Hz Muhammed sav
(Hadis-i Şerif,Buhari,10)
Bir hadîste O (sallallahu aleyhi ve sellem): "İnsan sabahlayınca bütün organlar, dile yalvararak şöyle derler: Bizim haklarımızı muhafaza etmek korumakta Allah'tan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz."
buyurmuştur. Resûlullah, kendisine "Benim için en çok korkulacak şey nedir?" diye soran Süfyân b. Abdullah'a (r.a.) mübarek dilini göstererek "İşte budur!" cevabını vermiştir.
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), insanın "dil"ini doğru kullandığı takdirde Cennet'i (ebedî saadet) kazanabileceği, aksi durumda ise Cehennem'e gireceğini bildirmektedir. Sonra Resûlullah "Onlar yataklarından geceleri kalkarak korku ve ümit içerisinde Rablerine yalvaranlardır..." (Secde sûresi, 32/16-17) âyetlerini okudu ve şöyle buyurdu: "Size bütün işlerin başını, direğini ve en üst noktasını bildireyim mi?" Muaz: "Evet, ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. O da (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her işin başı İslâm, direği namaz, zirvesi ve üst noktası da cihâddır." Sonra şöyle devam etti: "Sana bütün bunların kendisine bağlı olduğu esası (temel, candamar) bildireyim mi?" dedi. Muaz: "Evet, bildir yâ Resûlallah!" dedi. Bunun üzerine Resûlullah dilini tuttu ve "Şunu koru!" buyurdu. Muaz "Yâ Resûlallah! Biz konuştuklarımızdan da sorgulanacak mıyız?" dedi. Resûlullah da: "Annen yokluğuna yansın ey Muaz! İnsanları yüzüstü Cehennem'e sürükleyen, ancak (küfür, iftira, bühtan, sövme, gıybet, koğuculuk gibi) dillerinin ürettikleridir!" buyurdu
Eline beline ve diline sahip olmak
Sual: Eline, beline, diline sahip olan kurtulur anlamında bir hadis-i şerif var mıdır?
CEVAPÖyle bir hadis-i şerif bilmiyoruz, ama eline, beline ve diline sahip olanın kurtulacağına dair başka hadis-i şerifler vardır. Birkaçının meali şöyledir:
(Dilini ve fercini [ırzını, namusunu] koruyan Müslümana Cenneti söz veriyorum.) [Buhari]
(Arefe günü eline, diline, gözüne ve kulağına sahip olanın günahları affolur.) [Hatib]
(İnsanlar dilinden ve elinden salim olmadıkça [kâmil] mümin olamazsın.) [Askerî]
(Hasetçinin hasedi eline ve diline çıkmadıkça zarar vermez.)[Ebu Nuaym]
(Eli ihsanlı, dili dürüst, kalbi temiz, boğazına ve fercine[namusuna] sahip olan ilimde rasih olur.) [Taberani]
(Allahü teâlâ bana şöyle vahyetti: Benim mescitlerime ancak, selim kalble, sadık dil ile, temiz el ile, temiz ferclerle girsinler.)[Hâkim]
(Şu altı şeye söz verin, ben de size Cennete gireceğinize söz vereyim:
1- Dilinize sahip olun [elfaz-ı küfür, yalan, gıybet, lanet, malayani gibi.]
2- Sözünüzden dönmeyin.
3- Emanete hıyanet etmeyin.
4- Gözünüze sahip olun. [Harama bakmayın]
5- Elinize sahip olun. [Haram işlemeyin, haram tutmayın]
6- Fercinize hakim olun.) [Hâkim]
Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin dünyaya teşriflerini, hep birlikte millet olarak coşkuyla kutlayacağız. Diyanet İşleri Reis Başkanlığı bu yıl Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde gerçekleştirilecek konferansların, panellerin, sohbetlerin ve çeşitli etkinliklerin ana konusunu sevgi ekseni üzerine temellendirmiştir. Cemiyet Toplumun şiddetle sevgiye, birbirine muhabbet duymaya ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde böyle bir mevzunun seçilmesi isabetli ve ehemmiyetlidir. Ancak ben burada Sevgili Peygamberimizin “Emin” vasfını ele almak istiyorum. Özel olarak cemiyet toplumumuzun, genel olarak İslam milletlerinin hatta bütün dünya insanının muamelelerine ve davranışlarına bakıldığında, cemiyet toplumları ayakta tutan bu hayati kavramın gitgide aşındığı görülür. Halbuki Dünyadaki bütün medeniyetlerin temelini oluşturan kutsal kitapların ana konusu “güvenilirlik” tir. Bütün Peygamberler “emîn” sıfatı ile insanlığa tanıtılmış ve onlara vahiy getiren Cebrail (a.s), “emîn” (güvenilir) sıfatı ile zikredilmiştir.1 Allah Teâlâ’nın, kendi kelamını peygamberlere iletmekle görevlendirdiği meleği, “emîn” olarak bütün insanlığa duyurması oldukça dikkate şayandır. Bütün peygamberler, elçilik görevine başlarken, ümmetlerine şu garantiyi vermişlerdir. “Ben size gönderilmiş güvenilir (emîn) bir elçiyim”2 Bütün peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (a.s) da, yeryüzünün ve gökyüzünün emini idi. Bir mal dağıtımı sırasında kendisine adil davranmadığını söyleyen kimseye Hz. Peygamber “Ben gökyüzündekilerin nezdinde emin bir kimseyim. Sabah akşam bana gökyüzünden haber (vahiy) geliyor. Bana güvenmiyor musunuz…”3 buyurarak, emin olduğunu bildirmiştir.
Zekâtın Farz Kılınması
Zekât, zengin Müslümanların yıldan yıla belli ölçüsüne göre mallarının bir kısmını zekât niyetiyle ayırıp lâyık olanlara vermelerinden ibaret mâlî bir ibadettir.
Zekât, İslam dininin beş temel esasından biridir. Kur’an-ı Kerim’le (Nur, 56; Müzzemmil, 20; Hac, 78; Bakara, 110) emredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de 32 yerde namazla birlikte zikredilmiştir.
Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Her gün, her sabah, iki melek inip birisi, ‘Yâ Rab! Zekât ve sadakasını vererek, malını (Allah rızası için) harcayana, harcadığının yerine yenisini ver’ der. Diğeri de, ‘Yâ Rab! Zekât ve sadaka hakkını ödemeyerek malını sıkanın da malını telef et’ der!”[5]
Hz. Rukiyye’nin Vefatı
Peygamber Efendimizin Hz. Osman’la evli kerimeleri Hz. Rukiyye, Bedir Seferi sırasında hastalanmıştı. Hz. Osman, Peygamber Efendimizin emriyle ona bakmak üzere Medine’de kalmış, Bedir’e gidememişti. Zeyd b. Hârise Hazretleri, Bedir Zaferi’nin haberini Medine’ye getirdiği sırada Hz. Rukiyye vefat etmişti.
Onu Ümmü Eymen yıkadı. Hz. Osman cenaze namazını kıldırdı ve Bâkî Kabristanı’na defnetti.
Hz. Rukiyye, Resûl-i Ekrem Efendimiz 33 yaşlarında bulundukları sırada, Hz. Zeyneb’ten sonra doğan kerimeleridir. Annesi Hz. Hatice’yle birlikte Müslüman olmuştu. Daha sonra Hz. Osman’la evlenmişti. Hz. Osman, onunla birlikte Habeşistan’a hicret etmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onların beraber hicret ettiklerini görünce, “Osman, Lût’tan (a.s.) sonra, Allah yolunda, ailesiyle birlikte hicret edenlerin ilkidir” buyurmuştu.[6]
Ebu’d-Derdâ’nın Müslüman Olması
Ebu’d-Derdâ Uveymir b. Sa’lebe, Bedir Seferi sırasında Müslüman oldu. Şöyle ki:
Abdullah b. Ravaha (r.a.), öteden beri Ebu’d-Derdâ’nın kardeşliği idi. Bir gün, eline keseri alıp Ebu’d-Derdâ’nın evindeki putunu kırdı. Ebu’d-Derdâ evine döndüğü zaman, hanımı durumu ona haber verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ düşünmeye başladı ve kendi kendine, “Eğer, bu putta bir hayır olsaydı, kendisini korurdu!” diye konuştu. Sonra da Müslüman olmak için Peygamberimizin yanına gitti.
Abdullah b. Ravaha, uzaktan geldiğini görünce, “Yâ Resûlallah! Gelen, Ebu’d-Derdâ’dır. Herhalde bizi görmeye geliyor!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “O, Müslüman olmak için geliyor. Çünkü Rabbim, Ebu’d-Derdâ’nın Müslüman olacağını bana bildirmişti!” buyurdu.
Huzura varan Ebu’d-Derdâ, orada Müslüman oldu. Ev halkı, kendisinden önce Müslüman olmuşlardı.[7]
Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’nin Evlenmesi
Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye teşriflerinden beş ay sonra Receb ayında Hz. Ali’yle nikâhlandı. Hicret’in 2. yılında Bedir Gazâsı’ndan sonra Zilhicce ayında evlendiler.
Hz. Fâtıma, Resûl-i Kibriya Efendimizin en küçük kızı ve kızlarının en sevgilisi idi. Peygamber Efendimiz, bir gazâdan veya bir seferden geldiği zaman ilk önce mescide gidip iki rekât namaz kılar, sonra Hz. Fâtıma’ya uğrar, daha sonra da Ezvac-ı Tâhirat’ın yanına giderdi.[8]
Hz. Âişe (r.a.) der ki:
“Ben, Fâtıma kadar, sözü ve konuşması Resûlullah’a benzeyen bir kimse görmedim. Fâtıma girdiği zaman, Resûlullah onu şefkatle karşılar, ‘Hoş geldin’ diyerek selamlardı. Ben, Fâtıma’dan daha doğru sözlü bir kimse de görmedim.”[9]
Hz. Fâtıma’nın (r.a.) yürüyüşü de Nebiyy-i Muhterem Efendimizin yürüyüşüne pek benzerdi.
Bir gün, Hz. Âişe’ye, “İnsanların, Resûlullah’a en sevgili olanı kimdi?” diye soruldu.
Hz. Âişe, “Fâtıma idi” dedi.
“Erkeklerden kimdi?” diye sorulunca da, “Fâtıma’nın kocası” cevabını verdi.[10]
Peygamberimizin, Kızı Hz. Zeyneb’i Mekke’den Getirtmesi
Bedir esirleri arasında Peygamberimizin damadı ve Hz. Zeyneb’in kocası Ebû Âs b. Rebî’de bulunuyordu. Bedir Harbi esirleri konusunda bahsettiğimiz gibi, Ebû Âs serbest bırakılınca Mekke’ye gitti. Daha önce Hz. Zeyneb’in hicret etmesine mani olan Ebû Âs, bu sefer kendisini serbest bıraktı.
Resûl-i Kibriya Efendimiz de, Bedir Harbi’nden bir ay veya bir aya yakın bir zaman sonra Zeyd b. Hârise ile ensardan bir zâtı göndererek Hz. Zeyneb’i Mekke’den getirtti.[11]
Muhacir Müslümanlardan Osman b. Maz’un’un Vefatı
Bâkî Kabristanı’na, muhacir Müslümanlardan ilk defnedilen bir zâttır.
İlk Kurban Bayramı Namazının Kılınması
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Zilhicce’nin dokuzunda Sevik Gazâsı’ndan dönerek Medine’ye kavuşmuştu. Ertesi günü, yani Zilhicce’nin onuncu günü Müslümanlarla birlikte namazgâha çıktı. Ezansız ve kametsiz olarak iki rekât Kurban Bayramı namazı kıldırdı. Namazdan sonra bir hutbe irad etti. Bu hutbelerinde, kurban kesmelerini Müslümanlara emretti. Kendileri de iki kurban kesti. Satın aldığı semiz, boynuzlu beyaz koçtan birini keserken, “Allahım! Bu, senin birliğine ve senden bana gelenlere şehâdet eden bütün ümmetim nâmınadır” dedi. İkincisini keserken ise, “Allahım! Bu da, Muhammed ve Muhammed’in ev halkı içindir” buyurdu. Bundan, kendileri, ev halkı ve yoksullar yediler.[12]
İslam’da ilk Kurban Bayramı budur!
______________________________________
[1]Bakara, 183-185.
[2]Buharî, Sahih, c. 1, s. 11.
[3]Bir dirhem, üç gramdır.
[4]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 103.
[5]Buharî, Sahih, c. 2, s. 120.
[6]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 36-37.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 7, s. 391.
[8]İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 1895.
[9]Taberî, Tarih, c. 2, s. 290-292.
[10]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 248-249.
