Zîrâ
mâdem ki insan medeniyyü’t-tab’ olup bir hey’et-i ictimâ’-
iyye ile yaşamak mecbûrîyetindedir, şu hâlde hey’et-i ictimâ’iyyeyi teşkîl eden her ferdin dâima o hey’ete âid menâfi’-i umûmiyyeye hâdim olması, hattâ kendi menâfi’-i şahsiyyesini bile o menâfi’-i umûmiyye zımnında gözetmesi ve
bu hey’et-i ictimâ’iyyenin menâfi’ine müte’allik her teklîfe
inkıyâd eylemesi ve her fi’l ü kavlinde ve bütün etvâr ü harekâtında menâfi’-i umûmiyyeyi ihlâlden son derece tevakkī
etmesi ve lede’l-îcâb kendi menfa’at-i şahsiyyesini menfa’at-i umûmiyyenin husûlüne fedâ eylemesi lâzımdır. Çünkü eğer böyle olmayıp da herkes dâima mücerred kendi
menâfi’-i şahsiyyesini nazar-ı i’tibâra alır ve bu maksadın
husûlü için her husûsda istediği gibi serbest kalır ise fıtrat-ı
beşeriyyede hevesât-ı hayvâniyye gâlib ve bu sebeble her
şahıs kendi nefsine, kendi tabî’atına, kendi arzusuna muvâfık olanı celbe, olmayanı def’e tâlib bulunduğundan her
şahsın her ne sûretle olursa olsun mücerred kendi menâfi’ini te’mîn ve tahsîl için gayrin hukūkuna tecâvüzden ictinâb ve hey’et-i ictimâ’iyyenin medâr-ı kıvâmı olan tekâlîfe
inkıyâd etmeyeceği ve bu sûretle menâfi’-i umûmiyyenin
muhtell olmasına sebebiyet vereceği ve bilâhare mensûb olduğu hey’et-i ictimâ’iyyenin şîrâze-i intizâmını haleldâr eyleyeceği umûr-ı bedîhiyyedendir.
Şu hâlde hayat-ı ictimâ’iyyenin adâlet ve hakkāniyet
dâiresinde cereyânına şiddetle lüzûm vardır. Bir hey’et-i ictimâ’iyyeye adâlet ve hakkāniyeti gösterecek şey ise ancak
kānundur. Zîrâ ukūl-i beşer mütefâvit olduğundan, yani
herkesin aklı ve dirâyeti bir seviyede bulunmadığından, bir
kānûn-ı adâlet olmaksızın her husûsda hakkı bâtıldan tefrîk
ve temyîz etmek herkesin kârı değildir.
Bunun içindir ki, hilkat-i Âdem’den beri her nerede bir
cem’iyyet-i beşeriyye teşekkül etmiş ise o cem’iyyet tarafından orada kendi hayât-ı ictimâ’iyyelerini muhâfazaya kâfil
bir kānûnun vücûduna ihtiyâc hissolunarak kendi ihtiyâcları
nisbetinde bir kānûn vaz’ına ve o kānûnun ahkâmına itti-
CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 21 SIRÂTIMÜSTAKĪM 19
bâ’a mecbûrîyet hâsıl olmuş ve bu usûl dünyanın her yerinde cârî olagelmiştir.
[21] Her kavim kendi hayat-ı ictimâ’iyye ve selâmet-i
kavmiyyeleri için böyle bir takım kavânîn-i mevzû’a ahkâmıyla mukayyed ve mükellef oldukları gibi yine aynı hikmete binâ’en bir çok kavâ’id-i mezhebiyye ahkâmıyla dahi
mukayyed ve mükelleftir. Ve bu da bir emr-i zarûrîdir. Zîrâ
insan ruh ile bedenden mürekkebtir. Hâlbuki beden fânî,
rûh ise bâkīdir. Bu âlem-i fânîde ebdân-ı fâniyyenin esbâb-ı
hayat ve sa’âdetini gösterecek, bildirecek bir takım kavânîn-i mevzû’a ahkâmıyla mukayyed olmak lâzım gelince âlem-i bâkīde ervâh-ı bâkıyyenin sa’âdet ve refâhiyeti yollarını bildirecek ve hattâ bu dünyada bile muhtâc olup da ukūl-i kāsıramızla idrâk edemeyeceğimiz nice hakâyıkı bize
gösterecek bir takım kavâ’id-i dîniyye ahkâmıyla mükellef
olmak lâzım geleceği evleviyette kalır.
Kavâ’id-i mezhebiyye, kavânîn-i şer’iyye demekdir. Bu
da bir lûtf-ı sübhânî olarak insanların dünyevî ve uhrevî,
sûrî ve ma’nevî esbâb-ı sa’âdetlerini ta’yîn ve te’mîn etmek
üzere taraf-ı ilâhîden bir nebî vâsıtasıyla insanlara teblîğ olunan ahkâmdır. Bu ahkâm, i’tikâd, a’mâl ve ahlâka müte’allik olup bu ahkâma ri’âyet edenlerin aksâ-yı merâtib-i sa’âdete te’âlî edecekleri ve etmeyenlerin dereke-i süflâ-yı mezellete düşecekleri şüphesizdir.
Bilhassa şerî’atımız, ciheteyni, yani hem ahkâm-ı dünyeviyye ve uhreviyyeyi câmi’ olduğu ve ekser-i kavânîn-i
mevzû’amız ve ale’l-husûs kānûn-ı medenîmiz, ahkâm-ı hukūkıyyemiz münhasıran kavânîn-i şer’iyyeden muktebes bulunduğu cihetle bizim kavâ’id-i dîniyye ahkâmıyla mukayyed olmamız kendi hayat-ı ictimâ’iyye ve menâfi’-i milliyyemiz iktizâsından olduğunu beyâna hâcet yokdur.
Bu kavâ’id cümlesinden biri de tesettür-i nisvân mes’elesidir. Kānûn-ı Esâsîmiz’in ilân olunması üzerine bazı yerlerde bu mes’eleye ri’âyet edilmemeye başlanıldığı ma’a’tteessüf görülmekte ve bu yüzden ma’âzallah beyne’l-müslimîn bir fitne-i azîmenin zuhûru kuvve-i karîbeye geldiği işitilmektedir. Ve bu da tabî’î bir şeydir. Çünkü yüzlerce milyon müslümanların canlarından daha azîz, rûhlarından daha mukaddes bildikleri bir dîn-i âlînin ahkâmından bir
hükm-i şer’îye karşı müslüman ünvânı altında bulunan bazı
kimseler tarafından bu gibi mubâlâtsızlık gösterilmek ve hattâ bunu tahkīre kadar vardırmak bütün ahâlî-i müslimenin
hukūk-ı mukaddeselerine tecâvüz demek olmakla böyle
ma’nâsız bir işten, bir hiçten dolayı dünyanın her tarafında
bulunan kâffe-i ehl-i İslâm’ın hissiyât-ı dîniyyeleri galeyâna
geleceği bedîhiyyât-ı umûrdandır.
Bununla beraber bazı müslümanların böyle bir hâl-i nârevâya cür’et etmeleri her türlü sa’âdet-i dünyeviyyemize
hüccet bildiğimiz ve muhâfazasına yemîn ettiğimiz Kānûn-ı
Esâsî ahkâmına da münâfî olduğundan hükûmetimizin bu
bâbda tedâbîr-i mü’essireye tevessül etmesi lâzımdır. Zîrâ
Kānûn-ı Esâsî’nin dördüncü ve onbirinci maddeleri hükmünce Devlet-i Osmâniyye’nin dîni, dîn-i İslâm’dır ve zât-ı
hazret-i padişâhî hasbe’l-hilâfe dîn-i İslâm’ın hâmîsidir. Bu
devletin dîni, dîn-i İslâm olup zât-ı hazret-i padişâhî de bu
dînin hâmîsi olunca tebe’a-i Devlet-i Aliyye’den bulunan
her müslüman bu dîn-i âlînin bütün ahkâmına ri’âyete mecbûr olduğu gibi, aksi takdirde kuvve-i icrâ’iyye demek olan
hükûmetimiz dahi o misilli kimseler hakkında tedâbîr-i zecriyye ittihâzına mecbûrdur. Zîrâ bu, Devlet-i Aliyye’nin tâbi’iyetini hâiz olan bir müslümanın ahkâm-ı dînden bir hükme ri’âyet etmemesi ve o hükmü tahkīre kadar varması
Kānûn-ı Esâsî’mizin şu iki madde-i mühimmesi ahkâmıyla
kābil-i te’lîf olamayacağından bu gibi kimseleri hükûmetimizin te’dîb ve terbiyeye mecbûrîyeti kendisine te’alluk
eden vezâ’if-i mühimme cümlesindendir.
Şerî’at-i garrâ-yı Ahmedî’de emr olunan şeylerin kâffesi
nâfi’ olduğu gibi, nehy olunan şeylerin cümlesi dahi muzırdır. Bugün bu hakīkat bütün ukalâ ve hükemânın taht-ı tasdîkindedir.
İşte şerî’atimizde emr olunan şeylerden biri de muhadderât-ı İslâmiyyenin kendilerine mahrem olmayan kimselerden tesettür etmeleridir ki, o da saçları dahi dâhil olduğu
hâlde vücûdlarını ziynetten ârî bir şey ile, câlib-i şehvet olmayacak bir libâs ile örtmekten ibârettir.
Şimdi bu hükm-i şer’înin muvâfık-ı hikmet ve maslahat
olup olmadığını muhâkeme edelim: Biz diyoruz ki; Şerî’atimizin ahkâm-ı sâiresi gibi bu hükm-i münîfi dahi muvâfık-ı
hikmet ve maslahattır, levâzım-ı insaniyye ve zarûrât-ı medeniyye cümlesindendir. Ve bu da vücûh-ı adîde ile sâbittir:
Evvelâ: Kadınlar tab’an nâzik ve ta’arruzgâh-ı ricâl olduklarından onlar hakkında ağyârdan tesettür kendileri için
büyük bir ni’met ve büyük bir eser-i şefkattir. Çünkü bütün
tecemmülâtı ile bir kadının, bâ-husûs genç ve güzel bir kadının ağyâr ve ecânibin enzâr-ı şehvetine arz-ı endâm etmesi ve ale’l-husûs bütün kuvâ-yı şehvaniyyenin ebdân-ı
beşeriyye üzerinde kemâl-i dehşet ve şiddetle icrâ-yı ahkâm
ettiği böyle bir zamanda erkeklerle, hem de kendisi ile, münâsebet-i gayr-i meşrû’ada bulunmak arzûsuna son derece
mağlûb ve münhemik olan erkekler ile musâhabette bulunması onun kıymet-i nisvâniyyesini tenkīsdan başka hiçbir
şeyi müntic değildir. Bunun böyle olduğunu tafsîlen beyâna
hâcet yoktur. Çünkü bu o kadar bedîhî, o kadar celî bir hakīkattir ki, bunu inkâr, âdetâ, “İki kere iki dört eder” hakīkatini inkâr menzilesindedir.
Sâniyen: Ma’lûmdur ki, bir â’ilenin te’mîn-i sa’âdeti iki
nevi’ vezâ’if-i mühimmeye merbûttur. Bunlardan biri vezâ’if-i beytiyye, diğeri vezâ’if-i hâriciyyedir. Bu iki nevi’ vezâ’ifi yalnız zevce îfâ edemeyeceği gibi, yalnız zevc dahi îfâ
edemez. Şu hâlde bu vazîfeleri taksîm etmek iktizâ eder. Vezâ’if-i beytiyyeyi zevceye, vezâ’if-i hâriciyyeyi de zevce tahmîl lâzım [22] gelir. Bunun aksi olmaz. Zîrâ kadınların hilkat-i asliyyelerindeki nezâket ve zarâfet iktizâsınca onların
bir takım ef’âl-i şâkkadan ibâret olan umur-ı hâriciyye ile
iştiğalleri muvâfık-ı hikmet ve maslahat olmayacağı gibi,
erkeklerin umûr-ı beytiyye ile iştigâle hasr-ı vücûd etmelerini de hiçbir akl-ı selîm tecvîz edemez. Çünkü bu âdetâ kānûn-ı tabî’atı tebdîle, kadınları erkek, erkekleri kadın yapmaya kalkışmak demek olup bunun butlânında ise hiç kimse tereddüd etmez.
Bir de kadınların gâye-i hilkatleri, mücerred onların
dünyaya çocuk getirmek ve o çocukları bir müddet terbiye
etmekten ibârettir. Binâ’en-aleyh eğer kadınlar umûr-ı hâriciyye ile iştigâle hasr-ı vücûd edecek olurlar ise hilkât-i nis-
20 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 23
vâna terettüb edecek olan şu hikmet-i mühimme ve maslahat-ı azîmenin fevt olacağı ve bu hâl bilâhare nesl-i beşerin dünyadan inkıtâ’ına sebebiyet vereceği şüphesizdir.
