13 Ekim 2014 Pazartesi

MU’CİZÂT-I KUR’ÂNİYYE Nüshâ-i kübrâ-yı ekvân olan insanlığın hasîsa-i şân-ı fıtratı olub cem’iyyet-i medeniyyenin devâm-ı intizâmı ve mu’âmelât-ı beşeriyyenin muhâfaza-i insicâmı nokta-i nazarından yalnız ahkâm-ı celîle-i şer’iyye ve kavânîn-i mevzû’a-i milliyye ile mukayyed olduğu hâlde ahîren şahsî bir takım menâfi’-i cüz’iyye ve keyfî bir alay ağrâz-ı nefsâniyye uğrunda kâbûs-ı istibdâda fedâ edilerek muttasıl selâsil-i esâret-peymâ-yı nifâk ile tazyîk ve müselsel ağlâl-i tahammül-fersâ-yı i’tidâ ile takyîd olunan ve ağlâl-i mezkûrenin herçi bâd-âbâd seyf-i sârim-i cihâd ile rüstem pesendâne bir sûretde kat’ u tefrîki sırasında a’zâ-yı bedeniyyesinden birkaç parça uzvu da fedâ edilmedikçe şu zencîr-i cân-güdâz-ı istibdâddan tahlîsi kābil olmayan şâhid-i dil-ârâm-ı hürriyyet mâdem ki emîrü’l-mü’minîn Padişâh-ı hürriyyet-âyîn efendimiz tarafından tebe’a-i sâdıka-i Osmâniyyelerinden ferd-i âferîdenin incinmesine rızâ gösterilmeksizin kuyûdât-ı mezkûreden tecrîd ile âzâd u ihsân ve ba’demâ yegâne emel-i şâhâneleri de hürriyyet-i asliyye-i mezkûrenin idâmesi hakkında bir vesîka-i resmiyye-i te’ahhüd demek olan Kānûn-ı Esâsî’nin kat’iyyen muhâfaza ve ahkâm-ı münderecesinin bilâ-te’hîr icrâsı olduğu te’mîn ve i’lân buyurulmuş ve bu vesîka-i Meşrûtiyet’le bunca senelerdir mâddî ve ma’nevî ihtilâf-ı makāsıd sebebiyle müteşettit ve tezâd-ı efkâr yüzünden meydân-ı muhâsamada her an bir kuvve-i mükâdeme-kârâne ile sâbit olan gönüller [184] mâdem ki cemâl-i dil-firîb-i müsâvâtın âyîne-i adâlet-pîrâ-yı hukūkda cilve-nümâ-yı mes’adet ve bütün evlâd-ı hamiyyet nihâd-ı milletin sâha-i garrâ-yı vatanda hem-âhenk-i uhuvvet olması gibi mefâhir-i feyz-i hürriyyetle gıbta-fermâ-yı ağyâr ve ahbâb bir şekl-i vahdet iktisâb etmişdir, böyle debdebe-i devleti derk-i esfel-i izmihlâl ve fenâdan mevki’-i bâlâ-terîn-i i’tilâya ve kevkebe-i milleti hazîz-i ihtilâf ve nifâkdan zirve-i şa’şa’adâr-ı ittifâka çıkaran ni’met-i uzmâ-yı ilâhiyyenin hayât-ı milliyemize te’alluku cihetiyle her ferd-i Osmânî için derece-i vücûbda bulunan bekā ve muhâfazası mes’ele-i mühimmesini zikr olunan işbu iki âyet-i celîlenin ihtivâ etmesi ve muhâfaza-i matlûbenin üç rükn-i rekîn ile meşrût ve onların kemâl-i ehemmiyetle îfâ ve icrâsına menût olduğunun da sebebin husûsiyyeti hükmün umûmiyyetine münâfî olmayacağı itibâriyle nazm-ı mezkûr-ı sübhânîde mündemic bulunması elhak hayret-bahş-ı ulemâ-yı râsihîn celâ’il-i mu’- cizât-ı Kur’âniyyedendir. Erkân-ı mezkûreden birincisi işbu ni’met-i mukaddese-i hürriyyeti hiç bir vakitde hiç bir sû- .bâhirdir ı-burhân buna celîli ı-nazm) وَلَتُسْأَلُنَّ عَمَّا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ) * [Nahl, 16/93]. retle nazar-ı dikkatden dûr tutmayarak dâima bir hiss-i diyânet-perverâne ile ihtiyâcât-ı ictimâ’iyyemize tevfîk ve vecâ’ib-i mukaddese-i şer’iyye noktasından mu’âmelât-ı milliyemize tatbîk ile îfâ-yı hakk-ı şükrân ve bâb-ı edâ-yı şükrânda mevcûdiyyet-i külliye ile isti’mâl-i cism ü cân ederek istizâde-i ni’met-i Yezdân etmekdir. Zîrâ; شكر نعمت نعمتت افزون كند كفر نعمت ازيدت بيرون كند beyti bu bâbda düstûrü’l-amel-i hikmet olduğu bedîdâr ve cevher-i cihân-bahâ-yı hürriyyetimizi dâire-i ahkâm-ı şer’iyyeden ve kavânîn-i mevzû’a-i medeniyyeden hâric bir sûret-i istisnâ’iyyede isti’mâl ile el-ıyâzü billâh-i te’âlâ küfrân-ı ni’met vâdî-i hevl-nâkine pûyân olmak ise 1 وَلَئِن كَفَرْتُمْ إِنَّ ) ٌيدِدَشَل يِابَذَع (fermâ-yı sübhânîsince bâdî-i mahv ü helâk idiği vâreste-i kayd-ı tezkârdır. İstibdâd ne idi bi’l-cümle menâfi’-i beşeriyyeyi câmi’ şer’-i şerîf ve mesâlih-i ibâd üzerine mübtenî kānûn-ı münîf ile mahfûz ve mahmî olan hukūk-ı ibâda tecâvüz ve te’addî değil mi idi? Şu hâlde biz kuvve-i hürriyyeti hilâf-ı şer’ ve kānûn bir yolda isti’mâl eder isek dimâ-i şühedâ ve midâd-ı ulemâ gibi zımân-ı muhterem mukābilinde ref’ ve istib’âd etmiş olduğumuzu zannederek i’lân-ı sürûr ve bahtiyârî eylediğimiz istibdâdı yeniden ihyâ ve i’âde eylemiş olmaz mıyız? Müstağnî-i beyân olduğu üzre insân 2 أَيَحْسَبُ اْلإِنْسَانُ أَن ) ىًدُسَ كَرْتُي (nazm-ı celîli-i samedâniyyesince akvâlinde ef’âlinde mutlaku’l-inân olarak terk olunmadığına göre hürriyyet âdâb-ı umûmiyye-i milliye ve ahkâm-ı celîle-i şer’iyye dâiresinde cârî olursa hürriyetdir. Gayrin hürriyetini ihlâl eden ve kuyûd u hudûddan vâreste olan hürriyet ise, hasîsa-i insâniyyet olması şöyle dursun, hayât-ı hayvâniyetden aşağı bir keyfiyet olduğuna şüphe var mıdır? Binâ’en-aleyh ni’met-i hürriyyet aklen ve hikmeten mâ-vudı’a-lehine sarf olunmak vecîbe-i zimmet-i ubûdiyyet olur. Mâ-vudı’a-lehinin gayrîsinde isti’mâl-i ni’met ise değil şükür ve mahmedet belki küfrân-ı ni’metdir. Küfrân-ı ni’met de muhâfaza-i ni’met-i hürriyyetin üssü’l-esâsı-ı istinâdı olan erkân-ı selâse-i mezkûreden birinin zevâlini istilzâm edeceğinden bu hâl hey’et-i ictimâ’iyyemiz için nasıl gayr-i kābil-i telâkkī bir mazarrat ve âsâyiş ve emniyetin ve âheng-i umûmî-i milletin ihtilâlini dâ’î olmak cihetiyle de ne dehşet-engîz bir musîbet olduğu artık tasavvur buyurulsun. İkincisi hey’et-i müşahhasa-i devlet ve bi’l-umûm efrâd-ı hamiyyet-perverân-ı ümmet derece-i vüs’ ü kudretine mertebe-i hâl ü ma’îşetine ve îcâb-ı san’at ü mükellefiyetine göre câmi’-i kâffe-i kemâlât-ı beşeriyye ve kâfil-i mesâlih-i âmme-i medeniyye olan Kur’ân-ı azîmü’ş-şâna kemâl-i ehemmiyyet ve safvet-i i’tikād ü niyyetle temessük ve i’tisâm ve ondan ser-i mûy ayrılmamağa sa’y ü ihtimâm etmekdir. Nasıl ayrılmak câ’iz olabilir ki; medeniyyet-i sahîha-i İslâmiyye’nin istinâdgâh-ı hakīkati olan Hallâk-ı Cihân’a karşı mü- 1 İbrahim, 14/7. 