20 Ekim 2014 Pazartesi

MÜSLÜMAN KADINI Beşinci Fasıl Kadın, a’mâl-i hâriciyyede erkekle müşâreket edebilir mi? Kadınların efrâd-ı ümem arasındaki esâretinin en çirkin şekli, bîçârelerin zimâm-ı irâdetlerini boyunlarına dolayarak o nazenîn vücûdlarıyla o rakīk, o merhametle lebrîz, şefkatle meşbû’ kalbleriyle, ruhlariyle bu cedelgâh-ı ma’îşete salıvermek, bir lokma ekmek bularak açlıkdan ölmemek için zavallıları erkeklerle omuz ölçmeye muztar bırakmak, uzun günlerini hatta gecelerinin de bir kısmını fabrikaların alevleri, dumanları içinde geçirmeye, yâhûd sokak ortasında kalmaya, birçok sefâlet-zedegân-ı beşeri varlıkdan nevmîd eden heycâ-yı mehîb-i medeniyyet arasında sürünmeye sevk etmektir. Eğer günün birinde gider de Avrupa’daki, Amerika’daki fabrikaların en büyüklerini gezecek olursanız o mebânî-i mehâbet-fermânın, o hârikulâde azametiyle, nazarı hemen de ihâtadan âciz bırakacak derecedeki vüs’atiyle beraber içerisine girince göreceğiniz hâl birden bire sizi mebhût edecektir. Evet orada kadına, bu cins-i rakīke mensûb birçok kalabalıklar göreceksiniz ki, en meşakkatli, kuvâ-yı adaliyyeyi en ziyâde yoran şedâid-i a’mâl içinde uğraşıp duruyorlar: Kızgın ocakların başına dikilmiş, metâib-i hayatı, telhî-yi ma’îşeti iktihâm etmeye çalışıyorlar, işte o zaman bîçârelerin, o cehennemî ateşin karşısında dura dura kavrulmuş olan çehrelerinde şu ibâreyi okuyacaksınız ki ebediyen muhayyilenizden silinmeyecekdir: “Bu hâl erkek tarafından kadına tahmîl olunan esâretin en son derecesidir.” Hele zavallıların biraz yanlarına gider de o cahîm-i mültehebde ne kadar yevmiye almakta olduklarını sorarsanız içlerinden yüzlerce, belki binlerce kadın ref’-i savt ederek o kadar tâkat-fersâ, beden-sûz kedd ü meşakkate karşı herbirinin aldığı ücretin günde yirmi santimi, yani bir Mısır kuruşunu geçmediği cevabını verirler. Bu ise bir paradır ki yaşamak hemen de kābil değildir. Sonra nazarınızı bir de tabîblere, mühendislere doğru tevcîh edecek olursanız, bunları ilim ve medeniyetce en ileri gitmiş olan memleketlerde bile ancak yüzde beş nisbetinde bulabileceksiniz. Bizde kadınlara hürriyet-i mutlaka vermek isteyen zevât ise bu hâle asr-ı hâzır ulemâsının baktığı nazarla, yani bir maraz-ı ictima’î nazariyle bakarak olanca himmetlerini –Avrupa ve Amerika hukemâsının yaptığı gibi– memleketimizi bundan sıyânet cihetine sarf edecekleri yerde, biz Avrupa medeniyetini adım adım ta’kîb ediyormuşuz zannında bulunuyorlar da, üzerimize bu korkunç kapıyı açmaya uğraşıyorlar. Lâkin bu zevât, bizim hayât-i ictimâ’iyye-i İslâmiyyemizin muhâfızı olan kuvvetleri azıcık düşünmüş olsaydılar [123] rûh-ı İslâm’ın vücûd-i kavmiyyetimize vermiş olduğu hayât-ı sermedî sâyesinde bizim, âlem-i medeniyyeti korkutan bu gibi emrâz-ı ictimâ’iyyenin tehâcümünden âsûde bir mevki’de bulunduğumuzu bilirlerdi. el-Mer’etü’l-Cedîde mü’ellifi diyor ki: “İşte esbâb-ı mesrûdeden dolayı bizde de sanâyi’ ile iştigâl eden kadınların adedi seneden seneye artmak lâzım geleceğini tekrar edebiliriz. Zîrâ biz Avrupa’nın bizden evvel geçmiş olduğu tarîki tâkib etmekdeyiz.” Biz ise cenâb-ı mü’ellife bu noktada külliyen muhâlifiz. Çünkü biz, Avrupalıların vaktiyle geçtikleri yolda bulunmadığımız gibi bizde kat’iyen böyle bir hâlin vücûdunu îmâ eder bir şey görülmemiştir. Zaten bir bizim hey’et-i ictimâ’iyyemize, bir de onlarınkine doğru tevcîh edilen en ufak bir nazar, vehle-i ûlâda göstermektedir ki bizim usûl-i hayâtiyyemiz, vesâit-i medeniyye ve ictimâ’iyyemizle Avrupalılarınki arasında gâyet büyük bir fark vardır. Biz revâbıt-ı ictimâ’iyyesi usûl-i dîniyye ile te’eyyüd etmiş öyle bir ümmetiz ki –mütemessiklerini sa’âdet-i hayâteyne îsâl eden– o usûlü terketmiş olmaktan başka hiçbir sebeble arş-ı azamet ve ikbâlimizden hubût etmediğimiz ezhânımızda kökleşmiştir. Onlar ise efrâdı arasındaki irtibât, revâbıt-ı cinsiyye yâhûd vataniyye te’siriyle husûle gelmiş bir takım ümmetlerdir ki te’âlîm-i dîniyyeyi bir tarafa atmadıkça bu günkü terakkîye vâsıl olamadıkları kafalarına yerleşmiştir. Şimdi her iki tarafın usûl-i ictimâ’iyyesine doğru atfedilen şu basît nazar bizi iknâya kâfîdir ki biz artık aramızdaki râbıta-i dîniyye kalkarak onun makāmına râbıta-i vataniyye yahûd cinsiyye kā’im olmadıkça, kezâlik dinin bâdî-i iclâl olduğu ezhânımızdan silinerek yerine diyânet-i İslâmiyyeyi terketmediğimiz sûrette evc-i sa’âdete irtikā edemeyiz vâhimesi, yerleşmedikçe şu’ûn-i hayâtiyyede Avrupalıları taklîd etmeye, onlarla bir seviyede bulunmaya kudret-yâb olamayız. Ya bu inkılâb-ı serî’in hudûsüne nasıl imkân tasavvur olunabilir ki dinimizin derdimize dermân-ı âcil olduğunu tecârib-i ameliyye hergün bize göstermektedir. Hattâ bizimle beraber garb meşâhîr-i ulemâsından birçoğu da bu hakīkati idrâk etmişlerdir. Hulâsa bizim en belli başlı râbıtamız, medâr-ı mevcûdiyyetimiz ümem-i sâire-i âlemin revâbıtı cinsinden olmayıp dururken artık nazarımızda mu’azzez olan medeniyetimizin ta’lîmâtına muvâfık gelmeyecek, vücûd-i kavmiyyetimizin tabî’atını sarsacak olan şu’ûnun hiçbirinde milel-i sâireden hiçbirini taklîd etmek bizim için kat’iyyen doğru değildir. Bunların hepsinden başka garbın kadınları hakkında ta’kīb etmekte olduğu tarîkin mühlik muhâtaralar, korkunç girdâblarla dolu olduğu yine onların en büyük ictimâ’iyyûnunun şehâdetiyle sâbitdir. Pekâlâ, onlar kadının erkek işiyle iştigâlini def’ ve telâfîsi elzem olan bir maraz-ı ictimâ’î tarzında telakkī edip dururken biz niçin o hastalığı zorla kendimize geçirelim de