Mâdem ki kadınların uhdelerine terettüb eden vezâ’if
sırf umûr-ı beytiyyeyi tesviyeden ve dünyaya getirdikleri çocukları terbiyeden ibârettir, şu hâlde onların bütün ziynetlerini takınarak açık saçık oldukları hâlde kendi kıymet-i nisvâniyyelerini haleldâr edecek olan mahallere gitmelerine ve
bütün tecemmülâtlarıyla bir takım şehvetperestân ricâlin ictimâ’gâhı olan mahallerde bulunmalarına hiçbir fayda terettüb edemez. Bilâkis vazîfe-i mükellefeleri muhtell olarak onların bu harekâtından telâfîsi gayr-i kābil bir çok mazarratlar
husûle gelir. Ve nihâyet sa’âdet-i âile bil-külliyye mahvolur
gider. –mâba’di var–
Mûsâ Kâzım
VÂ’İZLER
Devr-i sâbıkın bizi mahrûm ettiği en büyük ni’metlerden
biri vâ’izlerdir. Sû-i idâre ile sû-i ahlâk bizi dereke-i helâk ve
izmihlâle indirdiği, necât ve selâmetten âdetâ ümîdler munkatı’ olduğu hâlde yine hükûmet kurşunuyla mühürlenen
ağızlardan inzâr ve tebşîre dâir harf-i vâhid çıkmıyor, kulaklara necât ve selâmet-i ümmeti kâfil olan âyât-ı kerîme ve
ehâdîs-i nebeviyyenin hiç biri vâsıl olmuyor, gözler mâzînin
o muzlim ve hûnîn, mahûf ve zehr-âgîn muhît-i belâ-perverinden ne sağa ne sola in’itâf etmemeye mahkûm bulunuyordu. 1
,de izlerin’vâ kerîmesi i-âyet) صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ)
mütte’izlerin de musavvir-i hâl ü şânı idi. Hakīkī muktedir
ulemâ mevâ’iz rahlelerinden teb’îd ediliyordu. Kendini bilen
ukalâ vâ’iz dinlemekten ibâ ediyordu. Kulaklar hakīkī va’z u
nasîhati dinlemeye dinlemeye, gözler kürsülerde vâ’iz görmeye görmeye artık va’zın da, vâ’izin de ma’nâsı unutulmaya yüz tuttu. Bu ümmet-i merhûmenin mazhar-ı felâh olması ümîdleri munkatı’ olmaya başladı. Üstâd-ı fezâ’il-nihâdımız Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi hazretleri gibi hâli takdîr
eden ulemâ ender-i nevâdirden ma’dûd idi. Bununla beraber hazret-i üstâda sorarız: “Başına çok cemâ’at topluyor”
dedirtmemek için bazı günler dersi ta’tîl etmiyor muydu?
Cemâ’ati taklîl edip yalnız dürer-i akvâl-i hakîmânesini dinlemeye en ziyâde meftun olanlarla iktifa için ders günleri
hakkında cemâ’atini bil-iltizam şaşırtmıyor muydu? Cemâ’at
içinde dâima yüzlercesi hazır olan hafiyelerin kabarık duran
uzun kulaklarını kuşkulandırmamak için ağzından çıkan her
kelimeyi tartmaya, sevk-ı heyecan ile farkına varmayarak
en ciddi mebâhise dalarken kendisini toparlayıp suya sabuna dokunmayan mebâhise avdette kendini muztar görmüyor muydu? Bir zülâl-i herdem-feveran, bir derya-yı demâdem-cûşân olan o ilm ü irfanın mecrâ-yı hakīkīsini, istikāmet-i tabî’iyyesini çevirmek için ne zahmetler çektiklerini
kendisine sormalı. Bir ay evvelki Manastırlı ile bugünkü Manastırlı beynindeki farkı görmek isteyenler iki ay evvel me-
1 Bakara, 2/171.
vâ’izinden neşr olunan nümûnelerle Sırâtımüstakīm’imizin
neşr etmekte olduğu mev’izesini karşılaştırsınlar.
Vâ’iz nedir?
Mürebbî-i ümmettir, mu’allim-i fazîlettir, mülakkın-ı hikmettir, vâris-i vazîfe-i nübüvvettir. Nefsü’l-emirde bu kadar
ulvî bir maksad-ı dîn ile te’essüs eden vâ’izlik vazîfe-i mukaddesesi –pek garîb bir cilve-i tâli’dir ki– nice yüz senelerden beridir hükûmetlerce kalb-i istibdâda âb u tâb-ı hayat
vermek üzere isti’mâl edilmiş şerâyîn-i mefsedet hükmünde
kalmıştır. Bu vazîfe-i menhûseyi îfâdan istinkâf eden hakcû
vâ’izler e’âzım sırasına geçmiştir. Millet-i İslâmiyye’nin isti’-
dâdını boğmak, hissiyât-ı necîbesini öldürmek için ittihâz edile gelmiş olan bu siyâset-i zâlimânenin netâyic-i tabî’iyyesindendir ki, devr-i sâbıkta vâ’izler, resmen dersi’âmlardan
dûn bir mertebede tutulmuş, dâima ru’ûs imtihanlarını kazanamayanlara veya kazandırılmayanlara tahsîs edilmiştir.
Binâ’en-aleyh erbâb-ı iktidardan olan hocalarımız va’za tenezzül etmez ve gitgide va’z u nasîhat yollu iki satırlık sözü
bir araya getiremez bir hâle geldi idi. Diğer taraftan da
vâ’izler –nevâdir-i müstesniyâtdan sarfınazar– iktidarsızlardan intihâb edildiği için erbâb-ı ukūlü ağlatacak, bizi düşmanlarımıza maskara edecek bir derekeye [23] inmişti. Hâlbuki vâ’izlerin mevki’-i hakīkīleri tedkīk edilirse ders hocalarından çok yüksek olmalıdır.
İnkıtâ’-ı vahiyden sonra vazîfe-i teblîğin vâris-i hakīkīleri
vâ’izler olmuştur. Pîşvâyân-ı ümmet olan bu sınıf-ı mümtâz 2
mündemic münîfinde ı-mazmûn) انما بعثت لاتمم مكارم الاخلاق)
gâye-i bi’seti telkīn ve takrîr ile me’mûrdur. Verâset-i vazîfe-i
nübüvvetle serefrâz olanların kudsiyeti, halka, Hâlik’a, Peygamber’e, ümmete karşı mes’ûliyeti ne kadar ağır olduğu
mülâhaza edilsin.
Bir vâ’iz âlim olmalıdır. Evâmir ve nevâhî-i ilâhiyyeyi,
tekâlîf-i şer’iyyeyi, sünen-i nebeviyyeyi bilcümle dekāyıkıyla
bilmelidir.
Tefâsîr-i şerîfe ile fevkalâde tevaggul etmiş, ehâdîs-i nebeviyyeden çok şeyler ezberlemiş olmalıdır. Bir münkiri iskât edebilecek kadar ulûm-ı akliyyeden behre-mend olmalıdır. Bir vâ’iz fasîh ve belîğ bir hatîb-i natûk olmalıdır ki, delâ’il-i hitâbiyyesi cemâ’ati teshîr, aheng-i elfâz-ı dil-nişîni yüreklere te’sîr etsin.
Bir vâiz kendi ilmiyle âmil ve cemâ’atine nümûne-i imtisâl olacak bir zâhid-i mücâhid olmalıdır. Gözlerini menfa’at
bürüyen, hutâm-ı dünyaya dört el ile sarılan, fi’li kavlini
tekzîb eden vâ’izin sözlerinde te’sîr olmaz. Ettiği tehdîdat ile
kendi kalbi sızlamayan vâ’izin sözleri muhâtabını îkāz etse
de muvakkattir.
Hâsılı bir vâ’iz hakîm olmalıdır, cemâ’atin o sa’atteki
ihtiyâcını takdîr etmelidir. Nevâfil-i ibâdâtı sa’ye, infâk-ı iyâle tercîh eden bir kavmi fezâ’il-i kisbe, hiss-i menfa’at ile dîde-i basîreti kapanmış, meyl-i dünya ile âhireti unutmuş bir
halkı fezâ’il-i ibâdâta, bir emr-i hayra da’vet edilecek bir
cemâ’ati tebşîrat ile, sû-i âkıbetinden havf edilen bir hâlden
alıkonulacak bir fırkayı inzârât ile irşâd etmenin yolunu
2 Beyhakî, Sünen, Bâbü Beyâni Mekârim el-Ahlâk.
CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 24 SIRÂTIMÜSTAKĪM 21
bilmeli ve söylenecek sözlerin zemîn ve zamanını tam sırasında keşf etmelidir.
Böyle vâ’izlerimiz ma’at-teessüf yok denecek kadar enderdir. Bundan sonra göreceklerimizi bilemez isem de şimdiye kadar tesâdüf ettiğimizin çoğu hayfâ ki bu şurûtun ezdâdını câmi’ idiler. Şimdiye kadar va’zın sâ’ik-ı hakīkīsi
“cerr” idi. Taşradan İstanbul’a ve İstanbul’dan taşraya bir
cezr ü medd-i menfa’at cereyânına tutularak sürülen bir alay vâ’izlerin ağzından çıkan sözlerin ma’nâ-yı sarîh ve zımnîsi “Sadaka-i fıtrı bana veren cennete gider” me’âline
müncer olurdu. Bir milletin kendi ulemâsına karşı en celî bir
nânkörlük nişânesi olan bu hâlden dolayı bu bîçâreleri hâşâ
mu’âhaze etmek istemem! Bu zavallılar ma’zûrdur. Kabâhat
ve hattâ cinâyet, ulemâsını aç bırakan, pîşvâ-yı hidâyeti olacak bir sınıfı tese’üle mecbûr eden millete âiddir. Vâ’izi ne
yapsın ki? Nefsini tahsîl-i ilme vakf edince tedârik-i nafaka
için avuç açmakta, açlığa müddet-i medîde sabr edemeyeceği için bir şey öğrenemeden kürsî-yi va’z u nasîhate çıkmakta muztâr kalıyor. Sermâye-i ilm ü irfândan bî-nasîb olarak o makām-ı mu’allâya çıkınca da kendi aklınca cemâ’atin nazar-ı dikkatini celb etmek için rahlesini yumruklamaya, onları eğlendirmek için de fevkine çıkamadığı mertebe-i avâmda tedâvül eden hurâfât ile meclisi işgâle başlıyor. Allah ile Resûlü’nün teberrî’ ettiği bu hurâfât ise avâmı
ıdlâl ediyor. Babasının evinde, mektebinde dîn nâmına bir
şey duymayan, öğrenmeyen bir çok gençlerimizi dîn-i İslâm
hakkında sû-i zan vâdîlerine düşürüyor, hamiyetli müslümanları kızdırıyor, yabancıları güldürüyor. Artık bu hâle nihâyet verecek sıra gelmiştir. Bâb-ı Meşîhat’in buna bir çâre
düşünüp bulmasını dîn, ilim, hamiyet, şeref-i kavmiyyet ve
milliyyet nâmına taleb ederiz. İndirâsa yüz tuttuğunu görmekle dilhûn olduğumuz me’âlim-i İslâmiyyenin ihyâsı neye
mütevakkıf ise artık esbâbına tevessül edilsin, artık İslâm’a,
müslimîne yakışacak vâ’iz yetişsin.
Bu senelik en âcil tedbîr ise Ramazan-ı Şerîf’te taşraya
gönderilecek vâ’izlerin talebenin en zekî ve en açık fikirlilerinden intihâb edilerek usûl-i meşveretin muhassenâtından,
şer’-i şerîfe mutâbakatinden bahisle halkı me’lûf oldukları
zilletten tahlîse, ittihâd ve ittifâka sevke, nifâk ve şikāktan,
ağrâz-ı şahsiyyeye müstenid adâvetlerden tahzîre çalışmak,
diğer vatandaşlarımızı dilgîr edecek ef’âl ve akvâlden şer’an
memnû’ olduğumuzu ifhâm eylemek lüzûmunu kendilerine
teblîğ etmektir. Zira bugünkü günde her şeyden ziyâde vifâk
u ittihâda, dînimizin bizi men’ ettiği zillet ve esâret dâiresine
avdet etmemeye muhtâcız.
