19 Ekim 2016 Çarşamba

Edebinden,hayasından Resulullahın huzurunda o kadar yavaş konuşurdu ki,Peygamberimiz(aleyhisselâm) "Yüksek söyle yâ Ömer işitemiyorum" buyururdu.
Hazreti Ömer öğle sıcagında,zekat olarak Beytülmal'a alınan develeri bağlardı."Yâ Emire'l-mü'minin! Niçin siz zahmet çekiyorsunuz! Birine emir buyurun bağlasın," dediler. Hazreti Ömer:"Bunlar,fakirlerin hakkıdır.Hak teâlâ beni bunlara bakmaya memur etti,işlerini de kendim görmem iyi olur.Ahirette bunlar benden sorulacaktır," buyurdu.
Hz Peygamber sav'den İslam'a davet mektubu alan Bizans Kralı Heraklius (Herakleios) onun hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istemiş,o sırada Suriye'de bulunan Arap tüccarlarını sarayına çağırmış ve kendilerine Rasulullah s.a.v.'i sormuştu. Bu tüccarlar arasında bulunan ve henüz müslüman olmayan Ebu Süfyan, Rasul-i Ekrem s.a.v hakkında istemeye istemeye doğru söylemek zorunda kalmıştı. Aralarında şu şekilde bir konuşma geçmişti: - Ona en çok uyanlar kimlerdir, zenginler mi, fakirler mi? - Fakirler. -Hiç ona inananlardan dönenler oldu mu? - Şimdiye kadar hayır. - Ona inananlar artıyor mu, eksiliyor mu? - Her geçen gün biraz daha artıp çoğalıyorlar. - O'nun hayatında hiç yalan söylediğini duydunuz mu? -Hayır, hiçbirimiz O'nu yalan söylerken duymadık. Henüz müslümanların en amansız düşmanlarından biri olan Ebu Süfyan'dan aldığı bu cevaplarla sarsılan Hirakl, kendini tutamayarak şöyle dedi: - Bir insanın bunca zaman insanlara yalan söylemekten kaçınıp da Allah'a karşı yalan söylemesi düşünülemez. (Buhari, Bed'ü'l-Vahy, 6)
Allah Rasülü,hayatı boyunca hep tatlı dilli,güler yüzlü olmuş;onu gören bir daha görmek,dinleyen tekrar dinlemek istemiştir.O'nun konuşması kimseye bıkkınlık vermezdi. Hiçbir konuda kimseyle münakaşa etmez, kimseye lanet etmez, beddua etmezdi. Kaba ve sert konuşmayı asla sevmezdi.Allah Rasulü kimseye kızmaz ve bağırıp çağırmazdı. Hiç bir şey O' nu öfkelendirmez, sinirlendirmezdi. Konuşunca tane tane konuşur, bazı sözlerinin de anlaşılması için üç defa tekrar ederdi. ihtiyaç yoksa lüzumsuz yere konuşmaz.. Az sözle çok şey ifade ederdi. Konuşmaya Allah' ın adını anarak başlar ve gene Allah' ın adını anarak bitirirdi. Konuşurken birilerinin yüzüne konuşmaz, kimsenin hatasını yüzüne vurmaz.. Başkalarının ardından konuşup gıybetini etmezdi. Yanında gıybet edilecek olursa mani olur, gıybeti edileni müdafa ederdi. Allah'ın elçisi kendiliğinden konuşmaz.. Cenab-ı Allah O' nun için şöyle buyurur: - "Battığı zaman yıldıza and olsun ki, arkadaşınız Muhammed, sapmadı ve batıla inanmadı; O arzusuna göre de konuşmaz. O' nun bildirdikleri vahyedilenden başkası değildir." (Necm: 1-4) Allah Rasulü, asla yapmadığını söylememiştir. Her söylediğini de yapmıştır. Söz verdiği zaman mutlaka sözünde durmuştu, Allah Rasülü, sözü ağzında gevelemezdi, lugat parçalamazdı. Tatlı ve yumuşak konuşur. Kimseye sen şöyle yapıyorsun demez, "Bazılarınız şöyle yapıyor" der, umuma konuşurdu. Allah Rasulü' nün susması, konuşmasından daha çok sürerdi. Anlamsız söz söylemezdi. Ne fazla ne de eksik konuşurdu. O' nu gören: "Bu yüz yalan söylemez" demekten kendini alamaz.. Bizans imparatoru Ebu Süfya' a: - Muhammed' in hiç sözünde durmadığı oldu mu? diye sormuş, Ebu Süfyan: - "Hayır! O, verdiği her sözü tuttu" cevabını vermiştir. Peygamber (as) "Emin=güvenilir" lakabını peygamberlikten önce almıştır. Ebu Celil bile O' nun için: "O, vallahi hiç yalan söylemedi" demek zorunda kalmıştır. Miraç olayında Hz. Ebu Bekir (ra) a: Muhammed gök yüzüne çıktığını söylüyor ne diyorsun? denilince: - "O ne diyorsa doğrudur."cevabını vermiştir.
Peygamber aleyhisselam, bir gün Medine çarşısını geziyordu. Gözüne satılık bir at ilişti. Sahibiyle pazarlık etti. Anlaştıkları fiyat üzerinden parasını evden alıp getirmek üzere satıcının biraz beklemesini söyledi. Bu sırada at sahibi, daha fazla bir bedel bulunca atı Hz. Peygamber' e satmaktan vazgeçti ve bu anlaşmayı inkar etti. Peygamber aleyhisselam, anlaştıkları sırada yanlarında kimse bulunmadığından şahit gösteremedi. O sırada sahabelerden Sabit b. Huzeyme r.a oradan geçiyordu. Dayanamadı. Karşılıklı konuşmaya müdahale ederek, "Ben şahidim! Sen yalan söylüyorsun! Atını Rasulallah' a sattın!" dedi. Huzeyme' nin bu kesin beyanı karşısında, daha fazla ısrar etmeye yüzü kalmayan at sahibi, atı Peygamber aleyhisselam' a satmak zorunda kaldı. Hz. Peygamber yolda Huzeyme' ye sordu: "Ya Huzeyme, satış sırasında sen yanımızda hazır değildin. İç yüzünü bilmediğin bir hadise hakkında nasıl şahitlik ettin" Huzeyme: "Ey Allah' ın Rasülü! Atın sana satıldığını ben senden işittim. O halde doğrudur. Çünkü sen ancak doğru söylersin.Sen her gün bize Melek Cebrail' in getirdiği ayetleri tebliğ ediyorsun ve biz getireni gözümüzle görmediğimiz halde, verdiğin ilahi haberlere, "sen söylüyorsan öyleyse doğrudur, gerçektir" diye tereddüt etmeden inanıyoruz. Şimdi bu sözüne mi inanmayacağız?" dedi.
Hakiki hürriyete sahip insanoğlunun yanına gidiyorsunuz ve ona bir başka insanı gösteriyorsunuz. Bu ikincinin elleri kolları bağlanmıştır. Hür insana diyorsunuz ki: -Bu kolları bağlı hemcinsine vur, onu döv, onu ez, ona karşı istediğin gibi davranr, Hür insan geriliyor: -Ben bunu yapamam, hürriyetim manidir, diyor, insanlığın cevherinde bir şeyler var ki dediklerinizi yapmak isterken bana karşı geliyor, ben zalim olamıyorum.- Yine hür insana bir başkasının mülkü olan toprağı gösteriyorsunuz ve -Bu toprağın sahibi kuvvetsizdir, diyorsunuz, burasını sen kullan, bu mülk senin olsun.- Hür insan bu teklifi şiddetle reddediyor: -Ben bunu yapamam diyor, zira bu mülk benim değil, hürriyetim onu işgal etmeme müsaade etmiyor.- Aynı hür insana -Sen hür değil misin? Şu fikre hakaret et. Bu mazlumu tehdit et- diyorsunuz. Onun cevabı şöyle oluyor: -Içimde bir ilahi güç, bir ilahi kuvvet var ki yine ilahi cevher olan ruh meyvesine hakaretime izin vermiyor; mazlumu tehdit etmek isterken ağzımı kapatıyor.- Hür insanın şaşırtıcı hali karşısında son bir ümide bağlanan gerçek esir ona şu dilekle yaklaşıyor: -Yalan söyle bari, aldat, iftira et, izzetinefisler çiğne, namussuzu olsun teşhir et!" Hür insan, bu yeryüzünde kendisini inim inim inleten esir ve zalim fitnenin mutlaka kahretmek isteyen, insanlığı mutlaka çökertmek isteyen sesi karşısında: -Sefil, diyor, hür olmasaydım belki sana uyardım. Tavsiye ettiğin zilletler ne seni, ne de insanlığı kurtaracak. Sen kendinle beraber her şeyi bastırmak istiyorsun. Ben kendimle beraber herkesi kurtarmak istiyorum. Zira hürüm,Hürriyetim bana bunu emrediyor. Her türlü hesaplar, kurnazlıklar bu emrin karşısında aciz kalıyor. Senin yıkmak, devirmek istediğini ben kurtarmak isterken bu halime sen acz diyeceksin. Evet, hür olduğum için senin istediklerini yapmaktan acizim, yıkamam, iftira edemem, yalan söyleyemem, zulmedemem. Işte bendeki bu muhteşem aczin ilahi adı hürriyettir.
Nurettin Topçu