sonra evca’ ve âlâmına tahammüle mecbûr olalım? Eğer behemehâl birşeyde onlara imtisâl etmemiz lâzım ise niçin bu imtisâli ve bu taklîdi sağlam oldukları bir işe hasretmeyelim? Bizim için sûret-i ciddiyyede tedkīk etmedikçe, imtihâna çekmedikçe onların medeniyetlerinden hiçbir şey kabûl etmek doğru olmadığı gibi kendimizde o medeniyetin nazar-firîp olan zevâhirine temâyül hissettiğimiz gibi, hiç olmazsa iyiyi fenâdan temyîze muktedir olabilmemiz için gözlerimizi destmâl-i hikmetle silerek nazarımızı bir kat daha cilâdâr etmemiz lâzımdır. Yok, eğer kendimizde bu kadar bir metânet bulamazsak hiç olmazsa bu bâbda onların ulemâsının re’ylerini sormalıyız. İşte şu sâ’atte kendi kütübhanemde oturuyorum. Önümde bu mevzû’ ile münâsebeti hâiz birçok kitablar duruyor. Binâ’en-aleyh bunlardan mes’ele-yi nisâya âidiyeti olan birini intihâb edelim, ta ki ilel-i kavmiyyemizi kendi elimizle tedâvi etmediğimiz sûrette milel-i sâirenin eliyle izâle- CİLD 1 – ADED 8 - SAYFA 124 SIRÂTIMÜSTAKĪM 117 sini pek beyhûde yere temennî etmiş olacağımızı müslümanlar yakînen anlasınlar. İlm-i insan ulemâsından üstâd Giyom Ferrer diyor ki: “İçinde yaşamakta olduğumuz medeniyetin şekl-i hâzırından dolayı yakında bir belâ-yı mübremin serzede-i zuhûr olacağını lisân-ı tehdîd ile nâtık alâmât cidden pek çokdur (şâyân-ı te’emmüldür) zîrâ gün geçmiyor ki nazar-ı müteharrî için yeniden rûnümâ-yı dehşet olan bir emâre-i meş’ûmeye tesâdüf etmemek kābil olsun. Öyle ise biz de kendimizi tabîb vazîfesiyle mükellef tutalım da zamanımızdaki maraz-ı ictimâ’îyi teşhîse çalışmakta olan etibbâya zahîr olabilmek için şu nev-zuhûr râhibliğin tarz-ı cedîdini tedkīk edelim. Çünkü bu râhiblik, bir dine istinâdı olmadığı halde, bizi ruhbâniyet-i dîniyyenin kurûn-i vüstâda vâsıl olduğu derece-i nihâ’iyyeye varmakla tehdîd etmektedir. Bugün izdivâca hâ’il olan mevâni’in günden güne artmakta olduğunu, hele izdivâcın en ziyâde yolunu kesmekte olan iktisâdî, nâ-ma’dûd bir çok esbâbın mevcûdiyetini erkek, kadın herkes bi’t-tecrübe anlamışdır. Hattâ nâsın birçoğu bu mâni’aları tezlîl ve iktihâm imkânını istihsâlden nevmîd olduklarından bekârlığa sabretmek için olanca vüs’lerini sarfediyorlar. Öyle ise şimdi biz kolayca diyebiliriz ki, bilâ-izdivâc, yani sun’î ve gayr-ı tabî’î olan şerâ’it-i hayâtiyye dâhilinde yaşamalarından dolayı her iki cinse mensûb birçok eşhâsın bütün hey’et-i ictimâ’iyyeyi tehdîd edecek âsâr-ı hâ’ile hudûsüne sebeb olmaları zarûrîdir. Kezâlik bekâr yaşayan kadınların îras edecekleri zarar, tecerrüd âlemindeki erkekler yüzünden husûle gelecek mahâzîre nisbeten daha büyükdür. Zîrâ erkeğin bekârlığı nefsü’l-emirde, ona bir takım sıfât-ı husûsiyye verirse de, şahsiyetini tamamiyle değiştirmez. Çünkü bu şahsiyet erkeğin sûret-i mutlakada iffetini istilzâm etmedikten başka onu benât-ı zevk ü tarab içinde yaşamaya, yâhûd zinâya da icbâr edebilir. İşte bundan dolayı bekârlık erkeklerde, bu vazîfe-i fizyolojiyeyi külliyen ibtâl etmez. Kadında ise bunun aksinedir. Zîrâ hâl-i hâzırdaki şerâ’it-i ictimâ’iyye, kadının bekârlıkta afîf olmasını iktizâ eder. İffet ise vâlidelik vazîfesinin mu’attaliyetini müstelzim olur: Bu ise öyle bir vazîfedir ki kadın cismen ve rûhen mahzâ bunun için [124] yaratılmışdır. O hâlde hiç şübhe yokdur ki, bu hâlet kadının şahsiyetini fesâd-ı serî’ ile ifsâd eder. Kezâlik hiç şübhe yokdur ki bu yoldaki kadınlardan bir kısm-ı kebîri hey’et-i ictimâ’iyyeye korkunç bir takım rahneler açarlar.” Şöhreti âfâkgîr olan bir ictimâ’înin şu sözleriyle dest-i ihticâcımızdaki binlerce emsâli bize sûret-i vâzıhada göstermektedir ki: Medeniyet-i garbiyyenin şekl-i hâzırında o medeniyetin anâsır-ı mürekkebesine bâ-husûs kadınlar tarafından yakında bir belâ-yı mübremin savlet edeceğini lisân-ı inzâr ile nâtık birçok emâreler mevcûddur. Binâ’en-aleyh şu’ûn-i hayâtiyyenin birinde garbı taklîd etmemiz kat’iyyü’llüzûm ise, bâri o taklîd edeceğimiz şeyi –sonunda bir girdâb-ı amîka düşerek bî-hudûd nedâmetler izhârına mahkûm olmadan– bâsıra-i akıl ve hikmet ile temyîze, intikāda çalışalım. Yok eğer, ümmetlerin müstakbeliyle irtibât-ı metîni bulunan mesâ’il-i kübrâ-yı ictimâ’iyyeyi temyîze muktedir değil isek, hiç olmazsa bu bâbdaki tarîk-i sedâdı o medeniyetin ulemâsından tahkīk etmek, onların tecârüb-i yevmiyyelerinden müstefîd olmak bizim için pek kolaydır. Eğer kāri’în-i kirâm garb ulemâsının bu husûsdaki mütâla’âtını öğrenmek arzu ediyorlarsa bugün felsefe-i hissiyyede üstâd tanınan ilm-i ictimâ’ vâzı’ı feylesof Auguste Comte’un Nizâm-ı Siyâsî’sinden tercüme ettiğimiz şu sözlere atf-ı nazar buyursunlar. Üstâd, kadınların erkek işleriyle iştigâli mes’elesini, bu yüzden hey’et-i ictimâ’iyyeye târî olan karışıklığı dermeyân ettikden sonra diyor ki: “Lâkin mebnâ-yı medeniyyeti yıkan, ortalığı fesâda veren bu gibi evhâma mukābil hayât-ı nisvânı tamamiyle zâmin olmak üzere bir kā’ide tabî’iyye vaz’etmek mümkündür. Bu da erkekler hakkında kadınlara karşı bir takım vezâ’if-i maddiye ta’yîn ve tahdîd etmekle olur. İşte bu kâ’ide-i tabî’iyyeyi her zaman icrâ-yı siyâdet edebilecek, her zaman mevki’-i hürmetini muhâfaza eyleyecek bir tarzda vaz’a muktedir olabilecek bir vâzı’ var ise o da rûh-ı hakīkati ihrâz ile mümtaz olan felsefe-i hissiyyedir. Ma’a-mâfîh bu meyl-i umûmîyi herkesden evvel uyandıran felsefe-i cedîde (felsefe-i hissiyye) değildir. Bunun yaptığı şey, âlem-i insâniyyetdeki harekâtın mecmû’unu müdekkikâne te’emmülden sonra o meyl-i umûmîyi lâyıkiyle takdîr etmiş