Ahmed Naim
NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE
Bir gün bir yerde iken, ezmine-i kadîme ve ahîredeki
meşâhîrin terâcim-i ahvâline dâir Fransızca yazılmış bir eserde nâm-ı nâmî-i Cenâb-ı Fahru’r-rusül’ü gördüm. Âsâr-ı
ecânibde nâm-ı pâk-i Muhammedî’yi gören bir muvahhidin
kalbine bu ism-i mübârekin sâhib-i celîlü’l-kadri hakkında
ne söylenmiş olduğunu anlamak için ne derece şevk istilâ
edeceğini ta’rîf iktizâ etmez.
Bir de baktım ki, o Ser-i Kâfile-i Enbiyâ aleyhi efdalü’ttehâyâ hazretleri muhârebât ve fütûhâtta şöhret-gîr-i âfâk olan nâmdârân sırasında ve rif’at ve fehâmet-i [24] nebeviyyelerine gayr-i lâyık sûrette gösterilerek hâşâ kadr-i vâlâ-yı
risâlet-penâhîleri sırf maddî bir fazl ü meziyyet menzilesine
tenzîl edildikten başka usûl-i dîn, fürû’una ve mezâmîn-i âyât-ı Kur’âniyye, ehâdîs-i nebeviyyeye karıştırılmış ve bazı
ahkâm-ı ilâhiyye zikrolunup o da fıkdân-ı fehm ü ıttılâ’dan
nâşî yanlış nakledilmiş: Sanki bir levha-i zîbânın mevkilerine
pek çesbân cüz’lerini diğer cihetlere tahvîl ile heyet-i mecmû’asındaki nazar-firîb manzarayı bozmaya çalışmak kabîlinden olarak ayrı ayrı mevâd ve mesâlihe müte’allik birkaç
âyet-i kerîme karmakarışık bir sûrette gûyâ hülâsa veya nümûne olmak üzere bir mahalle cem’ ile heyhât! İşte rûh-ı
Kur’ân budur… demek istenilmiş. Neş’e-i uhrâda Hazret-i
Rabb-i Kerîm’in ibâd-ı salihîne mebzûl ve râyegân olacak iltifât ve mükâfat-ı ilâhiyyesi acîb ve garîb destânlar sûretinde
gösterilmiş. Ve mü’ellif-i eserin hâme-i tuğyân ve nâdânîsi
nikāb-ı sitâyiş altında daha bu kabîl nice münâsebetsiz sözler ile tesvîd-i sahâ’if ederek zu’m-ı kāsırınca ma’nen gûyâ
bir intikādnâme yazmış!
Risâle-i mezkûre Fransa’da mekâtib-i i’dâdiyye talebesi
için tertîb edilmiş ise de Fransızca tahsîl eden bazı nevresîdegân-ı şâgirdânımız elinde de görülüyor.
Bu misilli âsârı mütâla’a eden şübbân-ı ümmete muhteviyât-ı kudsiye-i Furkāniyye hakkında bir âyîne-i hakāyıknümâ olmak üzere Kitabullah’tan, o efkâr ve kulûbda başka
bir îkān ve itmi’nân, başka bir tâ’at ve irtibât, başka bir te’sîr
ve hâlet, başka bir neş’ve-i halâvet hâsıl eden mu’cize-i bâhire-i bâkıyyeden bazı âyât-ı celîleyi teberrüken bir yere
cem’ ettim ve her âyetin zîrine me’âl-i münîfini şerh ve tefsîr
sûretiyle naklettikten sonra makāma münâsib bazı tafsîlât
dahi ilâve eyledim. Bu vech ile husûle gelen enmûzec “Necâ’ib-i Kur’âniyye” tevsîm kılındı.
Fî 27 Ramazan sene 1330 Makrıköy Mahkeme-i
Temyîz A’zâsından
İsmâil Hakkı
Li-muharririhî
Mevrid-i vahy-i ilâhîdir Muhammed Mustafâ
Mürşid-i râh-ı sa’âdettir o tâc-ı asfiyâ
* * *
SÛRE-İ BAKARA
ÂYET 21
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Ey nâs; sizi ve sizden evvel gelenleri yaradan Rabbiniz’e ibâdet ve ubûdiyet edin; belki ittikā edersiniz.” (Nâgeh
nâ’il-i hüdâ ve felâh olan zümre-i etkıyâya duhûle ümîdvâr
olabilesiniz.)
Kitabullah işte nâsı cümlemizin perverdigârı olan ve
cümlemizi yokdan var eden Hâlık te’âlâ ve tekaddes hazretlerinin ibâdet ve ubûdiyetine da’vet ediyor ve bunun dâ-
22 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 25
reynde vesîle-i fevz ü felâh olacağını beyan buyuruyor. Zât-ı
Bârî’yi bilmemek, bilmeye çalışmamak ve şân-ı ulûhiyyetine
lâyık tesbîh ve temcidde, ibâdet ve ubûdiyette bulunmamak
insan gibi zî-tefekkür bir mahlûka yakışır mı? Âfak u enfüsde gördüğümüz şu nizâm, şu tenâsüb, şu kavânîn-i beendî’a gayr-i müdrik olan cüz’-i ferdlerin ictimâ’ ve te’âvüennüyenle husûle gelebilir mi? Vicdân-ı selîm bu zehâb-ı bâtılı
her dem feryâd ile tekzîb etmiyor mu?..
* * *
(لعل (kelimesinin ifâde eylediği tevakku’ ve ümîd, Cenâb-ı Hakk’a değil, ibâda râci’dir, Çünkü bir şeyin husûlüne
intizâr o şeyin âkıbeti bilinmediği zaman olur. Bu ise allâmu’l-guyûb olan Cenâb-ı Bârî hakkında muhâldir. Yâhud
mülûk ve ekâbir îfâsını tasmîm ettikleri va’adlerini (belki) ve
emsâli edâlar ile îrâd etmeye mu’tâd olduklarından Kelâmullah bu üslûb üzere vârid olmuştur. Yâhûd (لعل (kelimesi
(كى (yani “tâ ki” ma’nâsınadır denilmiştir - Tefsîr-i Râzî. Sâhib-i Keşşâf diyor ki: (لعل (kelimesi (كى (ma’nâsına gelmezse
de itmâ’ ma’nâsına yani ümîdvâr etmek ma’nâsına gelir.
Kerîm ve Rahîm olan zâtın ise ümîd olunan bir şeyin husûlüne ümîd vermesi va’d-i kat’î olduğundan (لعل (kelimesi
(كى (ma’nâsınadır denilmiştir.
SÛRE-İ BAKARA
ÂYET 22
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ
الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَكُمْ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
O Perverdigâr ki, arzı size firâş kıldı ve semâyı (bu ârâmgâh üzerine nazarda kubbe gibi) inşâ eyledi. (Hâlık te’-
âlâ hazretleri bu arsa-i pehnâyı ma’îşet ve mu’âşeretimize
muvâfık sûrette halk ve îcâd buyurmuştur. Üzerinde istediğimiz gibi oturur, kalkar, yatar, gezeriz. Kimi yerinde hâk
bâriz, kimi yeri bihar ile mestûr. Dağlar yücelmiş, ovalar
[25] döşenmiş, nehirler cârî. Kubbe-i semâ bunca mesâbîh
ile münevver ve müzeyyen. Fevkımizde böyle bir temâşa-yı
latîf. Rû-yı zemîn ise gûnâgûn ni’am ve lezâ’iz ile mâlâmâl)
ve (o Perverdigâr-ı Zîşân) semâdan su inzâl edip onunla
size rızk için semerât (ve mahsûlat) çıkardı (Yerden sınıf sınıf
nebâtât, gûnâgûn meyveler, sebzeler, ekinler bitirdi.) İmdi
siz (bu hakā’ikı) bildiğiniz hâlde Cenâb-ı Hakk’a emsâl ve
şürekâ ittihâz etmeyin.
* * *
Cârullah el-Allâme ve Fahreddîn Râzî ve Kādî Beydâvî
ve Ebussu’ûd hazerâtı bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde diyorlar ki: “Arzı firâş etmenin ma’nâsı, suyun tab’ı arzı kuşatmak
iktizâ ederken Cenâb-ı Hak onun bazı kıt’alarını su üzerine
çıkardı ve onu ne pek sulb ve ne pek yumuşak yaratıp zirâ’at ve i’mâra kābil olacak sûrette bu ikisi arasında kıldı.
Bu cihetle rûy-ı zemîn döşenmiş ve döşek gibi insanların
bi’l-vücûh huzûr ve istirâhatlerine müheyyâ oldu demektir.
Bu ise arzın musattah olmasını îcâb etmez. Zîrâ onun hacim
ve cürmü gâyetle büyük ve geniş olduğundan küriyet şekli
onun üzerinde istikrâra ve kemâl-i sühûletle âmed ü şüde
ve ebnâ-yı beşerin diğer menâfi’ine kat’â mâni’ değildir.”
Bu âyet-i kerîme arzın musattah olmasını îcâb etmeyeceğine dâir Carullah’ın ibâresi şudur:
..فان قلت هل فيه دليل على ان الارض مسطحة
وليست بكرية قلت ليس فيه...
Fahreddîn Râzî’nin ibâresi budur:
ومن الناس من زعم ان الشرط فى كون الارض فراشًا ان لاتكون كرة، واستدل
بهذه الآية على ان الارض ليست كرة، وهذا بعيد جدًا لان الكرة اذا عظمت جدًا
كانت القصعة منها كالسطح فى امكان الاستقرار عليه...
Kādî Beydâvî’nin ibâresi şöyledir:
...وذلك لايستدعى كونها مسطحةً، لان كرية شكلها مع عظم حجمها واتساع
جرمها لاتأبى الافتراش عليها
Ebussu’ûd merhûmun ibâresi aynen şudur:
وليس من ضرورة ذلك كونها سطحًا حقيقيًا، فان كرية شكلها
جرمها مصححة لافتراشها
İbrahim Hakkı merhûmun Ma’rifetnâme’sinin küriyet-i
arz mebhasinde, “Zemîni musattah zannedip basît olmak
fikrin edenler mağlûb-ı vehm ü hayâldir.” dedikten ve bu
mebhasde bir hayli edille-i akliyye îrâd eyledikten sonra ennihâye şöyle söylüyor: “Bu cümleden kat’-ı nazar Hind-i
Şarkī ıtlâk olunan Hindistan’a ve Hind-i Garbî tesmiye kılınan Yeni Dünya’ya Bahr-i Muhît ile sefer edenlere şarkan
ve garben geşt ü güzâr imkânı zâhir oldu. Mağribden kalkarak ve tahte’l-arz bahr-i mezkûr ile dolaşarak maşrıktan gelen sefîneler arzın istidâresi da’vâsını alenen isbât etmekle
cemî’-i edillenin hâtimesi oldu ve artık münâza’a bâbını bütün bütün seddeyledi.”
Fahreddin Râzî hazretleri Sûre-i Bakara’dan 165’inci
âyetin tefsîrinde zıll-i arzın istidâresiyle dahi arzın müstedîrü’ş-şekl olduğuna istidlâl eylemiştir. Orada diyor ki: “Husûf-ı Kamer demek Şems ile Kamer arasına Arz haylûlet
ettiği zaman Kamer üzerine mümtedd olan zıll-i Arz sebebiyle cevher-i Kamer’den nûrun zâ’il olması demek olduğundan husûf-ı Kamer zıll-i Arz’ın kendidir. Mümtedd olan bu
zıl ise Kamer’in bazı cüz’ü münhasif olduğu vakitlerde müşâhede edildiği üzre müstedîr olduğundan o zılli husûle getiren şekl-i Arz’ın dahi müstedîr olduğu nümâyân olur.
İntehâ - Mülahhasan
Tenbîh
Muhakkıkīn-i ulemânın “Arz musattah değildir” demeleri musattahın küriyete münâfî olan ma’nâ-yı ıstılâhîsi i’tibârıyladır. 1
(سطحت كيف الارض والى (âyet-i kerîmesinde isbât olunan satıh ise ma’nâ-yı lugâvîsinde müsta’mel olduğundan
1
Gâşiye, 88/20.
CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 26 SIRÂTIMÜSTAKĪM 23
onların nefy ettikleri tastîh bu âyete münâfî değildir. Ehl-i
lügat tasrîh etmişlerdir ki, sathın asıl ma’nâsı yayıp döşemektir. (الارض الله سطح (deniyor ki; “Allahu Te’âla Arz’ı yayıp
döşedi” demektir. Arza basît denilmesi dahi ittisâ’-ı cirmine
mebnîdir. Yoksa kürevî olmadığı için değildir. bazı nâs bu
gibi ıtlâkāt ve ta’bîrâttan Arz’ın kürevî olmadığına zâhib olmuşlarsa da bu bir vehm-i mahzdır; menşe’-i galatları Kur’-
ân-ı Kerîm’de zikr olunan elfâz-ı lûgâviyyeyi ehl-i fünûn arasında sonradan peydâ olmuş me’ânî-i ıstılâhiyyeye haml etmeleridir. Muhakkıkīn-i ulemânın bu mebhasde naklolunan
sözleri, elfâz-ı Kur’âniyyeyi me’ânî-i asliyesinden hılâf-ı zâhire sarf ile Arz’ın kürevî olmadığını istinbâta kalkışan erbâb-ı evhâmın zu’mlarını redd için îzâh-ı hakīkatten ibâret
olup te’vîlât ve tekellüfât değildir. Elhâsıl, Kitâb-ı Azîz’de
Arz’ın kürevî olmadığını îhâm edip de muhtâc-ı te’vîl olur
hiç bir şey yoktur.
