22 Ekim 2014 Çarşamba

MÜSLÜMAN KADINI Dördüncü Faslın Mâba’di Tahrîr’ül-Mer’e mü’ellifi diyor ki: “Umûmiyetle kadınlar müslümanlar nazarında tam bir insan değildirler. Bunların erkekleri kendilerinin kadınlar üzerinde bir hakk-ı hâkimiyetleri olduğunu zihinlerine yerleştirdikleri için nisvâna karşı olan mu’âmelelerinde hep ona göre hareket ederler.” Biz deriz ki: Ebnâ-yı milleti arasında azıcık ehemmiyeti olan hiç bir müslüman yoktur ki böyle bir i’tikâtda bulunsun; daha doğrusu hiç bir müslüman yokdur ki “Kadın erkeğe nisbetle çocuk mesâbesindedir; [104] aralarında –fizyoloji ulemâsının dediği gibi– ecnâs-ı hayvânât meyânındaki tefâvüte mu’âdil bir fark-ı azîm vardır.” desin (On dokuzuncu asrın Mühît’ül-Ulûm’una mürâca’at). Hiç bir müslüman yoktur ki “Bu gün gördüğümüz kadınlar, bu günkü erkeklerin dişisi değildir belki buna benzer diğer bir mahlûk-ı za’îfin dişisidir ki insanlar o mahlûkun erkeklerini mahvetmişler de kadınlarını almışlar...” fikrine zâhib olsun. (Büyük Ansiklopedi’ye mürâca’at.) Elhâsıl hiçbir müslüman yokdur ki, feylesof-ı şehîr (Proton) ile hem-zebân olsun da “Kadınların sanâyi’ destgâhlarındaki hali makara, kuyu çıkrığı gibi âlât-ı hasîseyi andırır..” tarzında sözler söylesin. Ya bunların hey’et-i mecmû’ası, kadınların en câhil bir müslüman nazarındaki mevki’inin en âlim bir Avrupalı nazarındaki mevki’inden daha âlî olduğuna delâlet etmez mi? Şimdi bizim için yalnız, nazarımızı kadınlara hukūk-ı siyâsiyye verilmesini nizâmât-ı esâsîyesine ithâl etmiş olan (Wyoming) cumhuriyetine atfetmek kalıyor. Bu cumhuriyet ahîren tutulan istatistiklerle sâbit olduğuna göre altmış bin kadar nüfûsu hâvîdir ki sekenesinin adedi i’tibâriyle bilâd-ı meşhûrenin hiçbirine fâ’ik değildir. Zemîni dağlık olduktan başka medeniyetçe Amerika-yı şimalîdeki memleketlerden, meselâ Newyork, yâhûd Philadelphia, yâhûd Chicago derecesinde değildir. Tahrir’ül-Mer’e mü’ellifi, sıdk-ı müdde’âsına buradaki hâkimlerden birini işhâd ediyor. O hâkim diyormuş ki: “Kadınların vezâ’if-i umûmiyye ile iştigâl etmeleri asıl rü’yetiyle muvazzaf oldukları umûr-ı beytiyyeyi ihmâl eylemelerini îcâb etmiyor. Şimdiye kadar bir adam görmedim ki gelsin de zevcesinden, mesâlih-i amme ile uğraştığı için evindeki işlerini yüzüstüne bırakıyor diye, şikâyette bulunsun.” Bize gelince, nisvâna hürriyyet-i mutlaka vermek için uğraşmakta olanlara sorarız ki, Amerikalı hâkimin, kadınların böyle umûr-ı hariciyye ile uğraşmaları asıl kendilerine has olan vazîfenin mu’attaliyetini îcâb etmez, tarzındaki iddi’âsı acaba sahîh midir? Acaba siyâsî bir me’mûriyet işgâl eden kadının ağrısı tuttuğu zaman vazîfesi başından iki ay müddetle ayrılmasına mesâğ tasavvur olunabilir mi? Acaba böyle bir vâlide her iki saatte bir çocuğunu kendi sütüyle mi emzirir, yoksa ciğer-paresini bir takım câhil süt anaların eline mi bırakır? Ya o vâlideye hiç evlâdının terbiyesini ihmâl etmek yakışır mı ki Cenâb-ı Hak kendisini sırf bunun için yaratmış olduktan başka bu vazîfeyi diğer kadınlara gördürebilmesine de imkân yokdur? Hâlbuki deruhte eylediği umûr-ı hariciyyeyi idâre edecek geride yüzlerce erkek vardır. Ma’a-mâfîh biz mü’ellifin bu gibi hâlâta râzı olacağını kat’iyen zannedenlerden değiliz. Çünkü bakınız ne diyor: “Halkın kısm-ı a’zamı etfâli terbiye meselesini ehemmiyetsiz işlerden addederler. Lâkin işe hakkiyle vukūfu olanlar bilirler ki ne kadar büyük ne kadar mühim olursa olsun, şu’- ûn-ı insâniyyeden hiç biri terbiye-i etfâlin muhtâc olduğu kadar vâsi’ ilme, dakīk nazara, ağır meşakkatler iktihâmına arz-ı ihtiyâc etmez. Bir kere ilim cihetinden düşünülürse in- 98 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 7 - SAYFA 105 sanın neşv ü nemâ-yı rûhânî ve cismânîsinin tâbi’ olduğu kavânîni bildiren ulûmun kâffesine muhtâcdır. Su’ûbeti mes’elesine gelince, usûl-i terbiyeyi çocuğun vilâdetiyle sinn-i rüşde vusûlü arasındaki ahvâl u etvâr-ı muhtelifeye tatbîk ile ona göre ta’kîb etmek öyle bir sabr u metânete, işde öyle bir devâma; çocuğun her tavrını, her hareketini tedkīk husûsunda öyle bir im’âna muhtâcdır ki, bu kadar şedîd i’tinâya lüzûm gösteren pek az iş bulunabilir.” Biz de deriz ki, evet, bu söz hiç bir âkilin inkâr edemeyeceği doğru bir sözdür. Lâkin kadınlara hukūk-ı siyâsiyye vererek onları hükümetin en mühim me’mûriyetlerinde istihdâm eden Wyoming cumhuriyetinin nizâmâtı hakkında Amerikalı hâkimin irâd eylediği medîha ile mü’ellifin bu sözü nasıl te’lîf olunabilir? Hiç bîçâre kadını bir kere gâyet mühim olan bir emr-i beytî ile, yani terbiye-i evlâd vazîfe-i şâkkasiyle mükellef tuttuktan sonra, bir de bunun fevkinde olarak zavallıyı, uzun günlerini tahkīk-i cerâ’im ile, erbâb-ı cinâyet üzerinde cezâ kānûnnâmesindeki maddeleri tatbîk ile geçirmeye mecbûr etmek muktezâ-yı adâlet midir? Çocuk büyütmek için nazar-ı im’âna alınacak, son derecede i’tinâ olunacak bir çok kuyûd u şerâ’it olduğunu bildiğimiz halde sû-i terbiyeden mütevellid mes’ûliyeti vâlidelerin boynuna yükletmeye kendimiz için mesâğ görüyoruz da, fazla olarak bir de hükûmet işlerine bakmak, umûr-ı ibâdı tesviye etmek gibi vezâ’ifi de onlara tahmîl etmeyi adâletle nasıl tevfîk ediyoruz? Eğer kadın bu iki işle birden mükellef olursa o zaman erkek ne yapacak? Eğer kadınların, tekemmül için tutacakları yol bu ise, memâlik-i vahşiyyede kemâl-i nisvân için çok güzel misâller bulabiliriz! Zîrâ oralarda erkekler her bir şeyden âzâde olarak ferîh u fahûr otururlar. Ekin ekmek, biçmek, dövmek, uzak uzak yerlerden su taşımak gibi şedâ’id-i a’mâle varıncaya kadar her işi kadınlara gördürürler. O halde bize lâzım olan akvâm-ı vahşiyyenin ahvâlini güzelce gözden geçirmekdir. Tâ ki erkekler kadınların yüzünden ne yolda rahat yaşayabilirler, öğrenelim de biz de öyle yapalım! Pekâlâ, şimdi kadınların bu hâli, nazar-fîrîb bir hürriyet perdesi altında aynı esaret değildir de nedir? Asla cidâl götürmeyen; hissin, aklın, vicdânın kabûlüne mazhar olan bir hakīkat var ise o da allâme-i iktisadî (Jules Simon)’un şu düstûrundan ibârettir: [105] “Evinin hâricinde çalışan bir kadın âdî bir işçinin göreceği işi görmüş olur; lâkin bir kadının işini göremez.” Tahrîrü’l-Mer’e mü’ellifi diyor ki: “Garbde mukāvelât muharrirliği, râhibelik, mühendislik eden, gazete müdürlüğünde bulunan, postalarda, telgrafhânelerde istihdâm olunan kadınlar, hemen de sayılamayacak mikdarı bulmuştur? Ma’ârif nezâretlerindeki me’mûriyetlerin kısm-ı a’zamı da kadınlar tarafından işgâl olunmaktadır ki mekâtib-i ibtidâ’iyyedeki mu’allimâtın adedi yüzde doksan beş râddesindedir. Ma’a-mâfîh mü’ellif cenâbları, gerek şu cümleyi, gerek evvelkilerini bâdî-i istihsân olacağı için îrâd ediyor. Lâkin feylesof-i iktisadî (Jules Simon) şu sözleri söylüyor: “Kadınlar bugün dokumacılıkta, matba’acılıkta, buna benzer diğer