olmasıdır. Erkeğin kadını beslemesi lâzımdır. İşte bu düstûr beşer için tabî’î bir kānûndur. Hele kadınlar için asıl olan hayât-ı beytiyyeye muvâfık bir kānûn var ise o da budur. Kezâlik bu kānûndur ki en fenâ bir şekl-i ictimâ’înin güzelleşerek insâniyetin terakkiyâtı nisbetinde kesb-i kemâl edeceğini gösterir. Zîrâ hâl-i hâzırın kadınlar hakkında taleb etmekde olduğu terakkiyât-ı maddiyyeden hiç biri için bu kānûn-ı esasîye kemâl-i dikkatle tatbîk olunmak lüzûmundan kurtuluş yoktur. Bundan da hey’et-i ictimâ’iyyenin alâkadar olduğu işlerin kâffesine, husûsiyle amele ücretine karşı bir aksül-amel hâdis olmak zarûrîdir. Kezâlik meyl-i fıtrîye muvâfık olan bu kānûn, hareket tevlîd edici bir âlet olan erkek üzerinde sevimli bir âmil, bir mü’essir olması itibâriyle kadının vazîfe-i mukaddesesiyle de irtibâtdadır. Bu icbâr da (erkeğin kadını beslemeye icbâr edilmesi) ayniyle tabaka-i müfekkirenin yani havâssın kendilerinden beklenen vazîfe-i asliyyeyi kemâl-i huzûr ve ferâğ ile edâ edebilmeleri için tabaka-i âmileye yani avâma, evvelkilerini beslemek için olunan icbâra benzer. Şu kadar ki erkeklerin kadınlara karşı olan vezâ’if-i maddiyyeleri daha mukaddesdir. Zîrâ kadınların vazîfesi hayatlarının beytî olmasını iktizâ eder. Bir de bu icbâr tabaka-i müfekkireye nisbeten ancak tezâmunî ve ârızî olabilir. Hâlbuki nisvâna nisbeten böyle değildir. Çünkü o zaman aslî ve zâtîdir.” Bu sözleri, ilm-i ictimâ’ esâtizesinin re’îsi, felsefe-i hissiyyenin mü’essisi söylüyor. Felsefe-i hissiyye ise beşerin his ve müşâhede tarîkiyle hakâyık-ı eşyâya hükmedebilmek için zafer-yâb olabildiği vesâ’itin gâyesidir. Bakınız kadın için âmâl-i hâriciyyede erkekle müşârekete cevâz olmadığına fıtrat, tabî’at, iktisâd nâmına nasıl hükmediyor. Ey dîn-i fıtrî ashâbı! Hiç bizim için bundan sonra ahkâm-ı fıtrata isyân etmek yakışır mı? Şimdi bir mu’teriz çıkıp diyebilir ki: İyi ama ya bilâ-â’ile birçok kadın bulunması muktezâ-yı hâl olduğu zaman ne yapalım? Tek erkeklerle âmâl-ı hâriciyyede müzâhame etmesinler de varsınlar açlıkdan gebersinler mi, diyelim? Biz deriz ki, bir kere kadınların evleri hâricindeki çalış- 118 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 8 - SAYFA 125 maları hey’et-i ictimâ’iyye için mühim bir halel, bir fesâd olduğu kabûl edildikten sonra artık cem’iyet, cem’iyete karşı olan muhabbet bizi bu fesâdın intişârını, tevessü’ünü teshîle çalışmamaya sevkeder. Daha doğrusu hasbe’l-insaniyye bu rahneyi seddetmeye, olanca vüs’ümüzle, istitâ’atımızla bu marazın önünü almaya çalışarak Avrupa’da, Amerika’da hükûmetlere kadınların rahatını kâfil olacak kavanîn vaz’ını teklîf gibi hayır-hâhlıklarla, hayır-kârlıklarla atî-yi insâniyyeti i’mâra çalışan ricâl-i hamiyyeti taklîd etmemiz icâb eder. Hele durun bir kere de medeniyet-i İslâmiyyeye bakalım ki pençe-i âhenîn-i fakr u sefâlete karşı bu cins-i rakīkin hayatını müdâfa’a edecek bir kānun vaz’ etmiş midir? Evet “Bir kadının kocası ölse de bütün akrabası içinde ma’îşetini kâfil olabilecek kimse bulunmasa, o zaman onun infâkı, edâ-yı hevâ’ici beytü’l-mâle âid ve vâcibdir.” hükmüyle bu ciheti de taht-ı zımâna almıştır. İşte bu hüküm, medeniyet-i İslamiyyenin verdiği bir hükümdür ki felsefe-i ameliyye ve hissiyye ashâbı –âlem-i beşeriyyetdeki harekâtın mecmû’unu nazar-ı im’âna aldıktan, mensûb oldukları milletlerde inkılâbât-ı zamandan binlerce devir geçirdikten sonra– nihâyet yine ona rücû’ ediyorlar. İşte o felsefenin şeyhi ve mü’essisi olan Auguste Comte, Nizâm-ı Siyâsî’sinde diyor ki: “Kocası ve akrabası bulunmayan kadınların hem kurtulmaları kābil olmayan adem-i istiklâllerine, hem de husûsiyle vazîfe-i ma’neviyyelerine mukābil ma’îşetlerini tekeffül etmek, hey’et-i ictimâ’iyye üzerine vâcibdir. Terakkī-i insâniyyetin ma’nâ-yı hakīkīsi işte şu sözden ibârettir: Kadının hayatı imkân müsâ’id olduğu kadar beytî olmalı, her bir amel-i hâricîden tahlîs edilmelidir, tâ ki [125] vazîfe-i asliyyesini istenilen sûrette edâ edebilsin.” İşte bu karar yirminci asır ashâb-ı felsefesinin verdiği bir karardır ki, usûl-i medeniyet-i İslamiyyeye tamamiyle mutabakatı meydanda iken, artık bundan sonra hangi hüccete istinâden tutalım da halka, medeniyet-i maddiyye ashâbının emrâzını taklîdi tavsiye edelim? Zîrâ onların bu gibi hastalıklarını almaya uzanır da iştidât-ı maraza pek müsâ’id olan bu hâl-i za’afımızla kendimizi hasta edersek sonra onları, kadınları meşâkk-ı ameliyyeden, iştigâlât-ı hâriciyye esâretinden kurtaran yeni bir kānûn vazetmiş, gördüğümüz zaman yeniden halka dönerek bu sefer de evvelce telkîn etmiş olduğumuz vesâyâyı ibtâle mi kalkışacağız? Medeniyet-i İslamiyye ki beşerin günden güne yaklaşmakta bulunduğu gâye-i kemâldir, bunu ayânen gördükten sonra bu kadar garîb teklîfleri bilmem neden ihtiyâr etmelidir? Acaba kadınların âmâl ve iştigâlât-ı hâriciyyede erkeklerle uğraşmasını medeniyetin bir şekl-i cemîli addeden, bunun terakkī-i beşerin en büyük bir hatvesi bulunduğuna kā’- il olan bazı şarklılara rağmen nisvânın hâricde çalışmalarını kerîh görmeye Avrupa ulemâsını icbâr eden sâ’ik nedir? Evet onları bu istikrâha icbâr eden sebeb kadınların düştüklerini görmüş oldukları sû-i netîceden başka bir şey değildir. Bîçâre kadını görüyorlar ki esîr, miskîn, erkeğin yanı başında durmuş, onunla omuz omuza, pençe pençeye uğraşıyor. Fakat ne kadar çalışsa yine hasmının beğenmeyerek başını çevirdiği fazalâtdan başka birşey bulamıyor. Ne kadar sa’y ü amel sahası varsa hepsinde hem kendisi, hem de elindeki mâmeleki