15 Ekim 2014 Çarşamba

SA’Y Ü AMELİN NAZAR-I İSLÂM’DAKİ YERİ Dünya denen bu cedel-gâh-ı ma’îşette te’mîn-i mevcûdiyet için uğraşan cem’iyyât-ı beşeriyyenin hâline in’itâf eden en ufak bir nazar ayânen gösterir ki hangi cem’iyyet atâletten müteneffir, sa’y u ictihâda mâ’il efrâddan terekküb etmiş ise, bütün milletleri geride bırakarak gâye-i mecd ü şerefi idrâk eden o olur. Şu hâlde sa’y ü amel efrâd-ı insâniyyeyi medeniyete îsâl edecek, bütün akvâmın hayatını, istiklâlini kâfil olacak esâsların en mühimi sûretinde telakkī olunmak zarûrîdir. Hattâ ulûm-i ictimâ’iyye erbâbı, nazarlarında sa’y ü amelin mevki’i bu kadar yüksek olduğu için edyânı, insanları atâlete sevk eder, hazîz-i meskenete düşürür zannıyle, mu’âhezede bulunuyorlar. Biz bu makālemizde evvelâ İslâmiyet’i şu büyük töhmetten tenzîh edeceğiz; sâniyen insanları atâletten tahlîs ile sa’y ü ictihâda teşvîk için onun kadar kavî bir mü’essir olamayacağını delâ’iliyle göstereceğiz. Evet, İslâmiyet hayât-ı bâkīye ne kadar çalışmaya sevk ediyorsa aynı teşvîki hayât-ı fâniye hakkında da dirîğ etmiyor: Cenâb-ı Peygamber; “Dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi, âhiret için de yarın ölecekmiş gibi çalışın.” diyor. Diğer bir hadîsinde de bizi “din ile dünyayı birlikte ıslâha da’vet” ediyor. Şu iki hadîs bedâheten gösteriyor ki, dünyayı i’mâr etmek rızâ-yı ilâhîye muhâlifdir vehm-i bâtılıyle sa’y ü amele vedâ’ ederek ibâdet nâmına vücûdu riyâzet altında ezmek, müfekkireyi atâlete mahkûm bırakmak şer’- an merdûddur. Bu gibi harekâtın meşrû’iyetine zâhib olanlar bilmiyorlar ki dünya bir meydân-ı heycâdır. Burada saldıran, elleri kolları bağlı durana dâima galebe çalar. Gâlib mağlûbu kendine esîr eder. Bütün hukūk-ı hayâtiyyesinden mahrûm bırakır; tabî’at umûr-ı dünyâyı ihmâl edenleri âkibet mahveder. Artık onların şu mevhûm ibâdetleri vebâl, kûşe-i miskîn-i inzivâda besledikleri âmâl ise bütün pâymâl olur. Bu bir emr-i bedîhîdir ki dini yanlış anlayarak dünyaya âid mesâlihi istihfâfda ifrâta varan, hâcât-ı hayâtı istihsâl husûsunda tefrîte düşen milletlerin târihi gösterip duruyor. Lâkin diyânet-i İslâmiyye ki, edvâr-ı ahîre-i insâniyet için nâzil olmuş bir dindir. Taş kovuklarında yaşayan akvâm-ı ibtidâiyyenin kulûb-i kāsiyesini telyineye medâr olacak birtakım ibâdâtı teşrî’ etmemişdir. Belki kavânîn-i hayâta muvâfık gelen, şân-ı beşeriyyeti i’lân eden, rûhu temâyülât-ı nefsâniyyeden âzâde bulunduran ne kadar harekât varsa, cümlesini hâlisen li-vechillâh edâ edilmiş birer ibâdet sûretinde telakkī etmiştir. Bir şart ile ki o harekâtı îfâdaki maksadı rahmânî olsun şeytânî olmasın. Efrâdın, âilelerin, cem’iyetlerin, elhâsıl bütün insâniyetin en mübrem havâ’icini te’mîn husûsunda bu kadar te’sîri olan iktisâb-ı servet ü mâl insanı Cenâb-ı Hakk’ın şu nev’-i mükerrem için ta’yîn eylediği gâye-i kemâle îsâl için en CİLD 1 – ADED 11 - SAYFA 171 SIRÂTIMÜSTAKĪM 161 başlı bir kuvvet değil midir? İşte İslâmiyet bunu efdal-i ibâdât olmak üzre tanıtmışdır: Cenâb-ı Peygamber “Efdâl-i a’mâl iktisâb-ı helâldir. İyâlini mâl-i helâl ile infâk için uğraşanlar fî-sebîlillâh cihâd edenler gibidir. Afâf-ı nefs içinde tâlib-i dünya olanlar şühedâ derecesindedir.” buyuruyor. Hem zannetmeyin ki İslâmiyet bizi sa’y ü iktisâba tergîb ile iktifâ ediyor; bakın onu üzerimize farz kılıyor terk edenleri vâcibât-ı dîniyyeden birini terk etmiş gibi mu’âhezede bulunuyor: “Taleb-i helâl her bir Müslim üzerine farzdır.” Hadîs. Bilir misiniz servetin nazar-ı İslâm’da mevkī’i nedir? Hayât-ı ümmetin en büyük rüknü, terakkī-i milletin en kavî medârıdır. “Ümmetim öyle bir zaman görecek ki, hem dînini hem dünyasını te’mîn için insan paraya muhtâc olacak.” Hadîs. Ne hâcet! Ashâb-ı kirâm arasında Hazret-i Osman gibi servetiyle bir harbi idâre edecek ağniyâ vardı. Nâmuskârâne kazanılmış mal hakkında; “Bir merd-i sâlih için mâl-ı sâlih ne iyi bir şeydir!” gibi medâyih-i Nebeviyye meydânda iken İslâmiyet iktisâb-ı servete mâni’dir denilebilir mi? Husûsiyle Cenâb-ı Peygamber’in bize, geleceğini on üç asır evvel haber verdiği böyle bir zamanda… Evet biz öyle bir devirdeyiz ki dinimizin sa’y ü ictihâd hakkındaki evâmirini tekrâr tekrâr söylemek üzerimize farzdır. Biz bu farîzayı edâ etmezsek nüfûsu bağlayan zencîr-i atâleti kıramayız. Nâsı irşâd iddi’âsında bulunanların telkīn eyledikleri zunûn-ı bâtılayı zihinlerden çıkaramayız. Halk irşâdât-ı dîniyye nâmına kendilerini çalışıp kazanmakdan tenfîr eden, fakr ü ihtiyâc içinde yaşamayı hayât-ı mes’ûdâne sûretinde gösteren miskînâne sözlerden başka bir şey duymuyor. Allah’ı severseniz şunu bana söyleyin: Bu gibi sözlerin, kulûbü en muvâfık ilaç ile müdâvât etmek sûretinde hülâsâ edilebilen, hikmet-i Nebeviyye ile imkân-ı te’lîfi var mıdır? İlmin o mu’azzam nâmına yemîn ederim ki, Cenâb-ı Peygamber nâsa –bugün ulemâ arasına sokulan bazı cühelânın yaydığı kadar değil, onun yüzde biri kadar olsun– serveti, sa’y ü ameli istihkār ile emretmiş olaydı ashâb arasında ağniyâ şöyle dursun, habbeye mâlik olan bile bulunmazdı. Zîrâ ashâb-ı kirâm kadar evâmir-i Nebeviyye’ye mûti’ kimse tasavvur edilemez. Bununla beraber görüyoruz ki emir büsbütün ber-akisdir. İşte Kur’ân-ı Kerîm’de sa’y ü amele teşvîk yolundaki evâmir-i ilâhî; işte Sünen-i Nebeviyye! Acaba asr-ı hâzır-ı medeniyyetde yazılan ictimâ’î eserler bunlar kadar sa’ye tergîb edebilir mi? Kur’ân 1 2) وَلاَ تَنسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا) (فَانتَشِرُوا فِي اْلأَرْضِ وَابْتَغُوا) Dünya; “Peygamber i-Hazret. buyuruyor) مِن فَضْلِ اللَّهِ) [171[ ne güzel matiyyedir. Ona râkīb olun ki sizi âhirete yetiştirsin. İçinizden hayırlısı dünyasını âhiretine, yâhûd âhiretini dünyasına fedâ eden değildir; belki her ikisi için de çalışandır. Mâl-i helâl talebinde bulunmak cihâddır.” diyor. Cenâb-ı Peygamber bir gün ashâbıyla otururken bakmışlar ki bir genç babayiğit erkenden kalkmış çalışıyor. 1 Kasas, 28/47. 