2 Kasım 2016 Çarşamba

Cüneyd Bağdadi Hz sordular: Hakikat nedir? Buyurdu ki:
Sana ihanetle bakana muhabbetle bakabilmendir.
Bayezid Bistâmi Hz.ne
kendini bilmezin biri
-Köpek herif,demiş.
Dervişler adama haddini bildirmek isteyince,
Bayezid Bistâmi:
-Durun,köpekteki sadakat
bizde varsa ne mutlu bize!
-Bana Haktan haber ver.
Cüneyd Bağdadi Hz:
-Senin vehmin,
gönlünde muhabbetin ne ise, ilahın odur.


Adamın biri New York, Central Park'ta yürüyüş yaparken, aniden kuduz bir köpeğin küçük bir kıza saldırdığını görür. Koşar ve köpekle boğuşmaya başlar. Hayli uzun bir uğraştan sonra üzeri yara bere içinde kaldığı halde köpeği öldürür. Ama küçük kızın da hayatını kurtarmıştır. Son anda bu sahneyi gören polis nefes nefese olay yerine koşar ve adamın yanına gelir. Sarılıp teşekkür ettikten sonra 'Sen' der 'bir kahramansın, yarın bütün gazeteler seni yazacaklar. Ve göreceksin başlık da şöyle olacak; _Cesur New York'lu küçük kızın hayatını kurtardı.' Adam 'Ama ben New York'lu değilim!' der. Polis 'Fark etmez, bu durumda gazeteler şunu yazacaklar; _Cesur Amerikalı küçük kızın hayatını kurtardı' cevabını verir. 'Ama ben Amerikalı da değilim' der adam artık şaşırarak. Polis ' _Ya, o halde nerelisin?' diye sorunca adam cevap verir; _'Ben Iraklıyım!' Polis adama başka bir şey söylemez. Ama adam ertesi gün gazeteleri aldığında şöyle bir . başlıkla karşılaşır; 'Radikal Islamcı, masum Amerikan köpe ni öldürdü.' ! 
 
ALLAH ile aynı fikirde olmayan, KAFIR dir.

 

 
Kıyamet günü bir grup getirilir. İyilikleri dağlarca olur. Hak Teala onların iyiliklerini kabul etmeyip ateşe atılmalarını emreder.
Selman-ı Farisi(r.a.) dedi ki:
-Ya Resulallah,suçları ne idi ? Resulullah(s.a.v) şöyle dedi:-Haram görseler çekinmeden alır yerlerdi.