birçok işlerde kullanılmaktadır. Kezâlik hükûmetler de bunları kendi dârü’s-sınâ’alarında istihdâm ediyor, onlar da bu yüzden birkaç para kazanıyorlar. Fakat buna mukâbil bünyân-ı âilelerinin esâslarını ciddî bir sûrette yıkmış oluyorlar. Evet, erkekler karılarının mahsûl-i sa’yinden, kedd-i yemîninden müstefîd olmaya başladılar; lâkin kadınlar â’mâl-ı hâriciyyede erkeklerle müzâhemeye, müsâbakaya kalkıştıklarından dolayı berikilerin kazancı azaldı.” Daha sonra şöyle idâre-i kelâm ediyor: “İşte burada birtakım kadınlar daha var ki evvelkilerinden ziyâde terakkī etmişler. Ticâretgâhlarda defter tutmak, yazıcılık etmekle iştigâl eyledikleri gibi mu’allime sıfatiyle hükûmet tarafından da istihdâm olunuyorlar. İçlerinden bir çoğu telgraf, posta, şimendifer idârelerinde, Fransa, Credit Lyonais bankalarında kullanılıyorlar. Lâkin bu vezâ’if o kadınları âilelerinin külliyen bîgânesi etmişdir.” Bu sözler hâne sahibinin sözüdür. Hâne sâhibi ise şüphe yokdur ki, evinin içinde olanı herkesden iyi bilir, öyleyse bunları yabana atarak hilâfına mütemessik olmak bizim için kat’iyen câ’iz değildir. Mü’ellif diyor ki: “Amerika’daki kadınların terakkiyâtını beyân için şunu söylemek kâfîdir: Bunlardan yalnız ulûm ve edebiyat ile tevaggul edenlerin adedi yüzde yetmişbeşe, ticârette bulunanların altmış üçe, sanâyi’dekilerin altmış ikiye bâliğ olduğu 1880 senesinde tutulan istatistiklerden anlaşılmıştır.” Lâkin mü’ellif cenâbları bu hâlin, mûcib olduğu o mühlik fesâdât-ı ictimâ’iyyeyi söylemek taraflarına hiç yanaşmıyor! Evet, o fesâdât-ı ictimâ’iyyeyi ki, o memleketlerdeki ahvâl ve harekâtın mâhiyetine vukūfu olanlarca bu bâbda sûret-i sahîhada tutulmuş istatistiklerden iyice anlaşılır. Biz buracıkda Amerika kadınlarının sanâyi’ ve edebiyattaki terakkīlerine dâir madam De Aferina’nın bir mülâhazasını îrâd edeceğiz. Madam De Aferina 1899 senesi Eylül’ünün otuzunda çıkan Enisü’l-Celis’inde Amerika kadınlarının edebiyat ve sanâyi’deki terakkīlerini nâtık bir istatistik îrâd ettikten sonra diyor ki: “Lâkin şurası da zâhirdir ki, kadınlar ulûm ve fünûnda ileri gittikçe erkekler de talâkı artırmaktadırlar. Zîrâ oralarda talâk, memâlik-i İslâmiyye’de ve sâir yerlerde görülmeyen müdhiş bir dereceye varmışdır.” İnşâ’allah ileride, mebhas-i mahsûsunda, o dehşetli talâk istatistiklerini îrâd ederken bundan tevellüdü tabî’î olan fesâd-ı azîmi de söyleyeceğimiz için şimdilik sözü uzatmaktan sakınarak yalnız şunu beyân ederiz ki biz kadını erkeğin nazarında sevilmez, çekilmez bir hâle getiren şeyin, onun ulûm ile, edebiyat ile tevaggulü olduğunu zannedenlerden değiliz. Asıl kadını muhakkar, müstekreh gösteren hâl, a’- mâl-ı hariciyyede erkekle müsâbakaya kalkışmasıdır, başka birşey değildir. Mütâla’ât-ı mesrûdenin hey’et-i mecmû’asından şu netîce çıkıyor ki, Wyoming Cumhuriyeti bu husûsda sâir memleketlerce imtisâle sâlih bir misâl olamaz. Eğer öyle olaydı bütün dünyayı muhît-i medeniyet ve ma’mûriyete idhâl etmiş olan Amerika Cemahîr-i Müttefika’sı o nizâmı kabûl husûsunda herkesden evvel davranırdı. İhtimâl ki kâri’în-ı kirâmdan bazıları, nasıl olmuş da Amerika gibi mesâlik-i hürriyyeti tervîc husûsunda bu kadar ileri giden bir hükûmet bu nizâmdan gâfil bulunmuş da CİLD 1 – ADED 7 - SAFYA 106 SIRÂTIMÜSTAKĪM 99 başka bir cumhuriyet onu geçmiş, diyerek dûçâr-ı hayret olurlar. Lâkin işin esâsını anladıkları gibi ta’accübden kurtulurlar: Evet, Amerika hükûmeti bu usûlü bilfi’il tecrübe etti de mazarrat-ı azîmini re’ye’l-ayn gördükten sonra lağvetti. Bakın nasıl oldu: 1870 senesinde Madam Martin’in riyâseti altında olmak üzere kadınlardan müteşekkil müdhiş bir cem’iyet meydâna çıkarak hukūk-ı siyâsiyyelerini taleb ettiler, hattâ siyâsiyyûndan birçok ricâli de kendilerine zahîr buldular. Çünkü berikiler netîce-i kârı iyice düşünmeden cem’iyetin mutâlebâtını haklı görmüşlerdi. Sonra â’zâ-yı cem’iyyet mahâfil-i resmiyyede, mecâlisde nutuklar îrâdına, gazetelerle makāleler neşrine başladılar; fırâk-ı muhâlife rü’esâsiyle münâkaşalar ettiler; onların ârâsı aleyhine delâ’il getirdiler. Nihâyet meclis-i hükkâm, bunlara hukūk-ı siyâsiyye i’tâsına karar verdi. Bunun üzerine 1872’de Madam Martin bi’l-intihâb riyâset-i cumhuriyyete geçti. Lâkin aradan çok geçmedi, arkadaşı bulunan kadınlar, kendisini terk ettiler, aralarına şiddetli bir ihtilâf girdi. Nihâyet hükûmet bu kānûnu mü’ebbed bir sûrette feshetti. Bu hâdise Cemâhîr-i Müttefika târîhinde pek meşhûrdur. Ma’a-mâfîh eğer Wyoming Cumhuriyeti de bu kānûnun feshini istemiş olsa, arzûsunu kemâl-i suhûletle tahakkuk ettirebilir ki bu husûsda [106] münâkaşaya mahal yokdur zannederim. Hâlbuki bu gibi yaldızlı nümâyişlere ilm-i hukūk lisânında “hürriyet” ıtlâkı hiçbir vechile doğru olamaz. Bu hâl hürriyet değil, belki erkeğin, canı istediği zaman, hiçbir gûne müdâfa’a-i fi’liyye görmeksizin istirdâd edebilmek üzere, kendi hukūkundan bazısını teberrû etmesidir. Bununla beraber şu sözleri recmen bi’l-gayb söylemiyoruz. Bizden evvel feylesof Proton bu hürriyet-i müfritayı serbestî-i nisvân nâmı altında kabûl edemeyerek diyor ki: “Ben hürriyet-i nisvân dedikleri hâli kabul etmek şöyle dursun, îcâb ederse, kadının habsi için en evvel re’y verenlerdenim.” Tabî’îdir ki habs ile hükme kalkışan insanın kudreti vardır. Yani erkek, istediği zaman kadını hürriyetden mahrûm edebilecektir. el-Mer’etü’l-Cedîde mü’ellifi diyor ki: “Biz burada kadının târîhini telhîs tarîkiyle bir iki cümlede göstereceğiz: İnsâniyetin henüz beşikte bulunduğu kurûn-i ûlâda kadınlar hür olarak yaşadılar. Sonra âile teşkîl edince bir esâret-i hakīkiyyeye giriftâr oldular. Daha sonra insâniyet medeniyet yolunu tutunca bu esâretin şekli değişti. Hukūk-ı nisvândan bazısı erkekler tarafından tasdîk olunmaya başladı. Lâkin yine kadın, o i’tirâf olunan hukūkundan müstefîd olunmamasını emreden erkeğin istibdâdına arz-ı inkiyâda mecbûr oldu. Daha sonra insâniyet, tavr-ı hâzır-ı medeniyyeti bulunca artık kadın, hürriyet-i tâmmeye nâ’il oldu; hukūkun kâffesinde, hiç olmazsa kısm-ı a’zamında erkekle tesâvî mazhariyetini ihrâz etti. “İşte size dört hâl ki târîh-i temeddün-i âlemde ona mukâbil dört devir bulunuyor”. Mü’ellif bu sözleri söylüyor ama kadınların o devr-i istiklâldeki hâlleri nasıl imiş, o hürriyetden sonra âile teşkîl edince esârete nasıl râzı olmuşlar, kezâlik bu inkılâb def’aten nasıl husûle gelmiş, buralarını hiç söylemiyor. Hâlbuki nazar-ı müteharrî, bu mukteziyâtın kâffesine vukūf arzûsunda bulunursa derhâl bu devirlerden her birinin lâzım-ı gayr-ı müfârıkı bulunan birtakım ahvâlin mevcûdiyetini görür. Yani kadınlar şu devirlerden birine dönmek istedikleri sûrette o devrin ahkâmına, levâzımına münkād olmak mecbûriyet-i kat’iyyesindedirler. Binâ’en-aleyh mâdem ki mü’ellif memâlik-i mütemeddinedeki kadınların