2 Cum’a, 62/10. Ashâb-ı kirâm; “Ne olurdu şu delikanlının mesâ’îsi Allah yolunda olsaydı...” demişler. Cenâb-ı Peygamber “Bu sözü söylemeyin. Eğer bu genç âhara arz-ı ihtiyâc zilletinden vâreste kalmak için çalışıyorsa, Allah yolunda çalışıyor demektir; sa’y ü amelden kalmış ebeveyni için çalışarak onları infâk ediyorsa yine Allah için çalışıyor demektir; yok, iktisâb-ı servet ederek ötekine berikine kurulmak için uğraşıyorsa fî sebîli’ş-şeytân çalışıyor demektir.” buyurmuşlar. Şu hadîs-i şerîfden gayet celî bir sûretde anlaşılıyor ki servet kazanmak, kazanan adamın niyetine bağlıdır. Eğer niyeti hayır ise me’cûr olur, nâ-meşrû’ mahallere sarfetmek ise meşrû’ sûretde kazandığı takdirde bile hakīkatde mal değil, vebâl kazanmış olur. “İbâdullâha azamet satmak için servet isteyenler, gazâb-ı ilâhîye giriftâr olurlar; nefsi zillet-i tese’ülden ve zarûretden sıyânet maksadıyle mâl talebinde bulunanların yüzü ferdâ-yı kıyâmetde mehtâb gibi nûrânî olur.” Hadîs. Bazı muhâlifîn “Rızık ezelde taksîm edilmişdir, binâ’enaleyh çalışmanın zerre kadar fâ’idesi yokdur.” sözüyle istişhâd ediyorlar. Değil mi? Biz buna en evvel îmân edenlerdeniz. Şu var ki bizim ne ilm-i ilâhînin künhünü tedkīke cür’etimiz, ne de âlem-i gaybı tahkīke kudretimiz yokdur. Onun için bil-farz benim şu sa’yimin ilm-i sâbık-ı ilâhîden dolayı pâmâl-i hirmân olacağını nereden bilirim! O hâlde bir sû-i tefehhüm netîcesi olarak beni çalışmakdan men’ edecek minhâc-ı sedâddan çevirecek bu gibi efkâra neden kapılayım? Hayır hayır! Tedkīk olunursa iyânen görülür ki diyânet-i beyzâ-yı İslâmiyye hayatın meşhûd ve mahsûs olan birtakım kāvânîn-i sâbitesini teşri’ etmişdir. Rızkın Cenâb-ı Hak tarafından insanlar arasında sa’y ile mütenâsib olmak üzre taksîm edilmiş bulunması; kimin emeği çok ise nasîbi de çok; kimin emeği az ise nasîbi de o nisbette az olması mukarrerât-ı İslâmiyyedendir. İşte size bir düstûr-ı hikmet ki, dünya denilen heycâ-yı ma’îşetde herkesin iktihâm edeceği şedâ’id nisbetinde nâ’il-i merâm olacağına itmi’- nân hâsıl ederek çalışması için bundan büyük sâ’ik olamaz: “Cenâb-ı Hak kuluna himmeti hırs u talebi nisbetinde verir.” Hadîs. Her işde ikdâm ve himmetin vesîle-i fevz ü necâh olacağını, dûn-himmetlik meskenet ise fakr ü hirmândan başka netîce vermeyeceğini İslâmiyet en vâzıh bir lisân ile anlatıyor: “Cesur tâcir merzûk, korkak tâcir mahrûm olur.” Hadîs. İslâmiyet ahkâm-ı celîlesine ittiba’ edenlere bülend bir sadâ ile nidâ ederek diyor ki: Hayatın sâbit, lâ-yetegayyer bir takım kavâ’idi, mu’ayyen bir takım kavânîni vardır. O kavânîne muhâlefette bulunanlar, fermân-ı ilâhîye karşı gelmiş olurlar; muktezâsınca hareket edenler ise ihrâz-ı emel ederler. Rızık ile kesb de o kavânîn-i sâbitenin taht-ı hükmündedir. Binâ’en-aleyh o kavânîni rehber ittihâz edenler merzûk olurlar muhâlefetde bulunanlar mahrûm kalırlar. İşte kavânîn-i kesbin en başlıcalarından biri de erkenden işe başlayarak tâkat müsâ’id olduğu kadar çalışmakdır “Çalışan bulur. Her müctehidin bir nasîbi vardır. Sabah uykusu mâni’-i rızıkdır.” Hadîs. Hazret-i Ömer ki evâmirine intisâb vâcib olan e’âzım-ı sahâbedendir. Bakınız ne diyor: “Hiçbiriniz taharrî-i rızık- 162 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 11 - SAYFA 172 dan geri durarak, ‘Yâ Rabbî beni merzûk et!’ demeyiniz. Zîrâ bilirsiniz ki gökten ne altın yağar ne gümüş!” ne hâcet! İktisâb-ı mâl-i hâle sa’y ü ictihâd husûsunda bütün mu’ârızlarımızı iskât ve ilzâm için Cenâb-ı Peygamber’in şu hadîs-i şerîflerini îrâd etmemiz kâfîdir: “Çalışınız zîrâ çalışmak üzerinize farzdır.” Böyle olduğu gibi Hazret-i Peygamber tarafından, kemâl-i şiddeti (اًكفر يكون الفقران كاد (sûretinde tasvîr buyurulan belâ-yı zârûretden kurtulmak ebnâ-yı cinsine bâr olmakdan nefsini sıyânet etmek için vatanlarında kazanamayanların diyâr-ı âhara hicret etmeleri de dînen pek memdûh bir hareketdir. Evet, İslâmiyet şedâ’id-i seyr ü seferi iktihâm ederek, dağları aşarak, denizleri geçerek istihlâs-ı nasîb etmeye bütün müslümanları teşvîk etmektedir. “Kazanmakdan âciz olanlar Mısır’a gitsinler, ticâretde su’ûbet çekenler Amman’a sefer etsinler. Seyr ü sefer ediniz, hem iktisâb-ı sıhhat u âfiyet eder hem de kazanırsınız.” Hadîs. İşte ashâb-ı kirâm hep bu yolu tutmuşlardı. İmâm Ahmed diyor ki: Ashâb-ı Kirâm berren, bahren ticâret ederler; hurmalıklarında bahçelerinde çalışırlardı. Sahâbe ve tâbi’înin târîhini mütâla’a edenler bütün insâniyet için medâr-ı mefharet olacak me’âlî, azm ü ikdâma nâ-mütenâhî misâller görürler. Evet bir rîgistân-ı bî-pâyâne çekilmiş hizb-i kalîl görürler ki fakr ü ihtiyâc husûsunda bütün akvâma fâ’ik iken birden bire davranmışlar Kur’ân-ı Hakîm’in sa’y ü amele terğîb eden âyâtını, Cenâb-ı Peygamber’in de bunu mü’eyyed bulunan ehâdîsini düstûr-ı hareket ittihâz etmişler de seksen sene içinde Romalıların sekiz yüz sene zarfında nâ’il olamadığı vâsi’ bir dâire-i nüfûz ve saltanata sâhib olmuşlar. Evet bu kadar vâsi’ memâliki almışlar, ahâlîsini de öyle Romalılar gibi gûnâ gûn şiddetler, vahşetler göstermek, umûr-ı dîniyyelerine müdâhele etmek sûretiyle kerhen değil, belki tav’an kendilerine münkād etmişler. İslâm’- ın karn-ı evveli târîhini okursanız o kadar hârikulâde himmetler, azimler görürsünüz ki kıyas edildiği sûretde asr-ı hâzıradaki erbâb-ı medeniyyetin ikdâmâtını pek nâçiz bırakacak olan o fevkâl-beşer mesâ’îyi velev mücmelen olsun burada zikretmek istitâ’atimizin hâricindedir. Mâdem ki o zamanlar hâl böyle idi, ya bugün o şehâmet-i kalbiyye, o himmet-i İslâmiyye nereye gitti? Eslâfımızın hattâ kadınlarında görüldüğü mütevâtir olan [172] mekârim-i ahlâkdan, fezâ’il-i himmetden bile bizi kāsır bırakan bu acz ü meskenet nereden geldi? İslâmiyet’in düşmüş olduğu zillet ü meskenet elvermiyormuş gibi kisve-i irşâda bürünen birtakım cühelâ da kalkmışlar da; “Bu hâl Müslümanlık’a pek muvâfıkdır çünkü müslümanlar âhiret adamıdırlar onlara gerekmez” diyorlar. Hayır, bin kere hayır! Cenâb-ı Hak 1 وَقِيلَ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا مَاذَا أَنزَلَ ) رَبُّكُمْ قَالُوا خَيْرًا لِّلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَلَدَارُ الآخِرَةِ خَيْرٌ وَلَنِعْمَ َينِقَّتُمْالُ ارَد (buyuruyor. İşte bu sözler Allah’ın sözüdür. Peka’lâ 2 .(وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللّهِ حَدِيثاً) 1 Nahl, 16/30. 2 Nisâ, 4/87. Artık Müslümanların dinlerine ettikleri cinâyetler elverdi. Dine nazar-ı akıl ve reviyyet ile baksınlar da anlasınlar ki, çokları dinin muktezâsınca hareket ettiğini tevehhümle beraber sırf kendi hevesât ve efkâr-ı bâtılası peşinde koşuyor! İslâmiyet’e an-cehlin revâ gördükleri zulm ile âlem-i medeniyyetdeki hükemâyı bu dîn-i mübînin celâ’il-i ahkâmını tedkīkden men’ etmesinler. Hem bilsinler ki pek yakīn olan bir âtî gelecek, Müslümanlık asr-ı mes’ûd-ı Risâlet-penâhîdeki revnakı andırır bir revnaklıkla zâhir olacaktır. 3 4) سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي اْلآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ) كَانَ ) (وَعْدُهُ مَفْعُولاً Sa’dî5
