27 Ekim 2014 Pazartesi

HİKMET-İ HUKŪK-I İSLÂMİYYE Mukarriri: Meclis-i Ma’ârif Re’îsi Haydar Efendi merhûm Muharriri: Selânik Mekteb-i Hukūk mu’allimlerinden Âdil Bey –mâba’d– Âdem aleyhi’s-selâmdan beri telâhuk eden efrâd-ı beşerin envâ’-ı ef’âli hadd ü hasra gelmez derecede çoktur. Vâkı’â bu âlemin bekāsı mahdûddur. Dünyanın fenâsıyle ef’- âl-i beşer de müntefî olacak. Ama dünya bâkī kaldıkça ef’- âl-i beşer de ber-karâr bulunacakdır. Her fi’l-i beşer için başka başka hüküm ta’yîn ve tasrîhi ise müte’assir olur. Binâ’en-aleyh bazı hükümlerin delîllerinden yani hükmü mensûs ve musaddak olan fi’illerin müstenîd olduğu edilleden vakt-i hâcette ahkâm çıkarıp münâsib olanlarını o hükme kıyâs etmek için bir takım kānûnlar, kā’ideler, kaziyyeler vaz’ ettiler ki, bu kaziyyelerin mevzû’u ef’âl-i mükellefîn, mahmûlü de ahkâm-ı şer’iyyedir: Farz, vücûb, nedb, hurmet, kerâhet gibi. Meselâ: Namaz ef’âl-i beşeriyyedendir.. Namaz vâcibdir.. Hac vâcibdir… dediler; böyle bir takım kaziyyeler vücûda geldi. Şimdi bu kaziyyelere te’alluk eden hâsıl-ı ilme “Fıkıh” dediler. Sonra bu edillenin ve ahkâmın tafsîlâtına nazar ettiler. Bu edille ve ahkâm üzerine istidlâlin keyfiyetinde te’emmül ve bu bâbda i’mâl-i fikr ederek bu edille ve ahkâmın muhtâc-ı ilâhî olan tetebbu’âtda itrâ ettiler. Meselâ bir delîl âm mıdır, hâs mıdır? –daha birçok aksâmı var– bu cihetleri tedkīk ederek netîce-i tetebbu’âtlarında bir takım daha kaziyyeler vücûda getirdiler ki bunlara da bazı mütemmimât ilâvesi sûretiyle zabt ve tedvîninden hâsıl olan hey’- et-i mecmû’aya “Usûl-i Fıkıh” tesmiye ettiler. İşte “İlm-i Usûl-i Fıkıh” böyle te’essüs etti ve ta’rîfteki “İlm-i Usûl-i Fıkıh…” ta’bîrinin müstelzim olduğu izâhât da burada bitti. * * * 2 Âl-i İmrân, 3/159. 3 Nisâ, 4/81. 44 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 3 - SAYFA 48 “Ahkâm” hükm’ün cem’idir. Her fende başka bir ma’- nâsı varsa da burada: Ef’âl-i mükellefîne müte’allik olan hitâb-ı ilâhînin eserine hüküm derler. Meselâ farz, vücûb, nedb, ibâha, kerâhet, hurmet ibâdete müte’allik ahkâm-ı şer’iyyedir. Bir akdin müna’kid, bâtıl, sahîh, fâsid, nâfiz, mevkūf, lâzım, gayr-i lâzım olması ise mu’âmelâtta cârî ahkâm-ı şer’iyyedir. Meselâ: Şârî’ namaz kılın diye mükellefîne emrediyor; işte bu hitâbın eseri olan farziyyet bir hükm-i şer’îdir. Vâkı’â Şâfi’î’ye göre hüküm “nefs-i hitâb” ise de mezheb-i Hanefî’de söylediğimiz gibi o hitâbın eseridir. * * * “Şer’iyyeyi” kaydiyle de ahkâm-ı hissiyye ve akliyye hâric kalır. Meselâ “âlem hâdistir” cümlesi bir hüküm ise de, usûle mütedâir olmayıp, ahkâm-ı akliyyedendir. Kezâlik “âteş muharrikdir” terkîbi de bir hükm-i hissîdir; lâkin “namaz farzdır,” “katl haramdır” sözleri ahkâm-ı şer’iyyedendir. Yani şer’de nasb ve ikāme olunmuş, şer’-i şerîfden me’hûz bulunmuş hükümlerdir. * * * Ta’rîfe bazen “fer’iyye” kaydı da ilâve olunur ki bununla ahkâm-ı asliyye ve i’tikādiyye hâric kalır. Meselâ: “icmâ’, hakdır” terkîbi, vâkı’â bir hükm-i şer’î ise de, ahkâm-ı fer’iyye ve ameliyyede dâhil olmayıp ahkâm-ı asliyyedendir. Kezâlik “ba’s hakdır” dediğimizde, bu da bir hüküm ifâde ediyorsa da, bu hüküm de ahkâm-ı i’tikādiyedendir. Demek ki ta’rîfteki ahkâmdan maksûd, ahkâm-ı şer’iyye-i ameliyyedir ki bunlar da edilleden istinbât olunur. * * * “Edille” delîl’in cem’idir. Sahîh nazarla bir matlûb-ı haberîye tevassul mümkün olan şeye delîl derler. Sahîh nazar, bir fikr-i tâm demektir. Yoksa “görmek” demek değildir. Yani zihni oynatarak muhâkeme ve mülâhaza ile vukū’ bulan tedkīk netîcesinde maksada vusûl husûsuna sahîh nazar denir. Meselâ âlem vücûd-ı sâni’in delîlidir. Zîrâ şu tertîbât-ı enîka ve tensîkāt-ı reşîkayı tedkīk eder, bu bâbta i’mâl-i nazar edersek sâni’-i âlemin vücûduna vâsıl oluruz. Kezâ “âlem hâdisdir” cümlesi bir da’vâdır. Bunun delîli de âlemin tegayyürüdür. Her mütegayyer ise hâdisdir. Binâ’en-aleyh âlem de hâdisdir. Şu iki mukaddime delîldir ve bu delîle bir fikr-i sahîh ile bakarsak matlûb da sâbit olur ki o da âlemin hâdis olmasıdır. Ahkâm-ı şer’iyyede de hâl bu merkezdedir: Edille-i şer’- iyye hakkında dahi i’mâl-i fikr ü nazar edecek, bunları muhâkeme ve mülâhaza ile tedkīk eyleyecek olursak şüphesiz bir matlûba tevassul olunur. Meselâ: “Namaz kılın” diye bize bir emir var. İşte bu emir, namazın farziyetine delîldir. Bu bâbdaki nazm-ı celîlin ahvâl ve avârızını tedkīk bizi bir matlûb-ı haberîye îsâl eder ki o da hükm-i farziyyetidir. * * * “Tafsîliyyesinden”... Zîrâ buradaki edilleden maksad, edille-i tafsîliyyedir, edille-i icmâliyye değildir. Edille-i tafsîliyye demek, edille-i mu’ayyene ve müşahhasa demektir. Meselâ: “ekīmü’s-salâte” emrinden, mu’ayyen ve müşahhas olan bu delîlden vücûb-i salâtı, bu hükm-i şer’î-i fer’îyi istihrâc ediyoruz. İşte böyle bir delîlden öyle bir hükm-i şer’î-i fer’îyi istihrâca kendisiyle tevassul olunan kā’ideleri bildiren ilme de “Usûl-i Fıkıh” diyoruz. * * * “İstinbâta” deniliyor da “istihrâca” denilmiyor. Çünkü asl-ı istinbât, kuyudan su çıkarmaya derler. Ahkâm-ı şer’iyyeyi edillesinden çıkarmak için de ta’mîk-i ârâ ve efkâr lâzım olup bunun kolay bir şey olmadığına da istihrâc yerine istinbât kullanılması bir işârettir. * * * [48] “Kā’ide” lâfzının ta’rîfine gelince; cüz’iyyâtı üzerine muntabık olan hükm-i kat’îyi ifâde eder netîcesine vâsıl oluruz. Zâten kā’ide insanı istinbât ve istihrâc-ı ahkâma mûsil olup bu gibi kā’ideler ise İlm-i Usûl-i Fıkıh’da da mezkûrdur. * * * Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u... Bir ilmin diğer ulûmdan temâyüzü mevzû’âtıyledir. Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u ise edilledir. Fakat yalnız edille-i mücerrede değil, belki ahkâmı isbât haysiyetinden edilledir. Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u yalnız edille midir? Yoksa edille ve ahkâm mıdır; yoksa edille, ahkâmı müsbit olmak i’tibâriyle edille midir? Bunlarda ihtilâf edilmiş. Molla Hüsrev’e göre mevzû’-ı ilim, hem edille hem ahkâmdır. Çünkü Usûl-i Fıkıh’da ahkâmdan da bahsolunuyor. Fakat müte’ahhirîn söylediğimiz mevzû’u tercîh etmişlerdir. Zâten usûlün ahkâmdan bâhis olması, mevzû’unun yalnız edille olmasına münâfi değildir. Mücerred edilledir, demiyoruz. Mevzû’-ı ilim delillerdir, ama ahkâm-ı şer’iyyeyi müsbit olan edilledir. Her ilmin mevzû’u, o ilimde kendisinin a’râz-ı zâtiyyesinden bahsolunan şeydir. Yani her ilmin mevzû’u o ilimde hangi şeyin a’râz-ı zâtiyesinden bahsolunuyorsa o ilmin mevzû’u odur. Şu hâlde “Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u edilledir” dediğimiz vakit bu ilimde nefs-i edilleden bahsedilmeyip, belki edillenin a’râz-ı zâtiyyesinden, ahvâl-ı ârızasından bahs olunacak demektir. Çünkü nefs-i edille burada müsellemü’s-sübût addolunur. Ondan başka bir ilimde bahsolunmuşdur. Meselâ edille-i erba’adan olan Kitab bir mu’cizedir ve müsellemü’s-sübûttur. Kur’ân hakkında İlm-i Kelâm’da, İlm-i Âlât’da birçok mebâhis var. Fakat burada zât-ı Kur’ân’dan bahsedilmeyip, ancak ona ârız olan bir takım ahvâlden bahsolunacaktır. Nitekim İlm-i Nahv’in mevzû’u kelime ile kelâm olduğu halde, asl-ı kelime ve kelâmdan bahsolunmayıp, belki kelime ve kelâma ârız olan tebeddülât ve tegayyürâtdan, onların ahvâlinden bahsolunmaktadır. Kezâ kâffe-i ulûm da böyledir. Meselâ İlm-i Hesâb’ın mevzû’u adeddir. Fakat İlm-i CİLD 1 - ADED 3 - SAYFA 48 SIRÂTIMÜSTAKĪM 45 Hesab’da zât-ı adedden bahs olunmaz, belki a’dâda ârız olan bir takım ahvâl ve tebeddülât ve tegayyürâtdan bahsedilir. İlm-i Hesâb’a göre zât-ı aded müsellemü’s-sübût addolunur. Hülâsa: İlm-i Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u ahkâmı isbât haysiyetinden edilledir. Meselâ “akīmu’s-salâte” vücûb-i salâtın delîlidir. Fakat fıkhın mevzû’u, bu delîlin zâtı değildir. Belki ahkâm-ı şer’iyyeyi müsbit olmak haysiyetiyle “akīmu’s-salâte” bir delîldir. Edille bir takım nikât-ı harfiyye ve nahviyye ve bedî’iyyeyi ve sâireyi belki hendese nükte ve kā’idelerini cem’ edebilir. Fakat İlm-i Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u, bu i’tibâr ile edille değil, ahkâm-ı şer’iyyeyi müsbit olmak haysiyetinden edilledir. Kezâ nefs-i edilleden de bahs olunmayacak. O bizce müsellemü’s-sübûttur. Belki edillenin a’râz-ı zâtiyyesinden, ahvâl-i ârızasından bahsedilecektir ki şu hâlde a’râz-ı zâtiyye nedir? Ne demektir? Neye mukābildir? Bunları bilmekliğimiz lâzım gelir. * * * A’râz, “araz”ın cem’idir. Lügaten “araz”, bir şeye lâhik olan bir hâl ve sıfattan ibâretdir. Lâkin ıstılâh-ı ulûmda “araz”, bir şeyden hâric olan ve fakat o şeye mahmûl olan şeye derler. Burada “zâtiyye” kaydı da a’râz-ı garîbeden ihtirâz içindir. Zîrâ hiçbir ilimde a’râz-ı gayriyye ve gayribih mevzû’-i bahs olamaz. Daha güzel ta’rîf etmek için deriz ki: Bir şeyin zâtı yani aynî mâhiyeti hasebiyle (1) veya zât ve mâhiyetinden bir cüz’-i müsâvî sebebiyle (2) veyâhûd mâhiyetinden hâric ve fakat sıdkda (3) veyâhûd vücûd ve tahakkukda kendine müsâvî (4) bir emîr cihetiyle o şeye lâhik olan ahvâl o şeyin a’râz-ı zâtiyesidir. Şu hâlde a’râz-ı zâtiyye için dört kısım hâsıl olur: 1) İnsanda “tekellüm” a’râz-ı zâtiyyedendir. Zîrâ insana tekellüm mâhiyet-i insâniyyeyi teşkîl ve terkîb eyleyen hayvâniyet ve nâtıkıyet sebebiyle ârız olmuştur. Ta’bîr-i dîgerle tekellümde şu iki cüz’den her birinin dahl ü te’sîri vardır. Demek ki tekellüm insana zât ve mâhiyet olan hayvâniyet ve nutuktan dolayı ârız olduğundan a’râz-ı zâtiyyedendir. 