2 Kıyâme, 75/36. CİLD 1 – ADED 12 - SAYFA 185 SIRÂTIMÜSTAKĪM 175 kellef olduğumuz vezâ’if-i ubûdiyyet ve ibâdâtı ve ebnâ-yı nev’-i insâna karşı vazîfedâr bulunduğumuz hukūk ve mu’âmelâtı ve devlet ü memlekete karşı der’uhde eylediğimiz mesâ’î ve hidemâtı ukūl-i beşerin tabaka-i ulyâsını ihrâz eden dehânın efkâr-ı münevveresini pek ziyâde muzlim gösterecek kadar parlak ve me’âlim-i râsihîni hazîz-i sâfilde bırakacak derecede ulvî bir uslûb-ı sâtı’ ile beyân eden Kur’- ân’dır. Tekemmülât-ı insâniyyeyi mütekeffil mekârim-i ahlâk u âdâtı ve tecemmülât-ı ictimâ’iyyeyi mutazammın adâlet ü musâvâtı ve emniyyet-i hukūk ve intizâm-ı umûrun muhâfazasını te’mîn eden mükâfât ü mücâzâtı ve bekā-yı milletimizin merkez-i i’tidâl ve te’âlîde idâmesini zâmin olacak sûretde ehline lüzûm-ı tevdî’-i emânâtı emr eyleyen Kur’ân’dır. İmdi bi’l-cümle ahvâl-i husûsiyye ve ihtiyâcât-ı umûmiyyemizde akl u hayâl-i beşerin fevkinde lâhûtî bir edâ ve belâğat u fesâhatin hayret-bahş-ı bülegâ-yı cihân olacak derecede âlî bir mertebesinden ilâhî bir lisân-ı i’câz-nümâ ile keşf-i hakāyık eden Kur’ân-ı bedî’u’l-burhâna i’tisâm etmez isek, bize rehber-i ser-menzil-i selâmet ve reh-nümâ-yı feyz ü sa’âdet olacak bir hablü’l-metîn-i temessük artık hangi kitâb hangi kānûn olur 1 ise böyle ) فَبِأَيِّ حَدِيثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ ) kitâbullâha i’tisâm edelim, tefrika-i ümmeti îcâb eden akvâlden ve beyne’l-ihvân ittihâd ve muhabbeti hall ü izâle edecek ef’âlden ictinâb eyleyelim. Levâzım-ı medeniyyet olan hürriyet ve müsâvât ve adâlet bizce muktezâ-yı ahkâm-ı şerî’atdir. Şimdiye değin hilâf-ı şer’-i mübîn zuhûr eden kâffe-i ahvâl ve mu’âmelât ise, kuyûdât-ı dîniyye ağırlığından tecerrüd etmek isteyen bazı sebük-mağzânın lâubâliyâne hareketlerinin ve ricâl-i müstebide-i hükûmetin meyâdîn-i istifâdeyi tevsî’ etmek için te’sîs eyledikleri tarz-ı istibdâd ve i’tisâfın âsâr-ı seyyi’esinden başka birşey değildir Ölmeyecek gibi çalışmak yarın ölecek gibi ibâdât ile iştiğâl eylemek müslümanların vezâif-i insâniyyelerindendir. İnsânın menfa’ati de mazarratı da kendi kesb-i yedinden ibâret olduğu ve insan ancak sa’y u ameli derecesinde dünyevî ve uhrevî müstefîd olacağı hakīkati de mu’cizât-ı celîle-i Kur’âniyyedendir. Tecellî-âşinâyân-ı vahy u ilhâm-ı enbiyâ-yı izâmdan her birinin bir san’atla te’mîn-i ma’îşet ederek nümûne-nümâ-yı ahlâf olduklarını ve esbâb-ı zâhireye teşebbüs etmeksizin Hayru’r-râzikīn hazretlerine mütevekkil olanları sânî-i Hulefâ-yı Râşidîn Fârûk-i adl-âyîn efendimiz, müte’ekkilînden addettiklerini kütüb-i siyer bize haber vermiyor mu? Habl-i metîn-i ilâhîye şiddetle temessük edelim. Hevâ vü hevesimize teba’iyyet yüzünden vukū’a gelen ihtilâf sebebiyle hak [185] ve hakīkatden ayrılmayalım. Berren râhile-bend-i seyr ü azîmet ve bahren sefîne-süvâr-ı hareket olarak tevsî’-i kesb ü ticâret ve te’mîn-i emr-i ma’îşet etmekliğimizi 2 kerîmesiyle i-âyet) فَامْشُوا فِي مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِن رِّزْقِهِ ) Kur’an-ı hikmet-beyân bize fermân ve erzâk-ı mahalliyenin habsiyle ebnâ-yı cinsinin mâbihi’l-inti’âşını tazyîk eden 1 Mürselât,. 77/50. 2 Mülk, 67/15. muhtekirlerin mel’ûn ve berây-ı ticâret hâricden celb-i havâyic eyleyenlerin merzûk olacağını 3 (الجالب مرزوق والمحتكر ملعون) hadîs-i şerîfiyle Seyyidü’l-mürselîn efendimiz beyân buyurmuyor mu? Şu delâ’il-i celâ’il-i medeniyet pîşgâh-ı ebsârımıza tecellî nümâ-yı şevk ü gayret olub dururken artık zamân-ı câhiliyetin insanları gibi öyle ihtiyâr-kemîn-i ıstıyâd ve hilâf-ı diyânet bir takım sözlerle îkād-ı nâ’ire-i fitne ve fesâd etmeyelim. Belki Hazret-i Kur’an’ın emrini tutub nehyinden kaçınmakda ittifâk ve ittihâd eyleyelim. Çünkü her emriyle bize binlerce menâfi’ te’mîn ve her nehyiyle bizi kābil-i ta’dâd u ihsâ olmayan mazarrât-ı mâddiyye ve ma’neviyyeden tahlîs eden Kur’an-ı hakîm olduğu bin üçyüz senelik âlem-i İslâm’ın devr-i te’âlîsi dâima muhâfaza-i ahkâm-ı Kur’ân zamânına ve devr-i mahv ü perişânîsi de ihmâl ve tekâsül evânına tesâdüf etmekle tahakkuk eden bir kazıyye-i muhkemedir. İhsân u adâlet ve ehline tevdî’-i emânetle emr eden ve fahşâ vü münkerden ve gayrin ırz u cânına tecâvüz ve hukūkuna bi-gayr-i hakkın te’addîden nehy eden Kur’ân değil mi? Gene medeniyeti teşkîl eden Allah ve Resulullah ve ulü’l-emre itâ’atle ve mâhiyyet-i insâniyyeyi tasvîr eden mahlûkāt-ı ilâhiyye hakkında ibrâz-ı me’ser-i şefkatle teklîf eyleyen Kur’ân değil mi? “Düşman ile mukātele ve onlara hakkıyla mukābele için te’mîn-i galebe ve tezyîd-i kuvvet edecek her türlü mühimmât-ı harbiyye ve âlât u edevât-ı askeriyyeyi ve ahırlarda tavîle-bend-i hareket güclü kuvvetli atları i’dâd ve âmâde ediniz” me’âlini hâvî 4 bir kerîmesini i-âyet) وَأَعِدُّوا لَهُم مَّا اسْتَطَعْتُم مِّن قُوَّةٍ وَمِن رِّبَاطِ الْخَيْلِ) kere pişgâh-ı nazar-ı dikkat ü takdîse alalım. Âyet-i mezkûre bir devletin, meşrûtiyet-i idâreye mâlik ve ahkâm-ı mukaddese-i şer’iyye ile mukayyed bir devletin tezâyüd-i şân u şevketini ve te’âlî-i ihtişâm ü azametini ve husûn u hudûdunun tecâvüz ve a’dâdan mahfûziyetini ve bekā-yı hükûmet ve istiklâliyetini ve bir milletin âdât-ı milliye ve âdâb-ı diniyyesini muhâfaza ile diğer kavme diğer millete sefâhetde hevâ ve hevesine teb’iyyetde taklîd-i mücerredden mütecânib ve muktedâ bih-i ecânib olacak sûretde hilye-i ilm ü ma’rifetle mütehallî olan bir milletin terakkī-i feyz ü sa’âdetini ve muhâfaza-i âsâyiş ü emniyyetini ve hey’et-i ictimâ’iyyesinin mahv u perişâniyyetinden selâmetini ve kalben huzûr ve vicdânen râhatını te’mîn eden vesâ’il-i miknetin istihsâli ve vesâ’it-i satvetin istikmâliyle bize emr etmiyor mu? Bugün meşrû’ veya gayr-i meşrû’ vesîleler ihdâsıyla bize hücûm edecek ve hâk-i pâk-i âbâ ve ecdâdımızın hûn-i şehâdetiyle tahmîr olunmuş olan vatan-ı mukaddesimizi pâmâl-i huyûl-i gârât etmek arzûsunda bulunacak düşmanımızla mukātele ve şân u şevketimizi hakkıyla muhâfaza ve Osmanlılığa mahsûs bir hamâset-i fıtriyye ile onlara mukābele için âyet-i celîledeki kuvvetin ma’nâsı olmak üzere bundan on üç asır mukaddem Medîne-i ilm ü irfân Resûl-i zîşân efendimizin haber verdiği remyin şekl-i tekemmülü olan mavzer ve martini tüfenklerine ve Krup toplarına ve şa- 3 Suyûtî, Câmi’u’s-Sağîr 6391. 4 Enfâl, 8/60. 