HUKŪK Muhtelit Mahkemeler İkdâm’ın birinci sahîfesinin baş sütûnlarını tezyîn eden fâzıl kalem bizim için yabancı değildir. Evvel ve âhir güzîde beyânının meshûruyuz. Vekāyi’-i meşhûre-i târîhiyyenin bir çok safahâtını zengin ifâdât ile tasvîr eden, Avrupa’nın Afrika’nın râbıta-i İslâmiyye dolayısıyle alâkadar olduğumuz müdün ü emsârından bize kıymetdâr tuhfeler gönderen, Endülüs tahassüsâtıyle o mazlûm kardeşlerimizin yâd-ı hüznünü ifâde-i ümmetde pâyidâr eyleyen bu sevimli kalem dâima ma’rûf kalacaktır. Sabâhü’l-hayr-ı hürriyyetden beri 2 Şiirin birinci parçası Midhat Cemâl’e aittir. 156 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 11 - SAYFA 166 ise âsâr-ı bedî’asını her gün görmek, okumakla karîru’layn, bahtiyâr oluyoruz. Birçok tedkīkāt ve tetebbu’âtın mahsûlu addolunan bu eserlerin muhtevî olduğu nazariyelere lâyık olduğu ehemmiyet verildiğinden dolayıdır ki te’sîrâtı bir günlük şu’ûna inhisâr eden bendler idâdına idhâline kadir-şinâsân-ı evlâd-ı vatan râzı olmuyor her satırı tedkīk her bahsi ta’mîk olunuyor. Ufak zelleler bile bu hâme-i bedâyi’-nüvîs için çok görülüyor. İşte İkdâm’ın 28 Ramazan Sene 1326 tarihli nüshasında “İhtilâfât-ı Hâzıra” bendinde dermeyân olan mahkemelerimize ecnebî hâkim ta’yîni fikri de bu kabîlden bir zelledir. Hukūk mesleği müntemîleri bu nazariyeye i’tirâz ile beraber şu zelleyi şâyân-ı esef buluyorlar. Arzu ediyorlar ki hukūk-ı istiklâliyyemizi muhil olan beyânât-ı vâkı’a yalnız nakl ile iktifâ olunmamalı hak ve mantıka olan muhâlefeti teşrîh edilmeliydi. Arkadaşlarımızdan bu yolda birçok varakalar alıyoruz. Binâ-berîn kavâ’id-i münâzara dâiresinde bu mes’elenin halli lüzûmunu zarûrî addediyoruz. Ümîd ederiz ki münâzır-ı muhteremimiz hüsn-i niyyetimizi takdîr eder ve hattâ aynı maksad-ı mu’azzeze hizmet edildiğinden dolayı da mu’âvenet-i mahsûsalarına nâ’iliyetle bahtiyârlığımızın tezâyüdüne müsâ’ade buyururlar. Bend-i mezkûrda ihtilâfât-ı hâzıra teşrîh ve telhîs olunduktan sonra imtiyâzât-ı ecnebiyyenin külliyen bertaraf edilmesi mes’elesine âid olmak üzere de aynen şu mütâla’ât görülüyor: “Mevâdd-ı hukūkiyyeye gelince; bu mebhasde uhûd-i atîka ile teayyün eden usûl-i hâzıra tarafeyn için mütesâviyen adle münâfîdir bazı mü’elliflere göre şâyet hükûmet-i Osmâniyye mükemmel bir Mahkeme-i İstînâf-ı Hukūk teşkîl eyler, ale’l-husûs bu mahkemeye de kısmen Belçika, İsviçre, Hollanda gibi bî-taraf devletlerden a’zâ ta’yîn ederse düvel-i mu’azzama için bu fasla müte’allik imtiyâzât-ı ecnebiyyeyi ilgâ eylemek zarûrîdir.” Şu ibârenin birinci fıkrasıyla yaldızlanmak istenilen mülâhaza-i vâkı’a yine imtiyâzât-ı ecnebiyyeyi vikāye sûretiyle neticeleniyor. Devr-i istibdâdda bile tasavvurundan tedhiş olunan şu hâkimiyet-i ecnebiyye kaziyyesi devr-i hürriyyetde nasıl cây-ı kabûl bulabiliyor buna aklımız ermez. Yalnız farz-ı muhal sûretiyle böyle bir fikrin tatbîkātına kalkışılsa teşkîlât ne yolda icrâ olunacak? Beyânâtı naklolunan mü’elliflerin maksadı pek mübhem bir tarzda ifâde olunmuştur. Muhtelit bir istînâf-ı hukūk mahkemesi teşkîl olunsun deniliyor, acaba bununla Teşkîlât-ı Mehâkim Nizâmnamesi’nin ta’yîn eylediği mehâkim-i istînâfiyyenin kâffesi mi bu sûretle teşekkül etsin; yoksa ecnebîler için mine’l-kadîm gâye-i emel olan Birinci Meclis-i Ticâret’in fevkinde bu meclisin mukarrerâtını istînâfen tedkīk etmek üzere şu sûretle muhtelit bir istînâf mahkemesi mi teşekkül etsin, bu şıklardan hangisi kasd olunuyor? Bugün kanūnen mu’ayyen mevâdda livâlardaki mehâkim-i ibtidâiyyede istînâfen teşekkül ede gelmekte olduğundan lisân-ı resmîye vâkıf, ahkâm-ı kānûniyyemizi ârif bu kadar ecnebî hâkim bulabilecek miyiz? Belçikalı, Hollandalı, İsviçreli mösyöler gidip bilfarz Hakkâri, Dersim livâlarında îfâ-yı vazîfe edecekler mi? Bu cihetlerdeki istihâleyi pek iyi takdîr eden o muhterem mü’elliflerin ne demek istediklerini ra’nâ anlıyoruz. Bu temenniyâtın ibtinâ ettiği esaslar bizce ma’lûmdur uhûd-ı kadîmenin pek haksız sûrette tefsîri netîcesi olarak mehâkim-i hukūkiyyemizde bin kuruşdan yukarı tebe’a ile mümtâz ecnebîler arasında tehaddüs eden de’âvî tedkīk olunamıyor Dersaadet’te Muhtelit Birinci Meclis-i Ticaret’te bu kabîl de’âvî hall ü fasl olunuyor. Taşrada da mehâkim-i ticâriyyenin bulunmadığı halde mehâkim-i hukūkiyyenin muhteliten teşekkülü müdde’iyyâtından tevellüd eden münâza’ât ile beraber bu mahkemelerden verilen mukarrerât Birinci Meclis-i Ticaret’te istînâfen tedkīk ettiriliyor. İşte hâl-i hâzır bu merkezdedir. Anlaşılan imtiyâza nâ’il ecnebî dostlarımız fîmâ ba’dd yine bu ciheti esas ittihaz ederek kendilerine müte’allik bervech-i meşrûh tahaddüs edecek de’âvînin kemâ-kân Birinci Meclis-i Ticaret’te görülmesini istiyorlar. Şu kadar ki bu meclisin mukarrerâtı kābil-i istînâf ve temyîz olmadığından gûyâ [166] Osmanlı hâkimlerinin iğfâlâtıyla ecnebî hâkimlerin aldanabilmesi ihtimâline ve i’âde-i muhâkeme esbâbının mahdûdiyyetine karşı telâfî-i mâ-fât çaresi arıyorlar. Mehâkim-i istînâfiyyemizde işi tedkīk ettirmeyi muvâfık görmezler. Zîrâ teşkîlât icâbınca orada ecnebî a’zâ yokdur. – Zaten Birinci Meclis-i Ticaret’e de ecnebî a’zâlar hiçbir hak ve ahde müstenid olmaksızın dâhil olmuşlardır– Şu hâlde çâre bu istînâf mahkemesini muhteliten teşekkül ettirmek esbâbını i’dâd ve tehyi’edir. İşte dostlarımız bu şa’şa’-i emele doğru koşuyorlar. Rumeli vilâyetlerinde ıslâhât-ı adliyye meselesi mevzû-i bahs olunca hemen paçaları sıvayarak evvel be-evvel bu cihete nazar-ı dikkati da’vet ettiler. Adliye Nezâreti’nce kavânînin ta’dîl ve ıslâhı hakkında komisyonlar teşekkül ettiğini istihbâr edince bazı zevât vâsıtasıyla bu tarzda ıslâhât lâyihaları verdiler. İmtiyâzât-ı ecnebiyyeyi külliyen ref’in Devlet-i Aliyye’nin hâdisât-ı ahîrede hedef olduğu haksızlıklar için bir ta’vîz teşkîl edip etmeyeceğinin beyne’d-düvel