* * *
Yine bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde müfessirîn-i müşârun-ileyhim demişlerdir ki: “Semerât ve mahsûlâtın zuhûra
gelmesi Allahu Te’âla’ın kudret ve meşiyyeti iledir. Lâkin
Cenâb-ı Hak semerâtı zuhûra getirmeye toprak ile memzûc
suyu hayvanın nutfesi gibi sebeb ve madde kılmış, yani toprak ile sudan memzûc maddeye semerâtın suver ve keyfiyyât-ı mütehâlifesini ifâza üzerine âdet-i [26] ilâhiyye cârî olmuş, yâhûd Allahu Te’âla suda kuvve-i fâ’ile ve Arz’da kuvve-i kābile ibdâ’ ve îcâd edip bu ikisinin ictimâ’ ve tefâ’ülünden sunûf-ı semerât ve mahsûlât tevellüd eylemişdir. Bârî te’âla ve tekaddes hazretleri esbâb ve mevâddın kendilerini nasıl bilâ-vâsıta ibdâ’ buyurmuşsa eşyânın kâffesini de
esbâb ve mevâd bulunmaksızın îcâda kādirdir. Fakat eşyâyı
bir hâlden diğer bir hâle tedrîc ve bir mertebeden diğer bir
mertebeye nakil ile inşâ ve îcâd buyurmasında azamet ve
kudret-i ilâhiyyesine ulü’l-ebsârın atf-ı nigâh-ı ibret ve irfân
eylemelerini her dem tecdîd eder sun’ u hikemi vardır. Eşyâ
tertîb ve tedrîc bulunmaksızın def’aten inşâ edilmiş olaydı
bedâ’i’-i hikmet demâdem tecellî etmemiş olurdu.”
Bundan sonra da semâdan nüzûl-i bârân husûsuna
nakl-i kelâm ile bazı müfessirîn diyorlar ki: “Semâ ile murâd
sehâbdır. Zîrâ sakf ve emsâli gibisinden yüksek ne kadar şey
varsa hepsi “semâ” olduğundan sehâba da “semâ” ıtlâk olunur. Yâhûd eczâ’-i ratabenin yani ebhirenin a’mâk-ı Arz’-
dan cevv-i havâya yükselerek ebr-i bârân-feşân olması cereyân-ı âdetullah üzere hava ve harâret-i Şems gibi esbâb-ı
semâviyye ile husûl bulduğundan bu alâka ve mülâbese ile
(Semâdan su inzâl eyledi) buyurulmuşdur. Şu hâlde, “Emtâr yerden kalkıp havanın tabaka-i bâridesine tesâ’ud eden
ebhireden tevellüd eylediği hâlde âyet-i kerîme buna muhâlif düşüyor.” diye su’âl vârid olmaz.”
وَأَنزَلْنَا مِنَ الْمُعْصِرَاتِ مَاءً ثَجَّاجاً
1 لِنُخْرِجَ بِهِ حَبّاً وَنَبَاتاً وَجَنَّاتٍ أَلْفَافاً
Sûre-i Enbiyâ’da,
1 Nebe, 78/14-16.
2 وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
nazm-ı celîlinin tefsîrinde Fahreddîn Râzî hazretleri kelâm-ı
Arapda her deverân eden şeye “felek” denildiği ve cem’i
“eflâk” olduğunu söyledikten sonra, “Mâhiyet-i felekte ihtilâf olunarak bazıları; “Felek bir cisim olmayıp nücûmun medâr ve mahrekinden ibâretdir” dediler ki Dahhâk’ın kavli
budur. Ekser nâs ise, “Eflâk, nücûmun kendisi üzerine deverân ettiği ecsâmdır” dediler ki “zâhir-i Kur’ân’a daha karîbdir” diye mâhiyyât-ı eflâke dâir akvâli orada daha bazı
tafsîlât ile beyân eylemişdir.
Mahkeme-i Temyîz A’zâsından
İsmâil Hakkı
DELÂ’İL-İ MEŞVERET
1) Kitab:
Yeryüzünde insanları halkedeceğim diye melâikeye vâkı’ olan hitâb-ı izzetin hikmeti ta’lîm-i müşâveredir.
“Onlar ile müşâvere et!” mefhûmunda bulunan âyet-i
celîle dahi mesâlih-i mühimmede meşrû’iyet-i şûrâya delildir.
“Emirleri beynlerinde şûrâdır” ma’nâsındaki âyet-i celîlede istişâre edenler medih buyurulmuş olmakla aksi bulunan infirâd ve istibdâdın inde’ş-şer’ mekrûh olduğu nümâyân olur.
Kādî Beydâvî’de; (جربها من يعلم اعتيادية امور هى انما (denilerek umûr-ı dünyeviyyede meşveretsiz hareketin hilâf-ı şer’
ve sünnet idiği gösterilmişdir.
2) Sünnet:
3
4) استرشدوا العاقل ترشدوا فلاتعصوه فتندموا)
(انتم اعلم بامر دنياكم)
hadîs-i şerîfleri rivâyet edilmiş olduğu gibi Resûl-i adâletkarîn 5
(ّعلى اشيروا (buyurmuşlardır. (Sünnet-i kavliyye.)
Ashâb-ı Kirâm’la müzâkere ve müşâvere eylemiştir.
(Sünnet-i fi’liyye)
3) İcmâ’-ı Ümmet:
Hulefâ-i Râşidîn hazerâtı mesâlih-i cumhûrda dâima
müşâvere ederek hâsıl olacak karâra göre hareket ederlerdi.
Hazret-i Ömer kendisinden sonra halîfe intihâbını şûrâya tevdî’ ve meclis-i meşvereti dahi ta’yîn eylemişdir.
Sadr-ı İslâm’da usûl-i idâre-i hükûmet gâyet sâde ve
Ashâb-ı Kirâm’ın hâiz oldukları fezâ’il sebebiyle mu’âmelât-ı
nâs her türlü mezâlim ve seyyi’âttan âzâde olmakla beraber
harb, taksîm-i ganâ’im ve intihâb-ı me’mûrîn gibi ahvâlde
ekseriyâ mescid-i şerîfte bi’l-ictimâ’ müzâkere ve müşâvere
ederlerdi.
Hazret-i Fâruk, Abdurrahman ve Ali ve Osman ve Talha
gibi kibâr-ı muhâcirîn ve Ashâb ile bir mes’elede istişâre et-
2 Enbiyâ, 21/33.
3
Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr 1818. 4
Müslim, Sahîh, Kitabü’l-Fezâ’il 38. 5
Buhârî, Sahîh, Kitabü’t-Tefsîr 231.
24 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 27
mişti. Beynlerinde ihtilâf-ı ârâ vâkı’ olduğunda Hazret-i Ömer re’y-i ekseriyeti bi’l-kabûl ol vechile amel eylemişdi.
Yine müşârun-ileyh beşi Evs’den, beşi Hazrec’den olmak üzere on nefer Ensârî cem’ ederek bir hutbe-i belîga îrâd ettikten sonra hükûmet me’mûriyetlerine bazı zevâtın
intihâbında istişâre ve verdikleri karâr dâiresinde hareket
eyledi.
ندب الله رسوله الى المشاورة مع انفتاح باب ) ;de’Sanâyi i’-Bedâyi
.zikredilmişdir diye) الوحى فغيره اولى
Ebî Hüreyre şöyle demişdir: 1
ما رايت احدا بعد رسول الله اكثر )
(مشاورة لاصحابه
[27] Emîrul-mü’minîn Ali; “Meşverette yedi hısâl-i hamîde vardır:
1. İstinbât-ı savâb
2. İktisâb-ı re’y
3. Hatâdan tehassun
4. Melâmetten teharruz
5. Nedâmetten necât
6. Ülfet-i kulûb
7. İttibâ’-ı isr” buyurmuşdur.
.demişdir) اجعل عقل غيرك لك) oğluna Lokman
Elhâsıl, İslâmiyet’te istibdâd makdûh ve istişâre ile idâre-i umûr-ı hükûmet memdûhdur.
4) Delîl-i Aklî:
İnsanlar akıl, fehim, idrâk ve kābiliyet cihetleriyle mütefâvit yaratılmış olduklarından yekdiğere muhtâc bulunmuşlardır.
Bu ihtiyâc sebebiyle beynlerinde te’âvün ve tenâsur husûle gelip ganî fakīrin ameline ve fakīr ganînin parasına ve
câhil âlimin ilmine ve marîz tabîbin devâsına ve eytâm ve
mecânîn gibi kāsırîn ukalânın himâyesine ve ale’l-umûm ahâlî umûr-ı dîn ü dünyâda riyâset-i âmme sâhibi bir hükümdâra arz-ı iftikār eder.
Velâyet-i uzmâ ve riyâset-i âmme padişaha ait olmakla
beraber kıta’ât-ı vesî’a ve nüfûs-ı kesîreyi muhtevî bulunan
azîm bir memleketi dâire-i adl ü hakkāniyyet üzere idâre etmek etrâf u eknâfdaki me’mûrları taht-ı murâkabe ve tarassudda bulundurmak vüs’-ı beşerin hâricindedir. Hükûmet
me’mûrları bilumum icrâ’âtından mes’ûl ve tebe’a ve zîrdestân haklarında hayr ve enfa’ı taharrîye mecbûr ve tasarrufları maslahat ve menfa’atin vücûduna mütevakkıfdır.
Bunca hâdisat ve mesâ’il-i mühimmede maslahat ve
hayrı idrâke vâhidin muvaffak olması mümkün değildir.
Mesâ’il-i ibâdda ve tedbîr-i bilâdda dâima hakkāniyet
üzere hareket etmeye icbar edecek bir kuvvet mevcûd olmadıkça her hâl ü kârda tarîk-ı müstakīm ve sebîl-i savâb
ihtiyâr edileceğine aslâ i’timâd edilemez.
Memâlikin her tarafından gelen meb’ûslar ma’mûriyete,
ma’ârife, sanâyi’e, zirâ’âte ve me’mûrların zulm ü istibdâd
ya adl ü dâdlarına dâir mütâla’âtı serbestâne beyân ve memâlik ve ibâd için menâfi’-i azîmeyi te’mîn eyleyeceklerdir.
Müşâvirin istişâreye değerli olması ve beyân ettiği re’y
ve mütâla’anın fâ’ide-bahş-ı âmme bulunması lâbüdd olduğu müsellemâtdan olmakla meb’ûs intihâb edecek olan a-
1 İbn Hibbân, Sahîh, Bâbü Muvâda’a ve’l-Muhâdene 4.
hâlînin değerli zâtları intihâb etmeleri ehemm-i umûrdan
bulunduğu gibi a’yân azalığına devletçe intihâb edilecek zevâtın dahi emniyet-i âmmeyi kazanmış ve istibdâd ve irtikâb
ve jurnalcilik gibi ef’âl-i redî’e ile lekelenmemiş ilm ü tecrübe ve karîhasıyla kendisinden istifâde muhakkak bulunmuş
zevâtdan olması şartdır.
Mahkeme-i Temyîz A’zâsından
Ali Haydar Emin
“İNSANİYET, FİKR-İ DÎNÎ,
MEDENİYET”
İnsanlar bittab’ medenîdir. İnsanların tab’ında medeniyet hissi vardır. Bir cem’iyet teşkîl ederek te’âvün ü tenâsur
ile imrâr-ı hayat her insanda bir hiss-i fıtrîdir. Târîh, mâziye
doğru ne kadar uzanırsa uzansın mutlaka bir medeniyet, bir
cem’iyet-i beşeriyyeye tesâdüf eder. İnsanların pek eski zamanlarda da kendilerine göre bir cem’iyetleri vardı. Şu kadar var ki, medeniyet, efrâd-ı cem’iyyetin hâiz oldukları ilm
ü ma’rifet ve terbiye-i fikriyyeleriyle mütenâsib bulunuyor.
Binâ’en-aleyh pek eski zamanlarda gelip geçen insanların
terbiye-i fikriyyeleri de kendileri gibi hâl-i ibtidâ’îde bulunduğundan cem’iyet ve medeniyetleri de şimdiki medeniyete
kıyâs olunmaz derecede basît bir hâlde idi.