176 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 186 rapnellere ve memleketin şerâyîn-i hayâtını teşkîl eden askerî ve ticârî yollara ve şoselere ve vesâ’it-i nakliyyenin rûh-ı kemâli olan şimendiferlere, tramvaylara, otomobillere arabalara ve sevâhilimizi ve limanlarımızı taht-ı muhâfazada tutacak donanmalara ve sâyir birer kal’a-i âhenîn olan zırhlılara ve zırhlı kruvazörlere torpillere ve vesâ’il-i muhâberâtı te’mîn edecek telli ve telsiz turuk-ı berkiyyeye ve balonlara ve bu âlât-ı harbiyye ve terakkiyât-ı sına’iyyenin mevkūfun aleyhâsı olan dârü’t-tedrîs ve dâru’l-fünûnlara dâru’s-sınâ’alara ve tersânelere fabrikalara ve tophânelere havuzlara ve haddehânelere ve bunları şekl-i idâre-i devletin iktizâ ettiği ve berrî ve bahrî kuvâ-yı mâddiyye-i saltanatın îcâb eylediği vechile istihsâl ve istikmâl eyleyecek kâşiflere muhteri’lere mühendislere ve mu’allimlere erkân-ı harblere ve şirketlere erbâb-ı hüner ve san’ata ve ashâb-ı ilm ü ma’rifete ihtiyâcımız muhtâc-ı beyân ve burhân mıdır? İşbu ihtiyâcât-ı bedîhiyyenin vüs’ ü kudretin yetiştiği derecede ref’ ü izâlesi ve emr-i müdâfa’a ve mukābelenin şânlı şerefli bir sûretde te’- mîn-i esbâb-ı husûliyesi bâbındaki, (مااستطعتم (kelime-i mübeccelesini müştemîl olduğu ihâta-i efrâd ve câmi’iyyet ve binâ’en-aleyh husûl-i kuvvet ve kudret-i millet için her ferde teşmîl ettiği mes’ûliyyet Kur’ân-ı lâmi’u’t-tibyân gibi istinâdgâh-ı celîli bulunan dîn-i İslâm’ın cem’iyyet-i medeniyyeye ve hey’et-i ictimâ’iyye-i beşeriyyeye hâdim olduğu kadar âlemde hiç bir dîn, hiç bir mezhebin hizmet etmemiş ve etmeyeceğini ve şu hâlde İslâmiyet ayn-ı hikmet ve mahz-ı medeniyet olarak meşrû’ câmi’-i kâffe-i ahkâm ve zübde-i edyân bir mevhibe-i melik-i allâm idüğini mu’cizât-ı Kur’âniyyeden olmak üzere isbât etmez mi? Binâ’en-aleyh müfessir-i Kur’ân nebî-i âhirü’z-zamân efendimiz de “Kur’ân, habl-i metîn-i ilâhîdir. Acâyibi nihâyet bulmaz ve kesret-i rucû’ ile tarâvet ve halâveti zâ’il olmaz. Her kim onunla kā’il olursa sâdık ve her kim onunla amel ederse râşid ve her kim ona i’tisâm eylerse sırât-ı müstakīme mehdî olur” buyurmuşdur. Felihâzâ akvâlimizi mümkün olduğu kadar hükm-i Kur’ân’a tevfîk edelim ki muhriz-nisâb-ı sadâkat ve a’mâl ü ef’âlimizi o kitâb-ı nâsihü’l-edyâna tatbîk eyleyelim ki, sâlik-i meslek-i reşâdet olmak şerefine nâ’il olalım ve urvetü’l-vüskā-yı i’tisâmımız Kur’ân-ı Celîli’l-bürhân olsun ki sırât-ı müstakīme hidâyet ve dâreynde selâmet bulalım. O nûr-i ayn-ı âlem diğer bir hadîs-i şerîfinde de “Muhakkak şu Kur’ân-ı hikmet-beyân habl-i metîn-i rabbânî, nûr-ı mübîn-i sübhânîdir. Emrâz-ı kulûba şifâ-yı nâfi’ ve mütemessiklerini hatâ ve zelelden muhâfız bir emr-i bârîdir” buyurdu. Bundan tahakuk ediyor ki, bizi merkez-i selâmet üzerine deverân eden muhît-i hürriyyetimizde tedrîcen ser-menzil-i sa’âdete îsâl edecek ve zulmet-i istibdâd ve ma’siyeti nûr-ı adâletle izâle ederek erbâb-ı basîrete şeh-râh-ı hakīkati irâ’e eyleyecek Kur’ân’dır. Seyyi’et-i ef’âl-i redâ’et-i ahlâk emrâz-ı mühlikesinden bizi şifâyâb-ı menfa’at edecek ve bi’l-cümle akvâl ü ef’âlimizde mahv-ı istikbâl etmek şânından olan hatî’ât-ı siyâsiyye ve ihtilâfât-ı dîniyyeden bi’l-muhâfaza bir mevki’-i âlü’l-âl-i ismetde tutacak yine Kur’ân’dır. Mahkeme-i İstînâf Hukūk Re’îsi Mâhir [186] MÜSLÜMAN KADINI Dokuzuncu Faslın Mâba’di Kāri’în-i kirâm görüyorlar ki ben tesettürü kadınların iffeti nâmına taleb etmiyorum, hem böyle bir maksadla taleb etmek de istemem. Zîrâ o zaman fıtraten ihtisasât-ı fâzıla sâhibi olan bu cins-i rakīkin hukūkuna tecâvüz etmiş olurum. Evet, kadınların seviye-i ahlâkiyyeleri erkeklerinden elbette daha yüksek, nâmusları umûmiyet i’tibâriyle daha pâkdır. Binâ’en-aleyh benim tesettürü ihtiyâr edişime sebeb, onun kadınları erkeklerin şerrinden emin bırakacak bir hısn-ı hasîn olmasıdır. Çünkü erkekler günün birinde, yâhûd her gün kendi perde-i nâmuslarını hetketmiş olsalar bundan maddeten bedenlerine bir halel terettüb etmeyeceğini bildikleri için görülüyor ki, her türlü hileye, her türlü vesâ’it-i mel’ûneye mürâca’at ederek kadınları iğfâle müfrit bir inhimâk ile saldırıyorlar. Zâten hâdisât-ı âlemin tetebbu’iyle mertebe-i sübûta vâsıl olmuşdur ki kadınları, cebîn-i pâk-ı ismetlerini lekedâr etmeye teşvîk eden hep erkekdir. Hattâ El-Mukattam cerîdesi mestûriyeti mu’âhaze ederken şu hakīkat-ı bâhireye şehâdet edip diyor ki: “Hey’et-i ictimâ’iyyeden her birinin târihi göstermektedir ki kadının fazîlet-i iffetine karşı hücûm eden dâima erkek ve o muhâcime karşı bu fazîleti müdâfa’aya çalışan dâima kadın olmuşdur.” Öyle ise hasmının savletini def’ edecek kadar bir salâbet-i fıtriyyesi olmayan bu cins-i nâzenîni şedîd ve mütecâsir olan erkeğin şerrinden himâye edecek bir çâre aramak muktezâ-yı adâlet değil midir? Bir kere zavallı kadını bu zalûm erkeğin pençe-i te’arruzuna, desâ’- isine ma’rûz bıraktıkdan sonra bilâhare kendisini, dâmen-i iffetini lekedâr ettiğinden dolayı mes’ûl tutmak hiç adâlete sığar mı? Erkeğin tuzağına düşen bir kadını adem-i iffetinden dolayı mü’âhazeye kalkışmak bize nasıl lâyık olabilir ki bu mahlûkun desâ’is-i şeytâniyyesinden yuvalarındaki arslanlar, inlerindeki yılanlar, dağ tepesindeki kartallar bile kurtulamıyor! Hem canım kadından ne bekliyorlar? Şehevât-ı nefsaniyyesine mukāvemet husûsunda adetâ bir melek olmasını mı istiyorlar? Yoksa heva ü hevesine karşı adem-i temâyülde onun cemâdât sınıfına geçmesini mi arzû ediyorlar? Ya bunlar o zavallının hakkında en şedîd bir zulüm, en ağır bir esâret değil de nedir? Diyorlar ki: Niçin erkeğin mestûr olmasını istemiyorsun da bu mecbûriyeti kadınlara hasrediyorsun? Kadınları tesettüre icbâr onların hukūkunu gasbetmek değil midir? Derim ki: Erkekleri kadından ayırmaya çâre olmadığı gibi (Geçen ve gelecek fasıllarımıza mürâca’at buyurulsun) kadının vazîfesi sırf beytîdir. Binâ’en-aleyh evinin hâricinde çalışması –şu’ûn-ı hayâtiyesi îcâbınca hâricde dolaşıp nasîbini aramaya mecbûr olan– erkeğin hilâfına olarak büyük bir fesâd-ı ictimâ’îyi mûcibdir. İşte bu hâl umûr-ı sâbiteden olduğu için iki şerden ehvenini ihtiyâr etmemiz âzım geliyor da o sebebden tesettürü kadına hasrediyoruz, başka şeyden değil. Yok, eğer ashâb-ı fikr ü nazardan biri zuhûr ederek erkeklerin kadınlara karşı olan hücûmlarını men’edecek bir çâre ihtirâ’ına muvaffak olur da kabûlü teklîfinde bulunursa CİLD 1 – ADED 12 - SAYFA 187 SIRÂTIMÜSTAKĪM 177 müslümanlar kadını, bu cins-i rakīki siyânet için o teklîfe herkesden evvel rû-yı kabûl gösterirler. el-Mukattam