2 Haziran 2016 Perşembe

Makalat Semseddin Tebrizi

Nihayet sen peygamberlerin yolunu tutmuşsun, onların ardından yürüyorsun. Peygamberler halk ile

pek az düşüp kalktılar,
onlar Hak ile ilgilendiler. Gerçi görünüşte halk onların çevresinde toplanmıştı.
Peygamber sözlerinin yorumlamaları, açıklamaları vardır. Olur ki, git derler ama, o git işareti,

gerçekte gitme
manasındadır. Eğer biri bir din adamına alicik dese bu küfürdür, o halde dervişcik diyenler hakkında

ne söylersin! Bunlar,
"Yoksulluğum benim kıvancımdır," sözündeki hikmetten bir koku almamış olanlardır. Yoksa nasıl olur

da, fakircik. dervişcik
diye onları küçümserler. Ne küfürdür bu! Sonra cehennemin, "Geç ey mümin! şüphesiz senin nurun

benim ateşimi
söndürecek," demesi ne kadar ibret vericidir.
Ebû Ali Sina yarım filozoftur. Tam filozof Eflatun'dur

aşk davası eder insaf et ki makbul olasın! Bu naklolunmuş
sözlerdendir. Gerektir ki başbuğluğundan vaz gecesin!
(M.2 4) Çocukluğumda bir kitapta bir hikâye okumuştum. Şeyhin biri can çekişirken çok ıstırap

çekiyordu. Müridleri,
ona inananlar çevresini kuşatmışlardı, istiyorlardı ki, şehadet getirsin; Allahtan başka Allah yoktur

desin. Şeyh yüzünü
onlardan öte tarafa çeviriyor, onlar o tarafa gittikleri zaman da bu tarafa dönüyor; çevresindekiler

ısrar ettikçe, yalvardıkça
hayır diyordu, söylemiyorum. Müridler arasında feryat ve figanlar yükseliyor, ah diyorlardı, asıl bu

saatte şehadet getirmek
lâzım, bu ne iştir başımıza gelen? Bu ne karanlık iş, halimiz ne olacak? Allahya yalvararak ağlaştılar.

Şeyh kendine geldi ve
sordu: Ne oldu size, bu ne hal? Müridler meseleyi anlattılar. Şeyh, benim bundan haberim yok, dedi.

Ama yanıma şeytan
gelmişti. Elinde bir bardak buzlu su olduğu halde etrafımda dolaşıyordu ve soruyordu: Susuz musun?

Evet, dedim. O
haldeAllahya ortak koş ki şu suyu sana vereyim, dedi. Ben de ondan yüz çevirdim. O bu tarafa geldi

yine aynı şeyi
söylüyordu, yüzümü yine ondan çevirdim.
Şiir:
Gündüzleri senin yüzünden gözlerimden inciler saçılır.
Geceleri sabaha kadar gözlerim semalarda dolaşır.
Kanımı dökersin diye beklemiyorum belki,
Döner misin diye o umutla bekliyorum.
Bu da doğrudur, ama Allah kullarının, has kulların vakitleri geldiği zaman şeytan onların etrafında

dolaşmaya nasıl
cesaret edebilir? Melek bile onların çevresinde hesap ile dolaşır. Nasıl ki, Hazreti Ömer, (Allah ondan

razı olsun) şeytanın bir
gözüne vurarak kör etti derler. Bu açıktan görünmez ama buradaki mana başkadır. Onların bildikleri

bir sır vardır. Gerçi
şeytan cismi olan bir varlık değildir. Nasıl ki hadiste, "Şeytan, Ademoğullarının kan damarları içinde

dolaşır," buyurulmuştur.
Bir gün şeytan, Hazreti Ömer'e geldi. Ya Ömer! dedi, gel de sana garip bir şey göstereyim. Onu

mescide götürdü. Ya
Ömer! Şu kapının yarığından bak dedi. Ömer baktı, ne gördün? dedi; bir kişi namaz kılıyor, öteki mesci

din köşesinde uyuyor.
Ayağını çekti ve dedi ki: Ya Ömer, seni Hazreti Muhammed'e uymakla (M.29) aziz kılan ve seni benden

kurtaran Ulu Allah
hakkı için, eğer ondan korkmasam, onu düşünmesemşu namaz kılan adama öyle bir is yaparım ki,

onu aç köpek un
dağarcığına yapmaz!
Bu şeytanı hiç bir şey yakmaz, ancak Allah erlerinin ark ateşi yakar. Niceleri birçok riyazatlar

yaparlar, onu
bağlayamazlar: belki daha kuvvetli olur. Çünkü o şehvet ateşinden yaratılmıştır. Ateşe nur yaraşmaz.

Nasıl ki cehennem,
Nurun ateşimi söndürdü," diye feryat eder. Der ki: Ben bir sivrisineğin bile benim yüzümden ezilmesini

ve incinmesini
istemem. Halbuki o hem Allahyı, hem de onun kullarını incitir.
Henüz bizim konuşmaya gücümüz yetmiyor, keşke dinlemeyi bilseydik. Tam olarak söylemek, tam

dinlemek gerektir.
Gönüllerde Muhabbet var, dillerde Muhabbet var, kulaklarda Muhabbet var. Az bir ışık varsa

şükredince artar. Şükretmek hal dili ile olursa,
"Allahm bize eşyayı olduğu gibi göster" der. Ve cevap gelir: "Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım,

nankörlük ederseniz
azabım şiddetlidir." (K. 3/7)
Ben gelmiştim, sana karşı beslediğim son derece Muhabbetm dolayısıyle başka bir vakit gizlice

şeyhin yanına varalım
diyecektim. Sen de şu şiiri söylüyordun:
Başkaları ile içki derneğine, bağ sefasına gitsem bile
Hiç kimsenin Muhabbetsini gönlümde saklayamam.
Evet güneşten ayrı düşen insan, Güneş yerine karşısında mum yakar.
Kendi kendime dedim ki: O

gecedir, Güneş battı diyor. Ben görüyorum ki, Güneş batmadı, Güneş yerinde duruyor.
Biri ötekine sordu: Falan kişi olgun bir adam mıdır? Babası çok faziletli, olgun bir adamdı, dedi. Ama

ben babasını
sormuyorum, kendisini soruyorum. Adam tekrar şu cevabı verdi: Babası çok olgun adamdı, işitmiyor

musun, ne söylüyorum?
deyince, sen işitmiyorsun. Ben senin sözünü işittim, işitmeseydim ne sorduğunu bilmezdim, dedi.
Rubai: (M. 296)
Gel! Tekrar gel ki, olduğundan daha ileri gidesin!
Bu güne kadar olmadınsa şimdi olasın!
Savaş zamanında bir can ve cihan değerdin.
Barış zamanında bak ki nasıl oluyorsun?
Vaizin önünde öğüt vermek hanendenin karşısında şarkı söylemek olmaz. Meğerki büyük üstat

olmalı. Ona, bu perde
gariptir, ama sana açılmamıştır, dense, dinler. Yüzünü bize çevirirsen gönül açıklığı seni bekliyor!

Açılan her perdeden, beliren
ışıklar sizin tarafınızdan gelir. Her ne zorluk görürsen kendi noksanından bilmeli, bu zorluk bendendir

demelisin! Allah, kulu
ile, onun değeri nispetinde ilgilenir. Kul ne yaparsa Allah da öyle yapar; bununla beraber bütün güzel

şeyler ve bütün hoşa
gidecek şeyler hazırdır.
Biri, dünya Muhabbetsinden bahsediyordu; halbuki kendisi de aynı Muhabbetde idi. Nihayet dünya

Muhabbetsi, dünyanın içindedir.
Eğer bu çocuğu bana verirlerse onu öyle yetiştiririm ki, ne onu istesin, ne de bunu. Görenler, bu

melektir, bu insan oğlu
değildir desinler. O benden badem istese, yüzüne bir tokat vururum: Aç isen işte ekmek, yoksa

saçmalama derim. Kedi bir
yere pisleyince nasıl pisliği ona gösterir sonra yüzüne sürerlerse ben de öyle yaparım.
İnsanın gıdası ekmektir. Zaman zaman çorba ile et de olur. Üst tarafı oyuncaktır. Küçük yaşta iken

seni
düşkünlüğünden kurtarayım ki, büyüdüğün zaman oyunun ne olduğunu anlayasın. Onu böylece kısa

bir zaman içinde
yetiştirirsem, çok acayip bir insan olur. Ölünceye kadar hasta olmaz. Emirsiz ağzına bir lokma komaz,

parmakla ağzından
çıkarırlar. Çünkü böyle olmazsa büyüdüğü zaman kendi bildiğine göre hareket eder, öğüt kâr etmez.

Meğer ki onu öldüresin
veya ölünceye kadar dayak atasın. İşte şu sert tavsiyeden maksadım ancak nefsin terbiyesidir. O

başını nereden kaldırırsa
kaldırsın, artık öfke yönünden bir şey yapamaz.
(M. 297) Adamın biri toprağı kazıyordu, başka biri geldi, bu sağlam toprağı niçin harap ediyorsun diye

çıkıştı. O
yapmakla yıkmak ne demek olduğunu bilmiyordu. Toprağı harap etmesen, yüzünü gözünü yırtmazsan

o zaman harap olur. O
yırtıp kazmak toprak için bayındırlıktır. Yoksa ekin bitmez. Yolcu, derisinin açık mesamelerinden ter

çıkıncaya kadar üzüm yer.
Başka bir şey yerse onu zorlukla yakar. Onun terle dışarı çıkması zor olur. Tıp budur. Hikmet ve bilgi

sahibi Yüce Allahnın
katından imdat olmasaydı velilerin işi nasıl olurdu? işleri belki kırk bin yılda düzelmezdi. Yirmi misli

daha ömür sürseler bile
yine yetmezdi.
Başka peygamberlerin bin senede elde edemediklerini Hazreti Muhammed (S.A.) en kısa bir süre

içinde elde etti.
Hikmet ve bilgi sahibi Allah katından ona kudret verildi.
Dışarı çıkalım, şu bıyıkları kestirelim. Savaşa gitmeyeceğiz ki, kâfirler bıyıklarımızdan korksunlar.

Ama içimizdeki
kâfirlerin her birinde bu kıllar sayısınca birer mızrak çeksen yine korkmazlar, fakat benimki öyle

değil. Benim nefsimin işi
çoktan beri sona ermiştir.
Biri benden sordu. "Halkın en kötüsü, tek başına yiyendir," sözündeki sırrın mânası nedir? Bu mânayı

halka anlatmak
çok güçtür dedim. Kur'an'da sözü geçen secde edenler acaba hangileridir? Önce gelmiş geçmiş

peygamberler değildir. Bunlar,
Yüce Peygamberimizin yoldaşları ve onlara uyanlar da değil. Hattâ dört yüz kırk veli de değil.
İçimde

bir müjde var, pek acayibime geliyorîBu kimseler ki o müjdeyi almadan sevinç içindedirler, her birinin

başına
altın taç giydirseler bile gerektir ki razı olmasınlar. Biz bunu ne yapacağız? desinler. Bize o iç

aydınlığı, gönül sefası gerektir.
Keşke her neyimiz varsa hepsini alsalardı da ancak hakikatte bizim olanı bize verselerdi, desinler.
Çocukluğumda bana, hep tasalısın? diyorlardı. Sana elbise mi lâzım, yoksa paran mı yok?Keşke

dedim üstümdeki
elbisemi de alsalar. (M. 298) Sofunun biri şöyle demişti: Karnımı üç bölmeye böldüm. Üçte ikisini

ekmek, üçte birini nefes için
ayırdım. Başka bir sofu da ben midemi ikiye böldüm, yarısı ekmek, yarısı da su için, nefes lâtif ve hafif

şeydir, demiş. Bir
üçüncüsü de şöyle demiş: Ben karnımı ekmekle doldurayım da, su lâtiftir üstünde kalır. Nefes de ister

bunun üstünde kalsın
ister kalmasın.
Şimdi bunlar birer sır söylüyorlar. Biz ise içimizi Muhabbet ile dolduralım da başka bir şeyimiz olmasın,

diyoruz. Vahy, latif
bir şeydir. O kendi yerini kendi yapar eğer ona can lazımsa gelir, dilerse gider. Acaba bunlar bu Allah

Muhabbetsi yolunda neler
neler biliyorlar? Allah ki, semaları yarattı, yeri yarattı, bu âlemi meydana çıkardı. Onun Muhabbetsini,

onunla konuşuyor ve onu
dinliyormuş gibi, kolay zannediyorlar. Bu tutmaç suyu mudur ki getiresin de içesin ve bitiresin.
Eyyub Peygamber (Allah'nın selât ve selâmı ona olsun) bedenini kemiren kurtlara o cihetten

sabrediyordu ki, o
sayede devlete erişti. Derler ki, iki yüz bin kurt ve böcek onu ısırıyordu. Ben saymadığım için bunların

sayılarını bilmem. Sanki
saymışlar da ona göre söylüyorlar! Kurtlardan biri yere düştü mü onu alır, tekrar yarasının üzerine

koyarmış. Güneş ışığında
vücudunun bir tarafından bakılınca öteki tarafı görünürmüş.
Calinos hekim bu âlemi bilir ve tanırdı ama öteki âlemden haberi olmadığı için söz açmazdı. Eğer

ölmezsem, derdi,
beni bir katırın karnına koysunlar ki onun arkasından şu cihanı seyredeyim. Ama ölmek bana daha

hoş gelir. Nasıl ki,
haydudun biri oğlunu pek üzüntülü buldu; oğlana üzüntüsünün sebebini sordu, şu cevabı aldı: Bir

delikanlıyı öldürdüm;
belinde bir kemer gördüm içi altın doludur sandım. Meğerse bir tanecik pul varmış. Babası yerinden

sıçrar, kuvvetli üç tokat
vurur. Onu öldürmek ister. Ey kancık evlât! der. O kendisi ölmek isteseydi onu biraltına bile

öldürmezdim!
Gemiciler de, geminin yükü ağır olunca, bakarlar ki, kaba saba bir adam var, omuz vurarak denize

atarlar. Bu ne?
diye aşağıdan bir ses gelince hiç derler suya bir parça şarap düştü. Bildiğiniz bütün bu şeyleri

söylemeyin. İsa' nın sıfatını
söyleyin. Hazreti Muhammed'in (S.A.) sıfatını söyleyin. Siz hep bildiklerinizi söylüyorsunuz. (M. 299) Kul

gerektir ki Allah'yı
görsün, görsün ki nasıl olur, ne türlü aşk oyunları oynar. Sanki göklerin ve yerin Allahsı ile sevişir, onu

görür. Şu halde biz ne
iş yapalım? İhlas (bağlık) perdesi arkasından bir ışık sıçradı, duvarda yansılandı.
Gönüle vuran ışık başkadır, duvara vuran ışık daha başka. Hakkın nefesi beliriyor; elbette secdeye

kapanır. Bıçak
öylesine keskinlik gösterir ki, Hint kılıncı bile ona yetişemez, Hümameddin daima insanlar nazarında

hoş görünür. Yüzünden
saçılan o niyaz ve ihlâs ışığı beni doyurmuyordu. Ona bakarken birçok engel araya giriyordu. Anladım

ki, o ötekilerin
tarafındandır, onun tarafından değil. Nihayet o engeller aradan kalktı. Aradan epeyce bir zaman

geçti. İşte insan böyle bir
zamanda ondan ayrılıp gitmenin neler kaybına sebep olacağını bilemez. "Allah onlara azap vermedi,

sen de onlarla birliktesin"
hikmeti gereğince bu kadar azap ve ayrılık içinde olunca Allah nasıl seninle birlikte olur?
Meğerse surette seninle nifak halinde olsun. Yoksa bu gönül karanlığı azapların en beteridir.
İsfahan'da ekmeği demir çivilerle satarlar. Akıllı olan satıcılar, ekmeği ye, çiviyi pabucuna vur, derler.

Zır deliler de,
çiviyi alnına çakmalı, ekmeği de tabutla beraber satmalı, derler. Tabutu ne yapayım? diyenlere de bir

gün ölecek değil misin,
lâzım olur, derler. Aşırı konuşurlar, çünkü orada ekmek pahalıdır.
Ulu Allah, "Bizim yolumuzda savaşanlara elbette yollarımızı gösteririz" (K. 29/69) buyurmuştur. Bu

âyeti ister
başından sonuna kadar oku, istersen sonundan başına doğru. Nasıl okursan oku. Yani yollarımızı

kendilerine göstermiş
olduğumuz müminler, bizim yolumuzda savaşanlardır, şeklinde de okuyabilirsin; netice aynıdır.

Maksat Allah yolunda savaştır.
Yoksa bu yolda savaşanlar, gerektir ki bizim kılavuzluğumuz olmadan yürüsünler. O zaman bizim

onlara yol göstermemiz nasıl
olur? Derler ki; Peygamberin dilinden söylenmemiş doğruca Allah yönünden söylenmiş olan, "Bizim

yolumuzda savaşanlar,"
denilmesinden maksat bedenimizin görünürdeki savaşı ve hizmetidir. Onlara yollarımızı gösteririz

buyurulmasmdan kasıt da
ruhlarımızın veya gerçek inancımızın yollarıdır. Biri sırasız oruç tutar; Pazar, Perşembe ve karışık

günlerde aç durur. Nefsin
sırtına bin ki, oruç tutuyorum diyebilesin. Nefsine şiddetli davran ki, onu

günün birinde Müslüman edesin! Peygamber, "Halk
ile onların akılları (M. 300) derecesine göre konuşunuz,"buyurmuştur. Sizin aklınız derecesine göre

dememiştir.
Biri sordu: Peygamberlik nedir? Peygamberliğin iç yüzü nedir? Peygamberlik kapısı nasıl kapandı?

Yoksa insan
oğulları mı kalmadı? Bir başkası ibahat yani her şeyi serbest ve mubah saymak ne oluyor? dedi. işte

"Halk ile akılları
derecesinde konuşun" diye buyurulmasının yeri burasıdır. Şeyh Muhammed'in sohbeti sırasında, falan

hata etti, falan yanıldı
gibi sözler çok geçerdi. Bir aralık onun da hata ettiğini gördüm. Zaman zaman bunu kendisine

anlatırdım. Başını önüne eğer
ve derdi ki: Oğlum sen kuvvetle dağı kamçılıyorsun, dağı. Benim bunda hiç bir maksatım, dileğim yok.

Ama her defasında
bunlar gibi yüz bin söz tekrarlanır dururdu. Bazan öyle bir hal içinde bulunurdu ki, onu hikâye ettiği

vakit ben o makamda
nasıl durabildiğini kendisine anlatırdım. Meselâ bir gün şu bahse dalmıştık, diyorduk ki: Peygamber

sözü olan hadisin,
Kuran'da bir benzeri olursa işte o hadis gerçek hadis sayılır. O bir hadis anlatıyor ve soruyordu:

Bunun benzeri Kuran'ın
neresindedir? O sırada ben kendisine garip bir hal geldiğini görüyordum. Onu, içinde bulunduğu o

ayrılık âleminden cem
âlemine yani birlik makamına getirmek istiyordum. Sorularını uygun sözlerle oyalıyordum. Buyurmuş

olduğunuz bu hadis,
gerçek hadis midir, değil midir, bunda ihtilâf vardır diyordum. Bilginler tek bir insan gibidir", anlamına

gelen hadise benzeyen
âyetlerin Kuran'ın neresinde olduğunu sorduğum zaman derhal cevap verir, "Şüphesiz müminler

kardeştirler," (K. 30/10) ve
ayrıca "Sizi ancak tek bir nefisten yarattık" (Lokman sûresi, 27) anlamındaki ayetlerden örnekler

söyler, sonra yine kendi
âlemine dalardı. Bilirdi ki, benim maksadım soru sormak değildi. Benim maksadım neydi? Bana, ey

oğul! derdi, kamçıyı
kuvvetli vuruyorsun. Daima oğul! diye hitap ederdi ve gülerdi. Yani burada oğul hitabının ne yeri var

demek isterdi.
Hazreti Peygambere daima, iman nedir diye sorarlardı. O da soranın haline göre cevaplar verirdi ki

ona lâyık bir
cevap olsun. (M. 301) Bir defasında "Müslüman, elinden ve dilinden, Müslümanların güvende olduğu

kimsedir" buyururlar.
Diğer bir defasında, "Namazını kılan, zekâtını veren kimsedir", cevabını verirlerdi. Bizde bir çare

bulalım çaresiz değiliz.
Alemin çaresini biz bulalım. Bir Elifin ne olduğunu bilsen bütün Kuran'ı biliyorsun demektir. "Gökleri

elimizle kurduk,"
âyetini ele alalım. Bu Kâdim'dir, başlangıcı yoktur denilmez. Her şey onun katında mahvolur, tekrar

yaratılır; ta ki Allahlığına
açık şahit olsun. "Güneşi gördüğün zaman onu şahit kıl" ve yine Kuran'da "Biz seni görücü müjdeci

ve korkutucu olarak
gönderdik." (K. 33/44) buyrulmuştur.
Bütün bu inancımla, bağlılığımla beraber, Kadı Şemseddin'e dedim ki, "Gideyim bir iş tutayım.

Mademki bana ders
vermiyorsun, başka yere varayım. Ben bir şey düşündüm, dedi. Sordum, nedir? Bir iş yapmayayım mı?

iş yapmak bilir misin?
dedi ve ilâve etti: Bu kadar dalgınlık ve bu derece incelikle, benim işim, mollalarım nazarında hayretle

karşılanır. Hele şu
adama bakın, şu makam ve saltanat içinde nasıl çalışıyor? derler. Kendi kendime, ah! dedim bana iş

hususunda cömertlik
gösteriyorsun. Ama ziyana sokuyorsun! Sabah ona yakın gelmişti geri döndü; ama bütün

külhancıların bahsettiği sabah değil.
Bütün sırlardan ancak bir Eliften başka bir şey açıklanmadı. Başkaca her ne söyledilerse o Elifin

açıklanması konusunda
söylediler. O Elif de hâlâ anlaşılamadı.
Şiir:
Ey düğümler çözme sevdasında olan ölü!
Kavuşma sırasında doğmamış, ayrılıkta ölmüş zavallı
Ey deniz kıyısında susuz uyuyan gafil;
Ey hazinenin başında dilencilikten ölen miskin!
Biliyorum ki fenadır, ama engel olmaya gücüm yetmiyor. Bu nasıl sözdür? Biliyorum ki, bu deniz

boğucudur kendimi
içine mi atayım? Yahut bu ateş yakıcıdır, yahut bu yüz arşın derinliğinde bir kuyudur, yahut bu bir

yılan yuvasıdır, bu öldürücü
zehirdir, ya da bu tehlikeli çöldür! Bildiğim halde nasıl giderim? Biliyorsan gitme; bilmiyorsan bu nasıl

bilgi olur? Buna nasıl
akıl veya bilgi denilebilir? Bu kadar öğütleri, sözleri.hep sana söyledim.
Bunları eğer şehirde bir topluluğa söyleseydim bana yüz binlerce saygı gösterir, (M. 302) büyük bir

halk kümesi bana
mürid olurlardı. Bir zümre de birbirinin saçlarını yolarak kavga çıkarırlardı; tatlı canlarını, sevgili

mallarını bağışlarlardı. Halbuki
sende hiç bir iz bırakmadı, sanki taş veya ondan daha katı dedikleri

gibi, kalbin yumuşamadı. Bir yumuşak huyluluktan
bahsederler ki, o gerçekte yumuşaklık değildir. Ancak o bir eşeklik sayılır. Yoksa öğüt, insanda iz

bırakır.
Hazreti Muhammed'le (S.A.) ilgilenmekte, senin huyundan başka bir huy ile yaşamıyorum, kardeşlik

ve yoldaşlık
yönünde hareket ediyorum. Çünkü onun üstünde biri daha var; sonu olmayan yüce Allah.
Zaman olur ki, onun yüceliklerini anarım. Bu saygı ve ululama yönündendir, yoksa bir dilek için

değildir. "O, Haktır"
sözü Hallacın "Ben Hakkım" sözünden çok daha yüksek bir deyimdir. Eğer dostluğumuzun ayağı

havada olduğu o günden beri
bu bilinmiyordu ise, bunun delili senin gevelenmiş sözler söylemendir. Eğer fena söyledinse ben

razıyım. Bana fena söylediğini
isbat etmiş olman, benim için hayrın tam kendisidir. Allah'ın sırlarından bir sır olan kullar, Allah için ne

söyleyebilirler? Her ne
söyleseler çirkin düşer. Allah konuşmaz fakat kendi kudreti ile bütün varlıkları konuşturur. Camsız

varlıkları bile söyletir. Eğer
sırasında konuşursa, sözsüz ve sessiz konuşur, diyen olursa, ben de derim ki; Başka bir Allah gerektir

ki onu dile getirsin.
Halbuki ulu Allah, her şeyi dile getiren ve kendisi hiç konuşmayan o yüce kudret sahibidir.
"Allah ahlâkı ile ahlâklanın," yani ilâhi ahlâk ile vasıflanın buyurmuştur. Allah ahlâkı ise hem lütuf,

hem de kahir'dir.
Tek bir çeşnisi yoktur. Nasıl ki müminler vasfında, "Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında

merhametli," (Fetih sûresi, 29)
buyurulmuştur.
Şeyhin biri Bağdat'ta çileye çekilmişti. Bayram gecesi geldi, çileden bir ses işitti. Başka bir âlemden

gelen bu ses,
sana İsa nefesi verdik, dışarı çık, kendini halka göster, diyordu. Şeyh bir zaman düşünceye daldı. Bu

sesten maksat ne idi? Bir
imtihan mı? Ne istediğimi sınamak için mi? ikinci defa daha heybetli bir ses çınladı: Vesveseden

vazgeç! dedi, dışarı çık, halk
arasına karış ki sana İsa nefesi verdik! Şeyh, biraz murakabeye varmak istedi, maksadın ne olduğunu

anlamak için düşünceye
daldı. Fakat üçüncü defa daha sert ve keskin bir ses: Çabuk dışarı çık, durmadan yerinden fırla! diye

gürledi. Şeyh dışarı
fırladı. Bayram günü idi. Bağdad'ın kalabalığına karışarak yürümeye başladı. (M. 303) Kuş şeklinde

şeker helvası satan bir
tatlıcıya rastladı. Kuş şekeri diye bağırıyordu. Şu helvacıyı bir sınayayım dedi. Ona seslendi. Bunu

seyreden halk acaba Şeyh
ne yapacak diye hayretle bakmıyordu. Çünkü Şeyh helvadan uzakta idi. Kuş şeklinde yapılmış olan

helvayı tabaktan aldı elinin
içine koydu, ona üfledi. Kuran'da buyurulduğu gibi, "Size çamurdan kuş şeklinde bir mahlûk

yaratayım,"(K. 3/43) âyeti
gereğince kuşta bir kımıldanma oldu, derhal eti, derisi ve kanadı belirdi ve uçtu. Halk hep birden

toplanmış o kuşlardan birkaç
tanesinin uçtuğunu seyretmişlerdi. Şeyh halkın bu kalabalığından, karşısında secde edenlerin,

hayranların gösterdiği saygı ve
Muhabbetden sıkılmıştı. Kırlara doğru yollandı. Fakat halk peşine takılmıştı, her ne kadar gelmeyin

bizim işimiz halvet yaşamaktır
dediyse de, yine arkasından ayrılmadılar. Kırda uzun müddet yürüdü. Yarabbî, diyordu bu ne keramet

idi ki, beni hapsetti,
aciz bıraktı? O sırada bir ilham geldi, onlara karşı bir hareket göster ki, geri dönsünler, diye düşündü.