2) İnsanın umûr-ı garîbeyi idrâk etmesi a’râz-ı zâtiyyedendir. Fakat umûr-ı garîbeyi idrâk insan mâhiyetinden bir cüz’ olan “hayvâniyet” sebebiyle değil, belki “nâtıkıyet” cüz’-i müsâvîsi hasebiyle insana ârız ve lâhik olmuştur. 3) “Dıhk” de insanın avârız-ı zâtiyyesindendir. Lâkin “dıhk”in insana luhûku, mâhiyetini teşkîl eden “hayvan” ve “nâtık” cüz’-i müsâvîleri vesîlesiyle olmayıp belki sıdkda hâric-i müsâvîsi olan te’accüb eseri olarak ârız olmuşdur. Vâkı’â te’accüb mâhiyet-i insâniyyede dâhil değildir. Fakat hâricen “hayvân-ı müte’accib” mefhûmu insan üzerine ve “insan” mefhûmu hayvân-ı müte’accib üzerine sâdıkdır. Demek ki “te’accüb” mâhiyet-i insâniyyeden hâric ise de sıdkda ona müsâvîdir. Yani insan tahakkuk eden yerde te’accüb ve te’accüb tahakkuk eden yerde insan tahakkuk eder. Ve bunlar mefhûmda yekdiğerine müsâvîdir. 4) “Levn” cismin a’râz-ı zâtiyyesindendir. Şöyle ki levnin cisme luhûku sıdkda cisme mübâyin ve fakat vücûdda kendine müsâvî olan satıh sebebiyledir. Filhakīka levn, evvelâ sathın vasfı ve satıhda cismin vasfı olmak cihetiyle levn doğrudan doğruya cisme ârız olmayıp, belki satıh vâsıtasıyle ârız oluyor. Satıh ile cism ise yekdiğerine... –mâba’di var– Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ Mahall-i İdâre: Dersa’âdet’te Yeni Postahâne Karşısında Dâire-i Mahsûsadır SIRÂTIMÜSTAKĪM Din, Felsefe, Edebiyat, Hukūk ve Ulûmdan Bâhis Haftalık Risâledir İhtâr: Mesleğimize muvâfık âsâr-ı ciddiyye ma’almemnûniyye kabûl olunur. Derc edilmeyen âsâr iâde olunmaz Müessisleri: Ebu’l-Ulâ Zeynelâbidîn – H. Eşref Edib Seneliği Altı aylığı Dersa’âdet’te 65 35 Vilâyâtta 90 50 Memâlik-i ecnebiyyede 100 55 kuruştur. TÂRÎH-İ TE’SÎSİ: 11 Temmuz 1324 Dersa’âdet’te Nüshası 50 Paradır Kırılmadan mukavva boru ile gönderilirse senevî 20 kuruş fazla alınır. Dersa’âdet’te posta ile gönderilirse vilâyât bedeli ahz olunur. 17 Eylül 1908 21 Şa’bân 1326 Perşembe 04 Eylül 1324 Birinci Sene - Aded: 4 [49] TEFSÎR-İ ŞERÎF بسم الله الرحمن الرحيم Besmele-i şerîfenin süver-i Kur’âniyye’nin her birinden ayrı ayrı cüz’ olmasına bazı ehâdîs-i şerîfeye istinâden fukahâ-yı Şâfî’iyye zâhib olmuşlar, Mâlikiyye ise re’sen Kur’âniyetini inkâra karar vermişlerdir. Eimme-i Hanefiyyemiz indinde âyet fezzedir, yani Kur’ân-ı Kerîm’de dâhil olmasıyla beraber hiç bir sûreden cüz’ olmayıp âyet-i müstakılledir. Teberrüken ve berây-ı fasl sûreler evveline yazılmıştır. Zîrâ mesâhif-i kadîmeyi Kur’ân olmayan elfâzdan tecrîd husûsuna i’tinâ-yı tâm var idi. Bununla beraber onların cümlesinde besmele aynı hat ile yazılmış bulunuyordu. İşte bu ciheti mülâhaza Kur’âniyeti bâbında iştibâha meydan vermiyor. Lâkin her sûreden cüz’ olarak mahâllin te’addüdüyle müte’addid olmasına delâlet edecek bir delîl-i kat’î yokdur. Şâfî’iyye’nin temessük etmekte oldukları ehâdîs ise kat’ ve yakīn ifâde edecek mertebe hâiz-i kuvvet değillerdir. Senedlerinde ale’l-ekser za’af vardır. Ma’a-hâzâ ehâdîs-i mezkûre beyninde besmelenin âyet-i tâmme veya cüz’-i âyet olmasını ta’yîn bâbında te’âruz da vardır. Za’afdan hâlî olmayan bu takım delâ’ile istinâd ile Kur’ân-ı Kerîm’de misli bulunmayan böyle bir tekerrüre kā’il olmak hilâf-ı zâhirdir. Binâ’en-alâzâlik İmam-ı A’zam rahmetullah hazretlerinin ekâbir-i telâmîzinden İmam Muhammed bin el-Hasanü’şŞeybanî hazretlerine bu cüz’iyet mes’elesi arz olunduğu zaman müşârun-ileyh (الله كلام الدفتين بين ما (diyerek yalnız besmelenin Kur’âniyetini iltizâm ile cevab vermişlerdir. İmâm Muhammed rahmetullahın kimseye azv ü isnâd etmeyerek îrâd eylediği bu cevâb İmam-ı A’zam hazretlerinin re’y ve ictihâdına mutâbık olması lâzım gelir. Zîrâ müşârun-ileyh Usûl-i Hamse’sinde iltizâm ettikleri meslekleri bunu iktizâ eder. Bir mes’elenin cevâbı İmâm-ı A’zam hazretlerinin kavli olmadığı sûrette yâ kendinin mahsûl-i re’yi veya İmâm Ebû Yûsuf hazretlerinin kavli olduğunu tasrîh eder ve ale’l-ıtlâk verdiği cevâblar İmâm-ı A’zam hazretlerinin kavli olmak üzere telakkī olunur. Takrîr Besmele-i şerîfedeki bâ-i cârre (اقرأ (fi’l-i mahzûfuna müte’allik olup takdîr-i kelâm (اقرأ الله بسم (sebkindedir. Çünki bu besmele kırâ’et fi’line mebde’ kılınmıştır. Ef’âl-i sâireden evvel telâffuz olunan besmeleler dahi bu minvâl üzere mebde’ kılındıkları fi’illere dâll olan sıyag-ı ef’âle rabt olunurlar. Meselâ kable’l-ekl Bismillah denildikte (آكل ,(şürb zamanında (اشرب (takdîr olunur. Bazı ulemâ ale’l-ıtlâk (ابدأ (takdir ederler. Fakat kavl-i evvel râcihdir. Müte’allikın ma’mûlden muahhar i’tibâr edilmesi belâgate ensebdir. Zîrâ ism-i sübhânînin şurû’ edilen her fi’ile zâten mütekaddim bulunması zikirde dahi takdîm olunmasını iktizâ edeceği gibi esmâ-i esnâm ile teberrük zu’munda bulunan müşrikleri red için mülâhaza edilmesi lâbüdd olan ihtisâsı dahi takdîm-i ma’mûl ile müstefâd olur. Besmele-i şerîfedeki bâ-i cârre kavl-i râcihe göre isti’âne için olmakla Esmâ-i ilâhiyye’nin ef’âl-i mühimmemize âlet menzilesine tenzîl olunduğunu müş’irdir. Çünki ef’âl-i beşeriyye bir takım âlâta tevakkuf ettiği gibi her fi’l-i meşrû’ ve mühimmin de şer’an kemâli ve mu’teddün-bih olabilmesi besmele-i şerîfe ile masdar kılınmasına tevakkuf eder. Nasıl ki 1 buna şerîfi i-hadîs) كل امر ذى بال لم يبدأ فيه بسم الله فهو ابتر) dâlldir. 1 Zemahşerî, Keşşâf, Fâtiha Sûresi tefsirinde. CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 50 SIRÂTIMÜSTAKĪM 47 [50] Ma’nâ-yı şerîf: Her emr-i mühim yani hâiz-i ehemmiyet olan her bir fi’l-i ihtiyârî ki ismullah ile bed’ olunmaya ebterdir, nazar-ı şer’de nâkıs ve hayır ve bereketten hâlîdir. Tenbîh Besmele-i şerîfeden i’tibâren bu sûre-i celîle bi-tamâmihâ kelâm-ı ilâhî olduğu hâlde elsine-i ibâd üzerine makūldür, onların lisânı üzerine vürûd etmişdir ki bu tarîk ile Bârî-yi te’âlâ şânuhû hazretleri bize esmâ-i ilâhiyyesiyle teberrük ve ni’am-i sübhâniyyesine karşı teşekkür ve dergâh-ı sübhânîsine münâcât ve tazarru’un ne sûretle olması münâsib bir icâbet-i du’âya bâ’is olacağını ta’lîm buyurmuştur. Ma’nâ-yı Şerîf (الله بسم” :(Ben yalnız Allahu te’âlâ hazretlerinin bilcümle esmâ-i şerîfesiyle isti’âne ve teberrük ederek kırâ’et eylerim.” İsmin lafza-i celâle izâfeti ihtisâs ma’nâsını müfîd izâfet-i lâmiyedir. Binâ’en-aleyh zât-ı ulûhiyyet-i sübhâniyye ve evsâf-ı kemaliyyesine dâll olan bütün esmâ-i ilâhiyyeye şâmil olur. (الرحيم الرحمن” :(Ol Allahu te’âlâ ki dünya ve ukbâda kullarına pek büyük ni’metler in’âm ve ihsân edici ve dünyada bütün zî-rûhlara rızık ve gıdâ vericidir.” Bu ma’nâya göre “Rahîm”den eblağ olan “Rahmân”ın delâlet eylediği mebâliğe bi-hasebi’l-keyfiyye alınarak Rahmân en büyük ni’metlere; Rahîm de sâir ni’am-ı ilâhiyyeye haml edilmiş olur. Âhiret ni’metleri hep büyük oldukları cihetle kâffesi “Rahman”da, dünya ni’metleri büyük ve küçük olmak üzere ikiye münkasem bulundukları cihetle büyükleri “Rahmân”da ve küçükleri “Rahîm”de dâhil olur. Yâhûd: “Ol Allahu te’âlâ ki dünyada bütün ibâdını merzûk ve dilediklerine daha nice ni’metler ihsân buyurucu ve dâr-ı âhirette bilhassa mü’min kullarına nâmütenahî ni’metler vericidir.” Bu ma’nâya göre “Rahmân”ın eblâgiyyeti bi-hasebi’lkemmiyye ahz edilmiş olur ki dünyada mün’amün aleyh olan efrâd, âhirette mün’amün aleyh olanlara nisbetle daha çoktur. Bu takdîrce ni’metlerin büyüklüğüne, küçüklüğüne bakılmayıp kesret ve kılletine nazar olunur. İ’tibâr-ı evvele binâ’en ed’iye-i me’sûrede ( يارحمن اللهم اللهم يارحمن ) en’binâ sânîye ı-tibâr’i), الدنيا والاخرة ورحيم الدنيا .olmuştur vârid) الدنيا ورحيم الاخرة Takrîr Su’âl: Rahmân, Rahîm’den eblağ olduğu cihetle muktezâ-yı kıyâs te’hîr olunmasıdır. Bu makāmda ne nükteye mebnî takdîm buyurulmuştur? Cevab: “Rahmân”ın dünya ni’metlerine muhtas olması sûretinde dünyânın âhirete zamânen mütekaddim bulunmasına ri’âyeten takdîm kılınmış olabilir. Bir de Rahmân ism-i şerîfi eblâğiyyeti i’tibâriyle rahmet ve ihsânı her türlü garaz ve ivâzdan hâlî bulunan mün’im-i hakīkī ma’nâsına dâl olmağla Bârî te’âlâ hazretlerinin gayrısına sâdık olamaz; binâ’en-aleyh zât-ı Bârî te’âlâya ilim mecrâsına cârî bir ism-i celîl olmakta lafza-i celâle münâsebet-i tâmmesi vardır. Bu cihetle de Rahîm üzerine takdîmi münâsib olur. Tavzîh Cenâb-ı Hakk’ın gayrisinden sâdır olan lûtf ü in’âm yâ senâ-yı cemîl ve sevâb-ı cezîl kasdından, yâhûd rikkat-i cinsiyyet elemini veya a’râz-ı fâniyye muhabbetini kalbden ihrâc etmek emelinden münba’is olmaktadır. Bu cihetle sudûruna bâ’is-i kavî sâhibinin kendi istifâdesinden ibârettir. Binâ’en-aleyh min-külli vechin âhara in’âm olmayıp hibe-i kâmile, cûd-i mutlak addolunamaz. Bununla beraber bütün mâsivallah filhakīka in’âmât-ı ilâhiyyenin abde vüsûlüne yâhûd onlarla bil-fi’il abdin intifâ’ına vesâtet etmekten başka bir te’sîri hâiz değillerdir? Binâ’en-alâzâlik Cenâb-ı Hakk’- dan gayrı mün’im-i hakīkī yoktur ve olamaz. “Rahmân”ın eblağiyeti keyfiyet i’tibâriyle ahz olundukta ism-i celîl-i mezkûr ni’am ve eltâf-ı sübhâniyyenin yalnız usûl ve celâ’iline dâl olup “Rahîm” ism-i şerîfi ni’am-ı sâire-i ilâhiyyeyi derc maksadıyla ilâve edilmiş olur. Bu sûrette “Rahmân” asıl olup “Rahîm” onun tetimmesi ve redîfi olmasına mebnî te’hîri lâzım gelir. Suâl: Bunca esmâ-i ilâhiyye içinden işbu esmâ-i selâsenin tahsîsü bi’z-zikr buyurulmasının hikmeti nedir? Cevab: Bu tertîb üzere vârid olan kelâm-ı şerîften kâffe-i umûrda ve cemî’ ahvâlde müste’ânun bih olmağa sezâvâr ve elyak ancak zât-ı ehadiyyet ve ma’bûdu bi’l-hak hazretleri âcil ve ‘âcil, azîm ve âdi, zâhir ve bâtın bütün ni’metlerin mün’im-i hakīkīsi münhasıran zât-ı mukaddesleri olması bi’s-suhûle müstebân olmaktadır ki bu dakīkaya âgâh bulunan abd-i mün’am dergâh-ı sübhânîye hasr-ı teveccüh ü ikbâl ve gönlünü zikr ü fikr-i Mevlâ-yı Müte’âl ile işgâl ederek dâima tevfîkāt-ı rabbâniyye taleb ve niyâzında bulunmak sa’âdetine irşâd edilmiş olur. Manastırlı İsmâil Hakkı