cerîdesi diyor ki: “Hey’et-i ictimâ’iyyede mestûriyetin muhâfaza-i iffet husûsunda hiç bir fazîleti sâbit değildir. Zîrâ bir muharrir yokdur ki kalksın da mestûr olan şehir kızının mestûr olmayan bedevî kızından daha nâmuslu olduğunu, kezâlik bir bedevî kızının ırzının bir mestûrenin ırzı kadar masûn olmadığını iddi’âda bulunsun.” Biz deriz ki: Bunu kimse inkâr etmez. Ancak şurasını da hatırdan dûr tutmamak lâzım gelir ki mestûr olmayan bir bedevîye, yâhûd çölde zirâ’atle meşgûl bir kadın, heycâ-yı ma’îşetin, tenâzu-i bekānın henüz en aşağı derecesinde bulunuyor. Zâten ilmü’r-rûh isbât ediyor ki bu devirde, bu hâletde bulunan bir insan kendisini helâkdan muhâfaza etmekden başka bir şey hakkında hemen de i’mâl-i fikr etmez. Binâ’en-aleyh bu gibi kadınlar mü’essirât-ı lehv ü hevese maruz kalarak kendilerini huzûzât-ı nefsâniyyelerine kaptıracak vakte mâlik olmadıklarından bütün gün kocalarıyla beraber çalışırlar. Gece olunca gündüzki cihâd-ı takatfersânın yorgunluğuyla dinlenmekten başka bir şey düşünemezler. Bunun içindir ki ancak havâ’ic-i zarûriyyesini te’mîn edebilecek kadar mala sâhib olan bir bedeviyenin yâhûd fellâhânın ilk işi yüzüne bir örtü örterek erkeklere karşı tesettürden ibâret kalır. Lâkin el-Mukattam’ın “Mâdem ki revâbıt-ı ahlâk ve edeb çözüldüğü zaman fazîlet-i iffete karşı muhâcim olan unsur erkek, o fazîleti müdâfa’a eden ise kadındır; artık kadınların kuvâ-yı akliyyelerini kuvâ-yı ahlâkiyeleriyle birlikte tezyîd etmek, idrâklerini, tecrübelerini tevsî’ eylemek aklen îcâbediyor. Tâ ki kadın mevki’-i fazîlet ve kemâlini ne sûretle muhâfaza edebileceğini öğrensin.” tarzındaki mütala’asına gelince buna şu yolda cevab veririz: Kadınların umûmiyeti nazar-ı i’tibâra alınırsa görülür ki terbiyenin bu nevi’ imkân dahilinde değildir. Buna ancak pek zengin adamların kızları nâ’il olabilirler. Çünkü böyle bir terbiye, böyle bir tahsîl için senelerce mektebde bulundurulmak, ağırlıklarınca altın sarfedilmek îcâb eder ki o halde kızların onda dokuzu bu tarzdaki tehzîb-i felsefîden mahrûm, binâ’en-aleyh unsur-i muhâcim olan erkeğin desâ’isine mahkûm olur. Demek, [187] el-Mukattam’ın bu sözü üzerine umûmî bir kā’ide-i ictimâ’iyye binâ etmek sahîh olamayacak. Bununla beraber ibtizâl taraftârânının (mestûriyet aleyhinde bulunanların) tavsiye etmekde oldukları bu ma’nevî tesettür kadın için maddî olan o rakīk ridâdan tahammül olunmaz derecede ağırdır. Bakınız erkeklerin kadınlara yüklemek istedikleri vezâ’if ne kadar mâlâ-yutâkdır! Hem kadının, unsur-ı kavî olan erkeğin hedef-i tehâcümü olduğunu i’tirâf ediyorlar, hem de o muhâcimi haddini tecâvüzden alıkoyacak bir mâni’-i maddî ile, bir ridâ ile tesettür etmemesini istiyorlar. O ridânın sırf ahlakī ve ma’nevî olmasını, yani feylesofları, bu dünyâ-yı fânîye muhabbetden, huzûzât-ı nefsâniyyeye temâyülden men’ etmekde olan hicâb cinsinden olmasını iltizâm ediyorlar; daha doğrusu kadınlar, velev her taraftan gösterilen muhâcemâta hedef olsalar da, yine hissiyât-ı beşeriyyelerinden hiç birine itâ’at etmesinler, melek olsunlar diyorlar! İyi ama, ne için kadına maddî olan örtüsünü vererek hem onu, hem erkeği bu mücâhede-i hevl-engîzden kurtarmıyorlar? Neden bu hayât-ı merâret-âlud kâr-zârında şu zâlim erkekle cenkleşebilmesi için o bîçâreye lâzım olan vakti çoğaltmak tarafına yanaşmıyorlar? Şimdi biri çıkıp diyecektir ki: İşi pek ileriye vardırıyorsun müdâfa’anda şiddetli bir ifrâta düşüyorsun. Sözlerinden erkeğin kadını aldatmakdan, fesâda sevketmekten başka hiç bir işi, bir düşüncesi yokmuş gibi bir ma’nâ çıkıyor. Hâlbuki terbiye, insan üzerinde hârikulâde âsâr gösterir, medeniyet ise âdeme uluvv-i himmet, şerâfet-i nefs libâsını giydirir... Derim ki: Bunlar öyle bir takım sözlerdir ki dâima işitiriz de küre-i arzın hiç bir tarafında medlûlünü göremeyiz. Eğer insanları; i’tidâli aşmakdan, başkasının hukūkuna te’addîden men husûsunda terbiye ve tehzîbin mevâni’-i maddiyye makāmına kā’im olabileceği doğru bir tahmîn olaydı o zaman bir alay mesâlik-i müfrita ashâbının serdetmekde oldukları nazariyelerin kâmilen sıhhati lâzım gelir idi. Zîrâ bunlar diyor ki: “Şu meydânda duran kānûn ile onu takdîs etmekde, muhterem tanımakda olan kānunîler, makdûrât-ı beşer üzerinde icrâ-yı nüfûz eylemekde bulunan bu hâkimiyet-i insâniyyeti terakkiyât-ı maddiyye ve ma’neviyyesinden alıkoyan birtakım mevâni’den başka bir-şey değildir. Lâkin böyle olmasa da insan kendi mevâhib-i fıtriyesinin sevk ü te’sîrine bırakılacak olsa, o zaman ihtisâsât-ı fâzılası hem kendiliğinden, hem de kâ’inatdaki mü’essirât-ı tabî’iyyenin te’sîriyle feyz ü nemâ bulur, kezâlik hudûd-ı i’tidâlden hâric olan hevesâtı da aynı mü’essirâtın sâyesinden kâmilen mahvolur... Dâhil-i memâlikte de’âim-i adl ü müsâvâtı teşyîd eylediği, hudûd-ı hak ve insâfı aşmak isteyenleri bu teşebbüsden alıkoyduğu zannolunan bu kavânîn-i mevzû’anın ise mücrimlerin, cânîlerin adedini artırmakdan, insanlar arasında gılzet, huşûnet neşretmekten başka bir fâ’idesi görülemiyor.” İşte terbiyenin ahlâk-ı insâniyyeyi ta’dîl husûsunda hudûd-ı maddiyye makāmına geçebileceği doğru bir iddi’â olaydı, ona istinâd eden bütün bu gibi nazariyelerin inde’ttahkīk sıhhati lâzım gelirdi. Bana gelince derim ki: Ümem-i hâzıradan birini gösteriniz ki terbiyesi şu katı yürekli erkeği temâyülât-ı behîmiyyesine tebâ’iyetden, metâlib-i hayvâniyyesini kemâl-i tehâlükle istihsâle çalışmakdan alıkoyabilmiş olsun? İşte târih elimizde, milel ü akvâm gözümüzün önünde duruyor. Bunların kâffesi birer delîl-i nâtık, birer şâhid-i sâdıkdır ki hiçbir zaman terbiye erkeği fezâile saldırmaktan, menhiyâta cür’etden alıkoymamış, fezâili rezâile tercîh etmesi için onun taş gibi olan kalbini yumuşatamamışdır. Eğer biz de hayâlâta kapılanlardan olsaydık, sadece terbiyeye, başkalarının atfettiklerinden ziyâde ehemmiyet ve te’sîr isnâd ederdik. Lâkin biz sözümüzün mesmû’, aradığımız, istediğimiz şeyin mümkinâtdan olmasını arzû ettiğimiz için tecârib-i hayâtiyye dâiresini bir parmak mikdârı tecâvüz eylememek azmindeyiz. Şimdi size temâyülât-ı tabî’iyyesi hudûtdan, mevâhib-i fıtriyesi kuyûddan vâreste olan insanın halini