Şeyh karnından bir yel
çıkardı, halk birbirine bakıştılar. Hep birden onu inkâr anlamında, başlarını sallayarak uzaklaştılar.

Tek bir kişi kalmıştı, o
gitmiyordu. Şeyh ona niçin öteki arkadaşları ile birlikte dönmediğini sormak istedi. Onun niyazındaki

parlaklık ve inancındaki
aydınlıktan Şeyhe utanç geldi. Belki Şeyhi bir heybet kapladı. Bütün bu hale rağmen sebebini sordu.

Adam şu cevabı verdi:
Ben önce o yel ile gelmedim ki, yine aynı yel ile gideyim. O yel, bu yelden daha iyidir bana göre. Çünkü

bu yel ile mübarek
zatınız rahata kavuştu. Halbuki o yelden zahmet ve ıstırap duydunuz.
Ne dostlar vardır ki, bir söz ile dostlarını ıstıraptan kurtarırlar. Dostun mazeretini kötü hayale

kapılanlara anlatarak
hem dostlarını rahata kavuştururlar, hem de kendileri rahat ederler, Bir başkası da bir iki lâkırdıyı

esirger, dostu sözü ile
boğmak ister. Nihayet bu sözün geçmiyor mu? Bak ki bu söz mü, daha olgun bir sözdür, yoksa öteki

mi? Bu mu daha tamam
sözdür? Yoksa öteki mi? Eğer bu söz daha olgun ve daha tamam ise, öbürü bir şey değildir. Bu sözün

karşısında yapılacak iş
ancak onu dışarı atmak ve bununla kendini doldurmaktır. (M. 304) Devlet de bundadır. Kendi sözünü

hep ileri sürme ki, daha
olgun olan sözleri uzaklaştırmasın! O eksik sözü anmak bu olgun sözün anılmasına engel olur. Bundan

yani iyi sözden dem
vur; ondan, kötü sözden dem vurma! Sizin nişanınızı söyleyen ve size ulaştırılan sözlerden

bahsetmemen. Ey hoca! Şunu da
söylemiştim ki, O bütün ululuğu ile bizim nüktemizi dinlemekte ve işitmektedir. Size yaraşan şimdi

susmaktır, dedim. Olaki
tekrar bir yol bulabilirsiniz. O yol tozlarla doludur, dedi. Başka biri de, o tozdan geçer ama henüz eğri

konuşmaktan vaz
geçmemiş; o konuda henüz dem vurmaktan geri kalmamıştır. Dedim ki; şimdi bizim mazeretimiz var.

Vaaz etme sırası geldiği
vakit bize haber verin, içimizi temiz tutalım.
Tekrar söze başladı: Alaeddin Honcî falan şeyhden şöyle nakletti ve dedi ki: Bizim Hak yolunu

aradığımız sıralarda idi,
bir dervişin hizmetini görüyordum. O söyledikçe ben de dudağımı kımıldatıyordum. Dedim ki, öyle bir

vakit olur ki o derviş
yükselir, bilgide, görenekte olgunlaşır. Ama ona sormalıdır ki, ben konuştuğum

zaman o konuşmaz mı? O zaman ben mahrum
olurum. Diyelim ki olgunlaşmamış olsun niye susturayım? işitmiştim ki, konuşmak can yıkmak,

dinlemek can beslemektir, dedi
ve söze tekrar başladı: Kendi kendime dedim ki, yüz gün içinde iyi hale getirdiğimiz, düzelttiğimiz

şeyleri o bir lâhzada alt üst
ediyor, ilâve ettim: Bizim öyle bir yularımız vardır ki, onu çekmeye hiç kimsenin kudret ve cesareti

yoktur. Ancak Allah Resulü
olan Hazret! Muhammed çeker. O da hesap ve ölçü ile hareket eder. Dervişlik gururu başıma vurup da

sertleştiğim zaman
ipimi asla çekmez. Nasıl ki sofi elbisesini yırttı denildiği vakit, meclisten biri sormuş: Allah kitabında

elbise yırtmak var mıdır?
Sofî şu cevabı vermiş: Allah kitabında ayaklara ve boyuna mesh etmek var mıdır? Büyükler hep cebir

tarafına giderler, ama
bu ariflerin yolu başka yoldur. Cebir inancası dışında bir hoş nükte vardır. Allah sana kaderiyeci

demiştir, sen kendine niçin
cebriyeci diyorsun?
Allah, sana kudret sahibi diyor; sana kaderiyeci diyor. Çünkü emir ve nehy'in gereği, vaadin ve

korkutmanın icabı,
Peygamber göndermek, bütün bunlar kaderiyecilik inan casını destekleyen şeylerdir.
(M. 305) Cebir hakkında birkaç âyet vardır ama azdır. O kul yönünden gelir, kul da pek çabuk hak

tarafına
gitmektedir.
Şu âyetteki mâna nedir? Allah arş üstüne yükseldi" (Tâhâ süresi 5).
Bir padişahın üç oğlu vardı, çocuklar önemli bir iş için sefere çıkacaklardı. Babaları onlara birkaç

gün, belki de üst
üste on kere vasiyette bulundu: Yol üzerinde falan kale vardır. Şöyle bir kaledir. Oraya varınca Allah

Allah diyerek geçin, asla
o kaleye girmeyin! Padişah bu öğüdü vermeseydi, oğullarında, belki de o kale tarafına bakmak için

hiç bir merak ve heyecan
uyanmayacak, geçip gideceklerdi. Fakat bu ısrarlı tavsiyelerden onlarda gizli bir merak ve heyecan

uyandı. Acaba bu kalede
ne var da babamız bizi bu kadar ısrarla oraya girmekten menediyor. "Kişi yasak edilen şeye

düşkündür" derler.
Kaleye geldikleri vakit hikâye malûmdur: Bir duvar gördüler üzerinde padişahın kızının resmi vardı.

Görür görmez
âşık oldular. Gidip babasından kızı istediler. Padişah emir verdi: Bunları götürün, içi kesik başlarla

dolu olan hendeği gösterin.
Büyük şehzade, ben gideyim oradan nişan getireyim diye iddia etti ama aciz kaldı, onu da öldürdüler.

Ortanca da böylece
kurban gitti. Sıra küçük kardeşe gelmişti. O da aynı sevdada idi. kızın babası, eğer başkalarından

ibret almadınsa, kendi
kardeşlerinin akıbetinden de mi ibret almadın? dedi. Oğlan şu cevabı verdi:
Şiir:
Aşkta sabır yeterli değil,
Sabır feryada yetişmiyor.
Sabırlı olmak hoş bir erginliktir ama
Gönül hiç kimsenin fermanı altına girmiyor.
Şart koştu, kızı istemekte ısrar etti kızın dadısı, oğlanın bu içten Muhabbetsini anlayınca gönlü

yumuşadı ona kılavuzluk
ederek altından bir öküz heykeli yaptırmasını, içine girerek saklanmasını söyledi. Bu öküz, hile ile

kızın bulunduğu köşke
götürüldü. Geceleri halk uykuya vardıktan sonra yeni sevgililerin aşk ışıkları ile dağılan gece uykuları

yerine aşk lezzeti faslı
başlıyordu. Şehzade gece öküz heykelinden dışarı çıkıyor, mumlar yanıyor, şaraplar dolanıyor; kızın

kıvırcık saçları (M. 306)
Muhabbet şarabı ile ıslanıyordu. Gündüz olunca bazı nişanlar görüyorlardı, ama ortada hiç kimse

yoktu.
Oğlan bu vuslatın bir nişanı olarak, kızın bir bileziğini aldı. Babasına kızından nişan getirdim diye

gösterecekti. Halk
onda hiç bir nişan ve alâmet görmeden de gerçek ve samimî Muhabbetsine vurulmuş, ona içten

bağlanmıştı. Aralarında eğer
padişah ona kastedecek olursa, engel olalım, biz de padişaha kastedelim dediler. Çünkü çok sevimli

bir gençti. İşi haber alan
şehzade buna lüzum yok, dedi. Ben doğrudan doğruya nişanı gösterirsem, zaten Padişah ölür, siz de

ayağından tutar dışarı
atarsınız.
Padişahın yanına girince, nerede nişan? dedi. Şehzade cevap verdi: Getirdim, getirdim

ama, sen, vezir ve ben, her
üçümüz halvete çekilelim; sana öyle bir nişan göstereyim ki, aklın başından gitsin. Bunda hiç bir

şüphe, zan ve yanlış bir
düşünce kalmasın, sana tamamiyle yakın hasıl olsun.
Halvete çekildiler. Şehzade kızdan aldığı baş örtüsü, yüzük ve başka armağanları ortaya attı ve

onlara gösterdi. (Bu
hikâye Mesnevi'nin altıncı cildinde sonu gelmemiş olan Kale ve Üç Şehzade hikâyesinin aslıdır.

Mevlâna'nın son günlerinde
mizacına arız olan hastalıklar yüzünden kendi deyimince "Söz devesi bir daha kalkmamak üzere

çökmüş, artık hikâye de bu
yüzden eksik kalmıştır. Şems'in kısa bir özetini verdiği hikâye bu suretle tamamlanmıştır. (Ç))
Şiir:
Gam, senin lütfün ile sevinç içinde kalır,
Ömür, senin iltifatınla sonsuzluğu kazanır.
Aşk, her ne kadar zamanın belâsı ise de hoştur.
Bu şarap baş ağnlarıyle doludur, ama yine de hoştur.
Aşk ile uğraşmak çok çetin bir iştir ama,
Senin gibi bir sevgili ile gönül alışverişi pek tatlıdır.
Bir şeyh gördüm etrafına şaşkın ve dalgın bakmıyordu. Beni ve başkalarını hayretle süzüyordu. Başını

önüne eğdi,
biraz sonra arka arkaya secde ediyor daha sonra yerlerde yuvarlanıyor, pabucunu başına vuruyordu.

Ona dedim ki; Temaşa
ancak Ayı tamam görenlere yaraşır. Ondan bir parçayı görmek gerçi sana hayret verdi ama tamamını

görmenin zevki
derecesinde olamaz. Sağ kaldığın müddetçe ecel münadisi gelmeden önce çalış, işitiyor musun bu

münadi ne söylüyor?
Minarenin başından şöyle sesleniyor: Birini şehirden dışarı atıyorlar, çabuk dışarı atın, (M. 307) eğer

atmazsanız şehir halkı
bütün evlerini bırakıp kaçacaklar.
Musa Peygamber, (Allahnın selâmı üzerine olsun) o yüce mertebesi ile Hızır Peygamberden, onun

yoldaşlığından
kendi peygamberlik sıfatını olgunlaştırmak için yardım diliyordu. Tâki bununla başka bir güzellik daha

elde etsin. Tövbeler
ediyordu. Gerektir ki, derviş bütün ömrü boyunca bir kerre tövbe etsin ve ettiğine pişman olsun da

niçin şu hatalı iş benim
yioluma rastladı diye üzülsün. Gerektirir ki, içimizdeki hesap soran kuvvet dışarı çıksın. Bana perde

olacak bir şeyin karşıma
çıkmaması için kendimi nasıl koruyayım? Haydi o kuruntuyu içimden atayım, ama daha fazlası gelir,

beni uğraştırır. Kendimi
savunmaya, kendi işimle uğraşmaya imkân bulamam.
Kedi benden eti kaptıktan sonra hep onu yakalamakla uğraşır, o saatte et yemekten vaz geçerim. Ne

mutlu Farsça
Kuran ve kutlu konuşan, temiz ilâhi ilham! Bir aralık bir mahalleden geçiyordum bir çalgı sesi işittim.

Biri derviş diyordu, öteki
sema diye İsrar ediyordu, iş pek nazik bir duruma girmişti. Saz başlamıştı. Ansızın ağzımdan şu sözler

fırladı: Ne gör ne işit. O
anda öyle yaptım, onlardan bir tarafa çekildim. Bu tuhaf bir iştir, başkalarının yanında keramet ve

mucizedir.
Önce fakihlerle düşüp kalkmaz, hep dervişlerle otururdum. Din bilgini geçinenler dervişliğe

yabancıdırlar derdim. Ama
dervişliğin ne olduğunu anladıktan sonra onların nerelerde oturduğunu gördükten sonra şimdi

dervişliğe meylim kalmadı.
Fakihleri bu dervişlerden daha üstün tutuyordum. Çünkü fakihler bir kerre zahmet ve meşakkat

çekmişlerdir. Bunlar ise ben
dervişim diye yan çizerler. Nihayet dervişlik nerede?
Bütün ulu Peygamberler, dervişlik aşkı ile yanıp yakılmışlardır. Mtisâ Peygamberde, "Yarabbi beni

Muhammed
ümmetinden kıl," diye feryat etmiştir.
Muhammed ümmeti olanlara göre, her kıssanın, fıkra veya hikâyenin bir özü ve nüktesi vardır. Hikâye

ve fıkra da bu
nükte için anlatılır; yoksa büyükler can sıkıntılarını gidermek için hikâye yolu ile konuşmuş değildir ki

maksatlarını o hikâyede
belirtsinler. Bununla beraber, "Susan selamete erdi" derler. Büyükler yanında da susmak yaraşır.
Beyit: (M. 308)
Genç delikanlının aynada gördüğü şeyleri,
Tecrübeli Pir, pişmiş tuğlada görür.
Birisiyle konuşmanın manası şöyle olmalı: Senin gözünün önünde ve gönlünde sanki bir perde var,

ben de onu
kaldırayım düşüncesi ile konuşmalı ve mecliste niyazsın olmalıdır.
Koca karıların âdetlerini benimseyin! Çünkü onlara göre, hepsinden evvel Fahri Razî ve onun gibi

yüzlercesi gerektir
ki, kendilerinden bir dilekte bulunan kadınların baş örtülerini düzeltsinler, onlardan öğünerek söz

açsınlar. Ama o baş örtüsüne
de yazık olur.
Şeyh Ebu Mansur'un çok yakışıklı bir çocuğu vardı. Bir delikanlının gönlü ona kaymıştı. Şeyhin bu

söylentilerden
haberi yoktu. Halbuki Şeyhlerin gönlü yalnız dış duygular yolu ile haber almaz, belki vahiy ve ilham

yolu ile de haber alır.
Nasıl ki, "Onun kulağı ve gözü olurum ", 'Allah nuru ile görür””Gördüğünü kalbi yalanlamadı" (Necim

sûresi, 12) anlamındaki
âyetlerde de böyle işaret buyurulmuştur.
Şiir:
Feleğin bütün hallerini bilirler,
Onlar ki gerçeği arayan ve yol gösteren erenlerdir
Fakat güzel huyları dolayısıyla kimsenin perdesini yırtmazlar.
Sanki, zamanenin gidişini onlar yürütüyor.
Allah huyları ile bezenin: "sevgili Peygamberim! Şüphe yok ki sen en yüce huylarla bezenmişsin!"

(Kalem sûresi, 4)
Beyit :
Geçinme sırasında halk ile ol, onlarla hoş geçin!
Allahnın yumuşak huyluluğuna özen çirkin şeyleri at!
Seven delikanlı, aşk ateşi içinde Şeyhin yanına geldi. Ben mürid olacağım dedi. Şeyh de kabul etti.

Onu kendi
yakınları ve güvendiği insanlar arasında bıraktı. Gizlice diyordu ki: Bu delikanlıda hem büyük bir

cevher var, hem de büyük bir
utangaçlık. Ben iki halini de bilmekteyim. Bunu size de göstereceğim. Çocuğu içeriye, halvete

çağırmalarını emretti; delikanlıyı
gizli bir yerden gözetlediler. Bir gece çocuğa saldırdı ve nihayet çocukcağızı öldürdü. Hemen dışarı

çıkmak istedi, kaçacaktı.
Şeyh dervişleri uyandırdı, onlara şöyle dedi: Falan mürit şöyle bir harakette bulunmuştur, kaçmak

istiyor biz onun yolunu
kesmişiz kapıyı bulamaz. (M. 309) O şimdi her tarafı duvar görüyor. Korkulur ki ödü patlasın. Gidiniz,

ona deyiniz ki, Şeyh
seni istiyor, yaptıklarını da biliyor. Nasıl ki: "Bana her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan Ulu Allah

bildirdi", (K.66/3)
buyrulmuştur.
Dervişler geldiler, kapıyı açtılar, odayı kan içinde gördüler ama bir türlü feryat etmeye cesaret

edemediler. Çünkü
Şeyhin işaretinden korkmuşlardı. Delikanlıyı Şeyhin yanına getirdiler. Şeyh gülerek neşeli neşeli ileri

doğru yürüdü, kolundan
tuttu kendi hırkasını sırtından çıkararak ona giydirdi, getirip kendi makamına oturttu. Ona, senin için

zaten şu bir tek perde
kalmıştı ki, bu makama erişesin, dedi.
Her insanoğlunda bir benlik vardır, insan sonunun neye varacağını önceden görse idi, hiç benlik

davası eder miydi?
Muhakkak ki sakınırdı. Ama önceden sonunu göremedi. İşte Peygamberlerin sultanı ve sonuncusu

olan Hazreti Muhammed'in
(S.A.) üstünlüğü buradadır. Aşık, benliğini sevmek sevdasından kendini kurtarırsa sevilen ve istenilen

sevgili de benlik
sevdasından vazgeçer.
Şiir:
Her ne derlerse onun içyüzü budur.
ululuk artık ölmüştür. Dirilik de budur.
Arapça şiir:
Fakat kalbim ağladı, ağlamaktan öyle coştu ki,
O da ağladı, ona dedim ki, üstünlük ilk davranandadır.
Eğer şimdi ağlayacağıma, çocukluk ve gençlik çağlarımda ağlasaydım.
Sadi'nin başı için şu pişmanlıktan önce nefsimi şifaya kavuştururdum.
Üstünlük ilk davranandadır, sözündeki ilk davranan ile geç kalanın anlamı şudur: sevgili için ilk azığı

hazırlayıp
saklayan ilk davranan demektir. Geç kalsa bile yine önceden davranmış sayılır. Parmağında

yüzüğünü çevirirken Peygambere
şöyle hitap olundu. "Bizim sizi boş yere yarattığımızı mı sanıyorsunuz?" (K. 23/117) Bana, bir yabancı

yüz kere de vursa, hiç
bir şey demem, ama o biricik sevgiliden bir kıl ucu yakalayayım o rahmet ve şefkattir. Nasıl ki Hallacı

Mansur vak'asında
başkaları gökten buz yağdığından bahsetmişlerdir. Hal ehli olan bir kişiden nakledilen bu hikâye ise

daha hoştur. Derler ki:
Hallacı astıkları zaman şeriat ulularının fermanı şöyle idi: Hallaç darağacına çekilince Bağdat

halkından her biri ona bir taş
atacaktır. Herkes bir kaç mancınık taşı atmakla beraber (M. 310) dostlarını da bu işe zorladı. Çaresiz

herkes buna katıldı.
Arada taş yerine bir gül demeti de atılmıştı. Hallaç derin bir inilti çıkardı feryada geldi. Bu hali

seyredenlerden birihayretle
ondan sordu: Niçin o taş yağmurundan hiç bir ses çıkarmadın da bir gül demeti atılınca inledin?

Bilmiyor musunuz ki,
dedi,sevgilinin cefası çok çetindir.
Adamın biri yıllardan beri kendine bir mürşid arıyordu. Her kimi işitse koşardı ama hiç bir kapı

açılmıyordu. Bir gün
başını bir tuğla üstüne koyarak uyudu. Aradığını düşünde görmüştü. Uyanınca hemen tuğlayı öpmeğe

başladı; koltuğuna
kıstırarak her nereye gitse asla yanından ayırmaz,o olmadan namaz kılmaz, misafirliğe onsuz gitmez,

baş sağlığına, düğüne
hattâ uyumaya hep tuğla ile beraber giderdi. Hastalıkta bile dışarı çıkarken tuğlasız durmazdı. Biri

gelse de kendisini övmek
istese derdi ki: Bunu önce benim şu tuğlama, şu cevherime söyle! Yanına bir ziyaretçi gelse de el

sıkmak istese, önce elini şu
tuğlaya sür,derdi. Bu nedir? diyenlere, bulunmaz bir şeydir, ancak iyi kişilerde bulunur, fena kişilerde

bulunmaz; otuz sene idi
ki bir şeyi kaybetmiştim, dün gece başımı bu tuğlanın üzerine koyunca onu tekrar elde ettim, derdi.
Şiir:
Ey sevgili! Ey can! Gönlüm buna nasıl inanır ki,
Sana kavuşmayı asla ummazdım!
Gamdan uzaktım, felek bu halimi beğenmedi, halbuki,
Bana seninle geçmeyen zaman daha hoştu.
Ne kadar uzak, ne kadar uzak! Sana sonsuz ömür mü versinler? Ben görüyorum ki ölüm yabancılıkla

dolu birâj
lemdir.Bütündostlarıma sonsuz ömürler diliyorum: Ondan başka dua etmiyorum. Hele sana ki, bizim

hem dışımızı hem içimizi
besledin, yetiştirdin; senden bize binlerce faydalar ulaştı. Ama benim bu haberimden hayret ettinse

ben hakkın sıfatıyım,
benim sıfatım da onun sıfatı demektir. (M, 311) Benim bilgim onun bilgisi ve onun sıfatıdır. Derler ki;

Allahnın yumuşak
huyluluğu ve sabrı vardır. Her sabrı yüz yıl, bin yıl sürer.
R ü b a î:
Ey ay parçası, doğdun ve parladın,
Kendi feleğinin çevresinde salınarak gezdin!
Bilirsin ki, can ile beraberdin,
Ansızın battın ve görünmez oldun.
Arapça beyit:
Veki'a beni korumamasından şikâyet ettim,
O da günahları terk edeyim diye beni uyardı.
Herkesin kendine göre bir günahı vardır. Birinin günahı sarhoşluk, yaramazlıktır, onun haline uygun

düşer. Ötekinin
günahı da Allahdan uzak kalmaktır. Bir öfke vardır ki, zaman zaman ayaklanır, bazan da gizlenir. Onun

işi gizli kalmaktır. Ama
canlı olan bir mahlûk suç işlemekten nasıl kendini korur? Çünkü burası onun yeri olduğunu

bilmektedir.
Mısra:
Nihayet kedi delik başlarından ayrılmaz.
Bir ge'nç Kuran öğrenmek istiyordu. Çok zahmet çekmiş, Kuran'ı ezberlemişti. Ama hâlâ arzusu vardı.

En iyi
Kuran okuyan öğretmen kimdir? Diye soruyor ve Allahya yalvararak Kuranuzmanı veAllah adamı has

kullardan bir öğretmenle
tanıştırmasını diliyordu. Ansızın Bağdat'ta bir öğretmen haber aldı ve derhal yanına gitti. Ezberindeki

her âyeti ona tekrar
ediyor o da şöyle oku böyle oku diye düzeltiyordu. Kuran öğrencisi baktı ki ömrünü boşuna harcamış,

işe yeniden başlamak
gerekli. Ne olursa olsun dedi, öğrenci, öğretmene karşı şu şartı ileri sürdü: benim babamın adeti her

sahife için bir altın
vermektir. Öğretmen, peki, dedi. Genç öğrenciye Kuran'ın sırlarını öğretiyor, o da, altınları gönül

hoşluğu ile veriyordu. Ama
bir gün geldi ki verecek altını kalmadı. Baba üzülüyordu. O sırada bir ihtiyara rasladı, üzüntüsünün

sebebini sordu, ahvali
anlatınca ihtiyar güldü. Onu evine götürdü, misafir etti. Baba (M. 312) canının sıkıntısından yemek

yemiyordu. ihtiyar sizin o
öğretmeniniz benim oğlumdur.dedi, senin verdiğin altınlar da şu halının altındadır. Oğlumun altına

ihtiyacı yoktur. Hazret!
Peygamber, "Kuran'ı güzel ses ve ahenk ile okumayan bizden değildir," buyurmuştur. Bizim altınımız

Kuran'dır, mülkümüz,
kuvvetimiz ve varlığımız Kuran'dır. Biz Kuran'ı böyle öğrenmedik ki ondan başka bir şeye muhtaç

olalım. Bu ancak seni
sınamak içindir, işte bak bütün paraların buradadır al dedi ve oradan ayrıldı. Eğer o hatırayı

kendinden uzaklaştırmamış
olsaydın öğüde muhtaç olmazdın ve zahirde senden köprü geçmez bir merkep sıpası istememize bile

lüzum kalmazdı. Onu
sürersin, gölgeden kaçar, köprü üzerinde ayakları titrer, dünyayı canına bağlar, gerektir ki biraz yük

taşısın. Onu burada
sınayın. Eğer köprü geçerse ne iyi, yoksa hemen geri göndermeli. Çünkü o bir aralık seni yol ortasına

kadar götürür, ama
arkadaşları köprüyü geçtikleri halde o geçmez. Geri dönmeye imkân yok, ileri gitmeye imkân yok.

işte onu burada tecrübe et
kf, anlayasın. Nasıl ki Kuran'da "Her şeyi bilici olan Allah onların imanlarını sınar," (K.60/10)

buyrulmuştur.
Şeyh ayva yer; vah şeyhim, vah müridim! dersin ama o senin müridin değil sen onun müridi oldun. O

sana Yasin
okuyor. Sen ona ne yapayım diyorsun! O teslim damarı kayboldu ama altın damarı yerinde duruyor.