rakîbinin hedef-i tegallübü oluyor. Hürriyet-i nisvân tarafdârânının en şiddetlisi bulunan feylesof Foriye diyor ki: Nedir kadının bu günkü hâli? Erkeğin terzilik, zînete müte’allik işler gibi ince işlere varıncaya kadar her şu’besine dalmış olduğu âlem-i sınâ’atta bile hırmân içinde yaşıyorlar. Zavallılar bir köşeye çekilmişler, en ağır işlerle uğraşıyorlar. Pekâlâ, maldan mahrûm olan kadınlar için menâbi-i ma’îşet ne olabilir? İğne mi yoksa –güzel iseler– cemâlleri mi? Evet, zavallıların çâre-i yegâneleri sırran yâhûd alenen sifâddan başka bir şey değildir. Bu ise öyle bir çaredir ki mürâca’at olunmasına felsefe rızâ göstermez. İşte sonunda zavallı kadınların nasîbi şu menhûs hâlete müncer oluyor ki bu da iki sebebden ileri geliyor: Biri medeniyet-i hâzıra, diğeri de şimdiye kadar mahv ü izâlesi hakkında i’mâl-i fikr edilmeyen esâret-i zevciyyedir. Pekâlâ, kadınların şu hâl-i hazîninde adaletden bir eser olsun görebilmek bizim için kābil midir?” Zavallı kadın bu müzâhemât-ı şedîde içinde ne yapar, nereye gider? Diyorlar ki asırlar teceddüd ettikçe insan sa’âdet-i maddiyye cihetinden irtikā eylediği gibi ihtisâsât-ı rûhiyye, merhamet-i kalbiyye tarafından dahi terakkī eder. Ya öyle ise nasıl oluyor da bu cins-i rakīkin şu yirminci asırdaki hal-i sefâleti yürekleri parçalamıyor, sîneleri âteş-i hüzün ile dâğ-dâr etmiyor? Azıcık şefkatten nasîbi olan hangi insan kabûl eder ki bîçâre kadın cismen ve rûhen hep onun için yaradılmış olduğu vazîfe-i tabî’iyyesinden çıkarılsın da bu heyecân-ı hûnîn-i ma’îşetin alevleri içinde bırakılıversin? İnsanın maddiyâtı hudûdunda durmayarak ma’neviyâtını da pây-mâl eden bu müzâhemât-ı şedîde içinde zavallı kadın ne yapar? Nereye gider? Bakınız feylesof Proton ne diyor: “İnsaniyet, hiç bir fikr-i ahlakîden, siyasîden, felsefîden dolayı kadınlara borçlu değildir. Zira beşer, tarik-i ilimde kadının yardımı olmaksızın yol alarak birçok muhayyir-ü’l-ukūl keşfiyâta muvaffak olmuşdur. İnsaniyet, bir gûne ihtirâ-ı sına’îden yâhûd hiç olmazsa ehemmiyetsiz bir âletin icâdından dolayı da kadınlara borçlu değildir. Çünkü ihtirâ eden, ikmâl eden, çalışan, sa’yini semeredâr eyleyen, kadını besleyen yalnız erkektir. Kadınların ilm ü edeb sibâk-gâhında gösterdikleri harekât ise, onların fabrikalarda görmekte oldukları işin aynıdır. Çünkü bunlar fikir ve karîhanın i’mâline lüzûm olmayan işlerde bir yararlık gösterebilirler. Binâ’en-aleyh bu gibi yerlerde makara ve çıkrık mesâbesindedirler.” Bak şu zavallı kadına! Erkek onu nasıl bir takım müzâhemâtı altında eziyor, nasıl hayattan, esbâb-ı ma’îşetten mahrûm bırakmaya çalışıyor da sonra nasıl bir takım âlât-ı hasîseye benzetiyor! Ben müslüman kadınını bu hâle gelmekten tahzîr ederim. Bırakın onu evinde hanım olarak otursun, mevâhib-i fıtriyyesinin terbiyesine ihtimâm olunsun ki –yukarıdaki faslımızda söylediğimiz vechile– bu mevâhibi terbiye edildiği sûrette kadın için cinsine hâs olan kemâle vüsûl çâresi istihsâl olunmuş olur. Erkek de artık bu husûsda onunla müsâbakaya, mu’ârazaya kudret-yâb olamaz. Levâzım-ı tabî’iyye-i ma’îşetini hangi sûretle olursa olsun tedârik edip getirmek de tav’an ve kerhen kocasının uhdesine tahmîl olunsun. Dâima nezdimizdeki mevki’i, bedene nisbetle bütün â- CİLD 1 – ADED 8 - SAYFA 126 SIRÂTIMÜSTAKĪM 119 zâ-yı sâireyi kendisine hâdim eden kalb gibi olsun. O da bu makām-ı refî’in şerefini takdîr etsin. Cehlinden dolayı mütehassir olmasın. Zîrâ o bir arazdır ki ufak bir cehd ile zâil olur. Hâlbuki bir kere bu nizâmı bozar da kendisini hayât-ı hâriciyye rezm-gâhına atarsa artık sonradan ne kadar arz-ı iştiyâk ederse etsin âilesi meyânındaki merkez-i mukaddesini istirdâda muvaffak olamaz. Şimdi ben müslüman kadınlarının hâlini tehzîb etmek azminde bulunan erbâb-ı himmetin şu hikmet-i bâligayı kemâl-i im’ân ile dinlemelerini ricâ eylerim ki bunu medeniyet-i maddiyyenin e’âzım-ı ricâlinden ve mü’essislerinden olup, fazîleti umûm indinde müsellem olan Jules Simon söylemiştir. Bu zat Logofiye’nin te’lîf etmiş olduğu bir kitabı hakkında bir mütala’a yürüterek diyor ki: “Kadın, kadın olarak kalmalıdır. (Bu söz Logofiye’nin sözüdür) Evet kadının kadın olarak kalması lâzımdır. Zîrâ bu sıfatla hem kendi sa’- âdetini te’mîn edebilir, hem de o sa’âdeti başkalarına verebilir. Öyle ise [126] kadınların hâlini ıslâh edelim. Lâkin onları değiştirmekten, erkeğe kalb etmekden hazer edelim. Zîrâ kadınlar erkekleşirse bir çok menfa’at kaybederler. Biz ise herşeyi kaybetmiş oluruz. Çünkü tabî’at bütün masnû’âtını kemâl-i itkān ile ibda’ eylemiştir. Öyle ise biz de tabî’atı lâyıkıyle tetebbu’ edelim; bir kat daha tehzîbine çalışalım, kavânîn-i tabî’atten uzak olan şeylerden sakınalım... Felâsifeden bazıları, hayat mekârih ile muhâtdır, diyorlar. Lâkin bunlar mâdâme’l-ömr zevk-i muhabbeti tatmadıkları için bu sözleri söylüyorlar. Ben ise derim ki, hayat güzeldir, mübârektir, ancak erkekle kadının her biri Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine tahsîs etmiş olduğu mevki’i bilmek şartiyle..” Acaba cemiyet-i insâniyyeye büyük büyük eserler bırakmış olan bu üstâd-ı iktisâdî, bu gibi nesâyihi niçin îrâd ediyor? Şunun için ki, kadının yuvasından çıkarak fıtratan kendi vazîfesi olmayan işlerle uğraşması kendisini âilesinden nez’ etmekte, evinin temelini yıkmakta olduğunu gözüyle görüyor. Nitekim yukarıki faslımızda bundan bahsetmiş idik. Zaten bu zât ile hem-fikir olan, re’yini tasvîb eden daha bir çok ulemâ bulunduğu ileride mütâla’aları serd edildiği