Allah Teâlâ buyuruyor:
“Siz zalimlere meyletmeyin ki, vücûdunuza ateş yapışmasın. Halbuki Allah’tan gayri sizin dostunuz yoktur. Binâenaleyh, zâlimlere meylettikten sonra hiç kimse tarafından yardım olunmazsınız.” (Hûd Sûresi / 113)
Fahr-i Râzi, Hâzin ve Kâzi’nin beyânlarına göre:
وَلاَ تَرْكَنُوآ اِلَى azıcık meyil ile kalbde muhabbet etmek manasınadır. Veyahut onların zulümlerine rızâ göstermektir. Buna nazaran mânây-ı âyet:
“Zâlimlere kalbinizle muhabbet eder ve zâlimâne işlerine rızâ gösterirseniz cehennem ateşi sizi yakar. Şu halde onlara muhabbet etmeyin ki, ateş sizi yakmasın.
Eğer yakarsa sizi kurtaracak Allah’tan gayrı bir dostunuz olmadığı gibi, bir kimseden de yardım görmezsiniz,” demektir. Ve yahud; “onlara müdâhene edip zâlimâne emirlerine itaat etmeyin,” demektir.
Zulüm, cemî’ edyânda haramdır. Zira insanların nazarında, makbul ve âlemin intizâmına hadim olan adaletin zıddı zulüm olduğu cihetle âlemin harâbetine, milletlerin inkırazına da zulüm sebep olduğundan zulmetmek şöyle dursun, Cenâb-ı Hak Azze ve Celle Hazretleri zulmedenlere meyletmekten dahî nehy buyurmuştur.
Hadîs-i Şerifler:
Ebû Davud’un “Sünen’inde: Sehl ibn-i Muâz -radıyallahu anh-’ın rivayetine göre Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurmuştur:
“Her kim ki bir mü’mini bir münafıktan himaye eder, korursa kıyamet günü Cenâb-ı Hak bu himaye eden mü’minin vücûdunu cehennem ateşinden sıyânet için bir melek gönderir.”
İbn-i Abbâs -radıyallahu anhümâ-’ın Kitâb-ı Tevbîh’inde rivayetine nazaran: Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- şu hadîs-i kudsîyi beyân buyurmuştur:
“Cenâb-ı Hak Azze ve Celle Hazretleri; izzetim ve celâlim hakkı için eninde sonunda zâlimden mazlumun intikamını alırım.” diye buyurduğunu rivayet etmiştir.
Sallallahu teâla aleyhi ve sellem Efendimiz hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
• “Kim zâlimlerle yürürse, muhakkak cürüm işlemiş olur. Allahu Zü’l-Celâl Hazretleri buyurur ki, Ben Azîmü’ş-şân mücrimlerden intikam alıcıyım.”
• “Kim ki zâlim olduğunu bile bile li-aynihî zâlim olan birisiyle yürürse, muhakkak İslâm’dan çıkmış olur.” (Râmûz)
• “Nâs, Hak Teâlâ Hazretlerinin iyâlidir. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine halkın en sevgilisi, Hakk’ın iyâline ihsan üzre olan kimsedir.”
• “Mü’min mü’minin karındaşıdır. Ona zulmeylemez ve bir kimse mü’min karındaşının hacetine sa’y ederse Allah Teâlâ Hazretleri de o kimsenin hacetini reva eder.”
• “Bir kimse bir müslimin bir şiddetini tefric eylese Allah Teâlâ dahî yevm-i kıyamette onun şiddetlerinden birini tefric eder. Ve bir müslimi mesrur eden kimseyi Allah Teâlâ dahi mesrur eder.” (Buhârî - Müslim)
• “Bir kimse mü’min kardeşinin iânetinde oldukça Allah u Teâlâ dahî onun avnindedir.” (Müslim)
Allah Teâlâ buyuruyor:
“Ya Ekreme’r-Rusül! Sen Cenâb-ı Allah’a ve yevm-i âhirete îmân eden mü’minleri Allah’a ve Rasûlullah’a muhâlefet eden kimselere muhabbet eder bir kavm olarak bulmazsın. Velev ki o muhâlefet edenler mü’minlerin babaları veya evlâtları ve birâderleri veyâhut kavm ü kabileleri olsa da yine muhabbet etmezler. İşte şu Allah’ın düşmanlarına muhabbet etmeyen mü’minlerin kalblerine îmân yazıldı.
Allah Teâlâ ehl-i îmânı kendi indinden nûr-ı kalble, nûr-ı basîretle takviye buyurdu. Allah Teâlâ o mü’minleri, altından nehirler cereyan eden cennetlere idhâl eder. Onlar ebedî cennette kalıcı oldukları halde onlardan râzı ve onlar da Allahu Teâlâ’dan râzı olurlar. İşte şu kâfirlere muhabbeti terk eden mü’minler Allah’ın sevgili kulları ve cemâatidir. Âgâh olun ve uyanık bulunun ki ey mü’minler! Allah’ın dostları ve cemâati ancak felâh buluculardır ve felâh bulmak ancak mü’minlere mahsûstur.” (Mücâdele, 22)
“Yâ Ekreme’r-Rusül! Akrabasının firkatine dayanamayarak hicretten çekinen kimselere sen de ki: Ey mü’minler! Eğer sizin babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz ve sâir akrabânız, kavm ü kabileniz, kazanmış olduğunuz mallarınız, kesat ârız olmasından korktuğunuz ticâretiniz ve süknâsından râzı olduğunuz evleriniz eğer size Cenâb-ı Allah’tan ve Resûlünden ve fî sebîlillâh düşmanlarınızla mücâdeleden ziyâde muhabbetli ise hakkınızda emr-i ilâhî gelinceye kadar gözetin ki, emr-i ilâhî geldiğinde ne olacağını bilirsiniz. Tahkik Cenâb-ı Allah kavm-i fâsikîna hidâyet etmez.” (Tevbe, 24)
Yani sizin için âyet-i celîlede sayılan şeyler Allah Teâlâ ve Rasûlünden daha ziyâde sevgili ise sizin üzerinize azâbı îcâb eden emr-i ilâhî gelinceye kadar âkibet-i emre intizâr etmek üzerinize vâcibtir.
Bu âyet-i celîle din uğrunda görülecek meşakkate ve dünyâca terettüb edecek bilcümle mazarratlara tahammül etmek lâzım olduğuna delâlet eder. Ve insan için dîni uğrunda her şeyi yani malını, canını fedâya hazır olmazsa âkibet vehâmetten hâlî olamayacağına dahî bu âyet-i celîlede işâret vardır.
Çünkü Cenâb-ı Hak bu âyette; “eğer şu umûr-î dünyâ size dinden daha ziyâde muhabbetli ise âkibet gelecek belâyı gözetin!” buyurmuştur. Bu ise umur-i dine riâyet olunmadığı sûrette her türlü tehlike mevcûd olduğunu beyân etmektir.
Kezâ bir diğer âyet-i celîlede şöyle buyrulur:
“Siz zalimlere meyletmeyin ki, vücûdunuza eteş yapışmasın. Halbuki Allah’tan gayri sizin dostunuz yoktur. Binâenaleyh, zâlimlere meylettikten sonra hiç kimse tarafından yardım olunmazsınız.” (Hûd, 113)
Fahr-i Râzi, Hâzin ve Kâzi’nin beyânlarına göre:
 azıcık meyl ile kalbde muhabbet etmek mânasınadır. Ve yahut onların zulümlerine rızâ göstermektir. Buna nazaran manâ-yı âyet:
"Zâlimlere kalbinizle muhabbet eder ve zâlimâne işlerine rızâ gösterirseniz cehennem ateşi sizi yakar. Şu halde onlara muhabbet etmeyin ki, ateş sizi yakmasın.
Eğer yakarsa sizi kurtaracak Allah’tan gayrı bir dostunuz olmadığı gibi, bir kimseden de yardım görmezsiniz," demektir. Ve yahud; "onlara müdâhene edip zâlimâne emirlerine itâat etmeyin," demektir.
Hadîs-i şerifde şöyle buyrulur:
Ebû Dâvud’un “Sünen”inde: Sehl ibn-i Muâz (r.a.)’ın rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.v.) buyurmuştur:
“Her kim ki bir mü’mini bir münâfıktan himâye eder, korursa kıyâmet günü Cenâb-ı Hak bu himâye eden mü’minin vücûdunu cehennem ateşinden sıyânet için bir melek gönderir.”
“Kim zâlimlerle yürürse, muhakkak cürüm işlemiş olur. Allahü Zü’l-Celâl Hazretleri buyurur ki, ben Azîmü’ş-şân mücrimlerden intikam alıcıyım.” (Râmûz)

Bir gün Cenâb-ı Risâlet-meâb efendimiz Ashâb-ı kirâma hitâb ile “ihvânınıza, zâlim olsun, mazlûm olsun nusret ve muâvenet ediniz” buyurdular. ashâb yâ Resûlallah mazlûma ne sûrette nusret edeceğimizi biliriz fakat zâlime nasıl nusret olunur “bunu yaparsak biz de zâlim olmaz mıyız?” dediler.
Cevâben buyurdu ki: “Zâlime nusret onun elini tutup kendisini zulümden men etmekle olur” filhakīka bu muâmele zâlime de büyük hizmet ve inâyet addolunur ki bu sâyede vizr ü vebâlden tahlîs edilmiş olur.

Sûre-i En’âm’da vâki’;
فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذِينَ ظَلَمُوا وَالْحَمْدُ لِلّه
nazm-ı celîlinin tefsîrinde müfessirîn-i kirâm; “Zalemenin helâki, onların sû’i amâl ü efâlinden ehl-i Arzı tahlîs edeceği cihetle şâyeste-i hamd ü senâ bir nimet-i celîle olduğuna bu âyet delâlet eder.” demişlerdir.