Evet, ileride bir gün gelecek ki, işte şimdi bizim derece-i
kusvâsına vâsıl oldu zannettiğimiz medeniyet, âdetâ vahşet
olup kalacaktır. Ahlâf bize de vahşî nazarıyla bakacaktır…
Anlaşılıyor ki, medeniyet insâniyet ile tev’emdir. Fakat
insanların terbiye-i fikriyyeleriyle mütenâsibdir. Binâ’enaleyh beraber terakkī ederler, beraber tedennî ederler.
Her bir şey kānûn-ı tekemmüle tâbi’dir. Şerâ’itini cem’
ettiği sûrette terakkī eder, tekâmüle doğru hatve-endâz olur.
Terbiye-i fikriyye de tabî’î bir şeydir; kānûn-ı tekemmüle
tâbi’ olması elbet zarûrîdir. Fakat terbiye-i fikriyyenin kānûn-ı mezkûr tahtına dühûl edebilmesi için büyük bir şart
vardır. O da te’âvün ve tenâsur ve adâlet üzerine mü’esses
bir cem’iyet-i beşeriyyenin vücûd ve devâmıdır. Evet, bu,
şüphesiz şartdır. “Bârika-i hakīkat tesâdüm-i efkâr ile meydâna çıkar” diyorlar; işte bu kelâm-ı hikmet-meâl bu müdde’ânın sübûtuna şehâdet ediyor.
Anlaşılıyor ki, terbiye-i fikriyyenin mevcûdiyeti ve terakkīsi cem’iyet-i beşeriyye ve hey’et-i ictimâ’iyyenin pâyidar
olmasına tevakkuf ediyor…
Şimdi, cem’iyet-i beşeriyyenin hâlini biraz tedkīk edelim. Ma’lûmdur ki, cem’iyet-i beşeriyyenin devâmı, pâyidâr
olması, hukūk-ı ictimâ’iyyenin taht-ı muhâfazada bulunmasına menûttur. Hukūk-ı ictimâ’iyyenin taht-ı muhâfazada olması da cem’iyete mensup her bir ferdin kendi hakkını mutlaka taht-ı emniyyetde bulundurmakla beraber vatandaşlarına karşı üzerine lâzım gelen bütün vezâ’ifi tamamıyla îfâ
etmekle olabilir.
Demek, cem’iyetin devâm ve bekāsı için iki şart var:
Biri, her şahsın kendi hissesine isâbet eden “hak”, diğeri vatandaşlarına karşı medyûn olduğu “vazîfe”dir.
İşbu hak ile vazîfe arasında olan nisbeti tedkīk ettiğimizde her bir hakkın karşısında bir vazîfe ve her bir vazî-
CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 28 SIRÂTIMÜSTAKĪM 25
fenin karşısında bir hak [28] olduğunu görüyoruz. Âdetâ aralarında olan nisbette übüvvet ile nübüvvet beyninde olduğu gibi bir tezâyüfü andırıyor: Bir hak vazîfeden, bir vazîfe de haktan kat’iyyen infikâk etmez. Alâ-tarîkı’t-tezâyüf beraber bulunurlar.
Anlaşılıyor ki, hak ile vazîfe bütün efrâd-ı beşer için bir
sırât-ı müstakīm teşkîl ediyor. Cem’iyete dâhil olan her bir
ferdin işbu tarîk-ı mahdûd üzerinde hareket etmesi zarûrîdir,
mecbûrîdir. İşbu tarîk-ı mu’ayyen ü mahdûdun her iki tarafı
bir ka’r-ı cahîmdir. İnsan hangi tarafına meyl ederse etsin
bir girdâba vâkı’ oluyor: Ya kendi hakkını ihlâl veyâhûd
gayrin hakkını pâymâl etmiş olur. Her iki hâl cem’iyetin intizâmını ihlâl eder. Binâ’en-aleyh bu gibi hâle hiçbir vechile
kat’iyyen cevâz verilmez. Behemehâl hak ile vazîfeden teşekkül eden tarîk-i adâletten hiçbir vechile zerre kadar inhirâf etmemek lâzım gelir.
Fakat insan, kuvve-i şeheviyye ve kuvve-i gadabiyye
arasında mahsûr bulunmaktadır. Bî-çâre insan ne yapacak?
Bu iki kuvvet kendisini sürüklüyor. İnsan, çâr-nâçâr işbu
kuvvetlerin evâmirine inkıyâd ediyor… Zâten tab’-ı insânîde
hiss-i inkıyâd var. İnsan mutî’ ve munkād bir hayvandır. O
kuvve-i şeheviyye, o kuvve-i gadabiyyenin teklîf ettikleri o
cicili bicili müşteheyât, o intikam ve te’addî hisleri!!... Bîçâre insan o iki kuvvetin elinde esîrdir… Bâ-husûs kendisini
o müşteheyât huzûrunda gördü mü; artık kuvve-i akliyye ve
vicdâniyyenin hükmü kalmaz… Zâten insan za’îf olarak yaratılmışdır.
Müstebân oluyor ki, efrâdımızın bu tarîk üzere sâbit olup
hiçbir vechile etrafa meyl ü inhirâf etmemesini te’mîn eden
bir muhâfız ve kā’id lâzım. Fakat bu kā’idlik ve muhâfızlık
vazîfesini kim îfâ edecek? Bu vazîfeyi hangi bir kuvvetin
eline tefvîz ve tevdî’ etmeli? İşte bu noktada az çok taharriyât icrâsına ihtiyâcımız vardır.
Bâdî’-i emrde işbu vazîfe-i mühimmeyi îfâ etmek üzere
hâtırımıza dört türlü kuvvet tebâdür ediyor: “Kuvve-i cebriyye”, “nâmûs=şeref-i nefs”, “hükûmet ve kānûnu”, “fikr-i
dînî”.
İbtidâ kuvve-i cebriyyeyi ele alalım: Evet, kuvve-i cebriyye ile insanı tarîk-ı müstakīm üzerinde sâbit bulundurmak
mümkün gibi görünüyor. Şöyle ki, herkes alabildiği âlât-ı
harbiyye ve silâhı eline alır, vazîfesini bilmeyip ihlâl-i hukūka yeltenenlere karşı isti’mâl ile hakk-ı meşrû’unu zıyâ’dan
muhâfaza eder!... Bu mümkündür, değil mi?...
Fakat bu, pek çirkin, vahşiyâne bir usûldür. Şân-ı insaniyete hiçbir vechile yakışmaz. İntizâmı taht-ı muhâfazada
bulunduracağım derken âsâyiş ihlâl edilmiş olur, ortalık kana boğulur. Bununla beraber hak dâima kuvvet ü miknet
erbâbında kalır. Böyleleri hiçbir vakit kendi vazîfelerini hakkıyla îfâ etmezler. Zu’afâ dâima haklarını kaybeder, mağdûr
olurlar. Binâ’en-aleyh bu usûl bizim işimize gelmez. Başka
bir usûl, başka bir hâmî bulmalıyız.
Bir de hükûmet-i muntazama ve kānûnu sâyesinde bu
vazîfenin taht-ı muhâfazada bulundurulabileceği vârid-i hâtır oluyor. Acaba doğru mu? Hayır, bu da doğru olamaz. Zîrâ bir hükûmet ne kadar muntazam ve kānûnu ne kadar
muhkem olursa olsun, insanın a’mâk-ı kalbiyyesine değil,
derûn-ı hânesinde cereyân eden ahvâle bile kesb-i ıttılâ’ edemez; kānûnun orada tatbîki de mümkün olamaz. Hükûmetin vazîfesi ve kānûnun tatbîki ahvâl-i zâhireden zerre kadar ileriye gidemez… Hâlbuki insanlardan zuhûr eden ahvâl, ef’âl, temâyülât pek mütefâvit. Biri meydanda zuhûr ederse, yüzde doksan dokuzu hiçbir kimsenin kesb-i ıttılâ’ edemeyeceği bir keyfiyet üzere sudûr eder. İşte hükûmet
böylelerine karşı ne tedbîr edecek?... Ef’âl-i hafiyye ve temâyülât-ı muzırraya karşı nasıl mu’âmele icrâ ve hangi kānûnu tatbîk edebilecek?!.. Ortalığı casus ile mi dolduracak?..
A’mâk-ı kalbiyyelerimize kadar “gûş-ı tecessüs” mü uzatacak?... Heyhât!... Hiç biri kâr etmez…
Ve bir de erkân-ı hükûmet de aynı bizim gibi insan değil
mi? Ya onların kendilerini kim taht-ı muhâfazada bulunduracak? Onlar ma’sûmlar zümresinden mi?.. Hayır, bilâkis…
Kuvve-i şeheviyyelerine bir de câh ve riyâset inzimâm etmekle müşteheyata inhimâk husûsunda daha ziyâde sabırsızlık ve azgınlık ibrâz ediyor. Binâ’en-aleyh bu noktayı
uzun uzadıya isbâta hâcet yokdur zannederim.
İşbu kā’idlik ve muhâfızlık vazîfe-i mühimmesini kendilerinde bulunması mefrûz bulunan “nâmûs=şeref-i nefs”in
eline tefvîz etmek isteyenlere de çok tesâdüf olunur. Zamanımızda bu fikir hayli te’ammüm etmiştir. Gûyâ “nâmûs”
hak ve adâletin yegâne hâmîsi imiş gibi telâkki olunmaktadır. Herkes mühim bir da’vâsının isbâtında nâmûsunu
şâhid olarak ileriye sürüyor.
Acaba “nâmûs=şeref-i nefs” denilen haslet böyle mühim bir vazîfeyi kabûl ve îfâ edebilecek mi? Veyâhud delilsiz
olarak, açıktan ve şâyân-ı i’timad olmayan bir da’vâ mı?
İşte bu cihetleri az çok araştıralım: Nâmûs, şeref-i nefs,
künh ü hakīkati pek de açık bir sûrette ma’lûm olmayan bir
sıfattır, ki, insanın kavm u kabîlesi ve mensûb olduğu cem’iyeti nezdinde mezmûm ve makdûh ve onların arasında hâiz
olduğu makām ve rütbesine gayr-i münâsib olan bir şey’i
irtikâbını men’ eder. İşte nâmûs ve şeref-i nefs dediğimiz
haslet bundan ibârettir.
[29] Fakat bu haslet pek mütefâvit ve pek muhtelif
tarzlarda zâhir oluyor, bir hadd-i mu’ayyeni yoktur, bir hakīkat-i ma’rûfesi ma’lûm değildir. Her bir kabîle ve bütün
cem’iyetlerin arasında müttefekun-aleyh ve bir merkezde
sâbit bir nümûnesi pek az bulunur. Hattâ birçok noktalar
vardır ki, bir cem’iyet nezdinde kendisini irtikâb, hısset-i
nefs ve nâmûssuzluk addedildiği hâlde diğerlerince ayn-ı
nâmûs ve şeref-i nefs sayılır. Sahâ’if-i vukū’ât buna pek çok
şâhidler irâ’e edebiliyor. Meselâ: Avrupalılarca balolarda
bahçelerde ve sâir umumî mahallerde erkek-kadın, kız-oğul,
baba-ana bedevî saçı gibi karma karışık olup canı istediği
bir kimsenin koltuğuna girerek gezmeleri; baba, oğuldan
ana kızdan hicâb etmemeleri dâire-i nâmûsda iken, İslâmlarca, belki bütün şarklılarca kıpkırmızı bir nâmûssuzluktur.
İşte bu tefâvüt ve şu tezâd yalnız cem’iyet ve kabîleler
arasında değil, belki bir cem’iyetin dâhilinde olan bütün sınıf ve tabakaları beyninde de meşhûd oluyor.
Ma’lûmdur ki, insanlardan sâdır olan bütün ef’âl ve
bütün temâyülât hep insanın kendi sa’âdeti içindir. Yani insan ne yaparsa, ne düşünürse, kendi sa’âdeti için yapar,
26 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 30
kendi sa’âdeti için düşünür. “Sa’âdet” dâima illet-i gâ’iyedir.
Fakat insanların sa’âdeti pek mütefâvit tarzlarda zâhir
olur. Her sınıf ve her tabaka, sa’âdetlerini ayrı ayrı kapılardan bekliyorlar. Sa’âdetin zuhûru yeknesak değildir. Meselâ: İnsanlardan kimi rençberliği, kimi kâtibliği, kimi askerliği,
kimi de padişahlığı vâsıta-i sa’âdet olarak kullanıyor. İşte bu
vesâ’ite sa’âdet terettüb ediyor… Bunların arkasında sa’âdet vardır.