HİKMET-İ EDYÂN Efrâd-ı beşerin yekdiğere te’addiyâtını men’ içün zabt u rabta me’mûr polis ve jandarma gibi hükûmât-ı mütemeddinenin istihdâm edegelmekte olduğu vesâ’itin kifâyet edeceği vârid-i hâtır ise de bu hâtıra doğru değildir. Bir polis, bir jandarma gözü önünde cereyân edecek bir cürm-i meşhûdu men’ veya bade’l-vukū’ fâ’ilini zabta çalışabilir. Cerâ’im ve cinâyât ise ekseriyâ polis ve zâbıtanın yed-i men’i yetişemeyecek ve gözü göremeyecek zaman ve mekânlarda vukū’ bulur. Binâberîn hilkat-i behîmiyyesi i’tibâriyle bir hayvân-ı müfterisden farkı olmayan efrâd-ı beşerin her türlü menviyyât-ı [51] muzırra ve tasavvurât-ı cinâyetkârîlerini hayyiz-i fi’le çıkarmaksızın kuvve-i tasavvurda iken men’ edecek yegâne vâsıta, dînin insanlara ta’lîm ve zihn ü kalblerine nakş u tersîm eylediği Allah korkusudur. Mehâfetullah öyle bir polisdir ki bir lâhza, bir dakīka insanın zihninden, fikrinden çıkmaz. Havf-ı azâb u ikāb, insan ile her nevi’ cerâ’im ve cinâyât arasında öyle metîn bir sedd ü hicâbdır ki onu temzîk edecek hiç bir kuvvet ve kudret mutasavver değildir. Dîn öyle bir zâbıta me’mûrudur ki insanın içini dışını bilir, zihinden geçen her türlü hevâcis-i nefsâniyye, her gûne vesâvis-i şeytaniyyeyi ânında men’ ü def’ eyler. 48 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 52 Dîn öyle bir polisdir ki şehirde, hânede, dağda, kırlarda insan ile beraber gezer, beraber uyur, beraber kalkar; sâhibini bir lahza başı boş bırakmaz; polislerin, zâbıtaların, hükûmetlerin eli yetişemeyeceği yerlerde vazîfesini îfâ eyler. Dinsizliğe yeltenen bir çok müteferrinclerden işittik ki: “Efendim, dîne ne hâcet? Benim terbiyem, benim vicdânım beni fenâlıktan men’ eyler...” Biz dahi cevâben dedik ki: –Efendi! Terbiye dediğin nedir? Terbiyenin esâsı nedir? Terbiyeden maksad ana babanın sana: “Oğlum şunu yapma ayıbdır, böyle söyleme günâhdır” gibi nesâ’ih ve telkīnâtı ise o nesâ’ih ve telkīnâtı ta’lîm eden yine dindir. Ayıbı, günâhı ta’rîf eden yine dindir. Helâl ve harâmı öğreten yine dindir. Yoksa ayıp, günâh, helâl, haram için dinden başka bir sıfât-ı mümeyyize, bir mi’yâr-ı tatbîk, bir mîzân-ı tedkīk yoktur. Ayıbın, günâhın, helâlin, harâmın bir şekl-i mahsûs, bir levn-i mu’ayyeni yoktur. Meşrû’ olan bir fi’il aynı şekil ve sûrette, aynı zaman ve mekânda memnû’dur. Helâl olan bir şey aynı şekil ve sûrette harâm olur. Onu tefrîk ve temyîz, ta’yîn ve tebyîn edecek dindir. Vicdân dediğin ne oluyor? Acaba insanın ahşâ-i batniyyesinde yürek, böbrek, ciğer, mi’de, bağırsak gibi levâzım-ı terkîb-i hayâtdan ma’dûd bir nesne midir? Öyle ise o hâlde her insanda bulunması lâzım gelir. Her cânîde her şahs-ı şerîrde; kātilde, hırsızda, vahşî canavarlarda dahi bulunması lâzım gelir. Hâlbuki öyle değildir. Ulemâ-i teşrîh batn-ı insanda vicdân nâmıyla bir uzuv, yâ bir cismin vücûdundan haber vermiyorlar. Bu hâlde vicdân denilen şey maddî bir uzuv, bir cisim değil, ma’nevî, ruhânî bir hiss-i şerîf, bir munsıf-i ma’delet-elîfdir. Vicdân, “zamîr= conseience” nâmlarıyla bilumûm ebnâ-i beşer kendilerinde vücûdundan bâhisle tefâhur ve tebâhî etdikleri bu hiss-i şerîf mahzâ terbiye-i dîniyye netîcesidir. Dîn ve imânı olmayanın vicdânı dahi yoktur. Nitekim mecâhil-i Afrîkiyye’de kâ’in ümem-i vahşiyye insan yemeyi efdâl-i et’imeden addederler. Burada bir i’tirâz vârid olabilir ki o dahi: İşte tabî’iyyûn ekseriya dîne inanmaz ve bir i’tikād ile mukayyed değillerdir. Bununla beraber onlardan vahşiyâne bir hâl ve hareket vukū’u mutasevver değildir... Cevâben deriz ki: –Biz, tabî’- iyyûnun evâmir ve menhiyyât-ı dîniyyeye derece-i ri’âyet ve mübâlâtlarını bilmezsek dahi tabî’iyyûn asırlardan beri terbiye-i dîniyye içinde ve terbiye-i dîniyye te’sîrâtı altında yaşamakta bulunmuş ve dînin ahkâm ve kavâ’idi kendilerinde bir tabî’at-ı sâniyye hükmüne geçmiş olmasıyla hakā’ik-i menkūlesini idrâkden âciz kaldıkları kudret-i fâtıranın hüviyet ve keyfiyetini adem-i tasavvur ve takdîrden dolayı dînin te’sîrât-ı maddiyye ve ma’neviyyesinden hâric addedilemeyecekleri hüveydâdır. Tabî’iyyûn, dinsiz olsalar bile, akılsız değillerdir; dînin her türlü evâmir ve menâhîsi ma’kūl ve makbûl birer hikmet-i ilâhiyye ve kavâ’id-i ahlâkiyye olduğunu derk ve temyîz ederler. Ancak zât-ı ulûhiyyet ve sıfât-ı selbiyye ve îcâbiyye ve haşr u neşr gibi akā’ide müte’allik ahkâmın mâhiyet ve sûret ve keyfiyyetini idrâk ve ta’yîn edemediklerinden dolayı vâdî-i inkâra sapmaları veya feyfâ-yı hayretde pûyân olmaları kalb ve zamîrleri üzerine icrâ-yı hükm ü te’sîr eden mü’essirât-ı dîniyyeden kendilerini vâreste ve rehâ kılamaz. Mardinîzâde Mehmed Ârif SAFAHÂT-I HAYÂTTAN KÜFE Beş on gün oldu ki, mu’tâda inkıyâd ile ben Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden. Bizim mahalle de İstanbul’un kenârı demek: Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek! Adım başında derin bir buhayre dalgalanır, Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır! Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil, Selâmetin yolu insan için bu, başka değil! Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak, Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak, – Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden, Lisân-ı hâl ile lâkin rükûa niyyet eden– O sâlhurde, harâb evlerin saçaklarına, Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına Delîlimin koca bir şey takıldı... Baktım ki: Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski. Bu bir hamal küfesiymiş... Aceb kimin? Derken; On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden, Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye: Tekermeker küfe bîtâb düştü tâ öteye. – Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha! [52] O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın Göründü: – Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın! Ne istedin küfeden yavrum? Ağzı yok, dili yok, Baban sekiz sene kullandı... Hem de derdi ki: “Çok Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz...” Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz! Onunla besleyeceksin ananla kardeşini. Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini? Dedim ki ben de: – Ayol dinle annenin sözünü... Fakat çocuk bana haykırdı ekşitip yüzünü: – Sakallı, yok mu işin? Git, cehennem ol şuradan! Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan? Benim içim yanıyor: Dağ gibi babam gitti... – Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi? Adamcağız sana bak hâl dilince söylerken... – Bırak hanım, o çocuktur, kusûra bakmam ben... Senin adın nedir oğlum? – Hasan, – Hasan dinle. Zararlı bak sen olursun bütün bu hiddetle. Benim de yandı içim anlayınca derdinizi... Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi. O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni Nasıl büyütmüş ise, sen de kendi kardeşini, Yetim bırakmayarak besleyip büyütmelisin. – Küfeyle öyle mi? – Hay hay! Neden bu söz lâkin? Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak? Ayıp dilencilik etmek tutar iken el ayak. – Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini... – Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini: CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 53 SIRÂTIMÜSTAKĪM 49 “Hasan, dayım yatı mekteplerinde zâbittir; Senin de zihnin açık... Söylemiş olaydık bir... Koyardı mektebe... Dur söyleyim” demişti hani? Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni! Söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek; Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek; Bıraktım onları, saptım yanımdaki yoldan. Ne oldu şimdi aceb, kim bilir, zavallı Hasan? * * * Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz; Geçende Fâtih’e çıktık ikindi üstü biraz. Kömürcüler kapısından girince biz, develer Kızın merâkını celbetti, dâima da eder: O yamrı yumru beden, upuzun boyun, o bacak, O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak! Hakīkaten görecek şey değil mi ya? Derken, Dönünce arkama, baktım: Ki beş adım geriden, Belinde bir kocaman şal, başında âbânî, Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrânî; Yanında da küfe sırtında bir küçük çocucak, Yavaş yavaş gidiyorlar. Fakat tesâdüfe bak: Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetîm... Nasıl da manzara, gâyetle can-güdâz ü elîm! Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak... Bir ince mintanın altında titriyor, donacak! Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer! Düğümlü alnının üstünde sâde bir çember. Nefes değil o soluklar, birer enîn-i medîd; Nazar değil o bakışlar, birer bükâ-yı şedîd. Bu bir ayaklı sefâlet ki yalın ayak, baş açık; On üç yaşında buruşmuş cebîn-i sâfı, yazık! O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan Bir elliden mütecâviz çocuk ki, muntazaman Geçerken eylediler ihtiyârı vakfe-güzin... Hasan’la karşılaşınca bu sahne oldu hazin: Evet, bu yavruların hepsi, pür-sürûd-i şebâb, Eder dururdu birer âşiyân-ı nûra şitâb. Birazdan oynayacak hepsi bunların, ne iyi! Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi, –Ki ezmek istedi görmekle reh-güzârında– İlel’ebed çekecek dûş-i ıztırârında! O, yük değil, kaderin bir cezâsı ma’sûma... Yazık, günâhı nedir, bilmeyen şu mahkûma! 16 Kânûnievvel 1322 Mehmed Âkif HÜRRİYET - MÜSÂVÂT Bu ser-levha ile Sırâtımüstakīm risâle-i üsbûiyyesine makāle yazmaya bizi mecbûr eden şeyin neden ibâret olduğunu birinci makālemizin mukaddime[53]sinde beyân etmiş idik. O mukaddimeyi burada tekrara hâcet yoktur. Yalnız şunu ilâve edelim ki o mukaddimede mündemic olan makāsıd-ı hâlisânemizden biri ve belki de birincisi hem Şerî’at-ı Ahmediyye’nin emir buyurduğu tesettür-i nisvân ve te’addüd-i zevcât ve talâk gibi mes’elelerine karşı öteden beri Avrupa mehâfil-i edebiyye ve felsefiyyesinde gösterilen hücûmlara ve bu bâbda aleyhimize edilen mu’âhezelere ve hattâ bu üç mes’eleden dolayı biz müslümanları bütün âlem-i medeniyyete karşı “vahşî bir kavim, zâlim bir millet” diye tanıtmak üzere sarf edilen gayretlere, yazılan sözlere müdâfa’a etmek... Hem de şu efkâr-ı sahîfeyi üsve ittihâz edip de, onlara peyrev olmak isti’dâdında bulunan ve Kānûn-ı Esâsî’nin i’lânı üzerine bu isti’dâdlarını izhâra yeltenen bir sınıf, hem de mühim bir sınıf nisvân ve ricâlimizi dâire-i insâfa da’vet etmek ve bu gibi hükümlerin kadınlarımız ve milletimiz hakkında ayn-ı hikmet ve ayn-ı rahmet olduğunu göstermek idi. Nitekim silsile-i makālâtımız etrâfıyla tetebbu’ edilirse en birinci emelimizin bundan ibâret olduğu kendi kendine te’ayyün edeceği şüphesizdir. İşte hakīkat-i hâl bundan ibâret iken vâ esefâ ki şu hüsn-i niyyetimize vâkıf olmayan ve makālatımızı dikkatle okumayan bazı zevât tarafından dûçar-ı i’tirâz oluyoruz. Üçüncü mākalemizde erkekler gibi kadınlarmız da kendilerine mahsûs bir edeb ve bir terbiye dâiresinde kendilerine mahsus mesîrelere gidebileceklerini ve kendi beynlerinde cem’iyet teşkîl ederek konserler, konferanslar verebileceklerini yazmış idik. İşte asıl mu’terizlerimizin i’tirâzları bu iki mes’eleye müteveccih olduğunu görüyoruz. Hâlbuki bunda telâş edecek, feryâdlar koparacak hiç birşey yoktur. Zîrâ esâsen bu iki mes’eleyi yazmakdan maksadımız, bazı nisvân-ı İslâmiyyemizin ve hattâ bir çok ricâlimizin nazar-ı dikkatlerini celb etmek ve bütün ahkâm-ı dîniyyemizi onlara sevdirmeye çalışmak idi. Onlara karşı demek istedik ki: “Nisvân-ı İslâmiyye, sizin zannettiğiniz gibi, esîr değildir. Onlar da hürdür. Onların mestûre olmalarını bir tavuğun kümese kapatılmasına teşbîhiniz bâtıldır. Şerî’atimiz onların bütün hukūk-ı tabî’iyye ve meşrû’asını taht-ı te’mîne almış ve kendilerine mahsûs bir edeb ve terbiye dâiresinde onların da ezvâk-ı medeniyyeden ve lezâiz-i dünyeviyyeden hissemend olmalarına mâni’ olmamıştır. Kadınlarmızın en ziyâde arzu ettikleri şey erkekler gibi mesîrelere gidip gelmek ve bazen cem’iyyetler yaparak yekdiğerine karşı nutuklar îrâd etmek ve daha bir çok müzâkerelerde bulunmak değil mi? Şerî’atimiz nisvân-ı İslâmiyyemizin bu gibi harekâtına mâni olmaz. Mesîrelere gidebilirler; fakat Müslümanlığa lâyık bir edeb, bir terbiye dâiresinde gidebilirler. Konserler, konferanslar verebilirler; fakat yine İslâmiyet’e mahsûs bir edeb, bir terbiye dâiresinde.” Kadınlarımızın gerek mesîrelere gidebilmeleri ve gerek kendi beynlerinde kendilerine mahsûs konserler, konferanslar verebilmeleri böyle edeb ve terbiye ile takyîd olundukdan sonra bunda feryâd edecek, bir çok kāl ü kīle meydan verecek şeyin neden ibâret olduğunu bir türlü anlayamadık. Zîrâ kendilerine mahsûs edeb ve terbiyeden maksad, edeb-i dînî ve terbiye-i milliyyemiz olduğunu beyâna hâcet yokdur. Bir kadının edeb-i dînî ve terbiye-i milliyyemiz dâhilinde bir yere gidip gelmesinde refâkatinde mehâriminden bir kimsenin bulunması dâhil olduğunu beyâna hâcet var mı? Zîrâ bütün zemîn-i silsile-i makālâtımız ve siyâk ve sibâk-ı kelâmımız buna sarâhaten delâlet etmektedir. Maksad bu olduğu takdîrde bunda ne mahzûr-ı şer’î tasavvur olunabilir? Beynlerinde konferans ve konser vermeleri mes’elelerine gelince: Bunda da telâş edecek bir şey yokdur. Çünkü 50 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 54 bu iki kelime lügat-ı ecnebiyyeden olup bizde bunların mukābili “müsâmere, müzâkere, musâhabe” demek olduğu şu makālelerimizle kendimize muhâtab ittihâz ettiğimiz zevâtın ma’lûmlarıdır. Hatta onlarca “konser ve konferans” kelimeleri “müsâmere ve müzâkere” kelimelerinden daha me’- nûstur. İşte bunun için biz o makālede müsâmere ve müzâkere yerinde “konser ve konferans” kelimelerini isti’mâl etmişizdir. Kadınlarımızın kendilerine mahsûs bir mahalde toplanıp da “müsâmere” etmeleri yani musâhabede bulunmaları, edebî, dînî, hikemî, ahlâkī, iktisâdî vesâire gibi mesâ’il hakkında bahisler etmeleri, bu yolda nutuklar vermeleri ve bu gibi mesâ’ile vukūfu olmayan kadınları böyle mübâhesât-ı âliyyeden haberdâr eylemeleri şüphe yok ki muvâfık-ı maslahat ve hikmetdir. Bunun memnû’iyetine dâir kütüb-i dîniyyemizde bir mes’ele-i şer’iyye var ise meydâna konulsun. Biz de görelim de hatâmızı tashîh edelim. Eğer burada mevzû’ bahsimiz olan müsâmereye bir de mûsıkī kaydı ilâve ediliyor ise o hâlde hüküm başkalaşır. Ma’a-hâzâ bu hükümde de kadınlar ile erkekler arasında bir fark vardır da, denilemez. Bir müsâmere-i mûsikıyyenin hükmü kadınlar hakkında ne ise erkekler hakkında dahi öyledir. Fakat biz o kelimede öyle bir kayıd mülâhaza etmedik ve edemeyiz. Çünki biz bu kelimeyi edeb ve terbiye ile tekayyüd ettik. Bizim edeb ve terbiyeden maksadımız edeb-i dînî ve terbiye-i milliyye olduğunu da yukarıda söyledik. Burada maksadımız edeb-i dînî ve terbiye-i millî olup başka bir şey olmadığına bir karîne de “Şerî’atimiz bu gibi şeylere aslâ mâni’ olmaz” sözümüzdür. Zîrâ şerî’atimizin aslâ mâni’ olmayacağı müsâmereden maksad kendisinde lehviyyâttan birşey bulunmayan müsâmere olduğu bedîhîdir. Bir mü’minin sözünü mahmel-i sahîhine haml etmek mümkün iken böyle sû-i tefsîre uğratıp da yâr u ağyâra karşı böyle nâzik bir zamanda, bir çok senelerden beri mevcûdiyetimizi taht-ı tazyîkinde ezen, mahvetmek derecelerine getiren bir yükten, istibdâd yükünden tahlîs-i girîbân ederek geniş bir nefes almak istediğimiz ve daha bir çok yapılacak şeylerimizi hep el birliğiyle kemâl-i istirâhât ve sükûnetle yapmak için evliyâ-yı umûrun erbâb-ı ukūl-ı selîmeden mu’âvenet beklediği böyle bir zamanda halkı dağdağaya düşürmek, havâs ve avâmı heyecâna getirmek ve bilâhere kendimizi haksız hücûmlara dûçar ile: “Hocalar yine birbirleriyle uğraşmaya başladılar” dedirtmek sad hezâr şâyân-ı te’essüf ahvâldendir. Bu makāleyi yazdığım sırada Fâtih dersi’âmlarından Abduş Efendi’nin dahi aleyhimizde Mîzân gazetesine verdiği bir varaka-i i’tirâziyyeyi okudum. Şu makālemiz mûmaileyh efendinin i’tirâzına dahi cevab ise de [54] varaka-i mezkûreye tafsîlen cevab vermeye vakit müsâ’it olmadığından bu cevabımızı makāle-i âtiyyeye ta’lik ediyoruz. Şimdi vazîfe-i asliyyemize şurû’ edelim. * * * Şerî’atimizin emrettiği ve tesettür-i nisvân mes’elesi gibi mu’terizlerimizin i’tirâzât-ı şedîdesine hedef olduğu mes’elelerden ikinci ve üçüncüsü de te’addüd-i zevcât ile talâk mes’eleleridir. Evvelâ te’addüd-i zevcât mes’elesine atf-ı nazar edelim. Ma’lûmdur ki izdivâcda iki büyük maksad vardır: Biri tenâsül, diğeri muhâfaza-i iffetdir. İşte bu iki maksada binâ’en izdivâc meşrû’ olmuştur. Çünki ilâ mâşâallâh bu nizâm-ı âlemin devâmı nev’-i beşerin bekāsıyladır. Nev’-i beşerin bekāsı ise tenâsül iledir. Tenâsül de şüphe yok ki izdivâc ile hâsıldır. Hâlbuki bir çok izdivaclar vardır ki onlara bu fâ’ide-i uzmâ terettüb etmez. Binâ’en-aleyh eğer te’addüd-i zevcât meşrû’ olmasa idi bir çok kimselerin nesilleri munkatı’ olurdu. İnkıtâ’-ı nesil o kimseler hakkında bir zarar olduğu gibi umûm beşeriyet hakkında da büyük bir zarardır. Çünki nev’-i beşerin muhâfazası vazîfesinde alelumûm insanlar müşterek olduğundan bazılarının emr-i mühimm-i tenâsüle hidmet tarîkiyle bu vazîfeyi îfâ eylememeleri kendi için bir mazarrat olmaktan ziyâde nev’-i beşere de bir ihânettir. Şu hâlde te’addüd-i zevcât bu gibi kimseler hakkında zarûrîdir. Ma’a-hâzâ iktisâb-ı kat’iyyet etmiş mesâ’il-i ictimâ’iyyedendir ki bir milletin, bir devletin te’âlîsine en büyük medâr, tekessür-i nüfûsdur. Te’addüd-i zevcâtın tekessür-i nüfûsa ne derecelerde hidmet ettiği ise beyândan müstağnîdir. Kezâ bir çok izdivâclar dahi vardır ki onlara da gâye-i izdivâcdan biri bulunan muhâfaza-i iffet maksad-ı mühimmi terettüb etmez. Meselâ zevce bir maraz-ı müzmine