günden güne o istiklâl-i evvele doğru rücû’ etmekte, yol almakta olduklarını söylüyor; öyleyse o devrin levâzımından bulunan ahvâle rızâ-dâde olmak kendileri için zarûrîdir. Şimdi bakalım kadınların o devr-i istiklâldeki hâlleri nasıl imiş? On dokuzuncu asrın ansiklopedisi bu dört devri gösterdikten sonra diyor ki: “Bundan anlaşılan, evvelce bir zaman geçmiş, kavânîn-i âilenin ne olduğu bilinmiyormuş. O devirde kadınlar her bir kayıddan âzâde, tamâm-ı istiklâl ile müstakil imişler. (Güzelce te’emmül olunsun). Ma’a-mâfîh son derecede muhakkar imişler. Sonra âileler teşekkül etmeye başlayınca kadınların hâli büsbütün değişti. Zîrâ onlar mücerred âileye dâhil olmalarıyla eski istiklâllerinden cüdâ düştüler; lâkin buna mukâbil kendilerine evvelce mâlik olmadıkları bir merkez-i ma’nevîyi te’mîn ettiler.” İşte şu müşâhede-i ictimâ’iyyeden öğrendik ki kadınlar, devr-i istiklâlde son derecede hakîr ve zelîl imişler. Binâ’enaleyh mâzîdeki o istiklâli tekrar istihsâl ederek ikinci defa olmak üzere aynı hâl-i meskenete gelmek istiyorlarsa yine arzûlarını infâza çalışsınlar! Şimdi bir mu’teriz çıkıp diyebilir ki: Asr-ı hâzırda kadınları hürriyet ve istiklâle doğru sevk etmekte olan hareket, öyle eskiden olduğu gibi esâs-ı âileyi hedm etmek kuvvetiyle birleşmiş değildir. Binâ’en-aleyh kadınlar bu def’a istiklâllerini te’mîn edince elbette evvelki gibi muhakkar olmayacakdır. Biz de cevâben deriz ki: Târîh, aynı vakāyi’in tekerrüründen ibârettir, diyen pek doğru söylemiş. Zîrâ bugün memâlik-i mütemeddinedeki kadınlar, usûl-i izdivâcı ibtâl için uğraşıyorlar, bu maksad uğrunda büyük büyük kitablar meydâna getiriyorlar. Muhîtü’l-Ulûm’da şu sözler görülüyor: “Ecdâdımızın zarûrî i’tibâr ettikleri izdivâcın her taraftan sademât-ı şedîdeye uğradığı pek âşikârdır. Zîrâ kadınların ihrâz ettikleri terakkiyât-ı akliyye ile günden güne tevessü’ etmekte olan hukūkları, her husûsda erkekle tesâvîye olan iştiyâk-ı şedîdleri bizim izdivâc hakkındaki nazariyât-ı mevrûsemizi tehdîd etmektedir. “Nâsin izdivâcı terk etmesi, talâka meyil bağlaması iki emr-i mühimdir ki Amerika’da, Avrupa’da günden güne ilerlemektedir. Netîce-i kelâm, kadınlarda görülen bu hâlâtın kâffesi müteşerri’în için nazar-ı intibâhlarını dört açmak farz olan bir maraz-ı ictimâ’înin vücûdunu göstermektedir.” İşte bu söz o kavl-i fâsıldır ki ulûm-i ictimâ’iyyenin gösterdiği sûrette icrâ edilen tedkīkât ve tahlîlâtdan istintâc olunmuşdur. Ma’a-mâfîh biz, nisvân-ı beşerden bir kısmının günün birinde bu istiklâl-i mutlakı istihsâl etmelerini istib’âd eylemeyiz. Lâkin o zaman kendilerini esâretin en şedîdine atmış, mezellet ve meskenetin en vâpesîn derekesine indirmiş olacaklar. 100 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 7 - SAYFA 107 Fakat biz ma’şer-i müslimîn ki –nerde bulursak almakla me’mûr olduğumuz– hikmetden başka kaybımız yokdur, âlem-i beşeriyyetin etvâr ve harekâtının kâffesini birden nazar-ı tedkīk ve ibretden geçirmedikçe göreceğimiz şu’ûn ve âdâtın hiçbirine kapılmak bize lâyık değildir. Evet, biz bâsire-i im’ânı açmalı da şu’ûn-i âlemi öylece temâşa etmeliyiz ki, dîdâr-ı menâfi’ pîş-i enzârımızda mütebessim, zî-vekâr bir tavır ile mütecellî olsun, rû-yi mazarrat ise abûs, girye-nâk bir sûretde görünsün.. Evvelkisine sîne-i iştiyâkımızı açalım, ikincisinden kaçalım. [107] Zâten Cenâb-ı Hak bizi ümem-i sâlifenin târîhini tetebbu’ etmeye, onlardan ibret alarak düşmüş oldukları girîve-i izmihlâle kendimizi kaptırmamak için esbâb-ı sukūtlarını teharrî eylemeye tergîb ediyor. İşte biz de bu tarîk-ı ibreti azıcık ta’kîb edince gördük ki kadınların istiklâl-i mutlakı, hem kendilerinin, hem de erkeklerin hırmânını, zararını mûcibdir. Binâ’en-aleyh bize lâzım olan böyle bir girdâb-ı mühlike atılmaktan sakınarak hâl-i nisvânı tehzîb için –hiçbir husûsda hikmet-i ilâhiyyenin, fıtrat-ı beşeriyyenin hudûdu hâricine çıkmamak şartiyle– başka bir tarîk-i muvâfık araştırmakdır. Lâhika Şu mütercem eser hakkında imzâsız bir mütâla’a-nâme gönderen zâta: Efendim, risâlemizdeki makālelerin çoğu hakkında etrafdan mektublar geliyor. Bunlara cevab vermek işimizi bırakmakla olabilecek. Bu ise işimize gelmeyecek. Siz de şimdi su’âllerinize cevab vermeyişimi ihtimâl ki aczime vereceksiniz; lâkin ne be’is var? Ben zâten dâ’iye-i kudretle ortaya çıkmadım ki. Maksadım elimden geldiği kadar milletin hayrına hizmetdir. Sa’yleri meşkûr olmayanlar, niyetlerinden dolayı me’cûr olurlar. Mektubunuzu imzâlı göndereydiniz (merdâne) bir hareket etmiş olurdunuz. Şahsımı tanımayışınız cesâretinizi kırmamalıydı. Çünkü ben korkak bir adam olmadığım gibi, hamdolsun, korkunç da değilim. Bir de, eser henüz bitmedi, mâba’di böyle beş on nüsha daha işgâl edecektir. Ricâ ederim, sırayla okuyun da mütâla’âtınızı istihsâl edeceğiniz netîce üzerine binâ edin. Mehmed Âkif İ’CÂZ-I KUR’ÂN Kur’ân-ı Kerîm kütüb-i semâviyye-i sâirenin hiçbirisine makīs olmayıp elfâz-ı şerîfe ve me’ânî-i dakīkasıyla hâiz-i mertebe-i i’câz ve mezâmîn-i latîfe ve ahkâm-ı metînesiyle de ez-her cihet mümtâzdır. Kur’ân-ı Kerîm’in vâsıl-ı mertebe-i i’câz olduğu füsahâ ve bülegâ-i Arabın mislini ityândan âciz kalmalarıyla sâbitdir. Filhakīka bu Kitâb-ı Mübîn fesâhat ü belâğat üzere îrâd-ı kelâm etmeyi en büyük şerâfet ve en âlî meziyet addeden ve hattâ zâde-i tabî’atleri olan cevâhir-i kelâmı ta’lîka sadr-ı Kâ’be-i Ulyâ’dan başka münâsib bir mahal bulamayan füsahâ ve büleğâ-yı Araba karşı nâzil olmuş ve nice âyât-ı beyyinâtıyla onlara tahaddî ederek, yani meydân okuyarak, mecmû’una mukābele şöyle dursun, aksar sûresine bile bir nazîre yapmakdan cümlesini âciz bırakmışdır. Bülegâ-yı Arabın aksar-i süver-i Kur’âniyye’ye nazîre yapmakdan âciz kalmaları ise vücûh-ı âtiyyeye mebnîdir: Evvelen: Arabın fasâhat ü belâğati at, deve, câriye ve harb ve sâire gibi müşâhedâtı vasfa münhasır olup Kur’ân-ı Kerîm ise bu misillü eşyâyı vasf ü beyân etmediğinden fusahâ beyne’l-Arab fesâhat ü belâgatleri meşhûr ve müttefakun-aleyh olan elfâzı Kur’ân’da bulamamışlardır. Sâniyen: Arabların (كذبه الشعرا احسن (kavl-i meşhûru mantûkunca bir şiirin, bir sözün en güzeli en kâzibi olduğundan kizbi terk ve sıdkı iltizâm eden bir şâ’irin şi’irinde ve bir münşînin kelâmında efsahiyyet ve eblagıyyetin tenezzül edeceği emr-i tabî’îdir. Hattâ Lebîd ibni Rebî’a ile Hassân radıyallâhu anhümânın dâhil-i dâire-i İslâm olduklarından sonra şi’irlerinin tenezzül ve tedennî etmiş olduğu erbâb-ı vukūfa ma’lûmdur. Kur’ân-ı Kerîm ise her âyetinde sıdka kemâl derecede ri’âyet olunmakla beraber fesâhat ve belâgatin mertebe-i kusvâsında olarak nâzil olmuşdur. Sâlisen: Bir şâ’ir ne kadar fasîh, ne kadar belîğ olursa olsun onun bir kasîdesinde ancak bir veyâ iki beyt-i belîğe tesâdüf olunabilir. Çünkü belâğat, “kelimâtının fasîh olmasıyla beraber kelâmın muktezâ-yı hâle mutâbakati” demek olup ahvâl ü makāmât-ı kelâm ise mütefâvit ve mütehâlif olduğundan her kelâmı kendine mahsûs bir makāmda îrâd etmek ve o makāma münâsib olan umûrun cümlesine ri’âyet eylemek kudret-i beşeriyyenin hâricindedir. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’in her kelâm ve cümlesi kendine mahsûs olan hâl ve makāmda sevkolunmuş ve o makāma münâsib olan umûrun kâffesine ri’âyet edilmişdir. Râbi’an: Zühd ve takvâ, mesâ’il-i fıkh ü fetvâ, zemm-i dünyâ ve medh-i ukbâ gibi şeylere dâir teşbîhât-ı belîga ve isti’ârât-ı dakīkayı şâmil bir makāle-i belîga ve bir kasîde-i fasîha yazmak veyâ söylemek hiçbir şâ’ir ve münşîye mümkün değil iken Kur’ân-ı Kerîm’de bu gibi mebâhis-i âliye kemâl-i fesâhat ü belâğat üzere zikr ü ityân olunmuşdur. Hâmisen: Muhakkakdır ki, bazı eşyâyı tasvîrde güzel şi’ir inşâdına muktedir olan bir şâ’ir, başka şeyleri vasf u zikirde o kudret-i şâ’irânesini lâyıkıyla göstermek mümkün değildir. Nitekim İmri’ü’l-Kays’ın şi’iri at ve nisâ gibi şeyleri vasıfda, Nâbiga’nın şi’iri havfda, A’şâ’nın şi’iri de hamriyâtda güzel olup başka şeylerde ise o kadar güzel değildir. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm tergîb, terhîb, va’az, zecr ve sâire gibi pek çok mebâhis ve mesâ’il-i muhtelifeyi câmi’ iken cümlesinde gâyet-i fesâhat ve nihâyet-i belâğat üzere vârid olmuş ve hepsinde hüsn-i zâtîsini bir sûret-i hârikulâdede ızhâr eylemişdir. Sâdisen: Kendisinde ale’t-tevâlî bir mazmûndan diğer mazmûna intikāl edilen veyâ bir takım eşyâ-yı muhtelifenin beyânını müştemil bulunan bir kelâmın eczâsı arasında hüsn-i irtibât olamayacağı ve binâ’en-aleyh kelâm-ı mezkûrun derece-i âliye-i belâğatden sukūt edeceği derkâr olduğu hâlde Kur’ân-ı Kerîm’de bir kıssadan diğer kıssaya, bir mazmûndan bir başka mazmûna mütevâliyen intikāl edilmiş ve emir, nehiy, haber, istihbâr, va’d, va’îd, tevhîd, nübüvvet, ma’âd, tergîb, terhîb gibi nice mezâmîn-i muhtelifenin be- CİLD 1 – ADED 7 - SAFYA 108 SIRÂTIMÜSTAKĪM 101 yânını mutazammın bulunmuş iken yine hüsn-i irtibâtını kemâl-i fesâhat ve belâğatle muhâfaza eylemişdir. Sâbi’an: 1 birçok gibi celîlesi i-âyet) وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ الخ..) âyât-ı beyyinâtın ve bâhusûs “Sad” sûre-i şerîfesinin serâpâ şehâdetleriyle Kur’ân-ı Kerîm ekser mevâzı’ında elfâz-ı kalîle ile me’ânî-i kesîreyi gâyet belîgâne ve fasîhâne olarak ifâde etmişdir ki, bunun da kudret-i beşeriyyeye nisbetle bir emr-i muhâl olduğu erbâb-ı vukūfa nümâyândır. [108] Sâminen: Ashâb-ı belâğat ü fesâhate ma’lûm olduğu üzere bir kelâmda cezâlet ile azûbet ü letâfeti vech-i lâyık üzere cem’ etmek derece-i istihâlede olduğu hâlde Kur’ân-ı Kerîm pek çok âyât-ı beyyinâtı ve bu iki sıfat-ı mütezâddeyi vech-i elyak üzere cem’ eylemişdir. Tâsi’an: Kur’ân-ı Kerîm rekâket, kıyâsa, kā’ideye muhâlefet ve tenâfür-i hurûf u kelimât gibi muhıll-i fesâhat olan umûrdan bi’l-külliye hâlî olmakla beraber te’kîd, ıtlâk, takdîm, te’hîr, fasl, vasl ve sâire gibi belâğat-i kelâmda ri’âyet olunması lâzım gelen umûrun kâffesini müştemildir ki, hiçbir belîğin kelâmında bunun misli görülmemiş ve görülmek ihtimâlinden dahi pek ba’îd bulunmuşdur. İşte bu gibi esbâba binâ’en füsahâ vü bülegâ Kur’ân-ı Kerîm’in en kısa bir sûresine bile nazîre yapmakdan âciz kalmışlar ve nihâyet cümlesi o kelâm-ı mu’ciz-beyâna karşı ser-fürû bürde-i hayret olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in mu’ciz olması ve bütün bülegâya karşı tehaddî eylemesi, meydân okuması kendi zaman-ı nüzûlüne mahsûs olmayıp bin üç yüz bu kadar seneden beri bu tehaddîyi etmekde ve bu meydânı okumakdadır. Vâkı’â kelâmda fesâhatin, belâgatin, cezâletin, azûbet ü letâfetin ne demek ve nasıl olduğunu bilmeyen bazı husamâ-yı dîn ve bir takım süfehâ-yı kûteh-bîn Kur’ân-ı Kerîm’in bazı yanlış ve nâkıs tercemelerine bakarak onun fesâhatine, belâgatine, eczâsı arasında irtibâtına dâir bir çok hezeyânlar söylemişler ise de onların bu hezeyânları av’ave kabîlinden olup şâyân-ı istimâ’ bile değildir. Çünkü Kur’ân’ın derece-i ulyâ-yı belâgatde olduğunu bilmek ya füsehâ ve büleğâ-yı Arabdan olmağa veyâhûd fenn-i me’ânî vü beyânda mahâret-i kâmilesi bulunmağa mütevakkıf olduğundan o lisân-ı azbü’l-beyândan, o ulûm-i metînü’l-ahkâmdan bîgâne olanlara karşı Kur’ân’ın belâgatini ve âyât-ı beyyinâtı arasındaki hüsn-i insicâm u irtibâtını isbâta kalkışmak abes ile iştigâldir. Hele bazı ulemâ-yı rûhânîyyûnun –gûyâ Kur’ân’ı anlıyorlarmış gibi– o Kitâb-ı Mübîn’in mezâmîn-i gayr-i münâsibeyi mutazammın olduğuna dâir söyledikleri hezeyânlar agreb-ı garâ’ibdendir. Acaba Kur’ân-ı Kerîm kendi kitâbları gibi enbiyâ-yı izâm hazerâtına bir takım fuhşiyyâtı isnâd etmeyip bil’akis müşârun-ileyhimi o gibi nekāyısdan tenzîh ü takdîs etdiği için mi mezâmîn-i gayr-i münâsibeyi mutazammın olmuşdur? Onlar emîn olsunlar ki, Kur’ân-ı Kerîm lâyü’ad velâ-yuhsâ mazmûnları ifâde eylediği halde hiç birisinde akl ü hikmete mugâyir bir şey görülmemişdir. İşte me’âl ü merci’-i mezâmîn-i Kur’ân şunlardan ibâretdir: 1 Bakara, 2/179. Tevhîd ü tenzîh-i Zât, zikr u tefrîd-i sıfât, tevhîd-i hâlise da’vet, şirkden ve bilhâssa teslîsden şiddetle nehy, enbiyâ-yı sâlifeyi zikr, onları şân-ı nübüvvete lâyık olmayacak nekāyısdan tenzîh, enbiyâya îmân edenleri medh ü senâ, münkirîn-i enbiyâyı zemm ü takbîh, enbiyânın cümlesine ve ale’lhusûs Îsâ aleyhisselâma îmânı te’kîd, nihâyet mü’minlerin müşrikîne gâlib olacaklarını va’d ü ihbâr, Kıyâmet’in ve o günde herkesin kendi a’mâline göre mükâfât ü mücâzâtın hakīkatini beyân, zemm-i dünyâ ve medh-i ukbâ, eşyânın helâl ü harâmını beyân, siyâsete, tedbîr-i menzile müte’allik bilcümle ahkâmı beyân, Allah’a, ehlullâha muhabbete teşvîk, vusûl ilâllâha vesîle olabilecek şeyleri beyân, edânî ve esâfil ile müsâhabetden men’, ibâdât-ı mâliyye ve bedeniyyede hulûs-ı niyyeti te’kîden beyân, riyâ ve süm’adan kat’iyen zecr, tehzîb-i ahlâkı mufassalan ve mükemmelen beyân, ahlâk-ı zemîme ashâbını tehdîd, hilm, tevâzu’, kerem, şecâ’at ve sâire gibi ahlâk-ı haseneyi medh, gazab u tekebbür ve buğz ü kîn ü zulm ve sâire gibi ahlâk-ı kabîhayı zem, takvâya, zikrullâha ve ibâdetullâha terğîb. İmdi, mezâmîn-i Kur’âniyyenin hulâsa ve zübdesi işte bu zikrolunan şeyler olup bunlar ise bilâ-şek aklen ve naklen memdûh ve makbûldür. Bu cihetle Cenâb-ı Hak onları Kur’ân’da suver u esâlîb-i muhtelife-i hasene ve makbûle ile tekrâr tekrâr beyân etmiş ve muhâfaza olunmalarını sûret-i kat’iyyede fermân buyurmuşdur ki, nev’-i beşerin sa’âdet-i mâddiyye ve ma’neviyyesini te’mîne bihakkın kâfî olan bu kadar mezâmîn-i latîfe ve makbûlenin hiçbir kitâb-ı semâvîde bir misli daha görülmemişdir. Mûsâ Kâzım MEVÂ’IZ Mukarriri : Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi Muharriri : Sirozlu H. Eşref Edib –47’nci dersin mâba’di ve sonu– Mütehayyir oldular. Beynlerinde konuşmağa başladılar. Nihayet şu yolda cevâb verdiler. – Biz zâten ateşden kaçarak Peygamber’e îmân etdik; ateşten kurtulalım diye. Ateşe yanmak için îmân etmedik. Vâkı’â: “İtâ’at edin!” buyurdu. Bunu biliyoruz. Fakat zannetmeyiniz ki; “Ateşe de girin!” derse girmek lâzım gelir. Ne O böyle emir verir, ne sizin bunu emretmeye hakkınız var. Biz hem dünyâ, hem âhiret ateşine giremeyiz! – Gireceksiniz! – Giremeyiz efendim! Onlar böyle konuşurken ateş yanıp kül oldu. Alkame’- nin de gazab ve hiddeti ateşle beraber söndü. Sonra avdet etdiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz’e işi hikâye etdiler: – Böyle böyle bir şey oldu. Alkame hazretleri de bize; “Ateşe girmezseniz bana âsî olursunuz. Bana âsî olan Peygamber’e âsî olur.” dedi. O vakit ne buyurdu Resûl-i Ekrem Efendimiz? – 2 -gi ateşe o Eğer! yok, Yok) لو دَخَلوها ما خَرجوا منها أبدًا) 2 Buhârî, Sahîh, Kitâbü’l-Ahkâm 4. 