Mescidi Aksâ`ya sefer ettiğimi söylediğimde Kureyş beni yalanlayınca Mescidi Harâm`a gidip Hicir`de ayakta durdum. Müteâkıben Allah bana, Beyt-i Makdis ile gözümün arasındaki mesâfeyi kaldırdı da (denemek için ne sordularsa) Mescid-i Aksâ`ya bakarak onun nişânelerinden Kureyş`e haber vermeye başladım.
Hz Muhammed sav
buhari 1550
30 Kasım 2016 Çarşamba
Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem Hicr-i Kâbe`de namaz kılıyordu. Bunun üzerine Ukbe İbn-i Ebî Muayt çıkageldi. Ukbe Resûlullah`ın ridâsını (toparlayıp onun mübârek) boynuna koyarak onu şiddetli bir sûretle boğmaya başlamıştı ki, bu sırada Ebû Bekir geldi. Nihâyet Ukbe`nin omuzunu tuttu ve onun tecâvüzünü Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`den defetti. Ve "Fazîletli bir adamı, Rabb`im, Allah! diyor diye öldürecek misiniz?" meâlindeki âyeti sonuna kadar okudu.
buhari 1544
Allah Teâlâ buyuruyor:
“Zikret Habîbim o zamanı ki, o zamanda biz, İbrâhim’e Beyt-i Şerîf’in mekânını tâyin ve o mekânı ona mercî kıldık. Ve İbrâhim’e vahyettik ki: “Sen bana hiç bir şeyi şerîk kılma ve Beyt’imi ziyâret ve tavaf edenlere ve kâim olup îbâdetle meşgul olanlara ve rükû ve sücûd edenlere Beyt’imi tathîr et. Bu sûretle tavaf edecek olanlara Beyt’in temiz ve hazır olmasını tavsiye ettik.” (Hac sûresi, 26)
Ebu’s-Suûd Efendi’nin beyânına nazaran, İbrâhim -aleyhisselâm’ın Kâbe’yi binâsı Kâbe’nin ikinci defâki binâsıdır.
İlk olarak Âdem -aleyhisselâm- binâ etmiş, bu binâ Nûh tûfânında kaybolmuştur.
İkinci olarak İbrâhim -aleyhisselâm- binâ etmiş.
Üçüncü olarak zamân-ı câhiliyede İslâm’ın zuhûrundan evvel Kureyş tarafından binâ edilmiş ve bu binâ da Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- efendimiz nübüvvetle ba’s olunmazdan evvel binâ edilmiştir.
Dördüncü defâ Abdullah ibn-i Zübeyr binâ etmiştir.
Beşinci defâ Haccâc-ı Zâlim tarafından binâ edilmiştir.
Zübdet’ül-Buhârî’de zikredilen hadîs-i şerîf muktezâsınca, yeryüzünde en evvel konulan ve binâ edilen mescid Kâbe-i Muazzama’dır.
Bu mâbed on bir kere binâ ve tecdit edilmiştir ki bunlar:
1- Evvelâ Melâike-i kirâm nurdan bir binâ olarak inşâ etmişlerdir. 2- Hazret-i Âdem, 3- Hazret-i Şit, 4- Hazret-i İbrâhim, 5- Amâlikalılar, 6- Cürhüm kabîlesi, 7- Kusayy, 8 -Kureyş, 9- Abdullah bin Zübeyr, 10- Haccac-ı Zâlim
11- Bağdat Fâtihi Sultan IV. Murâd’dır.
Fahr-i Râzî ve Nîmetullah Efendi’nin beyânları veçhile birinci binâ tûfan ile zâil olduğundan Hak teâlâ hazretleri vahy ile Hazret-i İbrâhim’e Beyt’in mahallini bildirmiştir.
İbn-i Abbas -radıyallahu anh-’den şöyle rivâyet olunmuştur:
İbrâhim -aleyhisselâm- Hacer’le evlenip İsmâil olduktan sonra emzirmekte olduğu bu oğlu ile beraber Sâre’nin taarruzundan korunmak için Şam’dan çıkıb Mekke’ye geldi.
Nihâyet Hacer’le İsmâil’i Mescid-i Haram’ın bugünkü bulunduğu yerine ve Mescid’in yüksek bir mahallindeki Zemzem kuyusunun yukarısında büyük bir ağacın yanına b›raktı.
O tarihte Mekke’de hiçbir kimse yoktu. Hatta içecek su da yoktu. İbrâhim -aleyhisselâm-, bu ana ve oğulu buraya bıraktı. Yanlarında da içi hurma dolu meşin bir dağarcık ve içi su dolu bir kırba bıraktı. Sonra İbrâhim -aleyhisselâm- kendisi Şam’a gitmek üzere döndü. İsmâil’in anası Hacer de peşi sıra onu takib etti de:
– Ey İbrâhim! Bizi bu vâdide bırakıp da nereye gidiyorsun? Böyle bir vâdi ki, ne görüp görüşecek var, ne başka bir hayat eseri var, dedi.
Hacer bu sözlerini tekrar ettiyse de İbrâhim ona dönüp bakmadı. Hacer:
– Bizi buraya bırakmanı sana Allah mı emretti, diye sordu. İbrâhim de:
– Evet Allah emretti, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hacer:
– Öyleyse Allah bize yetişir, O bizi korur, yalnız bırakmaz, zâyi etmez, dedi.
Sonra Kâbe’nin yerine döndü. İbrâhim -aleyhisselâm- da ayrılıp gitti. Tâ Mekke’nin üstündeki Seniye mevkiinde görülmeyecek bir yerde bulununca yüzünü Kâbe’ye çevirdi, sonra ellerini kaldırarak şöyle duâ etti:
“Allah’ım! Zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes olan evinin yanında ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Sebebi şudur ki Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Onların şükretmeleri me’mul olduğu için kendilerini bazı meyvelerle rızıklandır.” (İbrahim sûresi, 37)
buhari 1544
Allah Teâlâ buyuruyor:
“Zikret Habîbim o zamanı ki, o zamanda biz, İbrâhim’e Beyt-i Şerîf’in mekânını tâyin ve o mekânı ona mercî kıldık. Ve İbrâhim’e vahyettik ki: “Sen bana hiç bir şeyi şerîk kılma ve Beyt’imi ziyâret ve tavaf edenlere ve kâim olup îbâdetle meşgul olanlara ve rükû ve sücûd edenlere Beyt’imi tathîr et. Bu sûretle tavaf edecek olanlara Beyt’in temiz ve hazır olmasını tavsiye ettik.” (Hac sûresi, 26)
Ebu’s-Suûd Efendi’nin beyânına nazaran, İbrâhim -aleyhisselâm’ın Kâbe’yi binâsı Kâbe’nin ikinci defâki binâsıdır.
İlk olarak Âdem -aleyhisselâm- binâ etmiş, bu binâ Nûh tûfânında kaybolmuştur.
İkinci olarak İbrâhim -aleyhisselâm- binâ etmiş.
Üçüncü olarak zamân-ı câhiliyede İslâm’ın zuhûrundan evvel Kureyş tarafından binâ edilmiş ve bu binâ da Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- efendimiz nübüvvetle ba’s olunmazdan evvel binâ edilmiştir.
Dördüncü defâ Abdullah ibn-i Zübeyr binâ etmiştir.
Beşinci defâ Haccâc-ı Zâlim tarafından binâ edilmiştir.
Zübdet’ül-Buhârî’de zikredilen hadîs-i şerîf muktezâsınca, yeryüzünde en evvel konulan ve binâ edilen mescid Kâbe-i Muazzama’dır.
Bu mâbed on bir kere binâ ve tecdit edilmiştir ki bunlar:
1- Evvelâ Melâike-i kirâm nurdan bir binâ olarak inşâ etmişlerdir. 2- Hazret-i Âdem, 3- Hazret-i Şit, 4- Hazret-i İbrâhim, 5- Amâlikalılar, 6- Cürhüm kabîlesi, 7- Kusayy, 8 -Kureyş, 9- Abdullah bin Zübeyr, 10- Haccac-ı Zâlim
11- Bağdat Fâtihi Sultan IV. Murâd’dır.
Fahr-i Râzî ve Nîmetullah Efendi’nin beyânları veçhile birinci binâ tûfan ile zâil olduğundan Hak teâlâ hazretleri vahy ile Hazret-i İbrâhim’e Beyt’in mahallini bildirmiştir.
İbn-i Abbas -radıyallahu anh-’den şöyle rivâyet olunmuştur:
İbrâhim -aleyhisselâm- Hacer’le evlenip İsmâil olduktan sonra emzirmekte olduğu bu oğlu ile beraber Sâre’nin taarruzundan korunmak için Şam’dan çıkıb Mekke’ye geldi.
Nihâyet Hacer’le İsmâil’i Mescid-i Haram’ın bugünkü bulunduğu yerine ve Mescid’in yüksek bir mahallindeki Zemzem kuyusunun yukarısında büyük bir ağacın yanına b›raktı.
O tarihte Mekke’de hiçbir kimse yoktu. Hatta içecek su da yoktu. İbrâhim -aleyhisselâm-, bu ana ve oğulu buraya bıraktı. Yanlarında da içi hurma dolu meşin bir dağarcık ve içi su dolu bir kırba bıraktı. Sonra İbrâhim -aleyhisselâm- kendisi Şam’a gitmek üzere döndü. İsmâil’in anası Hacer de peşi sıra onu takib etti de:
– Ey İbrâhim! Bizi bu vâdide bırakıp da nereye gidiyorsun? Böyle bir vâdi ki, ne görüp görüşecek var, ne başka bir hayat eseri var, dedi.
Hacer bu sözlerini tekrar ettiyse de İbrâhim ona dönüp bakmadı. Hacer:
– Bizi buraya bırakmanı sana Allah mı emretti, diye sordu. İbrâhim de:
– Evet Allah emretti, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hacer:
– Öyleyse Allah bize yetişir, O bizi korur, yalnız bırakmaz, zâyi etmez, dedi.
Sonra Kâbe’nin yerine döndü. İbrâhim -aleyhisselâm- da ayrılıp gitti. Tâ Mekke’nin üstündeki Seniye mevkiinde görülmeyecek bir yerde bulununca yüzünü Kâbe’ye çevirdi, sonra ellerini kaldırarak şöyle duâ etti:
“Allah’ım! Zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes olan evinin yanında ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Sebebi şudur ki Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Onların şükretmeleri me’mul olduğu için kendilerini bazı meyvelerle rızıklandır.” (İbrahim sûresi, 37)
Nebî sav,Hırâ dağında iken yanına Cibrîl gelmiş şöyle demiştir Yâ Resûlallah İşte şu Hadîce`dir sana doğru geliyor. Hadîce sana geldiğinde ona, Rabb`inden ve benden selâm söyle! Ve Cennet`te inciden yapılmış bir sarayla da müjdele ki, onun içinde (Hadîce`nin hoşlandığı gibi) gürültü, patırdı yok ve çalışmak, çabalamak da yok!
buhari 1537
buhari 1537
Uhud günü asker hezîmete uğrayıp Nebî sav`in yanından dağıldığı sırada Ebû Talha Resûlullah`ın huzûrunda -deriden kalkanını ona siper yaparak- sebât etmiş bulunuyordu. Ebû Talha, mahâretli bir kemankeşti. Yayının kirişi sertti; oku hızlı giderdi. Uhud günü Ebû Talha (çok ok attığından) iki, yâhut üç (yay) kırmıştı. O gün Ebû Talha`nın yanından -terkisi yayla dolu olarak- geçen her mücâhide Resûlullah: - Terkindeki yayları Ebû Talha`nın önüne boşalt (o atsın) derdi. Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem düşman (okçuları) na bakmak için ayağa kalkarsa hemen Ebû Talha: -Babam,anam sana kurban olsun yâ Resûla`llah sakın yükselme! Düşman oklarından bir uğursuz okun sana isâbet etmesinden korkarım; işte göğsüm, senin göğsünün önünde (siper) dir! derdi. Uhud günü hakîkî bir vâkıa da
Ebû Bekr`in kızı Âişe ile (annem) Ümm-i Süleym`i (mücâhitler arasında) görmemdir: Bunlar arkalarında kırbalar, çeviklikle su taşıyorlar,
yaralıların ağızlarına döküyorlardı. Kırbalar boşalınca
süratle geri dönüp gelerek kırbaları dolduruyorlar,sonra gelip
mecrûh mücâhitlerin ağızlarına boşaltıyorlardı.
buhari 1533
Ebû Bekr`in kızı Âişe ile (annem) Ümm-i Süleym`i (mücâhitler arasında) görmemdir: Bunlar arkalarında kırbalar, çeviklikle su taşıyorlar,
yaralıların ağızlarına döküyorlardı. Kırbalar boşalınca
süratle geri dönüp gelerek kırbaları dolduruyorlar,sonra gelip
mecrûh mücâhitlerin ağızlarına boşaltıyorlardı.
buhari 1533
29 Kasım 2016 Salı
Ebû Hüreyre r.a,Nebî sav`e geldi:Yâ Resûlallah Açlıktan zayıfladım tahammülüm kalmadı diye şikâyet etti. Resûlullah onu (it`âm için) kadınlarına gönderdi. Kadınlar: - Bizim yanımızda sudan başka bir şey yoktur! diye iâde ettiler. Bunun üzerine Resûlullah yanında bulunanlara: - Şu açı kim taâmına ortaklar, yâhut kim konuklar? buyurdu. Ensâr`dan bir kişi ayağa kalktı: - Ben! diye cevab verdi. Ve misâfir ile (evine) eşinin yanına gitti. Ve: - Haydi Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`in misâfirlerini ağırla! dedi. Fakat kadın: - Çocukların azığından başka evimizde bir şey yok ki! diye cevab verdi. Kocası: -O yemeğini getir,ışığını yak; çocuklarını da uyut! dedi. Kadın da akşam yemek yenileceği sırada yemeğini hazırladı, ışığını yaktı; çocuklarını da uyuttu, sonra kalktı, kandili düzeltir gibi oynayıp söndürdü. Bu sûretle karı, koca kendilerini misâfire yemek yiyor gibi göstermeye teşebbüs ettiler. İkisi de aç gecelediler, sabah olunca ev sâhibi Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`e gitti. Resûlullah onu görünce şöyle buyurdu: - Allah Teala Bu gece,karı-koca sizin güzel hareketinizi beğendi ve Allah Azze ve Celle:
(Ensâr, kendilerinin fakr ü ihtiyâcı olsa bile misâfir ve Muhâcirleri nefislerini tercîh ederler) kavl-i şerîfini inzâl buyurdu.
buhari 1527
(Ensâr, kendilerinin fakr ü ihtiyâcı olsa bile misâfir ve Muhâcirleri nefislerini tercîh ederler) kavl-i şerîfini inzâl buyurdu.
buhari 1527
Siz öteden beri mi Ensar ismiyle anılırdınız
Yoksa bu ismi size Allah mı koydu sorusuna
Enes b Malik r.a:
“Evet! Bize bu ismi Allah koydu!” demiştir.
Kur’ânı Kerîm’de Ensar hakkında şöyle buyurulur
“İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzellikle tâbi olanlar (yok mu?); Allah onlardan razı olmuştur.
Onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.
Allah bunlar için-kendileri içinde temelli kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akar cennetler hazırladı.İşte, bu en büyük kurtulustur. “
Yoksa bu ismi size Allah mı koydu sorusuna
Enes b Malik r.a:
“Evet! Bize bu ismi Allah koydu!” demiştir.
Kur’ânı Kerîm’de Ensar hakkında şöyle buyurulur
“İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzellikle tâbi olanlar (yok mu?); Allah onlardan razı olmuştur.
Onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.