Sen kayboluyorsun, altın
damarına kayıp diyorsun. Toprak vardır ki, içinden altın çıkarırlar ama o yetim incinin ocağı, madeni

belli değildir. Kuvvetli
ihtimale göre su içindedir.
Bezirganın biri bütün malını harcadı elli defa memleketinden dışarıya sefer yaptı. Öteki bezirganlar da

onun parası ile
etrafı dolaşır, ticaret ederlerdi. Ancak başkalarının parası ile ticaret edenlere falanın sofrası

seferdedir, derler. Bunlar
paralarını dalgıçlara yedirirler, bir yetim inci çıkarmak umudu ile durmadan para harcarlar, dalgıçlar

da batıp çıkmaktan aciz
kalırlar, sedefleri dışarı çıkarırlar, ancak içinden bir şey çıkaramazlar.
Beyit: (M. 313)
Bana senin akik gibi dudağın gerek, şekerin ne faydası var?
Bana senin cemalin lâzım, kamerin ne yeri var?
Dalgıç nihayet işin sonuna bakar, hiç olmazsa

ayağımda bir pabuç kaldı, der. Hele bir kere daha dal, olaki o
yüzbinlerce para değerinde olan sedefi yakalayabilirsin.
Hazineden anlayamayan yalnız onun sözünü işiten ve gören kimse için hazine ancak bir armağandır.

Hatıra gelen bir
şeyi yapmamak veya geciktirmek nedir? Gecikme, ancak eşeğin köprüden geçmediği zaman olur. O

zaman onu kovarsın!
Derler ki: Ayakyolunda Allah adını söylemek gerekmez: yavaş da olsa Kuran okumak yaraşmaz. Ama

bugün
kendimden ayıramadığım içimdeki pislikleri ne yapayım? Şah bu attan aşağı inmek istemiyor, askerini

toplamış, şeytan onu
önüne katmış, yardımcı gibi kullanıyor. Şah ise, o muhakkak Allahdır diyor. Çünkü şeytan, Allah

kılığında da görünür ki,
kendisini kabul etsinler.
O adama dedim ki, şeytan nasıl Allah kılığına girebilir. Onun kitabından yüz Bayezid'in künyesi

okunur. Yenini aşağı
sarkıtsa yüz Ebusaid (Ebülhayır) dökülür. Onda hem ruhani, hem de cismanî kudretler vardır. Şehvet

nereden geliyor? Ancak
bir kimsenin yüzünü kapıyan şu zümrenin zihnini bulandırır ve der ki: Kendini göster de hatırından şu

düşünceler çıksın. Şimdi
bunların hizmetini ancak anasından ve babasından görmüş olanlar yerine getirebilirler.
Beyit:
Ana ve baba, evlâtlarını incitmezler ama
Akıl ve ruh velilerdedir.
Şiir:
Ey sabah rüzgârı, elinden gelirse bir gececik onun yurdundan geç!
Gönlün isterse, benden onun tarafına bir selâm götür.
Gönlümü orada görürsen, de ki, vuslat sana haram olsun!
Ben böylece senden uzakta, sen ise hep onunla diz dizesin.
Eğer oraya yetişebilirsen aheste git, yavaş yürü!
Tâ ki, zülüflerinin kıvrımları dağılıp da birbirine karışmasın!
Rubai: (M. 314)
Yel esti, gül yapraklan mey tiryakilerinin başlarına saçıldı.
Yâr geldi meyler dostların kadehlerine boşandı.
O sümbül (saçlarla) gül (yanaklar) atlarların neşesini kaçırdı.
O mest nergis (mavi gözler) ayıkların kanını döktü.
Rubai:
Aşk, bizim ölçümüze göre başımızda değil
işin garibi bizim yükümüz bineğimizin yükünden
daha ağır Dilberlerimizin cemali, güzelliği söz konusu
olunca, Biz ona lâyık değiliz, o da bizim dengimiz değil.
R ü baî:
Gönül ararsam, senin semtinde görürüm,
Can istersem, saçlarının kıvrımlarında bulurum.
Çok susuz kalırda su içersem,
Kâsede yüzünün hayalini görürüm.
R ü b a î :
Bundan daha perişan gönül hali olur mu?
Yahut bundan daha başsız, sonsuz bir olay var mı?
Alemde hangi mihnete uğramış zavallı var ki,
Bundan daha başı dönmüş, bundan daha şaşkın olsun.
Beyit:
Ey cihanın canı, ölmek ne hoştur,
Hele kılıç senden, gerdan da benden olursa!
Alemin güzelliklerine değer biçmişler her biri için şu kadar değer vermişler.
Ey sevgili can, acaba bu hoşa gitmeyen çirkinin değeri nedir?
Şiir:
Diyorsun ki, benim mahmurluğumdan yüzlerce küp parçalanır,
Acaba bir koku almadın mı ki, bu derece sarhoş oldun?
Rubai: (M. 315)
Ey gönül git sonunu düşünenlerden ol!
Yabancılık âleminde yakinlerden ol!
Sabah rüzgârına binip dolaşmak istersen,
Dervişlerin bineklerine ayak toprağı ol!
"Göklerim ve yer yüzü beni kapsayamadı. Ama ben bir imanlı kulumun Gönlüne sığdım", anlamındaki

kutsal hadis
malumdur.
Bir aralık falan kimse açıkça küfür söylüyor, halkı yoldan çıkarıyor, dediler. Bir kaç kerre bu isnadı

tekrarladılar. Halife
işe ehemmiyet vermedi. Bu sefer de adam bir alay ayaktakımı ile dost olmuş, bunları doğru yoldan

saptırmış dediler. Bu senin
hakkında uğursuzluk getirir, senin çağında açıkça küfür söylensin. Muhammed dini harap olsun, bu

olur mu? diye Halifeye
tekrar ısrarda bulundular. Halife, adamı sarayına çağırdı, yüz yüze gelince, bunu Dicle'ye atın dedi.

Ayağına bir desti
bağladılar. Götürürlerken Halifeye sordu: Benim hakkımda bu cezayı neden reva gördün? Halife

halkın maslahatı icabı
(Müslümanların selâmeti için) seni suya attıracağım, dedi. Adam o, halde benim maslahatım için

benim selâmetim namına
halkı suya at, dedi. Senin yanında benim o kadar itibarım yok mu? Bu

sözden halifenin içine bir korku düştü, adama acıdı.
Dedi ki: Bundan sonra, benim yanımda o ne derse öyle yapacağım. "Allah arş üzerine hakim olmuştur"

anlamındaki âyeti şerh
eden gerektir ki, "Nefsini bilen, Rabbini de bilir," nüktesini de anlatsın. Bu sözde gizli bir hazine vardır.

Açıklansın da hiç
anlaşılmayan bir tarafı kalmasın. Çünkü nefsi ile alışverişi olan kimse ne kendini ne de başkalarını

düzeltebilir "EY RESULÜM!
Sözü istersen açık konuş o gizli ve kapalı her şeyi bilir" buyurulmuş. (Tâhâ süresi, 6) Nefsin yeri

ancak ayak altıdır.
Muhammed'de (S.A.) Ahad'i (tek Allahyı) bulabilirsin ama Ahad'de Muhammed'i bulamazsın! Sofi evden

dışarı çıkar,
hırkasınınyenine bir dilim ekmek yerleştirir. Yüzünü o ekmeğe çevirerek: Ey ekmek der eğer başka

bir şey bulabilirsem
elimden kurtulursun, yoksa zaten elimdesin!
Onlar hep Ahad'e uyanlardır, biz de Muhammed'e (S. A) uymuşuz. İsterse Kabe'nin damına

götürsünler, hayır deriz.
Muhammed'e uymak daha doğrudur. Bu, Kâbenin damında namaz kılmaktan daha üstündür.
Gizli benlik duyguları onları bağlamıştır. Bir şeyhe dedim ki: Allah seni (M. 316) cehenneme atsın!

Keşke, dedi: o
zaman, bendeki nurun Cehennem ateşi ile ne hale geldiğini, Cehennemin de benim nurumla nasıl

karardığını görmüş olurdum.
Bahsi geçen Şehzadeler hikâyesinde de böyle oldu. Öküz heykelini gördüler, ama içindeki Şehzadeyi

göremediler.
Yoksa kimbilir onu nasıl öldürürlerdi.
(Mahkemede) hasım tarafın suçunu açıkça söylemesi seksen tanık dinlemekten daha iyidir. "De ki,

hangi şey en
büyük şahadettir; de ki Allah görücüdür," (K. 6/19) sözlerindeki hikmete bakalım:
Kuran tefsiri yapıyoruz. Derler ki: Hiç bir Müslüman, (tanımadığı kimseye) bu zındıktır der mi? Kendi

mektuplarını
okumazlar da falan kâfir oldu derler. Evet kâfir idi, mümin oldu.
Zeyneddin Sadaka dedi ki: Başlarımızı eğelim, huzura murakabeye varalım. Bir parmak mesafe için

yoldan kadın.
Bundan ötesi ıssız çöllerdir. Bir parmaklık yoldan, Aksaray'dan Konya'ya geliyorsun. O bir parmaklık

yoldan geri kaldın!-Üst
tarafı yokluk çölüdür. Ancak yolu ara, sor yol bu mudur? diye araştır. Dikkat et ki, o şaşırtıcı uğrular

birer hırsız olmasınlar.
Sen nazar ehli ol, doğruyu eğriden ayır! Çünkü yol arada bir takım dallara ayrılır. Biri bu yoldan gelir

öteki o yoldan gider, sen
doğru yol tarafını koru. Konya'ya eriştikten sonra başkaca düşünceye lüzum yoktur. Orada adil bir

Sultan vardır, kimse
kimseye zulmetmez. Kutsal hadiste "Lâilahe illallah inancı benim kalemdir. Her kim benim kaleme

sığınırsa selâmette olur,"
buyurulmadı mı? Her kim bu tevhid kalesine bu Lâilaha illallah hisarına girerse, bir şey söylemez. Ama

her kim ancak bu
kalenin adını söyler de geçerse, o bir şeyler anlatmak ister. Kalenin adını söylemek çok kolaydır.

Benim dilimle ben kaleye
girdim veya Şam'a gittim dersen, bir anda semaları ve yerleri dolaşırsın; Arşa, Kürsiye yükselirsin.
Hazreti Muhammed (S.A.) "Tam içten ve gönülden Lâilaha illallah diyen mümin Cennete girer,"

buyuruyor. Şimdi sen
otur da söyle:
O, birdir diyorsun. Sen kimsin? Sen altı binden daha fazlasın! Sen bir ol! Yoksa onun birliğinden sana

ne? Sen yüz bin
zerresin ki, her zerrende bir heves, her zerrende) bir hayâl taşıyorsun. Niyetiyle gönülden, aklı ile tam

içten bağlılık gösteren
cennete girer. Bunu yapabildi ise Cennete girer, yolundaki vaade hacet yoktur. Bunu yapabildi ise

Cennetin tam kendisidir. O.
Bunu kimin yanında söyledi? derlerse gerektir ki biraz kerem etsinler. Halk (M. 317) daha isdidatlı

olsun. Bununla
beraber vaizin öğütlerini o kadar çok tekrarlama ki halka soğukluk gelmesin, işleri ya açık sözlerle

konuşursun, yahut yedi
renkli hırka ile! Tahkik ehli kişilere feryad yaraşır, bunu bilmek lâzımdır. Yedi renge boyanmış,

secdeye kapanmış insanlar
görüyorsun. Ey şeyh sana renkten sıyrıl, vaz geç dediler! önce tekkede de anlayışlı olmuyorlar.
Şimdi dışarı çıkayım, bırakmazlar. Bir kerre dergâhın, tekken var ama o doğanın şahı, ya kafestedir

yahut kafesten
kaçmıştır. Kafes demirden olmalı ki kuş uçtuğu 'zaman huy huy etmeyesin. Burada huy huyun ne yeri

var? yani kuş uçtuktan
sonra gel gel demek neye yarar?
Bir zümre vardır ki, buyurun herkes başını dizleri arasına koysun, bir zaman murakabeye varsın,

derler. Bundan bir
müddet sonra biri başını kaldırır, Arşın, Kürsi'nin yüceliklerini-seyrettim, der. Başka biri benim

nazarım Arşı de Kürsiyi de
geçti, fezadan sonsuz boşluklara daldım, der. Başka biri de ben yer

öküzünün sırtını, denizde balığı seyrediyorum. Hatta bu
öküzü, balığı koruyan melekleri görüyorum der. Ben her görüşümde kendi arıklığımdan,

zavallılığımdan başka bir şey
göremiyorum. Ben, iki ayağından asılmış bir kuş gibiyim. Evet asılmışım, asılmışım ama sevgilinin

tuzağında asılıyım. Artık
kime hoşgeldin diyeyim? Ben zaten bunu istiyordum. Ben iğ istemiyorum, iki türlü maden istiyorum!

Altın ve gümüş madeni,
belki de madenden de mekândan da kurtulma yolunu arıyorum ki, ondan başkası benim işime

yaramaz. Nasıl ki başkalarına
yoksulluk yaraşmaz, onlara varlık yaraşır. Ancak insanı hakka götüren de yoksulluktur. Haktan

başkasından kaçıran yine
yoksulluktur. Yani bir yoksulluk da vardır ki, insanı Haktan kaçırır, halka götürür.
B ey i t :
Gülden değil dikenden hoşlananlara
Mimber yaraşmaz darağacı yaraşır.
Şiir:
Ey sevgili bak bir kere candan pek az bir şey kaldı
Bugün biraz daha derdimi çek!
Ancak bir şafak vakti kaldı
Güzel yanağının renginden gül fidanı gibi boyundan,sanki (M. 318)
Gül ter içinde kaldı, ay da sıkıntı içinde...
Artık altınım gümüşüm kalmadı, bizden ne götürebilirsin?
Aşkımdan hatıra ancak kapında bir altın tabak kaldı.
Gönlümü dava ettin ama, yolunda canımı da feda ettim.
Bundan daha büyük söz olur mu?
Üzerimizde bir hakkın kaldı.
Şu bir kaç gün de bari bizim zahmetimizi çek!
Çünkü ömrümüzün defterinden tek bir yaprak kaldı!
Şehrimizde hatırı sayılır bir zahid vardı. Bir gün kırlara doğru yollandı. Ansızın bir köye geldi. Zahid ve

müridleri çok
yorulmuş ve acıkmışlardı. Köylüler, çabucak evlerine koştular, kuzular çevirdiler, kebaplar

hazırladılar, bir çok ağırlamalar
oldu? Köyün hocası koştu. Zahidin önüne ekmek ve yoğurt getirdi. Çok aç oldukları için iştiha ile tatlı

tatlı yediler. Geçe
yarısından sonra gelen köylüler de kebapları yaptılar, sofraları döşediler. Fakat Zahid ne yapayım

dedi artık iştaham kalmadı.
Köpeklere verin, yiyebildiğinizi yiyin, yiyemediklerinizi de köpeklere dökün. Bırakalım yesinler bunu,

yarına bırakmak olmaz
deyince köylüler Şeyhin meclisinden ayak çektiler. Bu adam bizi daha ne zamana kadar aldatacak

diyerek, kâh nazlanarak,
kah inkâr yoluna saparak ondan baş çevirdiler. Şeyh onlarda bir bozukluk görürse bunu kendi

tarafına çeker. Çünkü şeyhin
rahmet ve şefkati, sonsuz rahmete bitişiktir. Eğer şeyhin onlara karşı meyli kalmazsa bu sefer onlar

Şeyhe itibar etmeye
başlarlar; o da iş böyledir, der gider. O, kaba tabi atlı değildir ki, herhangi bir sebeple öne geçsin.

Belki ancak Hakkın işareti
ile ileri atılır. Mutluluk o kimsededir ki, bir sebeple ve maksatla bir Şeyhe bağlanmıştır. Çünkü

birzaman olurki, ansızın o
bağlantı artık bir karşılık beklemeden olur. (M. 319) O zaman kendilerinden de sebepten de vaz geçer

ve şöyle söyler.
Rubai:
Biz hiç bir hesaba sığmayız.
İşimiz çok, ama ney gibi içimiz boştur
İyi bakar ve kendimize gelirsek,
O zaman anlaşılır ki biz, hem bizden eksik, hem de biziz.
Ahmağın biri daima karları toplar, getirir su içinde saklardı. Eğer kalırsa, ondan şu ciheti soracaktı:

sen niçin bize
benzemiyorsun? Her ikimiz de aynı asıldanız yani sen cisimsin, ben ruhum, yahut ben cisim sen de

ruhsun demedin! Başka
biri bunu ben söyliyeyim, dedi. Allah, Peygamberine niçin "De ki, ben tek ve eşsiz Allahyım" demedi

de, şu hitabta bulundu:
"Ey resulüm söyle ki, O yani görünmeyen Allah, eşsiz ve tek olan Allahtır." (ihlâs suresi, 1) Çünkü dedi

ama, bu çünkü
kelimesi peltek idi; Samed, içi boş karınsız demektir. Karnı boş olan, olmayana delâlet eder ki, o da,

Samed ulu Allahdır. Bu
onun eşidir, o da bunun eşidir. Nasıl ki, kendisi sayıdan olmayan Ahad'de bu sayıların delilidir. Yani

sayısızlık da sayının
delilidir.. Şimdi tekrar, "Nefsini bilen rabbini de bilir," sözüne gelelim. Nefiste şüphe vardır, buna

batmıştır
Kocakarıların âdetini koruyun! Yani ey sen, her şey sen! der. Madem ki her şey diyor kocakarı da bu

herşey
kavramına girer. Şu halde bu sözü söylemek "Ben Hakkım" demekten daha iyidir. Hakka ermiş olsan

da, Hakkın hakikatina, iç
yüzüne eremezsin, eğer hakkın hakikatinden haberin olsaydı "Ben Hakkım" demezdin. Yani

mürşidimiz ve elimizden tutan
kılavuzumuz diyor ki: Kocakarıların âdetini koruyun sözünü bir kocakarıdan öğren. Başka bir delil de

Allanın varlığı hakkında
onların sadece "Allah vardır," demeleridir, iyi bir öğütçülük ediyorsun ama ötekinin elinde de uzun bir

ney var, iş o tarafta.
Menekşe filizlenmedikçe kokusu dışarı çıkmaz, ama yine menekşenin işini görürler. Menekşeler

öldükten sonra ırmak
kenarında şarap içmenin ne tadı olur!
Beyit: (M. 320)
Senin güzelliğin belâ tuzağında bizi avlayan bir danedir.
O öyle bir mumdur ki, hep bizim pervanemizi yakar.
Ey sevgili senin zülfünün zencirini şundan dolayı seviyorum ki
O bizim divane gönlümüzün ayağına yaraşır.
Tozlar yatışınca altındaki at mıdır, eşek midir göreceksin.
Şeyhin biri dedi ki: Yüz tane has müridim var ki açlıktan ölsem hiç biri bana bir ekmek vermez.

Halbuki bizimkiler
böyle değil tamamıyla aksinedir. Şeyhe dedim ki: Yüz müridim var diyorsun,keşke bir tek müridin

olaydı ve ilâve ettim:
Onunla da kaynaş, beraber ol!
Kadı Bahaeddin'e geldiler, dediler ki: Falan derviş senin arkandan hakaret etti, o miskindir dedi. Kadı

öfkelendi.
Naiblerinden biri, hele bir gideyim,' göreyim o dervişi, dedi. Doğruca yanıma geldi ve sordu: Kadı

Efendimizi niçin yermişsin?
Bunu nasıl düşündün? Ne söylemişim ki? dedim. O miskindir, demişsin!.. Nihayet o miskinlerin işi ile

uğraşır. Hazreti Mustafa
(S.A.) bütün yüceliği ile Allahya şöyle yalvarırdı: Ey Allahm beni miskin olarak yaşat, miskin olarak

öldür ve beni miskinler
topluluğunda hasret, dedim.
Bir gün bazı Sahabe (Peygamberimizin dostları) Hazreti Muhammed'in (S.A.) yanına geldiler. Burada

bir kişi var ki,
dediler, ne kâfirlerle uyuşur, ne Müslümanlarla kaynaşır. Namaz kıldığını görüyoruz. Oyunla ve

gereksiz işlerle uğraştığını da
görmüyoruz . Onda divânelerin sıfatını da göremiyoruz, Akıllıların kısmetlerini arama yolundaki

çabaları da!..
Başka bir toplulukta yine onu anlatmaya başladı. Efendimizin içine bir acıma duygusu geldi. Buyurdu

ki: Şimdi onu
görün, selâmımı söyleyin ve deyin ki: Efendimiz senin yüzünü görmeyi çok arzulamaktadır. Onu

buraya çağırmayın, fazlaca
incitmemeye çalışın! Adamın yanına geldiler, önce selâm vermeye cesaret edemediler. Bir saat sonra

onlara cesaret geldi.
Kendisine iltifat göstererek Hazreti Peygamber'in (S.A.) selâmını söylediler.

Onun Muhabbetsini, kendisini görmek hususundaki
derin arzusunu açıkladılar. O hep susuyordu. Hazreti Peygamberin (S.A) kendisine zahmet

vermemeleri hususundaki
emirlerine uyarak fazla bir şey konuşmadılar. Bir saat sonra da adamın Hazreti Peygamberi (S.A.)

ziyarete geldiğini gördüler.
Bir aralık mecliste sessizce oturdu. O susuyor, Hazreti Peygamber (S.A.) de susuyordu. Hazreti

Peygamber (S.A.) yerinden
kalktı. (M. 321) Adama hem gelişinde hem de gidişinde gönül alçaklığı gösterdi. Ona "Senin üzerine

bir ışık saçıldı, bu sana,
büyük bir saçıdır," buyurdu.
Bizim medresemiz budur. Bu etten yapılmış dört duvarın müderrisi büyüktür. Kim olduğunu

söyleyemem. Onun
mabedi de gönüldür. Nasıl ki bazı Allah erleri "Kalbim bana Rabbimden haber verdi" demişlerdir.
Bayezid-i Bistami (Allahnın rahmeti üzerine olsun) daima hacca gidiyordu. Vardığı bu şehirde önce

oradaki şeyhleri
ziyaret etmeyi sonra da başka işlerle uğraşmayı âdet edinmişti. Basra'da bir dervişin yanına uğradı.

Derviş ona sordu: Ya
Ebayezid? nereye gidiyorsun? Bayezid cevap verdi: Mekke'ye, Allah evini ziyarete gidiyorum. Yanında

ne kadar yol harçlığı
var? İki yüz dirhem. Öyle ise kalk yedi defa benim çevremde dolan. O paraları bana ver! Bayezid

yerinden fırladı para çıkısını
kuşağından çözdü öperek Şeyhin önüne bıraktı, Şeyh tekrar söze başladı. Yine sordu: Ey Bayezid!