derece-i matlûbede tehzîb için yalnızca terbiyenin kâfi olamayacağına mahsûsâtdan bir misal îrâd edelim: 178 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 188 Memâlik-i medeniyyede bulunan bir adam zaman-ı tufûliyetinde evinde, şebâbında mektebde, sinn-i kemâle gelince bulunduğu muhitde cerîdeler, risâleler, hutbeler, va’azlarla müskirât isti’mâlinden nehyolunuyor. Kü’ûle inhimâk belâsiyle pek fecî sûretlerde kurban olup gidenleri gözüyle görüyor. Bir taraftan kendisinin de bu yüzden fakr u sefâlete, hastalığa tutulduğunu hissediyor, ispirtonun te’sîriyle harâb olan â’zâ-yı beşerin, enzârı tedhiş edecek sûrette alınan resimleri ona gösteriliyor da o adam bunlara rağmen yine işrete münhemik oluyor, bu uğurda hayâtını fedâ ediyor, sarhoşlukda günden güne ileri gidiyor. Haydi bakalım, söyleyiniz, terbiye ne te’sîr hâsıl etti, hani eser-i tehzîb? Şimdi şu misâl her nazarın ihâta edebileceği tarzda, mahsûs bir sûrette göstermiyor mu ki bu unsur-ı muhâcim (erkek) ne kadar uluvv-i menzilete vâsıl olursa olsun, terbiye, bir maddî zâbıt ile birleşmedikçe, onu fenâlıklara mukārenetden, rezâ’il-i a’mâl peşinde koşmakdan alıkoyamayacaktır, i’tidâline hâkim olamayacakdır. Bâhusûs bu unsur-ı muhâcim, terkib-i bedenîsinde ispirtoya inhimâkini îcâb eden maddî bir sâ’ik bulunmadığı hâlde, işrete bu kadar ibtilâ gösterirse, yâ onun şehevât-ı behîmiyyesi peşindeki hırs ve tehâlükü ne derecelere varmak lazım gelir ki buna karşı kendisinde maddî ve şedîdü’ş-şekîme bir de sâ’ik bulunuyor? İşte şimdi anlaşıldı ki müslümanların, kadınlarını mestûr tutmaları ne onlara esîr nazariyle baktıklarından, ne kadınlarını muhakkar gördüklerinden, ne de adem-i emniyetlerinden olmayarak, bilâkis onların vekār ve izzetini muhâfaza etmek, kendilerini bu unsur-ı muhâcime karşı müdâfa’a eylemek içindir. O unsur-ı [188] muhâcime karşı ki, aleddevâm kadını iğfâl ile, mahv ile uğraştığına, beriki zavallının da kahramancasına müdâfa’a-i nefs etmekde olduğuna târih şehâdet ediyor. Kadınlarımızın tesettür eylemeleri de kendilerinin muhakkariyetlerine, ismet ve edeblerine i’timât edilmediğine delâlet etmez. Belki mahfûzu’l-cânib bir hısn-ı menî’-i iffet olduklarına, üzerlerine hücûm ile uğraşan erkeği her vechile nevmîd etmek için hem ahlâkları ile hem de dûş-ı ismetlerindeki ridâlariyle, yani biri maddî, diğeri ma’nevî iki kuvvetli silah ile müdâfa’a-i nefs etmekde bulunduklarına alâmetdir. Artık bundan sonra bilmem erkek karısına mestûriyeti terk eylemesini tavsiye eder mi? Yâhûd kadın kendiliğinden o ridâyı kaldırıp atmak cihetine gider mi? Bugün garbde bazı efkâr-ı müfrite ashâbı, hükûmeti, kavânîni beşeriyetin edvâr-ı ibtidâ’iyyedeki cehâleti, iz’ansızlığı bekāyasından addederek çirkin gördükleri gibi mestûriyeti de eski âsâr-ı vahşetden bir bakiye tarzında telakkī ediyorlar da kerih görüyorlar. Fakat biz muktezâsına tevfîk-i hareket eylemek azminde bulunduğumuz kavâ’id-i ictimâiyyeyi öyle bir kısım halkın istihsan veya istihcânına ta’lîk edecek değiliz. Zîrâ akvâm arasında öyleleri var ki dişlerdeki beyazlığı iyi görmüyorlar da siyaha boyuyorlar, kezâlik bütün vücûdu dövme ile lekeliyorlar da bunu en güzel bir tarzda tezeyyün addediyorlar! Lâkin âmâl-i insaniyyeyi temyîz husûsunda en birinci hüküm, akıl ile tabi’at tarafından verilen hüküm olduğu için biz de ahvâlimizi dâima bu iki hakîmin (akıl ve tabi’atın) nazar-ı fârıkına arz etmeliyiz. Ahvâl-i insâniyye ise –evvelce de söylediğimiz vechile– öyle bir dârü’l-fünûn-ı âlîdir ki insan fıtratına tevâfuk edecek, etmeyecek şeylerin kâffesini orada öğreniriz. Eğer nâsın bir kısmı tesettürü beğenmeyerek bir nevi’ esâret addediyorlarsa, tesettür taraftarânı da ibtizâl ve tezeyyünü müstehcen görüyorlar, ona daha şedît bir esâret nazariyle bakıyorlar. Bize gelince: Mâdem ki mestûriyetin iffet-i nefse, vakār-ı nefse alâmet olduğu, sa’âdet ve istikbâl-i nisvânın yegâne zâmini bulunduğu nazarımızda tahakkuk etmişdir. Şimdi bunun, kadınların kesb-i kemal eylemelerine mâni’ olup olmadığını tedkīk etmemiz lâzım geliyor. Mütercimi Mehmed Âkif
 İNSANIN MÂHİYETİ VE VEZÂ’İF-İ ŞER’İYYE VE İCTİMÂ’İYYESİ Ma’lûmdur ki insan denilen mahlûk-i çîre-destî-i Yezdân, hayvânât-ı sâireden mâbihi’l-imtiyâzı olan kâffe-i kemâlât ve âdâbdan mücerred ve hâlî, kuvve-i mümeyyize ve müdrikeden bile ârî bir tıfl-ı sağîr, bir cism-i zî-rûh olduğu hâlde kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd oluyor. Hiç bir şey bilmiyor . Kimseyi tanımıyor. Her şeye müsta’id, her şeyi kabûle sâlih bir hâlde görülüyor. Ne olacağı pek o kadar belli olmuyor. Az bir müddet sonra, diğer bir hâle, başka bir devreye intikāl eder. Yavaş yavaş; mâderini, pederini, hâherini, birâderini, mürebbîsini ve daha sonra dâima yanında bulunanları, sadâlarını işittiğini tanımağa, ma’nîdâr nazarları, letâfet-medâr handeleri tercümân-ı hissiyât-ı vicdânı olmağa başlar. İhtisâsâtını eliyle, ayağıyla, gözüyle, kaşıyla anlatmağa çalışır. Aç ise girye-nümâ, doyunca hande-fezâ olur. Ağlarken tanıdığı ve hoşlandığı bir kimsenin ağûşuna atılırsa sükûnet bulur. Menfa’at ve mazarratı takdîr edemez. Eğlenir, güler, güldürür. Neye güldüğünü bilmez. Oynar, oynadır. Ne ile oynadığını takdîr etmez. Hüsn ü kubhu, hak u bâtılı, sahîh ü sakîmi temyîz ve tefrîk eylemez. Bir müddet de bu hâl ile dem-güzâr olur. Bu hâlde de kalmaz. Bunu diğer bir hâlet ta’kīb eder. Bir kademe daha tereffu’ eyler. Bu devrede işittiğini bilir, bildiğini ister. Söz söylemez. Söylenilen sözü anlar. Hissiyâtında büyük bir fa’âliyet meşhûd olur. Gittikçe kuvveti tezâyüd, hüsn-i temyîz ve tefrîki de kemâl-i sür’atle an-be-an teşeddüd eder. İşitmek, görmek, söylemek, sevmek, sevilmek ne demek olduğunu anlamakla beraber, o sâf vicdâniyle evsâf ve eşyânın güzel ve çirkinini derk ve teyakkun eyler. Hattâ hangilerinin taklîde, hangilerinin teb’îde şâyân olduğunu düşünecek, anlayabilecek bir kuvve-i akliyye vü fikriyyeye mâlik olur. Bir müddet sonra istifâde-i zâtiyye ve menâfi’-i şahsiyyenin ne demek olduğunu bi’z-zât anlamağa başlar daha bir müddet geçer, hissiyâtı başkalaşır, def’-i mazarrat, celb-i menfa’at, te’mîn-i ma’îşet, iktisâb-ı