HİKMET-İ HUKŪK-I İSLÂMİYYE
Mukarriri: Meclis-i Ma’ârif Re’îsi Haydar Efendi merhûm
Muharriri: Selânik Mekteb-i Hukūk mu’allimlerinden Âdil Bey
–mâba’d–
Âdem aleyhi’s-selâmdan beri telâhuk eden efrâd-ı beşerin envâ’-ı ef’âli hadd ü hasra gelmez derecede çoktur. Vâkı’â bu âlemin bekāsı mahdûddur. Dünyanın fenâsıyle ef’-
âl-i beşer de müntefî olacak. Ama dünya bâkī kaldıkça ef’-
âl-i beşer de ber-karâr bulunacakdır. Her fi’l-i beşer için
başka başka hüküm ta’yîn ve tasrîhi ise müte’assir olur. Binâ’en-aleyh bazı hükümlerin delîllerinden yani hükmü mensûs ve musaddak olan fi’illerin müstenîd olduğu edilleden
vakt-i hâcette ahkâm çıkarıp münâsib olanlarını o hükme
kıyâs etmek için bir takım kānûnlar, kā’ideler, kaziyyeler
vaz’ ettiler ki, bu kaziyyelerin mevzû’u ef’âl-i mükellefîn,
mahmûlü de ahkâm-ı şer’iyyedir: Farz, vücûb, nedb, hurmet, kerâhet gibi.
Meselâ: Namaz ef’âl-i beşeriyyedendir.. Namaz vâcibdir.. Hac vâcibdir… dediler; böyle bir takım kaziyyeler vücûda geldi. Şimdi bu kaziyyelere te’alluk eden hâsıl-ı ilme
“Fıkıh” dediler. Sonra bu edillenin ve ahkâmın tafsîlâtına
nazar ettiler. Bu edille ve ahkâm üzerine istidlâlin keyfiyetinde te’emmül ve bu bâbda i’mâl-i fikr ederek bu edille ve
ahkâmın muhtâc-ı ilâhî olan tetebbu’âtda itrâ ettiler. Meselâ
bir delîl âm mıdır, hâs mıdır? –daha birçok aksâmı var– bu
cihetleri tedkīk ederek netîce-i tetebbu’âtlarında bir takım
daha kaziyyeler vücûda getirdiler ki bunlara da bazı mütemmimât ilâvesi sûretiyle zabt ve tedvîninden hâsıl olan hey’-
et-i mecmû’aya “Usûl-i Fıkıh” tesmiye ettiler. İşte “İlm-i Usûl-i Fıkıh” böyle te’essüs etti ve ta’rîfteki “İlm-i Usûl-i Fıkıh…” ta’bîrinin müstelzim olduğu izâhât da burada bitti.
* * *
2 Âl-i İmrân, 3/159. 3 Nisâ, 4/81.
44 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 3 - SAYFA 48
“Ahkâm” hükm’ün cem’idir. Her fende başka bir ma’-
nâsı varsa da burada: Ef’âl-i mükellefîne müte’allik olan hitâb-ı ilâhînin eserine hüküm derler. Meselâ farz, vücûb,
nedb, ibâha, kerâhet, hurmet ibâdete müte’allik ahkâm-ı
şer’iyyedir. Bir akdin müna’kid, bâtıl, sahîh, fâsid, nâfiz,
mevkūf, lâzım, gayr-i lâzım olması ise mu’âmelâtta cârî ahkâm-ı şer’iyyedir. Meselâ: Şârî’ namaz kılın diye mükellefîne
emrediyor; işte bu hitâbın eseri olan farziyyet bir hükm-i
şer’îdir. Vâkı’â Şâfi’î’ye göre hüküm “nefs-i hitâb” ise de
mezheb-i Hanefî’de söylediğimiz gibi o hitâbın eseridir.
* * *
“Şer’iyyeyi” kaydiyle de ahkâm-ı hissiyye ve akliyye
hâric kalır. Meselâ “âlem hâdistir” cümlesi bir hüküm ise de,
usûle mütedâir olmayıp, ahkâm-ı akliyyedendir. Kezâlik
“âteş muharrikdir” terkîbi de bir hükm-i hissîdir; lâkin “namaz farzdır,” “katl haramdır” sözleri ahkâm-ı şer’iyyedendir.
Yani şer’de nasb ve ikāme olunmuş, şer’-i şerîfden me’hûz
bulunmuş hükümlerdir.
* * *
Ta’rîfe bazen “fer’iyye” kaydı da ilâve olunur ki bununla
ahkâm-ı asliyye ve i’tikādiyye hâric kalır. Meselâ: “icmâ’,
hakdır” terkîbi, vâkı’â bir hükm-i şer’î ise de, ahkâm-ı fer’iyye ve ameliyyede dâhil olmayıp ahkâm-ı asliyyedendir. Kezâlik “ba’s hakdır” dediğimizde, bu da bir hüküm ifâde ediyorsa da, bu hüküm de ahkâm-ı i’tikādiyedendir. Demek ki
ta’rîfteki ahkâmdan maksûd, ahkâm-ı şer’iyye-i ameliyyedir
ki bunlar da edilleden istinbât olunur.
* * *
“Edille” delîl’in cem’idir. Sahîh nazarla bir matlûb-ı haberîye tevassul mümkün olan şeye delîl derler.
Sahîh nazar, bir fikr-i tâm demektir. Yoksa “görmek”
demek değildir. Yani zihni oynatarak muhâkeme ve mülâhaza ile vukū’ bulan tedkīk netîcesinde maksada vusûl husûsuna sahîh nazar denir.
Meselâ âlem vücûd-ı sâni’in delîlidir. Zîrâ şu tertîbât-ı
enîka ve tensîkāt-ı reşîkayı tedkīk eder, bu bâbta i’mâl-i nazar edersek sâni’-i âlemin vücûduna vâsıl oluruz.
Kezâ “âlem hâdisdir” cümlesi bir da’vâdır. Bunun delîli
de âlemin tegayyürüdür. Her mütegayyer ise hâdisdir. Binâ’en-aleyh âlem de hâdisdir. Şu iki mukaddime delîldir ve
bu delîle bir fikr-i sahîh ile bakarsak matlûb da sâbit olur ki
o da âlemin hâdis olmasıdır.
Ahkâm-ı şer’iyyede de hâl bu merkezdedir: Edille-i şer’-
iyye hakkında dahi i’mâl-i fikr ü nazar edecek, bunları muhâkeme ve mülâhaza ile tedkīk eyleyecek olursak şüphesiz
bir matlûba tevassul olunur. Meselâ: “Namaz kılın” diye bize bir emir var. İşte bu emir, namazın farziyetine delîldir. Bu
bâbdaki nazm-ı celîlin ahvâl ve avârızını tedkīk bizi bir matlûb-ı haberîye îsâl eder ki o da hükm-i farziyyetidir.
* * *
“Tafsîliyyesinden”... Zîrâ buradaki edilleden maksad,
edille-i tafsîliyyedir, edille-i icmâliyye değildir.
Edille-i tafsîliyye demek, edille-i mu’ayyene ve müşahhasa demektir. Meselâ: “ekīmü’s-salâte” emrinden, mu’ayyen ve müşahhas olan bu delîlden vücûb-i salâtı, bu hükm-i
şer’î-i fer’îyi istihrâc ediyoruz.
İşte böyle bir delîlden öyle bir hükm-i şer’î-i fer’îyi istihrâca kendisiyle tevassul olunan kā’ideleri bildiren ilme de
“Usûl-i Fıkıh” diyoruz.
* * *
“İstinbâta” deniliyor da “istihrâca” denilmiyor. Çünkü
asl-ı istinbât, kuyudan su çıkarmaya derler. Ahkâm-ı şer’iyyeyi edillesinden çıkarmak için de ta’mîk-i ârâ ve efkâr lâzım olup bunun kolay bir şey olmadığına da istihrâc yerine
istinbât kullanılması bir işârettir.
* * *
[48] “Kā’ide” lâfzının ta’rîfine gelince; cüz’iyyâtı üzerine
muntabık olan hükm-i kat’îyi ifâde eder netîcesine vâsıl
oluruz. Zâten kā’ide insanı istinbât ve istihrâc-ı ahkâma mûsil olup bu gibi kā’ideler ise İlm-i Usûl-i Fıkıh’da da mezkûrdur.
* * *
Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u... Bir ilmin diğer ulûmdan temâyüzü mevzû’âtıyledir. Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u ise edilledir.
Fakat yalnız edille-i mücerrede değil, belki ahkâmı isbât
haysiyetinden edilledir.
Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u yalnız edille midir? Yoksa edille
ve ahkâm mıdır; yoksa edille, ahkâmı müsbit olmak i’tibâriyle edille midir? Bunlarda ihtilâf edilmiş. Molla Hüsrev’e
göre mevzû’-ı ilim, hem edille hem ahkâmdır. Çünkü Usûl-i
Fıkıh’da ahkâmdan da bahsolunuyor. Fakat müte’ahhirîn
söylediğimiz mevzû’u tercîh etmişlerdir. Zâten usûlün ahkâmdan bâhis olması, mevzû’unun yalnız edille olmasına
münâfi değildir. Mücerred edilledir, demiyoruz. Mevzû’-ı
ilim delillerdir, ama ahkâm-ı şer’iyyeyi müsbit olan edilledir.
Her ilmin mevzû’u, o ilimde kendisinin a’râz-ı zâtiyyesinden bahsolunan şeydir. Yani her ilmin mevzû’u o ilimde
hangi şeyin a’râz-ı zâtiyesinden bahsolunuyorsa o ilmin
mevzû’u odur. Şu hâlde “Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u edilledir”
dediğimiz vakit bu ilimde nefs-i edilleden bahsedilmeyip,
belki edillenin a’râz-ı zâtiyyesinden, ahvâl-ı ârızasından
bahs olunacak demektir. Çünkü nefs-i edille burada müsellemü’s-sübût addolunur. Ondan başka bir ilimde bahsolunmuşdur. Meselâ edille-i erba’adan olan Kitab bir mu’cizedir
ve müsellemü’s-sübûttur.
Kur’ân hakkında İlm-i Kelâm’da, İlm-i Âlât’da birçok
mebâhis var. Fakat burada zât-ı Kur’ân’dan bahsedilmeyip,
ancak ona ârız olan bir takım ahvâlden bahsolunacaktır.
Nitekim İlm-i Nahv’in mevzû’u kelime ile kelâm olduğu halde, asl-ı kelime ve kelâmdan bahsolunmayıp, belki kelime
ve kelâma ârız olan tebeddülât ve tegayyürâtdan, onların
ahvâlinden bahsolunmaktadır. Kezâ kâffe-i ulûm da böyledir. Meselâ İlm-i Hesâb’ın mevzû’u adeddir. Fakat İlm-i
CİLD 1 - ADED 3 - SAYFA 48 SIRÂTIMÜSTAKĪM 45
Hesab’da zât-ı adedden bahs olunmaz, belki a’dâda ârız
olan bir takım ahvâl ve tebeddülât ve tegayyürâtdan bahsedilir. İlm-i Hesâb’a göre zât-ı aded müsellemü’s-sübût addolunur. Hülâsa: İlm-i Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u ahkâmı isbât
haysiyetinden edilledir. Meselâ “akīmu’s-salâte” vücûb-i salâtın delîlidir. Fakat fıkhın mevzû’u, bu delîlin zâtı değildir.
Belki ahkâm-ı şer’iyyeyi müsbit olmak haysiyetiyle “akīmu’s-salâte” bir delîldir. Edille bir takım nikât-ı harfiyye ve
nahviyye ve bedî’iyyeyi ve sâireyi belki hendese nükte ve
kā’idelerini cem’ edebilir. Fakat İlm-i Usûl-i Fıkh’ın mevzû’u, bu i’tibâr ile edille değil, ahkâm-ı şer’iyyeyi müsbit olmak haysiyetinden edilledir.
Kezâ nefs-i edilleden de bahs olunmayacak. O bizce
müsellemü’s-sübûttur. Belki edillenin a’râz-ı zâtiyyesinden,
ahvâl-i ârızasından bahsedilecektir ki şu hâlde a’râz-ı zâtiyye
nedir? Ne demektir? Neye mukābildir? Bunları bilmekliğimiz
lâzım gelir.
* * *
A’râz, “araz”ın cem’idir. Lügaten “araz”, bir şeye lâhik
olan bir hâl ve sıfattan ibâretdir. Lâkin ıstılâh-ı ulûmda
“araz”, bir şeyden hâric olan ve fakat o şeye mahmûl olan
şeye derler. Burada “zâtiyye” kaydı da a’râz-ı garîbeden
ihtirâz içindir. Zîrâ hiçbir ilimde a’râz-ı gayriyye ve gayribih
mevzû’-i bahs olamaz. Daha güzel ta’rîf etmek için deriz ki:
Bir şeyin zâtı yani aynî mâhiyeti hasebiyle (1) veya zât ve
mâhiyetinden bir cüz’-i müsâvî sebebiyle (2) veyâhûd
mâhiyetinden hâric ve fakat sıdkda (3) veyâhûd vücûd ve
tahakkukda kendine müsâvî (4) bir emîr cihetiyle o şeye
lâhik olan ahvâl o şeyin a’râz-ı zâtiyesidir.