tedkīki sırasında memleketin hizmetine vatanın menâfi’ine hasr-ı mevcûdiyyet eden güzîde kalemlerimize velev ki nakil sûretiyle olsun böyle makāleler yazdıracak mütâla’âtı câbecâ mevzû-i bahs etmekle tasavvurları için tavti’eler vücûda getirdiler. Düşünmüyorlar ki bu tarz doğrudan doğruya devletimizin hakk-ı istiklâlini muhilldir. Ecnebî hâkim ta’yîni hiçbir zaman umûr-ı mâliyeyi tanzîm için ecnebî bir müşâvir, nâfi’a ve posta ve zâbıta işleri için birer mu’âvin, bahriye için bir amiral ta’yîn ve istihdâmına benzemez. Bunlarla kıyas olunamaz. Zîrâ kıyâs ma’al-fârık olur Bunlar nihâyet birer ecîrdir. Fakat hâkimin mâhiyeti böyle midir? İnsâf olunsun ta’dâd olunan devâ’ire gelecek olan zevât te’mîn-i intizâm için lâyihalar tanzîm ederler. Âmir-i icrâların hey’ât-ı istişâresi idâdına dâhil olurlar. Verecekleri re’yin ümmet üzerinde te’sîri yoktur. Âmir-i icrâ re’ylerini tasvîb eder ve Meclis-i Umûmî’nin tasdîkine iktirân eyler ise icrâ olunur, aksi takdirde nakş-ber-âb olur. Hâlbuki hâkimlerin verecekleri hükümler kat’iyyet iktisâb edince lâzimül-infâzdır. Nâmûs ve nüfûz-ı mehâkimi vikāye için mevâdd-ı hukūkiyyede çok kere devlet haksız hükümleri infâz mecburiyetinde kalmışdır. Hâkim ne Meclis-i Umûmî’nin ve ne de hükümdârın taht-ı te’sîrindedir telkīnāt-ı vicdâniyyesi kendisinin rehberidir. Demek oluyor ki hâkimler ile ta’dâd olunan me’mûrlar arasında gerek mâhiyeten ve gerek te’sîrât ve netâyic itibârıyla farklar vardır. Ama de- CİLD 1 – ADED 11 - SAYFA 167 SIRÂTIMÜSTAKĪM 157 nilecek ki istînâf mahkemelerinin fevkinde Mahkeme-i Temyîz vardır ki, serdolunan nazariyeye göre ecnebî azâlar yalnız istînâfa maksûr kalacağından mehâzîr-i melhûza temyîzin hatî’ât-ı vâkı’ayı ıslâhıyla bertaraf olur. Fakat alâkadarlar her da’vâyı temyîz ederler mi? Şurût-ı temyîziyyeyi ta’rîfât-ı kānûniyye vechile îfâya muvaffak olurlar mı? Bu gün temyîz-i hukūk ve temyîz-i istid’â dâirelerinin kuyûdâtına mürâca’at olunsun görülecekdir ki temyîz olunan da’- vâların kısm-ı a’zamı mürûr-ı müddetten, şurût-ı temyîziyyeyi hakkıyle adem-i vukūfdan devâir-i müşârun-ileyhânın ta’bîr-i mahsûsu vechile noksânî-i şerâ’itden dolayı red olunuyor. Vakı’a buna karşı da bir cevap bulunabilir. Cehl, lâkaydî ma’zeret değildir deniyor. Doğru. Tatbîkātda ma’- zeret olamaz. Fakat kānûnu te’sîsde, yapılacak teşkîlâtda buralarını nazara almak îcâbât-ı ma’deletdendir. Ma’a-mâfih bu temhîdât hep teferru’âta te’alluk eder. Asıl bu re’yi hukūk-ı düvel ve uhûd-ı atîka nokta-i nazarlarından tedkīk etmeliyiz. Bizce yani memleketimizin hukūk me’zunlarınca fıkra-i mezkûrenin bâhis bulunduğu fikir ve nazariye doğru değildir. Müdde’âmızı isbât edecek delîllerimizin bir kısmı şunlardır: 1- Devletin hakk-ı istiklâlini muhildir: Zîrâ kānûnu tatbîk etmek hakkı ki ona hakk-ı kazâ ıtlâk ediyoruz. Hakk-ı istiklâl-i dâhiliyyenin aksâm-ı mühimmesindendir. Bu hak her ne sûretle olursa olsun ihlâl olunur ise hakk-ı istiklâl de haleldâr olmuş demekdir. Devlet hasâ’is-i mümtâzesini teşkîl eden bu hak ve vazîfeye kendi tâbi’iyyetinde bulunanlarla bir şekl-i maddiyet verebilir, bu mu’azzez hakkı velev ki bir müddetçik olsun âgûş-ı ecânibe tevdî’ edemez. Vâkı’a devletlerin bu hakkı bazı tahdîdâta uğramışdır. Hukūk-ı düvelin bâhis bulunduğu hâric ez-memleket imtiyâzâtı, bazı memleketlerde konsoloslara tanınan hakk-ı kazâ bu hakkı tahdîd ediyor. Fakat bunlar hep hilâf-ı asıldır. Berây-ı zarûret tecvîz olunmuşdur. Zarûretler ise mikdarlarınca takdîr olunur, biz ise bu mes’elede böyle bir zarûret görmüyoruz. Ama denilecek ki bunların vereceği hükümler hükûmet-i Osmâniyye nâmına olacakdır. Biraz daha yaldızlayarak diyelim ki esnâ-yı muhâkemede bu eşhâs-ı ecnebiyye Osmanlı addolunacaklardır. Bu sözlerin ma’nâsı derece-i kuvvet ve şümûlü müte’addid tecrübeler ile anlaşılmışdır. Bu yaldızlı hapların terkîbâtının ne uyuşturucu şeyler olduğu bit-tecrübe sâbit olmuşdur. 2- İhtiyâc-ı ümmetle mütenâsib değildir: Zîrâ tatbîk olunacak kānunların en mühimi hukūk-ı medeniyyemizi ihtivâ eden Mecelle’dir. Bu kānûn-ı celîlin menâbi’i ise müdevvenât-ı ecnebiyye değildir, ahkâm-ı fıkhiyyedir. O ahkâm-ı fıkhiyye ki Avrupa hukūk-ı medeniyyesine de kısmen menba’ olmuşdur. Bugün ve ilâ mâşâ’allâh ihtiyâcâtımızı te’- mîne bâliğan-mâ-belağ kifâyet eder. Ahkâm-ı istisnâiyyeden olan kavânîn-i ticâriyye ile teşkîlât-ı mehâkim ve usûl-i muhâkemeye te’alluk eden nizâmât bu külle nisbetle bir cüz’dür. Yeniden öğrenmek lâzım geliyorsa elbette cüz’ü elde etmek küllü tedârikten esheldir. Mükemmel ticâret kānunları, usûl-i muhâkemeler tedvîn olunur ise hukūk-şinâsânımızın emr-i tatbîkde bir ecnebîden geri kalmayacakları inkâr kabul etmez hakāyık-ı müsellemedendir. Sâhib-i makāle Ali Kemal Bey Efendi gibi muharrir-i siyâsî yetiştiren mu’azzez vatanın ihtiyâcını te’mîn edecek hukūk-şinâslar yetiştirmiş olması neden kabûl olunmasın? 3- Kābil-i tatbîk değildir: Zîrâ gelecek olan bu ecnebîler ya lisân-ı resmîmizi bilirler veya bilmezler bilmedikleri halde tarafeynin müdde’iyyâtını tercümanlar vasıtasıyle anlamağa çalışacaklar birçok tekellüfâttan sonra rûh-ı müdâfa’âta [167] bi-hakkın nüfûz edemeyerek –çünkü kelimâtın derece-i kuvvetini takdîr edemezler– hüküm verecekler bunun mehâzîri ise âşikârdır. Lisâna vukūfları hâlinde kānunlarımıza ya esâsen vâkıf bulunacaklar veya bu vazîfenin tevcîhi üzerine öğrenmeye çalışacaklar veya serâpâ tercüme ve tedvîn olunacak kānunları tatbîk edecekler. Evvelâ bu son ihtimâli tedkīk edelim. Kānun-ı medenîmizin yeniden tedvînine lüzûm var mıdır. Bugün Mecelle’mizin ihtiyâcâtımıza kifâyetini yalnız bazı garazkâr muharrirler kabul etmek istemiyor. Kavl-i mücerredle bir kānûnun, bir hükmün adem-i kifâyeti münâfi-i ma’delet olması iddi’âsı mesmû’ olamaz. Ne cihetler hedef-i i’tirâz olur ise mevzû’-i bahs edilmeli i’tirâz olunan ahkâmın kavâ’id-i ma’delete tevâfuku isbât olunamaz ise o zaman hakları teslîm olunmalı. Şu hâlde zannetmeyiz ki hukūk-ı medeniyyemiz yeniden tedvîn olunsun ama mümâşât için bir ihtiyâc-ı mübrem görülmesi hâlinde esaslarda tevâfuk i’tibârıyla böyle yeni bir kānun tedvînine mesâğ gösterilse bile evkāf ve arâzî hakkındaki ahkâm-ı mevzû’amız tebdîl olunamaz. Memleketimizde evkāfın aksâm-ı ma’lûmesine müteferri’ envâ’-ı de’âvî tahaddüs