sırada görülecektir. Nisvânın a’mâlde erkeklerle müşâreket etmelerinden tevellüd eden iktisâdî, âilî birçok ahvâl-i seyyi’eden fazla olarak bunun, onların üzerinde ve hadd-i zâtında acîb olan diğer bir te’sîri daha yüz göstermektedir. İnsâniyetin ahvâl ve edvârı hakkında gâyet mühim mebâhis serdiyle meşhûr olan Giyom Ferrer diyor ki: “Avrupa’da erkek işleriyle iştigâl eden birçok kadınlar bulunuyor. Bunlar bu sebebden izdivâca kat’iyyen yanaşmıyorlar. İşte bu gibi kadınlara cins-i sâlis demek pek doğru, pek muvâfıktır. Yani bunlar erkek de değildir kadın da değildir. Çünkü tabî’at ve terkîb-i beden i’tibâriyle evvelkilerine, vezâ’if ve a’mâl cihetiyle ikincilerine muhâlifdirler.” Üstâd, bu zümrede bulunan kadınların ahvâlini müdekkikāne tetebbu’ ederek şu hakīkate, şu netîceye zafer-yâb olmuştur ki kadınların kendileri için tabî’î olmayan bu sınâ’î hayat-ı sanâyi’de te’ayyüş ederek vezâ’if-i tabî’iyyelerinden, cismen ve rûhen münhasıran onun için yaratılmış oldukları vezâ’if-i tabî’iyyelerinden intizâ etmeleriyle artık ihtisâsları da benât-ı cinslerinin, ihtisâsâtından ayrılmış, kendileri dâimî bir ye’s içinde, âlâm içinde bulunuyorlar. Gûyâ ki fıtrat-ı beşeriyye bu bîçâreleri hukūklarından gâfil bıraktığını kendilerine fi’len gösteriyor.” Daha sonra diyor ki “Artık ulemâ-yı ictimâ’iyyûn ahkâm-ı tabî’iyyeye, kavânîn-i fıtrata mugâyir olan bu hâlin âkibetindeki vehâmeti idrâka başladılar. Zîrâ erkeklerle müzâhemelerinden dolayı bu yoldaki kadınların bir kısmı cemiyetin başına bâr oluyorlar. İşleyecek iş bulamıyorlar. Eğer hâl bu minvâl üzere devam ederse bundan azîmü’t-te’sîr bir fesâd-ı ictimâ’î neş’et etmek tabî’îdir.” Ya bu kadar sözden sonra kadınlara hayât-ı haricî rezmgâhına atılmaları için nasîhat vermekte devam edecek miyiz? Bu hâlin ümmetlerin belini bükmekte olan bir maraz-ı ictimâ’î olduğu sâbit olduktan sonra artık te’yîdine, dâiresinin tevsî’ine çalışmak bize lâyık mıdır? Garblılar milyonlarca fabrikaları, tezgâhları, elhâsıl iş, kazanç mahalleri varken bu hâli esâsından kaldırmaya uğraşıp durdukları hâlde biz vesâ’il-i ameliyyemizin kılletiyle beraber nasıl idâmesine, ta’mîmine çalışırız? Artık herbiri bir ders-i ibret olan bu kadar hakāyıkdan sonra bizim için el ele, baş başa vererek (inşâ’allah kitâb-ı medeniyyetimizde hissî ve amelî bir sûrette görüleceği üzere) nizâm-ı fıtrat-ı beşeriyyenin tercümesi, lisân-ı kavânîn-i tabî’iyyenin tercümânı olan şerî’at-ı İslâmiyyeyi muhâfazaya çalışmak vâcib olmaz mı? Mâdem ki ortada bizi o kānûn-i lâhûtînin evâmirinden teb’îd eden, nevâhîsine yaklaştıran bir illetin vücûdunu görüyoruz, o hâlde kendi aleyhimize kalkarak o dâhiyeye mu’în olmakdan ise esbâb-ı zuhûrunu, menşe’ini tarîk-i sedâd ve hikmet ile araştırmak bizim için en muvâfık bir hareket değil midir? el-Mer’etü’l-Cedîde mü’ellifi diyor ki: “Memleketimizdeki erbâb-ı kalemin ortaya çıkarak bu günkü hâlimizden, bunun zaman geçerek ileride varacağı tavırdan müştekî olmaları, kezâlik Avrupa’da izdivâcın azalmasından, kadınların erkek işleriyle iştigâlinden dolayı serzede-i zuhûr olan vekâyi’i, makām-ı iştişhadda îrâd eylemeleri bizce bir fâ’ideyi müfîd olamaz. Zîrâ bu gibi şikâyetlerin hâdisât-ı âlemin tarz-ı cereyânı üzerine hiçbir te’sîri olabilmek mümkün değildir. Zaten eğer hâlin değişmesi için şikâyet kifâyet edeydi, o zaman işler pek kolay olurdu.” Pekâlâ, mâdem ki iş böyledir. Şikâyetten de hiç bir fâ’ide yok. Ya mü’ellif cenâbları kadınlarımızın hallerindeki fenâlıktan niçin şikâyet ediyorlar da bunun tebdîlini tavsiyede bulunuyorlar? Eğer ukalâ-yı âlem gibi kendileri de izdivâcın azalmasını, kadınların erkek işleriyle uğraşmasını bir fesâd-ı ictimâ’î olarak telakkī ediyorlar ise neden bundan şikâyet etmiyorlar, mahv ü telâfisi yolunda çalışmıyorlar da, bilâkis bu hâlin henüz bizdeki dâiresinin daraldığından müştekî olarak tevessü’üne sa’y ediyorlar? Bir memlekete girip de orada tathîrât-ı sıhhiyyenin fıkdânından, esbâb-ı intâniyyenin kesretinden dolayı veya mikroblarının ahalîyi alabildiğine istilâ etmekde olduğunu gören bir tabîbin bu hâle karşı uhdesine terettüb eden vazîfe nedir? Nâsa, o marazı tevlîd eden mikrobların te’sîrâtına arz-ı inkıyâd ile nasîhat eylemek midir? Yoksa hastalığın şiddetini ta’dîl için ortadaki muhill-i sıhhat murdarlıkların izâlesini tavsiye etmek midir? Eğer nasîhatin halkı hıfz-ı sıhhata teşvîk husûsunda hiç fâ’idesi yoksa, onlara emrâzı sevdirmek husûsunda da bir te’sîri olmamak daha tabî’îdir. 120 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 8 - SAYFA 127 Yine mü’ellif diyor ki: “Hakîkatde ümmetin üzerinde te’- sîri görülen en mühim âmil, mü’essir yine ümmetin hâlet-i iktisâdiyyesinden ibârettir. Fakat şâyân-ı te’essüfdür ki bu hâlet üzerinde icrâ-yı tasarruf etmek, onu istediği [127] sûretde çevirmek, kimsenin dest-i iktidârında değildir.” Pekâlâ, ümmetlerin ahvâl-i iktisâdiyyelerini istenilen sûrette idâre etmek kolay değilse ya onların hâlet-i ictimâ’iyyelerini, hâlet-i ahlâkiyyelerini idâre etmek ne kadar daha güç olmak icâb eder? Bununla beraber eğer bu hâlet-i iktisâdiyye mü’essirât-ı irşâdın, ıslâhın te’sîri ile kābil-i tebeddül değilse ya neden bu âlem-i mütemeddinde ulemâ-yı iktisaddan mürekkeb böyle bir cemm-i gafîr meydâna çıkıyor, neden bu cemâ’atin mensûb oldukları akvâm, bunların mebâhis-i ilmiyyelerini susamış bir adamın suya gösterdiği iştiyâkı andırır bir şevk ile telakkī ediyor? Eğer Avrupalılara imtisâl bizim için mutlaka lâzım ise neden biz de o iktisâdiyyûn gibi halkı eşkâl-i ma’îşetin en muvâfıkına, en sâlimine, en güzeline sevketmek tarafına yanaşmayalım da, onlara fesâdât-ı ictimâ’iyyenin en denîsiyle amel etmelerini tavsiye edelim? Mütercimi: Mehmed Âkif