102 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 7 - SAYFA 109 reydiniz, Kıyâmet’e kadar çıkmazdınız. Âhiretde de yanacakdınız. Asıl âsî o vakit olacakdınız. İtâ’at ma’rûfa karşıdır. Münkere itâ’at olmaz, müdâfa’a olur. Herkesin hakkı var, hukūku var. Eğer o ateşe gireydiniz, ebediyen çıkmayacakdınız. Ya’nî, âhiret azâbına da lâyık olacakdınız. Zâhirde itâ’at, fakat hakīkatde belâhetdir. Ma’rûfa dâirdir itâ’at, münkere karşı itâ’at olmaz. Onun için ne buyurur? 1 ( فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ) Allah’a itâ’at edin, Resûl’e itâ’at edin, ulü’l-emre de itâ’at edin. Ama ulü’l-emr Allah gibi, Resûl gibi doğru yola sevketmezse… Âdil var, zâlim var. Dedik ya, hepsi ulü’l-emrdir. Velev birkaç [109] kişiye re’îs olsun, yine “emîr” denir. Sana bana karşı sözü geçiyor ya, emîrdir… Eğer emîrlerinizle beyninizde bir münâza’a zuhûr ederse… Pâdişâha da şümûlü var bunun. Öyle bir emirde bulunuyor ki, itâ’at olunacak gibi değil. Alkame’nin sözü gibi; “Ateşe gir!” kabîlinden… O vakit de itâ’at mi edeceksiniz? Yok, isyân mı edeceksiniz? Hayır. İsyân haram; mâ-fevke karşı cür’etkârâne hareket memnû’dur. Beynini bulmak için bir yol aramalı; ne onun canı yansın, ne senin canın. Allah bir şeyi boş bırakmamış, her şeyin çaresini göstermiş: İtâ’at edin, fakat bakdınız ki itâ’at olacak gibi değil, münkerât nev’inden bir şey, ne’ûzü billâh, Alkame’nin; “Ateşe girin!” gibi muhâtara kabîlinden bir şey. O vakit ( ُدُّوهُرَف ِولُسَّالرَوِ هّالل ىَلِإ .(Ma’nâ-yı şerîf: “Beyninizde münâza’a ederseniz” demek değil. Bütün tefsîrlere bak. “Ulü’l-emrle millet arasında vâki’ olursa” demekdir. O, yolsuz bir tarafa sevkeder. Senin de vicdanın kabûl etmez. Eğer böyle bir müşkilât zuhûr ederse… Hükûmetin mültezemi başka, milletin mültezemi başka olursa… Hükûmet zulmeder, sen adâlet beklersin… Eğer böyle bir münâza’a olursa… Bir münâza’a ki başka türlü hallolunamayacak, kan dökülecek, o vakit ihtiyât edin. Kan dökmekden çekinin… şeyde bir Herhangi) فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ) âmir ile me’mûr beyninde bir ihtilâf zuhûr ederse, âmirin verdiği emirler kābil-i icrâ olmazsa,böyle bir hâlde ( ىَلِإُ دُّوهُرَف ولُسَّالرَوِ هّالل (O münâza’un-fîh olan şey’i Allah’ın kitâbına, Resûl’ün sünnetine ircâ’ edin! Allah ne buyurmuş, Resûl ne buyurmuş; öyle fasledin. İhtilâf zamanında yapılacak şey meşveretdir. 2 وَشَاوِرْهُمْ فِي ) ِرْمَالأ (Sonra bazı âyetlerde de “şurâ” ile tavsîf buyurur: 3 وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا ) ;zikrederken orucu, Namazı) وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ) şûrâyı diye) لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلاَةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ da zikrediyor. Namaz kılarlar, oruç tutarlar, bütün işlerini şûrâ ile yaparlar. Kimse kimseye müstebidâne mu’âmele eylemiyor. 1 Nisâ, 4/59. 2 Âl-i İmrân, 3/159. 3 Şûrâ, 42/38. Hulefâ-yı Râşidîn zamanında böyle idi: –Ne kusûrumuz varsa gösterin!... buyururlar; herkese, ednâ bir insana salâhiyet veriyorlardı. Şûrâdan maksad, bu değil mi? İyân, alenî.. Böyle yapdılar. Hazret-i Peygamber dâima ümmetin re’yini alırlardı. Sonra gelen hulefâ da ale’lekser böyle hareket etdiler. Ârâ-yı ümmeti almadan hiçbir iş görmediler. Her ne kadar böyle meb’ûslar toplanmak sûretiyle değilse de hakīkatde başka bir şey değildi. Yine müzâkereler, şûrâlar oluyordu. Yalnız böyle her memleketden birkaç meb’ûs gelsin… Böyle bir şekilde değildi. Çünkü o zamanlarca şu usûller zâ’id görülmüş. Değil mi ki milletde bir hakk-ı nezâret var, ulemânın fetvâsıyla, müctehidînin hükmüyle amel olunur… Ulemâ sınıfında da bi-hakkın ulemâ ıtlâkına şâyân adamlar bulunur. Allah’ın senâ etdiği âlimler merci’-i enâm olur. Onlar dünyâyı muhakkar görürler. Menâfi’-i dünyeviyye aslâ hâtırlarından geçmez. Kim olursa olsun, dâima hakīkati söylerlerdi. Böyle âlimler olursa, kendilerine hakīkaten mürâca’at eylemeden bir iş yapılmıyorsa, artık böyle her tarafdan meb’ûs gelmesine hâcet kalır mıydı? Meb’ûs gönderilmek lâzım gelse bütün ümmeti göndermek îcâb edecek. Herkes meb’ûs. Bir işde olsun meşveretden ayrıldıkları yok ki… Herkes hakīkatin önünde lâl ü mutî’. Fikirler âlî, kalbler sâf, şâ’ibe-i menfa’atden ârî… Herkes bir timsâl-i adâlet. Me’mûrların fikirleriyle ümmetin fikri bir, ulemâ çok. Öyle bir zamanda şu usûllere hâcet kalır mı?.. Fakat mürûr-ı zamân ile her şeyler değişmiş; ne fikr-i adâlet kalmış, ne hiss-i insâf. Ahlâk bozulmuş, halk menfa’at-i şahsiyyelerine düşmüşler. Umûr-i idâreyi herkes kendi hevâ-yı nefsânîsine uydurmağa kalkışmış, menâfi’-i umûmiyye unutulmuş, kendine daha muvâfık cihet düşünülmeye başlamış. Böyle açıkdan açığa bir dâireye lüzûm vücûb derecesine gelmiş. Başka türlü kābil olmamış. Sonra gelenler çok tecrübe etmişler. Avrupa akvâmı da bunu çok düşünmüşler, bundan başka çâre bulamamışlar. – Mâdem ki milletin hakkıdır, vergilerini alıyoruz, elbet onların menfa’atine sarfetmek lâzım. Kölemiz değil onlar. Nelere sarfolunuyor, onlar da görsün, umûr-i devlet husûsunda onların da re’yleri olsun. Vergiler muvâfık mı cibâyet olunuyor, sarfedilen paralar yerli yerine mi sarfolunuyor?.. Hepsini görsünler. Her husûsda onların da fikri nazar-ı i’tinâya alınmalı. İstediğin gibi al, kendi sefâhetin uğruna sarfet… Böyle şey olmaz, kābil değil bu! Çok düşünmüşler, birçok asırlar böyle geçmiş. En evvel İngiltere ahâlînin bu hakkını teslîme mecbûr olmuş, kānūn-ı esâsîyi kabûl etmiş. Alınan verilen belli, gizli kapaklı hiçbir şey yok. Müslüman dîni gibi âşikâre. Bunun fâ’idesi meydânda. Herkesin ehliyeti, hamiyeti vezn olunuyor, muktedir biri ta’yîn olunuyor. Daha ehli varsa öteki kenâra çekiliyor… Hep bunları Şerî’at-i İslâmiyye’den almışlar, o sâyede terakkī etmişler, o sâyede bütün cihâna hâkim olmuşlar. Zanneder