Ebû Hureyre -radıyallahu anh-’den mervîdir ki:
Nas üzerine bir zaman gelecektir ki, bir kimse helâlden mi haramdan mı kazandığına ehemmiyet vermeyerek alacaktır (Buhârî) buyurulmuştur.
Bu hadîs-i şerîf mûcizât-ı nebeviyyedendir. Zîra hadîsde söylenenler aynen olmuştur.
Haram lokmadan beslenen, büyüyen vücûd-ı insana nâr-ı cahîm daha evlâdır.” (Münâvî) buyurulmuştur.
İki dirheme mâlik olanın hesabı bir dirheme mâlik olan kimsenin hesabından daha zordur.” (a.e.)
Haram lokma yiyen kimsenin kırk gece namazı kabûl olunmaz, kırk gün de duâsına icâbet olunmaz.” (Râmûz)
Bir zaman gelecek ki, insanlardan ribâ yemeyen kalmayacak. Ribâ yemese bile onun tozu toprağı ona isâbet edecek.” (a.e.)
İmam-ı Âzam Ebû Hanife’nin bir kimsede alacağı vardı. Bir cenâze namazına vardı. O alacaklı olduğu borçlunun duvarı gölgesinde durmaktan sakındı. “Eğer alacağım olan bu kimsenin evinin gölgesinde oturursam ribâdır. Ribâ ise haramdır.” dedi.
Abdullah bin Mübarek, Bağdad şehrine geldi. Pek pahalı bir atı vardı. Bir yerde namaza durdu. Atını da salıverdi. Namazda iken at bir ekine girdi. Haram olan ekini yediğinden o ata binmedi orada koydu. Kendi yoluna devam etti gitti.
*
Ey oğul!
Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle sana genç yaşta tevbe ile mâneviyata yönelmek nasîb olmuştur. Cenâb-ı Hakk nefis ve şeytandan sana bu tevbe üzerine sebat müyesser eylesin.
Bu yolda mesâfe kat etmek için mubahın bile fazlasından sakınarak zarûret miktarıyla yetinmek gereklidir. Bu zarûret miktarının ölçüsü de kulluk vazîfesini îfâya muktedir olacak kadardır. Meselâ yemekten gâye ibâdete kuvvet kazanmak; giyinmekten maksat setr-i avret ve sıcak ile soğuğun tesirinden korunmaktır.
Nakşibendî yolunun büyükleri azîmetle ameli ihtiyar eylemişler ve mümkün mertebe ruhsattan sakınmışlardır. Azîmetle amele muktedir olmayana herhalde mubahların da sınırını aşarak haram ve şüpheli şeylerle iştigal etmek de gerekmez.
Kişinin hayırlı amel kazanacağı zaman gençlik yıllarıdır. Yiğit odur ki vaktini kaçırmadan fırsatı ganîmet bilir. Zîra muhtemeldir ki, ihtiyarlık zamanına ulaşamaz. Ulaşsa bile imkân ve iktidar bulamaz. Bu yüzden fırsat zamanı, ancak kuvvet ve iktidarın elinde bulunduğu günlerdir. Maîşet derdi evlâd u ıyâl endişesi hiç bir zaman ibâdeti tehir sebebi olamaz. Nitekim Peygamberimiz “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” buyuruyor.
Dünya işlerini yarına bırakıp da bugünü âhiret ameliyle geçireceklerse ne âlâ. Değilse kaçırılan zaman geri gelmeyecektir. Gençlik devresi nefs ve şeytanın şiddetiyle istilâ edildiğinden az amele çok ecir vardır. Sadece nefsin istilâsı devrinde ise ecir o derece değildir. Nitekim bir dönüm yer düşman istilâsı zamanında süvariler için pek kıymetlidir. Ama düşman şerrinden emîn olunduğu zaman o îtibar kalmaz.
İnsanın yaradılışının hikmeti, yemek, uyumak ve boş vakit geçirmek değil, ubûdiyet vazîfelerini îfâ ile mütevazıâne Hakk’a ilticâ etmektir. Şer’i şerîfin emrettiği her ibâdetin edâsından maksat kulların menfaat ve maslahatlarıdır. Yoksa Allâh’ın bunlara bir gûnâ ihtiyacı mevzûbahis değildir. Hakk teâlâ müstağnî olduğu halde kullarını emir ve nehiylerle yüceltmiş ve yükselme yolları açmıştır. Biz âcizlere düşen bunların şükrünü tam olarak îfâ eylemektir.





“İnsanlardan bazısı dinde şek ve şüphe üzere Allah Teâlâya ibâdet eder. Eğer kendisine hayır isâbet ederse kalbi dînine mutmain olur. Dinde bulunduğunu kendisine fâl-i hayr addeder. Ve eğer ona bir fitne isâbet ederse yüzü üzerine küfür cihetine dönüverir ve din ile teşe’üm eder. İşte dînine îtimad etmeyerek dönen kimse dünyada ve âhirette hüsranda kalır, zarar görür ve şu zarar apaçık bir zarardır.” (Hacc Sûresi, 11) buyurulmuştur.