Allah bunlar için-kendileri içinde temelli kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akar cennetler hazırladı.İşte, bu en büyük kurtulustur. “
Abdullâh b. Ömer`e r.a Iraklı bir kimse
sinek öldüren ihramlı kişinin hâlinden sormuştu. Abdullâh b. Ömer (hayret ederek): - Irak halkı sinek (öldürmek cinâyet olup olmadığını) soruyorlar. Halbuki onlar (vaktiyle) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem`in kızı (Fâtıma`)nın oğlu (Hüseyn`)i öldürmekten çekinmemişlerdi. (O Hüseyin ki, kardeşi Hasan`la haklarında) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: - Onlar benim dünyâdan (öpüp kokladığım) iki Reyhân`ımdır, buyurmuştur.
buhari 1514
sinek öldüren ihramlı kişinin hâlinden sormuştu. Abdullâh b. Ömer (hayret ederek): - Irak halkı sinek (öldürmek cinâyet olup olmadığını) soruyorlar. Halbuki onlar (vaktiyle) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem`in kızı (Fâtıma`)nın oğlu (Hüseyn`)i öldürmekten çekinmemişlerdi. (O Hüseyin ki, kardeşi Hasan`la haklarında) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: - Onlar benim dünyâdan (öpüp kokladığım) iki Reyhân`ımdır, buyurmuştur.
buhari 1514
Hz Ali r.a,Cemel vakasında Talha r.a'ın şehadetini duyunca çok ağlamış ve
ey Talha Benim ve senin şu ayette
"Biz cennetteki müttekilerin gönüllerindeki
kin ve husumeti çıkarmışızdır.Kardeş olarak karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar ve birbirlerine yüz çevirmezler." (Hicr: 47) buyurulan bahtiyar müttekilerden olmamızı temenni ederim" demiştir.
ey Talha Benim ve senin şu ayette
"Biz cennetteki müttekilerin gönüllerindeki
kin ve husumeti çıkarmışızdır.Kardeş olarak karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar ve birbirlerine yüz çevirmezler." (Hicr: 47) buyurulan bahtiyar müttekilerden olmamızı temenni ederim" demiştir.
28 Kasım 2016 Pazartesi
Fâtıma r.a değirmen çevirmekten eline hastalık gelmişti Nebî sav`e getirilen esirlerden bir hizmetçi istemek üzere gelmişti. Fâtıma Resûla`llah`a gittiğinde onu bulamadı. Yalnız Âişe`yi buldu ve ona derdini anlattı. Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem geldiğinde Âişe, Fâtıma`nın geldiğini haber verdi. Hazret-i Alî der ki: Bunun üzerine Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem bize geldi. Ve bizi yatağımızda yatarken buldu. Hemen ben kalkmağa davranırken Resûlullah bize: - Yerinizde durunuz! buyurdu. Ve ikimizin arasına oturdu. Sonra Resûlullah: - İyi dinleyiniz! Sizin benden istediğiniz hizmetçiden daha hayırlı size bir şey öğreteyim mi? Siz (gece) yatağınıza girdiğinizde otuz dört def`a Allahu Ekber; otuz üç kere de Sübhâna`llah dersiniz, otuz üç def`a da El-Hamdü li`llah dersiniz. Bu yolda zikir size hizmetçiden hayırlıdır! buyurdu.
buhari 1498
buhari 1498
Ömer b Hattâb r.a vefât ettiğinde ve hayır ile şehâdet ettiğimiz sıra ben bir cemâat içinde ayakta idim Ömerin nâşı tabutuna konmuştu. Cemâat Ömer İbnü`l-Hattâb için Allah`a duâ ettiler. Birisi omuzuma dirseğini koymuş şöyle diyordu: - Ey Ömer! Allah sana rahmet etti. Ben, Allah`ın muhakkak seni, iki dostunla (Resûlullah ve Ebû Bekr`le) berâber bulunduracağını kuvvetle umuyorum. Çünkü ben, Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`in çok def`a : "Ben, Ebû Bekr ve Ömer`le şöyle oldum; ben, Ebû Bekr ve Ömer`le şöyle işledim; ben Ebû Bekr ve Ömer`le şuraya gittim" dediğini işitmiştim. Bunun için ben, Allah`ın seni (Hücre-i Saâdet`te) iki dostunla berâber bulunduracağını kuvvetle umardım. (İbn-i Abbâs der ki:) bir de dönüp baktım ki: Bu hitâbe sâhibi,
Alî İbn-i Ebî Tâlib radiya`llahu anh`dir.
Abdullâh b. Abbâs r.a
buhari 1493
Alî İbn-i Ebî Tâlib radiya`llahu anh`dir.
Abdullâh b. Abbâs r.a
buhari 1493
Kim giydiği libâsını elbisesini kibirlenerek sürüklerse Kıyâmet gününde Allah ona rahmet nazarıyle bakmaz, buyurmuştu. Ebû Bekr: - Yâ Resûla`llah! Benim libâsımın iki tarafından birisi
-ben onu sürünmekten korumazsam- muhakkak yerde sürünür! (Ne buyurulur?) diye sordu. Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem de: - Sen kaftanını sürüklemeyi kibirlenerek işler değilsin! diye cevap verdi.
buhari 1489
-ben onu sürünmekten korumazsam- muhakkak yerde sürünür! (Ne buyurulur?) diye sordu. Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem de: - Sen kaftanını sürüklemeyi kibirlenerek işler değilsin! diye cevap verdi.
buhari 1489
Resûlullah`ın huzûruna girdim Yâ Resûlallah Ashâb içinde size en sevimli kimdir diye sordum. Resûlullah: - Âişe`dir! buyurdu. Ben: - Erkeklerden kimdir? dedim. Resûlullah: - Âişe`nin babası! buyurdu. Ben: - Sonra kimdir? dedim. Resûlullah: - Ömer İbn-i Hattâb buyurdu. Sonra Resûlullah bir takım ricâlin adlarını saydı. (Amr İbn-i Âs der ki: Resûlullah beni en sonraya bırakır korkusuyle sustum da başkalarını sormadım).
buhari 1488
buhari 1488
27 Kasım 2016 Pazar
Peygamber efendimiz kızı hazreti Fâtımâ’yı çağırıp kulağına bir şeyler söyledi.
Hazret-i Fâtımâ ağlamaya başladı.Sonra bir şeyler daha söyleyince hazret-i Fâtımâ güldü. Resûlullah efendimiz hazret-i Fâtımâ’ya vefât edeceğini söyleyince hazret-i Fâtıma ağladı. Sonra da; “Sana müjde olsun ki bütün
ehlimden önce sen bana kavuşursun.” buyurdu.
Bunun üzerine hazret-i Fâtıma sevinip güldü.
Hazret-i Fâtımâ ağlamaya başladı.Sonra bir şeyler daha söyleyince hazret-i Fâtımâ güldü. Resûlullah efendimiz hazret-i Fâtımâ’ya vefât edeceğini söyleyince hazret-i Fâtıma ağladı. Sonra da; “Sana müjde olsun ki bütün
ehlimden önce sen bana kavuşursun.” buyurdu.
Bunun üzerine hazret-i Fâtıma sevinip güldü.
Hristiyan bir kişi vardı Sonra müslüman olmuştu Bakara ve Âli İmrân Sûrelerini okumuştu. Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`e de vahiy kâtipliği yapmıştı. Bu adam sonra geri, Hristiyanlığa döndü. (Ve kaçarak Hristiyan câmiasına ihtihâk etti. Hristiyanlar onu yüksek makamlara çıkardılar) Bu mürted:Muhammed bir şey bilmez.Yalnız benim kendisine yazdığım şeyleri bilir, demeye başladı. Ve (aradan çok bir zaman geçmeden) Allah onu (kavmi içinde boynunu vurdurup) öldürdü. Hiristiyanlar defnettiler. Fakat sabah olunca gömüldüğü yer onu dışına atmıştı. Bunun üzerine Hristiyanlar: bu Muhammed ile Ashâb`ın işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu din kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu (meydanda) bıraktılar, diye iftirâ ettiler. Ve derin bir çukur kazarak onun içine bıraktılar. Fakat sabah olunca gömüldüğü yerin onu (yine) dışına attığı görüldü. Hristiyanlar yine: Bu, Muhammed ve Ashâb`ının işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu din kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu kabrin dışında bıraktılar, dediler. Ve bir yerde yine bir çukur kazdılar, güçleri yettiği derecede derinleştirdiler. Fakat sabah olunca o yerin onu dışına attığı görüldü. Bunun üzerine Hristiyanlar
bu işin kullar tarafından yapılmadığını anladılar. Ve onu açıkta bıraktılar.
buhari 1477
bu işin kullar tarafından yapılmadığını anladılar. Ve onu açıkta bıraktılar.
buhari 1477
Yâ Resûlallah O uğursuz devirde
yaşarsam nasıl hareket etmemi emredersiniz dedim Resûlullah İslâm
cemâatine mütâbaat, ve onların devlet reîsine mutâvaat eyle! (Devlet
reîsi zulmederse, seni döver, malını alırsa bile sözünü dinle, itâat
eyle!) buyurdu. Ben: - Yâ Resûla`llah! Onlar cemâat hâlinde değiller (de
bozgunculukla parçlanmışlar) sa, başlarında devlet reîsi de yoksa,
dedim. Resûlullah: - O fırkaların hepsinden ayrıl! (Evine çekil!). Velev
ki bu i`tizâl, bir ağaç kökünü ısırman sûretiyle (meşakkatli) olsa
bile. Artık ölüm erişinceye kadar bu i`tizâl üzere bulun! buyurdu.
buhari 1471
buhari 1471
Suyumuz azalmıştı Kafile aşırı bir susuzluk karşısında kalmıştı
Resûlullah bana bir miktar su getiriniz dedi. Ashâb, içinde az bir miktar su bulunan bir kap
getirdiler. Resûlullah bu kabın içine elini koydu. Sonra Ashâb`a: -
Haydi temiz ve mübârek suya geliniz! (Abdest alınız!). Suyun artışı ise
Allah`tandır, buyurdu. Ve hakîkaten Resûlullah salla`llahu aleyhi ve
sellem`in parmakları arasından su kaynayıp aktığını gördüm.
buhari 1466
buhari 1466
Abdest suyu bulamamışlardı.Resûlullah`ın huzûruna bir kap su getirildi.Resûlullah elini kaba koydu.Hemen parmakları arasından su fışkırmaya başladı. Orada bulunan cemâat abdest al(ıncaya kadar devâm et)ti.
(Enes İbn-i Mâlik`in râvîsi) Katâde der ki: Ben, Enes İbn-i Mâlik`e: - Orada kaç kişi idiniz? diye sordum. O da: - 300 kadar, diye cevap verdi.
buhari 1465
(Enes İbn-i Mâlik`in râvîsi) Katâde der ki: Ben, Enes İbn-i Mâlik`e: - Orada kaç kişi idiniz? diye sordum. O da: - 300 kadar, diye cevap verdi.
buhari 1465
26 Kasım 2016 Cumartesi
İmam Malik Hz:
Allahın Peygamberinin bulunduğu yerin toprağını bindiğim ata çiğnetmekten haya ederim.
İmam Şâfiî'den gelen rivayet:
"İmam Mâlik'in kapısında Horasan diyarının küheylan atlarından ve Mısır'ın meşhur katırlarından öylelerini gördüm ki, onlardan daha güzelini hiçbir yerde görmemiştim. Bunları gördüğümde hocam İmam Mâlik'e 'Bunlar ne güzel şeyler' dedim. O bu sözümü işittiği zaman şöyle dedi: 'Ey Ebu Abdullah,! Onlar benden sana hediye olsun.Allah'ın Rasûlü'nün gömülü bulunduğu bir toprakta binekli olarak dolaşmaya utanırım' dedi".
Allahın Peygamberinin bulunduğu yerin toprağını bindiğim ata çiğnetmekten haya ederim.
İmam Şâfiî'den gelen rivayet:
"İmam Mâlik'in kapısında Horasan diyarının küheylan atlarından ve Mısır'ın meşhur katırlarından öylelerini gördüm ki, onlardan daha güzelini hiçbir yerde görmemiştim. Bunları gördüğümde hocam İmam Mâlik'e 'Bunlar ne güzel şeyler' dedim. O bu sözümü işittiği zaman şöyle dedi: 'Ey Ebu Abdullah,! Onlar benden sana hediye olsun.Allah'ın Rasûlü'nün gömülü bulunduğu bir toprakta binekli olarak dolaşmaya utanırım' dedi".
Hz Peygamber sav evinden çıkıp mescide geldi
Mescide girdiği zaman toplanmış iki grup gördü
Bu gruplardan biri dua ve zikir ile meşgul oluyordu. Öbürü ise, ilimden bahsediyor ve birbirlerine ilim öğretmeye çalışıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber zikir halinde olanlara işaret ederek şöyle buyurdu: 'Bunlar Allah'tan isterler. Allah Teâlâ dilerse onlara verir, dilemezse vermez. (Sonra ilim üzerine
konuşanlara işaret ederek şöyle bu yurdu):
'Bunlar ise, halkı eğitip, ilim öğretmeye çalışıyorlar.
Ben de sizlere bir muallim (öğretici) olarak gönderildim'.
Daha sonra Hz.Peygamber ilim öğretenlerin meclisine giderek onların aralarına oturdu.
Mescide girdiği zaman toplanmış iki grup gördü
Bu gruplardan biri dua ve zikir ile meşgul oluyordu. Öbürü ise, ilimden bahsediyor ve birbirlerine ilim öğretmeye çalışıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber zikir halinde olanlara işaret ederek şöyle buyurdu: 'Bunlar Allah'tan isterler. Allah Teâlâ dilerse onlara verir, dilemezse vermez. (Sonra ilim üzerine
konuşanlara işaret ederek şöyle bu yurdu):
'Bunlar ise, halkı eğitip, ilim öğretmeye çalışıyorlar.
Ben de sizlere bir muallim (öğretici) olarak gönderildim'.
Daha sonra Hz.Peygamber ilim öğretenlerin meclisine giderek onların aralarına oturdu.
Hz Muhammed sav:
Ey Kureyş cemâati Ben size şu dağın eteğinde şu vâdide düşman atlıları var size saldıracak mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?”
Onlar da hiç düşünmeden:
“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar
Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.
Ey Kureyş cemâati Ben size şu dağın eteğinde şu vâdide düşman atlıları var size saldıracak mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?”
Onlar da hiç düşünmeden:
“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar
Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.
25 Kasım 2016 Cuma
Allah Resûlü sav,yanımıza gelerek
bizi ilme teşvik etmek için:
-Hanginiz kendisine her gün iki büyük ve semiz devenin gelmesini ve onları helal yoldan almak ister? Diye sordu. Biz:
-Hepimiz bunu isteriz, ey Allah Resûlü (sav)! Dedik.
Allah Resulü(sav):
-Sizden birinin mescide gidip, Allah'ın kitabından iki ayet öğrenmesi, o iki deveden daha hayırlıdır. Üç ayet öğrenmesi ise üç deveden, dört ayet dört deveden daha hayırlıdır." buyurdu.
Ukbe b. Âmir (ra)
bizi ilme teşvik etmek için:
-Hanginiz kendisine her gün iki büyük ve semiz devenin gelmesini ve onları helal yoldan almak ister? Diye sordu. Biz:
-Hepimiz bunu isteriz, ey Allah Resûlü (sav)! Dedik.
Allah Resulü(sav):
-Sizden birinin mescide gidip, Allah'ın kitabından iki ayet öğrenmesi, o iki deveden daha hayırlıdır. Üç ayet öğrenmesi ise üç deveden, dört ayet dört deveden daha hayırlıdır." buyurdu.
Ukbe b. Âmir (ra)
İçkiyi haram kılan ayet inince herkes şarap testilerini döktü ve ondan sonra hiç içmediler. Buhari,1698
İçkiden sakının, çünkü o bütün şerlerin anahtarıdır.
اجتنبوا الخمر فإنها مفتاح كل شر
Dünyada içki içen, ahirette cennet şarabını içemez.
Sarhoş edici bir şey içmek için toplanırlarsa, Allah-u Tealâ mutlaka onları ateşte cemeder, onlar birbirini tenkid ederek 'Ey filân! Allah benden sebep sana hayır vermesin, beni buraya sen soktun' der, diğeri de ona aynısını söyler.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
İçki içenin 40 gün namazını kabul etmez Allahu Teala.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
İçki içen(tevbe etmeden ölürse),Allah Teala'ya,puta tapan gibi kavuşur.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
مُذمنْ الخمر إن مات لقى الله كعابد وثن
ALLAH Teala,
içki içene,içirene,
satana,alana,üretene,
taşıyana,parasını yiyene lanet etmiştir.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
İçki,kumar,şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar) dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Maide Suresi/90)
İçkiden sakının, çünkü o bütün şerlerin anahtarıdır.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Şarap içenden Allah-u Tealâ kırk gün razı olmaz, ölürse kâfir olarak ölür, tövbe ederse Allah-u Tealâ tövbesini kabul eder, tekrar dönerse, Allah-u Tealâ ona Cehennem ehlinin kan ve irinlerini içirir.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
"Kim zina eder ve içki içerse, insan gömleği başından çıkarttığı gibi, Allah-u Tealâ ondan imanı soyup alır." (Hakim, Müstedrek, No:57,1/73)
من زنى أو شرب الخمر نزع الله منه الإيمان كما يخلع الإنسان القميص من رأسه
من زنى أو شرب الخمر نزع الله منه الإيمان كما يخلع الإنسان القميص من رأسه
Kızını veya ailesinden birini içki içen biriyle evlendiren, sanki onu cehenneme sürüklemiştir.