misiniz ki İngilizler Türk’den zekîdir, Türk’den dirâyetli, Türk’den fetânetlidir?.. Türkler, müslümanlar öyle bir şemsden nûr alıyorlar ki, o güneşin ufak bir şu’â’ı her nereye teveccüh etse orasını müstağrak-ı füyûzât eder. Şerî’at-i Garrâ-yı Muhammediyye… Neler, neler bize göste- CİLD 1 – ADED 7 - SAFYA 110 SIRÂTIMÜSTAKĪM 103 riyor!.. Bu telkīnât-ı âliyyeye biz ittibâ’ etseydik bugün ne olurduk?.. Japonlar bile bu sâyede terakkī etdi. El birliğiyle, ittihâd ile çalışdılar, bütün milletin mazhar-ı hürmeti olan kimseleri iş başına geçirdiler, yükseldikçe yükseldiler. O derece ki, Rusya gibi müstebid, fikrinde musır, mağrûr bir devleti mahv u perîşân etdiler. Rusya… Orası da bizden bedter. Bizden ziyâde orada mezâlim vardır. O grandükler, o asîlzâdeler o memleketleri mahvetmişlerdir. Bî-nihâyet müstebid zimemdârân etrâfı sarmışlar. Ahlâksız herifler o koca devleti za’fa dûçâr eylediler. Ahlâksızlıkları, istibdâdları, her türlü yolsuzlukları bu def’aki cenerallerin muhâkemelerinde görüldü. Birbirlerinin aleyhinde bulundular. [110] Porartur’un teslîminde ne kadar sû’-i isti’mâlât oldu. Devlete, millete sıdk ile çalışan yok. Dâima çalmağa bakar. Milletin mahvını düşünmüyor hâin. Sonra o da epeyce yoluna girdi ya! Nihâyet Kānūn-ı Esâsî’yi kabûl etdi fakat edinceye kadar ne kıtâller oldu, ne milyonlarca insanlar mahvoldu!.. Âkıbet, mümkün derece istibdâddan kurtuldular. İşte yeni bir hükûmet, bir Japonya çıkdı, koca bir devletin hakkından geldi. O muvaffakiyetleri ne sâyede oldu? Hep sıdk u ciddiyet, hep adâlet sâyesinde. Japonlar ma’- lûm; ne kitâbları var, ne esâslı bir dînleri. Lâkin her yerden ma’lûmât almışlar, ciddî çalışmışlar. Sıdk ile sarf-ı mesâ’î edilmiş. Aldıkları paraları sarf olunacak yere sarfetmişler. Hazîneler hazırlamışlar. Bizim gibi hâinlere yedirmemişler. – Ama niçin evvel bunları söylemiyordun? Nasıl söyleyebilirdim? Ağzıma alsaydım beni mahvederlerdi. Allah da emretmemiş; “Kendini tehlikeye at!” diye. Bir kişi, iki kişiden bir şey çıkmaz. Böyle şeyleri büyük bir kuvvet yapar. Bu muvaffakiyetler Allah’ın inâyetiyle olur, başkası yapamaz. Vâkı’â vâsıta olanlara teşekkür ve senâlar edilir. Fakat müsebbib-i hakīkīsi Allah olduğunu unutmamak lâzımdır. O cem’iyet yok mu? Vallâhi öyle muhterem, mukaddes bir cem’iyetdir ki Kıyâmet’e kadar pâydâr olsun. Sıdk ile çalışdılar, o kadar sene işkencelere dayandılar. İnsâf edelim, haklarını teslîm edelim. Ne büyük muvaffakiyet, ne âlî maksad!.. Böyle zamanda bunu yapmak, Vallâhi hayretden hayrete düşürür âlemi. Bütün cihân hayretdedir. Beş on kişi esâsını kurmuşlar. Ne derece cehd ü gayretler, ne türlü tedbîrler… Hâtıra, hayâle gelmez. Bir çok işkenceler, bir çok vukū’ât-ı elîme de bunun hayyiz-i husûle gelmesine yardım etdi. Kahır yüzünden lütuf oldu. Ma’lûm, milletin dûçâr olduğu o mesâ’ib-i gûnâgûn. Tekrâra lüzûm görmüyorum, ahîran zuhûr eden komiteler, o mukātelât-ı dâhiliyye herkesin ma’lûmudur. İcmâlen söyleyeceğim. Rumeli halkının dört sene evveline nisbetle bir sülüsü gitmişdir. O derece telefât oldu. Onlar da Allah’ın emânetidir. Hristiyan olsun, ne olursa olsun, adâlet istiyorlar. Zulümden bîzâr oldular, dağlara çıkdılar. Dayanılmaz zulme. İnsân hayvân değil, esârete tahammül edemez. Husûsan, hâricden de mu’âvenet va’d olunursa. Ha siz çalışın. Ben mu’âvenet ederim. denirse, dururlar mı? Bulgarlara Bulgaristan, Rumlara Yunanistan… Her bir millete bir hükûmet va’d-i mu’âvenet ediyor. Yavaş yavaş bütün devletler mu’âvenete başlıyor. Çünkü nihâyeti onlar bir yere varıyor. Hepsi nihâyet bir millet sayılır. Aralarındaki o fark, bizdeki sünnî ile şî’î gibidir. Hep bir kelimede. Ayrı gayrı tutmayalım. Îcâbında aralarındaki o farkı unuturlar, cümlesi bir millet olurlar. Yekdiğerine mu’âvenet ederler. Hem bu hareketleri muvâfık da. Husûsan, mazlûmlara mu’âvenet insâniyet muktezâsı. Silâh verir, para verir, adam gönderir. – Kurtaracağız, diyorlar, o bîçâreleri. Bu zulüm boyunduruğu onları mahv edecek. Niçin karşıdan seyirci kalalım? İnsânlık mı bu? Bu sûretle mu’âvenetden geri durmadılar. Üç yüz bin askeri oraya doldurduk. Bu yanda tir tir titriyoruz, gölgemizden korkuyoruz. Ötede ise üç yüz bin asker silâh altında tutuyoruz. Memâlik-i mütemeddinede eşkıyâ ta’kībi jandarmalara â’iddir. Askerler muhârebe için, muntazam meydân muhârebesi içindir. Eşkıyâ ta’kībine göndermek askeri tahkīr addolunur. Bu, ma’kūl bir hareket değildir. Lâkin Allah Kādir ve Kayyûm’dur. 1 يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ ) 2) الْحَيِّ (ِقَلَفْال بَِّرِبُ وذُعَأْ لُق” (Felak”ın ma’nâsını bilir misiniz? Zulmet içinden nûr çıkaran Allah. Her türlü târîk-i dalâletden nûr-i adâleti infilâk etdiren Allah. Denebilir ki, ecnebîlerin oraya gelmesi bu hürriyetin hayyiz-i husûle gelmesine pek büyük yardımı oldu. O memleketler serbest oldu. Onların vâsıtasıyla Avrupa gazeteleri gelmeye başladı. Onlar milletin fikrini intibâha sevketdi. Bizim ma’ârif düşmanları onlara evrâk-ı muzırra diyorlar. Evrâk-ı mazarrat değil, evrâk-ı hidâyet oldu. Bu vâsıta ile onların gözleri açıldı, ne olursa olsun diye serbestâne harekete başladılar. Yeni yetişen dîndâr ve münevverü’l-efkâr zâbitlerimiz hakīkat-i hâli ahâlîye anlatıyorlardı. – Bu mezâlim, bu istibdâd bizi bitirecek, git gide perîşân olacağız, külliyyen mahvolacağız diyorlardı… Filhakīka bu, şübhesizdi. En büyük makāmda bulunanlar kasemle söylüyorlar idi: – Vallâhi Mart’a kadar gitmez, mahvolacağız. O Reval Mülâkātları, o konferanslar, o müzâkereler ne idi? Hep bizim için, hep bizi taksîm için. Hakları vardı. Kim olsa böyle yapar. Zulüm ve istibdâdla memleketler ateş içinde kalmış idi. Buna karşı sükût muvâfık-ı insâniyet mi? Hem istifâde de var. Yağmadan kim kaçar? – Değil mi? Nasıl olsa bu devlet ortadan kalkacak; bâri biz de bir pay kapalım, diye bütün hükûmetler hazırlanıyorlardı. Bizim gazetelere bakma! Onlar felâketleri sa’âdet şeklinde gösteriyorlardı. Mes’ûliyetin büyük bir kısmı da onlara â’iddir. Arada sırada ricâl-i istibdâd zımnen gazetelerde tehdîdâtda bulunuyorlardı. Dünyâda neler oluyor? Hiç kimsenin haberi yok. Rusya dâhilî ihtilâller içinde yandı, Îrân kānūn-ı esâsî gürültüleriyle alt üst oldu; bizim gazeteler hiç ismini bile yazamıyor. Yalnız bir def’a Îrân’a â’id bir havâdis görüldü. Havâdis değil, tehdîd: 1 En’âm, 6/95. 2 Felâk, 113/1. 