Mün’im-i hakîkî olan Rezzâk-ı Hâlık teâlâ ve tekaddes hazretlerini unutup isyan etmek âdeti olan kimselerden bazısı dîninde bir şek üzere ve bir yan üzere Allâh’a ibâdet eder. Fakat ibâdetinde yakîn ve sebât olmaz. Hesabına gelmezse, dünyaca bir zarar görürse öbür tarafta dönmek kolay olsun diye kalbinden sıdk ile dînine sarılmaz; kenarında gezer içine girmez. İşte bu gibi kimselere hayır, menfaat isâbet ederse kalbi mutmain olur, bu hayrı dîninden bilir. Ve eğer bir fitne isâbet ederse irtidad eder; dînini terk eder, küfür cihetine döner.

Fahr-i Râzî, Kâdî ve Hâzin’in beyânlarına nazaran bu âyet-i celîle Medîne’ye hicret eden bir tâife hakkında nâzil olmuştur. Bâdiyeden Medîne’ye gelip müslüman olduklarında bazılarının karısı oğul, kısrağı da tay doğurup malı çoğalınca dîn-i islâmı fâl-i hayr addedip kalbi mutmain ve müsterih olarak Medîne’de dîn-i islâm üzere sebat edip kaldılar. Bunun aksine karısı kız doğurup kısrağı da yavrulamayan ve kendileri de hasta olup maîşetleri daralanlar dîn-i islâmdan teşe’üm ettiler; yani biz müslüman olduğumuzdan işimiz rast gitmedi, dediler. Dîn-i islâmdan geri dönüp mürted oldular.

İşte Cenâb-ı Hakk -azze ve celle- dînine îtimad ve teslîmiyeti olmayan kimselerin halini harbde askerlerin bir tarafında bulunup eğer askerde zafer ve galebe görürse harbe iştirak eden ve eğer inhizam görürse derhal firâr eden kimsenin haline teşbih eder. Binaenaleyh dînine îtimadı olmayan kimsenin hâli aynıyla askerin içine girmeyip kenarında bulunan kimsenin hali gibidir. Bu gibilere münâfık denilir. Nitekim Uhud harbinde üç yüz kadar münâfık nâzik bir zamanda harbden imtinâ ile çekilerek kalblerinde besledikleri nifaklarını izhâr ederek dîne ihânet cinâyetleri tebeyyün etmiştir.

Şeytanın fitne, vesvese ilkâ ve iğvâsına Cenâb-ı Hakk’ın müsâade buyurmasından murâd-ı subhânî de şu âyet-i celîle ile beyân buyurulmuştur:

“Şeytanın ilkaatı, kalblerinde bir maraz bulunanlara ve katı olanlara bir fitne kılmak içindir. Ve hakîkaten o zâlimler uzak bir şikak içindedirler.” (Hacc Sûresi, 53)

“Habîbim! Eğer sana şeytandan bir vesvese ârız olursa o vesveseyi def etmek için Allah Teâlâya ilticâ et; zîra Allah Teâlâ senin duânı işitici ve halini bilicidir.” (Âraf Sûresi, 200)

Yani şeytan insanı iğfal için fırsat bekler, eğer gadap halinde bir vesvese ve teşvîş ve asabiyet başlarsa derhal şeytanın şerrinden Cenâb-ı Hakk’ın himâye-i ilâhiyesine ilticâ ile istiâze etmek lâzımdır.

Şeytanın nezği, Fahr-i Râzî, Fethu’l-Beyân ve Hâzin’in beyânlarına nazaran vesvese ve fesad ilkâ etmek ve insanın zihnini teşviş edip endişeye düşürmektir.



“Şu kimseler ki onlar ittikâ ettiler ve haramdan sakındılar, şeytan onların kalbleri etrâfında tavâf edip vesvese verdiğinde, onlar derhal tezekkür ederler ve Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini ve nehiylerini düşünürler, hatâlarını idrâk ile günahlarından sakınarak şeytanın iğvasından Allah Teâlâya ilticâ ederler. Amma haramdan sakınmayan, yasaklardan çekinmeyenler ise şeytanların kardeşleridirler. Şeytan onları dalâlete çeker. Şeytan onları iğvâ ve ifsâdda kusûr etmez. Hatta onlar ile bir dereceye gelir ki, artık onlardan asla felâh me’mül olmaz.” (Âraf Sûresi, 201-202)