Fakat işbu sa’âdetin devamı için nâmûs, şeref-i nefs lâzım ve şarttır. Yani sa’âdetin hâmîsi şeref-i nefs, nâmûsdur.
İşte “nâmûs ve şeref-i nefs”in işe yarayacağı nokta burasıdır.
Anlaşılıyor ki vesâ’it-ı muhtelifeden iktitâf edilen “sa’âdet”ler pek mütefâvit olarak meydana geliyorlar. Bu hâlde
bunların hâmîleri olan “nâmûs ve şeref-i nefs”in de onlara
muvâfık ve onlar ile mütenâsib olması zarûrîdir. Kâtip, rençber, pâdişâh, esnâfın vesâ’it-i muhtelife ile elde edebildikleri
“sa’âdet”leri arasında hiçbir münâsebet olmadığı gibi işbu
“sa’âdet”lerin hâmîleri olan derece-i nâmûsları arasında da
göze çarpacak derecede tefâvütler olması tabî’îdir.
Bir diplomat sa’âdetini diplomatlığında arıyor, sa’âdetini
şu san’atından tahsîle çalışıyor; muvaffak da oluyor. Tabî’î
bu sa’âdetin karşısında bulunması lâzım olan nâmûsu da
var. Fakat şu nâmûs bir esnâfın nâmûsuna hiçbir vechile
benzemez. Bir esnâf için hiyel ü desâ’isi irtikâb ve nakz-ı
ahd gibi şeyler nâmûssuzluktan ma’dûd olduğu hâlde bir
nâmûslu diplomat mesleği iktizâsı olarak bu gibi şeylere pekâlâ mürâca’at edebilir. Bu hâli nâmûssuzluk sayılmaz.
Bismark bütün ömrünü hiyel ü desâyis-i siyâsiyye ile
geçirdiği hâlde hiçbir kimse Bismark’ı nâmûssuzluk ile itham
etmedi. Zâten nâmûslu bir zât idi. Çünkü hâiz olduğu şeref-i
nefs ve mevki’-i şahsîsini pek güzel muhâfaza etti…
İşte görülüyor ki, nâmûs ve şeref denilen haslet, müzebzeb ve bir merkezde tekarrur etmez, bin yüzlü, sebâtsız
bir sıfattır. Binâ’en-aleyh böyle bir emr-i mühim kendisine
tefvîz edilmez…
Bir cem’iyet ashâbı kendi nâmûsları müsâ’ade ettiğinden bir iş yaparlar. Hâlbuki o iş diğer cem’iyet için zararlı olur. İşte o birinci cem’iyetin yaptığı iş nâmûsları dâiresinde
olmakla beraber diğer cem’iyet erbâbına karşı bir vazîfesizlik teşkîl eder. Çok vakitler işitilmiş görülmüştür ki, biri
nâmûsu dâiresinde bir iş yapar, lâkin arkadaşı tarafından
tahtî’e edilir, nâmûssuzluk ile ithâm edilir. Çünkü onun o işi
ile hakkını zâyi’ etmiş olur. İşte görüyoruz ki, vâkı’ada bunların her ikisi haklı, her ikisi nâmûslu. Lâkin ortada bir
“hak” zâyi’ oldu… İşte böyle zıyâ’-ı hak, vazîfesizlikler bir
değil, iki değil, pek çok. Lâkin nâmûs dâiresinde, nâmûs
perdesi altında!!.. Bu gibi hâllerin ziyânı birinci def’alarda
pek zâhir olmuyorsa da, tabî’î tekerrür ettiği sûrette âsâyiş
ve intizâmı ihlâl ederek cem’iyet-i beşeriyye ve medeniyyeti
sarsar.
Binâ’en-aleyh “kā’idlik ve muhâfızlık” vazîfe-i mühimmesi “nâmûs” gibi ıttırâdsız bir şeye tefvîz ve tevdî’ edilmez.
Yalnız nâmûsları nâmına iş görenlerin hâli de şâyân-ı emn ü
i’timâd görülmez…
İşte görüyoruz ki, nefs-i insânînin tarîk-ı adl ü savâbdan
inhırâf etmemesini hakkıyla iltizâm edebilecek bir kuvvet
bulamadık. İşte ta’mîk-ı nazar edildikte kuvve-i cebriyye,
nâmûs ve şeref-i nefs, hükûmetin vazîfe-i mezkûreyi îfâya
kifâyet etmeyeceği anlaşıldı, meydana çıktı. Şimdi yegâne
ümidimiz fikr-i dînîde kaldı.
İşte bu fikr-i dînînin şu vazîfe-i mühimmeyi hakkıyla îfâ
edebileceği şüphesizdir. Zîrâ “fikr-i dînî” Cenâb-ı Allah’a ve
hayât-ı ebediyyeye îmândan ibârettir. Bu hâlde bir mü’min
dâima bütün kâ’inatın mûcidi ve bütün âlemin sâni’i olan
Cenâb-ı Kādir-i Mutlak hazretlerine inanır. Bir mü’min dâima [30] kendisini Cenâb-ı Âlimü’s-sırru ve’l-hafiyyât’ın nezâreti altında olduğunu düşünür. Bir mü’min dâima kendisini Müntakim u Kahhâr olan Cenâb-ı Hakk’ın taht-ı tarassudunda olduğunu bilir. Bununla beraber hafî ve âşikâr
yaptıkları bütün ef’âl ü harekâtından mes’ûl olacağını ve
an-karîb Cenâb-ı Zülcelâl’in nezd-i sübhânîsinde muhâkeme edileceğini de düşünür, ne yaptıysa onun cezâ-yı sezâsını bulacağını yakīnen bilir.
İşte bir mü’min-i kâmilin hâli!..
Düşünülsün!.. Îmânı kâmil olan bir insan sadâ-yı vicdânîsini dinlemeyerek kuvve-i şeheviyyesine nasıl kapılır?!
Başkasının hakkına tecâvüz ederek vazîfesizliği nasıl tecvîz
eder?! Bir insan Cenâb-ı Allah’a ve hayât-ı uhreviyyeye
hakkıyla îmân ettiği hâlde tarîk-ı adl ü savâbdan nasıl inhirâf edebilir?..
İşte bir mü’min böyle bir idâre ve böyle bir kā’id ve muhâfızın zîr-i himâyesinde bulunuyor. Pâdişâh, vezîr, emîr,
hâkim, kâtib, esnaf, rençber, zengin, fakīr, büyük, küçük,
kavî, zayıf, ilh… Hep müsâvî olarak işbu himâyenin altında
sâyebân oluyorlar.
Ya kuvve-i cebriyye, nâmûs ve şeref-i nefs dediğimiz
şeylerin hâli böyle mi idi!! Heyhât!!
Bir de işbu himâye dâimîdir, âdildir.
Hükûmetin idâresi, kānûnun nüfûzu ve tatbîki böyle mi
idi?.. Heyhât!..
Binâ’en-aleyh bu vazîfe-i mühimmeyi îfâ eden ancak
dîndir, ancak fikr-i dînîdir…
İşte bu mutâla’a gâlib-i umûr ve ekseriyet-i ahvâle bakılarak istintâc edilmişdir. Yoksa bir mü’min bütün ömrünü esîr-i şehvet olarak imrâr ettiği hâlde diğer bir dehrînin bilâkis
bütün fezâ’il ve edeb ü iffeti cem’ ederek ömründe bir defa
olsun nâ-meşrû’ bir işi irtikâb etmemesi câ’iz, belki vukū’u
da vâriddir. Fakat bu gibi ahvâl nevâdir kabîlinden olmakla
kā’ide-i külliyyeye karşı bir madde-i nakz teşkîl edemez. Zâten hüküm ekseriyet üzere binâ olunur.
Hülâsa ve netîce: İnsâniyet, fikr-i dînî, medeniyyet zincîr
gibi yekdiğerlerine merbûtdur. Birinin yerinden kopması diğerinin velev batâ’etle olsun, esâsından mahv u berbâd olmasını istilzâm eder. Ve birinin yerinden oynaması diğerinin
sarsılmasını îcâb eyler… Binâ’en-aleyh bunlardan birinin diğerinden infikâkinin adem-i cevâzı netîce-i kat’iyye olarak
meydâna çıkıyor.
Kazan ulemâsından
Halim Sâbit
CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 31 SIRÂTIMÜSTAKĪM 27
MEVÂ’İZ
Mukarriri : Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi hazretleri
Muharriri : Sirozlu H. Eşref Edib
–Ders 46 Mâba’d–
Ötekiler gelmiş, bunları istirdât etmek istemişlerdi:
–Bunlar hâindir, dediler. Fitneler îkā’ ettiler. Hıyânetlik
ettiler. Bunları geri alacağız!..
Amr bin Âs’ı göndermişlerdi: –Bunlar hazele makūlesidir, dediler. Biz bunları tutmak istedik, kaçtılar.
Necâşî kuru sözle hükmetmedi. Bir kere söyletdi:
– Niçin siz buraya geldiniz?.. sordu.
– Dînimizi muhâfaza için… dediler.
– Sizin dîniniz başka mı? Bir kavim değil misiniz?
– Yakın zamana kadar öyle idi. Biz vaktiyle sirkat ederdik; haram yerdik; gasb u gâretle ülfet ederdik; kızlarımızı
öldürür idik. Öyle bir kavim idik. Lâkin Allah bir resûl gönderdi. Bir kitap geldi, Kur’ân-ı Celîl nâzil oldu. Bütün hakāyık-ı dünyeviyye ve uhreviyye bize beyân olundu. Beyânat-ı
sübhâniyye bizi irşâd etti. Putperestlikten kurtulduk. Onlar
ise hâlâ eski kafada. Bundan dolayı bize düşman oldular.
– Ne dersiniz?
– Lâkin, suâl et, Îsâ hakkında ne söylerler? Dîni tahkīr
ederler.
– (Acâ’ib!..) Nasıl bilirsiniz Îsâ’yı?
– Nasıl haber vermişse Allah öyle!
– Kur’ân’da Îsâ’ya dâir bir şey var mı?
– Var ya!
diyerek hemen Sûre-i Meryem’in baş tarafından okumaya
başladılar. Okudukça Necâşî’nin gözlerinden yaş aktı. Okudukça Necâşî’nin kalbi mütehassis oldu. İntibâh hâsıl etti.
Öyle mebhût kaldı, sermest-i hakāyık oldu. Hayrette kaldı
bu hakīkate:
– O da Allah’ın bir kuludur. Hiç Allah Azîmüşşân’ın oğlu
olur mu? Sonra neresinde kalır Allah’lık onun? İlh…
Bunun üzerine Necâşî : – Bizimkiler hezeyân ederler,
dedi. Bunlar hakīkaten doğru söyler. Kalpleri pâk, i’tikādları
akla muvâfık. Bunlar her türlü iftirâdan berîdir. Vallâhi hak
budur.
Hemen ötekileri def’ etti. Birçok hediyeler getirmişlerdi,
hediyelerini geri çevirdi. Muhâcirleri himâye etti.
– Dinlerini muhâfaza için ilticâ etmişler; bunlar şâyân-ı
ihtirâm adamlar…
Allah da senâ eder Kur’ân’da: 1
ذَلِكَ بِأَنَّ مِنْهُمْ قِسِّيسِينَ وَرُهْبَاناً )
.var kıssîs İçlerinde) وَأَنَّهُمْ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ
[31] “Kıssîs” âlim demek, yani büyük papas. Ama bazı
olur yine Hakk’a âşinâ olur, munsıf olur. Sonra terk-i dünya
etmiş adamlar var.
Demek içlerinde munsıf kimseler varmış ki, hüsn-i mu’âmele etmişler. Ötekiler o kadar rüşvet vermişlerken onların
sözüne ihâle-i sem’-i i’tibâr etmediler.
1 Mâ’ide, 5/82.
– Bu adamlardan kimseye zarar gelmez, dediler. Bunları
muhâfaza, himâye edin!..
Onun için biz de İngiltere’nin, Fransa’nın insâniyetine,
ahlâkına muvâfık, hakkāniyetle olan şu gayretini medh u
senâ edelim. Dünya ciheti başka, âhiret ciheti başka; nefse
âid cihet başka, dîn ciheti başka.
Sonra içimizde bulunan Yahûdîler, Ermeniler var. Mâdem ki birlikte yaşıyorlar, hep bir vatan kardeşiyiz.
Uhuvvet mertebe mertebedir. Uhuvvet-i dîniyye olur,
uhuvvet-i cinsiyye olur, uhuvvet-i vataniyye olur. Mâdem ki
bir toprakda, bir vatanda yaşarız, elbet vatandaşlarımızdır.
Nasıl ki bir hadîs-i şerîfte bu ta’bîrle beyân buyurulmuş: 2
.yapıyor kardeş) انصر اخاك ظالما او مظلوما)
– Kardeşine yardım et! diyor. Nusret edeceksin. ( او ظالما
مظلوما (Gerek zâlim, gerek mazlûm kardeşine. İkisine de nusret lâzım.