Hazret-i Peygamber minber-i şerîf üzerinde idi. Buyurdular ki: 2 a’def Üç) أَلاَ إِنَّ الْقُوَّةَ الرَّمْيُ) böyle buyurdular. Kuvvet, kuvvet... Bâzu değil. Kılıç... O da değil. Bil ki atmak, atmak. Top atmak şarapnel atmak. Zamân-ı sa’âdetde ok atılırdı. Fakat “ok atmak” demiyor. Mutlak olarak “er-remyu” buyuruyor. Çünkü Hazret-i Resûl keşf ediyor. Allah Sultân-ı Enbiyâ’ya vahy ile bildiriyordu ki ileride öyle şeyler îcâd olunacakdır. Muhârebeyi kazanmak onlara mütevakkıf olacakdır. Kurşunlar, gülleler atacaksın, o sûretle galebeyi te’mîn edeceksin. Başka çâre-i necât olmaz. Gâyet sür’atli olacak. Gâyet ba’îd mesâfeye gidecek. Öyle bir sûretle atmalı ki düşmanın rehgüzârı güllelerle dolsun. Yoksa daha evvel onun güllesine sen ma’rûz olursan vay hâline. – Ama ben dînimi muhâfazaya sa’y ederim. Dîn-i hakka nusret mev’ûd-ı ilâhîdir. Evet! Lâkin sen istidâ’atın derecesinde çalış ki Allah nusret buyursun. 3 (إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ) Nazm-ı şerîfi iş’ârına nazaran nusreti Allah bizim sa’yimize mütevakkıf kılmışdır. Ta’lîmât-ı şer’iyyeyi tutun, o vakit ben de te’sîrini halk ederim.” Esbâbını biz hazırlayacağız. Allah te’sîrini halk edecek. Yalnız irâde ile, hüsn-i niyyetle bir yere gelmeden maksûd hâsıl olmaz.
Sa'd b.Ebi Vakkas(r.a) şöyle anlatıyor: Kardeşim Umeyr b.Ebi Vakkas'ı(r.a), Efendimiz(s.a.v.) bizi teftiş etmezden önce Bedir suyunda gördüm,orada gizleniyordu.Ben: "Ey kardeşim,niçin gizleniyorsun?" diye sorunca, "Hz.Peygamber beni küçük görür de geri çevirir diye korkuyorum. Halbuki ben çıkmak istiyorum. Umulur ki, Allah bana şehidlik mertebesi verir" dedi. Sonunda o, Efendimize (s.a.v.) gösterildi. Hz. Peygamber onu küçük bularak savaşa katılmasına izin vermedi. O da ağladı. Bunu gören Hz. Peygamber ona izin verdi. Ben onun kılıcını,küçük olduğundan,bağladım. 16 yaşında iken şehid düştü.
Hz.Aişe(r.anha) anlatıyor:Peygamberimiz(asm) geceleri ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi.Ben kendisine, "Ey Allah'ın Resulü,geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Tealâ bağışladığı halde niçin bu kadar yoruluyorsunuz?" dedim. Peygamberimiz (asm): "Ya Aişe, Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdu. Peygamberimiz (asm) bu sözleri ile bazılarının zannettiği gibi Allah korkusu sebebi ile değil, Allah sevgisi ve zevki ile ibadet ettiğini ifade ediyordu. Peygamberimiz (asm)'in namazda en büyük zevki duyduğunu söylemesinin hikmeti bu idi. Hatta o, sabah namazının iki rekat sünneti hakkında: "O iki rek'at bana dünyadaki her şeyden daha çok sevimlidir." buyurmuştur.


 
Yolda geri kalanlardan biri;"Su çölde benden daha zavallı biri var mı?" diye sızlanıp ağlıyordu ki,yük taşıyan eşek sözünü kesti; "Be sersem;sen de mi feleğin cevrinden şikâyet ediyorsun! Eşeğe binmemiş olabilirsin ama Allah'a şükret ki en azından eşek değilsin.
Sâdi SİRAZI

Ebu Derda(r.a) ölüm döşeğindeyken devesine söyle seslendi: Rabbinin nezdinde bana davacı olma. Sana gücünün üstünde yük yüklemedim. 
 
İnsan kıyamet gününde hüküm verilinceye kadar sadakasının gölgesinde durur.
Hz Muhammed sav
Halkın çoğunluğu tarafından seçilen Halife olur. Ekseriyetin reyine muhalefet eden asidir. Onu doğru yola çevirmek vaciptir.
Gazali Hz (İhya 1 211)


Namaz kılmayanın hiçbir iyiliğine Allah önem vermez
Hz Muhammed
sav

 
Abdullah b.Üneys r.a,Cabir(r.a.)'in Hz.Peygamber (s.a.s.)'den duyduğu,üzerinde mazlum hakkı bulunan kimsenin cennete giremeyeceğine dair bir Hadis-i Şerifi (Buhari,Tevhid, 32) bizzat onun ağzından öğrenmek maksadıyla deve sırtında Şam'a kadar bir ay süren uzun bir yolculuk yapmıştır.
(Müsned, 111, 495; Buhari, ilim, 19.)

Hz.Cabir'in(ra) babası Uhud da şehid oldu.Kardeşleri kimsesiz kaldı.Bunun üzerine dul bir kadın olan Süheyl binti Mes'ud r.a ile evlendi.Yedi kız kardeşine bakabilmek için böyle dul birini tercih etmişti.Resulullah (ra) bunu duyunca "İsabet ettin" buyurmuştur.
Bizim zannımızca,birçok milletlerin Müslümanlığı kabul etmesi bu dinin beden isteklerine elverişli oluşundandır. Oysa,Avrupalıların aşırı derecede kullandıkları alkollü içkileri yasak eden, yıllık kazançlardan en az yüzde iki buçuğunu fukaraya vermeyi farz kılan, en sıkı bir şekilde oruç tutmayı, ergenliğe ermek sırasında kanlı bir ameliyat geçirmeyi, günde beş defa namaz kılmayı, yüzlerce fersah uzakta, yakıcı kumlar ortasında hacca gitmeyi buyuran dinin nefsani zevkleri neresinde?
Voltaire

Genç bir kadın,Resulullâh'a geldi.
Bu sırada Fadl b Abbâs r.a kadına,kadın da Fadla bakmaya başladı. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem hemen Fadlın yüzünü (eliyle kadından) başka tarafa çevirdi.
Buhari 752

Bir kere ben:-Yâ Resulallâh biz cihâdı, ibâdetlerin efdali(en faziletlisi) biliyoruz. Biz, cihâda iştirâk edemez miyiz? diye sordum. Resulullah: - Hayır, siz cihâd edemezsiniz. Siz kadınlar için efdal-i cihâd, hacc-ı mebrur olur, buyurdu.Ümmül-mü-minin Aişe ra Buhari 755



Allah Teâlâ buyurur:
Hac, malum aylardadır. İşte kim o aylarda hacca niyet ederse artık hacda kadına yaklaşmak, fısk yâni Allah’a itâatden çıkmak ve kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de azık tedârik edin. Biliniz ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey kâmil akıl sahibleri, Beni incitmekden sakının.
Bu esnâda Rabbinizden fadl u kerem taleb etmenizde bir günâh yoktur. Arafat’dan seller gibi akıp gitdikden sonra el-Meş’aru’l-Haram’da da Allah’ı hatırlayın. O size nasıl doğru yolu gösterdiyse O’nu öylece anın. Bilirseniz bundan evvel sizler yolunu kaybedip zâyi olmuş kimseler idiniz. Sonra insanların akıp gittiği yerden siz de akıp gidin. Allah’dan mağfiret taleb edin. Muhakkak ki Allah çok mağfiret edici, çok merhamet edicidir.
Hacca âid ibâdetlerinizi tamamlayınca bir zamanlar atalarınızı andığınız gibi, yahud daha kuvvetli bir anışla Allah’ı anın. İnsanlardan kimisi “Ey Rabbimiz, bize nasibimizi dünyâda ver” der ki onun âhiretten nasibi yokdur.
Kimi de: “Ey Rabbimiz, bize dünyâda da güzellik ver, âhiretde de güzellik ver ve bizi ateş azabından koru” derler. İşte onların, kazandıklarından nasîbleri vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir. (Bakara sûresi, 197-202)
*
Ehl-i hakikat der ki: Avâmın haccı Beyt-i Muazzam’a yönelip, orayı ziyaret etmektir Havâssın haccı ise Beyt’in Rabbini kasdedip, onu görmektir. Nitekim (Halilullah) Hz. İbrâhim’den hikâyeten Allah -celle celâlüh- şöyle buyurmaktadır:
«Ben, Rabbimin emrettiği yere gidiyorum. O, bana dosdoğru yolu gösterecektir.» (Sâffât sûresi, 99)
Hz. İbrahim Allah’ı kasdedip, onu talep ederek, bütün varlığıyla ona yönelmiş, nefsini, malını ve çocuklarını Allah uğruna fedâ etmiş ve;
«Âlemlerin Rabbi olan Allah müstesnâ sizin taptıklarınız benim düşmanımdır» (Şuarâ sûresi, 77) âyetinde ifâdesini bulduğu gibi, Hz. İbrahim Allah’dan başka herşeyi düşman kabul etmiştir.
İşte bütün bunlar hakîki haccın menâsikin­dendir. Hz. İbrahim dikkatle bunları yerine getirdiğinden Allah onu, Beyt-i Muazzam’ı ilk bina edip tavaf ve hacceden, insanlar arasında haccı ilan edip menâsikini ilk defa tatbik eden kişi yaptı. Binaenaleyh hac, sûret ve manâ itibariyle Hz. İbrahim’in makamıdır.
Hac nasıl ki, Hazret-i İbrahim’in makamı, bizim Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in de hâlidir. Hal, makamdan daha mükemmeldir. Zirâ makamlar, menzillerdendir. Haller ise ilâhî mevhibelerden (el-Mevâhib) dir. İlâhî mevhibeler olmaksızın makamlara sülûk etmek mümkündür. Ancak makamlara sülûk etmeden ilâhî mevhibeler mümkün değildir.
Bilesin ki, her kalb marifet-i Rabb’a sâlih değildir. Her nefis de Rabbin hizmetine sâlih değildir. Her mal da Hak yolunda sarf olunmaya sâlih değildir. Kul, hâlini mümkün olduğu kadar çabuk düzeltmeye çalışarak bütün varlığını Allah yolunda yine Allah’ın emrettiği veçhile bezletmeye gayret etmelidir. Görmez misin ki, İbrahim -aleyhisselâm- Beyt’i bina etti, tavaf etti, insanları hacca çağırdı, malını misafirlerine, bedenini ateşe verdi. Oğlunu Allah’a kurban adadı, kalbini Allah’a verdi, sehâvetde o kadar ileri gitti ki melekler teaccüb ettiler. Allah da ona dostluk hil’atini giydirdi ve buyurdu ki:
Allah İbrahim’i dost edinmişdir.» (Nisâ sûresi, 125)
Avamın inancı dağlar gibidir.Kelamcının akidesi rüzgarda ip gibidir.
İmam Gazali İhya 1 230
 