mübtelâ olur veyâhûd bir za’f-ı müdhişe dûçâr bulunur. Bu haller bir çok zamanlar imtidâd eder. Bu zamanlar esnâsında ise zevc mecbûl bulunduğu muktezâ-yı recûliyyetini kazâ edemez ve buna tahammül etmek de elinden gelmez. Çünkü insanlarda bu hal bir emr-i ihtiyârî değil, bir emr-i cibillîdir. Şu hâlde bu gibi adamlar tarîk-i harâma sülûk ederek bir çok â’ileleri mahv ü perîşân eder ve nihâyet kendisini de dûçar-ı izmihlâl eyler. Binâ’en-aleyh şu gibi nukāt-ı mühimmeden te’addüd-i zevcâtın meşrû’iyeti zârûret hükmünü alır. Bir de –Hacı Zihni Efendi hazretlerinin Kitâb-ı Münâkehât ve’l-Müfârekât nâm eser-i mu’teberinde beyân ettiği üzere– izdivâc muktezâ-yı cibillet olduğu gibi, izdivâcda te’addüd ve tenevvü’e meyl dahi muktezâ-yı tabî’atdir. Nitekim hayvânât-ı sâirede dahi bu hâl müşâhede olunmaktadır. Kable’l-İslâm te’addüd-i zevcât usûlü hadd-i mu’ayyene tâbi’ değil iken şer’-i münîr ta’addüd-i zevceye mesâğ göstermekle beraber dörtten ziyâde olmamasına dahi emr vermişdir. Öteden beri insanların hâl-i behîmiyetlerini tahdîd edegelmekte olan şerâyi’-i ilâhiyye nevi’ beşere bir lütf u merhamet olmak üzere bunun cevâzını dahi şu sûretle bir hadd-i mu’ayyene tâbi’ kılmıştır. Tevellüdât-i inâsiyye zükûriyyeden ekser olmakla beraber kadınların hayız ve haml gibi avârıza ma’rûz bulunmaları ve sinn-i iyâsa varıp nesilden kesilmeleri dahi te’addüd-i zevcât mes’elesi için erkeklere bir hak vermektedir. Keşke müte’addid zevceler idâresine muktedir adamlar olsa da mezâri’-i ensâl olan bir çok nisvân evlerde mu’attal kalıp da kocamasalar. Te’addüd-i zevceye kavlen mu’teriz olanların dahi fi’len bir kadına münhasır kalmamaları da teaddüd-i zevceye meylin bir emr-i cibillî olduğunu göstermektedir. Hattâ onlarca da te’addüd-i firâş vakı’ ve fakat nesl ü zürriyet zâyi’dir. Şu hâlde bunlarla ehl-i İslâm arasındaki fark İslâmlar CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 55 SIRÂTIMÜSTAKĪM 51 te’addüd-i firâşın dâire-i meşrû’iyyette olmasına ve nesil ve zürriyetin meşrû’an tezâyüd etmesine hizmet etmekte bulunduğu hâlde onların kabûl ettiği te’addüd-i zevcâta bu hidmet-i mukaddesenin terettüb etmemesidir. Bununla beraber şerî’at-i garrâ-yı Ahmediyye te’addüd-i zevcâtı ale’l-ıtlâk insanlara vâcib kılmayıp belki hîn-i hâcette zevceler beyninde kemâl-i adl ü hakkāniyyete ri’âyet şartıyla mübâh kılmış ve şâyet zevceler beynlerinde kemâl-i adl ü hakkāniyyete ri’âyet edilemeyeceğinden havf olunursa zevce-i vâhide ile iktifâ lüzûmunu emretmiş ve binâ’en-aleyh böyle nâzik bir mes’eleyi sû-i isti’mâl ederek bu şartlara ri’âyet etmeyen zevcât-ı müte’addide sahiblerinin şâyân-ı mu’- âheze oldukları derkâr bulunmuştur. İşte görülüyor ki tesettür-i nisvân mes’elesi gibi te’addüd-i zevcât mes’elesinde dahi mugâyir-i insâniyyet ve medeniyyet bir şey yoktur. Bu da o mes’ele gibi sırf insaniyete bir menfa’at-i mahzâ olmak üzere meşrû’ olmuştur. Binâ’- en-aleyh gerek kadınlarımızın, gerek erkeklerimizin hâricin iğfâlâtına kapılıp da hakāyık-ı ahvâli, menâfi’-i milliyyeyi nazar-ı i’tibâra alarak şerî’atimizin bu gibi evâmirine gerden-dâde-i inkıyâd olmaları ve bunu Kānûn-ı Esâsî’nin bahş ettiği hürriyete münâfî görmemeleri ve o hürriyetin bu gibi insâniyet ve beşeriyet için nâfi’ kayıdlarla mukayyed olduğunu bilmeleri ve ona göre hareket eylemeleri şîme-i insâniyet ve hamiyyet îcâbâtındandır. Mûsâ Kâzım
 SÛRE-İ BAKARA ÂYET 177 لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَـكِنّ لْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى َالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ لصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَـئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَـئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ Kıble, Ka’betu’llâhü’l-ulyâ’ya tahvîl olunduğu zaman ehl-i kitâbeyn kıble husûsunda pek çok güft ü gûya dalıp her biri kendi kıblelerine [55] teveccüh câmi’-i envâ’-ı hayr ü tâ’ât olduğunu iddi’â eylemiş olduklarından Cenâb-ı Münzilü’l-Furkān onlara hitâben buyuruyor ki: “Yüzlerinizi cihet-i maşrık ve mağribe döndürmeniz birr (ve hayr ve tâ’- ât) değildir (yâhûd birr ve hayr ve tâ’ât yüzlerinizi semt-i maşrık ve mağribe döndürmeniz değildir). Lâkin (tahsîl ve iktisâbına bezl-i makderet olunacak) birr (ve hayr ve tâ’ât) ol kimselerdir (ol kimselerin birr ve hayr ve tâ’âtıdır) ki onlar Allah’a (yani işrâkten berî olarak yalnız Cenâb-ı Hakk’a) ve (vech-i sahîh üzere) âhirete ve meleklere (bunların Cenâb-ı Hak ile enbiyâsı arasında ilkā-yı vahy ve inzâl-i kütüb ile tavassut eder ibâd-ı mükerremîn olduklarına) ve kitâba (kütüb-i münzeleye ve bu cümleden bulunan Furkān-ı hakîme) ve enbiyâya (bunların hiç birini biribirinden tefrîk etmeyerek cümlesine) îmân etti. Ve hubben lillâh akrabaya ve muhtâcîn-i eytâma ve miskinlere (tese’ülden te’affüf eden muhtâcîne –Şeyhzâde) ve ibn-i sebîle (yolcuya) ve (hâcet ve zârûret kendilerini züll-i su’âle ilcâ etmiş) sâ’illere mal verdi ve (fekk-i) rikâbda (yani mükâteblere bedel-i kitâbetlerini edâ etmek üzere mu’âvenet ile onların rakabelerini fekk ü tahlîse veyâhûd üserânın fekk ü tahlîslerine veyâhûd âzâd etmek üzere memlûkler iştirâsına) mal vaz’ ve tahsîs eyledi. Ve namaz kıldı (salavât-ı mefrûzayı edâ etti) ve (üzerine farz olan) zekâtı verdi. Ve onlar (beyne’n-nâs cârî olan uhûddan helâli tahrîm ve harâmı tahlîl etmeyen bir ahid ile) mu’âhede ettikleri zaman ahidlerin îfâ ederler ve (ale’l-husûs fakr ü maraz gibi) mihen ve şedâ’idde ve (mevâki-i harbde düşman ile) harb ve cihad vaktinde sabr u metânet gösterirler. İşte (dinde ve hakka ittibâ’da ve teharrî-i fezâ’ilde) sâdık olanlar ve (küfür vesâir rezâ’ilden) takvâ (ve ictinâb) edenler bunlardır (bu evsâf-ı memdûhayı hâiz olanlardır). “Bâ”nın kesri ve “râ”nınn teşdîdiyle “birr” her fi’l-i merdâya denir – Kādî Beydâvî. “Birr” mardâ-i hisâli câmi’ isimdir – Ebussu’ûd. “Birr” Cenâb-ı Hakk’a takrîb eden envâ’-ı hayr u ta’âtı câmi’ isimdir – Rûhu’l-Me’ânî. “Leyse’l-birr” kavl-i şerîfinde “birr” kelimesini e’imme-i kurrâdan Âsım’ın râvîlerinden bulunan Hafs hazretleriyle e’imme-i kurrâdan Hamza hazretleri “leyse”nin haber-i mukaddemi olmak üzere nasb ile ve diğer kurrâ ve rüvât “leyse”nin ismi olarak ref’ ile kırâ’et etmişlerdir – Şeyhzâde. Bu âyet-i kerîme tasrîhan ve telvîhan bütün kelimât-ı beşeriyyeyi câmi’dir. Zîrâ kemâlat-ı beşeriyye kesret-i envâ’ıyla beraber icmâlen şu üç şeye münhasırdır: Sıhhat-i i’tikād, halk ile hüsn-i mu’âşeret, tehzîb-i nefs. Bu üç şeyden evvelkine, âyet-i kerîmede zikr olunan umûra îmân, ikincisine umûr-ı hayra i’tâ-yı mal, üçüncüsüne ikāme-i salât vesâire ile işâret buyurulmuşdur. Bunun içindir ki bu evsâfı hâiz olanlar îmân ve i’tikādlarına nazaran sıdk ile ve halk ile mu’âşeret ve Hak ile mu’âmeleleri i’tibârıyla takvâ ile tavsîf olunmuşlardır. Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin “Kim ki bu âyet ile amel ettiyse ale’t-tahkīk îmânını istikmâl eyledi” me’âlinde olarak ( فقد الآية بهذه عمل من الإيمان استكمل (buyurmaları buna işâret ediyor – Kādî Beydâvî ve Ebussu’ûd. Mükâteb: Her ne zaman edâ ederse âzâd olmak üzere bahâsını efendisine yazdırmış yani kendisini mu’ayyen bir bedele rabt ettirmiş olan köleye denir. İstitrâd Umûr-ı dîn beş şey üzerine deverân eder: İ’tikādât, âdâb, ibâdât, mu’âmelât, ukūbât. İbâdât beşdir: Namaz, zekât, savm, hac, cihâd. Mu’âmelât beşdir: Mu’âvezât-ı mâliyye, münâkehât, muhâsemât, emânât, terekât. Ukūbât beşdir: Kısas, hadd-i sirkat, hadd-i zinâ, hadd-i kazif, hadd-i irtidâd – Evvelü Kitabi’t-Tahâre min Reddi’l-Muhtâr. Bereketzâde İsmâil Hakkı
İLM-İ TEVHÎDİN TA’RÎFİ, SÛRET-İ TEDVÎNİ, GÂYETİ –mâba’d– Nûrü’l-hüdâ-yı ehl-i yakīn olan böyle bir şems-i feyyâz-ı ma’rifetden iktibâs-ı envâr eden ulemâ-yı İslâm tarafından tedvîn edilecek kütüb-i kelâmiyyenin ümem-i sâlifenin müdevvenât-ı i’tikādiyyesine aslâ benzemeyeceği bedîhi idi. Ma’a-mâfih dâire-i İslâm’da ilm-i kelâmın bir fenn-i mahsûs şeklinde vaz’ ve tedvîni epeyce te’ehhür etmiştir. Zîrâ asr-ı sa’âdette ashâb-ı Resûl (rıdvânullahi aleyhim ecma’în) mesâ’il-i i’tikādiyye ve ilmiyyeyi doğrudan doğruya mişkât-ı dırahşân-ı nübüvvetten ahz ü telâkkī ettikleri cihetle ne zaman bir şüphe ârız olsa dârü’t-ta’lîm-i ilâhîde perveriş-yâb-ı kemâl olan o Nebî-i Ümmî’ye (sallallâhu aleyhi ve sellem) mürâca’atla hall-i işkâl ederlerdi. Aralarında ne zaman bir ihtilâf düşse Cenâb-ı Ahkemü’l-hâkimîn’in (celle celâluhû) tarîk-i vahyi ile sudûr eden kazâ-yı i’tirâznâ-pezîri haklıyı da, haksızı da serfürû bürde-i inkıyâd ederdi. Zâten sevk-ı terbiye-i nübüvvetle kalb-i ümmete bir deryâ-yı cûşan gibi akan seyl-i envâr-ı füyûzâta karşı zulümât-ı zünûn ve evhâmın sebât ve mukāvemet etmesine imkân olmadığından o zamanlarda böyle bir fennin vücûd bulacağına bile tabî’î ihtimâl verilemezdi. Binâ’en-aleyh o devr-i feyz ü te’âlîde ashâb-ı kirâmın en büyük meşgalesi Furkān-ı mübîn ile sünnet-i nebeviyyeyi en ufak teferru’âtıyla zabt u kayd etmekten ibâret kaldı. Ahd-i pür-feyz-i nebevîden sonra artık vahiy munkatı’ olduğundan merci’-i ihtilâfât Kitâbullâh ile sünnet-i Resûlullah oldu. Hazret-i Sıddîk-ı a’zam ile Hazret-i Fârûk’un (radiyallâhu anhümâ) eyyâm-ı hilâfetlerinde bir