Şu hâlde a’râz-ı zâtiyye için dört kısım hâsıl olur:
1) İnsanda “tekellüm” a’râz-ı zâtiyyedendir. Zîrâ insana
tekellüm mâhiyet-i insâniyyeyi teşkîl ve terkîb eyleyen hayvâniyet ve nâtıkıyet sebebiyle ârız olmuştur. Ta’bîr-i dîgerle
tekellümde şu iki cüz’den her birinin dahl ü te’sîri vardır.
Demek ki tekellüm insana zât ve mâhiyet olan hayvâniyet
ve nutuktan dolayı ârız olduğundan a’râz-ı zâtiyyedendir.
2) İnsanın umûr-ı garîbeyi idrâk etmesi a’râz-ı zâtiyyedendir. Fakat umûr-ı garîbeyi idrâk insan mâhiyetinden bir
cüz’ olan “hayvâniyet” sebebiyle değil, belki “nâtıkıyet”
cüz’-i müsâvîsi hasebiyle insana ârız ve lâhik olmuştur.
3) “Dıhk” de insanın avârız-ı zâtiyyesindendir. Lâkin
“dıhk”in insana luhûku, mâhiyetini teşkîl eden “hayvan” ve
“nâtık” cüz’-i müsâvîleri vesîlesiyle olmayıp belki sıdkda
hâric-i müsâvîsi olan te’accüb eseri olarak ârız olmuşdur.
Vâkı’â te’accüb mâhiyet-i insâniyyede dâhil değildir. Fakat
hâricen “hayvân-ı müte’accib” mefhûmu insan üzerine ve
“insan” mefhûmu hayvân-ı müte’accib üzerine sâdıkdır.
Demek ki “te’accüb” mâhiyet-i insâniyyeden hâric ise de
sıdkda ona müsâvîdir. Yani insan tahakkuk eden yerde
te’accüb ve te’accüb tahakkuk eden yerde insan tahakkuk
eder. Ve bunlar mefhûmda yekdiğerine müsâvîdir.
4) “Levn” cismin a’râz-ı zâtiyyesindendir. Şöyle ki levnin cisme luhûku sıdkda cisme mübâyin ve fakat vücûdda
kendine müsâvî olan satıh sebebiyledir. Filhakīka levn, evvelâ sathın vasfı ve satıhda cismin vasfı olmak cihetiyle levn
doğrudan doğruya cisme ârız olmayıp, belki satıh vâsıtasıyle
ârız oluyor. Satıh ile cism ise yekdiğerine...
–mâba’di var–
Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ
Mahall-i İdâre:
Dersa’âdet’te Yeni Postahâne Karşısında
Dâire-i Mahsûsadır
SIRÂTIMÜSTAKĪM
Din, Felsefe, Edebiyat, Hukūk ve Ulûmdan Bâhis Haftalık Risâledir İhtâr: Mesleğimize muvâfık âsâr-ı ciddiyye
ma’almemnûniyye kabûl olunur.
Derc edilmeyen âsâr iâde olunmaz
Müessisleri: Ebu’l-Ulâ Zeynelâbidîn – H. Eşref Edib
Seneliği Altı aylığı
Dersa’âdet’te 65 35
Vilâyâtta 90 50
Memâlik-i ecnebiyyede 100 55 kuruştur.
TÂRÎH-İ TE’SÎSİ:
11 Temmuz 1324
Dersa’âdet’te Nüshası 50 Paradır
Kırılmadan mukavva boru ile gönderilirse senevî
20 kuruş fazla alınır.
Dersa’âdet’te posta ile gönderilirse vilâyât bedeli ahz olunur.
17 Eylül 1908 21 Şa’bân 1326 Perşembe 04 Eylül 1324 Birinci Sene - Aded: 4
[49] TEFSÎR-İ ŞERÎF
بسم الله الرحمن الرحيم
Besmele-i şerîfenin süver-i Kur’âniyye’nin her birinden
ayrı ayrı cüz’ olmasına bazı ehâdîs-i şerîfeye istinâden fukahâ-yı Şâfî’iyye zâhib olmuşlar, Mâlikiyye ise re’sen Kur’âniyetini inkâra karar vermişlerdir. Eimme-i Hanefiyyemiz indinde âyet fezzedir, yani Kur’ân-ı Kerîm’de dâhil olmasıyla
beraber hiç bir sûreden cüz’ olmayıp âyet-i müstakılledir.
Teberrüken ve berây-ı fasl sûreler evveline yazılmıştır. Zîrâ
mesâhif-i kadîmeyi Kur’ân olmayan elfâzdan tecrîd husûsuna i’tinâ-yı tâm var idi. Bununla beraber onların cümlesinde
besmele aynı hat ile yazılmış bulunuyordu. İşte bu ciheti
mülâhaza Kur’âniyeti bâbında iştibâha meydan vermiyor.
Lâkin her sûreden cüz’ olarak mahâllin te’addüdüyle müte’addid olmasına delâlet edecek bir delîl-i kat’î yokdur.
Şâfî’iyye’nin temessük etmekte oldukları ehâdîs ise kat’ ve
yakīn ifâde edecek mertebe hâiz-i kuvvet değillerdir. Senedlerinde ale’l-ekser za’af vardır. Ma’a-hâzâ ehâdîs-i mezkûre beyninde besmelenin âyet-i tâmme veya cüz’-i âyet
olmasını ta’yîn bâbında te’âruz da vardır. Za’afdan hâlî olmayan bu takım delâ’ile istinâd ile Kur’ân-ı Kerîm’de misli
bulunmayan böyle bir tekerrüre kā’il olmak hilâf-ı zâhirdir.
Binâ’en-alâzâlik İmam-ı A’zam rahmetullah hazretlerinin ekâbir-i telâmîzinden İmam Muhammed bin el-Hasanü’şŞeybanî hazretlerine bu cüz’iyet mes’elesi arz olunduğu zaman müşârun-ileyh (الله كلام الدفتين بين ما (diyerek yalnız besmelenin Kur’âniyetini iltizâm ile cevab vermişlerdir. İmâm
Muhammed rahmetullahın kimseye azv ü isnâd etmeyerek
îrâd eylediği bu cevâb İmam-ı A’zam hazretlerinin re’y ve
ictihâdına mutâbık olması lâzım gelir. Zîrâ müşârun-ileyh Usûl-i Hamse’sinde iltizâm ettikleri meslekleri bunu iktizâ eder. Bir mes’elenin cevâbı İmâm-ı A’zam hazretlerinin kavli
olmadığı sûrette yâ kendinin mahsûl-i re’yi veya İmâm Ebû
Yûsuf hazretlerinin kavli olduğunu tasrîh eder ve ale’l-ıtlâk
verdiği cevâblar İmâm-ı A’zam hazretlerinin kavli olmak üzere telakkī olunur.
Takrîr
Besmele-i şerîfedeki bâ-i cârre (اقرأ (fi’l-i mahzûfuna müte’allik olup takdîr-i kelâm (اقرأ الله بسم (sebkindedir. Çünki
bu besmele kırâ’et fi’line mebde’ kılınmıştır. Ef’âl-i sâireden
evvel telâffuz olunan besmeleler dahi bu minvâl üzere mebde’ kılındıkları fi’illere dâll olan sıyag-ı ef’âle rabt olunurlar.
Meselâ kable’l-ekl Bismillah denildikte (آكل ,(şürb zamanında (اشرب (takdîr olunur.
Bazı ulemâ ale’l-ıtlâk (ابدأ (takdir ederler. Fakat kavl-i
evvel râcihdir.
Müte’allikın ma’mûlden muahhar i’tibâr edilmesi belâgate ensebdir. Zîrâ ism-i sübhânînin şurû’ edilen her fi’ile
zâten mütekaddim bulunması zikirde dahi takdîm olunmasını iktizâ edeceği gibi esmâ-i esnâm ile teberrük zu’munda
bulunan müşrikleri red için mülâhaza edilmesi lâbüdd olan
ihtisâsı dahi takdîm-i ma’mûl ile müstefâd olur.
Besmele-i şerîfedeki bâ-i cârre kavl-i râcihe göre isti’âne
için olmakla Esmâ-i ilâhiyye’nin ef’âl-i mühimmemize âlet
menzilesine tenzîl olunduğunu müş’irdir. Çünki ef’âl-i beşeriyye bir takım âlâta tevakkuf ettiği gibi her fi’l-i meşrû’ ve
mühimmin de şer’an kemâli ve mu’teddün-bih olabilmesi
besmele-i şerîfe ile masdar kılınmasına tevakkuf eder. Nasıl
ki 1
buna şerîfi i-hadîs) كل امر ذى بال لم يبدأ فيه بسم الله فهو ابتر)
dâlldir.
1 Zemahşerî, Keşşâf, Fâtiha Sûresi tefsirinde.
CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 50 SIRÂTIMÜSTAKĪM 47
[50] Ma’nâ-yı şerîf: Her emr-i mühim yani hâiz-i ehemmiyet olan her bir fi’l-i ihtiyârî ki ismullah ile bed’ olunmaya
ebterdir, nazar-ı şer’de nâkıs ve hayır ve bereketten hâlîdir.
Tenbîh
Besmele-i şerîfeden i’tibâren bu sûre-i celîle bi-tamâmihâ kelâm-ı ilâhî olduğu hâlde elsine-i ibâd üzerine makūldür, onların lisânı üzerine vürûd etmişdir ki bu tarîk ile Bârî-yi te’âlâ şânuhû hazretleri bize esmâ-i ilâhiyyesiyle teberrük ve ni’am-i sübhâniyyesine karşı teşekkür ve dergâh-ı
sübhânîsine münâcât ve tazarru’un ne sûretle olması münâsib bir icâbet-i du’âya bâ’is olacağını ta’lîm buyurmuştur.
Ma’nâ-yı Şerîf
(الله بسم” :(Ben yalnız Allahu te’âlâ hazretlerinin bilcümle
esmâ-i şerîfesiyle isti’âne ve teberrük ederek kırâ’et eylerim.”
İsmin lafza-i celâle izâfeti ihtisâs ma’nâsını müfîd izâfet-i
lâmiyedir. Binâ’en-aleyh zât-ı ulûhiyyet-i sübhâniyye ve evsâf-ı kemaliyyesine dâll olan bütün esmâ-i ilâhiyyeye şâmil
olur.
(الرحيم الرحمن” :(Ol Allahu te’âlâ ki dünya ve ukbâda kullarına pek büyük ni’metler in’âm ve ihsân edici ve dünyada
bütün zî-rûhlara rızık ve gıdâ vericidir.”
Bu ma’nâya göre “Rahîm”den eblağ olan “Rahmân”ın
delâlet eylediği mebâliğe bi-hasebi’l-keyfiyye alınarak Rahmân en büyük ni’metlere; Rahîm de sâir ni’am-ı ilâhiyyeye
haml edilmiş olur. Âhiret ni’metleri hep büyük oldukları
cihetle kâffesi “Rahman”da, dünya ni’metleri büyük ve küçük olmak üzere ikiye münkasem bulundukları cihetle büyükleri “Rahmân”da ve küçükleri “Rahîm”de dâhil olur.
Yâhûd: “Ol Allahu te’âlâ ki dünyada bütün ibâdını merzûk ve dilediklerine daha nice ni’metler ihsân buyurucu ve
dâr-ı âhirette bilhassa mü’min kullarına nâmütenahî ni’metler vericidir.”
Bu ma’nâya göre “Rahmân”ın eblâgiyyeti bi-hasebi’lkemmiyye ahz edilmiş olur ki dünyada mün’amün aleyh
olan efrâd, âhirette mün’amün aleyh olanlara nisbetle daha
çoktur. Bu takdîrce ni’metlerin büyüklüğüne, küçüklüğüne
bakılmayıp kesret ve kılletine nazar olunur.
İ’tibâr-ı evvele binâ’en ed’iye-i me’sûrede ( يارحمن اللهم
اللهم يارحمن ) en’binâ sânîye ı-tibâr’i), الدنيا والاخرة ورحيم الدنيا
.olmuştur vârid) الدنيا ورحيم الاخرة
Takrîr
Su’âl: Rahmân, Rahîm’den eblağ olduğu cihetle muktezâ-yı kıyâs te’hîr olunmasıdır. Bu makāmda ne nükteye
mebnî takdîm buyurulmuştur?
Cevab: “Rahmân”ın dünya ni’metlerine muhtas olması
sûretinde dünyânın âhirete zamânen mütekaddim bulunmasına ri’âyeten takdîm kılınmış olabilir. Bir de Rahmân
ism-i şerîfi eblâğiyyeti i’tibâriyle rahmet ve ihsânı her türlü
garaz ve ivâzdan hâlî bulunan mün’im-i hakīkī ma’nâsına
dâl olmağla Bârî te’âlâ hazretlerinin gayrısına sâdık olamaz;
binâ’en-aleyh zât-ı Bârî te’âlâya ilim mecrâsına cârî bir ism-i
celîl olmakta lafza-i celâle münâsebet-i tâmmesi vardır. Bu
cihetle de Rahîm üzerine takdîmi münâsib olur.