Buhârî-i Şerîf’de bu hadîs var.
Bunlar işte hep esâsdır; bu cem’iyetin teşekkülüne, bu
mezâlimin ref’ine. Peygamber irşâd etti. Ona dâir çok hadîs
var. Hepimiz vebâl içinde idik.
Mezâlimin ref’ine çalışmak farz-ı kifâyedir. Yapmazsa
bütün ümmet mes’ûl olur, hepimiz müstehak oluruz belâya.
Allah’ın öyle ukūbetleri var ki, umûma gelir; çoluk çocuk, kadın erkek hepsi dûçâr-ı âfet olur. Susmamalı; meskenet şer’an makbûl değil, inan işte. Şerî’at söylüyor:
Niçin bir takım zâlimlerin zulmüne boyun eğdiler; niçin
onlara meydan verdiler? Herkes hissesince mes’ûl olacak.
Kur’ân’da emrediyor Allah: – Öyle bir ukūbetden, belâdan sakının ki, geldiğinde yalnız zâlimlere gelmez! Sonra
herkes niyetine göre haşr olur. Kimisi hem dünyada, hem
âhirette çeker; kimisi yalnız dünyada. Lâkin bir def’a belâ
geldi mi, hareket-i arzıyye gibi, kıyâmet gibi, târumâr olur.
Hep birden dûçâr-ı felâket olur; nice ma’sûmlar ayaklar altında çiğnenir, nice bî-çâreler arada mahvolur.
Âfet böyle umûmî olur. Tekâsül ederek, korkarak, menfa’atlerini düşünerek hakkı îfâ etmedikleri için onların da
yüreği yanar, kalbi sızlar, onlar da mes’ûl olurlar.
Dünya belâsı böyle umumî gelir. Onun için hadîsde
vârid olmuş. Nasıl ki hadîs-i âharda buyurulmuş:
حدَّثَنا مُسدَّدٌ حدَّثَنا مُعتمِرٌ عن حُمَيدٍ عن أنسٍ رضيَ اللهُ عنه قال : قال رسولُ
الله صلى الله عليه وسلم: «انصُرْ أخاكَ ظالِماً أو مَظلوماً، قالوا: يارسولَ الله،
هذا ننصُرهُ مَظلوماً، فكيفَ ننصُرهُ ظالِماً ؟ قال: تأخُذُ فوقَ يدَيهِ.»
O ondan, öbürü ötekinden rivâyet ederek Hazret-i Peygamber’e kadar varıyor. Buhârî’de mezkûr. Sıhhatinde şüphe yok. Râvîlerin cümlesi bütün ümmetçe emîn, mu’temed
kimseler. Aslâ bir yalanları görülmemiş, işitilmemiş. Böyle
zâtlar. Târîhçe bunlar mazbût. Hep mu’temed kimseler. Erbâb-ı tenkîd nazarında zerre kadar kirlenmemiş. Asıl Hazret-i Peygamber’den işiten Enes bin Mâlik, öyle diyor:
– Bir gün Hazret-i Ekrem buyurdu ki:
2 Buhârî, Sahîh, Kitâbü’l-Mezâlim 4.
28 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 32
“Kardeşlerinize nusret edin!..” bazı rivâyetlerde “İ’âne edin!” diye buyurduğu beyan buyuruluyor. Lâkin Buhârî’de
bir çok yerlerde, hep “unsur!” diye tekrar olunmuş. Onun için “nusret” ta’bîrini kullanıyoruz.
Ne olursa olsun, zâlim olsun, mazlûm olsun, cümlesine
nusret edin.
– Bunu anladık Yâ Resûlallah! Mazlûma yardım olur; lâkin zâlime nusret edersek biz de zâlim olmaz mıyız?.. 1
من )
عليه الله سلطهً ظالما أعان (Her kim zâlimden tarafa çıkarsa Allah
ona musallat eder onu. Allah öyle buyuruyor:
2 وَكَذَلِكَ نُوَلِّي بَعْضَ الظَّالِمِينَ بَعْضا بِمَا كَانُوا يَكْسِبُون
Dâima âdet-i ilâhiyyem öyle. Zâlimleri birbirine taslît
ederim.
–mâba’di var–
Tebşîr
Bimennihi’l-kerîm gelecek nüshadan i’tibâren üstâd-ı
muhterem, fâzıl-ı şehîr, Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi hazretlerinin Sûre-i Fâtiha tefsîr-i celîli risâlemize şeref-bahş-ı
hakāyık u ulviyyet olacaktır.
* * *
Muhterem Kāri’lerimize Ricâ
Âyât-ı kerîme ve ehâdîs-i şerîfenin esnâ-yı tab’da tertîp
hatâsından vikāyesi için gösterilen i’tinâ ve ihtimâma rağmen birinci nüshanın ikinci sahîfesinde ikinci sütûnun yirminci satırında (ايحسب (nazm-ı celîlinden sonra (الانسان (kelime-i mübârekesi yazılmamış… Ve sekizinci sahîfenin birinci
sütûnunun on beşinci satırında (فبما (nazm-ı mübâreki (فيما (
suretinde… Ve dokuzuncu sahîfenin ikinci sütûnunun üçüncü satırını teşkîl eden âyet-i kerîmedeki (بالعرف (nazm-ı celîli
sehven bir (م (ziyâdesiyle (بالمعروف ...(Ve on dördüncü sahîfenin ikinci sütûnunun otuz altıncı satırında münderic âyet-i
kerîme de (رهبانا (kelimesi (رهبابا (tarzında dizilmiştir.
Ahîren intişâr eden nüshalar musahhah olarak basılmış
ve nüsah-ı mütekaddimedeki sehviyyât-ı vâkı’anın kāri’lerimiz tarafından müsâra’aten tashîh edildiğine mutma’in bulunmuş olmakla beraber, risâlemiz bu bâbda uhdesine müteretteb vazîfe i’tibârıyla yedlerindeki sehivli nüshaların bervech-i meşrûh tashîhini muhterem kāri’lerinden sûret-i
mahsûsada ricâ eder.
* * *
Risâlemize ihdâ buyurulan âsâr, târîh-i vürûdu nazara
alınarak sırasıyla inşallahu teâlâ neşrolunacaktır.
1 Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr 12223. 2 En’âm, 6/129.
[32] HİKMET-İ HUKŪK-I İSLÂMİYYE
Mukarriri : Meclis-i Ma’ârif Re’îsi Haydar Efendi Merhûm
Muharriri : Selânik Mekteb-i Hukūk mu’allimlerinden Âdil Bey
–mâba’d–
İbtinâ’ hissi ve aklı alıyordu; ma’kūlâtın ibtinâ’sı ise aklî
olur. Binâ’en-aleyh aslın delîl ma’nâsına kullanılması bu ibtinâ’-i aklî haysiyetiyle lâfzı başkaca delîl ma’nâsına nakletmekten bizi müstağnî kılar.
Şu hâlde usûl-i fıkh demek : Fıkhın delilleri, fıkha mahsûs deliller demek olur.
Muzâfun-ileyh olan fıkhın ta’rîfine gelince : “Fıkh” lügatte bir şeyi anlamaya denir. Fakat bu anlamak, bilmek, âmiyâne değil, belki fıtnatla bilmek ve anlamak maksûddur.
Fıkhın bir böyle ma’nâ-yı umûmîsi var, bir de ma’nâ-yı usûlî ve husûsîsi var. Bu ma’nâ-yı ıstılâhîye ve İmâm-ı A’zam
hazretlerinden menkūl olan bir ta’rîfe göre:
Fıkh – Nefs-i insânînin min-ciheti’l-amel lehinde ve aleyhinde bulunan şeyleri bilmesidir ( مالها النفس معرفة والفقه
عملا وماعليها .(Yani insanın amel cihetiyle kendinin müteneffi’
veya mutazarrır olduğu her şeyin hükmünü tasdîk ve iz’ân
etmesine “fıkh” derler. Ve bu sûretle bilen ve anlayan adama “fakīh” denilir.
Fakat inde’ş-Şâfi’iyye fıkıh: Ahkâm-ı şer’iyyeyi edille-i
tafsîliyyesinden bilmektir. Bunların her ikisi netîce i’tibârıyla
birdir. Onlar öyle ta’rîf etmişler.
Nefs-i insânînin lehinde ve aleyhinde olan şeylerden
maksad, hükümlerdir. Ve buradaki bilmek dahi âmiyâne bir
bilmek değildir. Meleke hâsıl ederek bilmektir. Ta’bîr-i dîgerle buradaki ma’rifetten maksad; cüz’iyyâtı delîlinden
idrâk etmektir. Yani tetebbu’-ı kavâ’id netîcesi olarak meleke hâsıl olmaktır. Şu hâlde fıkıh diye : Nefs-i insânînin lehinde ve aleyhinde olan şeyler hakkında meleke iktisâb etmesine denir. Vâkı’â bir kimse lehinde ve aleyhinde olan
ahkâmın kâffesini bilemez, bu âdetâ mümteni’dir. Fakat bu
imtinâ’, cüz’iyyâtı delîlden idrâk etmeye, bu yoldaki kuvve-i
istinbâta mâni’ değildir. Bu sûretle, mukallid olan yani edilleden istinbât-ı ahkâm melekesini hâiz olmayan kimselere
fakīh denemez. Zîrâ fakīh kavâ’idi merreten ba’de uhrâ tatbîk ve ta’kīb ederek meleke kesbeden kimsedir. Mukallidînin delîli ise kavl-i müctehidîndir.
Bir de “bilmek” murâdifi olan ma’rifetten maksûd meleke, bi’l-icmâ’ fakīh olan bir zâtın bazı ahkâmı bilmemesine
münâfî değildir. İmâm-ı Mâlik rahmetullâhi te’âlâdan kırk
mes’ele su’âl edilmiş de otuz altısında “lâ edrî” cevabını
vermiş.
Fıkhın ta’rîfinde bir de “nefs-i insânînin” deniliyor. Bu
ta’bîr ile ilm-i ilâhî ve ma’rifet-i Cibrîl ma’rifetten hâriç kalır.
Zîrâ Peygamberimiz Efendimiz hazretlerinin bilmesi kavâ’idi
merraten ba’de uhrâ tatbîk ederek meleke kesbetmekle değildir. Belki ilhâm sûretiyle bu ilmi kazanmıştır. Kezâlik edilleden istinbât-ı ahkâm melekesini hâiz olmayan mukallidlerin ilmi de ma’rifetten hâricdir. Zîrâ müctehidîn-i izâm hazerâtının delîli Kitab, sünnet, icmâ’-ı ümmet, kıyâs-ı fukahâdan ibâret olduğu hâlde mukallidînin delîli kavl-i müctehi-
CİLD 1 - ADED 2 - SAYFA 32 SIRÂTIMÜSTAKĪM 29
dîndir. Vâkı’â zamanımızdaki ulemâya, şimdiki fıkıh ile tevaggul edenlere “fakīh” denilirse de bu ıtlâk, mecâzendir,
bunların fıkıh ile iştigâl etmeleri haysiyetiyledir. İşte bu sebebe binâ’endir ki, bir kimse “Filân memleketteki fukahâya
şu kadar mal vasiyet ettim.” dese, bu vasiyeti infâz olunuyor. Şu hâlde sûret-i mutlaka ve umûmiyyede “fukahâ” erbâb-ı ictihâd ile usûl-i fıkıhdan istinbât-ı ahkâm edebilen
ulemâdır.
Fıkhın ta’rîfindeki (العمل جهة من (kaydıyla da ilm-i kelâm
ve ilm-i ahlâk ta’rîften hâriç kalır.
* * *
Yukarıda da söylemiştik; biz ilm-i usûl-i fıkhı ilmiyyet
i’tibârıyla ta’rîf ediyoruz. Yani usûl-i fıkıh bir de lâkab olarak, alem olarak geliyor. Lâkab da zâten alemin bir kısmıdır.
Yani medhi veyâhud zemmi müş’ir olan a’lâmın bir kısmına
lâkab denilir. “Usûl-i fıkıh” lâkabı ise medhi müş’irdir. Çünkü fıkhın mebnâsıdır. Fıkıh ise mûcib-i sa’âdet-i dîniyye ve
dünyeviyyedir. Meselâ; “Bevvâl-i Zemzem” bir herîfin lâkabıdır ve zemmi müş’irdir. Bazen de bir isim “eb” veya “ibn”
ile masdar olur ki bu da “künye”dir: İbn-i Sînâ, Ebu’l-Beşîr,
İbnü’r-Reşîd gibi…
Usûl-i fıkıh da bu ilmin lâkabıdır ve medhi müş’irdir. Ve
mürekkeb-i izâfîden menkūl olarak bu ilm-i celîle alem olmuşdur. Çünkü yalnız “fıkhın delîlleri” demek kâfî olmuyor.