Nereye gidiyorsun?
Gideceğin yer Allahnın evidir ama şu benim gönlüm de Allah evidir. Ulu Allah hem o evin hem de bu

evin sahibidir. O evi
yaptırdıktan sonra orada hiç oturmamıştır. Ama bu ev yapıldıktan sonra hiç bir zaman buradan

ayrılmamıştır.
Tövbe eden ve hacca gitmeye karar veren bir adam, ailesine de dua etti. Halbuki onun tövbesi daima

incittiği
karısının Allah'ya yalvarışının hayırlı bir sonucu olmuştu. Çünkü kadıncağız erken bir seher vaktinde

öyle birah çekti ki. nerede
ise evin tavanını tutuşturacaktı. O gece kocası bir düş görüyordu, hemen yerinden fırladı, ağlamaya

başladı, günahlarına
tövbe etti. Karısına, artık ben aile hayatından vaz geçtim, yüzümü hac yoluna çevireyim, hacca

gideyim diye düşünüyorum
ama seni böyle ayaı bağlı bırakmak da elimden gelmiyor, dedi. Kadın şu cevabı verdi: Yabancılık

günlerimizde birlikte
yaşıyorduk. Şimdi tam birbirimizi tanıyıp anlaştıktan sonra ayrılığın ne yeri var? Ben de hacca

giderim. (M. 322) Çölde erkeğin
ayağına bir Muğaylan dikeni saplandı, yaralandı kafile gitmişti. O umutsuzluk içinde uzaktan bir

yolcunun geldiğini gördü. Şu
gelen Hızir'ın hürmetine Yarabbi beni kurtar! diye yalvardı. Karşıdan gelen yolcu ayağına yapışarak

onu kervan kafilesine
ulaştırdı. Adam bu kurtarıcıya sordu: Eşsiz Allah hakkı için söyle sen kimsin ki,bütün bu işler senin

erdemli davranışının
eseridir. O ses çıkarmadı ve kızardı, sonra şöyle dedi: Bunu neden merak ediyorsun? Nihayet belâdan

kurtuldun dileğine
kavuştun! Hac yolcusu: Allah hakkı için dedi, kim olduğunu söylemezsen yakanı bırakmam! Kurtarıcı

cevap verdi: Bana İblis
derler. Çocukların kitaplarında.sana lanet olsun,diye beddua ettikleri iblis.
İste İblise inanç besleyen, ona güvenle bakan kimse muradına erdi. Allah elçisine imansızlıkla

bakanlar da bu halin
aksine olarak Ebucehil gibi düşkünlük ve perişanlık içinde yollarını sapıttılar.
Allahnın sekiz yönlü gözü vardır ki, hiç kimse, "Ondan gizlenmeye" güç yetiremez.
Çocuklar birbirlerine Çüneyd-i Bağdadî'yi göstererek, işte bütün gece Allah yolunda uyanık duran

adam, diyorlardı.
Çüneyd bunu işitince, olmaya ki onların zannını yanlış çıkaralım, dedi. Daha önce her gün gece

yarısına kadar uyumazken, o
geceden sonra sabaha kadar uyanık kalmayı adet edindi. Bugün olaki, imanlı kişilerin inançları,

bereketi, o kimsede tesirini
gösterir.Allah erleri kendilerini gizlemek yolunu araştırırlar, Allah ise bin türlü yoldan kendini

açıklamak ister.
Uyanıklık önce Çüneyd'in canı gibi idi. Sonradan dediler ki, sen çok zayıfsın, geceleri rahatça

uyumaya bak!
Önce daima çalışmak gerektir. Bir mürid geldi, Şeyhe dedi ki: Rindler gibi geldik. Şeyh şu cevabı

verdi: Allah dilerse
sizi ve bizi rindlik makamına eriştirir. Ey Hoca! onların içinde bir şey olmadığı için böyle rahatça

konuşurlar. Bahtiyar odur ki,
gözünü, gönlünü birlikte bağışlar. Yazıklar olsun onlara ki, gözlerini verir, gönüllerini vermezler. Sıkıntı

ve kalabalık çoğalınca
gönül penceresi açılır. Kasıtsız olarak biri kapıyı çalar, .kapı açılır. Şimdi (M. 323) bak ki, ilerisi yokuş

olmasın! İstesen de,
istemesen de pencere açılınca her geçeni görürsün. Ama kapalı olunca geçenlerin seslerini işitirsin

bir zevk duyarsın. Ama
nereye Nereye gidiyorlar? Şairin dediği gibi:
Tozlar yatışınca altındaki at mıdır, eşek midir göreceksin.
Bu tozlar kaç defa çekildi, yatıştı. Gördük

ki altımızdaki Arap atıdır.
Bu dünya evi, insan bedeninin bir örneğidir. İnsan bedeni de başka birâlemin örneğidir.
Kel, kele demiş ki: Bana derman bul! Öteki kel de şu cevabı vermiş: Eğer bende derman olsaydı kendi

başıma
sürerdim.
Ey Allahm, şöyle yap yahut şöyle yapma derler. Halbuki şöyle demek gerektir: Ey Ulu Padişah! O

testiyi al, şuraya
koy. Padişahlar için "Hayır, olmaz" demek kutlu düşer. Çünkü o şunu yap, bunu yapma diye emreder.
Hazreti Peygamber (S.A.) benim elimde ne var? ben ancak Allah'elçisiyim buyurdu. Allah da ona: "Sen

sevdiklerini
doğru yola yöneltemezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete kavuşturur." (K. 28/56) dedi. Yanıltma mı

yapıyor? Herkese
"Göreceksin," deniliyor. Bunu herkese söylemek nasıl doğru düşer? Anadan doğma köre

"Göreceksin," demek doğru olmaz.
Ancak yeter ki kendisinde varlığından biraz bir şey kalmış olsun. Üst tarafı hep ruh olmuştur. Yani

kalk, bu gün şu varlık
tozundan silkin! Sen kancık huyluları tam olarak bilmiyorsun, erkekleri de tanımıyorsun! Firavunun

sihirbazları gibi sana
erkeklik kudreti bağışlanmıştır. Kancıklık senden uzaklaşmıştır. Madem ki erkeği tanıyorsun, (Bilki)

böyle hatalı gören herkes
erkekliğe lâyık değildir. Arıyı görmez misin, dilediği yere konar, oturur. Kasap kaç kere onu ete

konmaktan vaz geçirmek
istedi ise de aldırmadı. Üçüncü defasında kafasına bir nacak darbesi indirdi, başını bedeninden

ayırdı, arı yere yuvarlandı
çırpınmaya başladı. Kasap, ben sana demedim mi, her yere konma, diye homurdandı. O bal arısı

insanla beraber Allahnın "Her
türlü meyveden yeyin!" (Nahil sûresi, 71) hitabını işitmiştir. Şüphe yok ki her ne yerse yüce Allahnın,

"Onda insanlar için
şifalar vardır." (Aynı âyet) buyurduğu bal meydana gelir...nasıl ki yine Ulu Allah, kutsal hadisinde

"Göklerim ve yerlerim beni
kapsayamadı ama ben bir mümin kulumun gönlüne sığdım," buyurmuştur. Burada Allahnın kalp, gönül

dediği nihayet bir et
parçasıdır, diyen gafil kişi, kâfirden daha sapkın, Isa Peygambere Allahnın oğlu diyen Nasranî'den

Hıristiyan'dan daha beterdir.
(M. 324) Yemekten korktuğun, yapmaktan çekindiğin şeyleri yeme ve yapma! Ademoğlunun kara

yüzlülüğü yüzünden, sözden
ibaret olan ben de harflerle birleştiğim için kara yüzlü oldum.
Bugün beni daha ne zamana kadar yüzü kara bırakacaksın? Mayası olan herkesin mayasını Allah

elçisi geliştirir, yola
getirir; ama maya olmayınca neyi yola getirsin?
Gördüm ki, ev ve bütün şehir halkı onun çevresinde dolanıyorlar, çarh vuruyorlar. Kerametleri

arasında bir nur
gördüm ki hiç bir dille tasvir ve tavsif edilemez. Yukarı baktım, evin tavanını göremedim-, bana o

sırada babam ah ey oğul!
dedi ve gözlerinden iki ırmak gibi kanlı yaşlar boşandı. O hal içinde başka bir şey de söylemek istedi,

ama ağzı kilitlendi.
Dudakları uçukladı, oradan gitti. Onun aş evinde çuvallarla tuz sarfolunurdu.Artık üst tarafını hesap'

,et. Ama bu saltanata
rağmen zenbil satar, toprak üstünde otururdu. Bir kaç yoksulu yanına alarak onlarla birlikte yerdi.

Yarabbi! derdi, ben
yoksulum yoksullarla düşer kalkarım, iş o iştir ama herkes bu cinsten olsaydı! Ben şöyleyim.ben

böyleyim diye benlik
davasına kalkışanlar beyinsiz kişilerdir. Bu yermelerden, sert sözlerden maksadım şudur ki: O sertlik

ve kabalık onların
içlerinden dışlarına çıksın da onlara bir ziyanı dokunmasm...daima incinen ve hiç incitmeyen biri

varsa o da ancak eşektir,
derler. Onda katlanma ve hoş görme son kertesindedir. Benim için de incinmenin hiç yeri yoktur.

Çünkü varlığım kalmamıştır,
incinme varlıktan olur. Benim bedenim ise hoş duygularla doludur. Niçin dış sıkıntılarını kendime mal

edeyim. Karşılık verme,
sövüp sayma, kınama gibi duyguları atar, içimden kovarım; nasıl ki Hazreti Peygamber (S.A.) savaş

dönüşünde "Artık küçük
savaştan döndük, büyük savaşa başladık," buyurmuşlardır. Büyük savaş nedir? Oruç değildir, namaz

değildir. Bu topluluğun
büyük savaşı, toplu geçinmektir. Köpeklere birer kemik atarsın uğraşsın dursunlar. Yani senin

konuşman boştur, sen yemeğini
ye.
(M. 325) Biri geldi, ah! dedi: Tatar akıncıları yetişti, ne fena olay! Utanmıyor musun? dedim. Bu kadar

zamandır
kurbağalık davası güdüyorsun. Tufan'dan niçin bu kadar titriyorsun? Ördek olababildinse keyfine

bak!
Üç oğlu olan o Padişah, onlara, aman sakının,olmaya ki, falan kaleden gecesiniz! diye öğüt vermişti.

Eğer o öğüdü
vermeseydi onların da oraya uğramak hatırlarından bile geçmeyecekti. Şehzadeler gittiler. Orada

anlatılması imkânsız olan bir
dilber sureti gördüler. Altında falan Padişahın kızı diye adı yazılı. Biri geldi, ondan kızı istedi. Padişah

benim kızım yoktur dedi.
Hem kim onu ister de ondan bir nişan getirmezse kafasını uçururum, iki şahzâde bu yolda başlarını

verdiler. Kızı isteyenlerin
başları bir hendeğe atılmış, bu hendek tamamiyle dolmuştu, iki şehzadenin başı da aynı hendeğe

atıldı, ötekilerine karıştı.
Bütün bu hikâyelerle huzurunuzu bozmayayım. Yoksa bu nükte ilejlgili

âyetler de vardır. Bunların açıklanmasında ve
Peygamber sözlerinin anlatılmasında, hele, altın öküz heykeli, dadı ile kız ve nihayet nişan göstermek

gibi fıkralarda, şu
anlamdaki âyette buyurulan, "Sen sevdiğini doğru yola yöneltemezsin. Ancak Allah dilediğini

hidayete eriştirir." (Kasas sûresi,
56) anlamındaki hitapta da bir işaret vardır. O bir bahane buluyor ve istemiyor? "Fakat bir çokları

bilmezler." (K. 63/7)
anlamındaki âyete göre de o Müslümandır. Nihayet en düşkün biri varsa o da benim. Bana demişlerdi

ki: Yetmiş yaşındaki bir
kâfir eline bir desti su verir, kendini kurtarır.
Hazreti Muhammed'i (S.A.)'ı Ebu talib besledi, yüce sıfatlarını o terbiye etti, o imanı, bizzat onda buldu.
Biri o mümin değildir dedi: Münafıkların başkanı o idi. Gönlünde öyle bir şey vardı ki açıklayamadı,

onun aksini
meydana koydu ve ilâve etti, "Araştırmak dindir." Ben, hayır, dedim, bu bir yanıltma (Safsatadır)

dedim. Bu konuda ne dersin
diye sorarlarsa, "Araştırma Müslümanlık değildir, Müslümanlığı örtmektir," derim.
Allahya ant içerim ki, o bengi suyu içen, Allahyı bilen kimsedir. Yoksa üstünde lütuf deryasını nasıl

dalgalandı-rırdı?
Rastladığı herkesi Allah kulları ile birlikte düşünen, "Allahm kavmini doğru yola yönelt!" diyen

Peygamberin yalvarması ancak
Allahya uymaktır.
Bana Allah elçisi hazreti Muhammed'in (S.A.) kitabı fayda vermez, bana önce Allahnın (M. 326) kendi

kitabı (kalb)
gerektir. Yoksa bin kitap da okusam yine karanlıkta kalırım.Allah velilerinin sırlarını bilenler, onların

kitaplarını okurlar. Herkes
bir hayal karıştırarak o sözlerin sahibini suçlar. Ama hiç kimse kendini suçlamaz. Demezler ki, bu

küfür söz ve yanlış anlayış, o
sözde yoktur. O belki bizim bilgisizliğimizden ve hayal kurmamızdandır. Ben Levhi Mahfuz'a (Gizli

levhaya) kadar levhasına
baktım gördüm ki, bir kalabalık toplandı. Orada gördüm ki, falan münkir olmuş, birbirlerine Pehlevî

dilinden manzum sözler
yazıyorlar. Nasıl hoşa gider mi bu manzara? Bilsek ki hoşluk denilen şey dostlar derneğindedir.

Birbirlerinin yanlarında salınıp
gezerler, yüzlerini gösterirler, o zaman birer birer aralarında bir Muhabbet belirmeye başlar. Aşk

gelince onların parlaklığı kalmaz.
Bir şeyi bal içinde saklarsan taze ve hoş kalır. Hava bal ile bu cisim arasına girmek için yol bulamaz ki

onu bozabilsin.
Şam'da Heratlı Şahabeddin riyazetten o kadar yanıp tutuşmuştu ki, sanki bütün Peygamberlere göz

kırpardı. Derler
ki: Melekler kıskançlıklarından onun yüzünü halka çevirir, halk ile oyalamak isterlerdi. Bu Şahabeddin

ile hiç kimse halvete
girmenin yolunu bulamazdı. Cebrail bile, bana zahmettir, derdi, Bir gün de, benim varlığım bile hana

zahmettir demişti.
Bütün bu yaslı hali ile bana, sen gel dedi, çünkü sen gönlümün huzurusun! Ben de, madem ki beni

böyle
vasıflandırıyor ona bir soru sorayım dedim ve şunu söyledim: Bu söz bana ikilik getiriyor. Bir saat

başını önüne eğdi, o zaman
içeriden iki yüz yerden yüz bin söz kapısının açıldığını tekrar kapandığını anlatmaya başladı. Bu sözün

açıklanmasında sonuna
kadar konuştu ve dedi ki: Böylece kendilerine ikilik gelen bir zümre vardır ki kuvvetli olurlar
Ama bunlar pek az kimselerdir. Ben de kendi kendime dedim ki: Sana o sayıları pek az olanlardan

sorayım da
buradan başla. Bana cihanı dolaştırsan o tarafı hiç istemem, sormam. (M. 327) Nihayet benim soruma

geldik, bu yönden de
söyleyecek sözü yoktu.
Bana Kur'an-ı tefsir et, dediler. Bizim tefsirimiz bildiğiniz gibidir dedim. Ne Muhammed'den, ne de

Allahdan söz
açarız. Burada ben de kendimi inkâr ediyorum. Ona diyorum ki: Münkirlerdensin! Git kendini kurtar,

bize niçin baş ağrısı
veriyorsun? Hayır diyor, gitmem. Böylece kalacağım. Bunu inkâr eden benim nefsimdir, nasıl olur da

sözümü anlamaz?
Bir yazı üstadı, üç türlü yazı yazardı. Birini yalnız kendisi okur başkası okuyamaz, ötekini hem kendisi

okur, hem de
başkaları. Üçüncü çeşit yazıyı da ne kendisi okur, ne de başkaları. Söz söyleyen benim, ama bunu ne

ben bilirim, ne de
başkaları bilir!
Bazı âyetleri tefsir etmiyorlar. Yani gerekli görmüyorlar. Asıl gerekli olan şey, senin kendini

kurtarmandır. Niçin
kurtarıyorsun? Yani bu kolaydır, ama asıl işin çetin tarafı da odur.
Katır deveye dedi ki: Sen pek az başa geçiyorsun, yani önde yürüyorsun, bu nasıl oluyor?
Deve

cevap verdi: Evvelâ benim üzerimde fazla bir yük var.bu ağırlık bırakmaz ki önde gideyim, sonra

bedenimin
iriliği, boyumun yüceliği, gözümün keskinliği sayesinde yokuşun başından bakar inişin sonuna kadar

alçak, yüksek her tarafı
görebilirim, nihayet ben helâl süt emmişim. Sen haramzadesin, yani, piçsin! Katır piçliğini benimsedi,

haramzâdeliği kalmadı.
Onun piçliği, inkârında idi. Çünkü haramzâdelik, ayrılmaz bir sıfat değildir.
Birisi başka birini dava etmişti. Kendisinden tanık istediler. Davacı on sofiyi birden getirdi. Kadı, bir

tanık daha getir,
dedi. Davacı: Efendimiz, dedi, âyette, "Sizden iki erkeği tanık getirin," (Bakara Sûresi, 282)

Duyurulmuştur. Ben on tanık
birden getirdim. Kadı şu cevabı verdi: Bu on kişi bir tanık demektir. Bunlardan yüz bin tane getirsen

yine bir sayılır.
Derler ki: iki arkadaş yıllarca birlikte yaşadılar, bir gün bir şeyhin yanına vardılar. Şeyh sordu: Kaç

yıldan beri
birbirinizle dostsunuz? Birkaç yıldan beri, dediler. Şeyh tekrar sordu: Bu zaman içinde aranızda hiç bir

çekişme olmadı mı?
Hayır, dediler, hep hoş geçindik. Şeyh şöyle dedi: Biliniz ki siz nifak içinde yaşıyorsunuz. Herhalde

aranızda bir olay geçmiştir
ki, içinizden biriniz gönülden hoş görmemiş veya beğenmemiştir. Evet, dediler. Şeyh dedi ki: (M. 328)

işte o beğenmemezliği
korkudan dile getirmediniz. Dostlar yine, evet, dediler. Şeyhi gerçeklediler.
Şu hikâyeyi anlatmaktan maksadımız da yine hikâye işidir. Ancak üzüntülerini gidermek için

hikâyenin dış anlamına
bakmamalı, belki hikâyenin suretinde bilgisizliği gidermelidir. Ben öyle herkesi iğneleyerek

incitenlerden değilim. Eğer
Öfkelenir de kaçarsa, çok kere ben de kaçarım. Allah, bana on defa selâm söyler, cevap vermem.

Onuncu defadan sonra,
selâm sana! derim. Kendimi sağır yerine koyarım. Şimdi bize, haydi demek lâzım. Öfkelenmek

gerekirse öfkeleniriz. Halk için,
çok hoşa giden şeyler, arzular dünya güzellikleri, bana göre çirkin ve iğrenç şeylerdir. Ancak bir

kimsenin dileği veya
mutluluğu için olursa, başımı eğer, her şeye katlanırım. Çünkü o mal, sevgili ve herkesin kıblesidir.

Böyle değerlenir. Ben
böyle bir yoldaşla nasıl yarış yapabilirim? Bu gün dileklerimizden biri şudur ki: Eğer sizi bir yere

çağırırlarsa, deyiniz ki:
Yanımda üstadım, kılavuzum olmadan gidemem, önce onu elde edin o zaman biz hazırız. Eğer üstat o

taraftadır derlerse,
kabul etmem, deyin! Bu bir tuzaktır. O bir yere gitmez. Eğer derlerse ki: O buradan geçiyordu,

geçerken kendisini orada bir
bağa götürdük, o zaman bağın kapısına kadar gidersiniz, içeriye girmezsiniz, içerde uyumuştur,

derlerse, dersiniz ki: işitmedik
ki, görelim de gelelim. Yoksa boşuna girmiş oluruz.
Vezir birine dedi ki: Bin altın al, şu işittiğin şeyi kimseye söyleme! Adam bin altını alır ve şöyle bağırır:

Biliniz ki
vezirin çıkardığı bu yeli ben çıkardım. Hey hey, benim bir bakışım bütün varlıkları kavramıştır. Sanırsın

ki bütün varlıklar
onundur. Nasıl dersin ki, asıl olan mânadır. Asıl surettir. Tersine de olur. Bazı vakitlerde maksat mâna

da olur, o hatıraya
ziyan verir, cevaptan men edersek Allahnın sözü değişiktir:
Beyit:
Ey Muhabbetleri, Muhabbetler koparan güzel!
Ey Allahları, Allah inciten sevgili!
(M. 329) Bu da öylece yüzü örtülüdür. Nasıl ki "Örtmek imandandır" buyuruldu. Evet hiç bir kimse

yoktur ki, onunla
yüzünü kapamaksızın bir nefes alabilsin.
Mahmud'un iç âlemi hep Ayaz'la doludur. Ayaz'ın içi de hep Mahmud'dur; her ikisi tek bir isimdir ki, iki

görünmüştür.
Söz, ancak onların iç âlemini görebilmektir. Dedi ki: Görmek, söz yerine geçer. Evet dedim, mürid yani

dileyen odur. Murad
(istenilen) da budur. Murad, öz ve halistir. Dedi ki: Seninle birlikte olmanın faydası yok, beni rüsva

ettin. Ama ne içten
kurtardın, ne de dıştan. Başkaca mümkün olan şeyden sormak yok. Allah Peygamberine şöyle öğüt

veriyor: "De ki, Allahm
bilgimi artır" diyor. Benim gönlüm için bu bilgiyi öğrenme! Akıl buraya nasıl sığar? Burada akıllı

kâfirdir, ak'ıl kâfirdir.
Felsefeciler, akıl hükmündedirler. Akıl nasıl küfür olur?
O köpekler Şahabeddin'e açıkça kâfir diyorlardı. Şahap nasıl kâfir olabilir? Eğer bu bir nur ise,

Güneşin önünde
(Şems'in huzurunda) Şahap kâfir olur, örtünür, kendini göstermez. Ama Şems'in yanma gelince de

dolunay gibi olur.
Söylediklerimi anla! Eksik tarafını düşünüyorum da .öfkeleniyorum. Benim öfkeli zamanımda, niçin

bulunmuyorsun?
öfkeli vaktimde, niçin gelmiyorsun? Ben niyaz ehli, gerçek dostlara karşı çok alçagönüllüyüm. Ama

başkalarına karşı da çok
onurlu ve kibirli davranırım H, beni on defa kucaklar da ben ancak ya bir

kere veya hiç kucaklamam. On kere Mevlâna
Celâleddin beni arar, ben ona ya bir defa iltifat ederim, yahut hiç. Nihayet insan oğulları niçin ayrı

ayrıdırlar? Ayrılık ikiliğe
düşmektendir. O, ancak meyhanelerde olur, o pek aşağılık kertede olan eşeklerde olur. insan

oğullarının eşeklerle ne ilgisi
var? Nihayet arada bir fark olmamalıdır ki, o razı olsun, gönlü hoş olsun. Bu iş ise asla kadere uygun

olmaz. Onların bütün
sözleri Cüneyd'den veya Bayezid'dendir. Biz de Cüneyd'den ve Bayezid'den konuşuyoruz. Ama onların

sözleri, konuşmaları
kalpte soğukluk yapıyor. Bizim sözlerimize karşı soğuk düşüyor. Nasıl ki, şekerin özü ve katıksız

şeker olan nöbet şekerini
yememiş kimseye, üzüm pekmezinin tadı ekşi gelmez.Keşke üzüm pekmezi de tatlı olaydı. Hele

Balebek pekmezi daha tatlı
olur. Çünkü parmakla tutabilirsin. Bir okkasını yerinden kaldırabilirsin.
(M. 330) Şimdi bütün ömrü boyunca, o medrese hocası bu noktada kalmıştır. O havuz, dörtte dört

murdar oldu, der.
Seninle benim aramda bir şey kayboldu. Gizli sadaka ona verilir. Öyle bir öfke gerektir ki, öteki öfkeyi

bastırsın. Bir gün kendi
başıma yola çıkmıştım, erken sabahtan ilk namaz vaktine kadar yolu şaşırmış gitmiştim. Böylece üç

gün geçmişti. Bir dağın
tepesinden büyük bir pınar, gür bir su kaynağı akıyordu. Öte yanda ilerde bir cadde ve bir köy

görünüyordu. Fakat
bulunduğum mesafeye göre köy uzaktan bir yüzük halkası gibi dağ tepecikleri de birer çocuk gibi

görünüyordu. Artık ölümü
göze alarak yukardan aşağı sekmeye başladım. Köylülerden bir kalabalık acaba bu gelen, hayvan mı,

kaplan mı yoksa başka
bir şey mi, diye bakmıyorlardı. Gayet rahat bir inişten aşağı yuvarlanmıştım. Köye geldiğim zaman

bütün köylüler gelip
ayağıma kapandılar.Bana karşı hayranlık göstererek.acaba bu Peri mi, yoksa Hızır mı idi ? Nasıl

mahlûk idi ki, öyle bir yerden
selâmetle kurtuldu? dediler.
Kur'an'da, "De ki o Allah tek ve eşsizdir," (İhlâs Sûresi, 1) kime işarettir? "De ki ben tek Allahyım,"

deseydi o derece
soğuk düşerdi.
Şu hale göre, "Kendimi kutlarım şanım ne yücedir," sözü nasıl soğuk olur? Bu sözde hiç ikiyüzlülük

yoktur. Gönlünü
henüz yıkamadınsa, zaman zaman beyle konuşmak yaraşır. Bu Celâl'in hikâyesine benzer. Bir gün

kendini soğuk ve tatsız bir
kuruntuya kaptırmıştı. Rum ülkesine-'; gideyim, Sultandan bir at armağan etmesini dileyeyim

der.-Uzun bir gecikmeden sonra
geldiğini haber verirler. Bir gün diyordu ki: Padişahın ahırından zaman zaman nice' atlar geçti. Ama

hâlâ evime ulaşmadı. Rum
ülkesine nasıl gidebilir? Şurasını bilmez ki, ey bizim has kulumuz, kendine değer vermedin. Bizi

değerlendirmek, bizim
Allahlığımızı yüceltmektir. Dedi ki: Biz kendi kullarımızı ve akdoğanlarımızı sizin işleriniz için bu tuzağa

attık. Nihayet Sultana
ait olan av doğanının nişanını iyi tanı.
Veys-EI-Karanî (Allah ondan razı olsun). Hazreti Muhammed'in (S.A.) huzuruna erişemedi.

Peygamberin sağlığında,
sudan topraktan ayrılmadı. Ama aralarında perdeler kalkmıştı. Onun mazereti, annesine yardım

etmek idi. O işi de yine
Allahnın ve peygamberinin işaretine uyarak yapıyordu. Ömer'le bazı dostlarının onun halinden

haberleri vardı. Demişti ki, Eğer
benden sonra gelirse (M. 331) onun işareti şöyledir. Benden ona selâm söyleyin, fakat onunla fazla

konuşmayın. Peygamber
dünyadan göçtükten sonra, Veys'in annesi öldü. Büyük Sahabelerin hazır bulunmadığı bir sırada

Hazret! Muhammed'in (S.A.)
türbesini ziyaret etti. Sahabeden bir kısmı onun ahvaline dair birçok sorular sordular: O da cevap

verdi, mazeretini söyledi.
Bunlar dediler ki: Ana baba ne demektir? insan Allah Peygamberinin katma varmakta nasıl olur da

kusur gösterir? Biz ve
dostlarımız bütün yakınlarımızı, Hazret! Muhammed'in (S.A.) Muhabbetsi uğrunda öldürmeyi sivrisinek

öldürmekten daha kolay
sayarız. Veys, ne kadar mazeret gösterdi ise, ziyaret edememesinin sebebinin, yine Hazre-ti

Muhammed'in (S.A.) işareti ile
olduğunu, nefsinin ve mizacının havası ile olmadığını söylediyse de anlatamadı. Onlar daima Veys'i

suçlamaya uğraştılar, sözü
uzattılar. Nihayet Veys, yüzünü onlara çevirdi ve dedi ki: Sizler ne zamandan beri Hazret! Mustafa

(S.A.) ile düşüp
kalkıyorsunuz? Her biri ayrı ayrı şu kadar seneden beri diye cevap verdiler ve dediler ki: O günlerin

her biri bin yıldan daha
değerlidir. Bunu nasıl hesap edelim?
Şiir:
Kendini bir an için sevgili ile baş başa bulursan,
Bir ömür boyunca nasibini ancak o an içinde alırsın!
O dakikayı sakın elden çıkarmamaya bak!
Çünkü böyle bir anı bir daha pek az bulursun.
Veys dedi ki: Şimdi soruyorum sizlere, Hazreti Mustafa'nın (S.A.) nişanı ne idi? Bir kaçı boyu şöyle idi,

yüzü rengi
böyle idi diye anlatmaya başladılar.
Veys, onları sormuyorum dedi. Şöyle gönlü alçak, böyle cömert, gece gündüz şöyle ibadet ederdi.

Kur'an'ın "Geceleri
biraz kalk," (Müzemmil Sûresi, 3) hükmüne göre namaz kılardı, dediler. Bunları da sormuyorum, dşdi.