Abdullah b. Ömer(r.a) Kötülüğe karşı iyilikle mukâbele ederdi:Zeyd bin Eslem'den rivayet edilmiştir:Bir kimse yolda Abdullah bin Ömer'e sövüp saymaya başladı. Hazreti Abdullah evinin kapısına varıncaya kadar onu dinledikten sonra adama dönerek."Ben ve kardeşim Asım kimseye sövmeyiz" buyurdu. Bir gün Abdullah bin Ömer'in(ra) devesi çalındı. Çok aradı,bulamadı.Alana helâl olsun dedi. Mescide girip namaz kıldı. Biri gelip deven şuradadır dedi. Nalınlarını giyip oraya giderken, geri döndü ve helâl etmiştim, artık almam dedi.






Hâlid bin Velid (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte şöyle diyor:

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’e bir adam gelerek:

– Ya Rasûlallah! Sizden hem dünya hem de âhirette kâfî gelecek, beni müstağnî kılacak bazı şeyler istirham edeceğim, dedi.

Ve Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) de:

– İste ne arzu ediyorsan, buyurdular ve aralarında şu muhâvere cereyan etti:

– İnsanların en âlimi olmak istiyorum.

– Allah’tan kork, insanların en âlimi olursun.

– İnsanların en zengini olmak istiyorum.

– Kanâat et, insanların en zengini olursun.

– İnsanların en hayırlısı olmak istiyorum.

– İnsanlara faydalı olan kimse onların en hayırlısıdır.

– İnsanların en âdili olmak istiyorum.

– Şu halde kendin için arzuladığını insanlar için de arzula.

– İnsanların en hâssı olmak istiyorum.

– Allah’ı çok zikret, onların hâssı olursun.

– Muhsinlerden olmak istiyorum.

– Şu halde ahlâkını güzelleştir, îmânın kemâle ersin.

– İtaatkârlardan olmak istiyorum.

– Allâh’ın farz kıldığı şeyleri yerine getir, mûtî olursun.

– Allâh’ın rızâsına mazhâr olmak istiyorum.

– Kendine ve Allâh’ın mahlûkatına karşı merhametli ol.

– İnsanların en kuvvetlisi olmak istiyorum.

– Allâh’a dayan ve ona tevekkül et; insanların en kuvvetlisi olursun.

– Duâmın kabûl olmasını istiyorum.

– Harâmdan ictinâb et.

– Allâh’ın insanlar arasında beni rüsvây etmemesini istiyorum.

– İnsanlar arasında rüsvây olmamak için dilini ve tenasül uzvunu muhâfaza et, buyurmuşlardır. Bir rivâyette; nâmusunu ve kötü huylarını düzelt, buyurmuşlardır. (Kurtubî)

*

Hadîs-i şerîfte varîd olmuştur ki:
“Cenâb-ı Allah, kıyâmet gününde mahlûkatı topladığında bir münâdî şöyle seslenir:
– Karşılıksız iyilik yapanlar nerede?
İnsanlardan bir cemâat kalkar, süratle cennete doğru yürür ve melekler onlara yetişip şöyle derler:
– Biz sizin süratle cennete koştuğunuzu görüyoruz, siz kimsiniz? Onlar da derler ki:
– Karşılıksız iyilik yapanlarız. Melekler tekrar:
– Sizin karşılıksız iyi davranışlarınız nelerdir, diye sorarlar. Onlar da:
– Biz zulme uğradığımızda sabrettik, bize bir kötülüğü dokunanı affettik, derler. Onlara:
– Giriniz cennete, denilir. Böyle hareket edenlere ne mutlu!..
Sonra bir münâdî daha:
– Sabır ehli nerede, der. Ve yine bir cemaat kalkar, süratle cennete doğru yürürler. Melekler onlara da yetişir ve:
– Sizin süratle cennete gittiğinizi görüyoruz. Siz kimsiniz, diye sorarlar. Onlar da:
– Biz, ehl-i sabırız,derler. Melekler tekrar:
– Sizin sabrınız neye karşıdır, derler. Onlar da:
– Biz Allâh’a tâat hususunda sabrederiz, yine biz Allâh’a isyandan kaçınmada sabırlıyız. Onlara denilir ki:
– Girin cennete!

Enes -radıyallahu anh-’dan:
Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in maiyyetinde idim. Üzerinde kenarı kalın bir libas (ridâ) vardı. Bir bedevî onun bu ridâsını öyle bir şiddetle çekti ki, o libasın kenarı onun mübârek boyun tarafında iz bıraktı, sonra şöyle dedi:
Ğ Yâ Muhammed! -sallallâhu aleyhi ve sellem- Benim şu iki deveme nezdindeki Allâh’ın malından erzak yükle! Çünkü benim için ne kendi malından ne de babanın malından (erzak) yükleyecek değilsin.
Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- (biraz) sükût ettikten sonra buyurdu ki:
Ğ Mal, Allâh’ın malıdır. Ben de O’nun kuluyum. Sonra şöyle buyurdu:
Ğ Ey Arâbî! Bana yaptığın şu şeyin tıpkısı cezâ olarak hakkında tatbik edilsin mi?
Bedevî:
Ğ HayırÉ
Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- sordu:
Ğ Neden?
Bedevî:
Ğ Çünkü sen kötülüğe kötülükle mukâbele etmezsin, dedi.
Bu cevap karşısında Peygamber -sallallâhu aleyhi vesellem- güldü. Sonra onun bir devesine arpa, bir devesine de hurma yükletilmesini emretti. (Buhârî, Müslim)
Hazret-i Âişe -radıyallahu anhâ- der ki:
Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem, şahsan uğradığı bir haksızlığa, zulme karşı intikam almazdı. Meğer ki, o kötülük Allâh’ın ve halkın haklarına tecavüz mâhiyetinde olsun. Peygamberimiz hiç bir hizmetçiyi, hiçbir kadını dövmemiştir.
* * *
Huzur-i saâdete gelen bir zât, Rasûl-i Ekrem -sal­lallâhu aleyhi ve sellem-’in mehâbetinden titremişti. Bunun üzerine Efendimiz:
Ğ Korkma! Müsterîh ol! Çünkü ben, bir hükümdar değilim. Ben ancak kadîd (et kurusu) yiyen Kureyş’ten bir kadının oğluyum, buyurarak onu sükûna dâvet etmişti. (Beyhakî)
* * *
Beni (medih ve senâda) Meryem’in oğlu İsa (hakkında) mubâlağa edildiği gibi haddi aşmayın. Ben ancak bir kulum. O halde (bana sadece) “Allâh’ın kulu ve peygamberi.” deyin.” (Buhârî)
* * *
Mü’minlerin en fazîletlisi, ahlâkı en güzel ola­nıdır.” (İbn-i Mâce)
* * *
Huyların şerefli ve değerli olanları (başlıca) ondur ki, bunlar bir adamda bulunur, oğlunda bulunmaz; oğlunda bulunur, babada olmaz. Kölede bulunur, efendisinde bulunmaz. Allah onları (ebedî saâdetini, bahtiyarlığını) dilediği kimselere taksim eder. Onlar da şunlardır:
1- Doğru sözlülük.
2- Harbde (sebat ve) sadâkat.
3- Sâil (dilenciy)e vermek; yardım etmek.
4- Yapılan iyiliklere iyilikle mukâbele etmek.
5- Emâneti korumak.
6- Akraba ile iyi münâsebeti devam ettirmek.
7- Komşusunun hak ve hürmetini gözetmek.
8- Arkadaş (ve dost) hak ve hürmetine riâyet et­mek.
9- Misâfire (ziyâfet vermek) yedirip içirmek.
10- Bunların başı hayadır, utanmaktır.” (Hâkim, Beyhakî)
* * *
“Utanmak imandandır.” (Buhari, Müslim)
* * *
“Kim insanlardan utanmazsa, Allah’tan da utanmaz.” (Taberânî)
Sana Allah'ın takvâsını, doğru konuşmayı, ahde vefayı, emaneti edâ edip hıyâneti terketmeyi, komşu haklarını gözetmeyi, yetime rahmet ve şefkat göstermeyi, yumuşak konuşmayı, selâmı yaymayı ve alçak gönüllü olmayı tavsiye ediyorum.
Hz Muhammed sav



Nikah,
kölelik gibidir.
Kızınızı
kime verdiğinize
dikkat edin.
Hz Muhammed sav



 
Müslüman aile içinde çocuk gibi olmalıdır.
Nafakası için çalışırken erkek gibi olmalıdır.
Hz Ömer r.a
 
Hazreti Ömer bir gün Medine'nin kenar mahallelerinden birinden geçmektedir.Yaşlı,ama bir dilenci ile karşılaşır.Dilencinin Yahudi olduğunu öğrenen Ömer ona sorar: -Seni bu duruma düşüren sebep nedir? Ama Yahudi: - Daha önce demircilik yapardım.Güçlü kuvvetli idim.Cizye verirdik,zamanla gücüm gitti,muhtaç duruma düşmeye başladım, yine cizyemi verdim.Sonra yaşlılık geldi çalışamaz duruma düştüm. Kısacası senin adamların benden cizye almaya devam ettiler ve ben dilenmeye mecbur kaldım. Hazreti Ömer can evinden vuruldu. Ama Yahudi'nin elinden tutarak, onu evine getirdi. Önce karnını doyurdu, sonra ona yetecek kadar yardımda bulundu. Beytülmal sorumlusunu çağırarak ona şu talimatı verdi: "Bu ve bunun gibi olanlara dikkat edin. Allah'a yemin ederim, eğer biz onun gençliğinin verimini aldıktan sonra kocayıp yaşlanınca böyle sefil bırakırsak, ona karşı insaflı hareket etmiş olmayız." 
 