 MEVÂ’İZ Mukarriri: Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi Muharriri: Sirozlu H. Eşref Edib Ders 48 1 Ağustos 324 اعوذبالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم إنّ َاللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّوا اْلأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن 1 تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ سَمِيعاً بَصِيراً Sadakallâhülazîm. (اللهّ ان (Ale’t-tahkīk Allahu te’âlâ... “Allah” ism-i şerîfi, a’zam-ı esmâ-i ilâhiyyedir. İsm-i a’- zam olmasına cümle ulemânın icmâ’ı var. Çünkü hem sıfât-ı aliyye-i celâliyye ve kahriyye, hem sıfât-ı celîle-i cemâliyye ve ikrâmiyye... Cümlesini müstecmi’ olan zât-ı vâcib-i te’âlâ hazretlerine ilm-i hâsdır. “Allah” ism-i şerîfi zât-ı ulûhiyyetine mevzû’ ism-i hâs olduğu için, hem sıfât-ı celâliyyeyi, hem sıfât-ı cemâliyyeyi müstecmi’dir. Diğerleri ise yalnız bir sıfata delâlet etmekdedir. Burada daha ziyâde i’tinâ ile, pek ziyâde te’kîd ile ifâde ve iş’âr için “Allah” ism-i şerîfi zikr kılınmışdır. (الله ان (ale’t-tahkīk Allah celle celâluhû (يأمركم (sizin cümlenize emr ü fermân buyurur... Emri haber sûretiyle bize ifâde buyurması da ayrıca bir te’kîddir belâgatca. “Şöyle yapınız!” demiyor; “Allah size emr ediyor, buyuruyor; Rabb-ı zü’l-celâliniz, ulûhiyetde müteferrid ma’bûd-i bî-misâliniz sizin cümlenize emr ü fermân buyuruyor.” Neyi? İki şeyi. Ne kadar ahkâm-ı sübhâniyye varsa hepsi bunda dâhildir. ,ehline emâneti bir Her) أَن تُؤدُّوا الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا) :Evvelâ sâhibine, müstahakkına te’diye eyleyin. Emânetlere hıyânet 1 Nisâ, 4/58. etmeyin. Nasıl ki âyet-i uhrâda tasrîh var: 2 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ ) .etmekdir hıyânet sûlüneRe ve a’Allah, etmek hıyânet Emânete) تَخُونُوا اللّهَ وَالرَّسُول... Emânet fi’l-asl masdardır. Fakat burada isim olarak îrâd buyurulmuşdur, “mü’temen bih” ma’nâsına. Buna binâ’en cem’ sîgasıyla vârid olmuş. Masdarlar cemi’lenmez; fakat isim kılınınca ismiyetine ri’âyeten cemi’lenir. İşte ne kadar size emniyet edilmiş, teslîm edilmiş, zimmetinize îdâ’ edilmiş vezâ’ifler varsa cümlesini hüsn-i isti’- mâl edin. Fahri Râzî diyor: Bu emânetullâh üç kısma taksîm olunur. Emânetullâh’a ri’âyet etmenin vücûbuna dâir birçok ehâdîs, birçok âyât-ı Kur’âniyye var. Ez cümle 3 إِنَّا عَرَضْنَا اْلأَمَانَةَ ) 4) عَلَى السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْض... .ederler îfâ âtla’mürâ itine’şerâ, yetleâ’ri i-hüsn ahidlerini, emânetleri herbir ki kimselerdir ol lermin’Mü) وَالَّذِينَ هُمْ ِلأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ) Emânet üç kısma taksîm olunur: Bir kısmı kul ile Rabbi beyninde.. Bir kısmı her kulun ibâdullâha karşı borçları, vezâ’ifi.. Bir kısmı da herkesin kendi nefsine karşı olan vezâ’ifi. Bunların cümlesi emânetde dâhildir. Şimdi Cenâb-ı Hakk’a karşı vezâ’ifimiz nedir?. Allah ile kul beyninde olan emânetleri ta’dâd ve tafsîl kābil değil. Ol derece vâsi’dir. Ne kadar me’mûrun bih olan şeyler varsa cümlesini îfâ etmek, menhiyyün anhleri terk etmek... Hepsi bu kısımda dâhildir. Abdestden tut, oruç, hac, zekât... Hepsi emânetullâhdır. Abdeste, gusle dikkat etmek, dâima pâk olarak gezmek, Mü’min’in birinci vazîfesidir. Oruç emânetdir ve bir sırdır kul ile Allah beyninde. Herkese karşı hilâfı da gösterilir, riyâkârlık da eder kul. Fakat Allah âlimü’s-sırri ve’l-hafâyâdır. Bütün a’zâ ve cevârihimiz emânetullâhdır. Hepsini hüsn-i isti’mâl ile me’mûruz. Gözümüzle helâl olan şeylere bakacağız. Nazar-ı istihkār ile fukarâya bakmayacağız. Kulağımızla harâm şeyleri dinlemeyeceğiz, meşrû’ olmayan şeylere kulak asmayacağız. Lisânımızla doğruyu söyleyeceğiz. Kizbden lisânımızı muhâfaza edeceğiz. Hattâ mâlâya’nîden, lüzumsuz şeylerden çekineceğiz. Çünki mâlâya’niye lisânı alışdırmak fenâ şey. وَهَلْ يَكُبُّ النَّاسَ في النَّارِ عَلَى مَنَاخِرِهِمْ، إِلاَ حَصَائِدُ أَلْسِنَتِهِمْ٥ Ekser nâsın burunları üzerine nâr-ı cahîme düşmesi, mu’azzeb kılınması; hasâ’id-i elsine sebebiyledir. Ya’ni lisânıyla kesb eylediği seyyi’ât böyle bâ’is-i duhûl-i nâr olur. İnsan lisânını muhâfazaya i’tînâ etmeli. Çünki sonra dünyâda da, âhiretde de mûcib-i felâketi olur. Emânetullâh bütün tekâlîf-i ilâhiyyeyi, cümlesini câmi’ oldukdan sonra neye de şümûlü kat’îdir? İbâdullâha karşı vezâ’ife. Meselâ vedî’aları reddetmek, bir emânet, bir vedî’a bulunursa sâhibi isteyince kendisine, vefât etmiş olursa vârislerine teslîm etmek lâzımdır. 2 Enfâl, 8/27. 3 Ahzâb, 33/71. 4 Me’âric, 70/32. 