eylemektedir ki bunlardan bir kısmı mehâkim-i nizâmiyyede görülüyor. Bunlar da ahkâm-ı mevzû’a-i hâzıradan kat’iyyen ayrılamaz. Büsbütün nizâm-ı adlî muhtel olur. İşte bütün bu mukaddimât isbât ediyor ki ecnebî hâkimler vatanımızda yalnız memleketlerince ma’rûf olan kānunlar ile değil, dâr-ı İslâm’da mer’iyyeti muktezî ahkâm-ı fıkhiyye ile de i’tâ-yı hüküm mecbûriyetindedirler. Kavânîn-i sâireye gelince ıslâh ve ta’dîl olunacak kānunlar için tabî’îdir ki en son müdevvenât nazara alınacak, müdevvenât-ı ahîreyi ise Belçika, Hollanda, İsviçre’de değil Japonlar gibi İtalya ve Almanya’da bulacağız. Demek ki gelecek zevât yine me’nûs oldukları kānunlar ile değil nev’a-mâ yabancıları olan kānunlar ile âmil olacaklar. Şu hâlde bu hâkimleri tavsiye için bu cihet bir sebeb-i müreccah teşkîl etmese gerekdir. İkinci ihtimâl olan kānunlarımıza adem-i vukūf hâlinde öğrenmeleri lâzım gelecek, fevka’l-beşer bir mahlûk olmadıkları cihetle tabî’îdir ki te’allüm için bir zaman sarf edecekler, tam öğrenecekleri zaman da ta’yîn olunacak müddet münkazî olacak, râsime-i vedâ’ı îfâdan başka bir vazîfe kalmayacak, bu alış-verişde yine mağbûn olmak bedbahtlığı bize teveccüh edecek. Bir de esâsen vâkıf bulunmaları esâsını tedkīk edelim. Yukarıda işâret ettiğimiz vechile teşkîlat-ı cedîde ile livâlardaki mehâkim-i ibtidâiyyeden selâhiyyet-i istînâfiyye nez’ olunsa bile –ki hiç ümîd etmiyoruz– vilâyât merâkizindeki mehâkim-i istînâfiyye ibkā olacağından her istînâf mahkemesine ikişer ve hatta birer a’zâ olmak üzere şerâ’it-i matlûbeyi hâiz bu kadar ecnebî hâkim bulabilecek miyiz? Bulduk farz edelim. Bunları, memleketlerinden başka ecnebî hükûmetlerin kavânînini elde etmek kadar hârikalar gös- 158 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 11 - SAYFA 168 teren bu zevât-ı mümtâzeyi, ilmî nâz ü na’îm ile me’lûf olacakları derkâr bulunduğu halde, tâbi’i oldukları devletin gayrı bir hükûmetin terakkiyât-ı adliyyesini te’mîn için heceri ve havası mizâclarına tevâfuk etmeyecek olan vilâyât-ı ba’îdemizde ne kadar müstevfî me’âş ile olursa olsun ikāmet ettirmeye irzâ edebilecek miyiz? Haydi bütün bu müşkilât iktihâm olunsun. Farz edelim memleketimizde meselâ gedik usûlü gibi ahkâm-ı gayr-i mektûbe idâdına dâhil husûsât da var, uzaktan memleketimizin hukūk-ı mektûbesini tedkīk ederek öğrenen bu zevât bu kısımda yine acemilik göstermeyecekler midir? Ama sorarlar, öğrenirler denecek. O hâlde ecnebîler öğreneceklerine vatandaşlarımız öğrensinler de devr-i hürriyyetde olsun bizi ecnebî boyunduruğundan kurtarsınlar. 4- Bu usûl, kavmin izzet-i nefsi ve haysiyet ü hubb-i millîsi i’tibâriyle de gayr-i kābil-i tevessüldür: Çünkü tasavvur olunamaz ki bir kavim muntazam kānunlar tedvîn ettirdikden sonra diğer kavme; “Elimizde mükemmel kānunlarımız var. Kavmimizin de tabâyi’ ve âdâtını, temeyyülât ve tahassüsâtını biliyoruz. Şu kadar ki bu mükemmel âlât ile beraber tatbîk meziyet ve kābiliyetini hâiz değiliz. Her ne kadar kānunlarımız sizin için yabancı olmakla beraber saydığımız ahvâlin câhili iseniz de mu’âvenât-ı insâniyet-perverâneniz nîm mütemeddin akvâmı muhît bulunduğundan lütf-i insâniyyetinize ilticâ eder ve canımız malımız, nâmûsumuz hakkında gelip hükümler vermenizi istirhâm eyleriz” diye bir da’vetde bulunsun târîhen böyle emsâl tahattur etmiyoruz. Bir kavim bir hükümet kānunlarını diğer bir kavmin ulemâsına yaptırır, fakat tatbîk için onları da’vet etmez Osmanlılar ki izzet-i nefislerinin muhâfazası için her zaman her türlü fedâkârlığı göze almışlar, şeref ü haysiyet-i millîlerine ta’alluk edecek değil böyle celî ve alenî bir ta’arruzu hatta şâ’ibesini bile kanlarıyla temizlemeyi kendilerine bir düstûr-ı lâ-yetegayyer ittihâz etmişler iken, ihtimâl verilebilir mi ki böyle bir zillet için âhara misâl olsunlar. 5- İmtiyâzât-ı ecnebiyyeyi tevsî’e mü’eddîdir: Devlet şimdiye kadar ahden hiçbir ecnebî hâkim kabûl etmemişdir. Muhtelit Birinci Meclis’in hâli bâtıl bir te’âmülün tahakküme müstenid bir netîcesidir. Vaktiyle şimdiki tensîkāt-ı adliyye yokdu. Hukūk ve cezâ de’âvîsi bir mahkemede görülürdü, ticâret işleri için de her yerde tüccârın mu’teber kısmından meclisler vardı. Ecnebîler hukūk işlerinin dahi kılletinden bahisle bu meclislerde hall ü fasl olunmasını istirhâm ettiler, muvâfakat olundu. Fakat dostlarımız bu kadarla iktifâ ederler mi yâ! Bu meclislerde ecnebî tâcirler de bulunsun, bulunsun da hey’et-i hakemiyyenin vazîfesini teshîl etsin dediler. Ve yerli tâcirlerimizin bu yoldaki kavâ’ide lâyıkıyla adem-i vukūfları belki ecnebîlerin ziyâ’-ı hukūkunu mü’eddî olur mülâhazasıyle konsoloshâneler cânibinden müntahab ikişer zât berây-ı mu’âvenet meclise devama başladılar. Vazîfe-i teshîliyye, re’y vermek sûretiyle neticelendi. Artık te’âmül sözü ağızlarda vird-i zebân oldu. Acaba ilmen, kā’ideten bir te’âmül hâsıl olmuş mu idi ne gezer. Tezkire-i sâmiyyede bu tarz kabûl olunmamış devletçe işin bir karara rabtına değin, bu hâlin bir müsâ’adeden ibâret olduğu i’lân edilmişdi. Yani ta’bîr-i âharla bu tezkire te’âmülü kat’ etmişti, fakat devr-i istibdâdda ecnebîlere hakkı kabul ettirmek kābil miydi. [168] Şimdi bir de ecnebî hâkimlerin nasıl getirileceğini tedkīk edelim. Misâl delâletiyle anlıyoruz ki, evvelâ biz ecnebî hâkimleri getireceğiz. Muharrir makālenin nakl eylediği fıkrada bunu gösteriyor. Teşkîlâtımızın mükemmeliyetini bu zevâtın mehâkimimizde mevcûdiyetiyle isbât edeceğiz. Düvel-i mütehâbbe-i mümtâze de bir müddet-i mu’ayyene mürûrundan sonra (bu fasla müte’allik) –i’tirâz ettiğimiz fıkradaki bu kayıd ne kadar mühim ve muzlimdir– imtiyâzâtı ref’ edecekler. Demek ki bir va’de karşı hakk-ı istiklâlimizin bir kısm-ı mühimmini bahşedeceğiz. Ecânibin şimdiye kadar istihsâline muvaffak olamadıkları bir imtiyâzı mücerred hoş görünmek emel-i ebleh-firîbânesiyle kendiliğimizden vereceğiz. Bugün Mısır’da bu mahkemelerin birer numûnesini görüyoruz. Vâkı’a bu hâl orada uhûd-i kadîme icâbâtındandır. Zîrâ Mısır’ın Osmanlılardan mukaddemki sâhibleri ecnebîlere imtiyâz bahşı husûsunu daha vâsi’ bir mikyâsda tatbîk etmişler, hakk-ı istiklâl ile gayr-i kābil-i te’lîf tarzda konsoloslara hakk-ı kazâ tanımışlardır. Osmanlılar da hîn-i istîlâda sathî bir tasdîk ile iktifâ ediverdiler. Binâ-berîn