Midesine kul olan,ALLAH'a kulluk edemez.
Adam olmak istiyorsan yemeği ölçülü ye,karnını tıka basa doldurma. Adam mısın küp müsün kim bilecek. İnsanın içi,gıda,zikir ve nefes yeridir.
Sen onu ekmek teknesi mi sandın.
Sâdi ŞİRAZi
Kim benimle Kevser Havuzunda buluşmak isterse elini ve dilini korusun. Kıyamet gününde ilk hesaplaşacak olanlar, komşulardır. Allah-u Tella kendisinden istemeyene kızar. Hz Muhammed (say) 
 
Kâinat milyarlarca yıldızla dolu,ama trafiği yolunda.Biz dünyada az bir vasıta,hem de içinde,direksiyonda insanlar varken,trafiğimiz karma karışık.Neden? Çünkü orada Allah'ın iradesi yürüyor.Beşeriyet de ne zaman Allah'ın iradesine,şeriatine,kanununa teslim olursa,onu tatbik ederse, semalar gibi intizama kavuşur. 
 
Adetleri güzel bir padişah vardı. Bir gün hizmetçisine bir meyve verdi. Padişahın verdiği meyveyi o hizmetçi iştahlı iştahlı yiyordu; sanki ondan güzelini hiç yememişti. Hizmetçisinin güzel güzel yemesine imrenen padişah da yemeyi arzuladı. Dedi ki: "Ey hizmetkar! Bir parça da bana ver, çünkü o kadar güzel yiyorsun ki bu meyveyi." Hizmetçi, padişaha meyveyi verdi. Padişah tattı, acı geldi, kaşlarını çattı. Dedi ki: "Ey hizmetkar, bunu kim yapar? Böyle acı bir meyveyi bu kadar lezzetli kim yer?" Hizmetkar padişaha dedi ki: "Ey sultanım! Elinden yüzbinlerce armağan aldım. Acı bir meyve gelince, geri vermeyi uygun görmedim. Elinden her an bana bir hazine ulaşırken, bir tek acı elma ile bana zahmet nasıl ulaşır? Nimetlerinle beslendim, senin elinden gelen bir nimet, nasıl olur da bana acı gelir? (Mantıkut-Tayr, Feridüddin Attar Hz) 
 
Hz.Peygamber'den daha mahbub(sevgili) bir kimse olmadığı halde biz ashab-ı kirâm onu gördüğümüz zaman ayağa kalkmazdık; çünkü Rasulullah'ın böyle bir hareketten hoşlanmadığını biliyorduk.
Hz Enes(ra)


Hazret-i Resûl müsâvâta riâyetde o derece ileri varmışlardı ki ashâbını kendisine kıyâmdan(ayağa kalkma) bile men buyurmuşlardı. (لاتقوموا (hadîs-i şerîfi erbâbına malûmdur.
Kim malı nereden kazandığına önem vermezse, Allah Teâlâ da onu cehenneme nereden sokacağına önem vermez.Hz Muhammed sav
Hz.Peygamber sav,yıkanmak üzere bir kuyunun yanına vardı. Bu arada Huzeyfe b. Yeman r.a, Rasulullah'a sütre (perde) olmak üzere bir elbise tuttu ve Rasulullah'ı böylece setretti. Yıkanıncaya kadar bu durum devam etti. Sonra Huzeyfe (r.a) oturup yıkanmak isteyince Rasulullah (s.a) bu sefer elbiseyi tuttu ve Huzeyfe'yi halkın gözünden örtmek istedi. Fakat Huzeyfe Rasulullah'ın kendisine bu şekilde hizmet etmesine bir türlü razı olmayıp şöyle dedi: 'Annem ve babam sana fedâ olsun ey Allah'ın Rasulü! Böyle yapma!' Fakat Huzeyfe'nin didinmesi boşunaydı. Çünkü Hz. Peygamber onun iyiliğine karşılık vermek istiyordu ve böylece Huzeyfe yıkanıncaya kadar elbiseyi tuttu.
Birgün Üstat söylüyor, ben yazıyorum. öğlen oldu, acıktım. Yazmaya halim, mecalim kalmadı. Üstat coşmuş söylüyor, ben yazmaya devam ediyorum. Artık ellerim titremeye başladı. -Ustadım, çok acıktım.- dedim. -Öyle mi? öyleyse işaret koy da yemekten sonra devam edelim.- dedi. -Üstadım bir kebap söyleyeyim geleyim. Kebap getirsinler...ıı -Zübeyir, sepetin içinde kuru pide var. Getir şu kaba onu doğra, Mangalda da akşamdan kalma et suyu var. Onu da ısıt, üzerine dökelim. Dolapta da yoğurt var onu da getir...- Dediklerini yaptım. Başladık yemeye... Üstat şunları söyledi: -Zübeyir oğlum, mideden münkir ne var? Peygamber-i Zişan Efendimiz, insanların doldurdukları kapların en şerlisi mideleridir, buyuruyor.Mideden nankör ne var? Şimdi on çeşit yemek yiyelim; on saat sonra hiçbir şey yememişiz gibi olur. -Şu yediğimiz tiriti, ne niyetle yesen, o olur. Kebap desen kebap olur, köfte desen köfte olur, börek desen börek olur, hem her şey olur. -Bugün Ümmeti Muhammed'in ihtiyacı, mide açlığından ziyade ruh açlığıdır. Ümmet-i Muhammed'in ruhunu doyurmaya bakın.Kebap söylemek için çarşıya gidip gelinceye kadar, sen birkaç sayfa yazı yazarsın...
Her şeyin ehemmini mühimmine tercih edin. Yemek mühim değil,
fakat ruhumuzun gıdası daha mühim.
ALLAH Resulu sav,çok mühim buldukları seferlerde Ashabın zeki, hafızası kuvvetli olanlarından bir genci devesinin arkasına bindirirdi.Ta ki o genç,cereyan edecek hadiseler hakkında beyanat-ı seniyelerini layıkıyla muhafaza etsin ve sonra ümmete nakletsin.
Müslümanların imanı tehlikede iken,sen nasıl kendini düşünürsün? Asırlarca islamın müdafii olmuş bu necip milletin gençligi bugün imana muhtaç,küfür salgını,dinsizlik felâketi var."Yazın güzel,okunuyor,çabuk da yazıyorsun. Birkaç risale daha fazla yazıp hizmet etsen daha iyi değil mi? Kitapları bastıramıyoruz, mazlumuz, zebunuz, zayıfız. Böyle bir zamanda kendini düşünüp, davayı ihmal edip, cennette kendine mevki ayırmak için hacca gitmek olur mu? Ben buna razı değilim. Ama yine sen bilirsin..."
Bana:"Sen şuna buna niçin, sataştın," diyorlar.Farkında değilim;karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor. İmanım tutuşmuş yanıyor.
O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de,ayağım ona çarpmış;ne ehemmiyeti var.O müthiş yangın karşısında bu
küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi?
Said Nursi Hz

Allah Resulu sav hiç bir zaman kendi nefsi için hiç kimseden intikam almamıştır.
Hz Aişe r.a
Sa'd bin Ebi Vakkâsı (r.a) abdest alırken, Resulullah (sav) gördü. "Ey Sa'd! Suyu niçin israf ediyorsun?" buyurdu. "Abdest alırken de israf olur mu?" deyince, "Büyük nehirde de olsa,abdestde
fazla su kullanmak israf olur." buyurdu.


On seneden mütecâviz hizmet-i seniyyelerinde bulunan fevka’l-âde bir sadâkat ve ciddiyetiyle bir mevki’-i mümtâz ihrâz eyleyen Enes radiyallahu anh hazretlerine bir gün tecdîd-i vudû’(abdest) buyuracaklarından bahs ile su ihzâr etmesini fermân buyurdular. Hazret-i Enes derhâl su ihzâr eyledi. Hazret-i Resûl tecdîd-i vudû’a kıyâm etdi. Enes kemâl-i hâhişle su dökmeye teşebbüs eyledi. Bunun üzerine Hazret-i Resûl zât-ı risâletpenâhîleri bu husûsda mu’âvenete muhtâc olmadıklarını beyân ile onun bu hidmetini kabûl buyurmadılar, “Suyu bırak da çekil!” emrini verdiler. 