Tavzîh
Cenâb-ı Hakk’ın gayrisinden sâdır olan lûtf ü in’âm yâ
senâ-yı cemîl ve sevâb-ı cezîl kasdından, yâhûd rikkat-i cinsiyyet elemini veya a’râz-ı fâniyye muhabbetini kalbden ihrâc etmek emelinden münba’is olmaktadır. Bu cihetle sudûruna bâ’is-i kavî sâhibinin kendi istifâdesinden ibârettir. Binâ’en-aleyh min-külli vechin âhara in’âm olmayıp hibe-i
kâmile, cûd-i mutlak addolunamaz. Bununla beraber bütün
mâsivallah filhakīka in’âmât-ı ilâhiyyenin abde vüsûlüne yâhûd onlarla bil-fi’il abdin intifâ’ına vesâtet etmekten başka
bir te’sîri hâiz değillerdir? Binâ’en-alâzâlik Cenâb-ı Hakk’-
dan gayrı mün’im-i hakīkī yoktur ve olamaz.
“Rahmân”ın eblağiyeti keyfiyet i’tibâriyle ahz olundukta
ism-i celîl-i mezkûr ni’am ve eltâf-ı sübhâniyyenin yalnız usûl ve celâ’iline dâl olup “Rahîm” ism-i şerîfi ni’am-ı sâire-i
ilâhiyyeyi derc maksadıyla ilâve edilmiş olur. Bu sûrette
“Rahmân” asıl olup “Rahîm” onun tetimmesi ve redîfi olmasına mebnî te’hîri lâzım gelir.
Suâl: Bunca esmâ-i ilâhiyye içinden işbu esmâ-i selâsenin tahsîsü bi’z-zikr buyurulmasının hikmeti nedir?
Cevab: Bu tertîb üzere vârid olan kelâm-ı şerîften kâffe-i
umûrda ve cemî’ ahvâlde müste’ânun bih olmağa sezâvâr
ve elyak ancak zât-ı ehadiyyet ve ma’bûdu bi’l-hak hazretleri âcil ve ‘âcil, azîm ve âdi, zâhir ve bâtın bütün ni’metlerin mün’im-i hakīkīsi münhasıran zât-ı mukaddesleri olması bi’s-suhûle müstebân olmaktadır ki bu dakīkaya âgâh
bulunan abd-i mün’am dergâh-ı sübhânîye hasr-ı teveccüh
ü ikbâl ve gönlünü zikr ü fikr-i Mevlâ-yı Müte’âl ile işgâl ederek dâima tevfîkāt-ı rabbâniyye taleb ve niyâzında bulunmak sa’âdetine irşâd edilmiş olur.
Manastırlı İsmâil Hakkı
HİKMET-İ EDYÂN
Efrâd-ı beşerin yekdiğere te’addiyâtını men’ içün zabt u
rabta me’mûr polis ve jandarma gibi hükûmât-ı mütemeddinenin istihdâm edegelmekte olduğu vesâ’itin kifâyet
edeceği vârid-i hâtır ise de bu hâtıra doğru değildir. Bir
polis, bir jandarma gözü önünde cereyân edecek bir cürm-i
meşhûdu men’ veya bade’l-vukū’ fâ’ilini zabta çalışabilir.
Cerâ’im ve cinâyât ise ekseriyâ polis ve zâbıtanın yed-i
men’i yetişemeyecek ve gözü göremeyecek zaman ve mekânlarda vukū’ bulur. Binâberîn hilkat-i behîmiyyesi i’tibâriyle bir hayvân-ı müfterisden farkı olmayan efrâd-ı beşerin
her türlü menviyyât-ı [51] muzırra ve tasavvurât-ı cinâyetkârîlerini hayyiz-i fi’le çıkarmaksızın kuvve-i tasavvurda iken
men’ edecek yegâne vâsıta, dînin insanlara ta’lîm ve zihn ü
kalblerine nakş u tersîm eylediği Allah korkusudur.
Mehâfetullah öyle bir polisdir ki bir lâhza, bir dakīka insanın zihninden, fikrinden çıkmaz. Havf-ı azâb u ikāb, insan
ile her nevi’ cerâ’im ve cinâyât arasında öyle metîn bir sedd
ü hicâbdır ki onu temzîk edecek hiç bir kuvvet ve kudret
mutasavver değildir.
Dîn öyle bir zâbıta me’mûrudur ki insanın içini dışını
bilir, zihinden geçen her türlü hevâcis-i nefsâniyye, her gûne vesâvis-i şeytaniyyeyi ânında men’ ü def’ eyler.
48 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 52
Dîn öyle bir polisdir ki şehirde, hânede, dağda, kırlarda
insan ile beraber gezer, beraber uyur, beraber kalkar; sâhibini bir lahza başı boş bırakmaz; polislerin, zâbıtaların, hükûmetlerin eli yetişemeyeceği yerlerde vazîfesini îfâ eyler.
Dinsizliğe yeltenen bir çok müteferrinclerden işittik ki:
“Efendim, dîne ne hâcet? Benim terbiyem, benim vicdânım
beni fenâlıktan men’ eyler...” Biz dahi cevâben dedik ki:
–Efendi! Terbiye dediğin nedir? Terbiyenin esâsı nedir? Terbiyeden maksad ana babanın sana: “Oğlum şunu yapma
ayıbdır, böyle söyleme günâhdır” gibi nesâ’ih ve telkīnâtı
ise o nesâ’ih ve telkīnâtı ta’lîm eden yine dindir. Ayıbı, günâhı ta’rîf eden yine dindir. Helâl ve harâmı öğreten yine
dindir. Yoksa ayıp, günâh, helâl, haram için dinden başka
bir sıfât-ı mümeyyize, bir mi’yâr-ı tatbîk, bir mîzân-ı tedkīk
yoktur. Ayıbın, günâhın, helâlin, harâmın bir şekl-i mahsûs,
bir levn-i mu’ayyeni yoktur. Meşrû’ olan bir fi’il aynı şekil ve
sûrette, aynı zaman ve mekânda memnû’dur. Helâl olan bir
şey aynı şekil ve sûrette harâm olur. Onu tefrîk ve temyîz,
ta’yîn ve tebyîn edecek dindir.
Vicdân dediğin ne oluyor? Acaba insanın ahşâ-i batniyyesinde yürek, böbrek, ciğer, mi’de, bağırsak gibi levâzım-ı
terkîb-i hayâtdan ma’dûd bir nesne midir? Öyle ise o hâlde
her insanda bulunması lâzım gelir. Her cânîde her şahs-ı şerîrde; kātilde, hırsızda, vahşî canavarlarda dahi bulunması
lâzım gelir. Hâlbuki öyle değildir. Ulemâ-i teşrîh batn-ı insanda vicdân nâmıyla bir uzuv, yâ bir cismin vücûdundan
haber vermiyorlar. Bu hâlde vicdân denilen şey maddî bir
uzuv, bir cisim değil, ma’nevî, ruhânî bir hiss-i şerîf, bir
munsıf-i ma’delet-elîfdir. Vicdân, “zamîr= conseience”
nâmlarıyla bilumûm ebnâ-i beşer kendilerinde vücûdundan
bâhisle tefâhur ve tebâhî etdikleri bu hiss-i şerîf mahzâ terbiye-i dîniyye netîcesidir. Dîn ve imânı olmayanın vicdânı
dahi yoktur. Nitekim mecâhil-i Afrîkiyye’de kâ’in ümem-i
vahşiyye insan yemeyi efdâl-i et’imeden addederler.
Burada bir i’tirâz vârid olabilir ki o dahi: İşte tabî’iyyûn
ekseriya dîne inanmaz ve bir i’tikād ile mukayyed değillerdir. Bununla beraber onlardan vahşiyâne bir hâl ve hareket
vukū’u mutasevver değildir... Cevâben deriz ki: –Biz, tabî’-
iyyûnun evâmir ve menhiyyât-ı dîniyyeye derece-i ri’âyet
ve mübâlâtlarını bilmezsek dahi tabî’iyyûn asırlardan beri
terbiye-i dîniyye içinde ve terbiye-i dîniyye te’sîrâtı altında
yaşamakta bulunmuş ve dînin ahkâm ve kavâ’idi kendilerinde bir tabî’at-ı sâniyye hükmüne geçmiş olmasıyla hakā’ik-i menkūlesini idrâkden âciz kaldıkları kudret-i fâtıranın
hüviyet ve keyfiyetini adem-i tasavvur ve takdîrden dolayı
dînin te’sîrât-ı maddiyye ve ma’neviyyesinden hâric addedilemeyecekleri hüveydâdır.
Tabî’iyyûn, dinsiz olsalar bile, akılsız değillerdir; dînin
her türlü evâmir ve menâhîsi ma’kūl ve makbûl birer hikmet-i ilâhiyye ve kavâ’id-i ahlâkiyye olduğunu derk ve temyîz ederler. Ancak zât-ı ulûhiyyet ve sıfât-ı selbiyye ve îcâbiyye ve haşr u neşr gibi akā’ide müte’allik ahkâmın mâhiyet ve sûret ve keyfiyyetini idrâk ve ta’yîn edemediklerinden
dolayı vâdî-i inkâra sapmaları veya feyfâ-yı hayretde pûyân
olmaları kalb ve zamîrleri üzerine icrâ-yı hükm ü te’sîr eden
mü’essirât-ı dîniyyeden kendilerini vâreste ve rehâ kılamaz.
Mardinîzâde Mehmed Ârif
SAFAHÂT-I HAYÂTTAN
KÜFE
Beş on gün oldu ki, mu’tâda inkıyâd ile ben
Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden.
Bizim mahalle de İstanbul’un kenârı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!
Adım başında derin bir buhayre dalgalanır,
Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır!
Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,
Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,
– Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,
Lisân-ı hâl ile lâkin rükûa niyyet eden–
O sâlhurde, harâb evlerin saçaklarına,
Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına
Delîlimin koca bir şey takıldı... Baktım ki:
Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.
Bu bir hamal küfesiymiş... Aceb kimin? Derken;
On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,
Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:
Tekermeker küfe bîtâb düştü tâ öteye.
– Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ
Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!
[52] O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın
Göründü:
– Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın!
Ne istedin küfeden yavrum? Ağzı yok, dili yok,
Baban sekiz sene kullandı... Hem de derdi ki: “Çok
Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz...”
Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz!
Onunla besleyeceksin ananla kardeşini.
Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?
Dedim ki ben de:
– Ayol dinle annenin sözünü...
Fakat çocuk bana haykırdı ekşitip yüzünü:
– Sakallı, yok mu işin? Git, cehennem ol şuradan!
Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?
Benim içim yanıyor: Dağ gibi babam gitti...
– Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi?
Adamcağız sana bak hâl dilince söylerken...
– Bırak hanım, o çocuktur, kusûra bakmam ben...
Senin adın nedir oğlum?
– Hasan,
– Hasan dinle.
Zararlı bak sen olursun bütün bu hiddetle.
Benim de yandı içim anlayınca derdinizi...
Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.
O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni
Nasıl büyütmüş ise, sen de kendi kardeşini,
Yetim bırakmayarak besleyip büyütmelisin.
– Küfeyle öyle mi?
– Hay hay! Neden bu söz lâkin?
Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?
Ayıp dilencilik etmek tutar iken el ayak.
– Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini...
– Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini:
CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 53 SIRÂTIMÜSTAKĪM 49
“Hasan, dayım yatı mekteplerinde zâbittir;
Senin de zihnin açık... Söylemiş olaydık bir...
Koyardı mektebe... Dur söyleyim” demişti hani?
Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni!
Söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek;
Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek;
Bıraktım onları, saptım yanımdaki yoldan.
Ne oldu şimdi aceb, kim bilir, zavallı Hasan?
* * *
Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;
Geçende Fâtih’e çıktık ikindi üstü biraz.
Kömürcüler kapısından girince biz, develer
Kızın merâkını celbetti, dâima da eder:
O yamrı yumru beden, upuzun boyun, o bacak,
O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak!
Hakīkaten görecek şey değil mi ya? Derken,
Dönünce arkama, baktım: Ki beş adım geriden,
Belinde bir kocaman şal, başında âbânî,
Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrânî;
Yanında da küfe sırtında bir küçük çocucak,
Yavaş yavaş gidiyorlar. Fakat tesâdüfe bak:
Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetîm...
Nasıl da manzara, gâyetle can-güdâz ü elîm!
Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak...
Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!
Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!
Düğümlü alnının üstünde sâde bir çember.
Nefes değil o soluklar, birer enîn-i medîd;
Nazar değil o bakışlar, birer bükâ-yı şedîd.
Bu bir ayaklı sefâlet ki yalın ayak, baş açık;
On üç yaşında buruşmuş cebîn-i sâfı, yazık!
O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan
Bir elliden mütecâviz çocuk ki, muntazaman
Geçerken eylediler ihtiyârı vakfe-güzin...