Hazreti Muhammed
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Sarhoş ayılıncaya kadar,hiç bir namazı kabul edilmez ve iyiliklerinden hiç biri (semaya) yükseltilmez.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
İçki içenin 40 gün namazını kabul etmez Allahu Teala.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
İçki içen(tevbe etmeden ölürse),Allah Teala'ya,puta tapan gibi kavuşur.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
مُذمنْ الخمر إن مات لقى الله كعابد وثن
ALLAH Teala,
içki içene,içirene,
satana,alana,üretene,
taşıyana,parasını yiyene lanet etmiştir.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
İçki,kumar,şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar) dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Maide Suresi/90)
Ayeti kerimede içki; şeytanın işinden bir pislik olarak dikkat çekiliyor. Buna göre içki satan bir şahıs ‘pislik satıcısı’, içki satılan bir mekân da ‘pislik satılan’ bir mekân oluyor.
Girmek istemeyen müstesna ümmetimin hepsi cennete girer Bunun üzerine orada bulunan bir Sahabi RA cennete girmek istemeyen kimsenin haline taaccüp ederek:“Herkesin arzusu cennete girmektir. Cennete kim girmek istemez ki?” diye arz edince Peygamber (SAV) Efendimiz:“Zahiri ve batini olarak emrettiğim ve nehyettiğim işlerde bana itaat eden kimse,ebedi kalıcı olarak cennete girer.(Bu hususlarda) bana itaat etmeyen ise cennete girmekten imtina etmiş,girmek istememiş olur.
Hz Aişe ra Resûlullah sav bir gece yanımdan çıkıp gitmişti Benim nöbetimde hanımlarından birinin yanına gitmiş olabilir diye içime kıskançlık düştü.Geri gelince halimi anladı ve:
"Kıskandın mı yoksa?" dedi.Ben de:
"Evet! Benim gibi biri senin gibi birini kıskanmaz da ne yapar?" dedim. Aleyhissalatu vesselam:
"Sana yine şeytanın gelmiş olmalı" dedi.Ben:
"Benimle şeytan mı var?" dedim.
"Şeytanı olmayan kimse yoktur" dedi.
"Seninle de var mı?" dedim
"Evet,Ancak ona karşı Allah bana yardımcı oldu da müslüman oldu!" buyurdu."
“Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyuruyor:
“Kim bana itaat ederse hakîkatte Allâh’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyân ederse şüphesiz Allâh’a âsî olmuş olur.” (Buhârî, Müslim)
*
“Hiçbir kimse, ben; kendisine babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevimli oluncaya kadar gerçek îmân etmiş olamaz.” (Buhârî, Müslim)
*
Abdullah bin Hişam -radıyallahu anh- den:
Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in maiyyetinde idik. Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz, Ömer -radıyallahu anh-’ın elini tutuyordu. Ömer -radıyallahu anh- dedi ki:
– Yâ Rasûlallah! Sen bana canımdan başka her şeyden sevimlisin. Bunun üzerine -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
– Hayır, rûhum kudret elinde bulunan Allâh’a and olsun ki, ben sana canından da sevimli oluncaya kadar îmânın kemâlini bulmaz.
Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- bunu söyleyince Ömer -radıyallahu anh-:
– İşte hakîkat şimdi yâ Rasûlallah! Sen bana muhakkak canımdan da sevimlisin, dedi. Sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz de:
– Şimdi îmânın kemâline erdi ya Ömer, buyurdu. (Buhârî)
*
“Kıyâmet günü insanların bana en yakını üzerime çok salât edenidir.” (Tirmizî)
*
“Kim bana bir kere salât ederse Allah ona on salât eder. Onun on günahını afveder. Derecesini on kat yükseltir.” (Buhârî, Ahmed bin Hanbel)
Ayet-i celîlede şöyle buyurulur:
“Şüphesiz Allah da melekleri de o peygambere çok salât ederler ve onu tekrîm ederler. Ey îmân edenler! Siz de salât edin, tam bir teslimiyetle selâm verin.” (Ahzâb suresi, 56)
Salât, ehl-i lügatten bir çoğuna göre duâ, tebrik, temcid ve tâzim mânâlarınadır.
Cürcânî, “Allah’tan salât, rahmet; meleklerden salât, istiğfar; mü’minlerden salât, hayır ve duâ demektir.” diyor (Seyyid Şerif, Târifât).
Mücâhid’e nazaran “Allah’tan salât, tevfik ve ismet; meleklerden salât, avn ve nusret; ümmetten salât ise ittibâdır.”
Bazıları da “Allâh’ın Peygamberi’ne salâtı onun
şerefini îlâ ve tekrîm, meleklerin salâtı onun mükerremliğini izhar, ümmetin salâtı da onun şefaatını talebdir.” demişlerdir.
Hazret-i Ali -radıyallahu anh ve kerremallahu vecheh-’den şöyle rivâyet olunmuştur.
Âyetin başındaki (يَا اَيُّهَا)nın (يَا)sı nefse, (اَىُّ)sü kalbe (هَا)sı rûha hitaptır. Sanki Cenâb-ı Hakk, habîbine salât ederken, “Onun şanını yalnız dilinizle değil, nefsinizle, kalblerinizle, rûhlarınızla da ta’zim ve tekrîm edin.” buyurmuştur.
(اَلَّلهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ) “Yâ Allah, Muhammed’in zikrini îla, dâvetini galip ve şerîatını dâim kılmak sûretiyle onu dünyada da âhirette de tekrîm ve tâzim buyur. Onu ümmeti hakkında şefaatçi kıl, ecrini derecesini kat kat artır.” demektir.
Salâttan murad, Allâh’ın emrine imtisal ve Rasûl’ü -sallallâhu aleyhi ve sellem’in bizim üzerimizdeki hakkını edâya cehd etmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaktır.
Hz Aişe ra Resûlullâh sav`ın karşısında ayaklarım kıblesine gelmek üzere yatar uyurdum Secdeye vardığı zaman eliyle beni dürterdi de (ben) ayaklarımı (geriye) çekerdim.(Secdeden) kalktığı zaman (yine) uzatırdım.Hz.Âişe (radıyallâhu anhâ) der ki:O zamanlarda evlerde ışık bulunmazdı.
(Hadis-i Şerif,Buhari,249)
Allah Resulü sav Ey Aişe benden memnun olduğun zamanı ve bana karşı kızgın olduğun zamanı pek iyi anlarım buyurdu.Hz.Âişe der ki, 'ben de:Yâ Resûlallah,bunu nasıl bilirsin?' diye sordum.Resûl-i Ekrem şöyle cevap verdi:'Benden memnûn olduğunda "Muhammed`in Rabbi hakkı için öyle değildir" dersin,kızgın olduğun zaman da: "İbrahim`in Rabbi hakkı için öyle değildir" dersin(adımı anmazsın).Hz.Âişe der ki:'Ben de: Evet yâ Resûlallah, vallahi öyledir. Fakat ben(asabi halde) yalnız sizin adınızı bırakırım.(Sevginizse gönlümde yaşar,) diye saygımı arzettim.(Hadis-i Şerif,Buhari,1825)
Hz Aişe sordular:
Ey Allahın Resulü beni seviyor musun?
Resulullah:
Evet ya Aişe tabii Seviyorum.
Hz. Aişe bununla da yetinmiyor ve hemen soruyor :
" Beni nasıl seviyorsun ? "
Peygamberimiz sevgi tanımlamasını yapıyordu sevgili eşine. İçten, samimi ve hayran kalınan bir ifadeyle:
" Kördüğüm gibi.. "
Hz. Aişe Peygamberimize sık sık sorardı :
"Ey Allahin Resulü, Kördüğüm ne alemde ? "
O yüce resul cevap veriyordu :
" İlk günkü gibi ! "
Ey Allahın Resulü beni seviyor musun?
Resulullah:
Evet ya Aişe tabii Seviyorum.
Hz. Aişe bununla da yetinmiyor ve hemen soruyor :
" Beni nasıl seviyorsun ? "
Peygamberimiz sevgi tanımlamasını yapıyordu sevgili eşine. İçten, samimi ve hayran kalınan bir ifadeyle:
" Kördüğüm gibi.. "
Hz. Aişe Peygamberimize sık sık sorardı :
"Ey Allahin Resulü, Kördüğüm ne alemde ? "
O yüce resul cevap veriyordu :
" İlk günkü gibi ! "
Bir asker namaz kılan en zor şartlarda bile terk etmeyen diğer askere sordu Arkadaş hangi çağda yaşıyoruz niçin kendini zahmete sokup hergün 5 defa namaz kılıyorsun?Namaz kılan asker,tam o sırada uzaktan görünen teğmeni gösterdi,-Şu insan,niçin hergün yanından geçerken toplanıyor,selam veriyor ve bütün emirlerine itaat ediyorsun.Yat dese yatıyor,kalk dese kalkıyorsun oda senin gibi iki ayağı iki eli ve bir başı olan bir insan değilmi?Diğer asker cevap verir:
-Evet oda benim gibi bir insan ama omuzunda yıldızı var. Namaz kılan askerin cevabı müthiştir:
-Ey arkadaş sen omuzunda yıldızı var diye senin gibi bir insana itaat ediyorsun da ben yerdeki kumlar adedince yıldızları olan ve hepsini tesbih tanesi gibi kudret eliyle çeviren RABBİM'e niçin itaat etmeyeyim.
-Evet oda benim gibi bir insan ama omuzunda yıldızı var. Namaz kılan askerin cevabı müthiştir:
-Ey arkadaş sen omuzunda yıldızı var diye senin gibi bir insana itaat ediyorsun da ben yerdeki kumlar adedince yıldızları olan ve hepsini tesbih tanesi gibi kudret eliyle çeviren RABBİM'e niçin itaat etmeyeyim.
Fahri Kainât Efendimizi sav kaldığı odalarından birinde
ziyaret eden Hz Ömer şunları anlatır
Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıktım. Gördüm ki hasır üzerine yatmış, örgüler bedenine iz bırakmıştı. Ayrıca hurma lifinden yapılmış deri bir yastık üzerine yaslanmaktaydı. Gözümü kaldırıp odanın içine baktım. Allah’a yemin ederim ki orada üç deri postundan başka dikkati çeken hiçbir şey yoktu. Bunun üzerine:
«- Ya Resûlallâh! Allah’a dua et de ümmetine genişlik versin. Rumlar ve İranlılar Allâh’a ibadet etmezlerken kendilerine fevkalâde zenginlik verilmiş, dünya onlara takdim edilmiş» dedim. Bu sözleri işiten Allah Resûlü yerinden doğrularak şöyle buyurdu:
«- Şüphesiz onların iyi amellerinin karşılığı, kendilerine dünya hayatında peşin olarak verilmiştir.»
ziyaret eden Hz Ömer şunları anlatır
Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıktım. Gördüm ki hasır üzerine yatmış, örgüler bedenine iz bırakmıştı. Ayrıca hurma lifinden yapılmış deri bir yastık üzerine yaslanmaktaydı. Gözümü kaldırıp odanın içine baktım. Allah’a yemin ederim ki orada üç deri postundan başka dikkati çeken hiçbir şey yoktu. Bunun üzerine:
«- Ya Resûlallâh! Allah’a dua et de ümmetine genişlik versin. Rumlar ve İranlılar Allâh’a ibadet etmezlerken kendilerine fevkalâde zenginlik verilmiş, dünya onlara takdim edilmiş» dedim. Bu sözleri işiten Allah Resûlü yerinden doğrularak şöyle buyurdu:
«- Şüphesiz onların iyi amellerinin karşılığı, kendilerine dünya hayatında peşin olarak verilmiştir.»
Mustafa Kemal Pasanın hüsn-i idaresi İstanbul bütün kuvvetiyle kendisine yükleniyor Her tarafa emirler, gazetelerle neşriyat daima mütecaviz bir lisanla efkâr-ı umumiyede matrud ve mahküm bir insan gösteriliyor. Aleyhine yapılan tecavüzler yetişmiyormuş gibi hayatına suikast hazırlanıyor veya öyle propaganda ile tedhiş ediliyor. Şark kendisini tanımıyor. Bana karşı ise halkın ve ordunun samimi hürmetiyle beraber henüz İstanbul hükümeti de teveccühkâr davranıyor. O azlediliyor yerine beni tayin ediyorlar, onun için derdest emri veriliyor. Bana icra vazifesi veriyorlar. O Sivas'a gitmek için benim kuvvetime ve nüfuzuma muhtaç; hattâ bütün muhitiyle iaşelerinde dahi muavenetime muhtaç.
Kazım Karabekir Paşa
Kazım Karabekir Paşa
Halbuki mıntıkamda bilhassa Trabzon ve Erzurum daha mütarekenin ilk gününden milli teşkilâtlarını yapmışlar ve benim de inzimâm-ı kuvvet ve tedbirimle milli mukavemet teşekkül etmişti. Bu halk bir hedef için bir Erzurum Kongresi yapmışlardı. Mustafa Kemal Paşa bu işlerin kurulduğu tarihlerde henüz İstanbul'dan bile çıkmamışlardı. Erzurum Kongresi'ne giren Kemal Paşa'nın benim reyimle girdiğini herkes biliyordu ve yine herkes kendisinin diktatörlüğe doğru yürüyeceğini hesaba katmıştı.
Kazım Karabekir Paşa
Kazım Karabekir Paşa
Sizin için en fazla korktuğum şey gizli şirktir Ashab Ey Allah'ın Rasûlü Gizli şirk nedir dedi
Hz Peygamber sav şöyle cevap verdi:
-Riyadır. Çünkü Allah (c.c) kıyamet gününde kullara amellerin karşılığını verdiği zaman, onlara 'Dünyada kendilerine riyakârlık yaptıklarınızın yanına gidin! Bakın onların yanında bir mükâfat görebilir misiniz?' diyecek!
Riyâ,kelime olarak gösteriş samimiyetsizlik iki yüzlülük
mürailik gibi manalara gelir.
Bir kavram olarak Allah'tan başka bir varlık için, başta ibadet olmak üzere, yapmacık bir şey işlemek,bununla halkın övgüsünü kazanma ve onlar tarafından sevilmeyi arzulamak ve Allah'a yaklaşma niyeti dışında herhangi bir gaye gütmek anlamına gelir.
Belh şehrinde korkunç bir kıtlık olmuştu Öyle ki halk nerdeyse birbirini yiyecekti Hal böyle iken Şakik-i Belhi hazretleri, pazarda şen-şakrak neşe içinde bir köle görür. Haline şaşırır ve ona:
- Ey uşak! Şen-şakrak, böyle neşe içinde olmanın ne alemi var. Halkın açlıktan ne hale geldiğini görmüyor musun? dedi. Köle de ona cevap olarak:
- Bundan bana ne! Ben, kendine has bir köyü ve buralardan bir sürü geliri olan, bir efendinin kölesiyim, o beni aç bırakmaz ki!.. dedi.
Şakik’in eli ayağı buz kesildi ve: “İlahi! Bir ambarı olan bir ağaya güvenen şu köle, bu kadar şen-şakrak! Sen ki, hükümdarlar hükümdarı olup, rızka kefilsin. Biz niye dert edinelim.” diyerek, derhal dünya meşgalelerinden yüz çevirdi, samimi bir şekilde tövbe edip, Hakk’ın yoluna baş koydu. Tevekkülde kemalatın zirvesine ulaştı. Daima bu hali hatırlar ve “ben bir kölenin çömeziyim” derdi."
- Ey uşak! Şen-şakrak, böyle neşe içinde olmanın ne alemi var. Halkın açlıktan ne hale geldiğini görmüyor musun? dedi. Köle de ona cevap olarak:
- Bundan bana ne! Ben, kendine has bir köyü ve buralardan bir sürü geliri olan, bir efendinin kölesiyim, o beni aç bırakmaz ki!.. dedi.
Şakik’in eli ayağı buz kesildi ve: “İlahi! Bir ambarı olan bir ağaya güvenen şu köle, bu kadar şen-şakrak! Sen ki, hükümdarlar hükümdarı olup, rızka kefilsin. Biz niye dert edinelim.” diyerek, derhal dünya meşgalelerinden yüz çevirdi, samimi bir şekilde tövbe edip, Hakk’ın yoluna baş koydu. Tevekkülde kemalatın zirvesine ulaştı. Daima bu hali hatırlar ve “ben bir kölenin çömeziyim” derdi."
24 Kasım 2016 Perşembe
İkindi namazını kaçıran kimse
ailesini ve malını kaybetmiş gibidir.