Fahri Râzî tefsîr ediyor Tefsîr-i Kebîr’inde: Vedâyi’i reddetmek, [128] sonra terâzî kullananlar iyice tartmak... Buna
dâir de pek çok vesâyâ-yı şer’iyye var.
وَيْلٌ لِّلْمُطَفِّفِينَ الَّذِينَ إِذَا اكْتَالُوا عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ
 1 وَإِذَا كَالُوهُمْ أَو وَّزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَ
Veyl ve helâk, azâb-ı şedîd ol kimseleredir ki tatfîf ederler, nâsın hukūkunu ibtâl ederler, fazla almaya çalışırlar. Verecekleri vakit noksân verirler. Ölçekleri, kantarları, terâzileri
fenâ kullanırlar. Ne kadar dehşetli âyetdir bu. Bir kimsenin
hakkını zerre mikdârı tenkīs edenler bu sebeble helâk-i ebedîye mahkûm oluyorlar...
Ne kadar büyük ibretdir bu. Halkın hukūkunu bi’l-külliye gasb edenler, takımıyla yutanlar, gasb-ı emvâle, türlü
türlü irtikâb ve irtişâya cür’et edenler... Bunların azâbı ne
olur sonra? birkaç dirhem eksilten kimse azâb-ı ilâhîye müstahak olur. Ya takımıyla ibtâl-i hukūk edenler, vâsıta olanlar
ne hale dûçâr olurlar?
Tafîf, sağīr demek. Yani az birşey noksân etmek. Çünkü bunda aldatmak var. İnsan birşey verse, zâyi’ olsa, telef olsa o kadar müstahakk-ı levm ve tekdîr olmaz. Ama kasden hîlebazlıkla aldatılırsa, kendisine avanak sıfatıyla bakacak, insan buna pek müte’essir olur. Onun için, cezâsı büyükdür. Onun aklı da, zihni de perişan edilmiş olur. İnsanın meziyeti akıl ve idrâkidir. Buna kusûr isnâd edilirse nasıl mahzûn olmaz insan? Kalbi kırılır. Sonra insanı insan yerine koymayanlar, hayvan yerine tutanlar, hak yedinde iken ağlatanlar, şeref-i insâniyyeti pâymâl edenler... Ne yaman zâlim addolunurlar. Bu âyet-i kerîmenin işâretinden neler anlaşılır. ( اَذِإ hiç vakit alacağı şey bir için Kendileri) اكْتَالُوا عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ bir noksân kabûl etmezler. Kābil olsa bir parayı da alırlar. Bir dirhem, bir para eksiğe râzı olmuyorlar.
Allah'ın nimetlerini tefekkür edin; O'nun zatını tefekkür etmeyin. Çünkü buna güç yetiremezsiniz. Hz Muhammed sav 
 
Bütün ibadetlere verilen sevap,
Allah yolunda cihada verilen
sevaba göre,deniz yanında
bir damla su gibidir.
Cihadın sevabı da,
emr-i maruf ve nehy-i münker
sevabı yanında,denize nazaran
bir damla su gibidir.
Hz Muhammed sav

Her tesbih bir sadaka,her hamd bir sadaka, her tehlil (lâ ilâhe illallah demek) bir sadaka, her tekbir bir sadaka, iyiliği tavsiye etmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır.
Hz Muhammed sav


Allah Teala buyuruyor:

“Hamd Allah’a mahsustur.” (Fatiha Sûresi, 1)

Hamd, Sûfiyeye göre, kendisine hamd edilenin kemâlini izhârdır. Onun kemâli de sıfatında, ef’âlinde ve âsârında zâhir olmuştur.

Şeyh Dâvud-ı Kayserî der ki:

Hamd, kavli, fiilî ve hâlî olmak üzere üç kısımdır.