şeref ü haysiyyet, terakkī-i kadr ü menzilet için sa’y ü gayrete bezl-i makderete kendisinde bir ihtiyâc-ı mübrem, bir arzû-yı fıtrî-i musammem hiss eder. Bilâhare ya tahsîl-i ulûm u funûn ile iştiğâle başlayarak zât u sıfatını tezyîn ile menfa’at-i mâddiyye ve ma’neviyyesini tatmîn veyâhûd CİLD 1 – ADED 12 - SAYFA 189 SIRÂTIMÜSTAKĪM 179 şahrâh-ı san’at ve ticâreti, tarîk-i zirâ’at ve hırâseti ta’kīb ile savb-ı maksûda vâsıl olarak ihtiyâcât-ı hayâtiyye ve beşeriyyesini te’mîn ve tehvîne çalışır. Şâhid-i matlûbunu karşısında mütecellî görür. Bir tarafdan âile teşkil eder. Evlâd yetiştirir. Cem’iyyet-i beşeriyyeye mecbûr ve medyûn olduğu deynini edâ, hizmetini îfâ eder. Bir gün gelir, serî’ü’zzevâl olan hayât-ı dünyeviyyesi rehîn-i hadd-i kemâl olarak rucû’ eder ve ta’bîr-i diğerle misâfirhâne-i âlemi terk ile çıkar, gider. Âlem-ı bekāyı kendisine karârgâh ittihâz eyler. Dünyâda işlediğini âhiretde görür. Dünyanın mezra’a-i âhiret olduğunu –dünyada anlamamış ise âhiretde– anlar. Burada ne ekdiyse orada onu toplar. A’mâl ü niyyât-ı dünyeviyyesi hayr ise mükâfât, aksi hâlinde mücâzât görür. Bu ahvâl, tamâmıyla evlâd u ahfâdında aynıyla cârî olur. Birbirinden muvakkaten ayrılanlar yine buluşurlar. Onlar da sırasıyla gelir, geçer. Dünyâ kimseye kalmaz. Dünyâda da kimse kalmaz. Gelen bir mikdâr durur. Eğlenir, gider. Hayât-ı dünyâ kamere benzer. Bir def’a kamerin muhâkına, hilâline, kemâline, zevâline, tenâkusuna ve’l-hâsıl müte’âkib safahâtına atf-ı lahza-i dikkat edelim! Evvel-i şehrde küçük, gâyet küçük bir hilâl olarak [189] tâli’ ve zâhir şey’en feşey’en tezâyüd ve tekemmül ederek bedr-i tâm hâlinde bâhir olur. Bu hâlde de kalmaz. Temâm ü kemâlini hemen noksân ve zevâl ta’kīb eder. Gittikçe küçülmeğe başlar. Nihâyet tamâmıyla perde-i hafâya çekilerek gözden nihân olur. Hayât-ı dünyâ da böyle. Hattâ dünyâda mevcûd hayvânât ve nebâtât ve cemâdât dahi böyle. Bir dest-i ma’- nevî-i taklîb her birini bir hâlden bir hâle münkalib, her birinin kemâlini zevâl ta’kīb eder. Her biri mütebeddil, mütegayyir ve nihâyet münkalîb olur. Her şey fenâ bulur. Bir def’a da mâzîye bir nazar-ı serî’ atf edelim. Bu misâfirhâne-i âlemde binlerce senelerden beri kimler geldi? Nereye gittiler? Şimdi nerededirler? Ne gibi mu’allâ hâneler, ne gibi bâlâ kâşâneler binâ olundu? Âkibet ne oldular? Bir çoklarının yerlerinde yeller esiyor! Mevcûdlar da bir gün gelecek, hâk ile yeksân, ma’dûmü’l-erkân olacak! Âlem-i beşeriyyetde, târîh-i kâ’inâtda, sahâyif-i mevcûdâtda ne oldu? Neler bitti? Ashâbı, efrâdı ne oldular? Şimdi nerededirler? Bu felek-i devvâr, bu âsiyâb-ı matâhin-girdâr onların hepsini rehîn-i gubâr etdi! Hepsini öğütdü, gitti. El-yevm mevcûd ve meşhûd olanlar da öyle olacak, Fenâ bulmayanlar da bir gün olub bulacak. Kā’im ve bâkī Allah’dır ancak. Mâdem ki günler geçiyor, zamân değişiyor, mevsim tazeleniyor, her bahârı hazân ta’kīb ediyor, tufûliyyet sabâvete, sabâvet şebâbete, o da git gide şeyhûhete müncer olarak şeyhûhet dahi insânı sürükleyib çeker. Bu penç-rûze-i hayâta mağrûr olmamak, sebeb-i hilkati, dünyâya ne için geldiğini anlamak, dünyânın kadr ü kıymetini takdîr ederek müstefîd olmak, ulûm u funûnu iktisâb veyâhûd bir san’at ve ticârete intisâb ile cem’iyyet-i beşeriyyeye ve husûsiyle âlem-i İslâmiyete hizmetde bulunmak, mâhiyetinin, mevcûdiyetinin keyfiyet ve kemiyeti te’emmül ederek ibâdullâha lûtf ile, hilm ile, adâlet ile mu’âmeleye alışmak. Hâlık-i a’- zam ü akdesine, rezzâk-ı ekrem ve erhamına karşı farîza-i ubûdiyyet vazîfe-i şükr ü mahmedeti alâ kadri’l-istitâ’a îfâ ve edâya çalışmak, akvâl ve ahvâl-i Peygamber-i ekreme, sünen-i seniyye-i Nebiyy-i muhtereme imtisâl ve temessük, ahlâk-ı Muhammediyye ile tahalluk ederek kendisini Hazret-i Fahr-i Âlem Efendimize sevdirmeğe, şefâ’at-i celîlelerine kesb-i istihkāk eylemeğe sa’y ü himmet mütehattim-i uhde-i beşeriyyet olduğu bi’l-bedâhe tahakkuk eder ki, bu dâire-i feyz-i bâhirede hareket edenlerin mâddî ve ma’nevî, dünyevî ve uhrevî şeref ve sa’âdetle dem-güzâr-ı izz ü şân, mağbûtü’l-emsâl ve’l-akrân olacakları müstağnî-i tasvîr ve ityân bir kazıyye-i bedîhetü’l-burhândır. Vücûd-ı insân, ibtidâ’-i hilkatde sağîr ve nâkıs olduğu hâlde vakit geçtikçe, zamânı geldikçe mu’âvenet-i tağaddî ve terbiye ile iktisâb-ı kuvvet ve tekemmül ettiği gibi nefs-i insânî her türlü kemâle kābil, kalb dahi her türlü nakş u sûretden tenezzühü şâmil ve fakat her bir nukūş u suveri kabûle isti’dâdı hâmil, kendisine tevcih olunan her şeye mâ’il bir cevher-i hakīkī-i fezâ’il olmak üzere mahlûkdur. Nefs ve rûh, hayra sevk olunub iyiliğe alıştırılırsa ol sûretle neşv ü nemâ bularak dünyâ ve âhiretde insân için sa’âdet teşkîline bâdî olur. Bilâkis fenâlığa meyl ettirilir, tezkiye ve tasfiyelerinde ihtiyâr terâhî edilirse sa’âdete mukābil şekāvet yüz gösterir ki bu da her hâl ü kârda helâk-i mâddî ve ma’nevîyi mü’eddî olur. Bu sebebdendir ki: Şer’an, aklen, vicdânen nefs-i ıslâh u terbiye, rûhu da tathîr ve tasfiye eylemek, ahlâkı tehzîb, bâtını ulûm ve funûn ve mehâsin-i âdâb ile tezyîn ü tenvîr etmek, daha doğrusu nefsi ile rûhu ekl-i harâmdan ve husûsiyle insânın bir çok ilel ve emrâzına ibtilâsına bâdî olan sefîhâne ve müsrifâne ekl ü şurbdan, men’ ve sıyânet-i ahlâk-i seyyi’e ve redîe ve emrâz-ı ma’neviyyeden muhâfaza ve himâyet ve ebnâ-yı cinsine karşı rıfk u mülâyemet, lûtf u merhamet isti’mâli teklîf ve nasîhat ve nev’-i beşer için bir ni’- met-i cihân-kıymet olan akl u fikrinde dâima ma’rûf ile âmir ve fahşâ ve münkerden nâhî olan akā’id-i dîniyyeyi tesbît etmek farîza-i zimmet, mütehattim-i uhde-i beşeriyetdir. * * * Cenâb-ı Hak mahlûkātı yekdiğerine muhtâc ve husûsiyle nev’-i beşeri hayvânât-ı sâireye nisbetle kesîrü’l-ihtiyâc olarak halk ve ibdâ’ buyurmuşdur. Evet! İnsanlar tab’an medenî olmak üzere mahlûk ve mecbûl, ebnâ-yı cinsiyle istînâs, hubb-i mu’âşeret, te’âvün ve tenâsur gibi evsâf ile meftûr olduklarından bunların husûl ve tahakkuku için ebnâ-ı cinsine, hayât-ı ictimâ’iyyeye mecbûr ve müftekir olmaları tabî’î hükmünde kalır. İşbu şiddet-i ihtiyâc dolayısıyladır ki: Muhâfaza-i hayât için iktizâ eden me’kûlât ve