taraftan ahd-i nübüvvetin hâtırlardaki te’sirâtı henüz bâkī kalması, diğer tarafdan tevsî’-i dâire-i İslâm ve i’lâ-yı kelimetullah eylemek gibi mühimmât-ı umûr ile iştigâl edilmesi hasebiyle mesâ’il-i ameliyye ve i’tikādiyyece halka ârız olan şüpheler [56] ekall-i kalîl olup bunlar da bu iki halîfe-i zî-şânın ve bazen diğer e’âzım-i ashâbın re’y ve karârlarıyla hallolunurdu. Lâkin ashâb-ı tâbi’înin fütûhâtı lemhatü’l-basar denilecek bir zamân-ı kasîr içinde hudûd-ı İslâmiyyeyi Sedd-i Çin’den Mağrib-i Aksâ’ya, Cezîretü’l-Arab’dan Kafkasya’ya kadar tevsî’ ettiğinden ve irâde-i İslâmiyye’ye teslîm-gerden-i itâ’at edip fevc fevc ni’met-i uzmâ-yı İslâm’ı bi’t-tav’ ve’r-rızâ kabûl etmeye başlayan milyonlarca halk eski i’tikādât-ı câhilânelerinin bir kısmını da muhâfaza ettiklerinden daha ikinci asr-ı hicrîde i’tikād husûsunda yeni yeni bid’- atler, kazâ ve kader ve halk-ı Kur’ân gibi yeni yeni şüpheler, Yunan hükemâ-yı kadîmesinin intişâr eden felsefelerini Kur’ân’a tatbîk hevesinden mütevellid yalan yanlış fikirler zuhûr etmeye başladı ki ilm-i kelâm işte böyle bir devirde böyle bir ihtiyâc-ı azîm ü mübrem üzerine bir fenn-i müstakîl hâlinde tedvîn edildi. Bu kadar efkâr-ı mütehâlifenin tevlîd ettiği fırak-ı dâllenin her biri kendi mezhebini te’yîd için müte’addid kitaplar te’lîf etti. Cenâb-ı Hakk’ın fırka-i nâciyyeyi ilâ yevmi’l-kıyâm pâyidâr etmek gibi bir va’d-i celîl-i sübhânîsi olmasaydı daha o târîhlerde ümem-i sâlifede olduğu gibi bunca maglatalar arasında hakīkat yok olup giderdi. Lâkin * i-d’va) إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ) âlî-i ilâhîsi iktizâsınca Kur’ân-ı azîmü’ş-şân bir harfine tağyîr ve tahrîf ârız olmadan sudûr-ı ümmetde mahfûz bulunuyordu. Ehâdîs-i nebeviyyeyi cem’e her vakitden ziyâde i’tinâ olunarak zabt ediliyordu. Yekdiğerini nakz eden bunca efkâr-ı mütehâlife kasırgaları arasında hakāyık-ı Kur’âniyye yed-i beyzâ-yı kudretle dikilmiş bir heykel-i mu’azzam-ı nûrânî gibi tenvîr-i ebsâr-ı basîret ediyordu. Yekdiğerini tekfîr derecesinde birbirine i’lân-ı husûmet eden bunca ehl-i ihtilâf arasında hakīkat-bîn olan ulemâ-yı kirâm Kitab ve Sünnet gibi iki hatt-ı istivâ-yı selâmete ilticâ ederek müdâfa’a ve ta’arruz ve nihâyet bilcümle husemâya külliyen galebe ettiler. Dîn-i mübîni çirkâbe-i evhâm ve zünûndan tathîr için melâ’ike-i imdâd gibi min tarafillah halk ve teshîr buyrulan ve sünnet-i seniyyeyi kendilerine pişvâ ittihâz ettiklerinden dolayı ehl-i sünnet nâmını alan zevât-ı müşârun-ileyhim hazerâtına ne derecede minnetdâr olduğumuzu söylemek zâ’- iddir. Hakīkat uğrunda mücâhedât ve mücâdelât-ı tâkāt-berendâzeleriyle şöhret alan ulemâ-yı ehl-i sünnetin en serefrâz ve benâmı Şeyh Ebû Mansûr Mâturîdî ile Şeyh Ebu’l-Hasan Eşarî’dir ki ehl-i sünnet amelde Hanefiyye, Şafi’iyye, Mâlikiyye, Hanbeliyye mezheblerine münkasem oldukları gibi i’tikādda Mâturîdiyye ve Eş’ariyye mezheblerine inkısâm ederler. Mezâhib-i erba’a beynindeki ihtilâf nasıl sûrî ve bunların dördü de nasıl hak i’tibâr olunuyorsa Eş’ariyye ile Mâturîdiyye beynindeki ihtilâf da gâyet cüz’î ve sûrîdir. Her ikisi de hakdır. Şeyh Eş’arî’den sonra gelen İmâmü’l-harameyn, Ebû İshâk İsferâ’înî, Ebûbekir Bâkıllânî, İmâm Gazâlî, Fahreddîn Razî gibi her biri bir kavme sermâye-i fahr ü mübâhât olmağa kâfî gelen e’âzım-ı ümmet hep mezheb-i ehl-i sünneti te’yîd ederek iki asır içinde fırak-ı dâlle müntesiblerini adetleri kāle bile alınmayacak derede azalttılar. Şurası da şâyân-ı kayd u tezkârdır ki bu ihtilâfât usûl-i i’tikāda müte’allik âyât-ı Kur’âniyye ve ehâdîs-i nebeviyyenin sûret-i telâkkī ve akla sûret-i tatbîkinden neş’et edip yoksa bu fırkaların ekseri de zevâhir-i nusûsu olduğu gibi kabûl ederek a’mâle te’alluk eden ferâ’iz-i dîniyyeyi inkâr etmedikleri cihetle teblîgât-ı nebeviyyeyi kabûl ettiklerini nazar-ı i’tibâra alan ehl-i sünnet onları tekfîr etmezler ve yalnız “dalâlette kalmışlardır” derler. Dîn-i mübîn-i İslâm’ın kadr ü menziletini enzâr-ı ehl-i tedkīkde i’lâ eden cihâtdan biri de ehl-i sünnetin bunca muhâsımîn üzerindeki bu galebe-i kahhârânesi satvet-i seyf ü sinân ile değil, vuzûh-ı hüccet ü bürhân ile hâsıl olmasıdır ki milk-i Kur’ân’a bu sûretle de muvâfakat etmesiyle fırak-ı sâireye fazl ü rüchânını isbât eylemiştir. Elhâsıl Kur’ân-ı azîmin, Resûl-i kerîmin, icmâ’ ve ittifâk-ı ashâb u tâbi’înin, ehl-i sünnetten olan bilcümle mütekellimînin delâlet ve tasrîhine nazaran dîn-i mübîn-i İslâm hakkındaki i’tikādımız şudur: Bu dîn, dîn-i tevhîddir. Vaz’ ettiği kavâ’idde mûcib-i tefrika birşey yoktur. En büyük mu’îni * Kur’ân’ı inzâl eden biziz. İlâ yevmi’l-kıyâm muhâfaza edecek de yine biziz. [Hicr, 15/9.] CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 57 SIRÂTIMÜSTAKĪM 53 akıl, en kavî rüknü ise nakildir. Bunun hilâfında olan i’tikadâta gelince tesvîlât-ı şeytâniyyeden başka birşey değildir. Kelâmullah müdde’âmıza şâhiddir. Hatâ ve savâbımız için mi’yâr-ı sâdıktır. İlm-i Kelâm’ın gâyesi –evvelce de dediğimiz gibi– zât-ı Bârî’yi hakkında isbâtı vâcib olan sıfât-ı mukaddesesiyle beraber bilmek, hakkında müstahîl olan husûsâttan tenzîh etmek ve nefsine itmi’nân-ı tâm verecek bir yakīn ile enbiyâ-yı izâmını tasdîk eylemektir ki her mükellefe farz-ı ayn olan bu i’tikādâtı iktisâb için Kitâb-ı mübîn-i ilâhîmizin bizi irşâd ettiği üzere taklîde kapılmak değil, delîle istinâd etmek lâzımdır. Zîrâ kendisini “zikr-i hakîm” olmak üzere tavsîf eden Kur’ân-ı azîm tahsîl-i yakīn için i’mâl-i fikr ü nazar ve alâ kadri’l-istitâ’a dekāyık-ı kevniyyeyi tahrîr ve teftîş eylemeye sarâhaten emr ile (وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ * آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُون َ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ) (إِذْ قَالَ ِلأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا هَذِهِ التَّمَاثِيلُ الَّتِي أَنتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ قَالُوا وَجَدْنَا آبَاءنَا ** لَهَا عَابِدِينَ قَالَ لَقَدْ كُنتُمْ أَنتُمْ وَآبَاؤُكُمْ فِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ) (وَإِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً قَالُوا وَجَدْنَا عَلَيْهَا آبَاءنَا وَاللّهُ أَمَرَنَا بِهَا قُلْ إِنَّ اللّهَ [57[ *** لاَ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء أَتَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ) (وَكَذَلِكَ مَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّذِيرٍ إِلاَّ قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِم مُّقْتَدُونَ قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكُم بِأَهْدَى مِمَّا وَجَدتُّمْ عَلَيْهِ آبَاءكُمْ قَالُوا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ كَافِرُونَ فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَانظُرْ **** كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ) * Onlara, “taraf-ı Bârî’den inzâl olunan Kur’ân’a ittibâ’ ediniz” denildiği zaman; “babalarımızı bulduğumuz yola ittibâ’ ederiz” cevâbın verirler. Acabâ âbâ’ ve ecdâdları meziyyet-i akl ü basîretden mahrûm da olsalar, hidâyetden bî-behre de bulunsalar yine onlara ittibâ’ edecekler mi? [Bakara, 2/170.] ** İbrâhim aleyhisselâm pederiyle kavmine; “ibâdetiyle meşgûl olduğunuz şu tasvîrler nedir?” dediği zaman; “biz babalarımızı buna ibâdet eder bulduk da onun için ibâdet ediyoruz” cevâbını verdiler. Bunun üzerine Hazret-i Halîl; “siz de babalarınız da, gâyet sarîh bir hatâda bulunmuşsunuz” dedi. [Enbiyâ, 21/52- 54.] *** Onlar gâyet çirkin bir şey yaptıkları zaman “babalarımızı böyle bulduk bunları demek ki bize Allah te’âlâ emretmişdir” dediler. Onlara “Cenâb-ı Hak kötülüğü hiç bir vakitde emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi yalandan Allah’a nasıl isnâd edersiniz?” cevâbını ver. [A’râf, 7/28.] **** Aynıyla bunlarla olduğu gibi senden evvel her hangi bir memlekete bir resûl-i nezîr gönderdikse o memleketin rü’esâ ve cebâbiresi; “biz dedelerimizi şu tuttuğumuz dîn ve tarîk üzere bulduk. Binâ’en-aleyh onların eserine iktidâ ederiz’ dediler. O resûl de ‘dedelerinizin tuttuğu dînden daha ma’kûl ve daha doğru bir dîn göstersem de yine onlara ittibâ’ edecek misiniz?” dedi. Onlar ise yine “sebeb-i irsâliniz olan bu dîne kâfiriz” diyerek inâd ve ısrâr ederlerdi. Biz de bunun için onları giriftâr-ı nikmet eyledik. Peygamberlerimizi tekzîb edenlerin âkıbet-i hâli bak neye müncer oldu.” [Zuhruf, 43/23-25.] gibi âyât-ı kerîme ile ni’met-i hidâyetten bî-nasîb kalan ümmetlerin isr-i âbâ u ecdâda ittibâ’en dalâlette kalmalarını takbîh etmek ve bu hâllerine cezâ’en vücûdlarının sahâyif-i âlemden silindiğini hikâye etmek sûretiyle körükörüne taklîdden bizi zımnen nehy eylemiştir. Ne hakîmâne bir emir! Ne rahîmâne bir nehiy! Filhakīka hadd-i taklîdi tecâvüz edemeyecek derecede irfân ve iz’ândan mahrûm olanlar hakkı reh-i râstlarında buldukları için kabûl ettikleri, bâtılı da yine o sebeble kabul etmek şe’âmetine ma’rûz olabilirler. Nâfi’i de kabûl ederler, muzırrı da. Bu hâl ise insandan ziyâde hayvana yakışır ahvâldendir. Ahmed Naim