Bazıları da, ilmi şöyle
idi, mucizesi böyle idi, dediler. Bunları da sormuyorum, dedi.
(M. 332) Eğer sahabelerin uluları orada olsalardı, o asla bu .soruları sormayacaktı. Çünkü onlar da

onun nişanını
görüyordu, işitmek, gözle görmek gibi değildir.
Şiir:
Yüzümü zamane altını gibi gör de sorma!
Bu göz yaşını nar daneleri gibi gör de sorma!
Evin içinde neler olduğunu benden sorma,
Dergâhın kapısında kan gör de sebebini araştırma!
Sahabeler bu soruların karşılığını vermekten aciz kalınca, biz bu nişanlardan başkasını bilmiyoruz,

şimdi sen söyle,
dediler. Veys cevap vermek için ağzını açacağı sırada on yedi kişi yüz üstü düştüler. Baygın bir halde

kendilerinden geçtiler,
ötekilerde de bir yufka yüreklilik, bir ağlama belirdi. Bir şöy söylemelerine imkân olmadı. Zaten hiç

kimsede de dinleyecek hal
kalmamıştı.
Sofilerden bir kaç kişi bana Erzincan yolunda arkadaş olmuşlardı. Bunlar beni kendilerine başkan

seçtiler. Senin
buyruğun olmadıkça ne bir konakta ineceğiz, ne de senden izinsiz sofra kuracağız dediler. Hattâ

senin emrin olmadıkça
birbirimizden incinsek bile hiç bir şey anlatmayacağız. Bir kaç gün geçmişti, yiyecek bir şey

bulamadılar. Karpuz mevsimi idi.
Uzaktan bir bostan tarlasından bir adam eliyle işaret ederek sesleniyordu. Allah adına ant vererek

dervişler buraya gelsinler,
diyordu. Bunlara acele etmeyin dedim. Ama biz açız dediler, sen de aç isen gecikme! Keramet inkâr

olunmaz. Onlara dedim
ki: Nihayet orası yerinde duruyor o şimdilik elimizdedir. Nasıl ki sofinin biri ekmeğe yüzünü dönerek,

eğer senden daha iyisini
bulursam elimden kurtulursun, bulamazsam, şimdilik elimdesin, demiş.
Kulağımızı ağırlaştırarak, ne diyorsun diye sorar gibi elimizi kımıldattık daha çok yaklaştı ve ısrar

gösterdi. Adama
dedim ki: Bir şart ile geliriz. Sen ne yiyorsan dervişlere de ondan vereceksin. Ayağıma kapandı. Çünkü

o bunu rüyasında
görmüş ve vaktini bekliyormuş. Dervişler için karpuz toplamıştı. Ona dedim ki: Sakın olmaya ki sen

iyilerini yiyesin de
dervişlere Allah için ondan daha fenasını veresin. Bir nara atarak yere yuvarlandı. Dervişleri üç gün

konakladı, kuzular kesti,
onun nasibi budur dedim. (M. 333) Azizleri üç gün geri bıraktım, ama sana da nasip erişti diyerek

ayrıldım.
Erzincan'a varınca dostlarda, ayrı düştüm. Beni tanımadıkları süre içinde günlerimiz hoş geçti.

Oyunlar çıkarıyor,
şakalaşıyorduk. Beni tanıdıktan sonra da etrafıma toplandılar hep toy, düğün ettiler.
Üç gün iş aramaya gittim. Beni kimse çağırmadı. Çünkü pek arıklaşmıştım. Herkesi götürdüler, ben

oracıkta
kalakalmıştım.
Yolda büyük bir adamın gözü bana ilişti. Kölesini göndererek burada niçin beklediğimi sordurdu. Sen

yolun kâhyası
mısın? dedim, eğer şehri ve yolu sözleşme ile aldınsa, bana haber ver.
Adam bana alçakgönüllülük gösterdi,beni evine götürdü, güzel bir yer gösterdi, yemekler getirtti, iki

dizinin üzerine
edeple oturdu. Yemek yedikten sonra, bana bu şehirde bulundukça her gün gel karnını doyur, dedi.

işte onun bu sözü oraya
bir daha gitmeme engel oldu. Bir gün beni gördü ve dedi ki: Nihayet beni şu çetin durumdan kurtar!

Dostluk asla tek taraflı
olmaz. Gönülden gönüle pencere vardır, derler. Ben kendi gönlümün

yandığını biliyorum. Beni niçin böyle perde arkasında
bırakıyorsun? Hiç demiyorsun ki , bu nasıldır? Evet dedim. Benim bir adetim vardır, her kimi seversem

önce ona karşı sert
davranırım; ta ki her şeyimle onun olayım. Etimle, derimle, iyi ve kötü her şeyimle ona bağlanayım.

Çünkü iyilik öyle bir
şeydir ki, beş yaşında bir çocuğa karşı bile yapsan o senin çocuğun olur. Ancak er odur ki, önderinin

nasıl sabırlı olduğunu
görür ve onunla başına gelecek belâya da katlanır. Sonradan yüz gösterecek devleti bekler. Onu

nereye eriştireceğini düşünür
de başını o tarafa çevirir. Kahraman olur, ölümden korkmaz, neticede hiç de ölmez. Belki

ölümsüzlükte ölümsüzlüğe, belki bin
ölümsüzlüğe ulaşır.
Orada birini gördüm, parmak kaldırdı. Bin kere de Müslüman olsan, dedim yine sende o küfürden bir

şey artık kalır.
Yoksa niçin o fersiz bakışlarınla hep bana bakıyorsun? Orada bir şeyh vardı, bana öğüt vermeye

kalkıştı. Halk ile onların
anlayışları ölçüsüne göre konuş! Sonra onların zevklerine, dostluklarına göre nazlan! Doğru

söylüyorsun, dedim ; fakat sana
cevap veremem. (M. 334) Çünkü bana öğüt verdin; sende, vereceğim cevabı kavrayacak kafa

göremiyorum.
Bir topluluk ruh âleminde başka bir zevk buldular. Aşağı indiler, yerleştiler, Allahsal âlemden söz

açtılar. Ama aynı
o ruh âlemini Allahsal âlem sananlar da vardır. Bunlara Allahsal bir ilham yahut gönül çekici bir hal

gelir, yahut onu kolundan
tutarak Allahsal âleme çeken bir adam vardır ki, ona uyarlar. Burada gerçi başka bir incelik vardır. Bu

âleme niçin indik,diye
sorabiliriz. Hallacı Mansur'a henüz ruh tamamı ile yüzünü göstermemişti. Yoksa nasıl olur da, "Ben

Hakkım," diyebilirdi? Hak
nerede, ben nerede? Bu ben nedir? Bu ne sözdür? Eğer ruh âlemine dalmış olsaydı, orada söz nasıl

yer bulurdu. Elif nereye
sığar, Nün nereye sıyırdı?
Biri, Allah birdir dedi; öteki, peki sana ne? dedi. Çünkü sen ayrılık âlemindesin yüz binlerce zerreden

ibaretsin. Her
zerrede dağınık, karmakarışık, donuk âlemler var. Bunlarda onun başlangıcı olmayan varlığı gizlidir.

Sana ne oluyor? Çünkü
sen yoksun.
"Yoksulluk benim kıvancımdır" diyen yüce bir insandır, âleme sığmaz. Yoksulluk nedir ki, o onunla

öğünsün . Evet o
Hak ışığının önünde yoksuldur, çaresizdir. Onun göğsü, Hak ışığı önünde arıktır. Hep yanar ve der ki:

Keşke yüz göğsüm daha
olaydı da her gün bu nur içinde yanıp tutuşaydı, saçılıp döküleydi, tekrar tazeleneydi. O yanıp

yakılmanın rahatlığını ancak o
bilir. Zevkini ancak o çıkarır.
Yüce Allah, "Eğer bu Kuran-ı bir dağ üzerine indirseydik, sen. o dağı Allah korkusundan çökmüş parça

parça dağılmış
görürdün," (Haşir Sûresi, 21) buyuruyor. Onu dağ üstüne bile koysalar taşımaya güç yetıre-mez
O nur yansılanır. Dervişin azığı yoksulluktur. Yoksulluk da Allah yolunda dervişliktir. Dervişliğin hırka

ile ne ilgisi var
ki, her yıl dokuz yüz bin akçe derviş hücrelerinde yatanlar için harcanır. Her gün on koyun kesilir.

Hele havadan gelen gelirleri
de sayısızdır.
(M. 335)Hazreti Muhammed (S.A.), "Benim Allah ile öyle bir anım otur ki, aramıza ne bir mahlûk, ne de

en yakın bir
melek giremez," buyuruyor. Allahsına erişiyor.
Bu Şeyhlere sordum:"Benim Allah ile öyle bir anım olur ki," sözü ile işaret edilen hal. sürekli olur mu?

Bu ahmak
şeyhler, hayır, dediler. Sürekli olmaz. Dedim ki: Dervişin biri Hazret! Peygambere (S.A.) dua ediyordu

ve diyordu ki: Allah
sana daima topluluk versin. Hazreti Peygamber buyurdu ki: Hey hey bu duayı bana etme! Bana dua

ederken, Allahm
topluluğu ondan kaldır, Allahm ona dağınıklık ver diye yalvar! Ben topluluk içinde aciz kaldım, örs

oldum. Ulu.Allah, "Sanır
mısınız ki, sizi gereksiz yarattık," (Müminun Sûresi, 115) buyuruyor. Derler ki: Bazı fenalık vardır ki,

neticesi iyiliktir. Yani ben
yüz orduyu yağmaladım, yüzümü sana çevirdim, sen başka bir yerde uğraşıyorsun. Sana saygı

gösteriyorlar, bana
göstermiyorlar. Ben yüzümü hep sana çevirmişim. Benim bütün varlığım, senin bütün varlığınla dolu.

Onun karşılığı olarak
benim varlığımda bol bol senin varlığın yaşıyor.
Biri kapının önünde içeri girmek için hep ağlayıp sızlar. Giremezsin, sana izin yoktur derler. Öteki de

bir saat dışarı
çıkmak için sızlanır hayır derler; bu nasıl olur?
Efendi, herkes kendi halini anlatır.Allah kelâmının

mânasın söylüyoruz,derler. Hele bir hadiste, "Allah, ruhları
tenlerden önce yarattı," buyurmuştur; bu nasıl olur? Yüz binlerce yılı göz önüne getir ki bedenler

yaratılmazdan önce
geçmiştir.Bu Hadis yani sonradan yaratılan varlıklardan birer perdedir. Hades, yani sonradan

meydana gelen şey, elbet de
abdest almayı gerektirir. Hades'ten yani abdesti bozan şeylerden arınmalıdır ki, namaza ve Allah

katına yol bulasın.
Bilmiyorum ki sonradan yaratılan bir nesne yüce Allahnın sözünü nasıl kavrayabilir? Ancak gerektir

ki, gizli gizli Hak yolunda
yürüsün, ruhu yok oluncaya kadar, geçici varlığı kalmayıncaya kadar bu yolda ilerlesin. Nasıl ki o

hikmet ehli zat, donuk ve
eksik olmakla beraber şöyle demiştir: Muhammed gerçi orada idi, varlıktan her ne varsa hep orada

idi. Haktan başka herşey
orada idi, ama yokluğa ve fanilik ülkesine gitti. Evet her şey yok olur. Denilebilir ki o gelir, selâm sana,

seni yalnız buldum,
der.
(M. 336) Herkes bir şeyle uğraşır. O işten hoşnut ve memnundur. Kimi ruh ile ilgilenir, kendi ruhu ile

uğraşır. Daha
başkaları aklı ile, nefsi ile alışveriştedir. Seni kimsesiz buluyoruz, bütün dostlar, kendi sevdaları

peşine takıl mış gitmişler, seni
yalnız bırakmışlar. Ben dostları olmayan bir dostum. Onlar arasında gidenlerden şu nükte meşhur

oldu: "Allah, kuluna vahiy
yolu ile neler bildirdi ise, bildirdi," (Necim Sûresi, 10) buyruldu. Necim Sûresinin başından bu onuncu

âyete kadar dışarı çıktı,
her ne kadar dışarı çıkmasa bile.
Biri, o niçin vahyetti diyor, diye sordu. Dedi ki: Ne söyledi ise söyledi. Ruhu gelir, sorar ki, o sana

söyledikleri ne idi,
diye sorar. Hazreti Peygamber (S.A.) ona ne konuştuksa konuştuk der. Akıl da böylece gelir sorar, o

da aynı cevabı alır. Şimdi
onun alnında bir satır yazı yazılmıştır.
Biri malımı yağmaladılar diye şikâyet ediyordu. Dedim ki: Bu, bakkala çıraklık eden Hintli kölenin

hikâyesine benzer.
Bakkal her müşterinin kâsesinden bal, yahut yağ asırır, müşteri gittikten sonra de çıraktan gizlermiş.

Çırak içinden kızar, fakat
bir şey söyleyemezmiş. Bir gün büyük birtulumun ağzı açık kalmıştı, içindeki bal hep dökülmüştü.

Bunu fırsat bilen Hintli köle,
evet, dedi, parmak parmak topladın, şimdi tulum tulum boşalt! Kardeşi için kuyu kazan bir gün içine

düşer. Kötülük yapma.
Kötülük görürsün! Kuyu kazma, içine sen düşersin! Biri dedi ki: Falanın cenaze namazına gidelim. O

sırada sofinin ondan
çekinir yeri yoktu. Onu Allah yargılasın dedi. Gerçekte cenaze namazı onu Allahnın bağışlaması

demektir. Asıl budur. O aslı,
kökü bilmeyip de dallarla uğraşanlar, elbet de tersine ve yanlış söylerler. Yine bir hikâye vardır: Biri

balıktan bahseder. Onun
büyüklüğünü, iriliğini anlatırmış. Başka biri sus demiş, sen balığın nasıl olduğunu ne bilirsin? Öteki

ben bilmez miyim, bu kadar
deniz yolculuğu yaptım, demiş. Peki o halde balığın nişanını söyle nasıldır. Palavracı hemen atılır:

Deve gibi iki bacağı var.
Adam, yahu der ben senin yalnız balığı bilmediğini sanırdım, şimdi görüyorum ki, sen deve ile öküzü

de birbirinden
ayıramıyorsun!
(M. 337) Tabiat ehli olmamalı, gönül ehli olmalı. Gönül ara, tabiata bakma! Gönülün yeri nerede?

Gönül gizlenmiştir.
O Allah adamıdır, kıskançlıktan ona gönül ehli derler. Bir aralık Hakkın parlak ışığı gönülde

yansılanırsa, gönül
sevinçlidir. O ışık, bir anda kaybolur, ancak gönül gönül olmak için çok kere böyle olur. Yanar, çok

kere gönül kırılır, aradan
kalkar; Allah kalır.
Davud Peygamber de bu nükteyi işaret etti: Davud, Allahdan sordu: Seni nerede arayayım? Buyurdu

ki, "Beni
göklerim ve yerim kapsayamaz, ama bir mümin kulumun kalbine sığarım," Bir de, "Ben, benim

yolumda kalpleri kırılmış
olanlarla beraberim," buyurmuştur. Kalpleri kırılmış olanlara gönül sahibi diyorsun. Çünkü ona gönül

kırıklığı gerektir. Hakka
erişince Hakkın nurundan onun yüceliğinin nurunu görürsün. "Onları (Velîleri) benden başkası

bilmez," buyurulmuştur.
Bir derviş dedi ki: Bana aksi gerektir. Bir an dedi ki: Her peygamberin bir mucizesi vardır. Gerçek

Allah kulu olan
Yusuf Peygambere sözleri yorumlama yetkisi verilmişti. Ama Muhammed ümmeti için gerektir ki

sözleri yorumlama bilgisi
yeter derecede olsun, "Kendini bana göster" dileği, bilindi ki Muhammed ümmetine yaraşan bir

dilektir. Bundan dolayı Musa,
"Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl!" diya yalvarıyor. "Kendini bana göster sözünden de yine

beni Muhammed
ümmetinden kıl diye yalvardığı anlaşılıyor. Çünkü Musa gördü ki, bir insanın parlak ışığı dağ üstüne

inince dağ küçüldü. Benim
işim değildir, "Beni Muhammed ümmetinden kıl!" diye tekrar yalvardı. Ona şimdi bir kaç gün git

Hızır'la görüş denildi. Hızırda,
"Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl!" diye yalvarıyordu. Musa ile Hızır'ın kapıştıkları başka bir

nur daha var. İsa'ya
bakarsın ö nur içinde şaşırmış bir halde bulursun. Musa'ya bakarsın o nur içinde başı dönmüş

görürsün.
Muhammed (S.A.) öyle bir nurdur ki, Dutun nurların en parlağı, en üstünüdür. Nihayet gör

ki, o çilede ve o zikir
âleminde, hiç Muhammed'e uyma hakkında bir işaret var mıdır? Evet Musa'ya kırk gece diye bir işaret

verildi. Muhammed'e
uymak ciheti nerede kaldı ki, Musa onu dilememiş olsun! (M. 338) Belki, "Yarabbi beni onun atının

terkisine yapışanlardan
eyle!" diye yalvarır.
Mevlâna'nın öğüt meclisinde bir aralık hoş bir şey oldu. Mansur'un vaaz meclisinde o kadar keramet

ile birlikte öfke
yer bulmazdı. Nasıl ki bir gün o Mansur der ki: Eğer kuru bir ağaca bile yürü dese, onu yürütür. Bu

sırada hemen tahta
minber yerinden ayrılır, iki kere yere eğilir. Mansur, ey minber! der, ben sana söylemiyorum, sen

yerinde dur!
Öğüt meclisleri onları anmakla kızışır, tatlılaşır. Ama onların hallerinden haberleri olduğu için değil,

ancak adları
söylendiği için meclis kızışır, coşar. Ben onlara şöyle diyorum: "Bilim Hak yönünden verilir,

kendiliğinden gelmez."
Bir adam şeker gibi tatlı bir düş görmüş. Gökten şeker yağıyormuş... Ondaki insafa bak ki nasıl

düşünmüş. Bütün bu
üstün vasıfları ile birlikte şeyhin yanında yaya yürüyordu. Çeşitli fenlerde yetişmiş yüzlerce öğrencisi,

seçkin bir topluluk
kendisini kınamakta idi. Onlara dedi ki: Varlıkları yaratan ulu Allah hakkı için siz eğer onun bir tüyünü

anlayabilseydiniz, yani
Allahnın bize bildirdiği kadar onu anlayabilseydiniz, atının dizginlerini benim elimden kapardınız.

Birbirinizin makam ve
mansıplarını kapmak için nasıl kıskançlık gösteriyorsanız, onu da öylece benden kıskanırdınız. İşte o

bütün temiz iman ile
üstadını eve getirinceye kadar atının başını çekti. Yolda kaç kere hem ona gönülden inanmış, hem de

inkâr etmiştir. Çünkü
şeyh, böyle pek genç çocuğa karşı neden bu kadar gönülalçaklığı ve iltifat göstersin? diye

kuşkulanıyor. Sonra yine kendi
kendine ona ne ziyan gelir ki, panzehir ocağıdır, diyor. Fetih Sûresinde buyurulduğu gibi Allahnın

geçmiş ve geçecek
günahlarını yarlıgadığı kimselerden zarar gelmez. "Hele, Allah onların suçlarını iyiliğe çevirirse." (M.

339) anlamındaki âyetle
müjdelenmiş olanlara ne mutlu.
Beyit:
Dağ yılanlarla dolu olsa da korkma!
Çünkü orada tiryak taşları da var.
Şeyh ona okşayıcı bakışlarla baktı mı, içinde parlak düşünceler belirirdi. Sonra tekrar gölgeye daldı

mı, karanlık
kuruntular baş gösterirdi.
Diyelim ki onun durağı orasıdır. Sanki halkı yoldan çıkarmak, kuşku ve düşüncelere sürüklemek bir

erkek işi midir?
Şeyh onu görünce selâm sana, dedi, bizi düşünmek hususunda nasılsın? Tekrar unutuyor musun?

Seni
gerçeklemekten veya inkâr etmekten nasıl kurtulalım, diye şüpheleniyor musun? Allah geceyi ve

gündüzü değiştirir.
Kaç kere, gündüz ışığı karanlık denizinde boğulur, kaç kere de karanlığın deryası nurun alevinde

yanar. Kur an'da,
"İnsanlar bir imtihan geçirmedikçe, sadece inandık demekle kurtulacaklarını mı sanıyorlar?"

(Ankebut Sûresi, 1)
buyurulmuştur. Alemde hangi şey vardır ki, bir imtihan geçirmeden kabul olunur, yahut imtihansız ise

geri çevrilir? Ama Allah
dilerse sonunda iş doğrulur,doğru yolu tutarsın, o zaman kim olduğunu da anlarsın! Veli, veli olduğunu

bilmez mi? Meğerse
olgunlaşmamış olsun, henüz gelişme yolunda olsun, insan Aksaray'a varınca nasıl olur da vardığını

bilmez?
Hocendî diyor ki: Ailemin uğradığı acıları görünce kendi acılarımı unuttum. Şam'da Şahap Herive

büyük bir soydan
gelmişti. Dedi ki: Ölüm bana göre neye benzer bilir misiniz? Artık bir insanın sırtına ağır bir yük

vururlar, onu zorla çamura
sürüklerler, yahut yüksek bir dağa doğru yürütürler. Bin bir zorluk içinde tırmanmaya çalışırken birisi

gelir sırtındaki çuvalın
urganını keser, yere bıraktırır. İşte o adam birdenbire nasıl hafifler, nasıl yükten kurtulur ve canı

tazelenirse, ölüm de insanı
öylece rahata kavuşturur.
(M. 340) Simdi onun hali tıpkı o kimsenin haline benzer ki, ulu bir ocağın köleleri olduklarına

inanırlarsa, bir gün ecel
gelince ocak ulularının yasını tutarlar; Allah kulu olan o ailenin ışığı içinde onları alçaltır ve kıskançlık

gözüyle bakarlar.
Niçin Allahya yalvarmıyorsun? Gece yarısı kalk ikilik âleminden geç, yüzünü yere

koy, iki damla yaş dök. Allahm,
eğer peygamberleri, erenleri sen istemeseydin hepsi de kapı halkası gibi dışarda kalırlardı. Simdi

bana falan ulu kişiyi
gösterdin, gözümü onunla aydınlat. Hazreti Peygamber, "Ne mutlu beni görenlere, beni görenleri ben

de görürüm" buyurmadı
mı?
Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), önceleri halktan çok sakmırdı; en çok Hak ile dostluk

ederdi, iyiden
kötüden çekinirdi. Olmaya ki, halkın kendisine karşı fazla Muhabbetsi biran veya bir saat için perde

olur diye düşünürdü. Tam
olgunluk çağına erince, kendisine karşı seksen bin âlemin saygısı ve Muhabbetsi ile iki kişinin

Muhabbetsi farksız oldu. Buyurdu ki:
"Beni halka satın." Yani, ey dostlarım beni halka satın ki ben kendi kendime satışa gelmem. Hazreti

Mustafa (S.A.) böyle
buyurmuşsa ne ziyanı var. Bak ki Hak ne diyor? Beni yüz kere satın diye haykırmıyor mu? "Kullarımın

gönüllerinde benim
nimetlerimi ve vergilerimi anmaları hoşuma gider. Çünkü gönüller kendilerine nimet bağışlayanın

Muhabbetsini taşır. Kendilerine
fenalık edenlere karşı kin beslerler," buyurulmuştur. Emreden nefis, kendini sat! der. O altın gümüş

peşindedir. Ben para
peşinde değilim, ben o işin peşindeyim ki, eşek köprüden geçsin. Onlar büyük adam olmuşlar, şeyh

olmuşlar, ben onlara ne
yapayım? Yalvarayım mı?
Aç kalmış birini arıyorum, susamış bir insan arıyorum. Berrak ve temiz su, yaradılışındaki iyilik ve

cömertliği ile
susamış insan arar. Nefis, kadın huyludur. "Onlara danışın, ama düşüncelerine aykırı davranın,"

buyurulmuştur. Ey Allah elçisi!
Onlara danışın buyuruyorsunuz. Hele kamunun menfaati ve sevinci olan bir işte ne yapalım?
Şimdi eğer erkeksen gel gidelim, onlarla danışma yapalım. Orada kadınlar vardır, nasıl edelim? (M.

341) Buyuruyor
ki: "Onlara danışın ama her ne söylerlerse aksini yapın." Bir söz söylüyordu, hoş bir sözdür, dedim.

Ama Allah sözü değil.
Güzel söz, ama Allah güzellerinden değil. Bizi her kim bir Müslümanla birlikte görürse Müslüman olur.

Bir zındıkla gören de
zındık olur. Hem öyle zındık olur ki: Mazandıran'daki Girdikuh Tapınağı zındıklarını ona köle ve

hizmetçi yapmak yaraşır. Öyle
bir insan eğer bir yaprak okursa zındık olur. Eğer her iki yaprağı okursa Müslüman olur. Hem de öyle

bir gerçek dost olur ki,
anlatılması imkânsızdır.
Fahri Kazı'nin ne haddine düşmüştür ki Muhammed-i Tazi, yani Arap Muhammed şöyle der,

Muhammed-i Razî, yani
Reyli Muhammed de böyle söyler diyebilsin (Fahreddin-i Razl'nin asıl ismi Muhammed Fahreddin'dir.

Çağdaş tefsirciyi ne
Şems, ne de Mevlâna sevmiyor. Nitekim Mevlâna Mesnevî'de: Eğer akıl bu yolun kılavuzu olsaydı Fahri

Razî dinin inceliklerini
bilen bir bilgin olurdu diyor.(Ç)). Bu adam, bu çağın dönmesi sayılmaz mı? Mutlak kâfir olmaz mı?

Meğer ki tövbe etsin. O
kendini niçin incitir?O zaman Allah kullarından hangisinin kılıcı ona acır? Bunlar kendi kendilerine de

hiç acımazlar.
Haccac.bin Yusuf (Haccac Bin Yusuf, Emeviler devrinde Şam valisi, gayet sert ve zalim bir adam idi.

Şems'in ona
rahmet okumasının hikmeti bu hikâyeden anlaşılmaktadır. (Ç)) Allahnın rahmeti üzerine olsun,

deyiver. Evet bizim işimiz
bütün halkın aksinedir. Onların kabul ettiği her şeyi biz red ederiz, onların red ettiği her şeyi de biz

kabul ederiz.
Bir gün Haccac gizlice haber aldı ki, adamın biri kendi makamına imrenirmiş. Bir gece sabaha kadar

onun harem
dairesindeki kürsüsünde otursam, bir başkası da-bir gece sabaha kadar onun harem dairesinde

kalsam diye söylenirmiş.
Haccac bu adamları çağırmış ve sarayının ahçısına, yedi renkli pirinç pişirmelerini emretmiş. Pilâvları

getirmişler, bunlara yeyin
diye emir vermiş ve sormuş: Hiç tadları arasında bir fark buluyor musunuz? Mademki âlemin

pabucuna pabuççu demek
küfürdür, fakirin pabucuna ne dersin? Bana yüz bin dirhem masraf etsen yine sözüme saygı

göstermek derecesinde değeri
olamaz. Eğer sende saygı varsa gel. Saygısızlık edersen git. Artık saygısızlıktan vaz geç. Eğer bize

saygın varsa bizden işittiğin
şeyleri bizim işaretimiz olmadan niçin açıklıyorsun, diye sordum.
Dedi ki: Senin küpün her ne kadar sızarsa da suyu temiz saklar. Sunu da söyledi: (M. 342) Ben bu

yolda çok taban
tepmişim. Bir adamı bir çok yerlerde dolaştırsalar yirmi fersah alan içinde, şehrin yakınlarında

gezdirseler de şehre
sokmasalar, tekrar dolaştırsalar ne çıkar? dedim. Ben Hakkı arama yolunda bir çok büyük ve

küçüklerle düşüp kalktım,
dedi.Ya rahat peşinde idin, yahut da söz derleme sevdasında idin, dedim.
Kendimi bir bağda gördüm, kendimden geçmiş bir vaziyette idim. Bana bir ateş geldi, yüksek bir ses

işittim, tekrar
bir nara atarak kendime geldim. Çizmelerimi giymek istedim, gözüme başka bir şey göründü, yine

kendimden geçtim. Bütün
evlerin üstünde dolaşıyordum, gökten yedi kapı açıldı. Yerden göğe kadar uzanan direkler gördüm.