imtiyâzlar alâ hâlihi kaldı ve nihâyet Londra mukāvelesiyle o sahîf esaslar te’eyyüd etti. Konsoloslar orada tebe’a ile ecnebîler arasındaki da’vâları da tedkīke selâhiyetdârdırlar. Hattâ emlâke müte’allik de’âvîyi bile rü’yet ederler. Sonra gûyâ ehven-i şer kabîlinden olmak üzre konsoloslara âid bu hakk-ı kazânın muhteliten teşekkül edecek mehâkime devri kararlaşdı. Mehâkim-i muhtelite vücûd buldu. Üçü bidâyet ve üçü istînâfa âid olmak üzere, altı Avrupalı hâkim Mısır hâkimi sıfâtıyla icrâ-yı kazâya başladılar. Mısır fermânında Avrupalıların ikāmetine ve ahâli ile mu’âmelâtına dâir Mısır hükûmetinin mukāvele yapabileceği musarrah olduğundan ihtimâl ki bu mes’ele de o kabîlden addolundu da böyle bir mukāvele akdi hükûmet-i mahalliyyece selâhiyet dâhilinde görüldü. Bunların müddetleri beş senedir, fakat dâima tecdîd ediliyor, mevki’leri, selâhiyetlerini tevsî’e hâdim oluyor. Mehâkim-i ehliyye ise yevmen fe-yevmen sukūt etmektedir. İşte görülüyor ki bunların Mısır hâkimi sıfâtıyla hükmetmeleri bu mahkemeye bir şekl-i millî veremiyor. Ecnebîlerin tahakküm-i hod-pesendâneleri altında bî-çâre Mısırlılar eğilip duruyor. Artık ibret alalım da ecnebî hâkimlerden teşekkül edecek mehâkimi benimsemeyelim. Kelimât ile bu zevâtın mâhiyetlerini ne kadar tecrîde çalışsak, yine bunlar ecnebîdir. Kendileriyle teşekkül edecek mahkemeler hiçbir zaman muhtelit vasfıyla vasıflanmaktan kurtulamaz. Müddet münkazî olsa bile bu mevâ’îd-i arkūbiyyeye nihâyet gelmez. İmzalarıyla muveşşah mu’âhedeleri bile haşîn elleriyle yırtmakda cery ayaklarıyla çiğnemekte pervâ göstermeyen, hak ve adâlet düşünmeyen, bu gibi hissiyât ile yalnız zayıfların mütehassis olacağını îmâdan bir lahza hâlî kalmayan, bize karşı dâima müstehziyâne sırıtan dostlarımız, kimbilir o günlerde de hâtır u hayâle gelmez ne bahâneler ile va’adlerini incâze lüzûm görmeyecekler. Ve va’adlerine iğtirâren teşkîl edeceğimiz mehâkim-i muhtelitenin ilgâsına kalkışacak olur isek müte’azzımâne edâlarla Avrupa’nın teveccühüne kesb-i is- CİLD 1 – ADED 11 - SAYFA 169 SIRÂTIMÜSTAKĪM 159 tihkāk için fedâkârlık lüzûmundan ve sabr u i’tidâl büyük kavimlerin hasâ’is-i mümtâzesi olduğundan bahs edeceklerdir. Biz de bu mûnis ve müsekkin sözlerin te’sîrâtıyla bedbahtlığımıza ağlayarak bütün imtiyâzât-ı sâbıkaya ilâve olarak bir de mehâkim-i muhtelite yükünü arkamıza alıp akvâm-ı mütecâvire ile sâha-i terakkiyyâtda müsâbakaya çalışacağız! Artık bir hayâl için hakīkat fedâ olunacak zamanlarda değiliz, mâdem ki kānun-ı esâsîyi i’lân ettik. Bütün etvâr u harekâtımızda ciddiyet gösterdik. Hissiyâta mağlup kavimlerden olmadığımızı bilfi’l isbât eyledik. O halde mu’azzam nâmuslu bir kavmin sözünden mü’essir bir kuvve-i te’- yîdiyye bir te’minât olamaz. Ecnebîlerde zerre kadar hiss-i müsâvât, hiss-i insâniyet, hiss-i adâlet var ise, bilâ tereddüt –ta’vîz nâmıyle degil– bu hakkımızı teslîm etmeleri lâzım gelir. Bizim nâmusumuza i’timâd etmiyorlarsa biz de onların sözlerine, va’adlerine inanmakda ma’zûruz. Mehâkim-i istînâfiyyemize ecnebî hâkimleri kabûl ederek imtiyâzât-ı mevcûdeyi tevsî’ edemeyiz ama haksızlıkda devam edeceklermiş ne yapalım etsinler. 6- İmtiyâzât-ı ecnebiyye nokta-i nazarından devletimizin geçirdiği edvâr-ı târîhiyyeden devr-i ahîrin mukteziyâtına münâfîdir. Zîrâ târîhimizi bu cihetden tedkīk ve tetebbu’ eder isek beş devre musâdif oluruz. Birinci ki Devlet-i Osmaniyye’nin ibtidâ-yı teşekkülünden Sultân Süleyman Kānûnî zamanına kadar devam eder. Devletin bu devirde ecnebîlere imtiyâz verdiği görülmez. Şu kadar ki, zımnî bazı müsâ’adelere iğmâz-ı ayn etmiş olduğu anlaşılır. Meselâ Fâtih hazretleri İstanbul’a girdiklerinde sadâkat gösteren Cenovalılar’ın mü’esses idârelerini resmen tanımamakla beraber, kendi hâllerinde oturmalarına müsâ’ade buyurmuşlar ve ma’hûd Bizans mu’âhedelerini hükümden iskāt etmişlerdi. Fakat bazı husûsâtda imtiyâzâtın fiilen devâmına meselâ bir da’vâ zuhûrunda konsolosların beraber bulunmasına ilişilmemişdi. Vâkı’a Sultan Selim hazretleri Mısır’ı fetihlerinde oradaki imtiyâzâtı tasdîk buyurdular. Trablusgarb ve Tunus’un işgâlinde de hâl-i mevcûd ibkā edildi. Fakat bunların hiç biri imtiyâz i’tâsı şekil ve tarzında olmadığı için bu devri imtiyâz devri olarak addedemeyiz. İkinci devir ki, Sultân Süleyman Kānûnî’nin zaman-ı saltanatından Tanzîmât-ı Hayriyye’ye kadar devam eder. İşte imtiyâz devri bu devirdir. Devletimiz etrâf u eknâfe avâtıf-ı imtiyâziyyede bulunmak fikr-i semîhânesini ta’kīb eylemektedir. Hiçbir mukābele aranmaksızın ihsân kabîlinden olarak verilmeye başlanılan bu imtiyâzât, devrin sonlarına doğru azîm mağlubiyetlerimizin birer âbide-i hacâleti olmak şeklini gösterir, hemen her fırsattan istifâde ile ilticâsından bahs ettiğimiz Fransa Kralı Birinci Fransuva teveccüh-i hümâyûnu kazanarak vatanımız hesabına 934 tarihli fermânı ahze muvaffak olmuşdur ki hükümdârın zamân-ı hükûmetiyle mukayyed olan şu ahid muhteviyât-ı muzırrası itibârıyle mukaddemâ Venediklilere verilen fermân şekil ve tarzında olmadığından ilk kapitülasyonu teşkîl eylemektedir. [169] Selîm-i Sânî Dokuzuncu Şarl’a bunun ikincisini bahşediyor, üçüncüsünü de Murâd-ı Sâlis Henri’ye veriyor. Nihâyet Napolyon’a verilen sekizinci kapitülasyon Fransız kavmine en ziyâde mazhar-ı müsâ’ade millet muâmelesi te’mîn ediyor. Bu lütuflar tabî’î yalnız Fransızlara inhisâr etmedi. İngiltere (1086 Hicrî), Avusturya Mukaddes Roma İmparatorluğu nâmıyla (1130), Prusya (1171), Rusya (1188), Sicilyateyn ki bu gün İtalya istifâde ediyor, Danimarka, Felemenk, İspanya, İsveç Cemâhîr-i Müttefika-i Amerika, Belçika, Meksika, Brezilya, Portekiz hükûmetleri de muhtelif târihlerde aldıkları fermânlar, akdettikleri ticâret mu’âhedeleriyle bu ziyâfet-i umûmiyyeden nevâle-çîn oldular. Üçüncü devir ki, imtiyâzât-ı ecnebiyye aleyhinde teşebbüs devridir. Tanzîmât-ı Hayriyye’den Paris Mu’âhedesi’ne kadar devam eder. Bu devirde devletin imtiyâz vermek fikri görülmüyor, bilâkis tahdîde mütemâyildir. İhtimâl ki bu da Tanzîmât-ı Hayriyye’nin herkesin gözünü açmasından ecnebîlere câ-becâ verilen imtiyâzâtın mahzûrları anlaşılmaya başlamasından neş’et etmektedir. İmtiyâzâtın aldığı şekil artık ahâlînin hissiyâtına, devletin hukūk-ı hâkimiyyetine dokunuyor. Devlet bu kuyûdâtdan