Hasan’la karşılaşınca bu sahne oldu hazin:
Evet, bu yavruların hepsi, pür-sürûd-i şebâb,
Eder dururdu birer âşiyân-ı nûra şitâb.
Birazdan oynayacak hepsi bunların, ne iyi!
Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,
–Ki ezmek istedi görmekle reh-güzârında–
İlel’ebed çekecek dûş-i ıztırârında!
O, yük değil, kaderin bir cezâsı ma’sûma...
Yazık, günâhı nedir, bilmeyen şu mahkûma!
16 Kânûnievvel 1322 Mehmed Âkif
HÜRRİYET - MÜSÂVÂT
Bu ser-levha ile Sırâtımüstakīm risâle-i üsbûiyyesine
makāle yazmaya bizi mecbûr eden şeyin neden ibâret olduğunu birinci makālemizin mukaddime[53]sinde beyân
etmiş idik. O mukaddimeyi burada tekrara hâcet yoktur.
Yalnız şunu ilâve edelim ki o mukaddimede mündemic olan
makāsıd-ı hâlisânemizden biri ve belki de birincisi hem Şerî’at-ı Ahmediyye’nin emir buyurduğu tesettür-i nisvân ve
te’addüd-i zevcât ve talâk gibi mes’elelerine karşı öteden
beri Avrupa mehâfil-i edebiyye ve felsefiyyesinde gösterilen
hücûmlara ve bu bâbda aleyhimize edilen mu’âhezelere ve
hattâ bu üç mes’eleden dolayı biz müslümanları bütün âlem-i medeniyyete karşı “vahşî bir kavim, zâlim bir millet”
diye tanıtmak üzere sarf edilen gayretlere, yazılan sözlere
müdâfa’a etmek... Hem de şu efkâr-ı sahîfeyi üsve ittihâz edip de, onlara peyrev olmak isti’dâdında bulunan ve Kānûn-ı Esâsî’nin i’lânı üzerine bu isti’dâdlarını izhâra yeltenen bir sınıf, hem de mühim bir sınıf nisvân ve ricâlimizi dâire-i insâfa da’vet etmek ve bu gibi hükümlerin kadınlarımız
ve milletimiz hakkında ayn-ı hikmet ve ayn-ı rahmet olduğunu göstermek idi. Nitekim silsile-i makālâtımız etrâfıyla tetebbu’ edilirse en birinci emelimizin bundan ibâret olduğu
kendi kendine te’ayyün edeceği şüphesizdir. İşte hakīkat-i
hâl bundan ibâret iken vâ esefâ ki şu hüsn-i niyyetimize vâkıf olmayan ve makālatımızı dikkatle okumayan bazı zevât
tarafından dûçar-ı i’tirâz oluyoruz.
Üçüncü mākalemizde erkekler gibi kadınlarmız da kendilerine mahsûs bir edeb ve bir terbiye dâiresinde kendilerine mahsus mesîrelere gidebileceklerini ve kendi beynlerinde cem’iyet teşkîl ederek konserler, konferanslar verebileceklerini yazmış idik. İşte asıl mu’terizlerimizin i’tirâzları
bu iki mes’eleye müteveccih olduğunu görüyoruz. Hâlbuki
bunda telâş edecek, feryâdlar koparacak hiç birşey yoktur.
Zîrâ esâsen bu iki mes’eleyi yazmakdan maksadımız, bazı
nisvân-ı İslâmiyyemizin ve hattâ bir çok ricâlimizin nazar-ı
dikkatlerini celb etmek ve bütün ahkâm-ı dîniyyemizi onlara
sevdirmeye çalışmak idi. Onlara karşı demek istedik ki:
“Nisvân-ı İslâmiyye, sizin zannettiğiniz gibi, esîr değildir.
Onlar da hürdür. Onların mestûre olmalarını bir tavuğun
kümese kapatılmasına teşbîhiniz bâtıldır. Şerî’atimiz onların
bütün hukūk-ı tabî’iyye ve meşrû’asını taht-ı te’mîne almış
ve kendilerine mahsûs bir edeb ve terbiye dâiresinde onların da ezvâk-ı medeniyyeden ve lezâiz-i dünyeviyyeden
hissemend olmalarına mâni’ olmamıştır. Kadınlarmızın en
ziyâde arzu ettikleri şey erkekler gibi mesîrelere gidip gelmek ve bazen cem’iyyetler yaparak yekdiğerine karşı nutuklar îrâd etmek ve daha bir çok müzâkerelerde bulunmak değil mi? Şerî’atimiz nisvân-ı İslâmiyyemizin bu gibi harekâtına mâni olmaz. Mesîrelere gidebilirler; fakat Müslümanlığa
lâyık bir edeb, bir terbiye dâiresinde gidebilirler. Konserler,
konferanslar verebilirler; fakat yine İslâmiyet’e mahsûs bir
edeb, bir terbiye dâiresinde.”
Kadınlarımızın gerek mesîrelere gidebilmeleri ve gerek
kendi beynlerinde kendilerine mahsûs konserler, konferanslar verebilmeleri böyle edeb ve terbiye ile takyîd olundukdan sonra bunda feryâd edecek, bir çok kāl ü kīle meydan
verecek şeyin neden ibâret olduğunu bir türlü anlayamadık.
Zîrâ kendilerine mahsûs edeb ve terbiyeden maksad, edeb-i
dînî ve terbiye-i milliyyemiz olduğunu beyâna hâcet yokdur.
Bir kadının edeb-i dînî ve terbiye-i milliyyemiz dâhilinde bir
yere gidip gelmesinde refâkatinde mehâriminden bir kimsenin bulunması dâhil olduğunu beyâna hâcet var mı? Zîrâ
bütün zemîn-i silsile-i makālâtımız ve siyâk ve sibâk-ı kelâmımız buna sarâhaten delâlet etmektedir. Maksad bu olduğu takdîrde bunda ne mahzûr-ı şer’î tasavvur olunabilir?
Beynlerinde konferans ve konser vermeleri mes’elelerine gelince: Bunda da telâş edecek bir şey yokdur. Çünkü
50 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 54
bu iki kelime lügat-ı ecnebiyyeden olup bizde bunların
mukābili “müsâmere, müzâkere, musâhabe” demek olduğu
şu makālelerimizle kendimize muhâtab ittihâz ettiğimiz zevâtın ma’lûmlarıdır. Hatta onlarca “konser ve konferans” kelimeleri “müsâmere ve müzâkere” kelimelerinden daha me’-
nûstur. İşte bunun için biz o makālede müsâmere ve müzâkere yerinde “konser ve konferans” kelimelerini isti’mâl
etmişizdir. Kadınlarımızın kendilerine mahsûs bir mahalde
toplanıp da “müsâmere” etmeleri yani musâhabede bulunmaları, edebî, dînî, hikemî, ahlâkī, iktisâdî vesâire gibi mesâ’il hakkında bahisler etmeleri, bu yolda nutuklar vermeleri
ve bu gibi mesâ’ile vukūfu olmayan kadınları böyle mübâhesât-ı âliyyeden haberdâr eylemeleri şüphe yok ki muvâfık-ı maslahat ve hikmetdir. Bunun memnû’iyetine dâir
kütüb-i dîniyyemizde bir mes’ele-i şer’iyye var ise meydâna
konulsun. Biz de görelim de hatâmızı tashîh edelim. Eğer
burada mevzû’ bahsimiz olan müsâmereye bir de mûsıkī
kaydı ilâve ediliyor ise o hâlde hüküm başkalaşır. Ma’a-hâzâ bu hükümde de kadınlar ile erkekler arasında bir fark
vardır da, denilemez. Bir müsâmere-i mûsikıyyenin hükmü
kadınlar hakkında ne ise erkekler hakkında dahi öyledir.
Fakat biz o kelimede öyle bir kayıd mülâhaza etmedik ve
edemeyiz. Çünki biz bu kelimeyi edeb ve terbiye ile tekayyüd ettik. Bizim edeb ve terbiyeden maksadımız edeb-i dînî
ve terbiye-i milliyye olduğunu da yukarıda söyledik. Burada
maksadımız edeb-i dînî ve terbiye-i millî olup başka bir şey
olmadığına bir karîne de “Şerî’atimiz bu gibi şeylere aslâ
mâni’ olmaz” sözümüzdür. Zîrâ şerî’atimizin aslâ mâni’ olmayacağı müsâmereden maksad kendisinde lehviyyâttan
birşey bulunmayan müsâmere olduğu bedîhîdir. Bir mü’minin sözünü mahmel-i sahîhine haml etmek mümkün iken
böyle sû-i tefsîre uğratıp da yâr u ağyâra karşı böyle nâzik
bir zamanda, bir çok senelerden beri mevcûdiyetimizi taht-ı
tazyîkinde ezen, mahvetmek derecelerine getiren bir yükten,
istibdâd yükünden tahlîs-i girîbân ederek geniş bir nefes almak istediğimiz ve daha bir çok yapılacak şeylerimizi hep el
birliğiyle kemâl-i istirâhât ve sükûnetle yapmak için evliyâ-yı
umûrun erbâb-ı ukūl-ı selîmeden mu’âvenet beklediği böyle
bir zamanda halkı dağdağaya düşürmek, havâs ve avâmı
heyecâna getirmek ve bilâhere kendimizi haksız hücûmlara
dûçar ile: “Hocalar yine birbirleriyle uğraşmaya başladılar”
dedirtmek sad hezâr şâyân-ı te’essüf ahvâldendir.
Bu makāleyi yazdığım sırada Fâtih dersi’âmlarından Abduş Efendi’nin dahi aleyhimizde Mîzân gazetesine verdiği
bir varaka-i i’tirâziyyeyi okudum. Şu makālemiz mûmaileyh efendinin i’tirâzına dahi cevab ise de [54] varaka-i
mezkûreye tafsîlen cevab vermeye vakit müsâ’it olmadığından bu cevabımızı makāle-i âtiyyeye ta’lik ediyoruz. Şimdi
vazîfe-i asliyyemize şurû’ edelim.
* * *
Şerî’atimizin emrettiği ve tesettür-i nisvân mes’elesi gibi
mu’terizlerimizin i’tirâzât-ı şedîdesine hedef olduğu mes’elelerden ikinci ve üçüncüsü de te’addüd-i zevcât ile talâk
mes’eleleridir. Evvelâ te’addüd-i zevcât mes’elesine atf-ı nazar edelim. Ma’lûmdur ki izdivâcda iki büyük maksad vardır: Biri tenâsül, diğeri muhâfaza-i iffetdir. İşte bu iki maksada binâ’en izdivâc meşrû’ olmuştur. Çünki ilâ mâşâallâh
bu nizâm-ı âlemin devâmı nev’-i beşerin bekāsıyladır.
Nev’-i beşerin bekāsı ise tenâsül iledir. Tenâsül de şüphe
yok ki izdivâc ile hâsıldır. Hâlbuki bir çok izdivaclar vardır ki
onlara bu fâ’ide-i uzmâ terettüb etmez. Binâ’en-aleyh eğer
te’addüd-i zevcât meşrû’ olmasa idi bir çok kimselerin
nesilleri munkatı’ olurdu. İnkıtâ’-ı nesil o kimseler hakkında
bir zarar olduğu gibi umûm beşeriyet hakkında da büyük
bir zarardır. Çünki nev’-i beşerin muhâfazası vazîfesinde alelumûm insanlar müşterek olduğundan bazılarının emr-i
mühimm-i tenâsüle hidmet tarîkiyle bu vazîfeyi îfâ eylememeleri kendi için bir mazarrat olmaktan ziyâde nev’-i beşere
de bir ihânettir. Şu hâlde te’addüd-i zevcât bu gibi kimseler
hakkında zarûrîdir. Ma’a-hâzâ iktisâb-ı kat’iyyet etmiş mesâ’il-i ictimâ’iyyedendir ki bir milletin, bir devletin te’âlîsine
en büyük medâr, tekessür-i nüfûsdur. Te’addüd-i zevcâtın
tekessür-i nüfûsa ne derecelerde hidmet ettiği ise beyândan
müstağnîdir.
Kezâ bir çok izdivâclar dahi vardır ki onlara da gâye-i
izdivâcdan biri bulunan muhâfaza-i iffet maksad-ı mühimmi
terettüb etmez. Meselâ zevce bir maraz-ı müzmine mübtelâ
olur veyâhûd bir za’f-ı müdhişe dûçâr bulunur. Bu haller bir
çok zamanlar imtidâd eder. Bu zamanlar esnâsında ise zevc
mecbûl bulunduğu muktezâ-yı recûliyyetini kazâ edemez ve
buna tahammül etmek de elinden gelmez. Çünkü insanlarda bu hal bir emr-i ihtiyârî değil, bir emr-i cibillîdir. Şu
hâlde bu gibi adamlar tarîk-i harâma sülûk ederek bir çok
â’ileleri mahv ü perîşân eder ve nihâyet kendisini de dûçar-ı
izmihlâl eyler.