Hz Muhammed sav Buhari,329
Allâhu Teâlâ`ya en sevimli olan namaz,Dâvud (aleyhis-selâm)`ın namazıdır.Allâhu Teâlâ`ya en sevimli olan oruç,Dâvud (Peygamberin) orucudur. Dâvud, gecenin yarısında uyurdu. Ve gecenin üçte birinde namaz kılardı. Gecenin altıda birinde yine uyurdu. Dâvud, bir gün oruc tutardı,
bir gün de iftar ederdi.
Hz Muhammed sav
buhari 581
ailesini ve malını kaybetmiş gibidir.
Hz Muhammed sav Buhari,329
Allâhu Teâlâ`ya en sevimli olan namaz,Dâvud (aleyhis-selâm)`ın namazıdır.Allâhu Teâlâ`ya en sevimli olan oruç,Dâvud (Peygamberin) orucudur. Dâvud, gecenin yarısında uyurdu. Ve gecenin üçte birinde namaz kılardı. Gecenin altıda birinde yine uyurdu. Dâvud, bir gün oruc tutardı,
bir gün de iftar ederdi.
Hz Muhammed sav
buhari 581
Cennet bana yaklaştı o kadar ki eğer cüret etseydim salkımlarından bir tânesini (alıp) size getirebilecektim. Cehennem de bana o kadar yaklaştı ki "Ey Rabbim, ben de onlarla berâber miyim" de(meye başla)dım. (Orada bir de ne göreyim?) bir kadını bir kedi tırmalayıp duruyor. "Buna ne oluyor?" diye sordum. "(Bu kadın) bu kediyi ölünceye kadar hapsetti. Ne yiyeceğini verdi, ne de yeryüzündeki haşerattan nafakalansın diye salıverdi." dediler.
buhari 417
İmâm-ı Şafiî r.a'a Ahmed bin Hanbel r.a seni ziyarete geliyor sen de onu ziyarete gidiyorsun hanginiz diğerine daha faziletli olduğu için gidiyorsunuz diye sorduklarında:
“Fazilet kendilerine yakışan yeri terk etmez,
O beni ziyaret ediyorsa kendi (tevâzu ve) üstünlüğünden,
Ben onu ziyaret ediyorsam,o bunu hak ettiğinden,
Dolayısıyla iki halde de fazilet ona aittir”
Hz Ali, 'Size Kur'an'daki en fazla ümit veren ayeti
haber vereyim mi' dediğinde dinleyenler
'Evet!' dediler, o da şu ayeti okudu:
Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah yaptıklarınızın)
bir çoğunu da affeder.(Şûra/30)
Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen günahlar yüzünden meydana gelirler. Öyleyse Allah Teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedir. Dünyada onu affettiği takdirde kıyamette onu tâzib etmekten münezzehtir.
haber vereyim mi' dediğinde dinleyenler
'Evet!' dediler, o da şu ayeti okudu:
Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah yaptıklarınızın)
bir çoğunu da affeder.(Şûra/30)
Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen günahlar yüzünden meydana gelirler. Öyleyse Allah Teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedir. Dünyada onu affettiği takdirde kıyamette onu tâzib etmekten münezzehtir.
Hz Peygamber sav:Ben ateşten cehennemden en son çıkacak olan kimseyi tanırım,Şöyle ki,o sürünerek ateşten çıkar. Kendisine:'Haydi git de cennete gir!' denilir.Ancak o cennete vardığında oranın bütün konaklarının dolmuş olduğunu ve kendisine yer kalmadığını görür. Bunun üzerine geri dönerek:
'Ey Rabb'im! Cennetin bütün konakları dolmuş,
bana yer kalmamış' der.
'Ne kadar yer istemişsen o senin olduğu gibi onunla birlikte dünyanın on misli de senin olsun' denilir.
Kişi de: 'Padişahlar padişahı olan Rabb'im!
Sen benimle alay mı ediyorsun?' der".
Hz. Peygamber bu son cümleyi söylediklerinde
mübarek azı dişleri görününceye kadar güldüler.
'Ey Rabb'im! Cennetin bütün konakları dolmuş,
bana yer kalmamış' der.
'Ne kadar yer istemişsen o senin olduğu gibi onunla birlikte dünyanın on misli de senin olsun' denilir.
Kişi de: 'Padişahlar padişahı olan Rabb'im!
Sen benimle alay mı ediyorsun?' der".
Hz. Peygamber bu son cümleyi söylediklerinde
mübarek azı dişleri görününceye kadar güldüler.
Selmanı Farisi r.a yerden bir odun parçası aldı. Bana Ey Cerir,Cennette böyle bir çöp parçası aramaya kalksan bulamazsın” dedi.Ben:
“Peki,hurma ağaçları,meyve ağaçları
ve öbür ağaçlar nerede? (onların çöpü yok mu?)” diye sordum,şöyle dedi:
“Onların kökleri altın ve inci,
dalları ise meyvelerle doludur.”
“Peki,hurma ağaçları,meyve ağaçları
ve öbür ağaçlar nerede? (onların çöpü yok mu?)” diye sordum,şöyle dedi:
“Onların kökleri altın ve inci,
dalları ise meyvelerle doludur.”
Hiçbiriniz kendisi için istediğini müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz.
(Hz Muhammed sav,Buhari,13)
None of you will have faith till he wishes for his (Muslim) brother what he likes for himself.(Sahih al-Bukhary,The Book of Faith)لا يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لأَخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ
Elmalılı Hamdi Yazır'ın Dua'sı(Ruhuna Fatiha)
İlahi! Hamdini sözüme sertac ettim,
Zikrini kalbime mi'rac ettim,
Kitabını kendime minhac ettim.
Ben yoktum var ettin,
Varlığından haberdar ettin,
Aşkınla gönlümü bîkarar ettin.
İnayetine sığındım, kapına geldim,
Hidayetine sığındım lütfuna geldim,
Kulluk edemedim afvına geldim.
Şaşırtma beni doğruyu söylet neşeni duyur, hakikatı öğret.
Sen duyurmazsan ben duyamam, sen söyletmezsen ben söyleyemem,
Sen sevdirmezsen ben sevdiremem.
Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini,
Yar et bize erdirdiklerini.
Sevdin habibini, kâinata sevdirdin; Sevdin de hilat-i risaleti giydirdin
Makam-ı İbrahim'den makam-ı Mahmuda erdirdin.
Server-i asfiya kıldın. Hatem-i enbiya kıldın. Muhammed Mustafa kıldın.
Salât-ü selam, tahiyyat-ü ikram, her türlü ihtiram ona,
Onun Al-ü Ashab-u etbaına ya Rab!
İlahi! Hamdini sözüme sertac ettim,
Zikrini kalbime mi'rac ettim,
Kitabını kendime minhac ettim.
Ben yoktum var ettin,
Varlığından haberdar ettin,
Aşkınla gönlümü bîkarar ettin.
İnayetine sığındım, kapına geldim,
Hidayetine sığındım lütfuna geldim,
Kulluk edemedim afvına geldim.
Şaşırtma beni doğruyu söylet neşeni duyur, hakikatı öğret.
Sen duyurmazsan ben duyamam, sen söyletmezsen ben söyleyemem,
Sen sevdirmezsen ben sevdiremem.
Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini,
Yar et bize erdirdiklerini.
Sevdin habibini, kâinata sevdirdin; Sevdin de hilat-i risaleti giydirdin
Makam-ı İbrahim'den makam-ı Mahmuda erdirdin.
Server-i asfiya kıldın. Hatem-i enbiya kıldın. Muhammed Mustafa kıldın.
Salât-ü selam, tahiyyat-ü ikram, her türlü ihtiram ona,
Onun Al-ü Ashab-u etbaına ya Rab!
23 Kasım 2016 Çarşamba
Allah'ın Kitabı'ndan nerede ve ne hakkında indirildiğini bilmediğim hiçbir süre yoktur.Eğer Allah'ın Kitabı'nı daha iyi bilen,kendisine ulaşabileceğim birisinin olduğunu bilsem muhakkak ona giderdim. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) nin: “Seni alıkoymadıkça evimin örtüsünü kaldırabilir ve fısıltıları dinleyebilirsin. Bu girme iznindir." dediği ve annesiyle birlikte Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) nin evine çok sık ve rahat bir şekilde girmesi sebebiyle Ebu Musa (Radiyallahu Anh) nın Nebi'nin ev halkından zannettiği Abdullah Bin Mesud (Radıyallahu Anh), bu büyük ve
önemli fırsatı kendi lehine değerlendirerek
ilimde büyük payelere ulaşmıştı.
önemli fırsatı kendi lehine değerlendirerek
ilimde büyük payelere ulaşmıştı.
Hazreti Ömer zamanında bir ticâret kervanı gelip Medine'nin yakınında konaklamıştı.Çok yorgun oldukları için hepsi derin bir uykuya dalmıştı.Hz Ömer bu kervandan haberdar olup,Eshâb-ı kiramdan Abdurrahmân bin Avf' ı (radıyallahü anh ) da yanına alıp,sabaha kadar kervanın etrâfında dolaşarak onlara herhangi bir zarar gelmemesi için bekledi.Kervanda bulunanlar ancak sabaha karşı bundan haberdar oldular.Kendilerini bekleyen bu kişinin kim olduğunu merak ettiler. Sabaha karşı uzaklaşıp gittiklerini görünce içlerinden biri takibe başladı.Hazreti Ömer'in mescide girip namaz kıldırmasından sonra merakla bu zat kimdir diye soran kimse,onun Müslümanların halifesi olduğunu öğrenip kervanda bulunanlara giderek hâdiseyi anlattı. Kervandakiler onun Müslüman olmayanlara yardımı böyle olursa, kimbilir Müslümanlara şefkati ve yardımı ne kadar çoktur.O'nun dini gerçekten hak dindir,dediler.Daha sonra da Hazreti Ömer'in huzûruna gidip
hepsi Müslüman oldular.
hepsi Müslüman oldular.
22 Kasım 2016 Salı
H 15 yılında yapılan antlaşmadan hemen sonra
Hz Ömer Kudüs'deki Kamâme Kilisesi'ne girmisti Namaz vakti geldi Patriğe namaz kılabileceği bir yer sorunca,patrik;"Kilisenin herhangi bir yerinde kılabilirsiniz" demisti.Hz.Ömer,kilisenin içinde namaz kılmak istememis.Kapıya yakın bir yerde namazını kıldıktan sonra patriğe dönerek "Eğer
ben içeride kılsaydım,öteki Müslümanlar da orada kılarlar,orayı mescid haline getirirlerdi." demiştir.
Hz Ömer Kudüs'deki Kamâme Kilisesi'ne girmisti Namaz vakti geldi Patriğe namaz kılabileceği bir yer sorunca,patrik;"Kilisenin herhangi bir yerinde kılabilirsiniz" demisti.Hz.Ömer,kilisenin içinde namaz kılmak istememis.Kapıya yakın bir yerde namazını kıldıktan sonra patriğe dönerek "Eğer
ben içeride kılsaydım,öteki Müslümanlar da orada kılarlar,orayı mescid haline getirirlerdi." demiştir.
21 Kasım 2016 Pazartesi
Bâdiyeli bir Arab bize yetişti. Resûlullah`ın ridâsını şiddetle çekti. O sırada ben Nebî sallallahu aleyhi ve sellem`in boynu ile
iki omuzu arasına bakmıştım (bir de ne göreyim?) Bedevînin ridâyı şiddetle çekmesinden ridânın (kalın) kenarı
Resûllulah`ın boynunda iz bıraktı.Sonra bedevî Resûlullah`a: -Yanında bulunan Allah malından bana bir şey verilmesini emret! dedi. Bunun üzerine Resûlullah bedevîye doğru (şefkatle) baktı güldü, sonra bu bedevîye biraz dünyâlık verilmesini emretti. buhari 1302
iki omuzu arasına bakmıştım (bir de ne göreyim?) Bedevînin ridâyı şiddetle çekmesinden ridânın (kalın) kenarı
Resûllulah`ın boynunda iz bıraktı.Sonra bedevî Resûlullah`a: -Yanında bulunan Allah malından bana bir şey verilmesini emret! dedi. Bunun üzerine Resûlullah bedevîye doğru (şefkatle) baktı güldü, sonra bu bedevîye biraz dünyâlık verilmesini emretti. buhari 1302
Nebî sav ganîmet ve devlet malına hiyânet hakkında söz söyledi Ve
hıyânet (in fenâlığını) büyüttü, hükmünü îzâh etti de buyurdu ki:
-Sakın sizden biriniz kıyâmet gününde omuzunda (ganîmet) koyun (avaz avaz) meleyerek, öbürünün omuzunda (ganîmet) at (yem ister gibi) homurdayarak (Arasat meydanında) benimle yüzleşmesin! (Bu yüz karası) âhırette bana: - Yâ Resûla`llah, bana yardım et! diye yalvaracaktır. Ben de ona: - Hakkında hiç bir sûretle şefâat etmeye muktedir değilim: ben sana (dünyâda Allah`ın hükmünü) teblîğ ettim! diye cevap vereceğim. Birinin omuzunda da sığır böğürerek bana mülâkî olup: - Yâ Resûla`llah, meded eyle! demesin! Ben ona da: - Senin için hiç bir vechile şefâat etmeye muktedir değilim;çünkü ben sana (dünyâda) Allah`ın hükmünü teblîğ ettim! derim. - Bir başkası da omuzunda altun, gümüş yüklü gelmesin! Bu da:
-Yâ Resûla`llah, bana yardım et! diyecek, ben de ona: - Sana hiç bir türlü yardım edemem.Çünkü ben, (dünyâda) sana Allah`ın hükmünü teblîğ ettim, derim. Bir diğeri de üzerinde (ganîmet) libâsını yeldirerek gelmesin! O da:
- Yâ Resûla`llah, bana yardım et! diyecektir. Ben ona da:
-Sana hiç bir türlü yardım edemem. Çünkü ben (dünyâda) sana
Allah`ın hükmünü teblîğ ettim derim, buyurmuştur.
buhari 1282
hıyânet (in fenâlığını) büyüttü, hükmünü îzâh etti de buyurdu ki:
-Sakın sizden biriniz kıyâmet gününde omuzunda (ganîmet) koyun (avaz avaz) meleyerek, öbürünün omuzunda (ganîmet) at (yem ister gibi) homurdayarak (Arasat meydanında) benimle yüzleşmesin! (Bu yüz karası) âhırette bana: - Yâ Resûla`llah, bana yardım et! diye yalvaracaktır. Ben de ona: - Hakkında hiç bir sûretle şefâat etmeye muktedir değilim: ben sana (dünyâda Allah`ın hükmünü) teblîğ ettim! diye cevap vereceğim. Birinin omuzunda da sığır böğürerek bana mülâkî olup: - Yâ Resûla`llah, meded eyle! demesin! Ben ona da: - Senin için hiç bir vechile şefâat etmeye muktedir değilim;çünkü ben sana (dünyâda) Allah`ın hükmünü teblîğ ettim! derim. - Bir başkası da omuzunda altun, gümüş yüklü gelmesin! Bu da:
-Yâ Resûla`llah, bana yardım et! diyecek, ben de ona: - Sana hiç bir türlü yardım edemem.Çünkü ben, (dünyâda) sana Allah`ın hükmünü teblîğ ettim, derim. Bir diğeri de üzerinde (ganîmet) libâsını yeldirerek gelmesin! O da:
- Yâ Resûla`llah, bana yardım et! diyecektir. Ben ona da:
-Sana hiç bir türlü yardım edemem. Çünkü ben (dünyâda) sana
Allah`ın hükmünü teblîğ ettim derim, buyurmuştur.
buhari 1282
20 Kasım 2016 Pazar
Kim bana itâat ederse o Allah`a itâat etmiştir kim de bana isyân ederse Allah`a isyân etmiştir. Her kim emîre itâat ederse, o, bana itâat etmiştir; her kim emîre isyân ederse,bana isyân etmiştir. İyi bilinmelidir ki, Devlet Reîsi (millet için) bir siperdir. Onun önünde, onun kumandasında harb olunur.
Onunla (düşmandan) korunulur.
Hz Muhammed sav
buhari 1240
Onunla (düşmandan) korunulur.