5 Tirmizî, Sünen, Kitâbü’l-Îmân 8. CİLD 1 – ADED 8 - SAYFA 128 SIRÂTIMÜSTAKĪM 121 Fahri Râzî tefsîr ediyor Tefsîr-i Kebîr’inde: Vedâyi’i reddetmek, [128] sonra terâzî kullananlar iyice tartmak... Buna dâir de pek çok vesâyâ-yı şer’iyye var. وَيْلٌ لِّلْمُطَفِّفِينَ الَّذِينَ إِذَا اكْتَالُوا عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ 1 وَإِذَا كَالُوهُمْ أَو وَّزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَ Veyl ve helâk, azâb-ı şedîd ol kimseleredir ki tatfîf ederler, nâsın hukūkunu ibtâl ederler, fazla almaya çalışırlar. Verecekleri vakit noksân verirler. Ölçekleri, kantarları, terâzileri fenâ kullanırlar. Ne kadar dehşetli âyetdir bu. Bir kimsenin hakkını zerre mikdârı tenkīs edenler bu sebeble helâk-i ebedîye mahkûm oluyorlar... Ne kadar büyük ibretdir bu. Halkın hukūkunu bi’l-külliye gasb edenler, takımıyla yutanlar, gasb-ı emvâle, türlü türlü irtikâb ve irtişâya cür’et edenler... Bunların azâbı ne olur sonra? birkaç dirhem eksilten kimse azâb-ı ilâhîye müstahak olur. Ya takımıyla ibtâl-i hukūk edenler, vâsıta olanlar ne hale dûçâr olurlar? Tafîf, sağīr demek. Yani az birşey noksân etmek. Çünkü bunda aldatmak var. İnsan birşey verse, zâyi’ olsa, telef olsa o kadar müstahakk-ı levm ve tekdîr olmaz. Ama kasden hîlebazlıkla aldatılırsa, kendisine avanak sıfatıyla bakacak, insan buna pek müte’essir olur. Onun için, cezâsı büyükdür. Onun aklı da, zihni de perişan edilmiş olur. İnsanın meziyeti akıl ve idrâkidir. Buna kusûr isnâd edilirse nasıl mahzûn olmaz insan? Kalbi kırılır. Sonra insanı insan yerine koymayanlar, hayvan yerine tutanlar, hak yedinde iken ağlatanlar, şeref-i insâniyyeti pâymâl edenler... Ne yaman zâlim addolunurlar. Bu âyet-i kerîmenin işâretinden neler anlaşılır. ( اَذِإ hiç vakit alacağı şey bir için Kendileri) اكْتَالُوا عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ bir noksân kabûl etmezler. Kābil olsa bir parayı da alırlar. Bir dirhem, bir para eksiğe râzı olmuyorlar. keyl –vakit verecekleri Halka) وَإِذَا كَالُوهُمْ أَو وَّزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَ) ile, vezn ile, her ne ile olursa olsun– ihsâr ederler, tenkīs ederler. Haklarını tamâmen vermiyorlar. Ne kadar cesâretdir! Hukūkullâhı tağyîr etmek ne büyük cür’etdir. 2 أَلاَ يَظُنُّ أُولَئِكَ ) ٍيمِظَعٍ مْوَيِلَ ونُوثُعْبَّم مُهَّنَأ (Bu şaşkın herifler hiç düşünmezler, haydi teyakkun etmezler; lâkin zanları da mı yok? Allah’ın büyük günleri var. Vaktin hulûlünde ba’s olunacaklar. Yakaları da’vâcıların eline geçecek. Zillet ve hakāretle makhûr olacaklar. Ona hiç mi ihtimâl vermiyorlar? Bunlara söyle: Cenâb-ı Hakk’ın gazabı büyükdür. İkāb ve azâbı şedîddir Bunun ilerisine varanların halleri ne olur? Şeri’at nazarında müstehakk-ı tevbîh, dûçâr-ı azâb olacaklarında şüphe mi var? Böyle kıyâs etmişler. Onun için herkes hakkını da’vâ etmeye Allah müsâ’ade etmiş. “Zâlime karşı boyun eğin!” demiyor. Belki hakkını almaya salâhiyet vermiş. Herkes hukūkunu taleb etmek lâzımdır. Az çok her ne ise ma’kūl, meşrû’ bir tarz ile, mahkemeye mürâca’atla mı olur, yahud başka tarîkle mi olur... Her hangi tarîk kā’ide-i adâlete daha muvâfık olursa o yolda hareket emreder. Sûre-i Şûrâ’da beyân buyurmuş, okuyorsunuz ya: 1 Mutaffifîn, 83/1-3. 2 Mutaffifîn, 83/4-5. وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلاَةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ 3 يُنفِقُونَ وَالَّذِينَ إِذَا أَصَابَهُمُ الْبَغْيُ هُمْ يَنتَصِرُونَ Cenâb-ı Hak medh ü senâ ediyor o kullarını ki Allah’ın da’vetine icâbet ederler, beş vakit namâzı kılarlar, işlerini meşveretle görürler. Beynlerinde şûrâ bulunur. Hukūk-ı ibâd ötekinin, berikinin yed-i istibdâdına bırakılmaz. Dünyâya â’id bütün işleri, gerek mu’âmelâta, gerek icrâ’âta dâir her işleri beynlerindeki şûrâdan ibâret. Gûyâ ki meclis-i şûrâ ayn-ı mesâlih-i ibâddır. O kadar salâhiyet verir. Mesâlihi ayn-ı şûrâ kılıyor. Bu derece ehemmiyet veriyor. 4 وَشَاوِرْهُمْ فِي ) ِرْمَالأ (nazm-ı şerîfinde nâs ile müşâvereyi fermân buyurmuş: Makām-ı tefsîrde vârid olan bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmuşdur: 5 Resûlü ile âlâ’te Allah) ان الله ورسوله لغنيا عنها) müşâvereden ganîdirler, (لامتى رحمة جعلها الله لكن و (Lâkin müşâvere usûlü Rabbim tarafından ümmetime en büyük bir inâyet, en mühim bir düstûr-i hikmet kılınmışdır. Böyle kabûl edilmeli. Hele bir âyetde bütün bütün sarâhat var: Allâh’a icâbet ederler, beş vaktini kılarlar. Peşin hukūkullâha ri’âyet zikr olunuyor. Rabbü’l-âlemîne karşı vezâ’ifimiz, elbet en büyük umûrumuzdur. Her türlü selâmet mahzâ âsâr-ı cûd ü kerem-i ilâhîsidir. Mü’min her inâyeti Allah’dan bilir. Hiç bir ni’met hâric değildir. Cenâb-ı Hakk’ın ni’am ve eltâfı mahzâ cûd-i ilâhîsiyle bize vâsıl olmakdadır. Vâkı’â vâsıta olanlara da hürmet ve şükürde bulunmak lâzımdır. 6 من لم يشكر ) الله يشكر لم الناس (Nâsa şükretmeyen Allah’a da şükretmez. Mâdem ki ni’met o vâsıta ile geldi, ona da borçlusun ta’zîm ve ihtirâma. Elden geldiği kadar ona karşı ri’âyete borçlusun. Zîrâ ni’metin kadrini bilmek lâzımdır. Hakīkatde veren Allahdır. Lâkin zâhiren sana kimden geldi? Filândan. Hah işte ona da şükre borçlusun. Nasıl ki peder ve vâlidene ta’- zîm ve hürmete, şükre borçlusun. Çünkü sebeb-i hayâtdır. Halbuki sebeb-i zâhiridir. İnsanı halkeden Allah’dır. Lâkin ananın, babanın hakkı büyük. 7 .buyurulmuş) وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً) Her ni’met böyledir. Vâsıtaya ihtirâm etmeli. Îfâ-yı şükr ü senâya çalışmalıyız. Hâline göre o vâsıta olan kimseye, ne olursa olsun, mü’min olsun, gayr-i mü’min olsun şükretmeliyiz... Allah dilerse gayr-i müslimlerle de din ve dünyâmızı te’yîd eder. Onları da bu hidmetde kullanır. Bu cihetle her kim bir emr-i hayra vâsıta olursa, selâmet-i umumiyyeye vesâtet eder, hidmet eylerse şâyân-ı takdîr olur, her vechile ri’âyete kesb-i istihkāk eder. Zîrâ bir kimsenin kadrini bilmek ona ri’âyeti istilzâm eyler. Asıl mükâfât, mükâfât-ı uhreviyyedir. Fakat dünyâda şân ü şerefe mazhar olmak, o da büyük bir ni’metdir. 8 (ربنا آتِنا في الدنيا حسنةً، وفي الآخرةِ حسنةً) buyuruluyor. Müslümân olmayanları bile hayra âlet oldukları için, insâniyete hidmet etdikleri için. –mâba’di var– Matba’a-i Âmire Ebu’l-Ulâ 3 Şûrâ, 42/38-39. 4 Âl-i İmrân, 3/159. 5 Tefsîr-i Âlûsî, 3/159. 6 Suyûtî, Câmi’u’s-Sağîr 11487. 7 Bakara, 2/82. 8 Buhârî, Sahîh, Kitâbü’t-Tefsîr 38.