kurtulmaya hâhişger görülüyor. Ref’i ümîd olunmasa bile tahdîdi mümkün olacağı te’emmül olunuyordu. İşte bu ümniyedir ki Reşîd Paşa merhûmun himmetiyle devleti yeni ticâret mu’âhedeleri akdine sevketti ve bu mu’âhedât ile kapitülasyonların ticârete müte’allik mevâdd-ı müşevveşesi mahv ü izâle edildi. Gümrük resminin kıymet-i resmiyye ile takdîri kabûl olunarak ta’rifeler vücûda getirildi. Bu ilk adımı Kanlıca Mu’âhedesi ta’kīb etti. Artık devlet nokta-i nazarını fâş ediyor, ecnebîlere imtiyâz vermek istemiyordu. Vâkı’a ma’rûz kaldığı hücûm-ı siyâsîye karşı tâb-âver olamayarak bu mu’âhede ile Yunanlılara da biraz imtiyâz bahşetmiş ise de mu’âhedeyi en ziyâde nâ’il-i müsâ’ade-i millet mu’âmelesi esâsına ibtinâ ettirmemişdir. Bu eser o zaman için mühim bir terakkī-i fikir sayılır. Nitekim mu’âhedenin şeklen olsun mütekābil olması nazar-ı i’tinâdan dûr tutulmamışdır. Dördüncü devir ise imtiyâzât-ı ecnebiyyenin ref’i esâsını vaz’ etmektedir ki Paris Mu’âhedesi’nden Kānun-ı Esâsî’nin neşr ü i’lânına kadar devam eder. Zîrâ bu devrin mebde’ini teşkîl eden mu’âhedenin yedinci maddesi devletin Avrupa hukūk-ı umûmiyyesi kavâ’idinden müstefîd olacağını gösteriyor. Şu hâlde ahvâl-i kadîme-i mevcûde bir hâl-i istisnâ’î teşkîl ediyor. Devlet vaz’ olunan bu kā’idenin netâ’ic-i tabî’iyyesini derhâl istihsâle çalışmış ise de dostlarımız keyfiyeti mü’essesâtımızın ikmâline ta’lîk eylemişlerdi. Bu mu’âhededen sonra ikinci ticâret mu’âhedeleri akdolundu imtiyâzât-ı ecnebiyyenin ticâret ve seyr-i sefâinine müte’allik ahkāmı kaldırıldı. Bu sûretle imtiyâzların dörtte üçü bitti. Bu sırada tâbi’iyyet-i kānuniyye de neşrolunarak berât-ı mahmiyyet netîcesi olarak verilen mu’âfiyet sû-i isti’mallerine nihâyet verildi. Bu devrin mahsûlü olan müstahdemîn-i mümtâze nizamnâmesi de kavas ve tercümanların aded ve derecât-ı imtiyâzı ve âilelerine sûret-i şümûlü mesâ’ilini bir esâs-ı sâlime rabt u tahdîd ve ecnebî tüccar hizmetindeki tebe’anın 160 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 11 - SAYFA 170 dahi mevki’ini ta’yîn ederek birçok yolsuzlukları bertaraf etti. Konsolosların gümrük mu’âfiyeti nizamnâmesi, ecnebîlerin istimlâk-i emlâk edebilmelerinde vaz’ olunan şart-ı mühim; devletçe imtiyâzât-ı ecnebiyyeyi ref’ esâsının ne derecelerde i’tinâ ile iltizâm ve müdâfa’a olunduğunu bütün âlem nazarında isbât eyledi. Hulâsa bu devir, imtiyâzâtın ref’i husûsunda pek muhteşem safahât irâ’e eder. Vâkı’a nazar boncuğu kabîlinden olarak bu devrin dahi çirkin bir safhası gösterilebilir. Evet i’tirâf edelim ki, 1293 tarihinde İran hükûmeti ile Erzurum’- da akdettiğimiz mu’âhede kapitülasyon esâsına müsteniddir. Fakat devr için zâde-i mâder be-hatâ olan bu u’cûbenin mevcûdiyeti ne kadar şâyân-ı te’essüf olursa olsun devletin bu devrede ta’kīb ettiği nokta-i nazarın kuvvetini ta’dîl edemez. Beşinci devir ise Kānûn-ı Esâsî devridir. Bu devirde teşkîlât-ı adliyye vücûda getirilmişdir. Paris Mu’âhedesi âkidlerinin incâz-ı va’d etmeleri zamanı hulûl etmişdir. Devletimiz bu devrede bunun için dâima çırpınıp duruyor, halâ uğraşılıyor hür Osmanlıların ilk kabinesinin programında bu mes’ele lâyık olduğu mevki’i bulmuşdur. Zâten Berlin Mu’âhedesi’nin vücûda getirdiği hükûmet ile olan mu’âmelâtımızda hukūk-ı düvel esâsını dâima arıyorduk. Sırbistan ile olan münâsebetimiz hukūk-ı düvel mu’âmelâtına tamamıyle muvâfıkdır. Karadağ’ın mevki’i biraz farklı olmakla beraber yine hukūk-ı düvel kavâ’idiyle mehmâ emken tevfîk-i mu’âmeleye çalışılmaktadır. Vâkı’a Romanyalılar konsolos mu’âhedesi akd olununcaya değin en ziyâde nâ’il-i müsâ’ade millet mu’âmelesi görecekler ise de tabî’î akd edeceğimiz mu’âhedede nokta-i nazarımız muhâfaza olunacakdır. Devr-i istibdâdın en son günlerinde Romanya ile konsolosluk mu’âhedesinin akdi kuvve-i karîbeye gelmiş ve mesmû’âtımıza nazaran kapitülasyonlar esâsına karîb bir mu’âhede akdiyle devletimizin asırlardan beri ta’kīb ettiği nokta-i nazarın zîr ü zeber edilmesine ramak kalmış iken, min-tarafillâh Romanya Meb’ûsân Meclisi’nce hazırlanan mu’âhede lâyihası, daha istifâdeli bir mu’âhede akdi arzıyle mazhar-ı tasvîb olmamış ve rahmet-i celîle-i sübhâniyye eseri olarak emellerine muvaffak olamadan Kānûn-ı Esâsî ahkâmı ihyâ olunup bi-havlihî ve keremihî te’âlâ muhtemel endîşeler tamamıyle zâ’il olmuşdur. Bu devr-i mes’adet inşâ’allah imtiyâzât-ı ecnebiyyenin bakāyâsını da silip süpürecek devletimizi kâffe-i hukūkuna mâlik reşîd hükûmetler idâdına idhâl eyleyecekdir. İşte bütün bu tafsîlât isbât ediyor ki bu devrin muktezeyâtı öyle ecnebîleri hâkim sıfatıyla mahkemelerimize getirerek re’ylerini almak değil tebe’alarıyle beraber hazır bulunmak dâ’iyesinde olan ecnebî tercümanlara reşîd bir hükûmetin âdil mahkemelerinde bulunduklarını anlatarak hukūkumuzu muhâfaza etmekdir. İmdi mevcûdiyetleriyle, kemâl ü irfânlarıyle iftihâr ettiğimiz âlî-kadr muharrirlerimiz devletimizin bu nokta-i nazarını muhâfaza etmeli ve feyizli kalemlerini [170] bir an evvel şu imtiyâz esâretinden kurtulmak esbâbını i’dâd ve tehyi’eye hasr eylemeli, o kalemler ki şimdiye kadar zâten hep bu yolda mücâdelelere vâkf-ı vücûd etmişler ve mu’azzez sevgili vatanın zulümât-ı ye’s ile muhât olan ufuklarının envâr-ı hürriyyetle müstenîr olmasına gece ve gündüz çalışmışlardır. Mardinîzade: Ebu’l-Ulâ
SIDK-I NÜBÜVVET-İ MUHAMMEDİYYENİN TÂRÎHEN SÜBÛTU –mâba’d– O Resûl-i ümmî-i Kureyşî Fil Senesi Rebîulevvel’inin on ikinci gecesi (20 Nisan sene 571) Mekke-i Mükerreme’de yetîm olarak şeref-bahş-ı âlem-i vücûd oldu. Henüz rahm-i mâderde iken peder-i büzürg-vârı Abdullah vefât ederek metâ-‘ı dünya nâmına beş deve ile birkaç koyun ve bir câriyeden ibâret –ve bir rivâyete nazaran bundan da az– bir mirâs bırakmışdı. Sinn-i âlîsi altıya varınca vâlide Âmine binti Vehb (bin Abdi Menâf bin Zühre bin Kilâb) dahi vefât ederek emr-i infâk ve i’âşesini cedd-i âlîsi Abdulmuttalib deruhde etti. İki sene sonra Abdulmuttalib dahi vefât edince ma’îşetine tekeffül hidmet-i mübeccelesi ammi Ebû Tâlib’e intikāl eyledi. Ebû Tâlib şehâmet ve keremle mevsûf meziyyât-ı âliyye ashâbından bir zât idi. Lâkin fakr ü zarûreti kendi âilesinin bile idâresine güç kifâyet ediyordu. Zât-ı Akdes-i Risâlet-penâhî ise (sallâllâhu aleyhi ve sellem) zâhir-i