[11]Taberî, Tarih, c. 2, s. 290-292.
[12]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 248-249.
Yazar:
Salih Suruç
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى
“Allah Nuh‘a buyurduğunu, sana vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini sizin için bu dinin şeriatı yaptı…” (Şûrâ, 42/13)
Bu ayet, bizim şeriatımızda var olan ve İslam’ın beş esasından biri kabul edilen namaz, zekât, hac ve oruç ibadetlerinin önceki şeriatlarda da var olduğunu göstermektedir.
Zekâtın bizden önceki ümmetlere de farz olduğunu bildiren ayetlerden müteaddit birçok ayet vardır. Mesela Lut (as), İbrahim (as), İshak (as) ve Yakub (as)’ın kıssaları anlatıldıktan sonra şöyle buyurulmuştur:
وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِمْ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَإِقَامَ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءَ الزَّكَاةِ وَكَانُوا لَنَا عَابِدِينَ
“Onları, emrimize uygun olarak yol gösteren önderler yaptık. Hayırlı işler yapmalarını, namaz kılmalarını vezekât vermelerini emretmiştik. Onlar yalnızca bize kulluk ederlerdi.” (Enbiyâ, 21/73)
İsmail (as) ile ilgili olarak ise Kur’an’da şöyle buyurulmuştur:
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولًا نَبِيًّا
وَكَانَ يَأْمُرُ أَهْلَهُ بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ وَكَانَ عِنْدَ رَبِّهِ مَرْضِيًّا
“Kitapta İsmail’i de an! Gerçekten o, sözüne sâdıktı, resûl ve nebî idi. Ailesine/halkına namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbi nezdinde de hoşnutluk kazanmış bir kimse idi.” (Meryem, 19/54-55)
Ehl-i kitap olarak kabul edilen Yahudi ve Hıristiyanlara emredilen hükümler için de zekâtın da bunduğu şöyle bildirilmiştir:
وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ
“Onlara sadece şu emir verilmiştir: Doğrudan doğruya yalnız Allah’a boyun eğerek O’na kul olun. Namazı sürekli kılın ve zekâtı verin. İşte sağlam din budur.” (Beyyine, 98/5)
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لَا تَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْكُمْ وَأَنْتُمْ مُعْرِضُونَ
“Bir gün İsrail oğullarından kesin söz aldık. Allah‘tan başkasına kul olmayacaksınız. Anaya-babaya iyi davranacaksınız; yakınlara, yetimlere ve çaresizlere de. İnsanlarla güzel konuşun. Namazı dosdoğru kılın vezekâtı verin, dedik. Pek azınız bir yana, yine sözünüzden dönmüştünüz. Siz hep yan çizer durursunuz.” (Bakara, 2/83)
وَلَقَدْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَبَعَثْنَا مِنْهُمُ اثْنَيْ عَشَرَ نَقِيبًا وَقَالَ اللَّهُ إِنِّي مَعَكُمْ لَئِنْ أَقَمْتُمُ الصَّلَاةَ وَآتَيْتُمُ الزَّكَاةَ وَآمَنْتُمْ بِرُسُلِي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَأَقْرَضْتُمُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا لَأُكَفِّرَنَّ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَلَأُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنْكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ
“Allah on iki öncü göndererek İsrail oğullarından kesin söz almış ve demişti ki; “Ben sizinleyim. Eğer namaz kılarzekât verir, peygamberlerime inanır, onları destekler, Allah’a güzel bir ödünç verirseniz kusurlarınızı bağışlar, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra hanginiz nankörlük ederse düz yoldan sapmış olur.”(Mâide, 5/12)
Ve son olarak İsa (as)’ın diliyle zekâtın ona da emredildiği şöyle bildirilmiştir:
قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللَّهِ آَتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا
وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا أَيْنَ مَا كُنْتُ وَأَوْصَانِي بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ مَا دُمْتُ حَيًّا
“(İsa) Dedi ki: «Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. (Allah) Bana Kitabı verdi ve beni peygamber kıldı.
Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.»” (Meryem, 19/30-31)
İSLÂM'IN ŞARTLARI
l) Allah'a ve elçisi Muhammed (s.a.s)'e imam açığa vurmak. Allah'a ve Hz. Muhammed'i içine alan bütün peygamberlere inanmak ayrıca imanın şartlarındandır. İman esasları dışa açıklanmaksızın kalbde gizli olarak kalabilirken, İslâm'ın şartları, kişinin cemiyet toplum içinde İslâm'a mensup olduğunu gösteren ve açığa vuruları davranışlarıdır. İman esaslarına inanan kimseye "mümin"; İslâm'ın şartlarına uyan kimseye de "müslüman" denir. İlk müslümanlar Mekke'de sayıları muayyen belirli bir miktara ulaşınca gizliliği kaldırıp, dinlerini açığa vurmuşlardır.
2) Namaz sözlükte dua anlamındadır. Bir terim olarak, özel rükün ve şartları bulunan bir ibadet şeklidir. Mekke'de Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin on birinci yılında beş vakit olarak farz kılınmıştır. Bundan önce de namaz ibadeti vardı, fakat böyle düzenli ve vakitli değildi. Namaz; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sâbittir.
Kur'an-ı Kerîm'in bir çok yerinde "Namazı kılınız, zekâtı veriniz" diye emredilmiştir. Bir ayette de "Bütün namazları ve orta namazı muhafaza ediniz"(el-Bakara, 2/238) buyurulur. Bu ayet, ortası olan en az çoğul sayısı beş olduğu için beş vakit namaza işaret etmektedir. Sabah ile öğle bir yanda, akşamla yatsı bir yanda kabul edilirse bunların ortası ikindi namazı olur.
Hz. Peygamber, Muâz b. Cebel'i Yemen'e Vâli olarak gönderirken ona şöyle demiştir: "Sen, kitap sahihi olan bir cemiyet topluma gidiyorsun. Onları önce Allah'a kulluk etmeğe davet et. Allah'ı tanırlarsa Allah'ın onlara gecede gündüzde beş vakit namazı farz kıldığını söyle..." (Buhârî, Zekât, 41, 63, Meğâzî, 60; Tevhîd, 1; Nesâî, Zekât, 1; Dârimî, Zekât, 1).