Cûd ve sehâsıyla darb-ı mesel olunan Hâtem-i Tâî’nin oğlu Cenâb-ı Adiy (r.a) dîn-i İslâm’a keyfiyet-i duhûlünü hikâye etdiği sırada şöyle demişdir: “Bi’set-i Muhammediyye’den hoşlanmayanların birincilerinden olduğum için kabîlemi terk ederek ehl-i dînim olan Nasârâ-yı Şâm’a iltihâk etmişdim. Bir müddet orada meks ü ârâmdan sonra bazı istihbârât üzerine hakīkat-i hâli anlayıp da ona göre hareket etmek fikriyle Medîne-i Münevvere’ye geldim. Beni gören ahâlî Adiy bin Hâtem gelmiş diye ikrâm ve ihtirâm ile telakkī ederek huzûr-ı risâlet-penâhîye idhâl etdiler. Ol Hazret beni görünce ismimle nidâ buyurarak dîn-i mübîni teklîf eyledi. Ben sükût etdim. Ba’dehû beni alıp hânesine götürdü. Yolda giderken ihtiyâr ve fakīr bir Yahûdiye’ye tesâdüf etdik. Kadının kendi ahvâline dâir uzun bir ifâdesini ayak üzre dinleyip söyleyeceğini söyledi. Dedim ki bu zât melik ve sultân değil imiş. Hâne-i sa’âdete girdik. İçi hurma lifi, üstü meşin bir minderciği göstererek bunun üzerine otur dedi. Başka oturacak birşey göremediğim cihetle hayâ etdim. Siz oturunuz dedim. Hayır! Sen otur diyerek beni o mindere oturdup kendileri de hasır üzerine oturdular, bu mu’âmeleyi de görünce artık ben melik olmadığını cezmen bildim.

Şeyhülislâm-i meşhûr Zenbilli Ali Efendi cennet-mekân Sultân Süleymân Hân devrinde bir şehzâdenin vilâdetini i’lân için atılan top âvâzını işitmesiyle der-akeb huzûr-ı pâdişâhîye vardı, düşmana karşı isti’mâl edilmek üzere tehiyye olunan topların bî-lüzûm yerlerde kullanılmasından dolayı vizr ü bâlin doğrudan doğruya zât-ı şâhânelerine râci’ olacağını lisân-ı münâsib ile arz etdi. Ve eğer kendi emr ü fermânlarıyla atılmış ise beyt-i mâlin zararını zâmin olması, eğer bilâ-istîzân âhar tarafından vukû’ bulmuş ise mütecâsirin te’dîbi lâzım geleceğini de ilâve eyledi.
Pâdişâh da bu doğru sözü tasdîkle i’tizârda bulundu, bir daha bu misillü şeylerin tekrar etmeyeceğini va’d buyurdu
Bir bayram sabahı Beyazıd-ı Bestami hamama gitmiş, yıkanmış çıkmış. Sokakta yürürken bir evden Beyazid-i Bestaminin başına bir leğen dolusu kül dökülmüş.
Üstü başı, saçı, sarığı küle bulaşmış. Beyazid-i Bestami hazretleri elini yüzüne sürerek ALLAH'a şükür etmiş ve şöyle demiş: Ey Nefis! Ben ateşe layığım,kül döküldü diye kızarmıyım hiç?
Sâdi ŞİRAZi

15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa Hazretlerine
C. 8/10/1335 tele:
Hissiyat-ı necibânelerine arz-ı şükran olunur. Zât-ı vâlâlan gibi hami-yetkâr ve fedakâr kumandanlara ve rüesaya malik oldukça bu millet için necat ve saadet muhakkaktır. Cenab-ı Hak âmâl-i meşrua-i milliye uğrun-daki mücahede-i mukaddesimizde cümlemizi muvaffak bi'l-hayr buyur-sun. Âmin. 11/10/1335.
Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal 

 
Kıyamet günü,bir kimsenin sevap defteri açılır. Yâ Rabbi! Dünyada iken,şu ibâdetleri yapmıştım. Defterde bunlar yazılı değil,der. Onlar,defterinden silindi,gıybet ettiklerinin defterlerine yazıldı,denir.
Hz Muhammed sav


اذكروا الفاجر بما فيه كى يحذره الناس
Bir takım fâcir olan kimseler var, dîn aleyhinde, devlet ve millet aleyhinde bulunurlar, fırsat beklerler. Böyle hâinler, fâcir kimselerin mel’anetini, fenâlığını ortaya koyun ki bilinsinler, temeyyüz etsinler, herkes şerlerinden halâs olsun. Bir kimseyi dost zannedersin, mu’ahharan düşman çıkar. Böyle kimseleri insan evvelce bilirse, mu’âmelâtında aldanmaz. Onlardan ictinâb eder, bilâhare mutazarrır olmaz. Erbâb-ı fesâd olanlar bilinmeli, çünkü cem’iyyet arasından ayıklanmaları lâzımdır.
Allah dostlarının orucu akşama kadar sadece aç kalmak de­ğildir. Onların orucu ,değil haram ve mekruhlara,şüpheli olan şeylere karşı bile kendini kapatmaktır. Onla­rın derdi sadece akşama kadar aç kalmak değil, tuttukları oruçla Rıza-i ilahiye kavuşmaktır. Onlar yılın her ayı ramazan ayı gibi yaşıyorlardı. 
Bir gün oruçlu iken yanın­da  birisi çekiştirilip, gıybeti yapılınca;
Abdullah Dehlevi hazretleri;
"Eyvah orucum bozuldu" dedi.
Yanındakiler; "efendim gıybet yapan siz değilsiniz" de­yince;
"Gıybeti yapan da dinleyende günahta ortaktır." hadisi şerifi ile karşı­lık verdi.



Urve b Zübeyr(ra),aynı günde hem kolunu hem evladını kaybetti.Arkadaşları geçmiş olsuna geldiklerinde,Allah'a şöyle şükrediyordu: Hamd sana aittir.Yedi evladım vardı birini aldın 6 tane kaldı.İki kolum iki ayağım vardı,birini aldın üçünü bıraktın.
Akran ve emsaline karşı böbürlenmek için mal edinmek isteyen kimse,Allah kendisine buğzettiği halde Allah'ın huzuruna gelir.
Hz Muhammed sav

Allah'ın birine verdiği nimeti kıskanma , ondan ne aldığını bilemezsin . Senden aldığına da üzülme , karşılığında ne vereceğini bilemezsin !

Allah Teâlâ buyuruyor:
ÇO gün her bir kimse kazandığı ne ise onun karşılığını görecektir!È (Gâfir sûresi, 17)
Bu âyet-i celîlenin beyanına göre, bu dünyada her bir kula az veya çok bir mühlet verilmiştir. Fakat hiç bir kul ihmal edilmemiştir. Bu sebepten dünyanın âlâyişi hiç bir mü’mini aldatmamalıdır. Ondan itaat ehlinin de, isyân ehlinin de nasibi vardır, fakat bu âhiretde üstünlük sebeblerinden değildir.
“Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâke götüreceğiz.” (A’raf sûresi, 182) âyet-i celîlesinin izahında Sehl bin Abdullah et-Tüsterî demişdir ki:
ÇOnlara türlü nimetler vererek nimet günlerini uzatırız. O nimetlere şükrü de unuttururuz. Her bir nimete nâil oldukça nimete nazar ederler, nimeti vereni görmezler, bu hal içinde iken fenâ bulup giderler.È
Bu âyet-i celîlenin izahında Ebû’l-Abbas bin Atâ da demişdir ki: ÇOnlar her bir hatâ işledikçe yeni bir nimet veririz. Biraz evvel işledikleri hatâ ve günâhdan istiğfar etmeyi unuttururuz.È
Akıl sahibine gereken dünyânın alâyişi, süsü, zîneti ile aldanmamak ve Allah’dan gayrisi ile sevinmemektir. Çünkü O’ndan gayri ne varsa bâtıl ve zâildir. Zevâl bulan şeylere aldanmak ise kâmil akıl sahiblerine yaraşmaz.
Allah’ın dünyâda âsîlere mühlet vermesinin hikmeti suâl olunursa denilir ki: Cenâb-ı Hakk’ın onları bir anda helâk etmeyişinin sebebi kullarına re’fet ve rahmetinin, afv u ihsânının büyüklüğünü gösterip ısyândakilere tevbe imkânı bulundurmak, tâatdakilerin de kendine bağlılığını, muhabbetini, artırmak ve Zâtı için, nimet vermek helâk etmek ve intikam almakdan daha sevimli olduğunu göstermekdir. Ateşi bunun için yaratmışdır. Bu hususda iki misâl vardır:
Meselâ ağniyâdan birisi bütün memleketi yemeğe davet ediyor ve diyor ki: ÇZiyafetime her gelen ikrâm görür, gelmeyene ise bir şey yokdur.È
Diğer birisi de şöyle söylüyor: ÇZiyâfete gelene sonsuz ikrâm vardır. Gelmeyene ise dayak ve hapis vardırÈ Bunu, cömerdliğinin kemâli görünmesi için yapar ki, birincisinin ikrâmından daha ileridir. Allah da kullarına:
ÇAllah bütün kullarını Dârü’s-Selâm’a, (huzur, sükûnet, emniyyet, selâmet ve saadet yurduna) davet ediyor!È (Yunus sûresi, 25) kavl-i kerîmiyle davet çıkarmışdır.
İbrahim -aleyhisselâm- bu davete icâbetde hiç gecikme göstermemiş, Rabbi ona ÇKendini Allah’a teslim et!È der demez: ÇTeslim oldum âlemlerin RabbınaÈ deyivermişdir.
* * *
Rivâyet edildi ki, ÇÖnce en yakın akrabalarını uyarÈ (Şuara sûresi, 214) âyeti nâzil olduğu zaman Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- yakınlarını topladı onları uyararak şöyle dedi:
Ğ ÇEy Ka’b b. Lüey oğulları! kendinizi ateşten kurtarınız, ey Mürre b. Ka’b oğulları! kendinizi ateşten kurtarınız’, ey Abd-i Şems oğulları! kendinizi ateşten koruyunuz, ey Hâşim oğulları! kendinizi ateşten koruyunuz! ey Abdu’l-Muttalib oğulları, nefsinizi ateşten koruyunuz, ey Fatıma! Sen de nefsini âteşten koru. Zirâ ben senin için Allah’tan hiç bir şeye mâlik değilim.È Yâni Allah size azab etmek isterse âhiretde sizden bir belâyı kaldırmaya gücüm yetmez. Ben ancak, Allah’ın bana izin verdiği kimseler hakkında şefaatçi olacağım. Allah da, azâb etmeyi dilemediği kimseler hakkında ancak bana izin verecektir. Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- yakınlıklarına, güvenip, gevşemesinler diye akrabalarını îman ve-amele teşvik için, böyle buyurdu. O halde mutlaka vasiyet gerektiği gibi din babında da sakındırmak îcab eder. Zirâ insan, şer ehline yaklaştıkça onların ahlakıyla ahlaklanacağından korkulur. Kişi, şerliler gibi davranmaya başlayınca, bu temâyül onu cehennem çukurunun içine çeker.