Hz Muhammed sav
buhari 1240
19 Kasım 2016 Cumartesi
Müslümanların bayrağını bir kişiye vereceğim ki Allah feth ve zaferi onun iki elleriyle müyesser kılacaktır. (O, Allah`ı ve Peygamberini sever,
Allah ve Peygamber`i de onu sever). Bunun üzerine orada bulunan Ashâb bayrağın onlardan hangisine verileceğini tahayyüle başladılar. Onların hepsi bayrağın kendisine verilmesini umarak ertesi güne erdiler. Fakat Resûlullah ferdâsi gün: -Alî nerededir? diye sordu. Ashâb tarafından: - Gözleri ağrıyor, denildi. Ve Resûlullah`ın emriyle Alî huzûra çağırıldı. Resûlullah Alî`nin gözlerine tükürdü. Hemen orada gözleri, hiç ağrımamış gibi iyi oldu. Bunun üzerine Alî: - Yâ Resûlallah, Hayber yahûdîleriyle onlar da bizim gibi (müslümân) oluncaya kadar vuruşuruz! dedi. Resûlullah da: - Yâ Alî, ağır ol! Tâ ki sükûnetle Hayberlilerin sâhasında alarga bir mahalle iner, (ordugâhını kurar) sın! Sonra onları İslâm`a da`vet edersin ve üzerlerine vâcib olan İslâm esaslarını haber verirsin!. Yâ Alî,tek bir kişinin senin irşâdınla müslümân olması, iyi bil ki, sana kızıl develer bahşedilmesinden (senin de onları yoksullara tasadduk etmenden) hayırlıdır, buyurdu. buhari 1236
Hz. Peygamber'in hicretin 7. yilinda fethettigi, Sam-Medine yolu üzerinde Medine'nin 15I km. kuzeyinde Yahûdilerin oturdugu bir yerlesim merkezi. Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burasi ayni zamanda hurma ve tahil merkezidir. Kalesinin yedi burcu vardir. Bunlar Nâim, Kamûs, Sik, Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (Ibn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz. Peygamber Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karsi müsriklerle ittifak halinde olmalari ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin burada toplanmasindan dolayi Hudeybiye musalahasindan sonra Hayber'i fethetmek üze re hazirliklara basladi (Vakidî, Kitabü'l Megazî, II, 441-442, Ibn Hisâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)
Hz. Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada ragbet edenlerin katilmasini emretti. Medine'de Siba' b. Urfuta'yi vekil birakti. Esi Ümmü Seleme'yi yanina alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çikarken; "Biz buranin hayrini isteriz" buyurmustur. Rasûlullah Medine'den hareket ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasina karargahim kurdu. Sabaha kadar burada bekledi (Ibn Hisâm, es-Sîre, III/343). Gatafanlilarin Hayber'e yardimini engellemek için burada konaklamis bulunuyordu. Hayberliler sabaha kadar, müslümanlarin gelisinden haberdar olmamislardi. Sabahleyin kalelerinin kapisini açtiklarinda; "Muhammed gelmis ve günlerden de cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler. Yahûdiler mukaddes günleri oldugu için cumartesi günü muharebe etmezlerdi. Rasûlullah bunu görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (Ibn Sa'd, et-Tabakat, II,106). Müslümanlarin bu muharebede beyaz renkli sancagini da Hz. Ali tasiyordu. Bu gazvede müslümanlarin kullandiklari parola; "Yâ Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'in galip kildigi müslüman asker öldür öldür' idi (Ibn Sa it, II,1I6, Ibn Hisâm, III, 347).
Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile basladi. Burada Mahmûd b. Mesleme atilan tasla sehit oldu. Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi. Daha sonra, Vatîh, Sülâlim, Sik, Netah ve Ketîba kaleleri alindi. Bu kalelerin ele geçirilmesinde siddetli çarpismalar oldu. Müslümanlardan yirmi bes kisi sehid olurken, Yahûdilerin kaybi doksan üç kisi oldu. Hayber'in ileri gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b. Ebi'l-Hukayk ve kardesi öldürüldü (Ibn Sa'd, II, 1I7).
Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldilar. Ancak Hayber halki esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler. Rasûlullah da bunu kâbul etti. Yahûdilerin ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'in kizi Safiyye de esirler arasinda idi. Rasûlullah Hz. Safiyye'ye ailesinin yanina dönmeyi teklif ettigi halde Safiyye, müslüman olarak Hz. Peygamber'e es olmayi tercih etti. Hz. Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b. Rabia ile evlenmisti. Ilk gece, gördügü bir rüyayi Kinâne'ye anlatmis O da; "Sen ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmustu da, gözü morarmisti. Safiyye'nin Hz. Peygamber ile evlendigi zaman hâlâ bu morlugun izi vardi. Nitekim Rasûlullah'in bunu sormasi üzerine esi de bu hadiseyi ona anlatmistir (Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)
Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a zehirli bir koyun ikram etti. Rasûlullah ondan bir parça aldi, ancak yutmadan koyunun zehirli oldugunu bildirdi. Kadin çagirildi, suçunu itiraf etti ve söyle dedi:
"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eger hükümdar isen senden kurtulmus oluruz." Ancak Bisr b. Berâ bundan aldigi lokma ile zehirlenerek vefat etti. Bunun üzerine kadin Bisr'e kisas olarak öldürüldü. Rasûlullah son hastaliginda dahi Hayber'de aldigi bu lokmanin tesirini hissettigini beyan buyurmustur (Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 222).
Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarinin korunmasi, çoluk ve çocuklarinin serbest birakilmasi sartiyla Hayber'den çekilip gitmeyi ve topraklarini, altin ve gümüslerini, üzerindekiler hariç, elbise ve silâhlarini teslim etmeyi, hiç bir sey saklamayacaklarini kabul etmek sartiyla Hz. Peygamber ile sulh andlasmasi yaptilar. Rasûlullah da Hayber arazisini, ashabi arasinda taksim etmislerdi. Ancak Yahûdilerin; "Biz topragi islemeyi ve hurma yetistirmeyi biliriz, bizi yerimizde birak" demeleri üzerine Hz. Peygamber, onlari kendi mülklerinde yarici olarak çalismalarina ve orada kalmalarina izin vermistir (el-Belâzürî, Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 88). Bu duruma göre çoluk ve çocuklari bagislanmis, araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrilmasi suretiyle onlara birakilmisti. Buna mukabil hiç bir mal saklanmaksizin teslim edilecekti. Iste Kinâne b. Rabi' bu andlasma hükümlerine uymadigi, iâdesi gereken mallari sakladigi ve Mahmûd b. Mesleme'nin ölümüne sebep oldugu için öldürülmüstür (Ibn Hisâm III, 351). Ayrica yapilan bu andlasmaya göre Rasûlullah onlari Hayber'den istedigi zaman çikaracakti (Ebû Dâvûd, Harâc, 24).
Hayberliler, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra da Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanina kadar belirlenen usûl ile yanci olarak orada kalmaya devam ettiler. Bu arazilerin gelirlerin toplamak isi ile, Hz. Abdullah b. Ravâha görevlendirilmisti. Ancak Hz. Ömer zamaninda aralarinda zinânin çogalmasi, müslümanlara kârsi iyi davranmamalari, Hz. Ömer'in oglu Abdullah'a suikast girisiminde bulunmalari ve müslümanlarin Hayber topragini isletecek duruma gelmeleri üzerine yahûdiler Hayber'den Sam'a sürülmüslerdir (el-Belâzürî, a.g.e, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber mad.) Yahûdilerin Hayber'den çikarilmalarina Rasûlullah'in "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacagina dâir" hadisinin de sebep oldugu rivayet edilmektedir (Imâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; Ibn Hanbel, Müsned VI, 275). Hz. Ömer, Yahûdileri Hayber'den çikardiktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'in taksim ettigi ashaba ve ailelerine dagitmistir.
Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine'nin kuzey batısına düşüyor ve ona uzaklığı ise yüz mili buluyordu (169 km).
Resûl-i Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi haline getirmişlerdi.
Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşidi iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.
Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine'ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri Medine'ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planlan Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.
Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine'yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey tarafı - ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı - henüz emniyetten mahrumdu. Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından gerekli görünüyordu.
Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam'la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi.
İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.
Zaten, Cenab-ı Hak da, Hudeybiye Seferi dönüşü sırasında gönderdiği Fetih Suresi’nde, Müslümanlara buranın fethini vadetmişti.
Medine’den Hareket
Hayber Gazâsı’na çıkmaya karar veren Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashabına, hazırlanmalarını emretti.
Bu arada, korkularından dolayı Hudeybiye Seferi’ne katılmaktan çekinmiş bulunan birçok kimsenin, Hicaz’ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hayber’de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya iştirak etmek istedikleri görülüyordu; “Hayber’e biz de sizinle gidelim!” diyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Allah yolunda, İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda bîhakkın cihat edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir! Onlara ganimetten de bir şey verilmeyecektir!” buyurdu.[1]Bunu, Medine’nin içinde halka ilan etti.
Hz. Resûlullah’ın bu emri, bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakk’ın rızası gözetilerek, maddî hiçbir karşılık beklemeksizin, hatta niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.
Zaten, İslam’da harbin ulvî ve nurani gayesi de, İ’lâ-yı Kelimetullah’tır.
Resûl-i Kibriya Efendimizin emri üzerine Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları, iki yüzü atlı olmak üzere 1.600 kişiyi buldu.[2]Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimizle birlikte Medine’den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz, Hayber’de bulunduğu sırada, içlerinde meşhur Ebû Hüreyre’nin de bulunduğu Devs kabilesinden dört yüz Müslüman ile Habeşistan’dan gelen muhacir Müslümanlar da orada İslam ordusuna katılacaklardır.
Ayrıca Medine’den hareket eden İslam ordusunda, Resûl-i Ekrem’in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da vardı. Harp esnasında yaralanan mücahitleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı.[3]
Peygamber Efendimiz, Medine’de yerine Gıfarlı Sibâ’ b. Urfuta’ı vekil bırakarak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.
Nübüvvetin mânevî boyasıyla boyanmış olan mücahitler, pür şevk ve coşkunluk içinde yollarına devam ediyorlardı. Şâir Âmir b. Ekvâ, o andaki heyecan ve sadâkatini, “Allahım, sen hidayet etmeseydin biz doğru yolu bulamazdık, zekât veremezdik, namaz kılamazdık. Üzerimize yürüyen bir kavim olunca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca, sen kalplerimize sekînet indir; çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebat ver!”[4]şiiriyle dile getiriyordu.
Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir b. Ekvâ olduğunu öğrenince de, “Allah ona rahmet etsin!” buyurdu.[5]
Mücahitler bir an durakladılar; zira, bu dua, Âmir’in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.
“O, ne sağırdır, ne gaib…”
Mücahitler, tekbirle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadâlarıyla titriyordu. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, “Allahü Ekber! Allahü Ekber! Lâ ilâhe illallahü Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdiler.
Sahabelerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Canınıza acıyınız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz, ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz!”[6]diye buyurdu.
Evet, dua ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gaib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle şah damarımızdan daha yakındır: “Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin ona vesveseler verdiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız (Her halinden haberdarız ve her an kudretimiz altındadır).”[7]
Kalbimizin en gizli hatırasını bilen, yalnız O’dur; bildiği için de, arzu ve isteklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rabbine şöyle yalvarıyordu:
“Allahım! İstikbâl endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zalim ve haksız kimselerin musallat olmasından sana sığınırım!”[8]
İslam Ordusu Recî’de
Peygamber Efendimiz, ordusuyla Recî’ denilen yere vardı ve orada konakladılar. Burası, Hayber’le Gatafanların yurdu arasında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı; şöyle ki: Hayber Yahudileri, Gatafanlardan yardım istemişler; onlar da bunu kabul edip, gerektiğinde gelip kalelerinde İslam ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mani olmak için de, Gatafanlara, “Şayet Yahudilere yardım etmezlerse, fethedilecek Hayber’in bir yıllık hurma mahsûlünün kendilerine verileceği” teklifinde bulunmuştu. Ancak onlar kabul etmemişlerdi.
İşte, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafanlardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim bu durum karşısında Gatafanlar, Hayber Yahudilerine hiçbir yardımda bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.
İslam Ordusu, Hayber Önlerinde
Peygamber Efendimiz, daha sonra ordusuyla Recî’den Hayber’e doğru ilerledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti olmadığından sabahı bekledi.
Peygamberimizin Duası
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hayber önlerine varınca, “Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah! Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah! Ey rüzgârların ve savurduklarınn Rabbi olan Allah! Biz, senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkın hayrını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden sana sığınırız!”[9]diye dua etti.
Herhangi bir şehre girdiğinde, Efendimiz, hep böyle dua ederdi.
Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına gitmek üzere kalelerinden çıkınca, karşılarında İslam ordusunu buldular. Birden şaşırıp kaldılar ve “İşte, Muhammed ve ordusu!” diye bağrıştılar; sonra da, telâş ve heyecan içinde gerisingeri kaçıp kalelerine sığındılar.[10]
Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Peygamberimizin ta Medine’den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına birçoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetliydi, adamları da çoktu, harp âletleri de oldukça fazlaydı; öyle ise, Hz. Resûlullah, bütün bunları göze alarak, güya, gelemezdi! Kanaatleri buydu. Ne var ki gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.
Onların bu şaşkınlığını ve gerisingeri pür telâş kaçıp kalelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu hayra yorarak, “Allahü Ekber, Allahü Ekber! Haribet Hayber [Hayber harab oldu]! Biz düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!”[11]diye buyurdu. Hayber’in fethine işaret eden bu sözlerini üç kere tekrarladı.[12]
Düşman Cephesi
Hayber Yahudileri, aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalelerinde kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler.
Savaşacak olan Yahudilerin hepsi, en kuvvetli kale olan Natat Kalesi’nde toplandılar. Eşyalarını, aile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.
Çarpışmanın Başlaması
Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesi’nden mücahitlerin üzerine ok atılmasıyla başladı. İslam ordusu da Natat önünde karargâhını kurmuştu.
İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla elli kadar mücahit yaralandı.
İkinci gün, Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle, İslam ordusu, karargâhını Recî’ mevkiine nakletti. Böylece, yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikelerden mücahitler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.
Peygamber Efendimiz ve mücahitler, her sabah silahlanarak Natat Kalesi’nin üst taraflarına geliyor, akşama kadar Yahudilerle çarpışıyor, akşamleyin ise tekrar Recî’e dönüyorlardı.
Peygamberimizin Hastalanması
Bu arada, Peygamber Efendimiz, bir baş ağrısına yakalandı; iki gün mücahitlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir’i görevlendirip Yahudilerle çarpışmaya gönderdi. Şiddetli çarpışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer’e verdi ve mücahitlerle birlikte çarpışmaya gönderdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasip olmadı.[13]
Yedi gün böylece devam etti.
Bu sırada, İslam ordusu bir şehit verdi: Mahmud b. Mesleme... Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir halde Natat Kalesi dibinde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.[14]
Amir b. Ekva’nın Şehit Olması
Yine bu esnada, Amir b. Ekva ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab, karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Amir, Merhab’ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı halde İslam ordugâhına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehit olarak vefat etti.[15]Zaten, Efendimiz de, henüz Hayber’e varmadan önce, onun şehâdet mertebesine ereceğine işaret buyurmuşlardı.[16]
Devslilerin Gelip İslam Ordusuna Katılması
Devs kabilesi Reisi Şâir Tufeyl b. Amr, Hicret’ten önce, Mekke’de Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de kabilesini İslamiyete davet edip durmuştu.
Tufeyl b. Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar Müslümanla Hicret’in 7. senesinde Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizin Hayber’e gittiğini haber alınca da, Hayber’e gelip İslam ordusuna katıldılar, Yahudilere karşı savaş açtılar.[17]
Gelen dört yüz kişinin arasında, sonradan meşhur olacak Ebû Hüreyre de (r.a.) bulunuyordu.[18]Orada Hz. Resûlullah’la buluşup görüşen Hz. Ebû Hüreyre, Ehl-i Suffa’ya dâhil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ayrılmadı. Cenab-ı Hak, kendisine kuvvetli bir hâfıza da ihsan ettiğinden, birçok hadis-i şerif rivayet etmiştir. “Benden fazla hadis bilen, Abdullah İbni Ömer’dir. O, işittiğini yazardı; ben yazmazdım” demiştir.
Sancak Hz. Ali’de
Muhasara devam ediyordu.
Server-i Kâinat Efendimiz, bir gün, “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir”[19]buyurdu.
Mücahitleri bir merak sardı: Acaba, bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu ve duygu, Hz. Fahr-i Âlem’in elinden mübarek ve şerefli sancağı alabilmekti! Geceyi bu ümit ve arzu ile geçirdiler. Sabah olunca, merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve samimi arzusunu sadece Hz. Ömer sonradan, “Kumandanlığı o günkü kadar arzu ettiğim, hiçbir zaman olmamıştır!”[20]diyerek dile getirmiştir.
Her bir mücahit, aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duygular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sancağın getirilmesini emretti. Sancak derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efendimizin mübarek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübarek ağızlarından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara arasından Hz. Resûlullah, “Ali nerede?” diye sordu.
Artık fatih belli olmuştu.
Gariptir ki o sırada Hz. Ali gözlerinden rahatsızdı.