1- Kavli hamd: Cenâb-ı Hak kendisini nasıl senâ ettiyse ve hamdini enbiyâsının lisanlarında, nasıl icrâ ettiyse lisanın öylece hamd ü senâ 

etmesidir.

2- Fiilî Hamd: Allah’ın rızâsını umarak ve ancak O’na teveccüh ederek bedenî ibâdet ve hayrata devam etmektir. İnsana, lisânıyla hamd 

etmek ne şekilde vâcip ise her bir uzvuyla hamd etmek de öylece vâciptir. Kul hangi durumda olursa olsun Cenâb-ı Hakka hamd etmekle 

mükelleftir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: “Her bir hâl için Allah’a hamdolsun.” buyurmuşlardır.

Kulun, Allah’a hamd etmiş olabilmesi için her bir uzvunu ne için yaratıldıysa Allah’a kulluk ve O’na kurbiyet yolunda şer-i şerîfin beyân 

ettiği vech ve istikâmette kullanması lâzımdır. Kulun bu vazifeleri îfâda nefsî hazlarını tatmin gibi süflî bir arzu bulunmamalıdır.

3- Hâlî Hamd: Ruh cihetiyle yapılan hamddir ki; ilmî ve amelî kemâlat ile muttasıf olmak, ahlâk-ı ilâhiye ile ahlâklanmaktır. İnsanlar ahlâk-ı 

ilâhiyeyi kendilerine ahlâk edinmekle memurdurlar. Bunları peygamberler birer birer tavsif ve târif etmişlerdir.

Kulun hamdi Allah’ı bildiği ölçüde kıymet kazanır.

Kulun bu üç şekilde hakîkat üzere O’na hamd edebilmesi çok müşküldür. Belki taklîden ve mecâzen mümkündür. Çünkü:

Birincisi: Hamd, senâ ve medh, O’nun zât ve sıfatına lâyık bir veçhede olmalıdır. Bu ise mârifet-i zât ve sıfat ve ef’ali gerektirir. Âyet-i 

kerîmelerde ise:

“Onlar, O’nu ilmen ihâta edemezler, yani kavrayamazlar.” (Tâhâ Sûresi, 110)

“Onlar, Allah’ı hakkıyla takdir edemezler.” (En’am Sûresi, 91) buyrulmuştur.

İkincisi: Nebî -sallallahu aleyhi ve sellem- Mîrac Gecesi’nde “Beni senâ et!” emr-i celîline muhâtap oldukta emre imtisal ve izhâr-ı ubûdiyet 

eyleyerek:

“Ben, Seni, lâyık olduğunca senâ edemem! Sen, kendini nasıl senâ etti isen öylesin!” dedi. (Müslim)

Cümlemiz, Cenâb-ı Peygamberi taklîden hamd ü senâ ile memuruz.