Zîrâ bunda ahkâm ve ictihâda ta’alluk eden mesâ’il de var.
Binâ’en-aleyh ulemâ bunu mürekkeb-i izâfîden ma’nâ-yı
ilmîye naklettiler. Ve usûl-i fıkhı bu ilmin alemi, lâkabı olmak üzere vaz’ eylediler.
* * *
Ma’lûmdur ki, mesâ’il-i fıkhiyye, edille-i mu’ayyeneye
müsteniddir. Yani bu mesâ’il delîllerden istinbât olunur. Bu
istinbâta ta’alluk eden ilme de “fıkh” tesmiye edilir. Sonra
ahkâm-ı şer’iyyeyi edilleden istinbât edebilmek için ehl-i
ictihâd te’emmül ettiler ve netîce-i tetebbu’âtları olmak üzere bir takım kazâyâ vücûda getirdiler. Ve bunlara daha bazı
mütemmimât dahi izâfe ederek cümlesine birden te’alluk
eden ilme de “usûl-i fıkh” tesmiye ettiler.
Bunu biraz daha tafsîl edelim: İnsanlar başı boş ve abes
yaratılmamışlardır. Onlar hayvânât-ı sâire gibi mühmel değildirler. Belki insanların her fi’line, her ameline kıbel-i şâri’den bir hüküm vârid olmuşdur. Fakat her bir hüküm, her
bir fi’ile göre mansûs ve musarrah değildir. Çünkü bütün
cüz’iyyât-ı ahkâmı ihâta etmek müte’azzirdir.
Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ
Mahall-i İdâre:
Dersa’âdet’te Yeni Postahâne Karşısında
Dâire-i Mahsûsadır
SIRÂTIMÜSTAKĪM
Din, Felsefe, Edebiyat, Hukūk ve Ulûmdan Bâhis Haftalık Risâledir İhtâr: Mesleğimize muvâfık âsâr-ı ciddiyye
ma’almemnûniyye kabûl olunur.
Derc edilmeyen âsâr iâde olunmaz
Müessisleri: Ebu’l-Ulâ Zeynelâbidîn – H. Eşref Edib
Seneliği Altı aylığı
Dersa’âdet’te 65 35
Vilâyâtta 90 50
Memâlik-i ecnebiyyede 100 55 kuruştur.
TÂRÎH-İ TE’SÎSİ:
11 Temmuz 1324
Dersa’âdet’te Nüshası 50 Paradır
Kırılmadan mukavva boru ile gönderilirse senevî
20 kuruş fazla alınır.
Dersa’âdet’te posta ile gönderilirse vilâyât bedeli ahz olunur.
10 Eylül 1908 14 Şa’bân 1326 Perşembe 28 Ağustos 1324 Birinci Sene - Aded: 3
[33] SÛRE-İ FÂTİHATÜ’L-KİTAB
Bu sûre-i celîlemiz “Fâtihatü’l-Kitâb” ismi şerîfiyle tesmiye buyurulmuşdur. “Ümmü’l-Kur’ân dahi tesmiye olunur.
“Fâtiha” her şeyin cüz-i evveline ıtlâk edilmektedir; bu sûre
ise vaz’ u kitâbet ve alâ kavl-i nüzûl i’tibâriyle de Kur’ân-ı
Kerîm’in en birinci cüz’-i şerîfidir; Binâ’en-aleyh diğer süver-i celîleye nisbeten asıl menzilesinde bulunur. (“Üm” lafzı
asıl ma’nâsına da gelir: “Ümmü’l-kurâ” gibi). Fâtiha’nın
Ümmü’l-Kur’ân tesmiye buyurulmasına dâir daha iki vecih
vardır:
1. Âyât-ı Kur’âniyye’nin aksâm-ı esâsiyyesi senâ alellah,
emr ü nehiy, va’d ü va’îdden ibâret olmak üzere üç kısımdır. Bu sûre-i celîle ise icmâlen bu kısımların her birini müştemil bulunduğu cihetle tafsîlâtı hâvî diğer süver-i celîlenin
menşe’ ve menba’ı addolunur.
2. Me’ânî-i şerîfe-i Kur’ân hikem-i nazariyye ve ahkâm-ı
ameliyyeden ibârettir. Bunların merci’i ve gâyeti, netâyic-i
âliyyesi ise sûre-i Fâtiha’nın tazammun eylediği sülûk-i sırât-ı mustakīm vazîfesi ile merâtib-i sü’edâ ve menâzır-ı eşkıyâya vukūf ve ıttılâ’ kaziyesinden ibârettir.
Takrîr
Kur’ân-ı Kerîm’den maksûd, mebde’ ve me’âdı bildirmek ve intizâm-ı ma’îşet ve istihsâl-i sa’âdet husûsuna halkı
irşâd etmek olmakla; başlıca aksâmı zikrolunan üç kısımdan
ibâret olmak iktizâ eder. Ama hâvî olduğu kasas ve emsâl,
maksadı itmâm ve ikmâl için zikr buyrulmuştur.
Sûre-i Fâtiha’nın (الدِّينِ مْوَيِ كِالَم(e kadar olan kısmı, senâ
i-nehy ü emr şerîfi ı-nazm) إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ) .alellahdır
ilâhî makāmındadır. Zîrâ ibâdet ve isti’âneyi Cenâb-ı Hakk’-
a tahsîs etmek hevâ-yı nefsânîye muhâlefet ve cemî’ evâmir
(اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ) .bulur vücûd âyetle’ri rabbânîye i-nevâhî ü
in’âm-ı uhrevî ile ona mevsıl olacak in’âmât-ı dünyeviyyeye
mutazammın in)اَلْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ) ,sübhânîye i-d’va olmakla dâl
olduğu gadab dahi va’îd-i rabbânîye delâlet ediyor.
“Hikem-i nazariyye” ahkâm-ı i’tikādiyye, i’tikād edilmesi vâcib olan hükümler demektir.*
“Ahkâm-ı ilmiyye” ef’âl-i mükellefîn hakkında ta’yîn buyurulan vücûb, nedb, ibâha, hürmet, kerâhatten ibâretdir.
Kur’ân-ı Kerîm’i inzâlden maksad-ı aslî, teşrî’-i ahkâm olmasına mebnî; me’ânî-i Kur’âniyye’nin kâffesi i’tikād ve amele
ta’alluk eden ahkâm-ı sübhâniyyeden ibârettir.
Sûre-i Fâtiha’nın kısm-ı evveli Cenâb-ı Bârî Te’âla’yı
zikr u fikr ile i’tikād-ı vahdâniyyet ve i’tirâf-ı ni’amâ-yı samedâniyyet ve dergâh-ı sübhânîye arz-ı inkıyâd ile taleb-i
hidâyet beyânını hâvî olmakla sırât-ı müstakīme sülûk [34]
ve mütâba’attan ibâret, kısm-ı uhrâ da ikmâl-i ilim ve ıslâh-ı
amel sûretiyle mun’imün aleyh olan zevât-ı kirâmın ihrâz
edecekleri mükâfât-ı âliyye ile ihlâl-i amel eden füssakın ve
ilm ü ma’rifetten bî-behre kalan dâllînin giriftâr olacakları
mücâzât keyfiyetine işâret olduğu hüveydâdır.
* İlmin tasdîk kısmına müte’allik olan her nisbet-i tâmmeye, her
mazmûn-ı kaziyyeye mahkûmun-bih ma’nâsına “hüküm” ıtlâkı
şâyi’dir. Cümlesine birden “ahkâm” ta’bîr olunur. Ve bilhassa
ma’lûmât-ı i’tikādiyye olan ahkâmdan ulûm-ı hakīkiyye ve sâbite
ma’nâsına “hüküm” lafzıyla ta’bîr tercîh edilir. Çünkü bu takım
ma’lûmat tashîh-i i’tikād için tahsîl edilmektedir. Bilinmesinden
maksad ancak ilim ve i’tikāddan ibâretdir.
Binâ’en-aleyh ma’lûm nev’inden olmasıyle beraber ahkâm-ı i’tikādiyye nefs-i ulûm menzilesine tenzîl ve “hüküm” tesmiye olunur.
Ahkâm-ı ameliyyeyi bilmekten maksad ise ıslâh-ı amele, tatbîkāt-ı
sahîhaya tevessüldür. Bunları yalnız bilmekle hiçbir fâ’ide husûl
bulmaz. Bu cihetle amele müte’allik ilim amelden hâlî kalınca
cehl addolunur. Sâhibine câhil mu’âmelesi edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de emsile-i kesîresi vardır. –İlm-i me’ânîye mürâca’at–
CİLD 1 - ADED 3 - SAYFA 35 SIRÂTIMÜSTAKĪM 31
Tenbîh
Şu iki vecih beyninde fark, vech-i evvelin nazm-ı dâll-i
ale’l-ma’nâdan ibâret nefs-i sûreye nazaran, vech-i sânînin
medlûlât-ı elfâz olan me’ânî-i şerîfe i’tibâriyle olmasından
ibârettir.
Sûre-i Fâtiha’nın sûretü’l-hamd, “sûretü’d-du’â-i vâfiye,
kâfiye, şâfiye” gibi daha pek çok esmâ-i şerîfesi vardır. Ezcümle “Es-seb’ul-mesânî” ism-i şerîfiyle de yâd buyurulmuştur. Bu ismin hâvî olduğu es-seb’ ta’bîri sûre-i celîlenin
bi’l-ittifâk yedi âyet-i kerîmeden ibâret olması, “El-Mesânî”
ta’bîri de her namazda tekerrür etmesi yahûd iki defa inzâl
buyurulması husûsuna delâlet etmektedir.
Kezâlik “Sûretü’s-Salât” dahi tesmiye olunur; zîrâ her
namazın her rek’atında okunması cemî’ mezâhibe göre vücûb veya istihbâbdan hâlî olmaz.
Takrîr
Yedi âyet olması beyne’l-kurâ’ müttefekun-aleyhdir. Fakat Besmele’yi cüz’-i sûre addetmeyenler ile âyet-i tâmme
i-s’re kerîmini i-kavl) اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ) olmayanlar il’kā olmasına
âyet kılarlar. Cüz’-i sûre ve âyet-i tâmme olmasına kā’il
olanlar onu birinci âyet sayarlar.
Mesânî “mesnâ” veya “mesnâtün”ün cem’idir. Kavl-i
meşhûra göre bir şeye mislini zamm etmek ma’nâsına “senâ” veya “tesniyeden” müştakdır. “Senâ”dan me’hûz olması da câ’izdir. Bu ism-i şerîf 1
ı-nazm) وَلَقَدْ آتَيْنَاكَ سَبْعاً مِّنَ الْمَثَانِي)
celîlinde mezkûrdur. Şu âyet-i celîle Süver-i Mekkiyye’den
ma’dûd Sûretü’l-Hicr’de dâhil olmağla Sûre-i Fâtiha’nın
kable’l-Hicret şeref-i nüzûlüne delâlet etmektedir. Çünkü
Resûl-i Ekrem efendimiz hazretlerine i’tâsıyle imtinân buyurulan “Seb’ul-Mesânî”nin bu sûreden ibâret olması ehâdîs-i
sahîha ile mü’eyyeddir.
Bir hadîs-i şerîfde en evvel nâzil olan sûre-i kâmile Sûre-i Fâtiha olduğu musarrahtır. Zâten Cenâb-ı Risâlet-me’âbın Fâtiha’sız aslâ namaz kılmamış olmalarının kat’iyyeti de
daha Mekke-i Mükerreme’de bulundukları zaman Sûre-i Fâtiha’nın nâzil olmuş bulunmasına delâlet ediyor. Fakat muahharan tahvîl-i kıble esnâsında Medîne-i Münevvere’de bir
def’a daha inzâl buyurulmuş olması İmam Mücâhid rahimehullâhdan mervî ise de bu cihet kesb-i kat’iyyet etmemişdir.
İnde’ş-Şâfi’iyye namazın her rek’atında imâm olsun,
me’mûm olsun her musallîye Fâtiha kırâ’eti farzdır, e’imme-i Hanefiyye’ye göre farzların ka’de-i ûlâsından sonraki
rek’atlarında müstahab olup diğer rek’atlarında vâcibdir.
Fakat cemâ’atle kılınan namazlarda imâmın kırâ’eti me’mûmun hakkında da kırâ’et addedilir. Binâ’en-aleyh bu sûrette
me’mûmun kırâ’etle iştiğâli mekrûh olur.
Manastırlı İsmâil Hakkı