“Yâ Resûlallah, onun gözleri ağrıyor” dediler.
Resûl-i Ekrem buna rağmen, “Olsun! Çağırın, gelsin!” buyurdu.
Haberi alan Hz. Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan gözleri Fahr-i Kâinat’ın mübarek duasıyla şifa buldu.[21]
Efendimiz, ayrıca onun için, “Allahım! Sıcağın soğuğun sıkıntısını bundan gider!” diyerek de dua etti.
Hz. Ali der ki:
“O günden sonra ne sıcaktan ne de soğuktan asla rahatsız olmadım!”[22]
Gerçekten de, Hz. Ali, yazın en sıcak günlerinde kalın aba giydiği halde bundan rahatsızlık duymazdı; kışın ise en soğuk günlerde en ince elbiseyi giyer ve asla üşümezdi.[23]
Hz. Resûlullah’ın ak sancağı artık Hz. Ali’nin elindeydi. Merak dolu bakışlar, birden imrenmeye kaybolmuştu. Demek, Allah ve Resûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu! Demek, Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fetholunacaktı! Her bir sahabe, aynı duygular içinde İslam’ın bu bahadırına gıpta ile bakıyordu.
Sancağını Hz. Ali’ye teslim eden Resûl-i Ekrem, bir de kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zülfikâr’ı da beline kendi eliyle bağladı; sonra da, “Allah, sana fetih nasip edinceye kadar çarpış, sakın arkana dönme!”[24]diye emretti.
Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde, heyecanla ilerliyordu. Bir müddet gittikten sonra, “Yâ Resûlallah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?” diye sordu.
Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:
“Allah’tan başka ilâh ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdette bulunancaya kadar onlarla çarpış. Onlar, bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalplerindekinin hesabı ise Yüce Allah’a âittir.”[25]
Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, “Yâ Resûlallah, Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşacağım!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vakar içinde ilerle, sonra onları İslam’a davet et; Müslüman oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir. Vallahi, senin vasıtanla Allah’ın onlardan tek bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için birçok kızıl deveye sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır”[26]buyurarak, aynı zamanda İslamî fetihlerden maksadın ne olduğunu da ortaya koydu.
Hz. Ali, Merhab’la Karşı Karşıya
Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullah’ın beyaz sancağıyla mücahitlerin önünde ilerleyip sancağı Natat Kalesi’nin dibine dikti. Onları, İslam’ın umdelerini anlatıp Müslüman olmaya davet etti. Fakat Yahudiler, Müslüman olmayı kabul etmediler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada birçok yiğidi, mücahitler tarafından yere serildi.
Bu arada, Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Merhab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu duyunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sarmıştı. Bu heybetli görünüşüyle, “Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere arslanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır!” diye haykırıp övünüyordu.
Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden, “Ben de, annemin bana Haydar [Arslan] adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en heybetli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!”[27]diye cevap verdi.
Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab, “Esedullah” unvanının sahibi Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfikâr’la ikiye bölünerek yere düştü.[28]
Manzarayı gören Hz. Resûlullah, mücahitleri müjdeledi: “Sevininiz! Hayber’in fethi artık kolaylaştı.”[29]
Bundan sonra mücahitler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler, bu arada birçoğunu yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hatta bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep beraber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadılar![30]
Adamlarının teker teker yere serildiğini gören diğer Yahudiler, gerisingeri kaçışmaya başladılar. Artık düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriya Efendimizin beyan buyurdukları gibi, Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan etmişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahitler Natat Kalesi’ne daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. Onlara dokunmadılar. Âkıbetin kötü olacağını gören Yahudiler, Natat’ı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı!
Mücahitler, Naim Kalesi’ne doğru yöneldiler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman birçok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.
Naim Kalesi’nin düşüşünü, Sa’b b. Muaz Kalesi’nin teslimi takip etti.
Müslüman Olup Şehâdet Mertebesine Eren Çoban!
Peygamber Efendimiz, Hayber kalelerinden birkaçını muhasara altına almıştı.
Bu sırada, önüne davarlarını katmış birinin İslam ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir’in, Yesar adını taşıyan Habeşli bir kölesi idi. Davarlarını güder, dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarıldıklarını görünce, “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sormuştu.
Yahudiler, “Şu, kendini ‘resûl’ diye ilan eden adamı öldürmek istiyoruz!” cevabını vermişlerdi. “Resûl” kelimesini duyan Habeşli Yesar, bir an duraklamış, bu kelimenin adeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder olmuştu.
Yesar sadece Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemiyor, meseleyi kaynağından öğrenmek istiyordu.
İşte, bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkageldi!
“Sen neler söylüyor ve nelere davet ediyorsun?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “İslamiyete davet ediyorum. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de O’nun Resûlü olduğuma şehâdete, Allah’tan başkasına ibadet etmemeye çağırıyorum” buyurdu.
Yesar, bu sefer, “Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şehâdete bulunursam bana ne var?”
Resûl-i Ekrem, “Eğer bu iman ve bu şehâdet üzere ölürsen cennet var!” dedi.[31]
Bunun üzerine Yesar, hemen orada Müslüman oldu.
Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehâdet üzere ölürse cennete gireceğini söylemişti. Ama Yesar müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.
Bu sebeple, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Ben Habeşî (siyah tenli), çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine cennete girer miyim?”
Resûl-i Ekrem’den, Yesar’ı sevince gark eden cevap geldi: “Evet, cennete girersin!”[32]
Yesar bu sefer, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Şu davarlar bana emanettir. Şimdi ben onları ne yapayım?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir” diyerek Yesar’a yol gösterdi.
Yesar hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:
“Haydi, artık sahibinize dönünüz.”
Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahiplerinin yanına vardılar.[33]
Yesar’ın Şehit Olması
İslamiyetle şereflenen Yesar, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahit olmuştu. Mücahitler safında, düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden, kalelerden atılan taşlarla şehit oldu. Böylece, “bir vakit namaz kılma fırsatını bile bulamadan cennete uçan Müslüman” unvanını aldı.[34]
Şehit Yesar’ın cenazesi karargâha getirildi. Üzeri örtülü idi. Yerde uzatılmıştı. Cenazeye bakan Hz. Resûlullah’ın bir ara yüzünü çevirdiğini fark eden sahabeler, merakla, “Yâ Resûlallah! Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem Efendimiz sebebini izah etti: “Şehit, vurulup yere düştüğü zaman cennet hûrîlerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları siler ve ‘Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın, seni öldüreni öldürsün!’ derler. Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevketti. Allah’a hiç secde etmediği halde, cennet hûrîlerinden ikisini, onun başucunda gördüm!”[35]
İşte, az ihlâslı amel ve işte, ebedî saadet, sonsuz mükâfat ve ecir!
Bu hadise, bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlâs ve samimiyet olduğu dersini veriyor.
Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki Peygamber Efendimiz, iman ve İslam’a davette insanlar arasında asla —içtimaî mevkii ne olursa olsun— fark gözetmiyordu. Evet, Yesar kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi; üstelik, içtimaî seviyenin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor, Müslüman olup olmamasında —hâşâ— herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu; aksine, gayet ciddi bir şekilde ona İslamiyeti anlatıyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.
İslam ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir!
Netice
On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz, bu isteklerini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler tespit edildi:
1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.
2) Hayber’den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.
3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.
4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayrımenkul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden başka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Resûlullah’a bırakılacak.
5) Hz. Resûlullah’a bırakılması gereken herhangi bir şey ne suretle olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise Allah ve Resûlünün eman ve himâye taahhüdünün hâricinde kalacaklardır.[36]
Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudiler, Hayber’den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize bir teklif getirdiler: “Biz mal mülk sahipleriyiz! Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız! Bırak bizi, Hayber topraklarında kalalım!”[37]
Resûl-i Ekrem Efendimiz ve sahabeler, burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsait bulunmuyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, tekliflerini müspet karşıladı ve Hayber mahsûlâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz tarafından ortadan kaldırılabilecekti.[38]Böylece, Yahudiler, İslam devletiyle ziraî bir işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse vereceklerdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsûl zamanı Abdullah b. Revâha Hazretlerini Hayber’e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsûlâtı yarı yarıya ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşısında Yahudiler, “Bu adalet sâyesinde yer ve gök ayakta duruyor!”[39]demekten kendilerini alamazlardı.
Şehit ve Ölü Sayısı
Harp sonunda, bin altı yüz kişilik İslam ordusunun yirminin üzerinde şehit vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi kalelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan yirmi bin kişilik Yahudi ordusunda ölü sayısı ise doksan üçü buluyordu.[40]
Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslam devleti hudutları dâhiline alınmış oldu.
Habeşistan Muhacirlerinin Hayber’e Gelişi
Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz Hayber’den ayrılmamıştı. Bu sırada Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp geldiler.[41]Resûl-i Ekrem Efendimiz, bundan son derece memnun oldu ve “Bilmem, bu iki şeyden hangisiyle sevineyim? Feth-i Hayber’le mi, yoksa kudum-u Cafer’le mi?” diye buyurdu.[42]Peygamber Efendimiz, Hayber ganimetinden onlara da pay ayırmıştır.[43]
Çift Hicretli ve Çift Ücretli Olanlar!
Medine’ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahit muhacirlerden bazılarının, Habeşistan muhacirlerine, “Biz hicrette sizi geçmişizdir!” dedikleri duyulmuştu. Hatta bir gün, Hz. Cafer b. Ebî Tâlib’in, Habeşistan’a hicret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa’nın ziyaretine gitmişti. Orada Hz. Ömer’le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ binti Umeys olduğunu öğrenince, “Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah’a (a.s.m.) sizden daha yakınız!” demişti.
Hz. Esmâ buna kızmış ve “Hayır! Gerçek, senin bildiğin gibi değildir! Vallahi, sizler Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olanlarınızı doyuruyor, câhillerinizi de va’z ve nasihat ederek yetiştiriyordu! Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak Allah ve Resûlünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık” dedikten sonra ilave etmişti: “Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullah’a söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını soracağım!”
O sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz geldi.
Esmâ bint-i Umeys, Hz. Ömer’in kendisine söylediklerini nakletti.
Resûl-i Ekrem, “Buna karşılık sen ona ne söyledin?” diye sordu.
Hz. Esmâ, “Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Esmâ’ya, “Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur!” buyurduktan sonra ilave etti: “Ömer ve arkadaşlarına bir hicret (sevabı) vardır! Siz gemi halkına ise, iki hicret (sevabı) vardır!”[44]
Bunu duyan Habeşistan’dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da, Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açıkça göstermektedir.
Ganimetler
Hayber’de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hudeybiye Sulh Antlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulunan bütün sahabelere taksim edildi.[45]Zira, Cenab-ı Hak, Hudeybiye Seferi’ne iştirak edenlere, Hayber’in fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.[46]
Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca Hayber’de gelip İslam ordusuna katılan Devs kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile Cafer b. Ebî Tâlib’in (r.a.) başkanlığında Habeşistan’dan dönen ve Hayber’de Müslümanlara kavuşan Habeşistan muhacirlerine bu ganimetten hisse ayırdı.[47]
Resûl-i Zîşan Efendimizin emriyle ganimet malları ilk önce beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.
Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında taksim etti.[48]
Hayber’in gayrimenkul malları, yani arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat mülkleri, Müslümanların beşte dört hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytü’l-Mâl’e âit olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.[49]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe’nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre, akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında bölüştürdü.[50]
Ganimetler arasında, Tevrat’tan müteaddit nüsha da vardı. Yahudiler bunların kendilerine iadesini talep ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle, Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hadise, aynı zamanda, Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş mukaddes kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifadesiydi.
Yahudilerin, Peygamberimizi Zehirlemeye Kalkışmaları
Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Yahudilerin İslam’a karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı kötü bir hareketle, haince bir tertiple cevap vermeyi, adeta kendilerine huy edinmişlerdi.
Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz ashabıyla birlikte istirahate çekilmişti. Savaşla Resûl-i Ekrem’i mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer haince bir tertibin içine girdiler: Onu zehirlemeye karar verdiler! Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellâm b. Mişkem’in karısı Zeyneb üzerine aldı. Plân gereği, Zeyneb, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi; ayrıca Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.
Dessas Yahudi kadını, kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve “Ey Ebu’l-Kàsım! Bunu sana hediye ediyorum!” diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.
Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada bulunan sahabeler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan, sahabelere, “Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor!”[51]diye buyurdu.
Herkes elini çekti. Sadece Bişr b. Berâ Hazretleri, ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine kuvvetli zehirliydi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehit oldu.[52]
Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme mârifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de akim kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb’i huzuruna çağırdı. Zeyneb suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimizin, “Neden bunu yaptın?” sorusuna şu cevabı verdi:
“Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmezsin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!”[53]
Bazı rivayetlere göre, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu taşımayan Peygamber Efendimiz, kadını öldürtmeyip affetmiştir.[54]Bazı rivayetlerde ise, onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki:
Hz. Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehit olan Bişr’in veresesine vermiş, onlar kısas olarak öldürmüşler.[55]
Hayber’de Yasaklanan Şeyler
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:
1) Esir alınan kadınlara dokunmayı,
2) Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi,
3) Her yırtıcı, azı dişli hayvanın etini yemeyi,
4) Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılması veya satın alınmasını.[56]
Fedek Yahudileriyle Anlaşma Yapılması
Peygamber Efendimiz, Hayber’in fethinden sonra Muhayyısa b. Mes’ud’u, İslamiyete davet etmek üzere, Medine’den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri, birkaç kere sâir Yahudilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak buna muvaffak olamamışlardı.
Fedek Yahudileri, Resûlullah’ın elçisi Muhayyısa’nın sulh teklifini önce kabul etmediler. Sonra Peygamber Efendimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Yahudilerinin uğradıkları âkıbete uğrayacaklarından korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Peygamber Efendimiz onların bu teklifini kabul etti.
Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı, diğer yarısı ise Peygamber Efendimize mahsus kılındı. Sâir Müslümanlar arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşir Suresi’nin altıncı ayetiyle, hiçbir askerî harekat yapılmadan barış yoluyla fethedilen yerler Peygamber Efendimize tahsis buyrulmuştur. Fedek’te aynı durum vuku bulduğu için alınan arazinin yarısı Peygamberimize kaldı.[57]Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Hâşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarfederdi.[58]
Vadi’l-Kurâ’nın Alınması
Daha sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Hayber’den ayrılıp Vadi’l-Kurâ’ya müteveccihen hareket etti. Burası, Hayber ve Teyma arasındaki köylerin bulunduğu bir yerdi. İslam’dan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imar etmişlerdi.
Vadi’l-Kurâ Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşı’nda yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yanlarına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.
Resûl-i Ekrem, buradaki Yahudileri önce İslam’a davet etti; Müslüman oldukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakılacağını, kalplerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah’a âit bir iş olduğunu bildirdi.[59]Vadi’l-Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onları muhasara altına aldı. Muhasaranın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar adam öldürüldü.[60]
Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslam’a davet etti. Yine kabule yanaşmadılar ve mücahitlere karşı koydular. Fakat mücahitlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar; henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki teslim olmak mecburiyetinde kaldılar.[61]
Burada, bol miktarda ganimet elde edildi. Resûl-i Ekrem onları usûlüne göre beş kısma ayırdı; dört payını mücahitler arasında bölüştürdü, bir payını da Beytü’l-Mâl’e ayırdı. Arazisi ise, Hayber’de olduğu gibi, orada bulunan ahaliye, mahsûlâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla bırakıldı.[62]
Teyma Yahudilerinin Cizye Vermeyi Kabul Etmeleri
Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ve Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Vadi’l-Kurâ’da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple, İslam ordusu buraya gelir gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla, yurtlarından ayrılmamış, toprakları da ellerinden gitmemiş oldu.[63]
Hayber Fethi’nin Önemi
Hayber’in fethiyle hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler, İslam devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sulhü’yle müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetihle İslamiyet büyük bir serbesiyet imkânına kavuşuyordu.
Hudeybiye Sulh Antlaşması’yla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla iş birliğine girişmeleri önlenirken, bu fetihle de Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir iş birliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş olunuyordu. Artık ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle, Kureyş müşriklerinin Müslümanlara her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.
Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü Hayber’in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerinse harp sanatını çok iyi bildikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
Bütün bunlara rağmen, İslam ordusu karşısında mağlup düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim arzularıyla gelip İslam hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. Bu bakımdan, Hayber’in fethi, İslam tarihinde önemli bir yer işgal eder.