Namaz mü'mini günahlardan arındırır, ruhu temizleyip kemale ulaştırır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden birinizin kapısı önünden bir ırmak geçse, günde beş defa o ırmakta yıkansa bedeninde kir kalır mı ? Kalmaz. İşte su nasıl kiri giderirse, namaz da günahları öyle giderir" (İbn Mâce, İkâme, 193; Ahmed b. Hanbel, I, 72; Müslim, Mesâcid, 51).
Bir kimseye namazın farz olması için, müslüman, akıllı ve ergin olması, ayrıca kadınların hayız veya nifas (lohusalık) hallerinde bulunmamaları gerekir (geniş bilgi için bk. "Namaz" mad.).
3) Oruç, sözlükte; iş yapmaktan, söz söylemekten geri durmak demektir. Bir terim olarak ise, tan yeri ağarmasından güneşin batmasına kadar yeme, içme ve cinsî münasebet gibi şeylerden kaçınmaktır. Oruç tutmaya imsâk; oruç açmaya ise iftâr denir.
4) Zekât. Sözlükte, temizleme, büyüme ve artma anlamına gelir. Bir terim olarak ise; muayyen belirli bir malı, zekât alabilecek bir kimseye temlik etmek (vermek)tir.
Zekât muayyen belirli miktar olarak Hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Farz oluşu, kitap, Sünnet ve icmâ ile sâbittir. Kur'an-ı Kerîm'de "Zekâtı veriniz" (el-Bakara, 2/43); "Onların mallarında dilencinin ve yoksulun bir payı vardır" (el-Meâric, 25) buyurulur. Bu konuda pek çok hadis olduğu gibi, ümmet zekâtın farz oluşunda görüş birliği içindedir. Bir kimsenin zekâtla yükümlü olması için, müslüman, akıllı, ergin olması borcundan ve temel ihtiyaçlarından başka, alışverişle veya doğurmakla artmaya müsait, nisap miktarı yıllanmış mala sahip bulunması gerekir.
Çocuklara, akıl hastasına ve bunağa zekât lazım değildir. Ancak Hanefîler dışındaki diğer İslâm hukukçularına göre bunlara da zekât gerekir. Bunların zekâtını, velileri, kendi mallarından alıp verirler.
Nisap, zekâtın farz olması için şerîatın tanıdığı mal miktarıdır. Bu, altında 96, gümüşte ise 560 gramdır. Nakit para ve ticaret mallarında nisap, bu ikisinden yoksulun yararına olacak olan birisiyle ölçülür. Altın, gümüş, nakit para ve ticaret malları kırkta bir zekâta tabidir.
Ateşte eriyen madenlerin zekâtı beşte birdir. Bunlardan alman zekât; "Biliniz ki aldığınız herhangi bir ganimetin beşte biri mutlaka Allah'a, Resulu'ne, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolculara aittir..." (el-Enfâl, 8/41) ayetinde sayıları yerlere verilir. Beşte biri çıktıktan sonra geri kalan beşte dördü bulana aittir. Zift. petrol gibi sıvı madenlerin kendilerine değil, gelirlerine zekât düşer. Kireç, alçı, yakut ve elmas gibi erimeyen madenlere zekât lazım değildir. (Buhârı, Zekât, 55; Müslim, Zekât, 8; Ebû Dâvûd, Zekât, 5, 12; Tirmizî, Zekât, 14; Nesâî, Zekât, 25).
Ekin ve meyvelerin zekâtı "Hasat zamanı onun hakkını verin" (el-En'âm, 8/141) ayeti ve Hz. Peygamber'in;"Gökyüzünün suladığı şeylerde onda bir (öşür); kova ve dolapla sulanan şeylerde ise yirmide bir zekât vardır" hadisi ile farz kılınmıştır. Ancak bu yükümlülük için arazinin öşür arazisi nev'inden olması gerekir.
Deve, sığır, manda, koyun ve keçiye de İslâm'ın belirlediği ölçülere göre zekât gerekir (bk. "Zekat" mad.).
5) Hac. Sözlükte; saygı gösterilen yere gitmek, bir terim olarak ise; hac mevsiminde, ihramlı olarak Ka'be'yi Muazzama'yı ziyaret etmek, Arafat'ta durmak ve diğer hac ibadetlerini yapmak demektir.
Hac ibadetinin farz oluşu da Kitap, Sünnet ve icmâ delilleriyle sabittir. Ayette şöyle buyurulur: "Yoluna gücü yeten herkesin, o Ev'i hac etmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" (Âlu İmrân, 97). Allah elçisi "Hac sırasında yapılacak ibadetlerinizi benden alınız" (Ahmed b. Hanbel, 111, 318, 366) buyurarak söz ve fiilleriyle haccın yapılış şeklini göstermiştir.
Hac münâsebetiyle dünyanın her yerinden Hicaz'da bir araya gelen müslümanlar, dilleri, renkleri örf ve âdetleri ayrı bile olsa, aynı inanç ve ideal etrafında kaynaşırlar; birbirini incitmeden, hayvanlara, hatta bitkilere bile zarar vermeden en yüce his duygular içinde ibadetlerini yaparlar. Herkes elbiselerini çıkarıp iki parça havlu ile ihrama girer; böylece zenginlik, yoksulluk, soy sop kalkar, tam bir eşitlik meydana gelir. Bu ibadeti samimiyetle yapıp dönen müslüman anasından yeni doğmuş gibi günahlarından arınır. Allah Resulu şöyle buyurmuştur: "Haccedip de cinsi münasebet ve buna yol açan şeyleri yapmayan, fısk-u fücur işlemeyen kimse, anasından yeni doğduğu gündeki gibi (günahlardan temizlenmiş olarak) döner" (Buhârı, Muhsar, 9, 10; Nesâî, hac, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3; Ahmet b. Hanbel, II, 229, 410, 494).
Bir kimseye haccın farz olması için bu kimsenin müslüman, akıllı, ergin, hür, yeterli vakte sahip, sağlıklı, gidişgeliş süresi içinde yol masrafı ile kendisinin ve aile fertlerinin geçiminin temin edilmiş olması lüzumludir. Yapılacak haccın sahih olması için, ihramlı olarak Arafat'ta vakfe ve Kâbe'yi tavaf etmek lâzımdır (bk. "Hac" mad.).
Bugün, hamdolsun Müslümanlar cemiyet toplumda en çok itimat edilen insanlar olarak görülmektedir. İnsanlar gerek kılık kıyafetiyle, gerek simasındaki izzet ve hayâ ile kalbindeki imanı karşısındakine aksettiren bir Müslümana herkesten fazla güven duyulmaktadır.