104 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 7 - SAYFA 111 “Meclis-i Millî’ye tehassün eden ahrâr topa tutularak kendileri, meclisleri mahv u harâb edilmiş!...” – Görüyor musunuz? Sakın böyle şeylere kalkışmayın. Zîrâ sonra size de böyle yaparız. Fikrinizden çıkarın o hülyâları. “Hürriyet” bir daha dirilemeyecek derecede ölmüşdür!.. demek istiyorlardı. Böyle hâinler, ara sıra efkâr-ı umûmiyyeyi tehdîd ediyorlardı. Nasıl oldu sonra?! Bir kere fikirler açılınca Cem’iyet büyük bir ümîde düşdü. Şems-i hürriyyeti saran bulutlar yavaş yavaş dağılmağa başladı. Cem’iyet âtîden emîn olmağa başlayarak gayret ü mesâ’îsini artırdı. Bu hürriyyeti istihsâl için milletlerin birleşdirilmesi lüzûmu tezâhür etdi. İşte buradan başlamak lâzımdı. Bu sâyede bunun önünü almak mümkün [111] olacakdı. Buna mutlakā lüzûm vardı. O Niyâzî Beyler, o Enver Beyler gibi kahramânlar Cem’iyet’in tevessü’üne çok yardım etdiler. Eşkıyâ ta’kībine gideceksiniz! diyorlardı onlara. Onlar da; “Pekâlâ!” diyerek ma’- iyetine bir tabur asker alır giderlerdi. – Nereye gidiyorsunuz? – Eşkıyâ ta’kībine(!) Muzıka çalmayla eşkıyâ ta’kīb olunur mu? Biliyorlar ki, maksad bu değil; asıl maksad, askeri yormak, açlıkdan öldürmek. – Hani ya eşkıyâ? sordukları vakit: Ne yapalım? diyorlardı, kaçıyor herifler!... Boru ile eşkıyâ ta’kīb olunmaz. Onun usûlü başka. Ciddî muhârebede borular olur. İşte bu dilâverler, bu kahramânlar, bu nâzenîn erler ne yapdılar? Bir tabur askeri aldılar, bir ormana girdiler. Ne eşkıyâ var, ne hafiye. “Geliniz kardeşler!” diye o münevverü’l-efkâr zâbitler, o âlî-cenâb erkekler birer nutuk îrâd etdiler. Bütün o mezâlimi, Osmanlıların dûçâr olduğu felâketi, bu ahvâlin vehâmetini anlatdılar. Hepsi nice da’vet etdilerse öyle kabûl eylediler. Cân u gönülden Mushaf’a el basarak yemîn etdiler. “Ümmete hürriyet verilsin!” diye ahd ü peymân etdiler. İstihsâl-i hürriyyete karâr verdiler. Bir def’a meselâ yüz kişi alırlardı. Onlara hakīkat-i hâli anlatdırır, yemîn etdirirlerdi. Sonra ertesi def’a başka yüz kişi alırdı. O evvelce gidenleri almazdı. Onlara da yemîn etdirirdi. Hükûmet öyle zannediyordu: Eşkıyâ ta’kīb ediyorlar. Halbuki bunlar böyle böyle birkaç senede işi o derece muhkem takviye etdiler ki, telgraf başına geçdikleri zaman saray erkânı şaşırdı kaldı. Hakīkaten şaşılacak şeydir; o ne tedbîr, o ne ittihâd! – Haydi, eşkıyâ ta’kībine! dendi mi, işte Niyâzî hâzır. Taburdan istediği dilâverleri seçer, o yemîn etmeyenleri, işden haberdâr olmayanları alır, dağa çıkar. Eşkıyâ ta’kīb edecekler. Halbuki, kasabadan çıkar çıkmaz hatt-ı hareket değişir, bir ormana çekilirler: – Biz selâmetimiz için bir yol bulduk… diye nutuk başlar. Zâten isti’dâd da var. Herkes hakāyık-ı ahvâli anlamış, herkesin yüreği yanmış. Onları ittihâda idhâl için küçük bir nutuk kifâyet ederdi. Böyle bir teşebbüsden haberdâr olunca onlar da yemîn etdiler. Kimini Niyâzî Bey, kimini Enver Bey, kimini Ahmed Bey, kimini Mehmed Bey yemîn etdirdi. Bu dilâverlerin ta’dâdı kābil değil! Hem ne kadar da tuhaf bir cem’iyet; birbirlerini de tanımıyorlar. Cem’iyet a’zâsından olan zât, birkaç kişiyi bilir. Bu minvâl üzere ne kadar asker varsa hepsi Cem’iyet’e dâhil oldular. Hürriyeti istihsâl için kanlarının son damlasını dökmeye müheyyâ olduklarına yemîn etdiler. Üç-dört seneden beri böyle imiş; sonradan haber alıyoruz. Hepsi böyle yemîn etdiler, hâzırlandılar. İttihâd tâm, ittifâk mükemmel. Her tarafa adamlar gönderdiler, birçok yerlerde şu’beler teşkîl etdiler. Sonra hafiyeler duymaya başladılar. Cem’iyet de îcâb eden tedâbîr-i şedîdede kusûr etmedi. Me’mûrînden lüzûm gördükleri ve emniyet etdikleri kimseleri dâire-i Cem’iyyet’e idhâl etdiler. Bir takım hâinleri de mahvetdiler. Buradan bir gün evvel orada i’lân-ı hürriyyet etdiler. Padişahla da muhâbere etdiler. Kānûn-ı Esâsî’yi tamâmen kabûl ü i’lân etdirdiler, parlak muvaffakıyetlere nâ’il oldular. Bunlar, bu Cem’iyet-i âliye öyle böyle bir şey değil; zann u tahmînin kat kat fevkindedir. Bir kere koca bir ordu, koca bir Makedonya halkı. Bunlar İstanbul’a doğru yürürlerse İkinci Ordu da iltihâk edecek. İstanbul değil, belki bütün iklîm mahvolacak idi. Elhamdülillâh sümme elhamdülillâh! Kemâl-i i’tidâl ile kimsenin burnu kanamadan bu iş oldu bitdi. Padişahın dirâyeti, insâfı, ulviyet-i efkârı şâyân-ı tahsîndir!.. Ya bir tecrübeye kalkışsaydı, İstanbul Ordusu’nu karşı göndereydi… Sonra neler olurdu? Türlü türlü mûcib-i te’essüf hâller zuhûr ederdi. O derece ki, (ma’âzallâh) memleketler alt üst olacakdı. Cem’iyyetin öyle şiddetli bir karârı vardı ki, önüne geçmek kābil değildi. Allah pâyidâr etsin, tevfîkāt-ı ilâhiyyesine mazhar buyursun. Hakīkat böyle işte. İcmâlen söylüyorum. Bunlar hep Allah’ın inâyeti. Cenâb-ı Hak kudret-i ilâhiyyesiyle neler gösterir. 1 2) وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ) de zâlimler Bu) يَدُ اللَّهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ) pek ileri gitdilerdi. En son yapdıkları zulüm Sâhib Mollâ hakkında idi. Sâhib Mollâ ki, iffet ü istikāmetle ma’rûf bir zât-ı şerîfdir. İ’lân-ı hürriyyetden iki-üç gün evvel konağını basdılar. Kabasakal nâmındaki herif, yanında kendi gibi biriki kişi daha, ne kadar kütüb-i İslâmiyye varsa cümlesini alırlar. Bîçârenin haberi de yok; hânesinde değil imiş. Sâhilhânesine giden zâlimler orada bulunan kadınların cümlesini bir odaya habsederler. Ne kadar dolaplar, çekmeceler, yazıhâneler varsa kırmışlar, dökmüşler, aşırmışlar. O kıymetdâr yazma kitâbları, bakkāldan çuvallar getirtmişler, çuvallar içine ayakla basarak doldurmuşlar. İşte, hiç şübhesiz, bu vak’a-i hâ’ile Allah’ın gayret-i ilâhiyyesine dokundu. O nefîs kitâblar, yazma tefsîrler, Mushaf-ı Şerîfler… Hepsi çuvallara dolduruldu. O mel’ûn Kabasakal hep ayakla basıyormuş. Böyle mel’anet, böyle denâ’et cihânda işidilmemişdir! Bu ne idâre! En nihâyet, sanki o mübârek zâtın âhı tutdu, iki gün sonra cümlesi sernigûn oldular. Bir sarsar-ı hürriyyet hazân yaprağı gibi cümlesini topraklara serdi. Bütün o cebâbire mahv u perîşân oldular. Allah Hakîm-i Mutlak’dır, Kāhir-i 1 En’âm, 6/18. 2 Fetih, 48/10. CİLD 1 – ADED 7 - SAFYA 112 SIRÂTIMÜSTAKĪM 105 zü’l-Celâl’dir; kimsenin âhını kimsede bırakmaz. Hani o cebâbire? Hani o fir‘avunlar? Hani o ulü’l-istibdâd? Hepsi mahv u perîşân oldu. Serîr-i istibdâdları, zindânlara munkalib oldu. Ayaklarıyla basdıkları kitâblar, kelimeler birer gazanfer-i celâdet oldu da başlarını ezdi. Birkaç gün sonra Sâhib Molla’ya adam gönderdiler, elini ayağını öpdürdüler: – Aman afvet! dediler. Çünkü anladılar ki bu yapdıkları hadden pek aşırı idi; misli görülmemiş bir cinâyetdi. – Afvolacak bir kusûr etmediniz ki afvedeyim, dedi. Müşârun-ileyh hazretleri gûyâ ki Cem’iyet’e mensûb imiş. Selânik’de bir dâmâdı var imiş; bir mahdûmuna da Gâzî Evranos-zâdeler’den İskender Paşa’nın kızını almış. İşte böyle bir hikemsiz münâsebetle kendisini itihâm etmişler. Koca hânedânın evini basdılar, eşyâsını târumâr etdiler fakat, iki gün sonra eline ayağına sarıldılar, aman dilediler. – Utanmazsınız, dedi, afv dilenirsiniz. Yapdığınız mel’anetin derece-i şenâ’atini düşünmüyor musunuz? Afvolunacak bir zulüm müdür? Haydi ben afv [112] etsem de, Cenâb-ı Allah sizi afvetmez. Ben kaçak değilim. İnsan