Anladım ki, o direkler
mümin kulların ibadetleridir. Sonra Mevlâna'yı bir minber üzerinde gördüm.

Yanına havadan iki kişi geldi. Alevîlerin büklüm
büklüm saçları gibi kıvırcık saçları, ışık saçan iri gözleri vardı. Ellerinde üst üste konmuş içleri

mücevherlerle dolu tabaklar
getirdiler, Mevlâna'nın önüne koydular. Bir toprak çömlek ki, yere vurul-sa kırılmaz; şaşılacak bir şey

değil, öyle bir toprak
çömlek ki, elli kere kayalara çarpılsa bile kırılmazdı! Ama yumuşak bir kum üstüne düştü, kırıldı.

Hayret ettim. Eğer onlara bir
ölü için verin desen mezardan mezara kaçarlar.diriler için verin desen külhandan külhana gizlenirler.
Benden sordular: Yol kesenlerin soyup bana getirdikleri mal helâl olur mu? Benim için helâl olan bir

mal ile bu mal
arasında ne fark var? Hem karada, hem suda yaşayan kurbağa değil ki tiksineyim. Çömlek değil ki

murdar olur, yahut bozulur
diye korkayım, işte bu şımarıklığı yapmak başkalarına yaraşmaz. (M, 343) Diyelim ki: Bir doğan kuşu

geldi, bir kale duvarı
üstüne kondu. Birisi ona atmak üzere yerden bir taş aldı, fakat kuş uçup gitti. Ama o duvar üstünde

bir merkep olsaydı ben
de bir taş alır onu oradan kaçırmak için atardım. Ya boynu kopar, ya çamura düşer, Karun gibi

alçaldıkça alçalırdı. Bir de o
insana bak ki, iman ışığı yüzünden fışkırıyor, ikiyüzlülük ona asla bulaşmamış, o ışık öyle bir ışık ki hiç

bir sınama ile
kararmamış, sönmemiştir, öteki ışıklarla bu nur arasındaki ayrılık şudur: Öteki ışıklar ufak bir tecrübe

sonunda kararır söner,
bu sönmez.
Bana dost görünen biri vardı, müridlik davasında idi. Bir gün geldi, benim bir canım var ama, bilmem ki

senin
kalıbında mı yaşıyor dedi. Ben, kendisini sınamak için ona şöyle dedim: Senin paran var, bana güzel

bir kadın bul; üç yüz
isterse sen dört yüz ver. Adam yerinde donakaldı. Ona bir gerçek açıklandı kendisine pek yakın

sandığı adamın, ne kadar
uzak olduğunu anladı.
Su halde bir kere ona ayak uydurmak gerek. O sevgili bizim yanımızda sanki ana kucağındaymış gibi

davranır.
Nihayet ey nazlı sevgili! Akıllıdan daha az mı akıllısın. Şeytandan daha az mı şeytansın?
Öğretmenlik yapıyordum, bir çocuk getirdiler hoppa! Gözleri kıpkırmızı, sanki yalpa vuran bir sarhoş

gibi geldi. Selâm
sanaüstat! dedi. Ben müezzinlik ederim, hoş sesim var, kalfa olacağım, dedi. Evet oraya oturdu anne

ve babası ile sözleşme
yaptım. Eğer eli kırılmış olarak yanınıza gelse bile hiç bir telâş göstermeyeceksiniz, dedim. Bizim

çocuğumuza karşı
beslediğimiz yufka yüreklilik yüzünden belki kendi elimizle dövmeye gönlümüz razı olmaz. Ama sen

döversen hiç ses
çıkarmayız, size senet verelim. Bu çocuk bizi darağacının başına götürmüştür, dediler. Mektebimizin

çocukları hep başları
önlerinde çalışıyor,etrafında bakışıyorlardı.Öğrencilerden birini çağırdı, şakalaşmak, oynamak istedi.

Hiç kimsenin kendisiyle
ilgilenmediğini görünce kendi kendine, bunlar ne adam-larmış, diye mırıldanıyordu. (M. 344) Gizlice

birinin tüyünü çeker,
ötekine çimdik atar, çocuklar da onun oturduğu tarafa oturmak istemezlerdi, iş bu şekilde uzayıp

giderken kendimi her şeyden
habersizmiş gibi gösteriyordum. Ara sıra ne oldu? diyordum, ne gürültü ediyorsunuz?
Hiç, üstat diyorlardı. Orada dışarıdan biri işaret etti. Önce ona bağırdım, ödü koptu, biraz sonra

yerinden sıçradı.
Artık ben gideyim üstat! Pek erken geldim, henüz yeniyim, dedi. ikinci gün tekrar geldi. Sordum

kendisine: Paydos vaktine
kadar ne okudun? Gel oku, dedim. Kitabı önümde açtı, bir kenarından biraz yırtılmıştı. Kitabı nasıl

koruyorsun? dedim, bir
tokat patlattım. Hemen yere yuvarlandı, ikinci, üçüncü tokatı da vurduktan sonra saçlarını yolmaya

başladım, ellerini
kanattım, sonra da falakaya yatırdım. Aramızda Hoca Reis dediğimiz bir kalfa vardı, gizlice ona

seslendim. Çocuğa yardım
etsin diye işaret ettim. Fakat hiç aldırış etmiyor gibi görünüyordum. Çocuk içinden hele bakın Hoca

Reise karşı nasıl
davranıyor diye hayret ediyordu. Çünkü niçin geldin diye kalfaya çıkıştım. Sizi görmek istedim de

onun için geldim dedi. O
konuşurken çocuk gizlice yutKunuvor, ona işaret ediyor, aman bana yardım et, diye yalvarıyordv

Kalfa dudaklarını ısırarak
kendisini kurtarmak için fırsat koFıac^ğım anlatmak istiyordu. Hoca Reis, şimdi ben burdayım

korkma diye gizlice işaret
ederken, biraz sonra da bana artık bu sefer izin verin de ayaklarını çözeyim diyordu. Ben susuyordum;

nihayet çocuğu
kaldırdılar, bir hamalın sırtında evine gönderdiler. Bir hafta evinden dışarı çıkamadı. Ertesi sabah

namazda idim. Annesi,
babası geldiler, ayağıma kapanarak, sana olan teşekkür borcumuzu nasıl ödeyeceğiz? dediler.

Halbuki kendi kendime belki
gelmezler de ben de kurtulurum demiştim. Nihayet bir hafta sonra oğlan yanımıza geldi uzakça bir

yere oturdu. Gizlice korkak
bakışlarla etrafı süzüyordu. Ona seslendim, yerine otur, dedim. (M. 345) Bu sefer tekrar terbiyeli bir

durumda kitabını açtı,
dersini okumaya başladı. Herkesten daha terbiyeli bir durumda kitabını açtı, dersini okumaya

başladı. Herkesten daha terbiyeli
ve uslu olmuştu. Bir kaç gün sonra yine unuttu. Dışarda aşık oynadığını söylediler. Keşke'o söyleyen

gammazlık etmeseydi,
içerde çocukları dövmek için değil ancak korkutmak için bir sopa vardı. Bu sopayı aldım. Simdi

oynadıkları yeri temizlemişler,
boyuna aşık atıyorlardı. Arkası bu tarafa dönüktü, ben keşke beni görse de kaçsa idi diye

düşünüyordum. Öteki çocuklar
onunla benim aramdaki vazgeçtiyi bilmedikleri için ona kaç demiyor, benim arkamda kalan çocuğun

canı burnuna geliyor,
renkten renge giriyor, onunla göz göze gelmek için fırsat kolluyordu. Bir işaret

versin de arkadaşını bu tarafa kaçırsın diye
çırpınıyordu.Halbuki o kendinden geçmiş haldeydi. Önüne vardım. Selâm sana,dedim. Hemen yere

yuvarlandı, elleri titredi,
rengi uçtu, kupkuru kesildi. Kalk diyordum, kalk gidelim. Geldi, kitabının yanına götürdüm, bundan

sonra da sopayı suya
koydum. Öyle yumuşadı ki, öyle bir şey oldu ki hiç sorma. Onu falakaya çektiler. Tek başına on iki

çocuğa birden vuruyordu.
Aman üstat, dedi onu Arık bir çocuk bile falakaya çeker, ayaklarını sarar. Kalfaya diyordum ki: Bari

sen vur çünkü benim vura
vura elim şişti. Kalfa da bir kaç sopa vurdu. Kalfaya tutun dedim şöyle vurun. O bakıyordu bu sefer

sopayı kaldırdım kalfaya
vurdum. Kendimce çocuğu dövüyordum sanki. Dördüncü sopada ayağının derisi sopayla beraber

kalktı. İçimden sanki bir şey
koptu aşağı düştü. Birinci ve ikinci sopada bağırmıştı, ötekilerde ses çıkarmadı. Nihayet yine evine

götürdüler, bir ay dışarı
çıkmadı. Sonra dışarı çıktı annesi sordu nereye gidiyorsun? (M. 346) Üstada gidiyorum dedi. Annesi

ama nasıJ gideceksin?
deyince, o benim efendimdir, onun yerini kim tutar? Ben ölünceye kadar ondan ayrılmam. Benim ne

olacağımı, hangi kuru
darağacında kalacağımı Allah bilirdi. O beni yola getirdi. Beni tekrar mektebe götürün, diye annesine

babasına yalvarıyordu.
Anne ve babası dua ediyorlar, komşuları hep birden ellerini kaldırmış hem dua ediyorlar, hem de

diyorlardı ki, bu, öyle bir
fedaiydi ki ne kendisini, ne de büyükten, küçükten hiç kimseyi sağ bırakmayacaktı. Şehrin şahından

.bahsetsem, ona söverdi,
taş atardı, öyle cesaretli, öyle korkusuzdu ki, yüz adam öldürmüş olan bir kanlıya karşı bile

pervasızca davranırdı. Hülâsa bu
öğrenci şimdi bütün arkadaşlarından daha uslu, daha saygılı olmuştu. Bir arkadaşı kendisine bir

işarette bulunsa elini ağzına
götürür sus diye mırıldanırdı.
Nihayet kısa bir süre içinde bütün Kuran-ı ona öğrettim; hoş bir sesle ezan okuyordu. Bundan sonra

bir daha
gelmedi. Artık işini bulmuştu.
Allahnın perde arkasında gizlediği kullar vardır. Onlarla birlikte sırlar konuşur, gizli hikmetler söyleşir.
Beni Şeyh Evhadüddin-i Kirmani sema meclisine götürdü, çok saygılar gösterdi. Sonra kendi özel

hücresine davet
etti. Bir gün ne olur dedi bizimle beraber kalsanız? Dedim ki: Bu bir şartla olur. Açıkça ikimiz birlikte

otururuz, sen müritlerin
önünde içki içersin, ama ben içmem, ben bu işe katılmam. Sen niçin içmezsin dedi. Dedim ki: Sen

bahtiyar bir fasik
(günahkâr) olursun. Ben ise bahtsız bir günahkâr olurum. Bunu yapamam dedi. Bundan sonra bir tek

söz söyledim, üç defa
elini alnına götürdü, Allah! dedi.
Kelâm bilgini Esedüddin bir gün, "Her nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir," (K. 57/4)

anlamındaki Allah
sözünü yorumluyordu. Bütün bilgisi ve erdemi ile beraber, halk önünde kendisinden bir şey sorduğum

için bana gücendi. Bir
gün tekrar sordum: O sizinle beraberdir diyorsun. Allah sizinle beraberdir demek nasıl olur?
Bana şu cevabı verdi: Senin bu sorudan maksadın nedir? Allah yumuşaklık ve merhamet tarafında

iken ne ise sertlik
yönünde de öyledir. Uçuruma gidiyorsun dikkat et.
Benim bu soruma karşı maksadın nedir? demek uygun değildir. Bunun mânası nedir, sen dinle: Bir

şüphe bağlamışsın
kendine zahmet vermeyi huy edinmişsin. (M. 347) Allah kelâmına bu mânayı nasıl veriyorsun. "O

sizinle beraberdir," evet
ama Allah kul ile nasıl beraber olur? Evet, dedi Allah kulu ile bilgi yönünden beraberdir .
O vaizdir, öğütçüdür ne bilir derler, insafsızlığı pek ileri götürürlerdi. Her ne derlerse desinler,

sözcüler hâlâ Elif
harfinin derisini geveliyorlar, onun mânasını hiç anlayamıyorlar. Çünkü erlikleri yoktur. Nasıl ki

erkekliği olmayan bir adamı bir
güzelin yatağına koyarsın ne yapabilir? Tatsız okşayışlardan başka elinden ne gelir? Bir şey yapamaz,

ancak yüzünü yüzüne
sürer o kadar.
Bir şey ki başka bir şeyin sebebi olmuş ve onu meydana getirmiştir, ondan yoksundur. Bu erkekliği

olmayan delikanlı
ile iğneci arkadaşının hikâyesine benzer ki, ne halkın ve ne de başka yakınlarının bu halden haberleri

yoktu. Onun sakalı,
bıyığı ile öğünürlerdi.
Beyit:
Erliği, sakal ve bıyığının yalancı şahididir.
Onu ana tüyü ile süslemek daha uygun düşer.
Yukarıda sözü geçen delikanlı, binlerce genç kız

arasında seçtiği güzel bir dilberle evlendi. Düğün dernek yapıldı. Ama
geline yaklaşamadı. Çok düşkün bir durumda kaldı. Bunun üzerine çocukluğundan beri sır yoldaşı

olan iğneciye geldi, meseleyi
açtı, benim en yakın arkadaşım sensin dedi. Halim şu durumdadır. Bugün gece sularında bana gelir,

benim elbisemi giyersin,
beni şu baş ağrısından kurtarırsın. (M. 348) Fakat halvete girince hiç konuşmazsın ki kız işi çakmasın.

Uyku sırasında adet
olduğu üzere ışıkları da söndürürsün, iğneci.hay hay! dedi, emrindeyim. İğneci halvete girince hemen

ışığı söndürdü yatağa
fırladı. Kızcağız onu kendi zavallı kocası sandı. İğneci yiğitçe yaklaştı, kızı altına çekti, feryat, figan

sesleri yükseldi. Koca,
kapının dışında idi. Ey kahpecik! dedi. Beni mi sandın ki ciğerimi dağlayasın? Ona iğneci derler, demiri

yırtar, delik deşik eder.
Sahabeddin-i Sühreverdî, (ona, "Maktul" Şahabeddin de derler), Halep Sultanı katında çok değerli ve

olgun bir insan
olarak tanınmıştı. Kıskandılar, Sultana dediler ki: Ey Melik! Falan kimseye bir mektup yaz hep birlikte

mancınığa koyalım
atalım.
Mektup okununca sarığı aşağı düştü. Başını kestiler. Ama hemen pişman oldu. Düşmanların tuzağı

açığa çıktı. Melikin
lâkabına Meliki Zahir derlerdi. Katillere buyurdu: Mazlum Sahabeddin'in kanını köpekler gibi

yalasınlar, içlerinden iki kişiyi de
fesat karıştırdıklarından dolayı öldürttü. Birkaç kişiyi de dışarı göndererek pazarda sattırdı. Gizlice

kırk dinara satın aldılar.
Güzel bir kitap beş akçeye satılır. Çünkü herkes kitaptan anlamaz. Bu Şahabeddin istiyordu ki, fitne

ve fesata sebep
olan, ellerin, ayakların kesilmesine yol açan altın ve gümüş paraları kaldırsın, alışverişi başka bir

şeyle yaptırsın. (M. 349)
Halkı Muhammed dinine uymaktan vaz geçirsin. Eğer o Muhammed'in izinden gidiyor muydu diye

benden sorarlarsa, hayır
gitmiyordu, derim. Bir gün onunla bir ordudan söz açan Meliki Zahir sordu: Sen ne bilirsin? Ordu

nedir? Yukarıya ve aşağıya
bakınca her tarafta yalın kılıçlarını çekmiş askerlerin, heybetli kişilerin durmakta olduklarını gördü.

Yer, tavan, aralık hep
askerlerle dolu. Yerinden sıçradı, hemen hazineye gitti, işi araştırmadan hemen ona saldırmak için,

içinde bir öfke duydu.
O Sahabeddin'in bilgisi aklından üstün idi. Akıl gerektir ki, bilgiden üstün olsun, hâkim olsun.
Onda aklın durağı olan beyin arıklaşmıştı. Nasıl ki, bir aralık dimağının gücünü artırmak için bir iki

kadeh ferahlatıcı
sudan almak isterdi. Daha fazlası da işe yaramazdı. Dimağı son derece arıklaşmış olmasından dolayı,

Sahabeddin'in sözü de
yukarı adı geçen o kelâm bilgini Esedüd-din'in sözünden daha aşağı sayılırdı, o zaman bu kelâmcı

Esedüddin onu kötülemişti.
O insafsız bu makamda bizdendir. Mâna bakımından da senin olduğu gibi. Sen biz olunca ulu Allahnın,

"Biz onu (Kur'an-ı)
Kadir Gecesi indirdik," (Kadir Sûresi, 1) anlamındaki âyette de aynı veçhile ifade ediliyor. Nasıl ki siz

benim sözlerimin içine
daldınız, bunu hiç kimse anlayamaz. Anlayabilselerdi hepsi de mürid olurlardı. Söz onlardan da

geçerdi. Şimdi daha ne kadar
onların sakallarına göre tarak vuralım. Şöyledir veya böyledir diye sözü çoğaltalım. Lâfı çok uzatırsak,

alt tarafı yalan olur.
Allahyı görürsen, benden selâm söyle. Dost çok iyidir, kendini onda yok edersin, onun varlığında

yürürsün. O
kalmazsa sen de kalmazsın. Her şey varlık alanına gelmekte Haktan bir müjdedir, bir bağıştır.
Yolcunun biri yolda yürürken karşıdan hafif silâhlar kuşanmış ılgar bir atlı gördü. Kendi kendine, bu

adam bana
kastetmeden önce ben onun işini bitireyim dedi. Atlı yaklaşınca yolcuya, bana öyle kötü nazarla

bakma! dedi, çünkü ben
çarpışma hususunda çok hünersizim. Yolcu şu cevabı verdi: (M. 350) Güzel söylüyorsun, ben de can

korkusundan seninle
çarpışmak istemiştim. Simdi gel artık el ele tutuşalım. Bu gün din âleminde de iş böyledir. Bu külahı

taşımak istiyorsan
önceden başına giymelisin ki bu er meydanından mertçe başını çıkarabilesin. Yoksa yolda kalırsın.

Bahtiyar odur ki, ecel
kılıcından hem başını, hem de külahını kurtarır.
Ey kadılar, müderrisler, şeyhler! O zayıf Allah dostuna karşı gönülalçaklığı göstermeyenler

yaralanırlar. Belki
bilmiyorduk, ama bu yolda bilgisizlikle nasıl yürünür?
"Allah cahili kendisine dost edinmedi." Belki meşgulsünüz acaba bizimle mi? Hayır, dedi bir komşu ile.

Komşu kim
oluyor? Senin komşun ancak benim. Burada dava boş lâftır. Kâfirleri şu cihetten severim ki, dostluk

iddiasında bulunmazlar.
(Açıkça) biz kâfiriz, düşmanız derler. Şimdi sana dostluğu öğreteyim: Dostlukta yalnızlık haramdır,

yasaktır, cezayı gerektirir,
Dost odur ki, şefkat yönünden gözlerinden ateş saçar. Yarabbi onları günahtan kurtar, beni ve bütün

Müslümanları da birlikte
yarlığa! diye yalvarır.
Bugün sen de, şeyhi meyhanede gördüğün halde, ben bu işin sırrını bilmem,

ancak o ve onun Allahsı bilir, diyecek
kadar hoşgörürlük varsa, onu Allahya yalvarış halinde gördüğün zaman, bunu tanırım, bir kere bu

sende onu aynı
münacaatta, aynı Kabe'de, aynı cennette görecek kadar kudret yoktur, hiç değilse bu kadar temiz

düşünmek de çok iyi olur.
Biri diyordu ki, Muhammed (S.A.) bizim perdedarımızdır. Dedim ki: Kendinde gördüğün şeyi,

Muhammed'de niçin
görmüyorsun? Herkes kendi kendisinin perdecisidir. Dedi ki: O yerdeki marifet hakikati vardır, davet

nereyedir? (M. 351) Yap,
yapma hitabı nerede kalır? Dedim ki: Nihayet, o onun içindir ve bu başkaca fazladan bir fazilettir.

Ettiğin bu inkârdan vazgeç,
bu tasarrufu bırak ki, davetin tam kendisidir. Hem davet ediyorsun, hem de davet etmemelidir

diyorsun!
Bu Cebriye'ciler ne yaparlar? Kuvvetli adam bilmez mi ki, bütün bu varlık Allahındır. Bir çocuğa

sorarsın: Bizi kim
yarattı? Hak yarattı, der. Ortada bir dönderici olmadan bu çarh döner mi dersin. Ne söylüyorsun der?

Divane misin?
Pekâlâ bizi yaratan, var ve yok eden mi daha güçlü, daha kuvvetlidir, yoksa biz mi? sana şu cevabı

verir: Eğer o
bizden daha kuvvetli olmayaydı, bizi hem var, hem yok etmeye kim güç yetirebilirdi? Daima en yüce

kudret odur ki, bu galip
ve yüce varlığı görebilsin, gözünü açsın, perdesiz taklitsiz yaratıcıyı temaşa etsin, Allahı görsün.
Derler ki: Simdi git, Muhammed'i gör ki, o bu ay ve güneşin varlığı için bir sebeptir. Fakat onun için bir

sebep
yaratılmadı. Onun hiç bir sebebi yoktur. O Sems'in (Güneşin) yüzü kara olur, ama bu Şems'in yüzü

kararmaz. Çünkü bu
hidayet güneşi Hakkın yüceliğinden nur almıştır. O güneş ise öyle bir makamdadır ki, o makam

ancak, "Güneş yuvarlanıp
karardığı zaman," (Şems Sûresi, 1) anlamındaki âyet ile işaret buyurulan makamdır.
İyi insan dert ortağı olur, iyi insan cana yakın, tatlı bir insan olur. Fakat Şeyh Muhammed bu yolda

uygunluk
göstermez. Bir türlü uysallık tarafına yanaşmaz.
Ben seni'o halette ve o makamda gördüm. O halden vazgeçesin diye ne kadar çabaladım. Acaba o

yabancılık
makamında niçin oturmuştur? diye gönlüm hep seninle idi. Niçin o dar ve tatsız menzildedir diyordum,

istiyordum ki, benim
sana karşı duyduğum şefkatin ne derecede olduğunu bilesin. Şimdi bir kere elini şöyle bana sür.

Çoktandır sürmemiştin, işin
varsa da şöylece biraz olsun değdir. (M. 352) Selâm sana! Bayramın kutlu olsun! Bizim selâmımız bir

kaledir. Onun içine
girersen bütün dertlerden selâmette olursun.
Şiir:
Her kim Allah inayetinin kalesine girerse
Örümcek ona perdecilik eder.
Aleme tek başına geldin, bütün cihanla top oynayama-sın bütün bu insanlar arasında topunu

meydandan dışarı
çıkarırsın!
Dedi ki: Bazı âşıklar debdebeli ve saltanatlı olur, maşuklar ve sevgililer ise durgundurlar. Dedim ki: Bu

debdebe ve
saltanat, düğün dernek şuna benzer: Biri seni ceviz yiyesin diye bağa davet eder, ağaca çıkar, tekme

vurmaya başlar ve sana
buyur kendi elinle ye der. Misafirin eli ve yeni ceviz boyası ile kararır. Başka biri ise misafiri bağa

götürür hoş bir yerde
oturtur, uşaklarına emreder: Gidin ağaçtan ceviz indirin, temizleyin, kabuğunu soyun, kırılmış olarak

getirin, der. Uşaklar da o
şekilde temizlenmiş cevizi getirirler, misafirin önüne koyarlar, buyur derler. Misafir sorar: Bu nasıl

ceviz ki hiç elim kararmadı?
Kolum kirlenmedi. Ben bunu yiyemem. Bunun ne olduğunu Allah bilir, bu cevize benzemiyor. Ben

böylesin! hiç görmedim.
Sair diyor ki:
Kimse aşk sırrına eremedi,
Eren de şaşkına döndü.
Şeyh ibrahim, Hayyam'ın sözüne itiraz etti. Aşk sırrına eren niçin sasırsın, ermeyenlerde ise şaşkınlık

nasıl olur. (M.
353) Evet dedim. Hayyam kendi halinin vasfını söylüyor. O şaşkın ve perişan idi. Bir zaman kabahati

feleğe yükler, bir gün
zamaneye, bir gün bahtına, bir gün de Allahya çatar. Bir kere Allah yoktur der,

inkâr eder, diğer bir sefer de ispat
eder.Konuşurken bazan karanlık, vehimlerle karışık sözler söyler. Halbuki imanlı adam şaşkın ve

perişan fikirli değildir.
Mümin, Allah huzurunda nikabmı atmış, perdeye yapışmış olan kimsedir. Ne istediğini ve ne dilediğini

bilir, kulluk eder. Onu
bütün açıklığı ile görmekten, doğudan batıya kadar bir lezzet duyar.
Zındık ise, daima olumsuz düşünür, hayır der. (Ben) sözü ile konuşur. Benliğinde hiç şüphesi yoktur.