Bir hadîste O (sallallahu aleyhi ve sellem): "İnsan sabahlayınca bütün organlar, dile yalvararak şöyle derler: Bizim haklarımızı muhafaza etmek korumakta Allah'tan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz."
buyurmuştur. Resûlullah, kendisine "Benim için en çok korkulacak şey nedir?" diye soran Süfyân b. Abdullah'a (r.a.) mübarek dilini göstererek "İşte budur!" cevabını vermiştir.
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), insanın "dil"ini doğru kullandığı takdirde Cennet'i (ebedî saadet) kazanabileceği, aksi durumda ise Cehennem'e gireceğini bildirmektedir. Sonra Resûlullah "Onlar yataklarından geceleri kalkarak korku ve ümit içerisinde Rablerine yalvaranlardır..." (Secde sûresi, 32/16-17) âyetlerini okudu ve şöyle buyurdu: "Size bütün işlerin başını, direğini ve en üst noktasını bildireyim mi?" Muaz: "Evet, ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. O da (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her işin başı İslâm, direği namaz, zirvesi ve üst noktası da cihâddır." Sonra şöyle devam etti: "Sana bütün bunların kendisine bağlı olduğu esası (temel, candamar) bildireyim mi?" dedi. Muaz: "Evet, bildir yâ Resûlallah!" dedi. Bunun üzerine Resûlullah dilini tuttu ve "Şunu koru!" buyurdu. Muaz "Yâ Resûlallah! Biz konuştuklarımızdan da sorgulanacak mıyız?" dedi. Resûlullah da: "Annen yokluğuna yansın ey Muaz! İnsanları yüzüstü Cehennem'e sürükleyen, ancak (küfür, iftira, bühtan, sövme, gıybet, koğuculuk gibi) dillerinin ürettikleridir!" buyurdu
Eline beline ve diline sahip olmak
Sual: Eline, beline, diline sahip olan kurtulur anlamında bir hadis-i şerif var mıdır?
CEVAPÖyle bir hadis-i şerif bilmiyoruz, ama eline, beline ve diline sahip olanın kurtulacağına dair başka hadis-i şerifler vardır. Birkaçının meali şöyledir:
(Dilini ve fercini [ırzını, namusunu] koruyan Müslümana Cenneti söz veriyorum.) [Buhari]
(Arefe günü eline, diline, gözüne ve kulağına sahip olanın günahları affolur.) [Hatib]
(İnsanlar dilinden ve elinden salim olmadıkça [kâmil] mümin olamazsın.) [Askerî]
(Hasetçinin hasedi eline ve diline çıkmadıkça zarar vermez.)[Ebu Nuaym]
(Eli ihsanlı, dili dürüst, kalbi temiz, boğazına ve fercine[namusuna] sahip olan ilimde rasih olur.) [Taberani]
(Allahü teâlâ bana şöyle vahyetti: Benim mescitlerime ancak, selim kalble, sadık dil ile, temiz el ile, temiz ferclerle girsinler.)[Hâkim]
(Şu altı şeye söz verin, ben de size Cennete gireceğinize söz vereyim:
1- Dilinize sahip olun [elfaz-ı küfür, yalan, gıybet, lanet, malayani gibi.]
2- Sözünüzden dönmeyin.
3- Emanete hıyanet etmeyin.
4- Gözünüze sahip olun. [Harama bakmayın]
5- Elinize sahip olun. [Haram işlemeyin, haram tutmayın]
6- Fercinize hakim olun.) [Hâkim]
Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin dünyaya teşriflerini, hep birlikte millet olarak coşkuyla kutlayacağız. Diyanet İşleri Reis Başkanlığı bu yıl Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde gerçekleştirilecek konferansların, panellerin, sohbetlerin ve çeşitli etkinliklerin ana konusunu sevgi ekseni üzerine temellendirmiştir. Cemiyet Toplumun şiddetle sevgiye, birbirine muhabbet duymaya ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde böyle bir mevzunun seçilmesi isabetli ve ehemmiyetlidir. Ancak ben burada Sevgili Peygamberimizin “Emin” vasfını ele almak istiyorum. Özel olarak cemiyet toplumumuzun, genel olarak İslam milletlerinin hatta bütün dünya insanının muamelelerine ve davranışlarına bakıldığında, cemiyet toplumları ayakta tutan bu hayati kavramın gitgide aşındığı görülür. Halbuki Dünyadaki bütün medeniyetlerin temelini oluşturan kutsal kitapların ana konusu “güvenilirlik” tir. Bütün Peygamberler “emîn” sıfatı ile insanlığa tanıtılmış ve onlara vahiy getiren Cebrail (a.s), “emîn” (güvenilir) sıfatı ile zikredilmiştir.1 Allah Teâlâ’nın, kendi kelamını peygamberlere iletmekle görevlendirdiği meleği, “emîn” olarak bütün insanlığa duyurması oldukça dikkate şayandır. Bütün peygamberler, elçilik görevine başlarken, ümmetlerine şu garantiyi vermişlerdir. “Ben size gönderilmiş güvenilir (emîn) bir elçiyim”2 Bütün peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (a.s) da, yeryüzünün ve gökyüzünün emini idi. Bir mal dağıtımı sırasında kendisine adil davranmadığını söyleyen kimseye Hz. Peygamber “Ben gökyüzündekilerin nezdinde emin bir kimseyim. Sabah akşam bana gökyüzünden haber (vahiy) geliyor. Bana güvenmiyor musunuz…”3 buyurarak, emin olduğunu bildirmiştir.
Zekâtın Farz Kılınması
Zekât, zengin Müslümanların yıldan yıla belli ölçüsüne göre mallarının bir kısmını zekât niyetiyle ayırıp lâyık olanlara vermelerinden ibaret mâlî bir ibadettir.
Zekât, İslam dininin beş temel esasından biridir. Kur’an-ı Kerim’le (Nur, 56; Müzzemmil, 20; Hac, 78; Bakara, 110) emredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de 32 yerde namazla birlikte zikredilmiştir.
Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Her gün, her sabah, iki melek inip birisi, ‘Yâ Rab! Zekât ve sadakasını vererek, malını (Allah rızası için) harcayana, harcadığının yerine yenisini ver’ der. Diğeri de, ‘Yâ Rab! Zekât ve sadaka hakkını ödemeyerek malını sıkanın da malını telef et’ der!”[5]
Hz. Rukiyye’nin Vefatı
Peygamber Efendimizin Hz. Osman’la evli kerimeleri Hz. Rukiyye, Bedir Seferi sırasında hastalanmıştı. Hz. Osman, Peygamber Efendimizin emriyle ona bakmak üzere Medine’de kalmış, Bedir’e gidememişti. Zeyd b. Hârise Hazretleri, Bedir Zaferi’nin haberini Medine’ye getirdiği sırada Hz. Rukiyye vefat etmişti.
Onu Ümmü Eymen yıkadı. Hz. Osman cenaze namazını kıldırdı ve Bâkî Kabristanı’na defnetti.
Hz. Rukiyye, Resûl-i Ekrem Efendimiz 33 yaşlarında bulundukları sırada, Hz. Zeyneb’ten sonra doğan kerimeleridir. Annesi Hz. Hatice’yle birlikte Müslüman olmuştu. Daha sonra Hz. Osman’la evlenmişti. Hz. Osman, onunla birlikte Habeşistan’a hicret etmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onların beraber hicret ettiklerini görünce, “Osman, Lût’tan (a.s.) sonra, Allah yolunda, ailesiyle birlikte hicret edenlerin ilkidir” buyurmuştu.[6]
Ebu’d-Derdâ’nın Müslüman Olması
Ebu’d-Derdâ Uveymir b. Sa’lebe, Bedir Seferi sırasında Müslüman oldu. Şöyle ki:
Abdullah b. Ravaha (r.a.), öteden beri Ebu’d-Derdâ’nın kardeşliği idi. Bir gün, eline keseri alıp Ebu’d-Derdâ’nın evindeki putunu kırdı. Ebu’d-Derdâ evine döndüğü zaman, hanımı durumu ona haber verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ düşünmeye başladı ve kendi kendine, “Eğer, bu putta bir hayır olsaydı, kendisini korurdu!” diye konuştu. Sonra da Müslüman olmak için Peygamberimizin yanına gitti.
Abdullah b. Ravaha, uzaktan geldiğini görünce, “Yâ Resûlallah! Gelen, Ebu’d-Derdâ’dır. Herhalde bizi görmeye geliyor!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “O, Müslüman olmak için geliyor. Çünkü Rabbim, Ebu’d-Derdâ’nın Müslüman olacağını bana bildirmişti!” buyurdu.
Huzura varan Ebu’d-Derdâ, orada Müslüman oldu. Ev halkı, kendisinden önce Müslüman olmuşlardı.[7]
Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’nin Evlenmesi
Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye teşriflerinden beş ay sonra Receb ayında Hz. Ali’yle nikâhlandı. Hicret’in 2. yılında Bedir Gazâsı’ndan sonra Zilhicce ayında evlendiler.
Hz. Fâtıma, Resûl-i Kibriya Efendimizin en küçük kızı ve kızlarının en sevgilisi idi. Peygamber Efendimiz, bir gazâdan veya bir seferden geldiği zaman ilk önce mescide gidip iki rekât namaz kılar, sonra Hz. Fâtıma’ya uğrar, daha sonra da Ezvac-ı Tâhirat’ın yanına giderdi.[8]
Hz. Âişe (r.a.) der ki:
“Ben, Fâtıma kadar, sözü ve konuşması Resûlullah’a benzeyen bir kimse görmedim. Fâtıma girdiği zaman, Resûlullah onu şefkatle karşılar, ‘Hoş geldin’ diyerek selamlardı. Ben, Fâtıma’dan daha doğru sözlü bir kimse de görmedim.”[9]
Hz. Fâtıma’nın (r.a.) yürüyüşü de Nebiyy-i Muhterem Efendimizin yürüyüşüne pek benzerdi.
Bir gün, Hz. Âişe’ye, “İnsanların, Resûlullah’a en sevgili olanı kimdi?” diye soruldu.
Hz. Âişe, “Fâtıma idi” dedi.
“Erkeklerden kimdi?” diye sorulunca da, “Fâtıma’nın kocası” cevabını verdi.[10]
Peygamberimizin, Kızı Hz. Zeyneb’i Mekke’den Getirtmesi
Bedir esirleri arasında Peygamberimizin damadı ve Hz. Zeyneb’in kocası Ebû Âs b. Rebî’de bulunuyordu. Bedir Harbi esirleri konusunda bahsettiğimiz gibi, Ebû Âs serbest bırakılınca Mekke’ye gitti. Daha önce Hz. Zeyneb’in hicret etmesine mani olan Ebû Âs, bu sefer kendisini serbest bıraktı.
Resûl-i Kibriya Efendimiz de, Bedir Harbi’nden bir ay veya bir aya yakın bir zaman sonra Zeyd b. Hârise ile ensardan bir zâtı göndererek Hz. Zeyneb’i Mekke’den getirtti.[11]
Muhacir Müslümanlardan Osman b. Maz’un’un Vefatı
Bâkî Kabristanı’na, muhacir Müslümanlardan ilk defnedilen bir zâttır.
İlk Kurban Bayramı Namazının Kılınması
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Zilhicce’nin dokuzunda Sevik Gazâsı’ndan dönerek Medine’ye kavuşmuştu. Ertesi günü, yani Zilhicce’nin onuncu günü Müslümanlarla birlikte namazgâha çıktı. Ezansız ve kametsiz olarak iki rekât Kurban Bayramı namazı kıldırdı. Namazdan sonra bir hutbe irad etti. Bu hutbelerinde, kurban kesmelerini Müslümanlara emretti. Kendileri de iki kurban kesti. Satın aldığı semiz, boynuzlu beyaz koçtan birini keserken, “Allahım! Bu, senin birliğine ve senden bana gelenlere şehâdet eden bütün ümmetim nâmınadır” dedi. İkincisini keserken ise, “Allahım! Bu da, Muhammed ve Muhammed’in ev halkı içindir” buyurdu. Bundan, kendileri, ev halkı ve yoksullar yediler.[12]
İslam’da ilk Kurban Bayramı budur!
______________________________________
[1]Bakara, 183-185.
[2]Buharî, Sahih, c. 1, s. 11.
[3]Bir dirhem, üç gramdır.
[4]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 103.
[5]Buharî, Sahih, c. 2, s. 120.
[6]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 36-37.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 7, s. 391.
[8]İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 1895.
[9]Taberî, Tarih, c. 2, s. 290-292.
[10]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 248-249.
[11]Taberî, Tarih, c. 2, s. 290-292.