Binâ’en-aleyh şu gibi nukāt-ı mühimmeden te’addüd-i
zevcâtın meşrû’iyeti zârûret hükmünü alır. Bir de –Hacı Zihni Efendi hazretlerinin Kitâb-ı Münâkehât ve’l-Müfârekât
nâm eser-i mu’teberinde beyân ettiği üzere– izdivâc muktezâ-yı cibillet olduğu gibi, izdivâcda te’addüd ve tenevvü’e
meyl dahi muktezâ-yı tabî’atdir. Nitekim hayvânât-ı sâirede
dahi bu hâl müşâhede olunmaktadır. Kable’l-İslâm te’addüd-i zevcât usûlü hadd-i mu’ayyene tâbi’ değil iken şer’-i
münîr ta’addüd-i zevceye mesâğ göstermekle beraber dörtten ziyâde olmamasına dahi emr vermişdir. Öteden beri insanların hâl-i behîmiyetlerini tahdîd edegelmekte olan şerâyi’-i ilâhiyye nevi’ beşere bir lütf u merhamet olmak üzere
bunun cevâzını dahi şu sûretle bir hadd-i mu’ayyene tâbi’
kılmıştır.
Tevellüdât-i inâsiyye zükûriyyeden ekser olmakla beraber kadınların hayız ve haml gibi avârıza ma’rûz bulunmaları ve sinn-i iyâsa varıp nesilden kesilmeleri dahi te’addüd-i
zevcât mes’elesi için erkeklere bir hak vermektedir. Keşke
müte’addid zevceler idâresine muktedir adamlar olsa da
mezâri’-i ensâl olan bir çok nisvân evlerde mu’attal kalıp da
kocamasalar.
Te’addüd-i zevceye kavlen mu’teriz olanların dahi fi’len
bir kadına münhasır kalmamaları da teaddüd-i zevceye
meylin bir emr-i cibillî olduğunu göstermektedir. Hattâ onlarca da te’addüd-i firâş vakı’ ve fakat nesl ü zürriyet zâyi’dir. Şu hâlde bunlarla ehl-i İslâm arasındaki fark İslâmlar
CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 55 SIRÂTIMÜSTAKĪM 51
te’addüd-i firâşın dâire-i meşrû’iyyette olmasına ve nesil ve
zürriyetin meşrû’an tezâyüd etmesine hizmet etmekte bulunduğu hâlde onların kabûl ettiği te’addüd-i zevcâta bu
hidmet-i mukaddesenin terettüb etmemesidir.
Bununla beraber şerî’at-i garrâ-yı Ahmediyye te’addüd-i
zevcâtı ale’l-ıtlâk insanlara vâcib kılmayıp belki hîn-i hâcette
zevceler beyninde kemâl-i adl ü hakkāniyyete ri’âyet şartıyla mübâh kılmış ve şâyet zevceler beynlerinde kemâl-i adl ü
hakkāniyyete ri’âyet edilemeyeceğinden havf olunursa zevce-i vâhide ile iktifâ lüzûmunu emretmiş ve binâ’en-aleyh
böyle nâzik bir mes’eleyi sû-i isti’mâl ederek bu şartlara ri’âyet etmeyen zevcât-ı müte’addide sahiblerinin şâyân-ı mu’-
âheze oldukları derkâr bulunmuştur.
İşte görülüyor ki tesettür-i nisvân mes’elesi gibi te’addüd-i zevcât mes’elesinde dahi mugâyir-i insâniyyet ve medeniyyet bir şey yoktur. Bu da o mes’ele gibi sırf insaniyete
bir menfa’at-i mahzâ olmak üzere meşrû’ olmuştur. Binâ’-
en-aleyh gerek kadınlarımızın, gerek erkeklerimizin hâricin
iğfâlâtına kapılıp da hakāyık-ı ahvâli, menâfi’-i milliyyeyi
nazar-ı i’tibâra alarak şerî’atimizin bu gibi evâmirine gerden-dâde-i inkıyâd olmaları ve bunu Kānûn-ı Esâsî’nin
bahş ettiği hürriyete münâfî görmemeleri ve o hürriyetin bu
gibi insâniyet ve beşeriyet için nâfi’ kayıdlarla mukayyed olduğunu bilmeleri ve ona göre hareket eylemeleri şîme-i insâniyet ve hamiyyet îcâbâtındandır.
Mûsâ Kâzım
SÛRE-İ BAKARA
ÂYET 177
لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَـكِنّ لْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى
وَالْيَتَامَى َالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ لصَّلاةَ وَآتَى
الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ
الْبَأْسِ أُولَـئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَـئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
Kıble, Ka’betu’llâhü’l-ulyâ’ya tahvîl olunduğu zaman
ehl-i kitâbeyn kıble husûsunda pek çok güft ü gûya dalıp
her biri kendi kıblelerine [55] teveccüh câmi’-i envâ’-ı hayr
ü tâ’ât olduğunu iddi’â eylemiş olduklarından Cenâb-ı
Münzilü’l-Furkān onlara hitâben buyuruyor ki: “Yüzlerinizi
cihet-i maşrık ve mağribe döndürmeniz birr (ve hayr ve tâ’-
ât) değildir (yâhûd birr ve hayr ve tâ’ât yüzlerinizi semt-i
maşrık ve mağribe döndürmeniz değildir). Lâkin (tahsîl ve
iktisâbına bezl-i makderet olunacak) birr (ve hayr ve tâ’ât)
ol kimselerdir (ol kimselerin birr ve hayr ve tâ’âtıdır) ki onlar
Allah’a (yani işrâkten berî olarak yalnız Cenâb-ı Hakk’a) ve
(vech-i sahîh üzere) âhirete ve meleklere (bunların Cenâb-ı
Hak ile enbiyâsı arasında ilkā-yı vahy ve inzâl-i kütüb ile tavassut eder ibâd-ı mükerremîn olduklarına) ve kitâba (kütüb-i münzeleye ve bu cümleden bulunan Furkān-ı hakîme)
ve enbiyâya (bunların hiç birini biribirinden tefrîk etmeyerek cümlesine) îmân etti. Ve hubben lillâh akrabaya ve
muhtâcîn-i eytâma ve miskinlere (tese’ülden te’affüf eden
muhtâcîne –Şeyhzâde) ve ibn-i sebîle (yolcuya) ve (hâcet
ve zârûret kendilerini züll-i su’âle ilcâ etmiş) sâ’illere mal
verdi ve (fekk-i) rikâbda (yani mükâteblere bedel-i kitâbetlerini edâ etmek üzere mu’âvenet ile onların rakabelerini
fekk ü tahlîse veyâhûd üserânın fekk ü tahlîslerine veyâhûd
âzâd etmek üzere memlûkler iştirâsına) mal vaz’ ve tahsîs
eyledi. Ve namaz kıldı (salavât-ı mefrûzayı edâ etti) ve (üzerine farz olan) zekâtı verdi. Ve onlar (beyne’n-nâs cârî olan
uhûddan helâli tahrîm ve harâmı tahlîl etmeyen bir ahid ile)
mu’âhede ettikleri zaman ahidlerin îfâ ederler ve (ale’l-husûs fakr ü maraz gibi) mihen ve şedâ’idde ve (mevâki-i
harbde düşman ile) harb ve cihad vaktinde sabr u metânet
gösterirler. İşte (dinde ve hakka ittibâ’da ve teharrî-i fezâ’ilde) sâdık olanlar ve (küfür vesâir rezâ’ilden) takvâ (ve ictinâb) edenler bunlardır (bu evsâf-ı memdûhayı hâiz olanlardır).
“Bâ”nın kesri ve “râ”nınn teşdîdiyle “birr” her fi’l-i merdâya denir – Kādî Beydâvî. “Birr” mardâ-i hisâli câmi’ isimdir – Ebussu’ûd. “Birr” Cenâb-ı Hakk’a takrîb eden envâ’-ı
hayr u ta’âtı câmi’ isimdir – Rûhu’l-Me’ânî.
“Leyse’l-birr” kavl-i şerîfinde “birr” kelimesini e’imme-i
kurrâdan Âsım’ın râvîlerinden bulunan Hafs hazretleriyle
e’imme-i kurrâdan Hamza hazretleri “leyse”nin haber-i mukaddemi olmak üzere nasb ile ve diğer kurrâ ve rüvât “leyse”nin ismi olarak ref’ ile kırâ’et etmişlerdir – Şeyhzâde.
Bu âyet-i kerîme tasrîhan ve telvîhan bütün kelimât-ı
beşeriyyeyi câmi’dir. Zîrâ kemâlat-ı beşeriyye kesret-i envâ’ıyla beraber icmâlen şu üç şeye münhasırdır: Sıhhat-i i’tikād, halk ile hüsn-i mu’âşeret, tehzîb-i nefs. Bu üç şeyden
evvelkine, âyet-i kerîmede zikr olunan umûra îmân, ikincisine umûr-ı hayra i’tâ-yı mal, üçüncüsüne ikāme-i salât vesâire ile işâret buyurulmuşdur. Bunun içindir ki bu evsâfı hâiz
olanlar îmân ve i’tikādlarına nazaran sıdk ile ve halk ile
mu’âşeret ve Hak ile mu’âmeleleri i’tibârıyla takvâ ile tavsîf
olunmuşlardır. Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin “Kim ki bu âyet ile amel ettiyse ale’t-tahkīk îmânını istikmâl eyledi” me’âlinde olarak ( فقد الآية بهذه عمل من
الإيمان استكمل (buyurmaları buna işâret ediyor – Kādî Beydâvî
ve Ebussu’ûd.
Mükâteb: Her ne zaman edâ ederse âzâd olmak üzere bahâsını
efendisine yazdırmış yani kendisini mu’ayyen bir bedele rabt ettirmiş olan köleye denir.
İstitrâd
Umûr-ı dîn beş şey üzerine deverân eder: İ’tikādât,
âdâb, ibâdât, mu’âmelât, ukūbât. İbâdât beşdir: Namaz, zekât, savm, hac, cihâd. Mu’âmelât beşdir: Mu’âvezât-ı mâliyye, münâkehât, muhâsemât, emânât, terekât. Ukūbât beşdir: Kısas, hadd-i sirkat, hadd-i zinâ, hadd-i kazif, hadd-i irtidâd – Evvelü Kitabi’t-Tahâre min Reddi’l-Muhtâr.
Bereketzâde İsmâil Hakkı
İLM-İ TEVHÎDİN TA’RÎFİ,
SÛRET-İ TEDVÎNİ, GÂYETİ
–mâba’d–
Nûrü’l-hüdâ-yı ehl-i yakīn olan böyle bir şems-i feyyâz-ı
ma’rifetden iktibâs-ı envâr eden ulemâ-yı İslâm tarafından
tedvîn edilecek kütüb-i kelâmiyyenin ümem-i sâlifenin müdevvenât-ı i’tikādiyyesine aslâ benzemeyeceği bedîhi idi.
Ma’a-mâfih dâire-i İslâm’da ilm-i kelâmın bir fenn-i mahsûs
şeklinde vaz’ ve tedvîni epeyce te’ehhür etmiştir.
Zîrâ asr-ı sa’âdette ashâb-ı Resûl (rıdvânullahi aleyhim
ecma’în) mesâ’il-i i’tikādiyye ve ilmiyyeyi doğrudan doğruya mişkât-ı dırahşân-ı nübüvvetten ahz ü telâkkī ettikleri cihetle ne zaman bir şüphe ârız olsa dârü’t-ta’lîm-i ilâhîde
perveriş-yâb-ı kemâl olan o Nebî-i Ümmî’ye (sallallâhu aleyhi ve sellem) mürâca’atla hall-i işkâl ederlerdi. Aralarında
ne zaman bir ihtilâf düşse Cenâb-ı Ahkemü’l-hâkimîn’in
(celle celâluhû) tarîk-i vahyi ile sudûr eden kazâ-yı i’tirâznâ-pezîri haklıyı da, haksızı da serfürû bürde-i inkıyâd ederdi. Zâten sevk-ı terbiye-i nübüvvetle kalb-i ümmete bir deryâ-yı cûşan gibi akan seyl-i envâr-ı füyûzâta karşı zulümât-ı
zünûn ve evhâmın sebât ve mukāvemet etmesine imkân olmadığından o zamanlarda böyle bir fennin vücûd bulacağına bile tabî’î ihtimâl verilemezdi. Binâ’en-aleyh o devr-i feyz
ü te’âlîde ashâb-ı kirâmın en büyük meşgalesi Furkān-ı mübîn ile sünnet-i nebeviyyeyi en ufak teferru’âtıyla zabt u
kayd etmekten ibâret kaldı.
Ahd-i pür-feyz-i nebevîden sonra artık vahiy munkatı’
olduğundan merci’-i ihtilâfât Kitâbullâh ile sünnet-i Resûlullah oldu. Hazret-i Sıddîk-ı a’zam ile Hazret-i Fârûk’un (radiyallâhu anhümâ) eyyâm-ı hilâfetlerinde bir taraftan ahd-i
nübüvvetin hâtırlardaki te’sirâtı henüz bâkī kalması, diğer
tarafdan tevsî’-i dâire-i İslâm ve i’lâ-yı kelimetullah eylemek
gibi mühimmât-ı umûr ile iştigâl edilmesi hasebiyle mesâ’il-i
ameliyye ve i’tikādiyyece halka ârız olan şüpheler [56] ekall-i kalîl olup bunlar da bu iki halîfe-i zî-şânın ve bazen diğer e’âzım-i ashâbın re’y ve karârlarıyla hallolunurdu.