Çünkü açıkça
görüyorum, yiyorum, tadıyorum, bundan ne şüphem olabilir der. Niçin evet diyeyim? Bunu siz

dilediğiniz gibi söyleyin. Ben
buna ancak gülerim.
Nasıl ki adamın biri günün birinde tam kuşluk zamanında bir elinde sopası, öteki eliyle de duvarı

tutarak, ayakları
titreye titreye, ah vah ederek karşınıza gelir. Ağlayarak niçin söylemiyorsun? Bu ne iştir başımıza

geldi? Bu ne belâdır acaba?
Bu gün güneş doğmadan, bir başka şey doğdu, diye sızlanmaya başlar. Evet ben de aynı şaşkınlık

içindeyim, niçin gündüz
olmuyor? Sen görüyorsun, kuşluk vakti her taraf aydınlık içinde. Sana bunu yüz bin defa söyleseler

ancak onlarla alay eder ve
gülersin. Bu gün mümin olan yoksun değildir, ama mümin kimdir?
Bir an için meyhaneye 'uğrayalım, oradaki biçareleri görelim. Allahnın yarattığı o zavallı kadıncıkları

ziyaret edelim.
İster iyi ister kötü olsunlar, onların haline bakalım. Kiliseye de uğrayalım, onları da gözden geçirelim.

(M. 354) Benim işime
kimse takat getirmez. Onu ancak ben yaparım. Taklitçiye bu işte bize uymak gerekmez. Doğru

sözdür: Taklit ehline uysallık
yaraşmaz.
Oğlundan çok şikâyet ediyordu. Dilimin ucuna geldi, sonu iyi olur dedim, çocuktur, çocukluktandır bu

yaptığı şeyler.
Yoksa aslında bilerek değildir. Nasıl ki koruk ile ham erik acımtırak ve ekşidir. Bu vasıflar, koruğun

henüz tazeliğinden ve
eriğin hamlığındandır. Aslından değil. Ama aslında ekşi kokan koruk da vardır ki taş gibi sert kalır, hiç

tatlılaşmaz. Ancak
gerektir ki koruk daima güneşin önünde olsun.
Allahnın öyle kulları vardır ki, hiç kimse onların çektiği cefaya güç yetiremez. Her zaman onların

doldurduğu
sürahiden içenler bir daha kendine gelemezler. Başkaları sarhoş olur, dışarı kaçarlar, ama o küpün

başında oturur.
Biri gelir bana yemek yemenin usullerini öğret, çünkü bana bu iş pek zor geliyor, rahatsızlık veriyor,

der. Cevap
verdim, yemek öyle yenmelidir ki sen onu incitesin, ama o seni incitmesin. Öyle ye ki sen ağırlığını

ona yükleyesin. Yoksa o
ağırlığını sana yüklemesin!
Dedi ki: Simdi sizinle birlikte yiyelim. Ben ye demem, bende o velilik yoktur. O velilik ancak Allahtandır

ki, bu acıları
ben verdim sen çek, bunu yine ben onarırım, der.
Allah bana bilgi vermiştir. Eğer ben bu yiğitliği yapmasam o zavallı mide bir gün, bir gece sıkıntı

çeker, ben de onun
ıstırabına çalışmış olurum. Mevlâna'nın halka hitap yoluyla söyledikleri bana ait değildir. Ben onun

benimle olan alakasini
bilirim. (M. 355) Eğer kaşını eğerse anlarım ki bana değildir. Çünkü Mevlâna'nın benimle olan ilgisini

açıkça görüyor ve
biliyorum ki o yüz ekşimesi başkalarının işi içindir. Ben nasıl sevinçli olabilirim? Bütün âlem gamlı olsa

bile beni hiç mi hiç
ilgilendirmez. Ama gamlı zamanımda da istemem ki hiç kimsenin gamı bana bulaşsın.
TANRI TANRIDIR
Yaratılmış olan kimse Allah olamaz, ister Muhammed (S.A.) olsun, ister Muhammed'den başkası.
Biri gedi, mazur gör bu gün bir şey pişiremedik, dedi. Cevap verdim: Ben senin pişirdiğin şeyleri ne

yapayım. Gerek
ki sen pişesin! dedim. Nasıl pişeyim? dedi. Sen nasıl müritsin ki, işaretten anlamıyorsun dedim. Cevap

verdi: Eğer anlayış
denilen şey, değişik olmayaydı, işaretlerde ve ibarelerde islâm bilginleri uyuşmazlığa düşmezlerdi.

Hele naslardan tek mâna
çıkarırlardı. Ben sordum: İslâm bilginleri arasında nasıl uyuşmamazlık olabilir? dedim. O iki türlü görüş

ve o taassup senin
işindir. Ebu Hanife eğer Şafiî'yi göreydi, başcağızın kucaklar, gözlerini öperdi. Allah kulları, Allah ile

nasıl ayrılığa düşerler. Bu
ayrılık nasıl mümkün olur? Sen ayrılık görüyorsan kurban ol ki uzaklıktan kurtulasın.
Sözü geçen bu

kurban hikâyesinden nasıl kurtulayım dedi. Kurban ol ki, kurtulasın dedim. Namazda, "Allahu Ekber"
demek kurban, yani Allaha yaklaşmak içindir. Bu sözle ibadete başlayan kul kendinden geçer. Eğer

sende ululanma ve"
büyüklenme duyguları varsa, Allah demelisin, ona yaklaşmayı dilemelisin!
Şimdi daha ne zamana kadar putu koltuğunda taşıyarak namaza geleceksin? Allahu Ekber, yani Allah

uludur
diyorsun, ama münafıklar, ikiyüzlüler gibi putun koynunda duruyor.
(M. 356) Zaman zaman Şeyh Muhammed secde eder, rükûa varırdı. Ben şeriat erlerinin kuluyum derdi.

Ama onlara
uymazdı. Ben ondan çok faydalandım. Ama sizden faydalandığım gibi değil. Bu ona benzemez. Ancak

oğullarınız sizi hiç
anlamazlar. Tuhaftır belki kendilerini de anlamazlar. Siz oralarda değilsiniz ki oğul olanlarla,

olmayanları gösteresiniz. Biri pek
çok uğraşır ki kendinden bir şey gösterebilsin. Öteki yüz türlü kurnazlıkla kendini gizlemeye çalışır.

Kendimi ne zaman açığa
vurmak istersem zahmetim artar. Tanıdıklar, yabancılar etrafıma toplanır, ben bunu yapamam. Çünkü

bana hayat lâzım.
Dedi ki: Falan kimse sana asla yakın değildir. Dedim ki: Onun bana yakın olmadığını sen ne biliyorsun?

Sen ondan
daha olgun olmalısın ki bunu an Tayası n! Çünkü o şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır diye tenkitlerde

bulunuyor. Halbuki teslim
makamında şöyle olmalı, böyle olmalı gibi sözler nasıl yer bulur? Ona şu cevabı verdim: Ettiğin bu

itirazlardan sonra, onun
şöyle olmalı, böyle olmalı dediğinden bahsetmek yersizdir. Çünkü bunu sen de yapıyorsun. Hem de

olmamalı diyorsun. Nasıl
ki Hintlinin biri namazda konuşur, yanında namaz kılmakta olan başka bir Hintli bunu işitince, sus der,

namazda konuşulmaz.
Adamın biri, kadıya şikâyete gider. Davalı tarafın tanığı yoktur, ona sen yemin edeceksin, derler.

Cevap verir: Vallahi
de yemin etmem, billahi de.
Ahlat'lılar derler ki: Ey'tırıl herif defol, git ki sana söğmeyelim! Bunu niçin söylüyorsun dedi. Mademki

itiraz etmek
gerekmez, ötesini Allah bilir. Dedim ki: Senin benim karşımda konuşman şuna benzer: Sen

bilmiyorsun, ben de sana
öğretiyorum. Şimdi bu şeyh ile mürit arasında hoş kaçmaz. Müridin yolu bu değildir. Aynı zamanda

itiraz gelince hürriyet
kalmaz. (M. 35?) Yapacağı işi özgürce seçmek kolaylığı kalmaz. Halbuki, bana gerektir ki serbest

davranayım, gerekirse
gideyim, gerekirse oturayım, yatayım hülâsa kendi irademle hareket edeyim. Ama sen benimle

birlikte olursan irade kalmaz.
Benim gitmem gerekli olunca sen gidersin. Yahut senin gitmen icap edince ben giderim. Ya hizmetçi

olurum, yahut kendine
hizmet olunan efendi durumunda kalırım. Her iki halde de o irade ve ihtiyar ortadan kalkmış olur.
Şiir:
Ne kimsenin uşağı, ne efendisi olur,
İnsaf et ki dervişin hoş bir âlemi vardır.
Hakir (gerçek yoksul) malı olmayan, kendisi de kimseye mal olmayan kişidir. Küçük yaşta fakirliğe

alışmak gerektir,
taze dalın ateşe girmeden doğrultulması kolaydır. Bayatlayınca iş zorlaşır. Henüz yeniyken ayağı

pabuca uydurmak gerek.
Ayak pabuç içinde yerleşince, kurusa da incinmez.
Dedi ki: İsteyerek veya istemeyerek kimseyi incitmek veya soğukluk etmek fakirin işi değildir. Ben de

dedim ki: Eğer
onu bir sınamadan geçirmezsem kendisinin kim olduğunu anlayamaz.Bir topluluk görürsün bazı

inanışları vardır. Fedakârlıklar
gösterirler. Biraz sınamaya başladın mı onların inançlarının senin yanında nasıl çıplak kaldığını

görürsün. Sen onları böyle
çırılçıplak görünceye kadar, ben sınamaya devam ederim.
Muhabbet davasında olan kimseden bir aralık bir kaç para iste! Aklı yerinden çıkar, canı gider, başını

ayağını sallamaya
başlar.
(M. 358) Çoklarını sınadım beni pek az görenler hemen kınamaya başladılar. Bu adam bütün gün

kendisine inananları
soğutmuştur dediler.
Dedim ki: O yapmadı. Bu Allahnın onun hakkındaki Muhabbetsindendir. Ulu Allah halkın beni bilmesini

istemiyor. Halka
karşı kutsal hadiste buyurulduğu gibi, "Benim velilerim kubbelerim altındadır, onları benden başkaları

bilmezler," anlamındaki
hikmet gereğince onların alınları damgalanmıştır. Onları kim görebilir? Onlar

böylece Allah katındadırlar. Onları görmek
dileyenler Allah Nazar'ına gelirler. Sende Allah nazarına gel ki onları göresin! Halk, Hakkı nasıl

a'nlayabilir? Nasıl görebilir?
Onun nazarında olan bu şahsı da hoşa giden her şey gibi hoş karşılarlar. Herkesin bir özel hali vardır.

Vaizin minber üstünde,
hafızın minder üstünde, dinleyenlerin, müridin, şeyhin ayrı ayrı halleri olduğu gibi mürşidin de bir hali,

âşıkın bir hali, maşukun
bir hali vardır.
ALLAHTAN BAŞKA TANRI YOKTUR
Bu ne sapkınlık ve körlüktür ki, kör olduğunu bilmez. Ben onlardan değilim, ama onlardan haberim

var. Bir topluluk
daha vardır ki, gözleri görür ve gördüklerini de bilirler. Onları da kendileri bilir.
Mısra:
Ev sevgili. Görmediğin şeyden ne dem vuruyorsun?
Nihayet ben senin babanım, sen de benim oğlumsun, dedi. Niçin vakitsiz uyuyorsunuz ki beni oğul

görüyor, kendini
de baba biliyorsun? dedim.
MUHAMMED'İN OLDUĞU YERDE ADEM NE SÖYLEYEBİLİR?
Aklın ayağı topaldır, ondan bir şey gelmez. Ama onu da nasipsiz bırakmak olmaz. O hadis, sonradan

yaratılmış bir
varlıktır. Hadis, evin kapısına gelir, ama içeriye girmeye gücü yetmez. Bir levha üzerinde bir Elif

yazıldı. Ona ister levha
üzerinde yazıldı diyelim, ister yer üstünde, isterse yer ve göklerin ortasında, yazılsın. Her şey ondan

nur almıştır.
Derler ki: Nerede kendini görme, nerede o görüş? Madem ki görüyorsun nerede o?
NASUH TÖVBESİ
(M. 359) Kur'an'da, "Ey iman edenler. Allah'a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin," (Tahrim Sûresi, 8)

buyurulmuştur.
Bazıları bu Nasuh sözünün yorumlanmasında nefse dönmeyen şey demişlerdir. Bu hoş bir deyimdir.

Bazıları da Nasuh, yüzü
kadın yüzüne benzeyen bir adammış, ama tam bir erkekmiş, erkekten hiç bir eksik tarafı yokmuş

derler. Kadınlar hamamında
tellâklık edermiş. Tam otuz yıl bu işte çalışmış. Bir gün Sultanın kızı hamama gelmiş, kulağındaki

büyük yakut küpe
kaybolmuş.Farkına varınca bunun hamamda kaldığını anlamışlar, çavuşlara emir verilmiş hemen

gidin hamamda hiç bir delik
deşik kalmamak şartı ile araştırın! denilmiş. Çavuşlar hamamın kubbesini ve içini, her tarafını

sarmışlar.
Şiir:
Her işin tam vakti gelmedikçe
Sana dostun dostluğu fayda vermez.
Nasuh halvete girer korkudan titremeye başlar. Şimdi araştırma sırası bana gelecek diye sızlanıyor,

arka arkaya
secdeye kapanıyor, Allahya söz veriyor eğer bu defa kendimi kurtarırsam bundan sonra bütün ömrüm

boyunca böyle bir iş
yapmam, Allahım bundan sonra bir daha kadın tellâklığı etmeyeceğim, senin Allahlığına sığınarak söz

veriyorum. Eğer şu yükü
benim sırtımdan kaldırırsan, bundan böyle Nasuh kulun bir daha bu günahı işlemez, diyor.
Nasuh, bu yalvarış halinde iken içeriden bir ses geldi. Herkesi aradık yalnız Nasuh kaldı onu da

arayın. Aklı başından
gitmişti. Sırrını Allahya ısmarladı. Tam bu sırada bir ses daha geldi, küpe bulundu dediler. Arayanlar

bir Lahavle çekti.
Nasuh'un hakkında kötü düşüncelere saptık dediler. Bari gelsin eliyle Sultanın

kızını okşasın kız da onun kendisini okşamasını
istiyor. Nasuh'u çağırdılar. Nasuh şu cevabı verdi: Benim elim bu gün işlemiyor, yolda sancılandı.
(M. 360) Peygamberin yoldaşları tövbe ederlerdi, yine bozarlardı. Buyurdu ki: Nasuh Tövbesi ile tövbe

edin ki o tövbe
otuz yıl yaşar hiç geri dönmez. Kerem denizi dalgalanmaktadır ondan her ne istersen onu verir.
Herkes bir şeye tapar. Kimi güzele, kimi paraya, kimi mevkie düşkündür. Onlara karşı işte benim

Allahm budur, der.
İbrahim Peygamber gibi, ben batan şeyleri sevmem demezler. Halbuki İbrahim ben batan şeyleri

sevmem dedi. Nerede o
İbrahim yaratılışh insan ki, hal diliyle bu sözü söyleyebilsin? Bunjn sırrı başka bir feleğe aittir. Çünkü

ruhlar âleminde felekler
vardır, iç sırları âleminde de felekler, güneşler, aylar vardır.Bu hayallerden geçen kim se bilir ki

bunların da bir yaratıcısı
vardır. Ama vefaları yoktur. Hayal, iç âleminden tekrar açıldı mı tecelli nuru belirir ve der ki, "Yüzümü

yerleri ve gökleri
yaratan Tan |rıya yönelttim."(Enam Sûresi, 79) Sonra. "Hasta olsam o bana şifa verir." (Şuara Suresi,

80) ayetinde hastalığı
kendine ilgilendiriyor.
Bu öğretmek içindir. Kuran'da Adem Peygamberin lisanından, "Yarabbi biz nefislerimize zulmettik."

(Araf sûresi: 23)
buyurulmuştur. Yani ben hastayım, benim sağlığım ancak ondandır, diyor. Kendini aradan çıkarıyor ki

bu benlikten sıyrılmak
demektir. Kendini aradan çıkarınca da onu ispat etmiş oldu. Bende öyle bir kuvvet vardır ki, kendi

gamımı onlara ulaştırmak
istemem. Çünkü bendeki gam onlara bulaşırsa dayanamazlar. Kendilerini o gam kuyusuna bırakırlar,

iblis der ki: Hırsızın
kendisi mahalle içinde hırsız var diye bağırır, mahalle halkı da onunla birlikte hırsız var, hırsız var diye

feryat eder.
Beyit:
Bu yolda yüz bin tane Adem yüzlü iblis var.
Her insan yüzlüyü sakın insan sanma.
İnsan şeytanları bunlardır onların hali senin haline benzemez, gidişleri de senin gidişinden başkadır.

(M. 361) Bu
Hıristiyan yüz gün üst üste söz söyler hiç üzülmem. Üzülüp bozulanları da yakarım. Çünkü düzeltmek

yakmakla olur. Or>|arı
yıkarım. Çünkü yeniden yapılmak ancak yıkılmakla mümkündür. Bir çok bilgilerden söz açar, kendi

işini düzeltmesini hiç
bilmez. Bir iş yapar sanır ki düzeltmeyolu kendi işidir.Delik yanlıştır, ama "Ey Allahm bana cennet

kokularını koklat," diye dua
ediyor, bu dua doğrudur. Ama pisliğini temizlerken değil, ancak yüzünü yıkarken okunur.
"Nefsini bilen Allahsını da bilir," buyruldu. Niçin aklını bilen yahut ruhunu bilen denmedi?
Dedim ki: Nefis, her şeyi kaplamıştır. Nefis bir şeyin varlığıdır. Onu küçüklükte huy edinmek gerektir.

Sen benim
nefsimdekini bilirsin, ama ben senin nefsindekini bilmem.
Şu Müslümanlardan sıkıntı duymuştum, beni açlıktan öldürüyorlardı. Onlar lük lük yutuyorlar kendi

keyifleri için
yiyorlardı. Ama Allah erleri açtı! Kendi keyfim için yüz dirhem harcar, saz âlemine giderim ama Allah

yolunda on para
vermem. Şu halde kulluk, Allah Muhabbetsi nerede kalır? Diyelim ki, gitti, bir Yemen başörtüsü alacak

ipeklisi gelmezse çok
umutsuzluğa düşer, ölürler, yoksa onlara iyilik yapılsa hiç kabul etmezler. Sen öyle bir insansın ki,

kendi kendine ağlıyorsun!
O korkulu rüyadan umutsuzluğa düşmüşsün! Ben de öyle bir adamım ki, o korkulardan elini tutarak

seni kurtardım. Dediler
ki: Bugün 'Hatib çok hastadır. Evet dedim. Bütün halkı sağlık yoluna çağırdı, kabul etmediler, o da

hasta oldu. Çünkü mutluluk
ona yâr olmadı.
(M. 362) Bir padişahın iki oğlu vardı. Biri uslu, iyiliksever, öteki uygunsuz, ahmak, kötü huylu, kadın

yapılı idi.
Padişah onu tam bir erkek gibi yetiştirmek için erkek yapılı, yiğit, çevik, Rüstem gibi bir pehlivan

aradı ki oğluna arkadaş ve
yoldaş olsun. Bu arkadaşı gece gündüz ona mertlik hikâyeleri anlatır, yiğitlik örnekleri gösterir, silâh

kullanmayı, erkeklik
törelerini öğretirdi. Bu kardeş tam iki ay geceli gündüzlü yeni arkadaşı ile cenk hikâyeleri ve yiğitlik

masalları konuştular,ama
hiç faydası olmadı. O birtakım oyuncaklar, bebekler yapıyor, kız çocukları gibi oynuyordu. Bu gün

padişah geliyor dediler.
Oğlunun neler öğrenmiş olduğunu görmek istiyor. Bir de ne görsün oğlan arkadaşı ile birlikte oyuna

dalmış. Başlarında
başörtüsü, oyuncaklar önlerinde, öğretmen arkadaş da ötekinin zoru ile sarığını çıkarmış yere atmış,

padişahın yanına
oturmuş kendilerinden geçmiş bir halde. Padişah, öğretmen nerede? diye sağa

sola bakınırken öğretmen başörtüsünün
içinden kafasını çıkararak saygılı bir kadın sesi ile işte öğretmen, benim diyebildi. Padişah sordu: Bu

ne haldir? Öğretmen şu
cevabı verdi: Ey âlemin padişahı şu iki ay içinde ne kadar uğraştımsa bir türlü onu kendi rengime

uyduramadım. Bu işi
başaramadım. Nihayet ben onun rengine uydum. Ama öğretmen erkekti, onun kadına benzemesinde

ne ziyan var? Saadet
insana yâr olunca iş padişahla vezirin hikâyesine döner.
Bir gün padişah vezirini yanına çağırır, der ki: Oğlumun büyük bir bilgin olmasını istiyorum. Halka öğüt

versin, onları
uyandırsın, ben de onun kürsüsünün ayakları ucunda oturayım, onun konuşmalarını dinleyeyim. Şimdi

onu hangi üstada
göndereyim ki, oğlanı bir bilgin olarak yetiştirsin? Falana mı, filâna mı? (M. 363) Vezir şu cevabı verir:

Bu iş din bilginlerinin işi
değildir. Sen yaşlısın, onu kısa bir süre içinde bu kadar çabuk yetiştirmeyi başaramazlar ki, sen de

kürsüsü önünde oturasın
da konuşmalarını, öğütlerini dinleyesin. Meğerki falan çulcuya göndermeli. Padişah, mademki sen

onu biliyorsun, bari bir iş
yap! dedi. Vezir kalktı çulcunun yanına geldi uzaktan ona saygı göstererek usluca oturdu. Çulha

sordu: Nasılsın? Yine
yaramazlıkları mı düşünüyorsun? Vezir, ne yapayım dedi, sizin büyüklüğünüze güvenerek geldim.

Allah rızası için dileğimi
kabul et! Çulcu, işin zor tarafı, bunun Allah rızası için olmasıdır, dedi. ilerde göreceksiniz diye söz

verdi. Vezir işi padişaha
anlattı. Padişah keyiflendi, tahtından aşaöı fırladı, çulcuyu ziyarete gitti. Oğlunu ona ısmarladı. )ocuk

iki yıl çulcunun yanında
çalıştı.İki yıl sonra dedi ki, oğlum yarın kürsüye çık, öğüde başla! Babasına da haber gönderildi, bu

nasıl olacak diye oğlunun
yanına geldi, onu sınamak istedi. "Dedi ki: Nihayet üç keredir söylüyorum, saygılarımı sunuyorum bir

konuşma yap!
Şehirde bir velvele yayıldı, halk hayretle koşuştu altı bin sarıklı bilgin çocuğun kürsüsünün çevresine

toplandı. Çocuk
yedi yüz peygamber hadisi anlattı. Söylediği her hadisi uzmanlardan sordu: Bu peygamber sözü değil

mi? Eyvallah öyledir,
doğrudur dediler. Çocuk aman Yarabbi, dedi siz bu kadar ilim öğrenmişsiniz, ama körler gibi amel

etmişsiniz. Bu söylediklerim
hep benim sözlerim idi. Allah, Allah dediler.
Beyit:
Allah vergisinden pay alanlar yabancı görünürler ama
Onların canı Allahsal sırların levhasıdır.
(M. 364) Sofî dedi ki: Bir gün Anberî pabucu önüne koydum. Ansızın parmağım ayağına değdi. Sandım

ki kızarmış
demir gibi, yeni ateşten çıkmış, işte o ateş yakar. Vesveselerle hayalleri ve hayalle geçinenleri,

hayale tapanları yakıp yandırır.
Nasıl ki şair şöyle demiş:
Önce damlacıklar, çiy taneleri gördüm ama
İçinde Samirî ile danası vardı.
Biri dünya adamlarındanşikâyetleniyordu. Allah erleri nazarında dünya oyuncaktır, yalancıdır, ama

çocuklara göre
oyuncak değil, dosdoğru bir âlemdir. Yaşamak da bir borçtur. Bu gün eğer oyuna ve şakaya

geliniyorsan dünya ile oynaşma!
Eğer ona dönüyorsan, ye, iç, eğlen ki, onun tadı tuzu ağlamak değil gülmektir.
Dünya hem hazine, hem de yılandır. Bir topluluk hazine ile oynar, başkaları da yılanla. Ama yılanla

oynayanlar onun
ısırmalarına katlanmalı, çünkü ya kuyruğu ile çarpar, ya kafası ile. Kuyruğu ile çarparsa uyumamalı,

tekrar başı ile vurur.
Ancak bu yılandan vaz geçmiş olanlar, onun Muhabbetsi ile öğünmezler. Akıl mürşidinin ardından

yürürler. Akıl mürşidi, yılanların
nazarında zümrüt sayılır. (Zümrüt, yılana karşı koruyucu bir taştır. Saçtığı ışından yılanın gözü kör

olur. (Ç.))
Ejderha kılıklı yılan, akıl mürşidinin, kervanın önünde yürüdüğünü görünce arıklasın Düşkün, tembel

bir hale gelir. O
su içinde bir timsaha döner. Aklın ayakları altında bir köprü gibi olur, zehri şeker olur, dikeni gül olur.

Yol kesici iken kılavuz
olur. Korku mayası iken güven kaynağı olur. Çünkü akıl usta bir okçudur. O kirişini, yayını kulağına

kadar çekebilir. Varlıkların
zebunu olan bu cihanın aklını bırak! Bu cihanın aklı, yayı çeker, ama kulağına kadar (M. 365) gergin

tutamaz. Bin hile ile ağza
kadar götürebilir. Yay kirişini ağızdan kurtarırsan ne işe yarar. Ancak kulaktan fırlatırsan vurabilirsin.

Bu ise cihana ait akim
sözü ağızdan çıkar.
Beyit
Bir söz ki düşünce yönünden söylenmemiştir.
Yazmaya da konuşmaya da değmez.
Düşünce ne olgyor? önce bakmalıdır ki onlar bizden evvel var mıydılar? Bu işten, bu sözden

şükrettiler
mi,faydalandılar mı? Yoksa aksini mi yaptılar? Sonra yine bakmalı ki bunun sonu ne olacak? insan

önüne arkasına bakmalıdır
ki, her iki tarafında da bir duvar, bir engel olmasın.'Dünya Muhabbetsinden bir boşluk bulunmasın.