[12]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 248-249.
Yazar:
Salih Suruç
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى
“Allah Nuh‘a buyurduğunu, sana vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini sizin için bu dinin şeriatı yaptı…” (Şûrâ, 42/13)
Bu ayet, bizim şeriatımızda var olan ve İslam’ın beş esasından biri kabul edilen namaz, zekât, hac ve oruç ibadetlerinin önceki şeriatlarda da var olduğunu göstermektedir.
Zekâtın bizden önceki ümmetlere de farz olduğunu bildiren ayetlerden müteaddit birçok ayet vardır. Mesela Lut (as), İbrahim (as), İshak (as) ve Yakub (as)’ın kıssaları anlatıldıktan sonra şöyle buyurulmuştur:
وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِمْ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَإِقَامَ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءَ الزَّكَاةِ وَكَانُوا لَنَا عَابِدِينَ
“Onları, emrimize uygun olarak yol gösteren önderler yaptık. Hayırlı işler yapmalarını, namaz kılmalarını vezekât vermelerini emretmiştik. Onlar yalnızca bize kulluk ederlerdi.” (Enbiyâ, 21/73)
İsmail (as) ile ilgili olarak ise Kur’an’da şöyle buyurulmuştur:
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولًا نَبِيًّا
وَكَانَ يَأْمُرُ أَهْلَهُ بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ وَكَانَ عِنْدَ رَبِّهِ مَرْضِيًّا
“Kitapta İsmail’i de an! Gerçekten o, sözüne sâdıktı, resûl ve nebî idi. Ailesine/halkına namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbi nezdinde de hoşnutluk kazanmış bir kimse idi.” (Meryem, 19/54-55)
Ehl-i kitap olarak kabul edilen Yahudi ve Hıristiyanlara emredilen hükümler için de zekâtın da bunduğu şöyle bildirilmiştir:
وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ
“Onlara sadece şu emir verilmiştir: Doğrudan doğruya yalnız Allah’a boyun eğerek O’na kul olun. Namazı sürekli kılın ve zekâtı verin. İşte sağlam din budur.” (Beyyine, 98/5)
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لَا تَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْكُمْ وَأَنْتُمْ مُعْرِضُونَ
“Bir gün İsrail oğullarından kesin söz aldık. Allah‘tan başkasına kul olmayacaksınız. Anaya-babaya iyi davranacaksınız; yakınlara, yetimlere ve çaresizlere de. İnsanlarla güzel konuşun. Namazı dosdoğru kılın vezekâtı verin, dedik. Pek azınız bir yana, yine sözünüzden dönmüştünüz. Siz hep yan çizer durursunuz.” (Bakara, 2/83)
وَلَقَدْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَبَعَثْنَا مِنْهُمُ اثْنَيْ عَشَرَ نَقِيبًا وَقَالَ اللَّهُ إِنِّي مَعَكُمْ لَئِنْ أَقَمْتُمُ الصَّلَاةَ وَآتَيْتُمُ الزَّكَاةَ وَآمَنْتُمْ بِرُسُلِي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَأَقْرَضْتُمُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا لَأُكَفِّرَنَّ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَلَأُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنْكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ
“Allah on iki öncü göndererek İsrail oğullarından kesin söz almış ve demişti ki; “Ben sizinleyim. Eğer namaz kılarzekât verir, peygamberlerime inanır, onları destekler, Allah’a güzel bir ödünç verirseniz kusurlarınızı bağışlar, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra hanginiz nankörlük ederse düz yoldan sapmış olur.”(Mâide, 5/12)
Ve son olarak İsa (as)’ın diliyle zekâtın ona da emredildiği şöyle bildirilmiştir:
قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللَّهِ آَتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا
وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا أَيْنَ مَا كُنْتُ وَأَوْصَانِي بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ مَا دُمْتُ حَيًّا
“(İsa) Dedi ki: «Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. (Allah) Bana Kitabı verdi ve beni peygamber kıldı.
Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.»” (Meryem, 19/30-31)
İSLÂM'IN ŞARTLARI
l) Allah'a ve elçisi Muhammed (s.a.s)'e imam açığa vurmak. Allah'a ve Hz. Muhammed'i içine alan bütün peygamberlere inanmak ayrıca imanın şartlarındandır. İman esasları dışa açıklanmaksızın kalbde gizli olarak kalabilirken, İslâm'ın şartları, kişinin cemiyet toplum içinde İslâm'a mensup olduğunu gösteren ve açığa vuruları davranışlarıdır. İman esaslarına inanan kimseye "mümin"; İslâm'ın şartlarına uyan kimseye de "müslüman" denir. İlk müslümanlar Mekke'de sayıları muayyen belirli bir miktara ulaşınca gizliliği kaldırıp, dinlerini açığa vurmuşlardır.
2) Namaz sözlükte dua anlamındadır. Bir terim olarak, özel rükün ve şartları bulunan bir ibadet şeklidir. Mekke'de Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin on birinci yılında beş vakit olarak farz kılınmıştır. Bundan önce de namaz ibadeti vardı, fakat böyle düzenli ve vakitli değildi. Namaz; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sâbittir.
Kur'an-ı Kerîm'in bir çok yerinde "Namazı kılınız, zekâtı veriniz" diye emredilmiştir. Bir ayette de "Bütün namazları ve orta namazı muhafaza ediniz"(el-Bakara, 2/238) buyurulur. Bu ayet, ortası olan en az çoğul sayısı beş olduğu için beş vakit namaza işaret etmektedir. Sabah ile öğle bir yanda, akşamla yatsı bir yanda kabul edilirse bunların ortası ikindi namazı olur.
Hz. Peygamber, Muâz b. Cebel'i Yemen'e Vâli olarak gönderirken ona şöyle demiştir: "Sen, kitap sahihi olan bir cemiyet topluma gidiyorsun. Onları önce Allah'a kulluk etmeğe davet et. Allah'ı tanırlarsa Allah'ın onlara gecede gündüzde beş vakit namazı farz kıldığını söyle..." (Buhârî, Zekât, 41, 63, Meğâzî, 60; Tevhîd, 1; Nesâî, Zekât, 1; Dârimî, Zekât, 1).