gibi geleydiniz; teftîş ü taharrî edeceğiz, deseydiniz, ben mümâna’- at mı edecekdim? Kütüb-i İslâmiyyeyi böyle çuvallara doldurarak ayakla basmak revâ mı? Kābil değil; Allahu te’âlâ bunu afvetmez, mutlakā belânızı verecekdir! Filhakīka der-akab hepsi belâlarını buldular. Kahr-ı rabbânîye giriftâr oldular. Bu vak’a da işte büyük bir ders-i ibretdir. فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ ) :gelelim dersimize Şimdi ِولُسَّالرَو (Eğer siz ümerânızla bir şeyde ihtilâf ederseniz, sakın; Kılınçla halledelim, demeyin. O makāmın kudsiyeti var; ona karşı durmak hürmetsizlikdir. Hiçbir hükümdâr milletin mahvını istemez. Sû’-i idâre ve tedbîr dâima müfsidlerin iğvâsı ile vukū’ bulur. Pâdişâhın etrâfını sardılar, makām-ı muhterem ü mukaddesi lekelemek istediler. Hâlbuki pâdişâh-ı zîşân âkil, rahîm, kerîmdir; hüsn-i ahlâkı var. Bütün memâlikce iştihârı var. Dirâyetinde, fetânetinde hakīkaten misli yok. Fakat hâinler vâsıta oldular, o dirâyeti, o kemâlâtı dâima vehmiyâta tâbi’ ederek sû’-i isti’mâl etdiler. Mâdâm makāmın kudsiyyeti var, orada bulunan zâtın bir mevki’-i ihtirâmı var. Onun Allahu) فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ) ?zamanında ihtilâf nedir çâresi te’âlâ size ne fermân buyurmuş, Resûlullah ne emretmiş, ona mürâca’at edin, ihtilâfınızı şûrâ ile halledin. Sâir milletler selâmetlerini ne yolda te’mîn etmişlerse siz de öyle yapın. – Ama biz fesâd çıkaracağız!.. O vakit mü’min sayılmazsınız. 1 ,Allah ı-Cenâb Eğer) إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ) Yevm-i Kıyâmet’e îmânınız varsa, işinizi böyle şûrâ ile halle kalkışınız. Ümerâya düşman olmayın. Allah ve Resûlü nasıl emretmişse öyle yapın. İhtilâf nasıl kalkar ortadan? Meşveretle! Pek a’lâ işte. Meclisler yapın; ihtilâf hallolur gider. فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى ) .var herşey da’ân’Kur! bak Bak emretdikden ati’itâ emre-l’Ulü) اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّه 1 Nûr, 34/2. sonra kullarına neyi emrediyor? İtâ’ate mâni’ olacak esbâbı فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ ) ?buyurur izâle sûretle ne ِولُسَّالرَو (Aranızda bir ihtilâf zuhûr ederse hüsn-i sûretle tesviyeye çalışın. Allahu te’âlâ hazretleri ne demiş, Peygamber-i Zîşân ne demiş, bilmez değilsiniz. 2 ماتشاور قوم إلا هدوا ) ..الخ امرهم لأرشد (Her kim meşveretle amel ederse nâ’il-i refâh olur. Her kim müşâvereyi terkederse helâkden başka bir netîcesi olmaz… Sonra ne buyurur? (... كنتم ان (Elbette sizin Cenâb-ı Allah’a, Kıyâmet Günü’ne îmânınız var. Allah’dan korkun, adâletden başka bir şey istemeyin, emîn kimseleri ortaya koyun. Bu sûretle ihtilâfları izâle edin. 3 bu İşte ) ذَلِكَ خَيْرٌ) meşveretle fasl-ı umûr etmek, izâle-i ihtilâf eylemek, bu yolda erbâbının re’yine, ümenânın fikrine mürâca’at etmek… hakkınızda her şeyden hayırlıdır. (ًيلاِوْأَتُ نَسْحَأَو (Âkıbet cihetiyle pek güzeldir. Âkıbetiniz bununla te’mîn olunur. Hüsn-i hâtimeye bununla nâ’il olursunuz. Her türlü selâmeti elde etmiş olursunuz. Münâza’aya karşı böyle bir şûrâ te’sîs ederek o yolda ma’delet kānûnunun icrâsını te’mîn etmek… sırf hayırdır. Selâmet-i umûmiyye için başka yol, başka çâre yok. Hükûmet aleyhine cür’et büyük mefsedetdir. Ona ne hâcet! Aradan hâinleri kaldırırsan, padişahla milleti bir edersin. Bu daha güzel değil mi? Bir zât diyor ki:– “Geçen selâmlıkda hayrân kaldım. Millet padişahına kavuşdu. Padişah da lezzet-i hürriyyeti tatdı. Hâinlerin de bütün yüzleri karardı. Erbâb-ı sadâkatin gönülleri meserretle doldu.” Şimdi ne evvelki kadar asker var, ne de bendegân-ı sâdıkān(!). Alkışlar içinde padişah, pür-fahr-i sürûr câmi’-i şerîfe geldi, gitdi. Herkes de; “Mâşâ’allah!..” dedi. İşte padişahlık da, milliyet de budur. Kahr ile lezzet olmaz. Lerziş ü ihtirâz ile saltanat sürmek bir şân u şeref sayılmaz. İşte hâinler ortadan kalkdı, güzel bir hey’et-i vükelâ teşekkül etdi. Mu’temed, emîn zevât. Artık bizim için lâzım gelen şey onların muvaffakıyetine du’â etmekdir. Birbirimizle hoş geçinelim. Cem’iyet i’tidâl ü sükûnu tavsiye ediyor. İ’tidâlkârâne hareket Şerî’at’in ahkâm-ı mühimmesindendir. İ’tidâl ü sükûnu muhâfaza lâzım. Düşmanların entrikalarına müteyakkız olmalı. Bir takım ta’assuba dokunacak şeyler olur. Bunlar zâten olurdu. Fakat tahrîk için şimdi sana düşmanlar söylüyorlar; ihtimâl ki, sen vaktiyle göremezdin. Şimdi herşey meydâna çıkdı. İyi, fenâ seçiliyor. Millet otuz sene zarfında bir ak gün görmedi ki. Efrâd-ı milleti kumârbâzlığa, sarhoşluğa hep me’yûsiyyet sevketti. Rü’esânın mekrinden, hafiyelerin şerrinden hiç birşey yapılamıyordu. Üç kişi bir araya gelemezdi. Nasıl şirketler teşekkül edebilsin? Her şeyi sedd ü bend etmişler. Bütün ortalığı harâca kesmişlerdi. İştigâl için ne kalır?.. Me’yûsiyet, me’yûsiyet… Haydi sarhoşluk. Doğrulukla iş görecek bir yol bırakmamışlar. Bu milletin kābiliyeti inkâr olunmaz. Fakat selâmet yolları açılırsa bak. Yerimizin de kābiliyeti var. Çünkü bilirsiniz, bizim ne münbit arâzîmiz var. Bütün memâlik-i İslâmiyyeyi besledikden başka diğer memleketlere bile za- 2 Tefsîr-i Râzî, Şûrâ 42/32. 3 İsrâ, 17/35. 106 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 7 - SAYFA 112 hîre yetişdirir. O Hıtta-i Irâkıyye… Dünyâda misli yok bir kıt’adır. Orada kanallar açılır, şirketler te’essüs ederse ne hazîneler vücûda gelir. Bilâd-ı İslâmiyye türlü türlü ma’denlerle doludur. İnşâ’allahu te’âlâ milletimiz az zaman içinde pek büyük menfa’atler istihsâl edecek. On senede bu zararları çıkarmağa çalışacağız. Herkesin yüzü gülecek. Eğer böyle olmasaydı mahvolacakdık. Demek ki, daha dünyânın müddeti var. Milel-i sâire ile öyle bir ittihâd vücûda geldi ki, hârika der-hârika. Esrâr-ı ilâhiyyeye akıl ermez. Her devrin bir hâssası olabilir. İttihâdın bu türlüsü de havârik devrinde zuhûra gelmemiş, nazîri görülmemişdir. Milel-i gayr-i İslâmiyye ile müslümânlar bi-inâyeti’llâhi te’âlâ öyle yek-vücûd olmuşdur… Çünkü herkesin yüreği yanmış idi. En meşhûr sergerdeler geldiler, Selânik’de silâhlarını teslîm etdiler. En meşhûr Bulgar re’îsleri gelip ızhâr-ı şâdmânî eylediler. Bu muvaffakıyeti öyle tasvîb etdiler ki hayret!.. 1 bu sarfetsen milyonlarını dünyânın Bütün) لَوْ أَنفَقْتَ...) muvaffakıyyeti istihsâl kābil değildir. Bu para ile olur şey değil. Böyle kana susamış, birbirlerine düşman olmuş, dâima mukātelât içinde yaşamış… Böyle akvâmın bir ân içinde yek-vücûd olması… Hakīkaten hârikadır, mu’cize-i Ahmediyye’dir, kerâmet-i acîbedir. İşte Allah’a ve Resûl’e îmân edenler onların evâmir ve rızâsından hârice çıkmazlar. Her işlerini meşveretle yaparlar. Şerî’at’in gösterdiği gibi yek-vücûd olarak yaşarlar. El-hamdü li’llâh yol açıldı, yürüyelim. Bugün bu kadarla kifâyet edelim!.. Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ 1 Enfâl, 8/63.