Çünkü, "Senin eşyaya karşı
beslediğin Muhabbet seni kör ve sağır bir hale getirir," demişlerdir.
Dünya Muhabbetsi, din Muhabbetsinden üstün olunca körlük, sağırlık meydana gelir. Kuran'da işaret

olunan şu, "önlerinde ve
arkalarında duvarlar yarattık," (K. 26/8) anlamındaki âyetin sırrı açıklanır. Meğerse böyle insanlaı

tövbe etsinler ve uyansınlar.
Dünyâya karşı o azıcık Muhabbet onun faydasına olur. Ama çevresi çok daralır. Bu çok kere iyi

dostlarla sohbet sayesinde elde
edilir, iyi dostlarda iyi huylu ve kötü düşünceden uzak olmalıdırlar.
Bir sanat öğrenmelisin ki geçim sebebi olsun. Ne düşkünlük çekiyorsun? Her kim sana dostunun

arkasından konuşur,
onu kötülerse ister içten söylesin, isterdışından, dostun seni kıskanıyor bile dese bil ki kıskanç odur.

Kıskançlıktan coşar,
köpürüı1
. NasıL ki biri benden sordu: iblis kimdir? Dedim ki: Ben şu saatte Idris'lik içine dalmışım. Sen de iblis

değilsen niçin
Idrisliğe dalmıyorsun? (M. 366) Eğer Idris'ten sende bir nişan varsa İblis'den ne korkun olur?
Cebrail kimdi diye soruyorsun, derim ki bu sorun tıpkı namaz kılan bir imamın secde yerine bakmayıp

da sağı solu
dikiz etmesini gören adamın, bu imamın namazı sağlam olur mu? diye sormasına benzer. Ben derim ki:

Her ikisinin de namazı
eksik olur. Ama ben imamın namazını soruyorum, dedi. Bunların her ikisi de bir olur mu?
Dedim ki: Biri imamdır, her tarafa bakar, namazda Allah huzurunda olduğunun farkında değildir, öteki

ona uymuş
olan kimsedir ki, imamın gözünü dikizler. Şüphe yok ki kendini göremez.
Her kim sana falan kişi seni övdü derse ona söyle ki beni öven sensin! Onu bahane ediyorsun! Her

kim sana f alan
adam sövdü derse ona dersin ki, bana söven sensin, onu bahane ediyorsun. "Sana söven, ancak o

sövmeyi sana anlatandır,"
derler. Bu sözü o söylememiştir, belki de başka mânada söylemiştir dersin. O adam gelirde falan kişi

senin için kıskanç dedi
derse. Söyle ki: Kıskançlığın iki mânası vardır. Biri insanı cennete götüren kıskançlıktır. Bu, hayır işte

başkalarından geri
kalmamak için gösterilen kıskançlıktır. Ben niçin fazilette ondan geri kalayım, der. Allah velilerine

karşı düşmanlık duygusu
besleyenler sanırlar ki onlara kötülük ederler. Bu yanlıştır, belki iyilik ederler. Onların gönüllerini

kendilerinden
soğuturlar. Çünkü onlar âlemin gamını çekerler. Bir kimseye karşı bu Muhabbet ve koruma, bir yük

gibidir ki, bu, Kaf dağını onun
boynuna ve omuzlarına yükletmek, onu daha da ağırlaştırmak demektir. Yani bir şey yaparlar ki

Muhabbetleri daha da artar, o
onların daha çok dert'ortağı olur. O zaman kendi (M. 367) Muhabbetlerini ve düşüncelerini unuturlar,

işte bu onların canlarına
rahatlık getirir.
Bilginin biri bir gün uykudan uyandı. Eşya, kitap her nesi varsa attı. inliyor, ağlıyor ve şövle

söylüyordu: Ömrumuzu
kadılarla ayrı yaşamak, onlardan kaçınmakla tükettik. Allah kitabını arkamızda bıraktık. Ulu Allah

bizden ömrümüzü nelerle
tüketmiş olduğumuzu sorunca ne cevap vereceğiz? Gözümüzle ne gördüğümüzü, kulağımızla ne

işittiğimizi, kalbimizden ne
gibi düşünceler geçirdiğimizi soracaklar...
Bilginin burada Allah kitabı demekten maksadı Kuran değildir. Yol gösteren adam yani Mürşid'dir

Allah kitabı odur,
âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık Kuran'da, bu açık kitapta neler yok... Bu

mesele bize bir kaç kere
Bağdat'ta kadılık yapan Yahudi'yi hatırlattı. Yahudi hazineler elde etti, yer altında gizli mağaralar

yaptırdı. Silâhlı yiğit kişiler
bularak pusuya yatırdı. Halifeyi tahtından indirecek, Bağdat'ı kuşatacaktı. Hikâye uzundur:
Halife Yahudi'nin düzenlerini haber aldı. Onu yakalattı. Şu hale göre kadılık mesleği, din bilgisi ve

Kuran öyle bir hale
getirilmişti ki, bir Yahudi Bağdat kadısı olmuştu. Halbuki o içinden bir Yahudi ve bir mahlûktu. Şimdi

anlattık ki seni
kurtaracak ancak Allah kuludur. Yoksa o yiyecek ve azık fayda vermez. (Karanlıkta yürüyen şaşırır)

Kadir Gecesini geceler
arasında gizledikleri gibi Allah erlerini de iddiacılar arasında gizlemişlerdir.

Bunların gizlenmiş olması düşkünlüklerinden değil,
belki çok açık ve parlak olduklarından dolayı gizlenmişlerdir. Nasıl ki, güneş, yarasa kuşu için gizlidir.

Yarasa, güneşin tam
karşısına geçer de ondan hiç bir şey anlayamaz. Dünya Muhabbetsi perdesi onu dilsiz ve sağır

etmiştir.(M. 368) Çünkü dünya
Muhabbetsi canlı ve kudretli olduğu zamanlarda dünyayı çeken bir mıknatıstır. Ama elden bir şey

gelmezse ancak sevgilinin
hayalini çeker. sevgilinin hayali de sonunda hoşa gitmeyen bir perde olur. Meğer ki rahmet yağmış

olsun. Nasıl ki Ulu Allah,
"Biz Kuran-ı Kadir Gecesinde indirdik" buyurmuştur. Bu sûre kaç âyettir?
Onun on dördüncü gecesi bin aydan daha aydındır. Bu aylar arasında bu gece çok belirli olduğu için

gizlenmiştir ki bir
gün meydana çıksın ve şu âyette işaret buyurulan, "Yazıklar olsun bana ki Allah yönünde kusurlu

düştüm Kuran-ı ve
müminleri alay ettim" (Zümer Sûresi, 56) anlamındaki pişmanlık feryadı yükseldiği zaman kendini

göstersin. O, ne yönsüz bir
yön, ne tarafsız bir taraftır. Zamanı gelmeyince ne yapabilir? Ancak beni tanımayanların bana

yaptığını yapar. Ama ben
hoşum, nasıl hoş olmayayım ki, şimdiye kadar her kim beni inkâra kalkıştı ise hemen arkasından

Allahya yakın yüz bin
melek, beni gerçeklemiştir. Yine bana hiç kimse bir cefada bulunmadı veya beni kötülemedi kî, Allah

hemen arkasından yüz
bin türlü okşayışları ile bana o cefaların karşılığını vermiş olmasın. Beni tanımayanlar beni inkâr

etmedikçe yüz binlerce
gerçek canlarla Allah melekleri de bana görünmez önümde baş eğmezler. Şu anlamdaki peygamber

sözü bana çok acayip
gelir."Dünya müminin zindanıdır," buyrulmuş. Ama ben hiç zindan görmedim, hep hoşluk, hep yücelik,

hep devlet gördüm. Bir
kâfir elime su dökse, Allah katında yaptığı iş beğenilmiş ve günahları yarlıganmış olur, ama ben, o

mutlu ben ki kendimi boş
yere hor ve düşkün gördüm. Acaba niçin yaptım bunu? Nice zaman kendimi tanıyamadım, ama yine

de o yüceliği, o ululuğu
kendimde buldum. Bu (M. 369) ayakyoluna düşmüş mücevherden kurtulduğumu sanmıştım. Hayır

hâşa öyle değil. Şimdi
hoşça söylüyorum ki hoşuna gitsin. Elini uzat ki el sıkışalım! Bir Müslüman kardeşle el sıkışırken

mırıldandıkça günahlar
dökülür. Şimdi sık sık kımıldanmak gerek. Ey Müslümanlar kımıldanın ki, biz de kımıldanalım. Gerek ki,

halk arasında
söylediğim sözü, irkilmeden senin için söylüyorum gibi bilesin. Senin için söylediğim sözü de kendin

için söylediğimi
sanmayasın! işte bu anlayış iman kuvvetindendir. Bilsin ki, dost senin için birtakım sözler söylemiştir,

anlamaz mısın?
Anlarsan tekrar söyle hangisidir? Eğer onu söylemek gerekmez diye korkuyor-san, bil ki sen de

karanlık düşünce ile anlayış
gücü birbirine karışmıştır. Bu ise seni dosttan ayırmak isteyen bir şeytan şerridir. Bu sana seslenen

bir Gulyabani'dir Seni
dosttan ayırır doğru yoldan yaban tarafına çeker.
O şeytanın sesi, bildiğin kimselerin sesi gibidir, yahut da karları karıştırıp savuran kurt gibi gözleri

bağlamak ve yolu
kapamak için uğraşır. Diyelim ki, size benden, bana sizden ne getirebilirler? Bununla beraber hiç

güvenmemelidir.
"Yarlıganmış kimse ile yemek yiyen, şüphe yok ki yarlıganmıştır." Buradaki yemekten maksat ekmek

veya azık yemek değil,
öteki cihanın yiyeceklerini yemekir. Nasıl ki başı kesilmiş şehitler hakkında, "Onlar rızıklanır-lar,

hoşnut ve sevinçlidirler" gibi
işaretler vardı r. Kötülükle emredici olan nefsi yenilgiye uğratan kimse bu hayatta da şehit ve gazi

olur. Çünkü her kim
yarlıganmış bir kimse ile o yiyecekten yerse Allah onu da yarlıgar. Yoksa binlerce ikiyüzlü kişi,

binlerce Yahudi Hazreti
Muhammed (S.A.) ile yemek yediler. Ama onların inanışlarına göre Hazreti Muhammed (S.A.) Allah

yönünden yarlıganmış
değildi. Bize göre Hazreti Muhammed'in (S.A.) yarlıganmış olduğuna inanmak, birlikte yedikleri o

mânevi gıdayı aynı kâseden
yemiş olmakla doğru sayılır, işte ona inanışın karşılığı budur. Sağlam inancın nişanı budur. (Fetih

sûresinde, Hazreti
Muhammed'in geçmiş ve geçecek günahlarının bağışlanmış olduğu müjdelenmiştir. Bu nükteye işaret

edilmektedir. (Ç.))
(M. 3?0) Rahman, (Varlıkları koruyan Allah) Arşın üstüne hâkim oldu," âyetinin tefsire göre mânası

bundan başka ne
olabilir? Dış mânasını da demişlerdir ki: Arş üstüne kurulmak, onu buyruğu altına almak demektir.

Nasıl ki Bişr kılıç
vurmadan, kan akıtmadan Irakı buyruğu altına aldı. Bunun gibi örneklerden kelimenin bu anlamda

kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Kuran'ın şu işaretine inanırız, nedenini, niteliğini araştırmadan Allahnın Arş üzerinde ferman

yürüttüğüne olduğu gibi inanırız.
Bu sözden ne anlaşılır? Bu Tâhâ âyetine, tefsirde ne demişlerdir? Buna işin yalnız dış yüzünü

bilenlerden başkaları ne
mâna vermişlerdir? Hiç şüphe yok ki, bu da Allahnın Kuran'da, "Mekke halkı görmediler mi ki biz

onların şehrini güvenli bir yer
kıldık, bu şehir çevresinde olanlar ise öldürülürler, tutsak edilirler. Bundan sonra da düzme şeylere

inanır, Allah nimetlerini
inkâr ederler mi?" (Ankebut Sûresi, 67) anlamındaki âyette işaret buyurulan nüktelerdendir Gönül

evinin dışında kuruntu
veren şeytanlar,korkular, tehlikeler vardır.
Nasıl ki, "Görülmez şeytanlarla insan şeytanları halkın yüreklerinde kuruntu verir," (Nas Sûresi, 5)

buyuruimuş-tur.
O ateş içine atılan ibrahim'in misalinde olduğu gibi, Hakkın terbiyesi altında,

kudretin son mertebesindedir. Nasıl ki
Musa Peygamber de düşman elinde büyüdü.
Biri dedi ki: Dünyada yaşamak ahirete gitmekten daha hoştur. Sordum, niçin? Çünkü, dedi, dünyada

yaşayan bir
topluluğu uyandırır, Allahnın lütfü ile gönül hoşluğu bulur. Evet ama peygamber Allahnın lütfunu, onun

halkı uyarmasını
bilmiyor muydu ki en yüce arkadaş diye buyurdu. Dedi ki: Pazarda öylesine oturmuşsun ki, sanki

pazarı yakacaksın! Nihayet,
ey bilgisiz adam! dedim aynı yangın içinde yanıyorsun, ama yanmak ona derler ki senden hiç bir eser

kalmasın. Allah
erenlerinde bir kudret vardır ki belirli ateş içine düşerler de yanmazlar. Onlar gizlenmiş insanlardır.
(M. 371) Kerim Ali, benim için Haricilerdendir, Ali'ye düşmandır diyormuş. Alâeddin de demiş ki, ben

ona şöyle cevap
verdim: O erkek yapılı Ali'ye düşman olan kimse böyle mi olur? Ama Muhammed'in düşmanı ancak

Yahudi'dir. Yahudi ise
erkek sayılmaz. Ne dişi, ne de erkektir.
Kerim cömerttir, ama ancak bir şeyini kalenderlerden esirgemez. Ben onun için kendi dostlarımla

savaşlar ettim; bu
onun hakkında iftiradır dedim. Kıskançlık yüzünden yalan söylüyorlar. Müminler Başbuğu Ömer, (Allah

ondan razı olsun) bu
kadar yakın bir suç ile hükmetmedi. Onun hakkında bir şey söylemedi. Ben onun yolunda bu kadar

savaşlar ettim. O bana
böyle karşılık verdi. Benim üstatlık hakkıma karşı sanmayın ki önümde diz çöker. Bu kadar sıkıntı

çekiyorum. Onu yetiştirmek
için uğraşıyorum ama bakıyorum ki ondan daha kör kimse yok. Nihayet aciz kaldım diyordu, henüz

bizim sözlerimizden
içlenerek feryat ediyordu. Bundan sonra ona doğrusunu söyledim. Başını önüne eğdi. Edepsizlik

ettimse pabuçlarını çıkar,
başıma yüz pabuç vur, dedi. Şimdi onu önüme alayım, kendi isteğiyle tam yüz pabuç vurayım. Bir tek

bile noksan
bırakmayayım.
Kıta:
Bir ülke senin için sıkıntı konusu, bir topluluk hep sana bakmada
Bu devlet isidlr. bu gün kimin eline geçer.
Yabancı Din, tanıdık bir tek olsa
Dostun belâ oku, sana işte o tanıdığın elinden değer.
Bir alay öğrencilerim vardı, onlara Muhabbet ve öğüt verme yolu ile ağır sözler söylüyordum. O zaman

biz onun
çocuklarıyız. O size sövmüyor, ama belki de sevdalıdır diyorlardı. Benim de onlara karşı beslediğim

Muhabbet azalıyordu. (M. 372)
Çok kuvvetli bir ihtimalle. Allahnın has kulları onlardı. Çünkü kerametleri gizlidir. Herkese açıklanmaz

nasıl ki onlar da
gizlenmişlerdi. Bazı şeyler var ki, söyleyemem. Bunların üçte birini söylesem işi büyütür, falan adam

hep lütuftur, safi lütuftur,
derler. Sanırlar ki, kemal mertebesi hep lütuf halinde olmaktır. Halbuki iş öyle değildir. Hep lütuftan

ibaret olan kimse eksiktir.
Hattâ Allah hakkında da safî lütuftur demek yaraşmaz. Çünkü ondan kahir sıfatını kaldırmış olursun.

Belki hem lütuf gerektir
hem kahir, işte bu sıfatlar tam yerli yerinde olmalı. Bilgisizler için kahir de, lütuf da lâzımdır. Ancak

yersiz, yolsuz olmamalı.
Falan kişi demişti ki: Düşmanlara karşı kahir, dostlara karşı lütuf herkeste de vardır. Ama herkes,

dostunu,
düşmanını tanıyamaz. Eğer her insan dostunu tanıyabilseydi, Ulu Allah, "Sizin ve benim

düşmanlarımızı dost edinmeyin.
Onların gönlüne Muhabbet bırakırsınız." (Mümtahine Sûresi, 1) buyurmazdı ve yine ayrıca, "Şüphesiz

eşleriniz ve oğullarınız sizin
düşmanlarınızda, onlardan sakınınız." (Teğabün Sûresi, 14) Daha sonra, "Dikkat edin ki, siz onları

seversiniz, ama onlar sizi
sevmezler." (AIİ Imran Sûresi, 119) buyurmazdı. (Yukarıda sözü geçen âyetler Mekke'den Medine'ye

göç ederken mücahidlere
engel olmak isteyen aileleri ile Islâmın ilk zamanındaki ikiyüzlülerin şüpheli durumları ve ihanetleri

dolayısıyle nazil olmuş,
Peygamberi dikkatli bulundurmak için vahy olunmuştur. Şems buna telmih etmek istiyor. (Ç.)).
"Nasıl ki yüce Peygamberde şöyle buyurmuştur:
Dostunu aşırılıktan uzak olarak sev. Bir gün ona kin besleyeceğini hesaba kat! Düşmanına da çok

ağır ve sert
davranma, ola ki günün birinde dost olursunuz!" Yine Ulu Allah Peygamberine, "Ola ki Allah onlarla

(Mekkelilerle) aranızdaki
düşmanlığı dostluğa çevirir," (Mümtahine Sûresi, 7) buyurmuştur.
Şiir:
Dost ile düşmanı ayırmak yolunu buseydin,
Hayatı iki kere yaşamış olurdun.
Dost görünen düşmanlar çoktur.
Sana dert ortağı olacak dost yaraşır.
(M. 373) ikinci defa yaşamak o kimseye yaraşır ki, ilk benliğinden kurtulamamış, ikinci benliğini

bulamamıştır. Ancak
ikinci hayatı bulan kimse,"Biz onu güzel bir hayat ile yaşatacağız," (Nahil Sûresi, 97) yolundaki vaid

ile müjde-lenmiştir. O
Allah nuru ile görür, dostunu tanır, düşmanını tanır; kahri, kahir yerinde.lütfu da lütuf yerinde olur.

Onun kahri de lütfuna
yaraşır. Her ne kadar gerçekte her ikisi de tekrarlanır ama er gerektir ki böyle bir topluluğu ve böyle

bir ümmeti yola
getirmek için Hazreti Muhammed (S.A.) ve Hazreti Ali gibi kılıç çalabilsin.
Bir gün Hazreti Muhammed (S.A.) dostlarından ayrı ayrı sordu. Eğilimleri barışa mı, yoksa savaşa mı,

yani barış yolu
ile lütfa mı, yoksa savaş yolu ile kahre mi yönelmiştir diye sınamak istedi. Çünkü barış isteği ya kötü

düşünceden, can
Muhabbetsinden başını kurtarmak arzusundan ileri gelir yahut da iyilik Muhabbetsinden, kerem sabır

ve cefaya katlanmak gibi insanlık
ve kahramanlık duygularına dayanır.
Ebubekir'in eğilimini anladı ki, o kılıç çalma taraflısı değil, merhamet ve yumuşaklık yönünden her

birinden Hazreti
Muhammed'in (S.A.) huylarından bir huy vardı. Onlara ayrı ayrı sordu: Eğer benden sonra Halife

olursanız ne yaparsınız?
Ömer'den sordu, ben adalet gösteririm, dedi. insafı ancak bunda bulurum. Doğru söylüyorsun

buyurdular. Zaten
senden adalet yağıyor.
Hazreti Ömer, bir zina suçunun cezasını vermek için oğlunu sopa ile öldürdü. Ümmet arasında

bozgunculuk olmasın
diye bu şiddeti gösterdi. Sonra (M. 374) Hazreti Muhammed'e düşmanlık ettiği için kendi babasını

öldürdü. Ebubekir'den
sordu, sen ne yaparsın? Benim elimden gelirse, herkesten gizlenir, kimseye görünmeden kendi

âlemimde kalmak isterim.
Hazreti Peygamber doğru söylüyorsun buyurdu. Bu eğilim sende açıkça belirmektedir. O Büyük Bilgin

(Yukarıda sözü geçen
büyük bilgin, Mevlâna'nın büyük oğlu Sultan Veled'dir. Babasının emriyle Şems'i ikinci defa Şam'dan

Konya'ya getirirken atının
başını çekmiş, kendisi yaya yürümüştü. (645 Muharrem ayı, 1247 Milâdî) (Ç.)) bu kadar bilgi ve yetkisi

ile beraber Şeyhin
atının dizginini tutmuş önünde yürüyordu. Yolda her an kafasında şüpheler dolaşır, zaman zaman

şeyhe olan inancı bozulurdu,
Kendi kendine: Falan şeyh yanına geldi, selâm verdi ona hiç aldırış etmedi, halbuki arkasından başka

bir delikanlı geldi,
selâmladı onun selâmını aldı. Delikanlıya çok alçakgönüllülük ve iltifat gösterdi. Nasıl inanayım bu

adama, diye düşünürken
tekrar tövbe eder, kendine gelir, dizginlere yapışırdı. Şeyhin kendisinden yüz çevirmesinden korkardı.

Böylece bir saat
Müslüman, bir saat kâfir olarak da şeyhin evinin kapısına kadar dizginler omuzunda geldi, ikinci günü

de böylece kendi
kendine lahavle okuyarak şeyhin ziyaretine gitti ve bu suretle şeytanın gözünü kör etti.
Şeyhin evinin kapısının önüne gelince gördü ki, Reisin genç oğlu ile satranç oynuyor, inancı yine

sarsıldı.
Bir gece Hazreti Mustafa'yı (S.A.) rüyasında gördü, istedi ki, koşsun da onu ziyaret etsin. Hazreti

Peygamber (S.A.)
yüzünü öte tarafa çevirdi. Bunun üzerine feryada başladı. Ey Allah elçisi dedi, benden yüz çevirme!

Hazreti Peygamber (S.A.)
buyurdu ki bizi daha ne kadar inkâr edeceksin? Bizi daha ne zamana kadar gerçeklemeyeceksin? Ey

Allah elçisi, dedi, seni mi
inkâr ettim? Ama sen dostumuzu inkâr ediyorsun, buyurdular. (M. 375) Yüzüstü düştü, ağladı, tövbe

etti. Hazreti Muhammed
(S.A.) kucağına bir avuç kuru üzüm ve fındık koydu. Bu halde uykudan uyandı.
Koşup geldiği zaman Şeyhin henüz oğlanla satranç oynamakta olduğunu gördü. Eteğinde kuru üzüm

vardı. Tekrar
inancı sarsıldı, hemen geri dönmek istedi. Şeyh bağırarak: Daha ne zamana kadar? dedi. Bari Allah

Peygamberinden utan! Bu
sefer koşarak Şeyhin ayapına kapandı. Şeyh, o tabakları getirin diye seslendi. Gördü ki, o kuru

üzümle fındık tabakların içinde
yalnız bir avuç kuru üzümün yeri boş. Şeyh ona, o bir avuç kuru üzümü şu tabağa koy ki, Hazreti

Mustafa (Ş.A.) onu bu
tabaktan almıştı dedi.
Şu saatte bir topluluk Padişaha giderek (Bizim için) o, mubahçıdır, her şeyi

hoş gören bir adamdır, onun dini ve hali
nasıldır bilinmez, derler. Bir hafta sıcağa gider, geceli gündüzlü orada kalır. Bir ayağını genç bir

çocuğun, öteki ayağını Reis
oğlunun yanına uzatır. Önlerinde ateş mangalı hep kebap pişirirler. Bir şeftali bir çocuktan, bir şeftali

de ötekinden alır. Başka
ne kaldı ki?
Atabey geldi, hamam penceresinden baktı, gördü. Çarçabuk geri dönmek istedi. Şeyh bağırdı: Ey Türk

oğlu, dedi,
iyice bak da ondan sonra git! Ayağını çocuğun yanından kaldırdı, ateş dolu kangala soktu. Atabey bir

kaç kere elini başına
vurarak uzaklaştı. Daha neler demediler ki: Minbere çıkar, onun okuduğu tevhid şu anlamdaki şiirden

ibarettir:
Şiir:
O sevgili ki derneğimizin güzelliği ve süsüdür,
Şimdi meclisimizde yok, bilmem nerelerde?
O yüce bir servidir, dimdik bir boyu vardır.
Onun boyunu görmeden bizim kıyametimiz kopmasın.
(M. 376) Bu mısraları söyledi ve dedi ki: O delikanlı gelmedikçe konuşma yapmayacağım. Reis emir

verdi, çocuğu
buraya getirin dedi. Hamamda başına kil sürmüştü. Hemen başına su döktü ve dışarı çıktı, vaiz

meclisinde hazır oldu.
Kürsünün dibinde oturdu. O zaman konuşmaya başladı. O gün dedi ki: Sana bu göz ağrısı bir safa

vermiştir. Bir kere daha söz
almak ve susturmak istedim, ama içim pek yanıktı.
Dedim ki: Şimdi tekrar hayretle görüyorum ki, zevk sahibi olan kimseye zevk yüz gösterince sözü

bağlamak istemez,
şüphe yok ki söz sırası bende kaldı. Çabuk kalktım, ben de bir başkasını buldum ki hiç bir şeyden

anlamaz. Onunla çok
konuştum. Şaşırdı, bocaladı. Simdi dost ile, sevgili ile birlikte iken nasıl sabredebilirim, yabancılarla

birlikte olmaya nasıl
sabredebilirim? Önce sana karşı çok Muhabbetm vardı. Ancak görüyordum ki, o vakit sözün

başlangıcında bu işaretlerden
anlayacak olgunlukta değildim. Bunları o zaman söyleseydim anlamaya güç yetiremezdim! O zaman

ve bu saatte ağzımızı
kapamıştık. Çünkü o sıralarda sende bu hal yoktu ki, bunları söyleyebileyim.
Ali benim için bir cemaatin Bidat'çi dediğini söylüyordu. Bidatçidir dedikleri doğrudur,dedim. Çünkü

bir aralık
namazda onların dış görüşlerine göre ağır davranıyordum, bundan dolayı bana böyle söylüyorlar.