Cenâb-ı Hak taklîdimizi tahkîka erdirsin!
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem beni Ramazan zekâtını muhâfazaya tevkil buyurmuştu. (Bir gece) bana birisi geldi. Sadaka Hurmasından avuçlamaya başladı. Bunu yakaladım ve: seni elbette Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`e götürürüm, dedim. O da: ben muhtâcım, üzerimde de bana son derece muhtâc âile (min nafakası) vardır, dedi. Ben de son derece muhtâc âile (min nafakası) vardır, dedi. Ben de onu salıverdim. Sabahleyin Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem: - Ey Ebû Hüreyre! Dün gece esirin ne işledi? di (ye sor) du. Ben de: - Yâ Resûla`llah! İhtiyâcının şiddetinden, âilesinin kesretinden şikâyet etti. Ben de ona merhamet edip salıverdim, dedim. Resûl-i Ekrem: - Fakat o sana yalan söylemiştir, yakında yine gelir, buyurdu. Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem yakında yine gelir, buyurduğu için bunun geleceğini biliyordum da ona intizâr etmiştim. (geldi,) ve hurmadan avuçlamağa başladı. Bunu yakaladım ve seni elbette Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`e götürürüm! dedim. O: beni bırak! Ben muhtâcım, üzerimde büyük bir âile (yükü) vardır. Bir daha gelmem, dedi. Ben de merhamet edip salıverdim. Sabaha eriştiğimde Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem bana: Ey Ebû Hüreyre! Dün gece esîrin ne işledi? buyurdu. Ben de: Yâ Resûla`llah! Şiddetli ihtiyâcından ve âilesinin kesretinden şikâyet etti. Ben de salıverdim, dedim. Resûl-i Ekrem: Fakat o, sana yalan söylemiştir, yakında yine gelir, buyurdu. Üçüncü (def`a) da onu murâkebe ettim. (Geldi) ve hurmadan avuçlamağa başladı. Bunu yine yakaladım ve: (Bu def`a) seni muhakkak Resûlulah salla`llahu aleyhi ve sellem`e götürürüm. Artık bu, üç def`anın sonudur. Sen, bir daha gelmem dersin, sonra yine gelirsin! dedim. O: Beni bırak! Sana ben birtakım kelimeler öğreteyim ki, bu kelimeler sebebiyle Allah sana hayr-ü bereket ihsân eder, dedi. Ben: Bu kelimeler nasıl şeydir? di (ye sor) dum. O da: yatağına (uyumağa) girdiğinde Âyetü`l-Kürsî`yi, âyetini bitirinceye kadar oku! Sabaha kadar üzerinde Allah tarafından (me`mûr) bir muhâfız (bulunur), hiç ayrılmaz; sana şeytan da yaklaşamaz, dedi. Ben de onu salıverdim. Sabahleyin Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem bana: - Dün gece esirin ne yaptı? dedi. Ben de: - Yâ Resûla`llah! Bu esir bana: birtakım kelimeler öğreteceğini, bunların hürmetine Allah bana hayır ve menfaat ihsân edeceğini va`d etti. Ben de salıverdim, dedim. Resûlullah: - Bu kelimeler nasıl şeydir? buyurdu. Ben de: - Yatağına girdiğinde Âyetü`l-Kürsî`yi bitirinceye kadar oku. Yine bana o: üzerinde sabaha kadar Allah`dan (me`mûr) bir muhâfız bulunur, asla ayrılmaz; sana şeytan da yaklaşamaz, dedi, diye cevap verdim. -Ashâb-ı Nebî (aleyhi`s-selâm) da hayır (öğrenmek) e pek hâhiş-kerdiler-. Bunun üzerine Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem: - Bu (esir) çok yalancı olduğu halde (nasılsa) sana doğru söylemiş. Ey Ebû Hüreyre! Üç gecedir seninle görüşen kimdir, bilir misin? buyurdu. Ben de: hayır, demekle Resûlullah: - İşte o (insan sûretinde) bir şeytandır, buyurdu. buhari 1041
Akil b Ebi Talib r.a Huneyn gününde karısı Fatıma bint-i Şeybe'nin yanına girdi. Karısı ona şöyle dedi:

"Anlıyorum ki sen muhakkak savaştın. Müşriklerden  ganimet olarak  neler ele geçirdin?" O cevaben:

"İşte şu iğne! Al da onunla elbiselerini dikersin" dedi ve ona verdi.

Buna müteakip, Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in nidacısını işitti. O şöyle diyordu:

"Kim bir şey almışsa onu geri versin, hatta bir iplik ve iğne dahi olsa..."

Bunun üzerine Akil geri döndü ve karısına:

"Senin iğnen gitti." dedi.

İğneyi aldı ve ganimetlerin içine attı. (Siyeri İbni Hişam)
Bir kimse, kötülüğe engel olacak veya iyiliğe sebep olacak bir kelime için,bir ülkeden diğer ülkeye gitse boşuna yolculuk etmiş olmaz.
Şabi(r.a.)

Allah'ın kuvveti, cemaat üzerindedir. Bu Hadisin derinliği önünde bütün Garp tefekkürü hayran olsa yeridir. NFK