Allah Teâlâ buyuruyor:

«O gün her bir kimse kazandığı ne ise onun karşılığını görecekdir!» (Gâfir sûresi, 17)

Bu dünyâda her bir kula az veya çok bir mühlet verilmiştir. Fakat hiç bir kul ihmâl edilmemişdir.

Dünyânın âlâyişi hiç bir mü’mini aldatmamalıdır. Ondan itaat ehlinin de, isyân ehlinin de nasibi vardır, fakat bu âhiretde üstünlük sebeblerinden değildir.

Âyet-i celîlede:

«Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâke götüreceğiz. Onlara mühlet veririm; (ama) benim cezam çetindir.» (A’raf sûresi, 182-183)

Yani; Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin rızıkları hemen kesilip helâk olmazlar. Hatta Allah onların bir kısmına nimetlerini bolca verir de şımarırlar. Neticede Allah’ın azabı bilmedikleri bir taraftan ansızın gelir ve helâk olurlar.

Bu âyet-i celîlenin izahında Sehl bin Abdullah et-Tüsterî (k.s.)’de şöyle demiştir:

«Onlara türlü nimetler vererek nimet günlerini uzatırız. O nimetlere şükrü de unuttururuz. Her bir nimete nâil oldukça nimete nazar ederler, nimeti vereni görmezler, bu hal içinde iken fenâ bulup giderler.»

Ebû’l-Abbas bin Atâ (k.s.) da demiştir ki: «Onlar her bir hatâ işledikçe yeni bir nimet veririz. Biraz evvel işledikleri hatâ ve günâhdan istiğfar etmeyi unuttururuz.»



Akıl sahibine gereken dünyânın alâyişi, süsü, zîneti ile aldanmamak ve Allah’dan gayrisi ile sevinmemektir. Çünkü O’ndan gayri ne varsa bâtıl ve zâildir. Zevâl bulan şeylere aldanmak ise kâmil akıl sahiblerine yaraşmaz.