Allah ve Peygamber`i de onu sever). Bunun üzerine orada bulunan Ashâb bayrağın onlardan hangisine verileceğini tahayyüle başladılar. Onların hepsi bayrağın kendisine verilmesini umarak ertesi güne erdiler. Fakat Resûlullah ferdâsi gün: -Alî nerededir? diye sordu. Ashâb tarafından: - Gözleri ağrıyor, denildi. Ve Resûlullah`ın emriyle Alî huzûra çağırıldı. Resûlullah Alî`nin gözlerine tükürdü. Hemen orada gözleri, hiç ağrımamış gibi iyi oldu. Bunun üzerine Alî: - Yâ Resûlallah, Hayber yahûdîleriyle onlar da bizim gibi (müslümân) oluncaya kadar vuruşuruz! dedi. Resûlullah da: - Yâ Alî, ağır ol! Tâ ki sükûnetle Hayberlilerin sâhasında alarga bir mahalle iner, (ordugâhını kurar) sın! Sonra onları İslâm`a da`vet edersin ve üzerlerine vâcib olan İslâm esaslarını haber verirsin!. Yâ Alî,tek bir kişinin senin irşâdınla müslümân olması, iyi bil ki, sana kızıl develer bahşedilmesinden (senin de onları yoksullara tasadduk etmenden) hayırlıdır, buyurdu. buhari 1236
Hz. Peygamber'in hicretin 7. yilinda fethettigi, Sam-Medine yolu üzerinde Medine'nin 15I km. kuzeyinde Yahûdilerin oturdugu bir yerlesim merkezi. Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burasi ayni zamanda hurma ve tahil merkezidir. Kalesinin yedi burcu vardir. Bunlar Nâim, Kamûs, Sik, Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (Ibn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz. Peygamber Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karsi müsriklerle ittifak halinde olmalari ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin burada toplanmasindan dolayi Hudeybiye musalahasindan sonra Hayber'i fethetmek üze re hazirliklara basladi (Vakidî, Kitabü'l Megazî, II, 441-442, Ibn Hisâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)
Hz. Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada ragbet edenlerin katilmasini emretti. Medine'de Siba' b. Urfuta'yi vekil birakti. Esi Ümmü Seleme'yi yanina alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çikarken; "Biz buranin hayrini isteriz" buyurmustur. Rasûlullah Medine'den hareket ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasina karargahim kurdu. Sabaha kadar burada bekledi (Ibn Hisâm, es-Sîre, III/343). Gatafanlilarin Hayber'e yardimini engellemek için burada konaklamis bulunuyordu. Hayberliler sabaha kadar, müslümanlarin gelisinden haberdar olmamislardi. Sabahleyin kalelerinin kapisini açtiklarinda; "Muhammed gelmis ve günlerden de cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler. Yahûdiler mukaddes günleri oldugu için cumartesi günü muharebe etmezlerdi. Rasûlullah bunu görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (Ibn Sa'd, et-Tabakat, II,106). Müslümanlarin bu muharebede beyaz renkli sancagini da Hz. Ali tasiyordu. Bu gazvede müslümanlarin kullandiklari parola; "Yâ Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'in galip kildigi müslüman asker öldür öldür' idi (Ibn Sa it, II,1I6, Ibn Hisâm, III, 347).
Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile basladi. Burada Mahmûd b. Mesleme atilan tasla sehit oldu. Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi. Daha sonra, Vatîh, Sülâlim, Sik, Netah ve Ketîba kaleleri alindi. Bu kalelerin ele geçirilmesinde siddetli çarpismalar oldu. Müslümanlardan yirmi bes kisi sehid olurken, Yahûdilerin kaybi doksan üç kisi oldu. Hayber'in ileri gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b. Ebi'l-Hukayk ve kardesi öldürüldü (Ibn Sa'd, II, 1I7).
Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldilar. Ancak Hayber halki esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler. Rasûlullah da bunu kâbul etti. Yahûdilerin ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'in kizi Safiyye de esirler arasinda idi. Rasûlullah Hz. Safiyye'ye ailesinin yanina dönmeyi teklif ettigi halde Safiyye, müslüman olarak Hz. Peygamber'e es olmayi tercih etti. Hz. Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b. Rabia ile evlenmisti. Ilk gece, gördügü bir rüyayi Kinâne'ye anlatmis O da; "Sen ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmustu da, gözü morarmisti. Safiyye'nin Hz. Peygamber ile evlendigi zaman hâlâ bu morlugun izi vardi. Nitekim Rasûlullah'in bunu sormasi üzerine esi de bu hadiseyi ona anlatmistir (Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)
Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a zehirli bir koyun ikram etti. Rasûlullah ondan bir parça aldi, ancak yutmadan koyunun zehirli oldugunu bildirdi. Kadin çagirildi, suçunu itiraf etti ve söyle dedi:
"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eger hükümdar isen senden kurtulmus oluruz." Ancak Bisr b. Berâ bundan aldigi lokma ile zehirlenerek vefat etti. Bunun üzerine kadin Bisr'e kisas olarak öldürüldü. Rasûlullah son hastaliginda dahi Hayber'de aldigi bu lokmanin tesirini hissettigini beyan buyurmustur (Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 222).
Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarinin korunmasi, çoluk ve çocuklarinin serbest birakilmasi sartiyla Hayber'den çekilip gitmeyi ve topraklarini, altin ve gümüslerini, üzerindekiler hariç, elbise ve silâhlarini teslim etmeyi, hiç bir sey saklamayacaklarini kabul etmek sartiyla Hz. Peygamber ile sulh andlasmasi yaptilar. Rasûlullah da Hayber arazisini, ashabi arasinda taksim etmislerdi. Ancak Yahûdilerin; "Biz topragi islemeyi ve hurma yetistirmeyi biliriz, bizi yerimizde birak" demeleri üzerine Hz. Peygamber, onlari kendi mülklerinde yarici olarak çalismalarina ve orada kalmalarina izin vermistir (el-Belâzürî, Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 88). Bu duruma göre çoluk ve çocuklari bagislanmis, araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrilmasi suretiyle onlara birakilmisti. Buna mukabil hiç bir mal saklanmaksizin teslim edilecekti. Iste Kinâne b. Rabi' bu andlasma hükümlerine uymadigi, iâdesi gereken mallari sakladigi ve Mahmûd b. Mesleme'nin ölümüne sebep oldugu için öldürülmüstür (Ibn Hisâm III, 351). Ayrica yapilan bu andlasmaya göre Rasûlullah onlari Hayber'den istedigi zaman çikaracakti (Ebû Dâvûd, Harâc, 24).
Hayberliler, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra da Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanina kadar belirlenen usûl ile yanci olarak orada kalmaya devam ettiler. Bu arazilerin gelirlerin toplamak isi ile, Hz. Abdullah b. Ravâha görevlendirilmisti. Ancak Hz. Ömer zamaninda aralarinda zinânin çogalmasi, müslümanlara kârsi iyi davranmamalari, Hz. Ömer'in oglu Abdullah'a suikast girisiminde bulunmalari ve müslümanlarin Hayber topragini isletecek duruma gelmeleri üzerine yahûdiler Hayber'den Sam'a sürülmüslerdir (el-Belâzürî, a.g.e, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber mad.) Yahûdilerin Hayber'den çikarilmalarina Rasûlullah'in "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacagina dâir" hadisinin de sebep oldugu rivayet edilmektedir (Imâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; Ibn Hanbel, Müsned VI, 275). Hz. Ömer, Yahûdileri Hayber'den çikardiktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'in taksim ettigi ashaba ve ailelerine dagitmistir.
Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine'nin kuzey batısına düşüyor ve ona uzaklığı ise yüz mili buluyordu (169 km).
Resûl-i Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi haline getirmişlerdi.
Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşidi iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.
Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine'ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri Medine'ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planlan Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.
Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine'yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey tarafı - ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı - henüz emniyetten mahrumdu. Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından gerekli görünüyordu.
Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam'la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi.
İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.
Zaten, Cenab-ı Hak da, Hudeybiye Seferi dönüşü sırasında gönderdiği Fetih Suresi’nde, Müslümanlara buranın fethini vadetmişti.
Medine’den Hareket
Hayber Gazâsı’na çıkmaya karar veren Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashabına, hazırlanmalarını emretti.
Bu arada, korkularından dolayı Hudeybiye Seferi’ne katılmaktan çekinmiş bulunan birçok kimsenin, Hicaz’ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hayber’de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya iştirak etmek istedikleri görülüyordu; “Hayber’e biz de sizinle gidelim!” diyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Allah yolunda, İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda bîhakkın cihat edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir! Onlara ganimetten de bir şey verilmeyecektir!” buyurdu.[1]Bunu, Medine’nin içinde halka ilan etti.
Hz. Resûlullah’ın bu emri, bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakk’ın rızası gözetilerek, maddî hiçbir karşılık beklemeksizin, hatta niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.
Zaten, İslam’da harbin ulvî ve nurani gayesi de, İ’lâ-yı Kelimetullah’tır.
Resûl-i Kibriya Efendimizin emri üzerine Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları, iki yüzü atlı olmak üzere 1.600 kişiyi buldu.[2]Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimizle birlikte Medine’den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz, Hayber’de bulunduğu sırada, içlerinde meşhur Ebû Hüreyre’nin de bulunduğu Devs kabilesinden dört yüz Müslüman ile Habeşistan’dan gelen muhacir Müslümanlar da orada İslam ordusuna katılacaklardır.
Ayrıca Medine’den hareket eden İslam ordusunda, Resûl-i Ekrem’in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da vardı. Harp esnasında yaralanan mücahitleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı.[3]
Peygamber Efendimiz, Medine’de yerine Gıfarlı Sibâ’ b. Urfuta’ı vekil bırakarak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.
Nübüvvetin mânevî boyasıyla boyanmış olan mücahitler, pür şevk ve coşkunluk içinde yollarına devam ediyorlardı. Şâir Âmir b. Ekvâ, o andaki heyecan ve sadâkatini, “Allahım, sen hidayet etmeseydin biz doğru yolu bulamazdık, zekât veremezdik, namaz kılamazdık. Üzerimize yürüyen bir kavim olunca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca, sen kalplerimize sekînet indir; çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebat ver!”[4]şiiriyle dile getiriyordu.
Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir b. Ekvâ olduğunu öğrenince de, “Allah ona rahmet etsin!” buyurdu.[5]
Mücahitler bir an durakladılar; zira, bu dua, Âmir’in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.
“O, ne sağırdır, ne gaib…”
Mücahitler, tekbirle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadâlarıyla titriyordu. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, “Allahü Ekber! Allahü Ekber! Lâ ilâhe illallahü Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdiler.
Sahabelerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Canınıza acıyınız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz, ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz!”[6]diye buyurdu.
Evet, dua ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gaib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle şah damarımızdan daha yakındır: “Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin ona vesveseler verdiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız (Her halinden haberdarız ve her an kudretimiz altındadır).”[7]
Kalbimizin en gizli hatırasını bilen, yalnız O’dur; bildiği için de, arzu ve isteklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rabbine şöyle yalvarıyordu:
“Allahım! İstikbâl endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zalim ve haksız kimselerin musallat olmasından sana sığınırım!”[8]
İslam Ordusu Recî’de
Peygamber Efendimiz, ordusuyla Recî’ denilen yere vardı ve orada konakladılar. Burası, Hayber’le Gatafanların yurdu arasında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı; şöyle ki: Hayber Yahudileri, Gatafanlardan yardım istemişler; onlar da bunu kabul edip, gerektiğinde gelip kalelerinde İslam ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mani olmak için de, Gatafanlara, “Şayet Yahudilere yardım etmezlerse, fethedilecek Hayber’in bir yıllık hurma mahsûlünün kendilerine verileceği” teklifinde bulunmuştu. Ancak onlar kabul etmemişlerdi.
İşte, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafanlardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim bu durum karşısında Gatafanlar, Hayber Yahudilerine hiçbir yardımda bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.
İslam Ordusu, Hayber Önlerinde
Peygamber Efendimiz, daha sonra ordusuyla Recî’den Hayber’e doğru ilerledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti olmadığından sabahı bekledi.
Peygamberimizin Duası
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hayber önlerine varınca, “Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah! Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah! Ey rüzgârların ve savurduklarınn Rabbi olan Allah! Biz, senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkın hayrını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden sana sığınırız!”[9]diye dua etti.
Herhangi bir şehre girdiğinde, Efendimiz, hep böyle dua ederdi.
Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına gitmek üzere kalelerinden çıkınca, karşılarında İslam ordusunu buldular. Birden şaşırıp kaldılar ve “İşte, Muhammed ve ordusu!” diye bağrıştılar; sonra da, telâş ve heyecan içinde gerisingeri kaçıp kalelerine sığındılar.[10]
Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Peygamberimizin ta Medine’den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına birçoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetliydi, adamları da çoktu, harp âletleri de oldukça fazlaydı; öyle ise, Hz. Resûlullah, bütün bunları göze alarak, güya, gelemezdi! Kanaatleri buydu. Ne var ki gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.
Onların bu şaşkınlığını ve gerisingeri pür telâş kaçıp kalelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu hayra yorarak, “Allahü Ekber, Allahü Ekber! Haribet Hayber [Hayber harab oldu]! Biz düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!”[11]diye buyurdu. Hayber’in fethine işaret eden bu sözlerini üç kere tekrarladı.[12]
Düşman Cephesi
Hayber Yahudileri, aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalelerinde kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler.
Savaşacak olan Yahudilerin hepsi, en kuvvetli kale olan Natat Kalesi’nde toplandılar. Eşyalarını, aile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.
Çarpışmanın Başlaması
Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesi’nden mücahitlerin üzerine ok atılmasıyla başladı. İslam ordusu da Natat önünde karargâhını kurmuştu.
İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla elli kadar mücahit yaralandı.
İkinci gün, Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle, İslam ordusu, karargâhını Recî’ mevkiine nakletti. Böylece, yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikelerden mücahitler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.
Peygamber Efendimiz ve mücahitler, her sabah silahlanarak Natat Kalesi’nin üst taraflarına geliyor, akşama kadar Yahudilerle çarpışıyor, akşamleyin ise tekrar Recî’e dönüyorlardı.
Peygamberimizin Hastalanması
Bu arada, Peygamber Efendimiz, bir baş ağrısına yakalandı; iki gün mücahitlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir’i görevlendirip Yahudilerle çarpışmaya gönderdi. Şiddetli çarpışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer’e verdi ve mücahitlerle birlikte çarpışmaya gönderdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasip olmadı.[13]
Yedi gün böylece devam etti.
Bu sırada, İslam ordusu bir şehit verdi: Mahmud b. Mesleme... Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir halde Natat Kalesi dibinde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.[14]
Amir b. Ekva’nın Şehit Olması
Yine bu esnada, Amir b. Ekva ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab, karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Amir, Merhab’ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı halde İslam ordugâhına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehit olarak vefat etti.[15]Zaten, Efendimiz de, henüz Hayber’e varmadan önce, onun şehâdet mertebesine ereceğine işaret buyurmuşlardı.[16]
Devslilerin Gelip İslam Ordusuna Katılması
Devs kabilesi Reisi Şâir Tufeyl b. Amr, Hicret’ten önce, Mekke’de Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de kabilesini İslamiyete davet edip durmuştu.
Tufeyl b. Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar Müslümanla Hicret’in 7. senesinde Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizin Hayber’e gittiğini haber alınca da, Hayber’e gelip İslam ordusuna katıldılar, Yahudilere karşı savaş açtılar.[17]
Gelen dört yüz kişinin arasında, sonradan meşhur olacak Ebû Hüreyre de (r.a.) bulunuyordu.[18]Orada Hz. Resûlullah’la buluşup görüşen Hz. Ebû Hüreyre, Ehl-i Suffa’ya dâhil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ayrılmadı. Cenab-ı Hak, kendisine kuvvetli bir hâfıza da ihsan ettiğinden, birçok hadis-i şerif rivayet etmiştir. “Benden fazla hadis bilen, Abdullah İbni Ömer’dir. O, işittiğini yazardı; ben yazmazdım” demiştir.
Sancak Hz. Ali’de
Muhasara devam ediyordu.
Server-i Kâinat Efendimiz, bir gün, “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir”[19]buyurdu.
Mücahitleri bir merak sardı: Acaba, bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu ve duygu, Hz. Fahr-i Âlem’in elinden mübarek ve şerefli sancağı alabilmekti! Geceyi bu ümit ve arzu ile geçirdiler. Sabah olunca, merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve samimi arzusunu sadece Hz. Ömer sonradan, “Kumandanlığı o günkü kadar arzu ettiğim, hiçbir zaman olmamıştır!”[20]diyerek dile getirmiştir.
Her bir mücahit, aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duygular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sancağın getirilmesini emretti. Sancak derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efendimizin mübarek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübarek ağızlarından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara arasından Hz. Resûlullah, “Ali nerede?” diye sordu.