Lâkin ashâb-ı tâbi’înin fütûhâtı lemhatü’l-basar denilecek bir zamân-ı kasîr içinde hudûd-ı İslâmiyyeyi Sedd-i
Çin’den Mağrib-i Aksâ’ya, Cezîretü’l-Arab’dan Kafkasya’ya
kadar tevsî’ ettiğinden ve irâde-i İslâmiyye’ye teslîm-gerden-i itâ’at edip fevc fevc ni’met-i uzmâ-yı İslâm’ı bi’t-tav’
ve’r-rızâ kabûl etmeye başlayan milyonlarca halk eski i’tikādât-ı câhilânelerinin bir kısmını da muhâfaza ettiklerinden
daha ikinci asr-ı hicrîde i’tikād husûsunda yeni yeni bid’-
atler, kazâ ve kader ve halk-ı Kur’ân gibi yeni yeni şüpheler,
Yunan hükemâ-yı kadîmesinin intişâr eden felsefelerini
Kur’ân’a tatbîk hevesinden mütevellid yalan yanlış fikirler
zuhûr etmeye başladı ki ilm-i kelâm işte böyle bir devirde
böyle bir ihtiyâc-ı azîm ü mübrem üzerine bir fenn-i müstakîl hâlinde tedvîn edildi. Bu kadar efkâr-ı mütehâlifenin
tevlîd ettiği fırak-ı dâllenin her biri kendi mezhebini te’yîd
için müte’addid kitaplar te’lîf etti. Cenâb-ı Hakk’ın fırka-i
nâciyyeyi ilâ yevmi’l-kıyâm pâyidâr etmek gibi bir va’d-i
celîl-i sübhânîsi olmasaydı daha o târîhlerde ümem-i sâlifede olduğu gibi bunca maglatalar arasında hakīkat yok
olup giderdi. Lâkin *
i-d’va) إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ)
âlî-i ilâhîsi iktizâsınca Kur’ân-ı azîmü’ş-şân bir harfine tağyîr
ve tahrîf ârız olmadan sudûr-ı ümmetde mahfûz bulunuyordu. Ehâdîs-i nebeviyyeyi cem’e her vakitden ziyâde i’tinâ olunarak zabt ediliyordu. Yekdiğerini nakz eden bunca efkâr-ı mütehâlife kasırgaları arasında hakāyık-ı Kur’âniyye
yed-i beyzâ-yı kudretle dikilmiş bir heykel-i mu’azzam-ı nûrânî gibi tenvîr-i ebsâr-ı basîret ediyordu. Yekdiğerini tekfîr
derecesinde birbirine i’lân-ı husûmet eden bunca ehl-i ihtilâf arasında hakīkat-bîn olan ulemâ-yı kirâm Kitab ve Sünnet gibi iki hatt-ı istivâ-yı selâmete ilticâ ederek müdâfa’a ve
ta’arruz ve nihâyet bilcümle husemâya külliyen galebe ettiler. Dîn-i mübîni çirkâbe-i evhâm ve zünûndan tathîr için
melâ’ike-i imdâd gibi min tarafillah halk ve teshîr buyrulan
ve sünnet-i seniyyeyi kendilerine pişvâ ittihâz ettiklerinden
dolayı ehl-i sünnet nâmını alan zevât-ı müşârun-ileyhim hazerâtına ne derecede minnetdâr olduğumuzu söylemek zâ’-
iddir.
Hakīkat uğrunda mücâhedât ve mücâdelât-ı tâkāt-berendâzeleriyle şöhret alan ulemâ-yı ehl-i sünnetin en serefrâz
ve benâmı Şeyh Ebû Mansûr Mâturîdî ile Şeyh Ebu’l-Hasan
Eşarî’dir ki ehl-i sünnet amelde Hanefiyye, Şafi’iyye, Mâlikiyye, Hanbeliyye mezheblerine münkasem oldukları gibi
i’tikādda Mâturîdiyye ve Eş’ariyye mezheblerine inkısâm ederler.
Mezâhib-i erba’a beynindeki ihtilâf nasıl sûrî ve bunların
dördü de nasıl hak i’tibâr olunuyorsa Eş’ariyye ile Mâturîdiyye beynindeki ihtilâf da gâyet cüz’î ve sûrîdir. Her ikisi
de hakdır. Şeyh Eş’arî’den sonra gelen İmâmü’l-harameyn,
Ebû İshâk İsferâ’înî, Ebûbekir Bâkıllânî, İmâm Gazâlî, Fahreddîn Razî gibi her biri bir kavme sermâye-i fahr ü mübâhât olmağa kâfî gelen e’âzım-ı ümmet hep mezheb-i ehl-i
sünneti te’yîd ederek iki asır içinde fırak-ı dâlle müntesiblerini adetleri kāle bile alınmayacak derede azalttılar.
Şurası da şâyân-ı kayd u tezkârdır ki bu ihtilâfât usûl-i
i’tikāda müte’allik âyât-ı Kur’âniyye ve ehâdîs-i nebeviyyenin sûret-i telâkkī ve akla sûret-i tatbîkinden neş’et edip
yoksa bu fırkaların ekseri de zevâhir-i nusûsu olduğu gibi
kabûl ederek a’mâle te’alluk eden ferâ’iz-i dîniyyeyi inkâr
etmedikleri cihetle teblîgât-ı nebeviyyeyi kabûl ettiklerini nazar-ı i’tibâra alan ehl-i sünnet onları tekfîr etmezler ve yalnız
“dalâlette kalmışlardır” derler.
Dîn-i mübîn-i İslâm’ın kadr ü menziletini enzâr-ı ehl-i
tedkīkde i’lâ eden cihâtdan biri de ehl-i sünnetin bunca muhâsımîn üzerindeki bu galebe-i kahhârânesi satvet-i seyf ü
sinân ile değil, vuzûh-ı hüccet ü bürhân ile hâsıl olmasıdır ki
milk-i Kur’ân’a bu sûretle de muvâfakat etmesiyle fırak-ı
sâireye fazl ü rüchânını isbât eylemiştir.
Elhâsıl Kur’ân-ı azîmin, Resûl-i kerîmin, icmâ’ ve ittifâk-ı
ashâb u tâbi’înin, ehl-i sünnetten olan bilcümle mütekellimînin delâlet ve tasrîhine nazaran dîn-i mübîn-i İslâm hakkındaki i’tikādımız şudur: Bu dîn, dîn-i tevhîddir. Vaz’ ettiği
kavâ’idde mûcib-i tefrika birşey yoktur. En büyük mu’îni
* Kur’ân’ı inzâl eden biziz. İlâ yevmi’l-kıyâm muhâfaza edecek de
yine biziz. [Hicr, 15/9.]
CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 57 SIRÂTIMÜSTAKĪM 53
akıl, en kavî rüknü ise nakildir. Bunun hilâfında olan i’tikadâta gelince tesvîlât-ı şeytâniyyeden başka birşey değildir.
Kelâmullah müdde’âmıza şâhiddir. Hatâ ve savâbımız için
mi’yâr-ı sâdıktır. İlm-i Kelâm’ın gâyesi –evvelce de dediğimiz gibi– zât-ı Bârî’yi hakkında isbâtı vâcib olan sıfât-ı mukaddesesiyle beraber bilmek, hakkında müstahîl olan husûsâttan tenzîh etmek ve nefsine itmi’nân-ı tâm verecek bir
yakīn ile enbiyâ-yı izâmını tasdîk eylemektir ki her mükellefe
farz-ı ayn olan bu i’tikādâtı iktisâb için Kitâb-ı mübîn-i ilâhîmizin bizi irşâd ettiği üzere taklîde kapılmak değil, delîle
istinâd etmek lâzımdır. Zîrâ kendisini “zikr-i hakîm” olmak
üzere tavsîf eden Kur’ân-ı azîm tahsîl-i yakīn için i’mâl-i fikr
ü nazar ve alâ kadri’l-istitâ’a dekāyık-ı kevniyyeyi tahrîr ve
teftîş eylemeye sarâhaten emr ile
(وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ
* آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُون َ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ)
(إِذْ قَالَ ِلأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا هَذِهِ التَّمَاثِيلُ الَّتِي أَنتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ قَالُوا وَجَدْنَا آبَاءنَا
** لَهَا عَابِدِينَ قَالَ لَقَدْ كُنتُمْ أَنتُمْ وَآبَاؤُكُمْ فِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ)
(وَإِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً قَالُوا وَجَدْنَا عَلَيْهَا آبَاءنَا وَاللّهُ أَمَرَنَا بِهَا قُلْ إِنَّ اللّهَ [57[
*** لاَ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء أَتَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ)
(وَكَذَلِكَ مَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّذِيرٍ إِلاَّ قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا وَجَدْنَا
آبَاءنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِم مُّقْتَدُونَ قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكُم بِأَهْدَى مِمَّا
وَجَدتُّمْ عَلَيْهِ آبَاءكُمْ قَالُوا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ كَافِرُونَ فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَانظُرْ
**** كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ)
*
Onlara, “taraf-ı Bârî’den inzâl olunan Kur’ân’a ittibâ’ ediniz”
denildiği zaman; “babalarımızı bulduğumuz yola ittibâ’ ederiz”
cevâbın verirler. Acabâ âbâ’ ve ecdâdları meziyyet-i akl ü basîretden mahrûm da olsalar, hidâyetden bî-behre de bulunsalar
yine onlara ittibâ’ edecekler mi? [Bakara, 2/170.] ** İbrâhim aleyhisselâm pederiyle kavmine; “ibâdetiyle meşgûl olduğunuz şu tasvîrler nedir?” dediği zaman; “biz babalarımızı
buna ibâdet eder bulduk da onun için ibâdet ediyoruz” cevâbını verdiler. Bunun üzerine Hazret-i Halîl; “siz de babalarınız da,
gâyet sarîh bir hatâda bulunmuşsunuz” dedi. [Enbiyâ, 21/52-
54.] *** Onlar gâyet çirkin bir şey yaptıkları zaman “babalarımızı böyle
bulduk bunları demek ki bize Allah te’âlâ emretmişdir” dediler.
Onlara “Cenâb-ı Hak kötülüğü hiç bir vakitde emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi yalandan Allah’a nasıl isnâd edersiniz?” cevâbını ver. [A’râf, 7/28.] **** Aynıyla bunlarla olduğu gibi senden evvel her hangi bir memlekete bir resûl-i nezîr gönderdikse o memleketin rü’esâ ve cebâbiresi; “biz dedelerimizi şu tuttuğumuz dîn ve tarîk üzere
bulduk. Binâ’en-aleyh onların eserine iktidâ ederiz’ dediler. O
resûl de ‘dedelerinizin tuttuğu dînden daha ma’kûl ve daha
doğru bir dîn göstersem de yine onlara ittibâ’ edecek misiniz?”
dedi. Onlar ise yine “sebeb-i irsâliniz olan bu dîne kâfiriz” diyerek inâd ve ısrâr ederlerdi. Biz de bunun için onları giriftâr-ı
nikmet eyledik. Peygamberlerimizi tekzîb edenlerin âkıbet-i hâli
bak neye müncer oldu.” [Zuhruf, 43/23-25.]
gibi âyât-ı kerîme ile ni’met-i hidâyetten bî-nasîb kalan ümmetlerin isr-i âbâ u ecdâda ittibâ’en dalâlette kalmalarını
takbîh etmek ve bu hâllerine cezâ’en vücûdlarının sahâyif-i
âlemden silindiğini hikâye etmek sûretiyle körükörüne taklîdden bizi zımnen nehy eylemiştir. Ne hakîmâne bir emir!
Ne rahîmâne bir nehiy!
Filhakīka hadd-i taklîdi tecâvüz edemeyecek derecede
irfân ve iz’ândan mahrûm olanlar hakkı reh-i râstlarında
buldukları için kabûl ettikleri, bâtılı da yine o sebeble kabul
etmek şe’âmetine ma’rûz olabilirler. Nâfi’i de kabûl ederler,
muzırrı da. Bu hâl ise insandan ziyâde hayvana yakışır ahvâldendir.
Ahmed Naim
MÜSLÜMAN KADINI
Müellifi: Ferid Vecdi
Birinci Fasıl
Kadın Nedir?
Kadın, şerîf bir mahlûktur ki kudret-i fâtıra onu nev’-i
insânînin teksîrine tahsîs etmişdir. Bu nazardan vazîfesi gâyet ulvîdir, erkek bu husûsda onunla müsâbakaya kudretyâb olamaz.
Zâten bu vazîfe-i mühimmeyi edâ edebilmesi için Hâlik-ı Hakîm kadını muhtâc olduğu â’zâ ile techîz etmiş, o uzuvları da kemâl-i ziynet ve intizâm ile ibdâ’ eylemişdir.