ESKİ MÜSLÜMANLARIN İLME HÜRMETİ İslâm’ın akvâm-ı gayr-i müslime arasında yetişen hükemâya göstermiş olduğu ta’zîm pek büyükdür. Biz bu makālemizde hiç bir müslüman muharririnin sözünü delîl getirecek değiliz. Müverrihînden ve kibâr-ı felâsifeden Draper diyor ki: “Hulefâ devrinde müslümanlar Nastûrî, Yahûdî ulemâsına karşı yalnız hürmet göstermekle kalmadılar; onlara büyük büyük me’mûriyetler verdiler; menâsıb-ı devletde terakkī etttirdiler. Hattâ Hârûn er-Reşîd [392] bütün mektebleri Hanna Mesniye’nin nezâretine tevdî’ etmiş idi. (Meşhûr Yuhanna bin Masaveyh) Müverrih bir başka yerde diyor ki: “Mekteblerin idâresi halîfeler tarafından bir re’y-i sedîde, bir fikr-i sâ’ibe ittibâ’ ile kâh Nastûrîlere, kâh Yahûdîlere tevdî olunurdu. Erbâb-ı ilmin yaşadıkları memleket, doğdukları din aslâ nazar-ı i’tibâra alınmazdı; yalnız derece-i ma’rifetlerine bakılırdı. Hulefâ-ı Abbâsiyye’nin en büyüğü olan el-Me’mûn demişdir ki: “Hükemâ Cenâb-ı Hakk’ın ibâdı arasından intihâb eylediği su’adâ-yı ümmetdir. Zîrâ bunlar olanca kudretlerini rûhun fezâ’ilini idrâke sarf ederek iktisâb eyledikleri kuvvet sâyesinde mülevvesât-ı tabî’atden te’âlî etmişlerdir. Âlemin ziyâ-yı hidâyeti, vâzı’-ı kavânîni bunlardır. Bunlar olmasaydı kâ’inât hadıyd-i vahşet ü cehâlete düşerdi.” Müverrih diğer bir mevki’de de şöyle söylüyor: “Arablar kendilerinin tabîbleri olan Yahûdîler ile evlâdlarının mürebbîleri bulunan Nastûrîlerden mürekkeb bir ordu sâyesinde bilâd-ı ilm ü felsefeyi kâmilen feth ederek müntehâ-yı hudûduna –Roma mülkünün bir başından öbür başına varmak için sarf ettikleri zaman-ı kalîlden daha– az bir müddetde vardılar.” Bu makālemizde hulefâ, mülûk tarafından te’sîs olunan mektebleri, medreseleri, rasadhâneleri, kütübhâneleri, o kütübhânelerdeki kitabları sayacak değiliz. Onları ileride tafsîl edeceğiz. Halîfelerin Nezdinde Hürmet Gören Hükemâ ve Ulemâ Evvelâ Corcis bin Bahtişû’u zikr edelim. Bu zât el-Mansûr’un tabîb-i husûsîsi ve pek büyük bir feylesof idi. Zevcesi gâyet ihtiyâr olduğu için halîfe kendisine acıyarak üç güzel câriye gönderdi. Fakat Bahtişû’ “Karım ber-hayât oldukça başkasını almaya dînimin müsâ’adesi yokdur” diyerek câriyeleri reddetdi. Bunun üzerine el-Mansûr tabîbinin mevki’ini bir o kadar daha yükseltdi. Hattâ vüzerâsının bile fevkine çıkardı. Sonra Bahtişû’ hastalandı. Halîfe istifsâr-ı hâtıra gitdi. O zaman Bahtişû’ ölünce ecdâdının yanına gömülmesi için memleketine gitmeye müsâ’ade istedi. Halîfe cennete girmesi için kendisine kabûl-i İslâm teklîfinde bulundu. Bahtişû’ ister cennetde olsun ister cehennemde olsun, herhâlde ecdâdıyla beraber bulunmak istediğini söyleyince el-Mansûr güldü; tabîbini ma’zûren memleketine götürmelerini, on bin de altın vermelerini emretdi (Hâlbuki el-Mansûr son derece pinti olduğu için Devânikī lâkabiyle anılmış idi). Şâyed Bahtişû’ yolda vefât ederse cenâzesini â’ilesinin yanına götürerek orada defn ettirmelerini başkaca tenbîh etdi. Vedâ’ edib giderken yerine kimi bırakacağını tabîbe sorunca o da en seçme şâkirdlerinden Îsâ bin Şehlâsâ’yı tavsiye etdi. El-Mansûr Îsâ’yı onun yerine getirdi. Lâkin Îsâ el-Mansûr’un teveccühüne güvenerek papasları hedâya i’tâsına icbâr etmek gibi münâsebetsizliklere kalkışınca huzûr-ı halîfeden tard olundu. el-Mansûr’un mazhar-ı teveccühü olanlardan Acem müneccim Nevbaht ile oğlu Ebû Sehl vardır ki ikisi de mezheb-i Fürs’e tâbi’ idiler. Sonra Ebû Sehl’in zürriyeti kabûl-i İslâm etdi, cümlesi de müneccim olarak ilm-i nücûmda fevkalâde şöhret kazandı. Halîfe el-Mehdî’nin mazhar-ı inâyâtı olanlardan müneccim-i nasrânî Toma’nın oğlu Teofil Lübnan’da sâkin Mârûnîler’in mezhebinde idi. Bu zâtın târîhe âid gâyet kıymetdâr kitâbları oldukdan başka Avmer’in kitabını gâyet fasîh bir ibâre ile Süryânîce’ye tercüme etmişdir. Hârun er-Reşîd tarafından kadri, mevki’i i’lâ edilen tabîb Bahtişû’ ile Cibrîl, oğlu Yuhanna bin Masaveyh de bunlar meyânındadır. Hârûn er-Reşîd Yuhanna’ya tıbbî vesâir eski kitabların tercümesini tevidî’ etmiş idi. Bu zât hem halîfe-i müşârun-ileyhe, hem de el-Mütevekkil’e hizmet etdi. Ulûm u fünûn-i mütenevvi’a üzerine mübâhesâtda bulunmak üzere Yuhanna’nın evinde toplanan cem’iyet-i ilim gibi hiç bir yerde hiç bir cem’iyetin in’ikādı görülmemişdir. el-Me’mûn’un zamanında kesb-i rif’at ü şân eden hükemâdan halîfe-i müşârun-ileyhin sadîki Patrik Yuhanna vardır ki ulûm-ı tıbba, felsefeye âid ne kadar âsâr varsa cümlesinin tercümesine nâzır ta’yîn olunmuşdu. Kezâlik Selh bin Sâbûr ile oğlu Sâbûr pek parlamışlardı ki ikisi de hıristiyan idi. Sâbûr sonraları Cündisâbur Hastahânesi’ne müdür olmuş idi. Selmeveyh bin Bennân en-Nasrânî de el-Mu’tasım’ın tabîbi idi. Hattâ vefât ettiği zaman halîfe ziyâdesiyle müte’essir olmuş, tabîbinin hıristiyan âyini üzerine buhurlar, mumlar yakılarak defn edilmesini emr eylemiş idi. Bahtişû’ bin Cibrîl bir gün el-Mütevekkil’in huzûrunda imiş. Halîfe müşârun-ileyhi yanında oturtmuş, hem konuşur, hem de parmağını tabîbin arkasındaki ipekli entârînin üzerinde bulunan bir ufak deliğe sokmuş oynarmış. Söz bir aralık mecnûnlara intikāl etmiş. Hâlbuki delik de halîfece açılmış imiş. el-Mütevvekkil “Siz deliyi ne zaman bağlamaya lüzûm-ı fennî görürsünüz?” demiş. Bahtişû’ da bî-pervâ “Tabîbin entârisindeki deliği kol girecek kadar açınca!” cevâbını vermiş. Bunun üzerine halîfe o kadar gülmüş ki oturduğu yerde duramamış da arkası üstüne devrilmiş. el-Mütevekkil zaman-ı hilâfetinde iştihâr edenlerden biri de Huneyn bin İshak Nasrânîdir ki Aristo vesâir hükemâ-yı Yunâniyye’nin âsârını tercüme edenlerin en meşhûrlarındandır. Halîfe bunun sadâkatini imtihân ederek cidden metîn bir azm sâhibi olduğunu anlayınca kendisine gâyet vâsi’ çiftlikler [393] ihsân etmişdir. Huneyn beyânındaki vuzûh, tercümelerindeki letâfet ile ma’rûf olduğu için daha çocuk- 372 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 25 - SAYFA 394 luğunda el-Me’mûn tarafından tercüme-i âsâra me’mûr edilmişdir ki her tercüme ettiği eserin ağırlığınca altın alırdı. Lâkin sonraları Tayfûrî-i Nasrânî’le aralarında meydan alan dâ’iye-i istirkāb kilise tarafından Huneyn’in aforoz edilmesini intâc etdi. Nezd-i halîfedeki mevki’inin rif’atine rağmen mezhebdaşlarından gördüğü bu gadr üzerine bî-çâre Huneyn kederinden vefât etdi. Tayfûrî de hulefânın mukarrebîninden idi. er-Râzî Billâh’ın zamân-ı hilâfetinde Nastûrîlerden Mattâ bin Yûnus Nasrânî de hem halîfe nezdinde, hem avâm, havâs indinde mazhar-ı ihtirâm olmuş idi. Bütün ulûm-i akliyyede sâhib-i rüsûh olan bu hakîm Ebû Nasr Fârâbî’ye hocalık etmiş, Bağdad’da riyâset-i ilmiyyeye geçmişdi. Ahd-i İslâm’da zuhûr eden felâsifeden Ba’albekli Kosta da mukarrebîn-i hulefâdan idi. Kendisi Nasrânî olarak tercüme-i âsâr için halîfeler tarafından Bağdad’a getirilmişdi. Yahya bin Adiy bin Hamîd bin Zekeriyyâ el-Mantıkî de bu meyândadır ki ulûm-i hikemiyyede zamanının re’îsi olan bu zât Mattâ bin Yûnus ile Ebû Nasr Farâbî’den okumuş idi. Felâsife-i ulemâdan Ebu’l-Ferec bin Tayyib de bunlardandır ki câselîka, kâtib ve Bağdad’daki hıristiyanlar arasında mütemeyyiz olarak Bîmâristân-i Adudî’de san’at-ı tıb ta’lîm ettiğini söylüyorlar. Şeyhü’r-Re’îs ibni Sînâ’nın mu’âsırı idi. İbn Sînâ bu zâtın tabâbetindeki rüsûhunu takdîr eder, lâkin felsefesini beğenmezdi. Sâbi’îlerden Sâbit bin Kurra el-Harranî de bu meyandadır ki Sâbi’î olmakla beraber hulefâ, havâs, avâm indinde pek muhterem idi. Hey’et-şinâs-ı şehîr Mehmed bin Mûsâ bin Şâkir’in hâne-i terbiyetinde yetişmiş; ulûm-i felsefiyyede ka’bına kimsenin varamayacağı bir makāma i’tilâ etmiş idi. Mantıkdan, riyâziyeden, tıbdan pek çok âsârı vardır. Sâbit Halîfe el-Mu’tazıd’ın vüzerâsına bile takaddüm ederdi. Oğulları İbrahim ile Sinan da babalarının yerini tutmuşdu. Ahfâdından Ebu’l-Hasen Sâbit bin Kurra de böyle idi. Şu’arâ-yı İslâm’dan bir çoğu Sâbi’î olan bu üç zât hakkında medhiyyeler söylemişdi. Başka milletlere mensûb oldukları hâlde İslâm tarafından lâ’ik oldukları hürmeti ma’a ziyâde görmüş olan felâsifeyi, hükemâyı birer birer saymaya bilmem lüzûm var mı? Yoksa hulefâ-i mülûk nezdinde en yüksek makāmâta i’tilâ eden bir çok felâsife-i müslimîni de sayarak mı bahse hâtime verelim? Feylesof-ı İslâmî Ebû Yûsuf Ya’kûb Kindî’yi yâhud elMehdî ve Hârûn er-Reşîd devirlerinde Kûfe vâlisi bulunan Emîr İshak’ı zikr etmeye lüzûm var mı? Ebû İshak sahâbe-i peygamberîden Eş’as’ın neslindendir ki tıb, felsefe, hey’et, hesâb, mûsikî fenlerinde mütebahhir idi. Diğerleri gibi bu da tercüme ile iştigal ederek kütüb-i felsefiyyeden pek çoklarını Arabca’ya nakl etmiş, müşkil mebâhisi îzâh eylemiş idi. el-Me’mûn ile el-Mu’tasım ve oğlu Ahmed nezdindeki mevki’i pek yüksek idi. Bunlardan başka Mûsâ bin Şâkir’in oğulları Muhammed, Ahmed, Hasan’ın hulefâ ve ümerâ nezdindeki mevki’lerini söylemeye hâcet görülür mü ki üçü de kürre-i arzın mesâhasıyla, muhît ve kutrunu tetebbu’ ile iştigâl etmişlerdi? Artık Şemsüddevle’nin zamanında vezârete kadar yükselmiş olan İbn Sînâ’nın kendi kavmi arasındaki mertebesiyle Fârâbî’nin nezd-i Seyfüddevle’deki mevki’ini anlatmaya hiç lüzûm yokdur zannederiz. Sa’dî
İbn-i Abbas (Radıyallahu Anhuma), Hazreti Ali (Kerremellahu Vechehu) nin hükmüne karşı gelerek ondan ayrılan kişilerden bahsederken, şöyle dediğini duydum.Onlardan oniki bin kişi Hazreti Ali'den ayrılmıştı,bunun üzerine Ali (Radıyallahu Anh) beni çağırdı ve bana:"Git onlarla mücadele et. Onları, kitaba ve sünnete çağır, fakat onlarla, Kuranla mücadeleye kalkma, çünkü O (Kuran) bir çok yönler sahibidir, lâkin sünnetle mücadele et." dedi. Bunun üzerine ben: "Ey müminlerin emiri! Ben Allah'ın kitabını onlardan daha iyi bilirim, çünkü Kuran bizim evlerimizde indi." dedim. O:"Doğru söyledin. Ama Kuran bir çok manalar taşıyan ve bir çok yönleri bulunan bir kitaptır.O,bir şey der,onlar bir şey der." (Yani Kuranın bir çok manaları, tevilleri bulunduğundan onların ağızları kapanmaz). Lâkin sen onlarla sünnetlerle (hadis-i şeriflerle) mücadele et, zira onlar sünnetten kaçacak yer bulamazlar. Yani hadis-i şerifler ayetlerin tefsiri gibi olduğundan onlar vasıtasıyle Kuranın maksadı anlaşılır ve böylece sana karşı konuşacak hâlleri kalmaz, dedi. Bunun üzerine İbn-i Abbas (Radıyallahu Anhuma) onların karşısına çıktı ve sünnetlerle onlarla mücadele etti. Böylece ellerinde hiç bir delil kalmadı.
Resulullah sav:-Gözlerinize,ibadetten olan nasiplerini verin! -Gözlerin ibadetten olan nasipleri nedir? -Kur'an'a bakmak,Kur'an üzerinde düşünmek, Kuran'ın acaiplerinden ibret (almak)tır. Resulullâh(sav),etrâfında Ashâbından bir cemâat mevcût iken buyurdu ki:"Allâh'a (ibâdette) hiçbir şeyi şerik(ortak) etmemek,sirkat(hırsızlık) etmemek, zinâ etmemek, evlâdınızı öldürmemek, kendiliğinizden uyduracağınız hiçbir yalanla (kimseyi) bühtân etmemek, hiçbir (emr-i) marufda isyân etmemek üzere bana biat ediniz (yâni benimle ahdediniz.) İçinizden sözünde duran olursa ecri (ve mükâfâtı) Allâh'ın zimmeti keremindedir. Bu dediklerimden birini yapıp da ondan dolayı dünyâda belaya uğrarsa bu ceza ona keffârettir. Bunlardan birini yapıp da yaptığı fiili Allâhu Teâlâ setrederse(örterse) işi Allâhsa kalır: isterse onu affeder, dilerse onu ıkâb eder(cezalandırır)." Biz de bu şart üzere O'na
(yâni Resulullâh sallaIlâhu aleyhi ve sellem'e) biat ettik.
Ubade b Samit(r.a) Buhari 18
Çocuğun biri diş çıkarmıştı. Babası derin düşüncelere daldı.Karısına "Ekmeğini,katığını nerden bulayım? ihmal etmem de mürüvvet olmaz" dedi. Kadın "Sen ondan korkma ki şeytan çatlasın. Dişi veren ALLAH,elbette ekmeği de verir."
Kusurlarımı yüzüme karşı söyleyenler,
iyiliğimi isteyen dostlarımdan başkası değildir.
Sâdi ŞİRAZI