MÜSLÜMAN KADINI Müellifi: Ferid Vecdi Birinci Fasıl Kadın Nedir? Kadın, şerîf bir mahlûktur ki kudret-i fâtıra onu nev’-i insânînin teksîrine tahsîs etmişdir. Bu nazardan vazîfesi gâyet ulvîdir, erkek bu husûsda onunla müsâbakaya kudretyâb olamaz. Zâten bu vazîfe-i mühimmeyi edâ edebilmesi için Hâlik-ı Hakîm kadını muhtâc olduğu â’zâ ile techîz etmiş, o uzuvları da kemâl-i ziynet ve intizâm ile ibdâ’ eylemişdir. Hele bu vazîfenin istilzam ettiği şeylere im’ân ile bakılınca görülür ki, dest-i fıtrat kadını yalnız onun için, o vazîfe için yaratmıştır. Bu sebebden kadının bünyesiyle erkeğin bünyesi arasındaki ihtilâf, bu iki cinsin aynı meydân-ı müsâbakada bulunmaları için yaratılmış olmadıklarını bedâheten nâtık olacak derecede azîmdir. Ondokuzuncu asrın ansiklopedisinde (Muhitü’l-Ulûm) “kadın” kelimesi altında şu sözler görülüyor: “Kadının erkekten farkı yalnız azâ-yı tenâsüliyyelerindeki ihtilâfa münhasır değildir. Evet, vâkı’â bu iki cins arasındaki ihtilâfın en büyüğü cihâz-ı tenâsülde görülürse de, diğer uzuvların kâffesinde, hatta birbirine en ziyâde benzeyenlerinde bile bir husûsiyet iyândır.” Muharrir her iki cinsin bütün a’zâsını gâyet dakīk bir mu’âyene-i teşrîhî ile mukāyese ve tatbîk ettikten sonra diyor ki: “Kadının terkîb-i bedenîsi çocuklarınkine yakındır. Bunun için kadınlar da çocuklar gibi müfrit bir hassâsiyete mâliktir. Sevinç, elem, korku gibi ihtisâsât-ı muhtelifeden, gâyet çabuk müte’essir olurlar. Hâlbuki bu mü’essirât, bilâ te’akkul icrâ-yı fi’l ettiği için, uzun müddet devam etmeyerek serî’an mahvolurlar. İşte bundan dolayı kadınlar sebâtsızlığa ma’rûzdurlar.” Aynı kitabda şu mütala’âta tesâdüf olunuyor: “İnsanların hepsi bilir ki, tabî’at; kadınlara, bütün parlayan, kendilerine ziynet veren, hüsn ü cemâllerini artıran şeylere karşı şedîd bir muhâbbet vermiştir. Cibillî olan bu muhabbet ise pek meşrû’dur. Zîrâ kadında olan her şey, kendisini tezeyyüne muhtâc etmiştir. Hem bu ihtiyâc onun yalnız terkîb-i 54 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 58 tabî’îsinden dolayı değil, belki hey’et-i ictimâ’iyyeye karşı olan vazîfesiyle de sâbittir. Öyle ya, bu bir vazîfedir ki, kadın onu ancak nüfûsa ilkā edeceği incizâb sâyesinde îfâ edebilir. “İşte kadınlar kuvvetlerinin bu incizâba merbût olduğunu bildikleri için, arâyiş ve cemâli artıran her ne varsa, bîçârelere, pek güçlükle mukāvemet edebilecekleri kadar, şedîd bir sûrette te’sîr eder; olanca heveslerini, temâyüllerini uyandırır, hattâ en akıllıları, en pâk-dâmenleri bile bu kā’ideden hâric olamaz.” İştirâkiyyûndan feylesof-ı şehîr “Proton” diyor ki: “Kadınların aklı bizimkinden ne kadar zayıf ise, vicdânları da o kadar zayıftır. Ahlâkları bizim ahlâkımız tabi’atında değildir. Kadınlar tarafından bir şeyin hüsn ü kubhuna dâir verilecek hüküm, erkeğin vereceği hükmün aynı olamaz. Kezâlik bize nisbetle kadınlar lâyıkıyle terbiye edilmemiş addolunabileceğinden, her hâli iyice nazar-ı im’âna alınırsa, adâlete karşı ifrâtdan, tefrîtden hâlî kalmadığı görülür. Zîrâ müsâvâtsızlık onun hasâ’isindendir. Hukūkun, vezâ’ifin tevâzününe kadında bir meyil görülemez. Hâlbuki, erkeği müte’ellim eden, teskîn edemediği sûretde ebnâ-yı nev’ine karşı harb açmasını intâc eyleyen sâ’ik, bu meyilden ibârettir. Kadının bu âlemde en ziyâde sevdiği, perestiş ettiği bir şey varsa, imtiyâzâta, husûsiyâta nâ’il olmaktır. Hele sunûf-ı beşeri bir seviyeye getiren adâlet, kadının çekemeyeceği bir yüktür.” Bu sözler ondokuzuncu asrın Muhîtü’l-Ulûm’iyle garb meşâhîr-i felâsifesinden bir hakîm-i iştirâkînin akvâlidir. (elMer’etü’l-Cedîde) mü’ellifinin istişhâd eylediği zâtın sözüne gelince, onun bu mevzû’da hiç bir değeri yoktur. Yani icmâ’-ı ümmetle sâbit olan hakāyıka nisbetle efkâr-ı âhâd ne mertebede kalırsa o da [58] ondan ileriye geçemez. Çünkü Muhîtü’l-Ulûm’lar intişâr ettikleri asrın zübde-i ma’ârifini, usâre-i irfânını hâvîdir. Bana gelince, bu husûsda söyleyeceğim sözlerin netîcesi şudur: Garbda ahlâk-ı nisvânı telvîs eden nakā’isin kâffesi, erkeklerin kadınları terbiye mes’elesinde kanûn-ı tabî’atten udûl etmelerinden başka bir sebebden değildir. Zâten şu da’vâmızı onların sözleriyle de isbât edeceğiz. Lâkin eğer insanlar, kadınları terbiye husûsunda terbiye-i İslâmiyye kānûn-ı hakīkīsine ittiba’ etmiş olsaydı, bugün kadınların hâli, bilâd-ı garbdekiler gibi zulüm ve i’tisâfa mîsâl olmaz; işleri güçleri süslenip gezmeye çılgıncasına bir tehâlükten ibâret kalmazdı. Zîrâ müslümanlar arasında öyle kadınlar bulunuyor ki, –her ne kadar adedleri cidden az ise de– kendilerinde kemâlât-ı cinsiyyeleri lâyıkiyle rüsûh bulmuş, tabâyi’-i kerîmeleri âdât-ı İslâmiye’nin te’sîriyle feyiz-yâb olmuş da artık bunlar â’ilelerinin medâr-ı hayâtı, zevclerinin bâdî-i mübâhâtı olmuşlar. Hattâ bir ilmü’r-rûh âlimi bilâ tereddüt hükm eder ki: Müslüman kadınları kemâl-i niseviyyenin hakīkī bir timsâlidir; âdât-ı İslâmiyye ise fıtrat’-ı nisvâna son derece muvâfıktır, eğer bunların melekâtı o âdât-ı kerîme dâiresinde perveriş-yâb olsa o zaman müslüman kadınları feylesofların, Muhîtü’l-Ulûm’ların mahkûmu olmak derekelerinden âlî bir mevki’-i istisnâda bulunarak, bu âlemde gâyet mühim bir te’sîri hâiz olurlar. Eğer isteseydik felâsife-i garbın kadınlar aleyhindeki hükümlerinden, hattâ asr-ı hâzır ulemâsının sözlerinden daha birçok mîsâl getirebilirdik. Lâkin biz yalnız Muhîtü’l-Ulûm’un mukarrerâtını îrâd ile iktifâ ettik. Çünkü oradaki mevâd, icmâ-yı ulemâ ile sâbit ilm-i resmîye müstenid olduğu için müdde’âmıza bir şâhid-i âdil olduktan başka, bunu gören şarklılar da iştihâr, yâhûd diğer bir takım ağrâz sâ’ikasiyle, nisvâna tarafdar görünen muharrirlerin sözlerini artık kolay kolay tasdîk etmezler. Zaten felsefe-i hissiyye ve ilm-i ictimâ mü’essisi bulunan Auguste Comte Nizâm-ı Siyasî’sinde bu nevi’ muharrirleri, “hevâ-perest, müfsîd” adamlar olmak üzere tavsîf ediyor. Diyor ki: “İnkılâbât-ı ictimâ’iyye edvârının her biri, zamanımızda olduğu gibi, kadınların ahvâl-i ictimâ’iyyeleri hakkında bir takım ârâ-yı bâtıla tevlîd etmiştir. Lâkin bu cins-i mergûbu (kadını) hayât-ı beytiyeye tahsîs etmiş olan kānûn-ı tabî’î, hiç bir zaman azîm bir tağayyüre ma’rûz kalmamıştır. Zîrâ bu kānûn o kadar sahîh ve kat’îdir ki, kendisine mu’ârız olan safsataların bekāsiyle beraber, kimsenin himâyesine, müdâfa’asına muhtâc olmaksızın, kendi kendine icrâ-yı hâkimiyyet etmişdir.” Daha sonra şöyle diyor: “Her ne kadar bu gün hakīkī bir hey’et-i ictimâ’iyye te’sîsi için iktizâ eden esâslardan mahrûmiyetimiz, putperestlik devrinden devr-i tevhîde geçtiğimiz zamandaki mahrûmiyetimizden fazla ise de (pek doğru) buna mukābil akl-ı insanî ve ihtisâsât-ı kalbiyye daha ziyâde kesb-i kemâl etti. Zîrâ o zamanlar kadınların bulundukları hâl-i inhitât, kendilerini müdâfa’a zu’m-ı bâtılında bulunan bir takım safsatacıların hezeyânlarını, velev sükûtlariyle olsun, redd edebilmelerine müsâ’id değil idi. Bu adamlar ise, nefsü’l-emirde akla karşı i’lân-ı harb ediyorlardı. “Lâkin zamanımızdaki kadınlara gelince, bunlar hâiz oldukları hürriyet-i mes’ûde* sâyesinde, o gibi müfsîdlerin telkīne yeltendikleri hezeyânlara karşı büyük bir nefret göstermektedirler ki, o gibi erâcifin intişârını men edecek müdâfa’ât-ı ilmiyye olmasa bile, kadınların bu nefreti, bâliğan mâ belağ, kâfîdir.” Artık şarklı ihvânımız garbın romancılarına mümâşâtdan sakınmalıdır. Çünkü onlar bu kabîlden olan hayâlât-ı fâsidelerini, kadınların meylini celbetmek maksadiyle yazıyorlar. Zavallı kadınlar ise böyle mudil heriflerin verdikleri nesâyihin kendileri için mühlik olduğunu, onları daha elîm bir esârete giriftâr edeceğini bilmiyorlar. Biz bu sözlerimizi ileride medeniyyet-i garbiyye ulemâsının akvâliyle de te’yîd edeceğiz. İkinci Fasıl Kadının Vazîfe-i Tabî’iyyesi Nedir? Kadın için hayât-ı insâniyyede gâyet büyük bir vazîfe vardır ki nev’-i beşerin muhâfazasından, te’mîn-i devâmından ibârettir. Erkeğin bu husûsda ona müşârik olmasına im- * Auguste Comte’un hürriyet-i mes’ûdeden maksadı kadınların eski esâret-i müdhişelerinden ihrâz ettikleri hürriyet-i mâ’kūledir. Yoksa bugünkü hürriyet-i mutlaka değildir. Zâten bu feylesof kadın için, erkeğin nüfûz ve tehakkümünden kurtulmak mümkün olamaz, fikrindedir ki sözleri aşağıda gelecektir. CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 59 SIRÂTIMÜSTAKĪM 55 kân yokdur. Zîrâ bu vazîfenin îfâsı vücûdun bir şekl-i mahsûs üzere olmasını müstelzimdir. Bu ise öyle zorla, taklîd ile elde edilemez. Kadına has olan bu vazîfenin birbirini müte’âkıben gelen edvârı, her devrin de gayr-ı müfârık bir takım levâzımı vardır ki, mevzû’-ı bahsimizi teşkîl eden vazîfenin ehemmiyeti lâyıkıyle anlaşılabilmek için bunlar hakkında birer nebze ma’lûmât vereceğiz: Evet, bu vazîfe; hamli, vaz’-ı hamli, ırzâ’ı, terbiye-i tıflı müstelzimdir. Her kim olursa olsun kâ’inatı, velev sathî bir sûrette, te’emmül ederse, pîşgâh-ı nazarında şu hakīkatları mütecellî bulur: Bu âlemde her mevcûdun bir vazîfesi vardır ki onun şahsına, nev’ine has olan kemâli, o vazîfeyi hakkıyle îfâ etmesine mütevakkıftır. Bazen mevcûdatdan biri kendisi için mu’ayyen olan vazîfenin hudûdunu tecâvüz eder. İşte o zaman o hudûd-ı sâbiteden ne kadar uzaklaşmış ise şahsına, nev’ine hâs olan kemâlden de o nisbette cüdâ düşmüş, benî nev’inin hey’et-i mecmû’ası üzerinde o nisbette sû’-i te’sîr hâsıl etmiş olur. Demek, o vücûdun, kendisine has olan vazîfeden