Hele bu vazîfenin istilzam ettiği şeylere im’ân ile bakılınca
görülür ki, dest-i fıtrat kadını yalnız onun için, o vazîfe için
yaratmıştır. Bu sebebden kadının bünyesiyle erkeğin bünyesi arasındaki ihtilâf, bu iki cinsin aynı meydân-ı müsâbakada bulunmaları için yaratılmış olmadıklarını bedâheten
nâtık olacak derecede azîmdir.
Ondokuzuncu asrın ansiklopedisinde (Muhitü’l-Ulûm)
“kadın” kelimesi altında şu sözler görülüyor: “Kadının erkekten farkı yalnız azâ-yı tenâsüliyyelerindeki ihtilâfa münhasır değildir. Evet, vâkı’â bu iki cins arasındaki ihtilâfın en
büyüğü cihâz-ı tenâsülde görülürse de, diğer uzuvların kâffesinde, hatta birbirine en ziyâde benzeyenlerinde bile bir
husûsiyet iyândır.”
Muharrir her iki cinsin bütün a’zâsını gâyet dakīk bir
mu’âyene-i teşrîhî ile mukāyese ve tatbîk ettikten sonra diyor ki: “Kadının terkîb-i bedenîsi çocuklarınkine yakındır.
Bunun için kadınlar da çocuklar gibi müfrit bir hassâsiyete
mâliktir. Sevinç, elem, korku gibi ihtisâsât-ı muhtelifeden,
gâyet çabuk müte’essir olurlar. Hâlbuki bu mü’essirât, bilâ
te’akkul icrâ-yı fi’l ettiği için, uzun müddet devam etmeyerek serî’an mahvolurlar. İşte bundan dolayı kadınlar sebâtsızlığa ma’rûzdurlar.”
Aynı kitabda şu mütala’âta tesâdüf olunuyor: “İnsanların hepsi bilir ki, tabî’at; kadınlara, bütün parlayan, kendilerine ziynet veren, hüsn ü cemâllerini artıran şeylere karşı
şedîd bir muhâbbet vermiştir. Cibillî olan bu muhabbet ise
pek meşrû’dur. Zîrâ kadında olan her şey, kendisini tezeyyüne muhtâc etmiştir. Hem bu ihtiyâc onun yalnız terkîb-i
54 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 58
tabî’îsinden dolayı değil, belki hey’et-i ictimâ’iyyeye karşı
olan vazîfesiyle de sâbittir. Öyle ya, bu bir vazîfedir ki, kadın
onu ancak nüfûsa ilkā edeceği incizâb sâyesinde îfâ edebilir.
“İşte kadınlar kuvvetlerinin bu incizâba merbût olduğunu bildikleri için, arâyiş ve cemâli artıran her ne varsa, bîçârelere, pek güçlükle mukāvemet edebilecekleri kadar, şedîd bir sûrette te’sîr eder; olanca heveslerini, temâyüllerini
uyandırır, hattâ en akıllıları, en pâk-dâmenleri bile bu kā’ideden hâric olamaz.”
İştirâkiyyûndan feylesof-ı şehîr “Proton” diyor ki: “Kadınların aklı bizimkinden ne kadar zayıf ise, vicdânları da o
kadar zayıftır. Ahlâkları bizim ahlâkımız tabi’atında değildir.
Kadınlar tarafından bir şeyin hüsn ü kubhuna dâir verilecek
hüküm, erkeğin vereceği hükmün aynı olamaz.
Kezâlik bize nisbetle kadınlar lâyıkıyle terbiye edilmemiş
addolunabileceğinden, her hâli iyice nazar-ı im’âna alınırsa,
adâlete karşı ifrâtdan, tefrîtden hâlî kalmadığı görülür. Zîrâ
müsâvâtsızlık onun hasâ’isindendir. Hukūkun, vezâ’ifin tevâzününe kadında bir meyil görülemez. Hâlbuki, erkeği müte’ellim eden, teskîn edemediği sûretde ebnâ-yı nev’ine karşı harb açmasını intâc eyleyen sâ’ik, bu meyilden ibârettir.
Kadının bu âlemde en ziyâde sevdiği, perestiş ettiği bir şey
varsa, imtiyâzâta, husûsiyâta nâ’il olmaktır. Hele sunûf-ı beşeri bir seviyeye getiren adâlet, kadının çekemeyeceği bir
yüktür.”
Bu sözler ondokuzuncu asrın Muhîtü’l-Ulûm’iyle garb
meşâhîr-i felâsifesinden bir hakîm-i iştirâkînin akvâlidir. (elMer’etü’l-Cedîde) mü’ellifinin istişhâd eylediği zâtın sözüne
gelince, onun bu mevzû’da hiç bir değeri yoktur. Yani icmâ’-ı ümmetle sâbit olan hakāyıka nisbetle efkâr-ı âhâd ne
mertebede kalırsa o da [58] ondan ileriye geçemez. Çünkü
Muhîtü’l-Ulûm’lar intişâr ettikleri asrın zübde-i ma’ârifini,
usâre-i irfânını hâvîdir.
Bana gelince, bu husûsda söyleyeceğim sözlerin netîcesi
şudur: Garbda ahlâk-ı nisvânı telvîs eden nakā’isin kâffesi,
erkeklerin kadınları terbiye mes’elesinde kanûn-ı tabî’atten
udûl etmelerinden başka bir sebebden değildir. Zâten şu
da’vâmızı onların sözleriyle de isbât edeceğiz. Lâkin eğer
insanlar, kadınları terbiye husûsunda terbiye-i İslâmiyye kānûn-ı hakīkīsine ittiba’ etmiş olsaydı, bugün kadınların hâli,
bilâd-ı garbdekiler gibi zulüm ve i’tisâfa mîsâl olmaz; işleri
güçleri süslenip gezmeye çılgıncasına bir tehâlükten ibâret
kalmazdı. Zîrâ müslümanlar arasında öyle kadınlar bulunuyor ki, –her ne kadar adedleri cidden az ise de– kendilerinde kemâlât-ı cinsiyyeleri lâyıkiyle rüsûh bulmuş, tabâyi’-i
kerîmeleri âdât-ı İslâmiye’nin te’sîriyle feyiz-yâb olmuş da
artık bunlar â’ilelerinin medâr-ı hayâtı, zevclerinin bâdî-i
mübâhâtı olmuşlar. Hattâ bir ilmü’r-rûh âlimi bilâ tereddüt
hükm eder ki: Müslüman kadınları kemâl-i niseviyyenin hakīkī bir timsâlidir; âdât-ı İslâmiyye ise fıtrat’-ı nisvâna son
derece muvâfıktır, eğer bunların melekâtı o âdât-ı kerîme
dâiresinde perveriş-yâb olsa o zaman müslüman kadınları
feylesofların, Muhîtü’l-Ulûm’ların mahkûmu olmak derekelerinden âlî bir mevki’-i istisnâda bulunarak, bu âlemde gâyet mühim bir te’sîri hâiz olurlar.
Eğer isteseydik felâsife-i garbın kadınlar aleyhindeki
hükümlerinden, hattâ asr-ı hâzır ulemâsının sözlerinden daha birçok mîsâl getirebilirdik. Lâkin biz yalnız Muhîtü’l-Ulûm’un mukarrerâtını îrâd ile iktifâ ettik. Çünkü oradaki
mevâd, icmâ-yı ulemâ ile sâbit ilm-i resmîye müstenid olduğu için müdde’âmıza bir şâhid-i âdil olduktan başka, bunu gören şarklılar da iştihâr, yâhûd diğer bir takım ağrâz
sâ’ikasiyle, nisvâna tarafdar görünen muharrirlerin sözlerini
artık kolay kolay tasdîk etmezler.
Zaten felsefe-i hissiyye ve ilm-i ictimâ mü’essisi bulunan
Auguste Comte Nizâm-ı Siyasî’sinde bu nevi’ muharrirleri,
“hevâ-perest, müfsîd” adamlar olmak üzere tavsîf ediyor.
Diyor ki: “İnkılâbât-ı ictimâ’iyye edvârının her biri, zamanımızda olduğu gibi, kadınların ahvâl-i ictimâ’iyyeleri hakkında bir takım ârâ-yı bâtıla tevlîd etmiştir. Lâkin bu cins-i
mergûbu (kadını) hayât-ı beytiyeye tahsîs etmiş olan kānûn-ı tabî’î, hiç bir zaman azîm bir tağayyüre ma’rûz kalmamıştır. Zîrâ bu kānûn o kadar sahîh ve kat’îdir ki, kendisine
mu’ârız olan safsataların bekāsiyle beraber, kimsenin himâyesine, müdâfa’asına muhtâc olmaksızın, kendi kendine icrâ-yı hâkimiyyet etmişdir.”
Daha sonra şöyle diyor: “Her ne kadar bu gün hakīkī
bir hey’et-i ictimâ’iyye te’sîsi için iktizâ eden esâslardan
mahrûmiyetimiz, putperestlik devrinden devr-i tevhîde geçtiğimiz zamandaki mahrûmiyetimizden fazla ise de (pek
doğru) buna mukābil akl-ı insanî ve ihtisâsât-ı kalbiyye daha ziyâde kesb-i kemâl etti. Zîrâ o zamanlar kadınların bulundukları hâl-i inhitât, kendilerini müdâfa’a zu’m-ı bâtılında bulunan bir takım safsatacıların hezeyânlarını, velev
sükûtlariyle olsun, redd edebilmelerine müsâ’id değil idi. Bu
adamlar ise, nefsü’l-emirde akla karşı i’lân-ı harb ediyorlardı.
“Lâkin zamanımızdaki kadınlara gelince, bunlar hâiz oldukları hürriyet-i mes’ûde* sâyesinde, o gibi müfsîdlerin telkīne yeltendikleri hezeyânlara karşı büyük bir nefret göstermektedirler ki, o gibi erâcifin intişârını men edecek müdâfa’ât-ı ilmiyye olmasa bile, kadınların bu nefreti, bâliğan mâ
belağ, kâfîdir.”
Artık şarklı ihvânımız garbın romancılarına mümâşâtdan
sakınmalıdır. Çünkü onlar bu kabîlden olan hayâlât-ı fâsidelerini, kadınların meylini celbetmek maksadiyle yazıyorlar. Zavallı kadınlar ise böyle mudil heriflerin verdikleri nesâyihin kendileri için mühlik olduğunu, onları daha elîm bir
esârete giriftâr edeceğini bilmiyorlar.
Biz bu sözlerimizi ileride medeniyyet-i garbiyye ulemâsının akvâliyle de te’yîd edeceğiz.
İkinci Fasıl
Kadının Vazîfe-i Tabî’iyyesi Nedir?
Kadın için hayât-ı insâniyyede gâyet büyük bir vazîfe
vardır ki nev’-i beşerin muhâfazasından, te’mîn-i devâmından ibârettir. Erkeğin bu husûsda ona müşârik olmasına im-
* Auguste Comte’un hürriyet-i mes’ûdeden maksadı kadınların eski
esâret-i müdhişelerinden ihrâz ettikleri hürriyet-i mâ’kūledir.
Yoksa bugünkü hürriyet-i mutlaka değildir. Zâten bu feylesof kadın için, erkeğin nüfûz ve tehakkümünden kurtulmak mümkün
olamaz, fikrindedir ki sözleri aşağıda gelecektir.
CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 59 SIRÂTIMÜSTAKĪM 55
kân yokdur. Zîrâ bu vazîfenin îfâsı vücûdun bir şekl-i mahsûs üzere olmasını müstelzimdir. Bu ise öyle zorla, taklîd ile
elde edilemez.
Kadına has olan bu vazîfenin birbirini müte’âkıben gelen edvârı, her devrin de gayr-ı müfârık bir takım levâzımı
vardır ki, mevzû’-ı bahsimizi teşkîl eden vazîfenin ehemmiyeti lâyıkıyle anlaşılabilmek için bunlar hakkında birer nebze
ma’lûmât vereceğiz:
Evet, bu vazîfe; hamli, vaz’-ı hamli, ırzâ’ı, terbiye-i tıflı
müstelzimdir. Her kim olursa olsun kâ’inatı, velev sathî bir
sûrette, te’emmül ederse, pîşgâh-ı nazarında şu hakīkatları
mütecellî bulur: Bu âlemde her mevcûdun bir vazîfesi vardır
ki onun şahsına, nev’ine has olan kemâli, o vazîfeyi hakkıyle îfâ etmesine mütevakkıftır. Bazen mevcûdatdan biri
kendisi için mu’ayyen olan vazîfenin hudûdunu tecâvüz eder. İşte o zaman o hudûd-ı sâbiteden ne kadar uzaklaşmış
ise şahsına, nev’ine hâs olan kemâlden de o nisbette cüdâ
düşmüş, benî nev’inin hey’et-i mecmû’ası üzerinde o nisbette sû’-i te’sîr hâsıl etmiş olur. Demek, o vücûdun, kendisine has olan vazîfeden bu sûretle ileriye geçmesi, vesâ’it-i
mâ’kūle ile telâfîsi lâzım gelen bir nevi’ fesâd i’tibâr olunmak îcâbeder.