meşrûbâtı, mesâkin ve melbûsâtı, tamâmî-i akl için lâzım gelen ulûm ve edebiyâtı huzûzât-ı nefsâniyyeyi, lezzât-ı ibâhiyyeyi, ihtiyâcât-ı akliyyeyi hiç bir kimseye arz-ı ihtiyâc etmeksizin tahsîl ve îfâya kādir bir insân tahayyül olunamaz. Bu, muhâldir. Efrâd-ı beşer hadd-i zâtında nâkıs ve muhtâc-i diğer bir fıtratda halk olunduğu için biri diğerinin mu’âvenetini zâmin ve ta’bîr-i umûmî ile bir menfa’atin husûlü veya mutlak bir şeyin tahakkuku behemehâl te’âvün ve tenâsura mütevekkıf, ictimâ’ ve iştirâki mutazammındır. Bu, bi’l-bedâhe mevki’-i sübûta pây-endâz-i îsâl ve her türlü ağrâzdan âzâde-i kīl u kāl, kat’iyyü’n-netâyic kazâyâ cümlesindendir. Ne hâcet! Bir kere yediğimiz bir dilim ekmek ile giydiğimiz bir gömleği nazar-ı tedkīk ve muhâkemeden ge- 180 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 190 çirelim: Bunlardan birisi gıdâya sâlih bir hâle ifrâğ olunmak, karnımızı doyurmak, açlığımızı ta’dîle, medâr olmak için arâziyi işlemek, tohum saçmak, döğmek, savurmak, buğday çıkarmak, öğütmek, yoğurub pişirmek gibi müte’addid ameliyâta, diğeri dahi pamuk ekmek, toplamak, temizlemek, bükmek, dokumak, biçmek, dikmek gibi pek çok iştiğâlâta bir çok âlât u edevâta mutevekkıfdır ki bunların husûlü, meslekleri, san’atları, ticâretleri muhtelif bir çok kişilerin vücûduyla, onların dehşetli, mütemâdî çalışmalarıyla mümkün olabileceği için bir şeye ihtiyâc o şeyin husûlünün mutevakkıf olduğu eşyâya ihtiyâcı müstelzim olmağla zâhir ve nümâyân olur. Binâ’en-aleyh insân farazâ bir lokma ekmek ile ehemmiyetsiz bir gömlek için bu derece te’âvün ve tenâsura muhtâc olursa [190] sâir levâzım-ı ma’îşet-i beşeriyyenin hayyiz-ârâ-yı husûl olmasının ne kadar dehşetli i’âneye arz-ı iftikâr etmekde bulunduğu ve bunlar olmayınca sıhhatin, hattâ hayâtın muhâfazası mümkün olamayacağı anlaşılır ki bu sûretde yukarıda söylediğimiz vechile her şeyden ziyâde kesîrü’l-ihtiyâc olan efrâd-ı beşer ebnâ-yı cinsine insâf ve adâlet ile rıfk u lînet ile şefkat u merhamet ile mu’âmele etmek vücûbu bir kat daha tezâhür ve tahakkuk eder. Tâ ki: Mu’âşeret ve istînâs bast-ı hiyâm-ı ârâm ve şâhid-i zîbâyı te’âvün ve tenâsur dahi arz-ı gül-çehre-i ibtisâm etsin! Tahsîl-i ulûm u fünûndan sonra esbâb-ı vesâ’il-i ma’îşetin a’zam u ehemmi, a’lâ vü mükemmeli kesb ü gayretdir. Hayâtın rûhu fa’âliyetdir. İnsân hayât ile kā’im, hayât-ı beşer dahi çalışmak ile dâ’imdir. Her şeyi çalışmak ile istihsâl, her ihtiyâc çalışmak sâyesinde istîsâl olunur. Kendinin, evlâd u iyâlinin te’mîn ü tevsî’-i ma’îşeti, tahsîl-i selâmeti, izzet ü sa’âdeti için bezl-i vücûd edenler ind-i celîl-i sübhânîde makbûl ve mergûb olurlar. İnsan bu husûsda ne kadar çalışsa çalışabilir. Ne kadar çalışırsa o nisbetde müstefîd, o nisbetde mazhar-ı teshîlât-ı Rabb-i mecîd olur. İnsân; meşrû’, ciddî ve nâmuskârâne bir sa’y ü gayretle milyonlara, milyarlara mâlik olsa şerî’at, akıl, vicdân onun fevkindeki mesâ’il-i mütevâliyeden ondan büyük bir istifâde-i mâliyeden kendisini men’ etmiyor. Şerî’at-i İslâmiyye insana dünyâ için dâ’imî yaşayacak hiç ölmeyecek gibi bir sa’y ü gayreti, âhiret için de hemen ölecek gibi ibâdât u tâ’ât ile tehiyye-i umûr-ı âhireti emr ü tavsiye eyliyor. Hazret-i Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz “Âr-ı züll-i su’âlden kendisini vikāye, evlâd ü iyâlinin ma’îşetini te’mîn, nafakasını tevsî’, ebnâ-yı cinsine, konu komşusuna mu’âvenet ve bezl-i âtıfet için dünyâyı taleb ve cem’-i emvâl ve emlâke sa’y ü gayret edenler yüzleri bedr-i münîr gibi münevver ve ziyâ-paş olduğu hâlde cennât-ı âliyâta dâhil, cemâl-i bâ-kemâl-i ilâhîyi müşâhede şerefü âlü’lâline nâ’il ve bu sûretle kendileri için ebedî bir ni’met, sermedî bir izzet, dâ’imî bir sa’âdet hâsıl olur” buyuruyorlar. İnsan iktisâb-ı mâl ve servetden, cem’-i emvâl ve nukūddan nasıl men’ edilebilir? Her kim olursa olsun şerî’atin tecvîz ve müsâ’ade ettiği bir dâirede işler, çalışır, kazanır ise onu kim mu’âheze edebilir? Akrabâ ve müte’allikātına, fukarâ ve zu’afâya, eytâm ve erâmile îfâsıyla me’mûr ve mükellef olduğumuz infâk, ilbâs, it’âm ve ebnâ-yı cinsimize karşı mecbûr olduğumuz mu’âvenet ve ikrâm ancak para ile mümkün olabilir. Ferâ’iz-i İslâmiyye ve ümmühât-ı dîniyyeden olan zekât gibi, hacc gibi, gazâ ve cihâd gibi kezâlik mukābilinde ecr-i cezîl ve sevâb-ı kesîr mev’ûd olan vâcibâtdan kazâ-yı hâcet gibi, tasadduk gibi ibâdât ve a’mâlin tahakkuku, binâ-yı mescid, ihyâ-yı medâris ve bu gibi bir çok mü’essesât-ı âliye ve hayriyenin, intizâm ve ümrânın hayyiz-ârâ-yı husûl olması ancak para ile mümkün olabilir. Kezâlik îfâsı hüsn-i ibâdet husûsunda mevâdd-ı mühimme-i mütemmimeden ma’dûd olan infâk-ı nefs, muhâfaza-i hayât, takviye-i beden ancak para ile mümkün olabilir. Âile teşkîl etmek evlâd u iyâlinin istirâhatlerini te’mîn ve kendilerini ta’lîm ve terbiye ile tezyîn eylemek devlete, millete hizmet edecek bir hâle getirmek ancak para ile mümkün olabilir. –mâba’di var– Siroz Müftüsüzâde: Mehmed Es’ad

HUKŪK “MUHTELİT MAHKEMELER” MAKĀLE-İ HUKŪKİYYESİNE Fer’ Mu’teber İkdâm’ın Sırâtımüstakīm’e te’alluk etmek üzere “Cümlenin Maksûdu Bir Ama Rivâyet Muhtelif” ser-nâmeli bendini lâyık olduğu ehemmiyyet-i mahsûsa ile mütâla’a ettik. Geçen hafta “Muhtelit Mahkemeler” makālemizdeki bazı fıkarâtın ma’nâ-yı maksûddan başka makāsıdı dahi müştemil olduğu zan olunduğunu mezkûr makālenin tazammun etmediği husûsâtın risâleye isnâd edilmiş olmasından anladık. Tekrâr tekrâr beyân edelim ki, maksadımız hedef-i i’tirâz ittihâz olunan fıkranın muharrir-i âlî-kadrini mu’âheze veya müdâhale-i ecnebiyye tarafdârı olarak irâ’e değildir. Böyle zannetmek hakkımızda pek ağır bir ithâm olur. Muharrir-i CİLD 1 – ADED 12 - SAYFA 183 SIRÂTIMÜSTAKĪM 173 muhteremin kalblerimizdeki mevki’i bu gibi şevâ’ibden müberrâdır. Cevablarımız tamamıyla fıkranın bâhis bulunduğu fikrin, nazariyyenin kā’illerine karşıdır. Nitekim makālemiz serâpâ bunu gösterir. Nâkillerin ise mes’ûliyetten masûniyeti zâten kavâ’id-i mer’iyye icâbâtındandır. Şu kadar ki muharrir-i fâzıl için ma’rız-i hâcet olmak üzere telakkīsi zarurî olan şu mes’elede, yani muhtelit bir istînâf mahkemesi teşkîlini tervîc