hâlde amcazâdelerinden ve kavm ü kabîlesi sıbyânından farksız idi. Bir fark-ı zâhirî aramak lâzım ise, o da zât-ı pâki nübüvvet-penâhîlerinin anadan da babadan da mahrûm bir yetîm olması, metâ’-ı dünyadan kendisi mahrûm olduğu gibi emr-i i’âşesini deruhde edenlerin de behremend olamaması, başkası için ni’met sayılan mürebbî ve mühezzib hakkı nâmıyle dûş-i minnetinde bir hak bulunmaması idi. İbâdet-i evsâna alışmış komşular, şûrezâr-ı câhiliyyetden yetişmiş refîkler, evhâma tâbi’ nigehbânlar, hizmet-i esnâm ile müftehir akārib arasında bulunduğu halde akl ü kiyâseti, edeb ü fazîleti, ahlâk-ı marziyyesi, kemâlât-ı insâniyyesi günden güne mütezâyid, nâsiyesinde tâbiş-nümâ olan sitâre-i fürûzân-me’âlî ânen-fe-ânen mütesâ’id oluyordu. Her hâl ü şânı hilkaten bir misli daha yaradılmamış bir insân-ı ekmel, âlem-i insâniyyeti hâksâr-ı mezelletden âsumân-ı me’âlîye is’âd şânından olan bir kâmil-i bî-bedel olduğunu erbâb-ı dikkate gösteriyordu. Kemâlât-ı ahlâkıyyesini inkâr eden bulunmazdı. Herkes kendisinde nüfûs-ı be- 3 Fussilet, 41/53. 4 Müzemmil, 73/18. 5 “Sa’dî”, Mehmed Âkif’in yazı ve şiirlerinde birkaç kere kullandığı müste’âr (takma) adıdır. CİLD 1 – ADED 11 - SAYFA 173 SIRÂTIMÜSTAKĪM 163 şeriyyenin idrâk edemeyeceği bir meziyet, hiçbir kimsenin erişemeyeceği bir ulviyet olduğunu hissediyordu. Emîn-i vahy-i ilâhî olmazdan evvel kavm ü kabîlesinin emîni olmuşdu. Mekke sükkânı beyninde ne zaman bir ihtilâf zuhûr etse “Muhammedü’l-Emîn”in (sallâllâhu aleyhi ve sellem) sözü faysal-ı sâdık-ı adâlet, nass-ı kātı’-ı hakīkat diye telakkī olunurdu. Bir yetîmin, bâ-husûs fakīr bir âilenin mu’âvenetiyle geçinir bir yetîmin kendiliğinden bu mertebe-i bâlâ-terîn-i kemâle vusûlü te’dîb-i ilâhî, terbiye-i sübhânî ile değil de nedir? Bir mektebe oldu kim müdâvim Allah idi zâtına mu’allim Elhâsıl Fahr-i âlem (sallâllâhu aleyhi ve sellem) hazretleri bütün kavm ü aşîreti nâkıs iken kâmil, cümlesi insâniyetin derekât-ı vâpesîninde yuvarlanırken a’lâ-yı illiyyîn-i kemâle vâsıl, hepsi ümîd-i necât ile sanemler arkasında dolaşırken muvahhid-i hakbîn, kâffesi nizâ’ ve ihtilâfa hâhişger iken müsâlemet-güzîn, onlar evhâm u hurâfâta mağlûb iken sahîhu’l-i’tikād, onlar hayır nedir bilmez iken mâ’- il-i hayr u dâd olarak sinn-i kühûleti bulmuş idi. Bütün halk hakīkatden büsbütün gâfil iken hakīkat bütün kemâliyle, bütün revnâk ve cemâliyle kalb-i mübârekini penâh-ı istikrâr ittihâz etmişdi. Hâlbuki bakılsa onun gibi fakīr doğan yetîm büyüyen, ümmî yetişen bir kimse kendisini irşâd edecek bir kitâb olmazsa, îkāz edecek bir üstâd bulunamazsa, ona küçük, büyük her işde mu’în ve zahîr olacak bir kuvvet imdâd etmezse, bidâyet-i neş’etinden zaman-ı kühûletine kadar etrâfında ve bâ-husûs akārib ü akrânından ne görürse nefsi ona meyletmek, ne işitirse aklı u fikri onunla müte’essir olmak tabî’î değil midir? Bu hâl-i hâriknümâsı bir nefes-i rahmânînin mahsûl-i te’yîd ve terbiyesi olmasaydı hiç olmazsa –yine o devrede yetişen “i’tikād-ı hanîfî” ashâbından birkaç kişide olduğu gibi– evvel be-evvel kavminin akīdesi üzere neş’et eder, onların mezheb-i bâtılına sülûk eyler de aklı mertebe-i kemâle varıp icâle-i fikr ü nazara kādir olduktan sonra şehrâh-ı hidâyette gördüğü delîl ü burhâna istinâden, dalâletden rucû’ eder, emr-i i’tikādda efrâd-ı kavmine mütâba’atdan ferâğat eylerdi. Lâkin bu kāide-i tabî’iyye hakk-ı risâlet-penâhîlerinde cârî olmadı. O rahmeten li’l-âlemîn müsebbihasıyle tevhîde işâret ederek, nişâne-i ubûdiyyet olmak üzere secde-i tazarru’a kapanarak zînet-bahş-ı âlem-i şühûd oldu. Hayatının ilk gününden beri putperestlikden nefret ederdi. Tufûliyet-i ûlâsında bile [173] hüsn-i i’tikād ve hüsn-i ahlâka numûne-i imtisâl idi. Akīdece reyb ü iştibâh, etvâr ü efkâr ve hissiyâtca meyl-i günâh akl ü kalbine rehyâb-ı tekarrüb olamamışdır. 1 (ىَدَهَفً الاَضَ كَدَجَوَو (âyet-i kerîmesi hakīkate müstenid olan bu müdde’âmızı tevhîn etmez. Bidâyet-i hâlinde (hâşâ) bir i’tikād-ı fâsidi var iken sonradan nâ’il-i hidâyet olduğunu, ve yâhûd mu’ahharan tashîh-i ahlâk eylediğini îmâ etmez. Kitâbullahdan böyle bir ma’nâ çıkarmak –hakk-ı risâletde olduğu gibi– hakk-ı ulûhiyyetde de iftirâ ve bühtândır. 1 Duhâ, 93/7. Buradaki “dalâl” rehyâb-ı hidâyet olmayanları tahlîse yol arayan, helâk olmak üzere bulunan erbâb-ı dalâleti kurtarmaya çâre düşünen ehl-i ihlâsın kalbine müstevlî olan hayretdir. Halka kendilerinden daha ra’ûf ve rahîm olan Resûl-i Ekrem (sallâllâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz hazretleri de bütün âlemi irşâd etmek, onları tarîk-ı hakkı irâ’e ile is’âd eylemek için dü çeşm-i basîretle bir şehrâh-ı selâmet arıyordu. Tâkat-fersâ-yı himmet-i beşer olan böyle bir emr-i azîmi kendiliğinden, hem de yalnız başına hayyiz-i fi’le çıkarmanın imkânsızlığı kendisini müstağrak-ı veleh ü hayret etmişti. Lâkin cânib-i Hak’dan hil’at-i vâlâ-yı risâletle mazhar-ı ıstıfâ ve imtiyâz buyurulunca, vahy-i ilâhî ile telkīn-i şerî’ate me’mûr edilince bu hayreti zâ’il oldu. Ancak şân ü himmet-i Muhammedîsine çesbân olabilen vazîfe-i mukaddeseyi bi-hakkın îfâ etti. Âyet-i kerîmedeki “hidâyet” işte budur Sadede avdet edelim: Hazret-i Resûl (sallallâhu aleyhi ve sellem) kavminin ağniyâsından sayılan Hazret-i Hadîce’nin (radiyallâhu anhâ) emvâlini tarîk-i ticâretle tenmiye etmek ve mu’ahharan ona zevc olmak sûretiyle def’-i ihtiyâc ve zarûrete muvaffak oldu. Min tarafillâh yed-i mübârekine tevdî’ buyurulan makālîd-i hayr ü bereket sâyesinde semere-i sa’yinden iktisâb eylediği servet ü sâmân ile refâh ü râhat husûsunda e’âzım-ı kavminin hiçbirinden geri kalmamak elinde idi. Lâkin onlar gibi hutâm-ı dünyaya aldanmadı. Bu âlem-i yekrûzenin ârâyiş-i dîde-firîbine mağrûr olmadı. Bilâkis sinn-i âlîsi terakkī ettikçe umûmun mecbûl olduğu arzû-yı tereffüh ve tene’ümden firârı artıyordu. Melekût-i semâvât ü arzı nazar-ı murâkabe ile temâşâ ve dekāyık-ı san’at-ı rabbâniyyeyi, rekāyik-ı hikmet-i ilâhiyyeyi taharrî ve tedkīk için vahdet-güzîn olmak, hem kavmini hem de bütün âlemi giriftâr oldukları girdâbe-i mezelletten tahlîs gibi bir emel-i ulvî-i Hudâ-pesendâneye muvaffakiyet ricâ ve niyâzıyle bârgâh-ı Zülcelâle dest-güşâ-yı münâcât olmak husûsundaki meyl-i vicdânîsine bir türlü mukāvemet edemiyordu. Ahmed Naim