Artık fatih belli olmuştu.
Gariptir ki o sırada Hz. Ali gözlerinden rahatsızdı.
“Yâ Resûlallah, onun gözleri ağrıyor” dediler.
Resûl-i Ekrem buna rağmen, “Olsun! Çağırın, gelsin!” buyurdu.
Haberi alan Hz. Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan gözleri Fahr-i Kâinat’ın mübarek duasıyla şifa buldu.[21]
Efendimiz, ayrıca onun için, “Allahım! Sıcağın soğuğun sıkıntısını bundan gider!” diyerek de dua etti.
Hz. Ali der ki:
“O günden sonra ne sıcaktan ne de soğuktan asla rahatsız olmadım!”[22]
Gerçekten de, Hz. Ali, yazın en sıcak günlerinde kalın aba giydiği halde bundan rahatsızlık duymazdı; kışın ise en soğuk günlerde en ince elbiseyi giyer ve asla üşümezdi.[23]
Hz. Resûlullah’ın ak sancağı artık Hz. Ali’nin elindeydi. Merak dolu bakışlar, birden imrenmeye kaybolmuştu. Demek, Allah ve Resûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu! Demek, Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fetholunacaktı! Her bir sahabe, aynı duygular içinde İslam’ın bu bahadırına gıpta ile bakıyordu.
Sancağını Hz. Ali’ye teslim eden Resûl-i Ekrem, bir de kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zülfikâr’ı da beline kendi eliyle bağladı; sonra da, “Allah, sana fetih nasip edinceye kadar çarpış, sakın arkana dönme!”[24]diye emretti.
Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde, heyecanla ilerliyordu. Bir müddet gittikten sonra, “Yâ Resûlallah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?” diye sordu.
Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:
“Allah’tan başka ilâh ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdette bulunancaya kadar onlarla çarpış. Onlar, bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalplerindekinin hesabı ise Yüce Allah’a âittir.”[25]
Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, “Yâ Resûlallah, Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşacağım!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vakar içinde ilerle, sonra onları İslam’a davet et; Müslüman oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir. Vallahi, senin vasıtanla Allah’ın onlardan tek bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için birçok kızıl deveye sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır”[26]buyurarak, aynı zamanda İslamî fetihlerden maksadın ne olduğunu da ortaya koydu.
Hz. Ali, Merhab’la Karşı Karşıya
Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullah’ın beyaz sancağıyla mücahitlerin önünde ilerleyip sancağı Natat Kalesi’nin dibine dikti. Onları, İslam’ın umdelerini anlatıp Müslüman olmaya davet etti. Fakat Yahudiler, Müslüman olmayı kabul etmediler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada birçok yiğidi, mücahitler tarafından yere serildi.
Bu arada, Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Merhab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu duyunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sarmıştı. Bu heybetli görünüşüyle, “Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere arslanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır!” diye haykırıp övünüyordu.
Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden, “Ben de, annemin bana Haydar [Arslan] adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en heybetli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!”[27]diye cevap verdi.
Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab, “Esedullah” unvanının sahibi Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfikâr’la ikiye bölünerek yere düştü.[28]
Manzarayı gören Hz. Resûlullah, mücahitleri müjdeledi: “Sevininiz! Hayber’in fethi artık kolaylaştı.”[29]
Bundan sonra mücahitler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler, bu arada birçoğunu yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hatta bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep beraber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadılar![30]
Adamlarının teker teker yere serildiğini gören diğer Yahudiler, gerisingeri kaçışmaya başladılar. Artık düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriya Efendimizin beyan buyurdukları gibi, Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan etmişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahitler Natat Kalesi’ne daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. Onlara dokunmadılar. Âkıbetin kötü olacağını gören Yahudiler, Natat’ı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı!
Mücahitler, Naim Kalesi’ne doğru yöneldiler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman birçok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.
Naim Kalesi’nin düşüşünü, Sa’b b. Muaz Kalesi’nin teslimi takip etti.
Müslüman Olup Şehâdet Mertebesine Eren Çoban!
Peygamber Efendimiz, Hayber kalelerinden birkaçını muhasara altına almıştı.
Bu sırada, önüne davarlarını katmış birinin İslam ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir’in, Yesar adını taşıyan Habeşli bir kölesi idi. Davarlarını güder, dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarıldıklarını görünce, “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sormuştu.
Yahudiler, “Şu, kendini ‘resûl’ diye ilan eden adamı öldürmek istiyoruz!” cevabını vermişlerdi. “Resûl” kelimesini duyan Habeşli Yesar, bir an duraklamış, bu kelimenin adeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder olmuştu.
Yesar sadece Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemiyor, meseleyi kaynağından öğrenmek istiyordu.
İşte, bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkageldi!
“Sen neler söylüyor ve nelere davet ediyorsun?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “İslamiyete davet ediyorum. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de O’nun Resûlü olduğuma şehâdete, Allah’tan başkasına ibadet etmemeye çağırıyorum” buyurdu.
Yesar, bu sefer, “Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şehâdete bulunursam bana ne var?”
Resûl-i Ekrem, “Eğer bu iman ve bu şehâdet üzere ölürsen cennet var!” dedi.[31]
Bunun üzerine Yesar, hemen orada Müslüman oldu.
Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehâdet üzere ölürse cennete gireceğini söylemişti. Ama Yesar müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.
Bu sebeple, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Ben Habeşî (siyah tenli), çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine cennete girer miyim?”
Resûl-i Ekrem’den, Yesar’ı sevince gark eden cevap geldi: “Evet, cennete girersin!”[32]
Yesar bu sefer, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Şu davarlar bana emanettir. Şimdi ben onları ne yapayım?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir” diyerek Yesar’a yol gösterdi.
Yesar hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:
“Haydi, artık sahibinize dönünüz.”
Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahiplerinin yanına vardılar.[33]
Yesar’ın Şehit Olması
İslamiyetle şereflenen Yesar, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahit olmuştu. Mücahitler safında, düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden, kalelerden atılan taşlarla şehit oldu. Böylece, “bir vakit namaz kılma fırsatını bile bulamadan cennete uçan Müslüman” unvanını aldı.[34]
Şehit Yesar’ın cenazesi karargâha getirildi. Üzeri örtülü idi. Yerde uzatılmıştı. Cenazeye bakan Hz. Resûlullah’ın bir ara yüzünü çevirdiğini fark eden sahabeler, merakla, “Yâ Resûlallah! Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem Efendimiz sebebini izah etti: “Şehit, vurulup yere düştüğü zaman cennet hûrîlerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları siler ve ‘Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın, seni öldüreni öldürsün!’ derler. Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevketti. Allah’a hiç secde etmediği halde, cennet hûrîlerinden ikisini, onun başucunda gördüm!”[35]
İşte, az ihlâslı amel ve işte, ebedî saadet, sonsuz mükâfat ve ecir!
Bu hadise, bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlâs ve samimiyet olduğu dersini veriyor.
Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki Peygamber Efendimiz, iman ve İslam’a davette insanlar arasında asla —içtimaî mevkii ne olursa olsun— fark gözetmiyordu. Evet, Yesar kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi; üstelik, içtimaî seviyenin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor, Müslüman olup olmamasında —hâşâ— herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu; aksine, gayet ciddi bir şekilde ona İslamiyeti anlatıyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.
İslam ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir!
Netice
On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz, bu isteklerini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler tespit edildi:
1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.
2) Hayber’den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.
3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.
4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayrımenkul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden başka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Resûlullah’a bırakılacak.
5) Hz. Resûlullah’a bırakılması gereken herhangi bir şey ne suretle olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise Allah ve Resûlünün eman ve himâye taahhüdünün hâricinde kalacaklardır.[36]
Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudiler, Hayber’den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize bir teklif getirdiler: “Biz mal mülk sahipleriyiz! Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız! Bırak bizi, Hayber topraklarında kalalım!”[37]
Resûl-i Ekrem Efendimiz ve sahabeler, burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsait bulunmuyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, tekliflerini müspet karşıladı ve Hayber mahsûlâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz tarafından ortadan kaldırılabilecekti.[38]Böylece, Yahudiler, İslam devletiyle ziraî bir işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse vereceklerdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsûl zamanı Abdullah b. Revâha Hazretlerini Hayber’e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsûlâtı yarı yarıya ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşısında Yahudiler, “Bu adalet sâyesinde yer ve gök ayakta duruyor!”[39]demekten kendilerini alamazlardı.
Şehit ve Ölü Sayısı
Harp sonunda, bin altı yüz kişilik İslam ordusunun yirminin üzerinde şehit vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi kalelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan yirmi bin kişilik Yahudi ordusunda ölü sayısı ise doksan üçü buluyordu.[40]
Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslam devleti hudutları dâhiline alınmış oldu.
Habeşistan Muhacirlerinin Hayber’e Gelişi
Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz Hayber’den ayrılmamıştı. Bu sırada Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp geldiler.[41]Resûl-i Ekrem Efendimiz, bundan son derece memnun oldu ve “Bilmem, bu iki şeyden hangisiyle sevineyim? Feth-i Hayber’le mi, yoksa kudum-u Cafer’le mi?” diye buyurdu.[42]Peygamber Efendimiz, Hayber ganimetinden onlara da pay ayırmıştır.[43]
Çift Hicretli ve Çift Ücretli Olanlar!
Medine’ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahit muhacirlerden bazılarının, Habeşistan muhacirlerine, “Biz hicrette sizi geçmişizdir!” dedikleri duyulmuştu. Hatta bir gün, Hz. Cafer b. Ebî Tâlib’in, Habeşistan’a hicret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa’nın ziyaretine gitmişti. Orada Hz. Ömer’le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ binti Umeys olduğunu öğrenince, “Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah’a (a.s.m.) sizden daha yakınız!” demişti.
Hz. Esmâ buna kızmış ve “Hayır! Gerçek, senin bildiğin gibi değildir! Vallahi, sizler Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olanlarınızı doyuruyor, câhillerinizi de va’z ve nasihat ederek yetiştiriyordu! Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak Allah ve Resûlünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık” dedikten sonra ilave etmişti: “Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullah’a söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını soracağım!”
O sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz geldi.
Esmâ bint-i Umeys, Hz. Ömer’in kendisine söylediklerini nakletti.
Resûl-i Ekrem, “Buna karşılık sen ona ne söyledin?” diye sordu.
Hz. Esmâ, “Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Esmâ’ya, “Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur!” buyurduktan sonra ilave etti: “Ömer ve arkadaşlarına bir hicret (sevabı) vardır! Siz gemi halkına ise, iki hicret (sevabı) vardır!”[44]
Bunu duyan Habeşistan’dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da, Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açıkça göstermektedir.
Ganimetler
Hayber’de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hudeybiye Sulh Antlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulunan bütün sahabelere taksim edildi.[45]Zira, Cenab-ı Hak, Hudeybiye Seferi’ne iştirak edenlere, Hayber’in fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.[46]
Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca Hayber’de gelip İslam ordusuna katılan Devs kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile Cafer b. Ebî Tâlib’in (r.a.) başkanlığında Habeşistan’dan dönen ve Hayber’de Müslümanlara kavuşan Habeşistan muhacirlerine bu ganimetten hisse ayırdı.[47]
Resûl-i Zîşan Efendimizin emriyle ganimet malları ilk önce beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.
Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında taksim etti.[48]
Hayber’in gayrimenkul malları, yani arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat mülkleri, Müslümanların beşte dört hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytü’l-Mâl’e âit olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.[49]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe’nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre, akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında bölüştürdü.[50]
Ganimetler arasında, Tevrat’tan müteaddit nüsha da vardı. Yahudiler bunların kendilerine iadesini talep ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle, Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hadise, aynı zamanda, Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş mukaddes kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifadesiydi.
Yahudilerin, Peygamberimizi Zehirlemeye Kalkışmaları
Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Yahudilerin İslam’a karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı kötü bir hareketle, haince bir tertiple cevap vermeyi, adeta kendilerine huy edinmişlerdi.
Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz ashabıyla birlikte istirahate çekilmişti. Savaşla Resûl-i Ekrem’i mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer haince bir tertibin içine girdiler: Onu zehirlemeye karar verdiler! Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellâm b. Mişkem’in karısı Zeyneb üzerine aldı. Plân gereği, Zeyneb, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi; ayrıca Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.
Dessas Yahudi kadını, kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve “Ey Ebu’l-Kàsım! Bunu sana hediye ediyorum!” diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.
Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada bulunan sahabeler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan, sahabelere, “Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor!”[51]diye buyurdu.
Herkes elini çekti. Sadece Bişr b. Berâ Hazretleri, ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine kuvvetli zehirliydi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehit oldu.[52]
Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme mârifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de akim kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb’i huzuruna çağırdı. Zeyneb suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimizin, “Neden bunu yaptın?” sorusuna şu cevabı verdi:
“Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmezsin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!”[53]
Bazı rivayetlere göre, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu taşımayan Peygamber Efendimiz, kadını öldürtmeyip affetmiştir.[54]Bazı rivayetlerde ise, onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki:
Hz. Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehit olan Bişr’in veresesine vermiş, onlar kısas olarak öldürmüşler.[55]
Hayber’de Yasaklanan Şeyler
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:
1) Esir alınan kadınlara dokunmayı,
2) Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi,
3) Her yırtıcı, azı dişli hayvanın etini yemeyi,
4) Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılması veya satın alınmasını.[56]
Fedek Yahudileriyle Anlaşma Yapılması
Peygamber Efendimiz, Hayber’in fethinden sonra Muhayyısa b. Mes’ud’u, İslamiyete davet etmek üzere, Medine’den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri, birkaç kere sâir Yahudilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak buna muvaffak olamamışlardı.
Fedek Yahudileri, Resûlullah’ın elçisi Muhayyısa’nın sulh teklifini önce kabul etmediler. Sonra Peygamber Efendimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Yahudilerinin uğradıkları âkıbete uğrayacaklarından korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Peygamber Efendimiz onların bu teklifini kabul etti.
Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı, diğer yarısı ise Peygamber Efendimize mahsus kılındı. Sâir Müslümanlar arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşir Suresi’nin altıncı ayetiyle, hiçbir askerî harekat yapılmadan barış yoluyla fethedilen yerler Peygamber Efendimize tahsis buyrulmuştur. Fedek’te aynı durum vuku bulduğu için alınan arazinin yarısı Peygamberimize kaldı.[57]Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Hâşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarfederdi.[58]
Vadi’l-Kurâ’nın Alınması
Daha sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Hayber’den ayrılıp Vadi’l-Kurâ’ya müteveccihen hareket etti. Burası, Hayber ve Teyma arasındaki köylerin bulunduğu bir yerdi. İslam’dan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imar etmişlerdi.
Vadi’l-Kurâ Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşı’nda yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yanlarına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.
Resûl-i Ekrem, buradaki Yahudileri önce İslam’a davet etti; Müslüman oldukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakılacağını, kalplerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah’a âit bir iş olduğunu bildirdi.[59]Vadi’l-Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onları muhasara altına aldı. Muhasaranın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar adam öldürüldü.[60]
Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslam’a davet etti. Yine kabule yanaşmadılar ve mücahitlere karşı koydular. Fakat mücahitlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar; henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki teslim olmak mecburiyetinde kaldılar.[61]
Burada, bol miktarda ganimet elde edildi. Resûl-i Ekrem onları usûlüne göre beş kısma ayırdı; dört payını mücahitler arasında bölüştürdü, bir payını da Beytü’l-Mâl’e ayırdı. Arazisi ise, Hayber’de olduğu gibi, orada bulunan ahaliye, mahsûlâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla bırakıldı.[62]
Teyma Yahudilerinin Cizye Vermeyi Kabul Etmeleri
Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ve Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Vadi’l-Kurâ’da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple, İslam ordusu buraya gelir gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla, yurtlarından ayrılmamış, toprakları da ellerinden gitmemiş oldu.[63]
Hayber Fethi’nin Önemi
Hayber’in fethiyle hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler, İslam devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sulhü’yle müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetihle İslamiyet büyük bir serbesiyet imkânına kavuşuyordu.
Hudeybiye Sulh Antlaşması’yla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla iş birliğine girişmeleri önlenirken, bu fetihle de Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir iş birliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş olunuyordu. Artık ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle, Kureyş müşriklerinin Müslümanlara her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.
Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü Hayber’in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerinse harp sanatını çok iyi bildikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
Bütün bunlara rağmen, İslam ordusu karşısında mağlup düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim arzularıyla gelip İslam hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. Bu bakımdan, Hayber’in fethi, İslam tarihinde önemli bir yer işgal eder.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)