yolunda sükût buyurmamaları arzû olunuyordu. Nevâziş-i vatan-perverâneleri dahi böyle bir temennîde bulunmak için evlâd-ı vatana cür’etbahş oluyordu. Binâberîn bu noktada ihtiyâr buyurulan sükût şu mu’azzez ümniyeyi haleldâr etti. Ve müşârun-ileyhce de arzu olunmayacak olan şu inkisâr-ı emeldir ki bize sükût-ı vâkı’ı zelle sûretiyle tavsîf ettirdi. Son makālede ise muharrir-i fâzıl bu husûsda tamâmıyla efkârımıza iştirâk etmekte olduklarını beyân ile re’y-i mezkûru sarâhaten takbîh buyuruyorlar. Şu hâlde matlûb hâsıl olmuş demekdir. İstinâdât-ı mezkûreye ikinci delîlimizin son fıkrası bâdî oluyorsa tasrîh edelim ki o cevâb da yine mü’elliflere râci’dir. Biz muharrir-i siyâsîmizin mevcûdiyetiyle onlara karşı ihticâcda bulunabiliriz. Çünkü pek yakından tanırlar ve memleketimizin Tan’ı, Times’ı mesâbesinde telakkī olunan bir gazetede hergün hakîmâne bendlerini tetebbu’ ederek iktidârını teslîm ederler. Şu teslîm ise hukūk-şinâslarımız hakkında mü’ellifîn-i mezkûreye bir fikr-i icmâlî verebilir i’tikādında bulunuyoruz. Mardinîzâde: Ebu’l-ulâ CÜRM-İ AHLÂKÎ – CÜRM-İ KĀNÛNÎ Cürm-i ahlâkî nedir? Bu su’âle cevâben ben bilâ-tereddüd derim ki: Her nevi’ ef’âl ve harekât-ı kabîhadır; Gerek kavânîn-i mevzû’aya mugâyir olsun ve gerek olmasın. Şu beyânımıza göre bunun envâ’-ı me’âsî ve mesâvîye şumûlü zâhirdir. Kavlî, ya fi’lî.. Zâhirî, ya bâtınî olsun. Hattâ aşağıda bi’l-hâssa beyân edeceğimiz “cürm-i hukūkī”ye de şâmil, o da bunda dâhildir. İyi ama bir fi’l ve hareketin hadd-i zâtında ef’âl ve harekât-ı kabîhadan olup [183] olmadığını nasıl bilelim? Bunun için elde bir mikyâs-ı sâlim ve kıstâs-ı müstakīm var mıdır? Evet, bu bâbda bir değil, iki tane mikyâsımız vardır ki onlar da akıl ve nakildir. Şöyle ki: Bir kere Hâlık-i Hakîm te’âlâ ve tekaddes hazretleri bizi, sâir hayvânâta nisbetle müstesnâ, mükemmel bir hilkatte vücûda getirmiş, elhamdülillâh bize akıl gibi dünyâlar değer bir ni’met-i uzmâ ihsân buyurmuşdur ki, onunla biz bu âlem-i kevn ü fesâdda her zamân, her yerde, her şeyde nîk ü bedi, hayr u şerri, hakk u bâtılı, bazı müstesnâdan kat’-ı nazar, hüsn ü kubhu pek a’lâ temyîz ve tefrîk edebiliriz. İkinci derecede, ukūl-i beşerin idrâk ve ihâtadan âciz kaldığı bir takım hakā’ik-i ulviyye, serâ’ir-i lâhûtiyyeyi lûtfen ve merhameten beyânla bizi sa’âdet-i dâreyne mûsil olan tarîk-i müncîye irşâd-ı hikmet-i samedâniyyesine binâ’en “şer’-i ekmel”i inzâl buyurmuşdur ki mücerred aklımızla keşf ü idrâke muvaffak olamadığımız nice hakīkatleri, hikmetleri de bu sirâc-ı hidâyetin feyz-i nûrundan iktibâs ve istifâza sûretiyle ra’nâ öğrenebiliriz. İmdi bir sâhib-i insâfa sorarız: Böyle bir yandan akl-ı selîm, diğer yandan şer’-i kavîm, bu iki reh-nümâ-yı hak ve felâh insânı dâima râh-ı fevz ü necâta, semt-i emn ü selâmete bi’l-ittihâd delâlet edip dururken, gümrâhlığa hiç bir vesîle, bahâne yoğiken, irtikāb-ı cürm “ma’siyet” şöyle dursun hâtır u hayâlden geçirmek bile insân-ı âkile, insân-ı kâmile yakışır şeylerden midir? Heyhât! Öyle olunca, aklen ve şer’an uhdemize müterettib ve mütehattim vezâ’if-i mütenevvi’ayı vüs’ümüz mertebesinde hüsn-i îfâya çalışalım. Çalışalım da gâye-i emelimiz bulunan sa’âdet-i ebediyyeye nâ’il olalım! Fi’l-hakīka akl u şer’in Benî Âdem’e tahmîl ettiği vezâ’if mütenevvi’dir. Fakat mütenevvi’ olduğu kadar da mühim ve mukaddesdir. Bu cihetle kim ki bunları bi-temâmihâ îfâ edebilirse kelimenin tâm mâ’nâsıyla mes’ûddur. Buna mukābil hangi birini îfâda tecvîz-i kusûr eylerse ahlâken mücrim, indallah mes’ûldür. İşte görülüyor ki cürm-i ahlâkînin dâiresi bu derece vâsi’dir. Gelelim cürm-i hukūkīye: Cürm-i hukūkī “kānûnî” nedir? Bunun dâire-i haddi o kadar vâsi’ değildir. Mücerred hükm-i vicdâniyye değil, hattâ ahkâm-ı kānûniyyeye muğâyir ef’âl u harekâtın bir çoğu dahi bunda dâhil olmaz. Belki bunun teşekkülünde iki lisân vardır. Birincisi îkā’ olunan bir fi’lin kānûna muğâyereti, ikincisi kānûn-ı cezâda mu’ayyen bir cezâya mukārenetidir. Bu esâslardan velev biri bulunmazsa cürm-i hukūkī husûle gelmez. Çünkü ale’lumûm ef’âl-i cerîme nazar-ı im’âna alındıkda görülüyor ki fi’l-asl iki menba’den tereşşuh etmekdedir. Biri müsbitdir ki kānûnun nehy ettiğini işlemekdir, hukūk-ı tabî’iyye-i cezâ’iyye ıstılâhında buna “cerâ’im-i cezâ’iyye” ıtlâk edilir. Diğeri menfîdir ki kānûnun emr ettiğini işlememekdir, buna da “cerâ’im-i ihmâliyye” nâmı verilir. Fakat bu sûretler, ale’l-ıtlâk birer cürm-i kānûnî teşkîl etmez, etmek için mühim bir kayda, fasla lüzûm görünür ki o da kānûnun nehyi, ya emri mutlakā “bir cezâ tehdîdine mukārin” olmasıdır. Eger öyle olmazsa o hâlde o gibi nevâhî veya evâmir-i kānûniyyeye muhâlefet, cürm-i kānûnî değil, yukarıdaki izâhâta nazaran cürm-i ahlâkīdir. Şimdi bu kazıyyeyi nehyden, emirden birer misâl ile îzâh edelim! Meselâ Mecelle’nin 426. mâddesinde: Müste’- cir, akd-i icâre ile müstehak olduğu menfa’at-ı mu’ayyenenin mâ-fevkine tecâvüz edemeyeceği beyân olunur, ki bu bir nehy-i kānûnîdir. Kezâlik usûl-i muhâkemât-ı cezâ’iyyenin 101. maddesinde: Cürm-i meşhûd hâlinde bulunan, ya velvele-i nâs ile ta’kīb olunan eşhâsı tutup müdde’î-i umûmî huzûruna getirmeğe herkes mecbûr olduğu gösteriliyor ki, bu da bir emr-i kānûnîdir. Lâkin bunların ikisi de bir cezâ tehdîdine mukārin değildir. Onun için bunlara adem-i ri’âyet, gerçi ahlâken bir cürm ise de kānûnen cürm add olunmaz. İzâhât-ı sâbıka ile “cürm”ün ahlâk ve hukūk noktasından medlûlü oldukça ta’ayyün etmiş idüğünü zann eyleyerek deriz ki ukūl-i kâmile ashâbına lâzım olan bir şey var ise o da cerâ’imden sûret-i mutlaka ve kat’iyyede mücânebet etmekdir. Vâkı’a bir adam cürm-i ahlâkīden dolayı kānûn nazarında bu cezâya müstehak olmaz; ancak Âdil-i Mutlak hazretlerinin nezd-i ulûhiyyetinde behemehâl mes’ûl ve 174 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 12 - SAYFA 184 mu’âteb olduğunu aslâ hâtırdan çıkarmamalıdır.* Hem de ukūbet-i uhreviyye, mücâzât-ı dünyeviyye gibi de değil, şedîd ve medîddir. Artık aklı başında bir insan için bundan büyük endîşe mi olur? Binâ’en-aleyh hatt-ı hareketimizi hemîşe akl u şer’e tevfîk etmemiz elzemdir. Mekteb-i Hukūk’tan Me’zûn Abdullah