[59] Bu hakīkatler bizim için kat’iyyet kesbettikten sonra
kadına has olan vazîfenin hudûdu neden ibârettir? Onu tedkīk etmemiz lâzım gelir. Çünkü bir kadının, vazîfesini hakkıyle îfâ etmiş olmak sûretiyle ihrâz edeceği kemâli, yâhûd
vazîfesi hâricine çıkmış olduğundan dolayı uhdesine terettüb eden noksânı o zaman anlayabiliriz.
Yukarıda kadınların vazîfesi haml, vaz’-ı haml, ırzâ’, terbiye-i tıfldan ibâret olmak üzere dört devri müstelzimdir, demişdik. İyi ama şu dört devrin her biri hakkında ulemâ
tarafından tedvîn olunan eski, yeni müellefâtın tedkīki şöyle
dursun, isimlerini saymak için sahîfeler dolusu yazı yazmak
îcâb ederken, bizim bu icmâlimizden insan ne fikir edinebilir?
Karnındaki çocuğu ile beraber, isyân hâlindeki amele
arasına karışan şu zavallı kadına bir anlatacak yok mu ki:
Vücûd-ı rakīkini, o mahşer-i mütemevvic arasında çalkanmaya bırakmakla hem kendi hayatını, hem de karnındaki
cenîn-i ma’sûmun hayatını en şedîd bir muhâtaraya ilkā etmiş oluyor.
Dermeyân eylediği re’y-i siyâsîsinin hâiz-i mevki’-i kabûl
olması için, alâ melei’r-ricâl ref’-i savt eden, devr-i ırzâ’daki
bir vâlideye şu hakīkati söyleyecek yok mu ki: Ma’rûz olduğu bu teheyyüc ve infi’âl, bî-çârenin sütünü bozacak,
sonra ciğerpâresine o zülâl-i hayat yerine bir zehr-i kātil içirmiş, yavrucuğun hayatına kast etmiş olacak?
Bir vâlide ki çocuğu sütten kesilmiş, terbiyesine ihtimâm
edilecek zaman gelmiş de, o hâlâ uzun günlerini kānûnun
mahkûm ettiği bir mücrîmin tahfîf-i cezâsı için müdâfa’at
serdiyle, gecelerini ise ahkâm-ı kānûniyyeyi tedkīk ile geçiriyor. Evet öyle bir vâlideye ihtâr edecek bir hayır-hâh yok
mu ki: Bu hâl ile terbiye-i evlâd ilminde ta’ammuk etmekten
ihmâl eylediği için çocuğunu, iyi yapıyorum zanniyle, fenâ
bir sûrette yetiştiriyor. Sonra o çocuk devr-i şebâba gelince
şerîrin biri olacak da, o zaman şimdi uğraşmakta olduğu
fünûn-ı cedeliyye ile evlâdına huzûr-ı mahkemede berâ’et
kazandırmaya kudret-yâb olamayacak!
Ya bu hâlâtın kâffesi kavânîn-i tabî’ata karşı bir hurûc,
kudret-i fâtıranın ahkâmı aleyhine bir isyân değil midir? Bir
kadın için bu gibi işlerle uğraşmak, vazîfe-i tabî’iyyesine müteferri’ olup asl-ı kemâl-i nev’îsini ihrâz etmesine medâr olacak umûru yüz üstüne bırakmak, binâ’en-aleyh hem kendisine, hem de –cem’iyyetin kemâli, efrâd ile kā’im olduğu
için– hey’et-i ictimâ’iyyeye muzır bir iştigâlde bulunmak demek olmaz mı?
Biz burada şu sözleri söylüyoruz; hâlbuki kadınların
erkek işleri ile uğraşmaları sûretiyle bünyân-ı medeniyyete
açtıkları rahnelerden cihân-ı medeniyyet ictimâ’iyûnunun
acı acı şikâyetleri, âtîdeki fasıllarda görülecektir. Şimdi bize
şöyle bir su’âl vârid olur: Acaba kadın, a’mâl-ı hâriciyede,
erkekle müşâreket ettiği sûrette vazîfe-i asliyyesini kemâliyle
îfâ edemez mi?
Biz de deriz ki: Devr-i hamlin dokuz mâhı zarfında kadın, hiç bir işi güzelce yapamaz, hatta ümûr-ı beytiyyesini
bile kemâl-i meşakkatle, muhâtaralı bir şekilde îfâ edebilir.
Zîrâ bu müddet zarfında karnındaki cenîn muhtelif devirlere
girer. Her devrin ise vâlide üzerinde görülen bir takım âsârı,
alâ’im-i emrâzdan geri kalmayan bir takım â’râzı vardır.
Çünkü cenînin böyle devirden devire intikāli bir çok te’âmülât-ı dâhiliye netîcesidir. Bu te’âmülât da bünyenin hey’-
et-i mecmû’asına, bedenin za’afına, kuvvetine göre muhtelif
bir te’sîr îfâ eder.
Kadınların edvâr-ı hayatı içinde bu devre mahsûs bir
çok şerâ’it-i sıhhiye vardır ki hâmil bir kadın kendisini de,
çocuğunu da sâlimen kurtarmak isterse, bunlara lâyıkiyle
i’tinâ etmeli, hamlin sâir edvârına da tatbîk eylemelidir.
Yoksa nefsini öyle muhâtarâta hedef etmiş olur ki hem kendisinin, hem ciğerpâresinin hayatını birden mahveder.
Etibbâ diyor ki: Haml hakīkatte bir hâlet-i maraziyye
olduğu için hâmil olan kadına ehli tarafından fart-ı ri’âyetle
mu’âmele olunmalı, hâtırına keder verecek, mizâcına uygun
gelmeyecek şeylerin kâffesinden uzak bulundurulmalıdır.
Çünkü bunlar hem kadıncağızın, hem cenînin sıhhatına muzırdır. Kezâlik, hamlin lâzım-ı gayr-ı müfârıkı olan ızdırâb-ı
asabîden dolayı zavallının bilâ-ihtiyâr izhâr edeceği şiddet-i
infi’âli, titizliği de hoş görmelidir.
Vaz’-ı haml devrine gelince, tehlikesi gâyet çok olan bu
devirde kadın âlâm-ı şedîdeye ma’rûz bulunur; sonra hakīkī
bir maraza, müdhiş bir za’afa giriftâr olur. Zâten ettibâ, bu
devirde zuhûr ederek vâlidenin hayatını tehdîd eden bir çok
humevî hastalıklara karşı o bî-çâreyi müdafa’a etmek için
büyük büyük kitablar yazmışlar, münderecâtını sırf bu husûsda muktezî tedâbîr-i sıhhiyyeye hasretmişlerdir.
Devr-i irzâ’a gelince, bunun vâlide hakkındaki muhâtarâtı, iki evvelki devre nisbetle hafîf ise de çocuk hakkında
öyle değildir. Çünkü bu devrin de lâyıkıyle ri’âyet edilmesi
iktizâ eden kavâ’id-i mahsûsası vardır. Meselâ vâlidenin
baharatlı yemeklerden fazlaca yemesi ale’l-ekser memedeki
çocuğunun bir nezle-i mi’deye tutularak helâkini intâc edeceği gibi hadd-i lâzımından fazla emzirmesi bile çocukda bir
sû-i hazma, bir imtilâya sebeb olarak hem analık sâ’ikasiyle
56 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 – ADED 4 - SAYFA 60
kendisinin, hem de bütün ehl-i beytin hayatını rehîn-i merâret eder.
Ma’amâfîh iş bu kadarla kalmaz. Zîrâ çocuğun doğduğu
günden i’tibâren sütten kesileceği zamâna kadar gıdâsı, libâsı, nezâfeti hakkında dikkat olunacak bir çok şerâ’it vardır
ki bunlardan birine karşı revâ görülecek ihmâl, çocuk üzerinde fenâ bir te’sîr hâsıl eder. Eğer bizim memleketimizde
de mükemmel istatistikler olaydı, o zaman anlardık ki etfâldaki vefeyâtın kısm-ı a’zamı anaların çocuk büyütmek kavâ’idine adem-i vukūflarındandır.
Devr-i terbiyeye gelince, bu devirde vâlide en mukaddes, en şâyân-ı ihtimâm bir vazîfe karşısında bulunur. Zîrâ
çocuk, âlem-i gaybden sâha-i şühûda [60] geldiği zaman
âyîne-i vicdânı cemî’ suverden hâlî, bütün şevâ’ib-i ahlâkıyyeden, me’âyib-i nefsiyyeden âzâde olduğu gibi, kendisine
arz olunan her türlü sûreti, hey’et-i asliyyesiyle telâkkī kābiliyetini hâizdir.
Bundan başka, o suverin her birinin bir takım âsârı, levâzımı vardır ki, bunlar sinn-i şebâba gelen çocuğun vicdanı
üzerinde icrâ-yı nüfûz ederler; çocuğu bilâ ihtiyâr istedikleri,
onun için hazırladıkları tarafa doğru sürükleyip götürürler.
İşte şecâ’at, cebânet, buhl ü semâhat, beşâşet ve huşûnet
gibi, insanlarda görülen daha sâir bir çok fazîletler, nâkisalar, onların her şeyden hâliyyü’z-zihn bulundukları devr-i tufûliyyetlerinde, dimâğlarında irtisâm eden suverin âsârından
başka birşey değildir.
Ya babalarından kalan malı hüsn-i idâre edemeyen mirasyedilere acıyan, nazar-ı te’essüfle bakan halk için terbiye-i evlâd kavâ’idinden bî-haber câhil vâlidelere aynı nazarla bakmak daha doğru değil midir? Hâlbuki düşünülse, isrâf
olunan bir mâl-ı azîm ile ma’nevî bir mevte mahkûm edilen
rûh-ı kerîm arasında ne büyük fark vardır!
İşte aldığı terbiyenin fenâlığından o çocuk, büyüdüğü
zaman, benî nev’inin başına ister istemez bir belâ olacak,
ihvân-ı milleti için bir musîbet kesilecek, yâhûd hiç olmazsa
mensûb olduğu kavmine bir fâ’idesi dokunmayacak, vücûdunun zerre kadar ehemmiyeti olmayacak. Hâlbuki eğer o
adam, müsâ’ade-i tâli’e mazhar olaydı, çocukken mevâhib-i
fıtriyyesini lâyıkıyle perveriş-yâb edecek, melekât-ı akliyyesini ve ruhiyyesini rehîn-i feyz ü inbisât edebilecek bir vâlide
eline düşeydi, büyüdüğü zaman ümmetlerin medâr-ı sa’âdeti olan, onları celâ’il-i azm ü himmetiyle evc-i azamete i’lâ
eden bahtiyârân-i efrâddan biri olacaktı.
Acaba bir zaman gelecek mi ki nâs, bu hakīkat-ı celîleyi
idrâk etsin de artık bu azîm mes’ûliyeti vâlidelerin uhdesine
bıraksın? Acaba bir vakit olacak mı ki, fenn-i terbiye melekât-ı rûhiyyenin tarz-ı terbiyesiyle, icâbında o melekâtın vesâ’it-i ma’kūle dâiresinde ta’dîl ve ıslâhı, elhâsıl rûha âid
ulûmun kısm-ı a’zamını muhît olduğu için, bunun öyle biriki ayda öğrenilebilecek fünûn-ı basîtadan olmadığı, umûm
tarafından anlaşılsın? Acaba o gün görülecek mi ki, fenn-i
terbiyenin temâs ettiği ulûmun bu kadar vâsi’, müteşettit
mebâhisi ve fürû’u varken dimâğda müsellesât-ı müsteviyye
hesâbâtına, riyâziyât-ı âliyye mesâ’iline, klorun müvellidü’lhumûzadan usûl-i tefrîkine yer kalmayacağı, olsa olsa berikilerden ancak bir fikr-i icmâlî edinmek kābil olabileceği
pîş-i enzârda iyânen tecellî etsin?
İşte kadının vazîfesi, nev’ine hâs olan kemâli budur. Öyle ise bize lâzım olan, kadınların bu nokta-i kemâle yaklaşmaları, hudûd-ı vazîfeleri dâhiline girmeleri için mümkün olanı yapmak, bu vazîfeden uzaklaşmalarını mûcib ne gibi
esbâb varsa onları, büsbütün izâlesine yâhûd, hiç olmazsa
tevessü’üne meydan vermeksizin, olduğu yerde tahdîdine
çalışmak lâzım gelen bir maraz-ı ictimâ’î sûretinde telâkkī etmek, ne zaman filân kadın şöyle bir seyyâre keşfetmiş, yâhûd fenn-i mikrobî üzerine şöyle mütâla’atta bulunmuş, yâhûd filan darü’l-fünûnda teşrih okutuyormuş gibi bir söz duyarsak, o kadını alâ ru’ûsi’l-eşhâd, kemâl ile değil, bilâkis
noksan ile, tabî’ata karşı isyân ile, vazîfesi hâricine hurûc ile
ithâm eylemek, hemcinslerini ona imtisâlden tahzîr etmekdir.
Mehmed Âkif