Namaz mü'mini günahlardan arındırır, ruhu temizleyip kemale ulaştırır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden birinizin kapısı önünden bir ırmak geçse, günde beş defa o ırmakta yıkansa bedeninde kir kalır mı ? Kalmaz. İşte su nasıl kiri giderirse, namaz da günahları öyle giderir" (İbn Mâce, İkâme, 193; Ahmed b. Hanbel, I, 72; Müslim, Mesâcid, 51).
Bir kimseye namazın farz olması için, müslüman, akıllı ve ergin olması, ayrıca kadınların hayız veya nifas (lohusalık) hallerinde bulunmamaları gerekir (geniş bilgi için bk. "Namaz" mad.).
3) Oruç, sözlükte; iş yapmaktan, söz söylemekten geri durmak demektir. Bir terim olarak ise, tan yeri ağarmasından güneşin batmasına kadar yeme, içme ve cinsî münasebet gibi şeylerden kaçınmaktır. Oruç tutmaya imsâk; oruç açmaya ise iftâr denir.
4) Zekât. Sözlükte, temizleme, büyüme ve artma anlamına gelir. Bir terim olarak ise; muayyen belirli bir malı, zekât alabilecek bir kimseye temlik etmek (vermek)tir.
Zekât muayyen belirli miktar olarak Hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Farz oluşu, kitap, Sünnet ve icmâ ile sâbittir. Kur'an-ı Kerîm'de "Zekâtı veriniz" (el-Bakara, 2/43); "Onların mallarında dilencinin ve yoksulun bir payı vardır" (el-Meâric, 25) buyurulur. Bu konuda pek çok hadis olduğu gibi, ümmet zekâtın farz oluşunda görüş birliği içindedir. Bir kimsenin zekâtla yükümlü olması için, müslüman, akıllı, ergin olması borcundan ve temel ihtiyaçlarından başka, alışverişle veya doğurmakla artmaya müsait, nisap miktarı yıllanmış mala sahip bulunması gerekir.
Çocuklara, akıl hastasına ve bunağa zekât lazım değildir. Ancak Hanefîler dışındaki diğer İslâm hukukçularına göre bunlara da zekât gerekir. Bunların zekâtını, velileri, kendi mallarından alıp verirler.
Nisap, zekâtın farz olması için şerîatın tanıdığı mal miktarıdır. Bu, altında 96, gümüşte ise 560 gramdır. Nakit para ve ticaret mallarında nisap, bu ikisinden yoksulun yararına olacak olan birisiyle ölçülür. Altın, gümüş, nakit para ve ticaret malları kırkta bir zekâta tabidir.
Ateşte eriyen madenlerin zekâtı beşte birdir. Bunlardan alman zekât; "Biliniz ki aldığınız herhangi bir ganimetin beşte biri mutlaka Allah'a, Resulu'ne, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolculara aittir..." (el-Enfâl, 8/41) ayetinde sayıları yerlere verilir. Beşte biri çıktıktan sonra geri kalan beşte dördü bulana aittir. Zift. petrol gibi sıvı madenlerin kendilerine değil, gelirlerine zekât düşer. Kireç, alçı, yakut ve elmas gibi erimeyen madenlere zekât lazım değildir. (Buhârı, Zekât, 55; Müslim, Zekât, 8; Ebû Dâvûd, Zekât, 5, 12; Tirmizî, Zekât, 14; Nesâî, Zekât, 25).
Ekin ve meyvelerin zekâtı "Hasat zamanı onun hakkını verin" (el-En'âm, 8/141) ayeti ve Hz. Peygamber'in;"Gökyüzünün suladığı şeylerde onda bir (öşür); kova ve dolapla sulanan şeylerde ise yirmide bir zekât vardır" hadisi ile farz kılınmıştır. Ancak bu yükümlülük için arazinin öşür arazisi nev'inden olması gerekir.
Deve, sığır, manda, koyun ve keçiye de İslâm'ın belirlediği ölçülere göre zekât gerekir (bk. "Zekat" mad.).
5) Hac. Sözlükte; saygı gösterilen yere gitmek, bir terim olarak ise; hac mevsiminde, ihramlı olarak Ka'be'yi Muazzama'yı ziyaret etmek, Arafat'ta durmak ve diğer hac ibadetlerini yapmak demektir.
Hac ibadetinin farz oluşu da Kitap, Sünnet ve icmâ delilleriyle sabittir. Ayette şöyle buyurulur: "Yoluna gücü yeten herkesin, o Ev'i hac etmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" (Âlu İmrân, 97). Allah elçisi "Hac sırasında yapılacak ibadetlerinizi benden alınız" (Ahmed b. Hanbel, 111, 318, 366) buyurarak söz ve fiilleriyle haccın yapılış şeklini göstermiştir.
Hac münâsebetiyle dünyanın her yerinden Hicaz'da bir araya gelen müslümanlar, dilleri, renkleri örf ve âdetleri ayrı bile olsa, aynı inanç ve ideal etrafında kaynaşırlar; birbirini incitmeden, hayvanlara, hatta bitkilere bile zarar vermeden en yüce his duygular içinde ibadetlerini yaparlar. Herkes elbiselerini çıkarıp iki parça havlu ile ihrama girer; böylece zenginlik, yoksulluk, soy sop kalkar, tam bir eşitlik meydana gelir. Bu ibadeti samimiyetle yapıp dönen müslüman anasından yeni doğmuş gibi günahlarından arınır. Allah Resulu şöyle buyurmuştur: "Haccedip de cinsi münasebet ve buna yol açan şeyleri yapmayan, fısk-u fücur işlemeyen kimse, anasından yeni doğduğu gündeki gibi (günahlardan temizlenmiş olarak) döner" (Buhârı, Muhsar, 9, 10; Nesâî, hac, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3; Ahmet b. Hanbel, II, 229, 410, 494).
Bir kimseye haccın farz olması için bu kimsenin müslüman, akıllı, ergin, hür, yeterli vakte sahip, sağlıklı, gidişgeliş süresi içinde yol masrafı ile kendisinin ve aile fertlerinin geçiminin temin edilmiş olması lüzumludir. Yapılacak haccın sahih olması için, ihramlı olarak Arafat'ta vakfe ve Kâbe'yi tavaf etmek lâzımdır (bk. "Hac" mad.).
Bugün, hamdolsun Müslümanlar cemiyet toplumda en çok itimat edilen insanlar olarak görülmektedir. İnsanlar gerek kılık kıyafetiyle, gerek simasındaki izzet ve hayâ ile kalbindeki imanı karşısındakine aksettiren bir Müslümana herkesten fazla güven duyulmaktadır.