bu sûretle ileriye geçmesi, vesâ’it-i mâ’kūle ile telâfîsi lâzım gelen bir nevi’ fesâd i’tibâr olunmak îcâbeder. [59] Bu hakīkatler bizim için kat’iyyet kesbettikten sonra kadına has olan vazîfenin hudûdu neden ibârettir? Onu tedkīk etmemiz lâzım gelir. Çünkü bir kadının, vazîfesini hakkıyle îfâ etmiş olmak sûretiyle ihrâz edeceği kemâli, yâhûd vazîfesi hâricine çıkmış olduğundan dolayı uhdesine terettüb eden noksânı o zaman anlayabiliriz. Yukarıda kadınların vazîfesi haml, vaz’-ı haml, ırzâ’, terbiye-i tıfldan ibâret olmak üzere dört devri müstelzimdir, demişdik. İyi ama şu dört devrin her biri hakkında ulemâ tarafından tedvîn olunan eski, yeni müellefâtın tedkīki şöyle dursun, isimlerini saymak için sahîfeler dolusu yazı yazmak îcâb ederken, bizim bu icmâlimizden insan ne fikir edinebilir? Karnındaki çocuğu ile beraber, isyân hâlindeki amele arasına karışan şu zavallı kadına bir anlatacak yok mu ki: Vücûd-ı rakīkini, o mahşer-i mütemevvic arasında çalkanmaya bırakmakla hem kendi hayatını, hem de karnındaki cenîn-i ma’sûmun hayatını en şedîd bir muhâtaraya ilkā etmiş oluyor. Dermeyân eylediği re’y-i siyâsîsinin hâiz-i mevki’-i kabûl olması için, alâ melei’r-ricâl ref’-i savt eden, devr-i ırzâ’daki bir vâlideye şu hakīkati söyleyecek yok mu ki: Ma’rûz olduğu bu teheyyüc ve infi’âl, bî-çârenin sütünü bozacak, sonra ciğerpâresine o zülâl-i hayat yerine bir zehr-i kātil içirmiş, yavrucuğun hayatına kast etmiş olacak? Bir vâlide ki çocuğu sütten kesilmiş, terbiyesine ihtimâm edilecek zaman gelmiş de, o hâlâ uzun günlerini kānûnun mahkûm ettiği bir mücrîmin tahfîf-i cezâsı için müdâfa’at serdiyle, gecelerini ise ahkâm-ı kānûniyyeyi tedkīk ile geçiriyor. Evet öyle bir vâlideye ihtâr edecek bir hayır-hâh yok mu ki: Bu hâl ile terbiye-i evlâd ilminde ta’ammuk etmekten ihmâl eylediği için çocuğunu, iyi yapıyorum zanniyle, fenâ bir sûrette yetiştiriyor. Sonra o çocuk devr-i şebâba gelince şerîrin biri olacak da, o zaman şimdi uğraşmakta olduğu fünûn-ı cedeliyye ile evlâdına huzûr-ı mahkemede berâ’et kazandırmaya kudret-yâb olamayacak! Ya bu hâlâtın kâffesi kavânîn-i tabî’ata karşı bir hurûc, kudret-i fâtıranın ahkâmı aleyhine bir isyân değil midir? Bir kadın için bu gibi işlerle uğraşmak, vazîfe-i tabî’iyyesine müteferri’ olup asl-ı kemâl-i nev’îsini ihrâz etmesine medâr olacak umûru yüz üstüne bırakmak, binâ’en-aleyh hem kendisine, hem de –cem’iyyetin kemâli, efrâd ile kā’im olduğu için– hey’et-i ictimâ’iyyeye muzır bir iştigâlde bulunmak demek olmaz mı? Biz burada şu sözleri söylüyoruz; hâlbuki kadınların erkek işleri ile uğraşmaları sûretiyle bünyân-ı medeniyyete açtıkları rahnelerden cihân-ı medeniyyet ictimâ’iyûnunun acı acı şikâyetleri, âtîdeki fasıllarda görülecektir. Şimdi bize şöyle bir su’âl vârid olur: Acaba kadın, a’mâl-ı hâriciyede, erkekle müşâreket ettiği sûrette vazîfe-i asliyyesini kemâliyle îfâ edemez mi? Biz de deriz ki: Devr-i hamlin dokuz mâhı zarfında kadın, hiç bir işi güzelce yapamaz, hatta ümûr-ı beytiyyesini bile kemâl-i meşakkatle, muhâtaralı bir şekilde îfâ edebilir. Zîrâ bu müddet zarfında karnındaki cenîn muhtelif devirlere girer. Her devrin ise vâlide üzerinde görülen bir takım âsârı, alâ’im-i emrâzdan geri kalmayan bir takım â’râzı vardır. Çünkü cenînin böyle devirden devire intikāli bir çok te’âmülât-ı dâhiliye netîcesidir. Bu te’âmülât da bünyenin hey’- et-i mecmû’asına, bedenin za’afına, kuvvetine göre muhtelif bir te’sîr îfâ eder. Kadınların edvâr-ı hayatı içinde bu devre mahsûs bir çok şerâ’it-i sıhhiye vardır ki hâmil bir kadın kendisini de, çocuğunu da sâlimen kurtarmak isterse, bunlara lâyıkiyle i’tinâ etmeli, hamlin sâir edvârına da tatbîk eylemelidir. Yoksa nefsini öyle muhâtarâta hedef etmiş olur ki hem kendisinin, hem ciğerpâresinin hayatını birden mahveder. Etibbâ diyor ki: Haml hakīkatte bir hâlet-i maraziyye olduğu için hâmil olan kadına ehli tarafından fart-ı ri’âyetle mu’âmele olunmalı, hâtırına keder verecek, mizâcına uygun gelmeyecek şeylerin kâffesinden uzak bulundurulmalıdır. Çünkü bunlar hem kadıncağızın, hem cenînin sıhhatına muzırdır. Kezâlik, hamlin lâzım-ı gayr-ı müfârıkı olan ızdırâb-ı asabîden dolayı zavallının bilâ-ihtiyâr izhâr edeceği şiddet-i infi’âli, titizliği de hoş görmelidir. Vaz’-ı haml devrine gelince, tehlikesi gâyet çok olan bu devirde kadın âlâm-ı şedîdeye ma’rûz bulunur; sonra hakīkī bir maraza, müdhiş bir za’afa giriftâr olur. Zâten ettibâ, bu devirde zuhûr ederek vâlidenin hayatını tehdîd eden bir çok humevî hastalıklara karşı o bî-çâreyi müdafa’a etmek için büyük büyük kitablar yazmışlar, münderecâtını sırf bu husûsda muktezî tedâbîr-i sıhhiyyeye hasretmişlerdir. Devr-i irzâ’a gelince, bunun vâlide hakkındaki muhâtarâtı, iki evvelki devre nisbetle hafîf ise de çocuk hakkında öyle değildir. Çünkü bu devrin de lâyıkıyle ri’âyet edilmesi iktizâ eden kavâ’id-i mahsûsası vardır. Meselâ vâlidenin baharatlı yemeklerden fazlaca yemesi ale’l-ekser memedeki çocuğunun bir nezle-i mi’deye tutularak helâkini intâc edeceği gibi hadd-i lâzımından fazla emzirmesi bile çocukda bir sû-i hazma, bir imtilâya sebeb olarak hem analık sâ’ikasiyle 56 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 60 kendisinin, hem de bütün ehl-i beytin hayatını rehîn-i merâret eder. Ma’amâfîh iş bu kadarla kalmaz. Zîrâ çocuğun doğduğu günden i’tibâren sütten kesileceği zamâna kadar gıdâsı, libâsı, nezâfeti hakkında dikkat olunacak bir çok şerâ’it vardır ki bunlardan birine karşı revâ görülecek ihmâl, çocuk üzerinde fenâ bir te’sîr hâsıl eder. Eğer bizim memleketimizde de mükemmel istatistikler olaydı, o zaman anlardık ki etfâldaki vefeyâtın kısm-ı a’zamı anaların çocuk büyütmek kavâ’idine adem-i vukūflarındandır. Devr-i terbiyeye gelince, bu devirde vâlide en mukaddes, en şâyân-ı ihtimâm bir vazîfe karşısında bulunur. Zîrâ çocuk, âlem-i gaybden sâha-i şühûda [60] geldiği zaman âyîne-i vicdânı cemî’ suverden hâlî, bütün şevâ’ib-i ahlâkıyyeden, me’âyib-i nefsiyyeden âzâde olduğu gibi, kendisine arz olunan her türlü sûreti, hey’et-i asliyyesiyle telâkkī kābiliyetini hâizdir. Bundan başka, o suverin her birinin bir takım âsârı, levâzımı vardır ki, bunlar sinn-i şebâba gelen çocuğun vicdanı üzerinde icrâ-yı nüfûz ederler; çocuğu bilâ ihtiyâr istedikleri, onun için hazırladıkları tarafa doğru sürükleyip götürürler. İşte şecâ’at, cebânet, buhl ü semâhat, beşâşet ve huşûnet gibi, insanlarda görülen daha sâir bir çok fazîletler, nâkisalar, onların her şeyden hâliyyü’z-zihn bulundukları devr-i tufûliyyetlerinde, dimâğlarında irtisâm eden suverin âsârından başka birşey değildir. Ya babalarından kalan malı hüsn-i idâre edemeyen mirasyedilere acıyan, nazar-ı te’essüfle bakan halk için terbiye-i evlâd kavâ’idinden bî-haber câhil vâlidelere aynı nazarla bakmak daha doğru değil midir? Hâlbuki düşünülse, isrâf olunan bir mâl-ı azîm ile ma’nevî bir mevte mahkûm edilen rûh-ı kerîm arasında ne büyük fark vardır! İşte aldığı terbiyenin fenâlığından o çocuk, büyüdüğü zaman, benî nev’inin başına ister istemez bir belâ olacak, ihvân-ı milleti için bir musîbet kesilecek, yâhûd hiç olmazsa mensûb olduğu kavmine bir fâ’idesi dokunmayacak, vücûdunun zerre kadar ehemmiyeti olmayacak. Hâlbuki eğer o adam, müsâ’ade-i tâli’e mazhar olaydı, çocukken mevâhib-i fıtriyyesini lâyıkıyle perveriş-yâb edecek, melekât-ı akliyyesini ve ruhiyyesini rehîn-i feyz ü inbisât edebilecek bir vâlide eline düşeydi, büyüdüğü zaman ümmetlerin medâr-ı sa’âdeti olan, onları celâ’il-i azm ü himmetiyle evc-i azamete i’lâ eden bahtiyârân-i efrâddan biri olacaktı. Acaba bir zaman gelecek mi ki nâs, bu hakīkat-ı celîleyi idrâk etsin de artık bu azîm mes’ûliyeti vâlidelerin uhdesine bıraksın? Acaba bir vakit olacak mı ki, fenn-i terbiye melekât-ı rûhiyyenin tarz-ı terbiyesiyle, icâbında o melekâtın vesâ’it-i ma’kūle dâiresinde ta’dîl ve ıslâhı, elhâsıl rûha âid ulûmun kısm-ı a’zamını muhît olduğu için, bunun öyle biriki ayda öğrenilebilecek fünûn-ı basîtadan olmadığı, umûm tarafından anlaşılsın? Acaba o gün görülecek mi ki, fenn-i terbiyenin temâs ettiği ulûmun bu kadar vâsi’, müteşettit mebâhisi ve fürû’u varken dimâğda müsellesât-ı müsteviyye hesâbâtına, riyâziyât-ı âliyye mesâ’iline, klorun müvellidü’lhumûzadan usûl-i tefrîkine yer kalmayacağı, olsa olsa berikilerden ancak bir fikr-i icmâlî edinmek kābil olabileceği pîş-i enzârda iyânen tecellî etsin? İşte kadının vazîfesi, nev’ine hâs olan kemâli budur. Öyle ise bize lâzım olan, kadınların bu nokta-i kemâle yaklaşmaları, hudûd-ı vazîfeleri dâhiline girmeleri için mümkün olanı yapmak, bu vazîfeden uzaklaşmalarını mûcib ne gibi esbâb varsa onları, büsbütün izâlesine yâhûd, hiç olmazsa tevessü’üne meydan vermeksizin, olduğu yerde tahdîdine çalışmak lâzım gelen bir maraz-ı ictimâ’î sûretinde telâkkī etmek, ne zaman filân kadın şöyle bir seyyâre keşfetmiş, yâhûd fenn-i mikrobî üzerine şöyle mütâla’atta bulunmuş, yâhûd filan darü’l-fünûnda teşrih okutuyormuş gibi bir söz duyarsak, o kadını alâ ru’ûsi’l-eşhâd, kemâl ile değil, bilâkis noksan ile, tabî’ata karşı isyân ile, vazîfesi hâricine hurûc ile ithâm eylemek, hemcinslerini ona imtisâlden tahzîr etmekdir. Mehmed Âkif