TEFSÎR-İ ŞERÎF Takrîr-i Merâm Evsâf-ı celîle-i sübhâniyyesiyle tavsîf olunması üzerine Zât-ı Akdes-i Ma’bûd abd-i hâmid nazarında mâsivâdan temeyyüz ve te’ayyün etmiş olur diyoruz. Zîrâ kâffe-i avâlime şâmil rubûbiyet bi’l-cümle ni’am-ı hâliyye ve istikbâliyye ifâzasına inâyet, rûz-i cezâda cemî’ umûr-i ibâda mâlikiyet ve mülkiyetten ibâret olan sıfât-ı azîme-i ilâhiyye ile teferrüd-i ilâhî cemî’ mâsivâdan Cenâb-ı Bârî’nin temeyyüzünü istilzâm etmektedir. Binâ’en-aleyh tahmîdât ve tebcîlâtın kâffesine ihtisâsı i’tirâf olunan Zât-ı Mukaddes bu sıfatlarla tavsîf olunması üzerine husûle gelen ilim ve ma’rifet bir ma’lûm-i hâs ü mu’ayyene te’alluk etmiş oluyor. Zikr olunduğu vechile Cenâb-ı Bârî’nin temeyyüz ve te’- ayyünü sâyesinde abd dergâh-ı sübhânîye hitâb etmek salâhiyetini hâiz olabilir. Çünkü bi-husûsihî ma’lûm ve mu’ayyen olmayan zât muhâtab kılınamaz. İmdi Sûre-i Fâtiha kırâ’eti huzûr-ı kalb ve mülâhaza-i ma’nâ ile olmak lâzımdır ki evsâf-ı ilâhiyyesi tavassutuyla Bârî Teâlâ hazretleri kāri’in kalbinde te’ayyün etsin ve hâsıl .olabilsin hâiz salâhiyetini bulunmak şifâhîde ı-tâbhi diye) إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ) sâyesinde kalbî i-teveccüh olan İşte şu lüzûm ve iktizâya tenbîh ve işâret için bu makāmda muktezâ-yı zâhir olan (نستعين واياه نعبد اياه (üslûbu terk olunup nazm-ı celîldeki üslûb-ı hitâb ihtâr buyrulmuştur. İstifâde 1 (يراك فانه تراه تكن لم فان تراه كأنك تعبدالله ان الاحسان (hadîs-i şerîfinin delâlet ve irşâd eylediği vechile ibâdette huzûr-i kalb 1 Buhârî, Sahîh, Tefsîrü’l-Kur’ân 243. ma’bûd-i müte’âlin nâzır ve muttali’ olmasını mülâhazadan zühûl etmeyerek murâkabeyi i’tiyâd etmek sûretiyle husûl buluyor. Murâkabeye devam ve huşû’-i kalbe ihtimâm ise mi’râc-ı mü’minîn olan salâtın lezzet ve halâvetini idrâke, bu dahi hüsn-i kabûl ve izdiyâd-ı şevk ile mertebe-i şühûda ve makām-ı velâyete vüsûl bulmaya bâ’is olur. Me’âl-i hadîs-i şerîf, 2 ı-Cenâb” ihsân “buyrulduğumuz mûr’me iyyede’şer i-sûsnu gibi) هَلْ جَزَاء اْلإِحْسَانِ إِلاَّ اْلإِحْسَانُ) Allâh’ı görürcesine ibâdet etmekliktir. Eğer sen ma’bûd-i müte’âli görmüyorsan ma’bûdun seni görmekte olmasından gâfil olma! İşte bu hadîs-i şerîfde evvelen makām-ı şühûda, sâniyen makām-ı murâkabeye işâret buyrulmuşdur ki, bunların ikisi de velâyet makāmâtından ma’duddur. İrşâd Sûre-i celîlenin evveli tâlib-i ma’rifet-i ilâhiyye olan kimsenin mebâdî-i iştigâlâtı olan zikir ve fikir ve te’emmül fi’lesmâ’ ve nazar fi’l-âlâ’ ve istidlâl bi’s-sınâyi’ üzerine binâ buyurulmuş, âhiri de, istikmâl-i ma’rifet ve istihsâl-i kurbet ile makām-ı müşâhedeye neyl ü vuslattan ibâret müntehâ-yı merâtib-i ârifîne işâreti hâvî bulunmuştur – Beydâvî. Takrîr ve Tavzîh Bilcümle efrâd-ı beşeriyyenin Hak celle ve alâ hazretlerinin tecellî ve müşâhedesine isti’dâdı vardır. Fakat insanın hengâm-ı sabâvetde kemâl-i noksânı, şebâbet devrinde mahsûsât ile ülfeti ve kuvâ-yı şeheviyye ve gadabiyyenin istîlâ ve galebesi hasebiyle üzerine ahlâk-ı nefsâniyye ve sıfat-ı şehvâniyye ve te’allükāt-ı [130] kevniyye zulümâtı terâküm etmekte ve bu ise kendisini Cenâb-ı Bârî’den tevhîş ile mâsivâdan bir lahza tefrîğ-i kalb imkânı kalmayacak mer- 2 Rahman, 55/60. CİLD 1 – ADED 9 - SAYFA 130 SIRÂTIMÜSTAKĪM 123 tebede devam-ı gafletini îcâb eylemektedir. Bundan dolayı vusûl-i müşâhedeye nâ’il olması şöyle dursun zihnini toplayıp da bir lahza bile dergâh-ı sübhânîye teveccüh-i tâm üzerine bulunması kābil olamaz. Her maraz ve âfetin def’ ü izâlesi ise zıddıyla mu’âleceye mevkūftur. Binâ’en-aleyh hayât-ı kalb ihrâz ederek vâsıl-ı kemâl olabilmesi için insan devâm-ı ezkâr-ı ilâhiyye ile me’- mûr kılınmıştır ki bu sâyede ihrâz-ı kalb ve kat’-ı vesâvise muvaffak olarak üns-i billâh peydâ olsun ve gönlünde hubb-ı ilâhî şeceresi müngaras olup ağsân-ı mübârekesi teşa’ub ve te’âlî ettikçe mâsivâya olan meyl ü te’alluku azalsın ve ferâğ-ı kalb hâsıl olsun da celâl ü cemâl-i rabbânî fikir ve mülâhazasına isti’dâdı kuvvet bulsun. Zîrâ bu fikir ve mülâhaza sâyesinde ma’rifet-i ilâhiyye rüsûh bularak muhabbet-i rabbaniyye aşk ve iştiyâk derecesinde tekemmül eder. Bu tarz üzere zikr ü fikre devam ise mezkûr ve mahbûbun maksad-ı aksâ kılınmasıyla bilcümle mâsivallâhın gözden ve gönülden gaybet ve sukūtunu intâc etmesi emr-i zarûrîdir. İşte abd-i zâkirin nefsiyle beraber mutâlebât-ı nefsâniyyesi de dâhil olan cemî’ eşyâyı nazar ve mülâhazadan düşürmesi “kurb-i ilâhî” ve mezkûru mülâhazaya hasr-ı efkâr etmesiyle zikrin dahi gaybeti “fenâfillâh” tesmiye olunur ki artık bütün şevâgil-i hissiyye ve ma’neviyyenin zevâliyle zulmânî ve nurânî her türlü hicâb-ı beşerî irtifâ’ etmiş olacağından vusûl ü şuhûd-ı sübhânî ebvâbı küşâd edilmiş olur. Lâhika Ma’rifetu’llahı ismâr ve intâc edecek tefekkür-i ibâdın nukāt-ı cevelânı da esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulyâ-yı rabbâniyye ile bedâyi’-i esrârı muhtevî bulunan âlem-i mülk ü melekûtdan ibâretdir. Ama zât-ı mukaddese ile hakāyik-ı sıfât-ı sübhâniyye hakkında fikir ve tasavvura mahal yokdur. Ziyâ-yı şemse karşı idâme-i nazar husûsunda uyûn ve ebsâr sâha-ârâ-yı iktidâr olmadığı gibi zât u sıfât-ı ilâhiyye künh ve hakāyikine tevcîh-i efkâr u ukūl de tâkat-ı beşeriyye fevkinde bulunur. Binâ’en-alâzâlik bizler idrâk-i künh-i Bârî ile teklîf değil belki bu husûsda icâle-i efkârdan men’ olunmuşuzdur. العجز عن درك الادراك ادراك والبحث عن سر ذات الله اشراك Belâgat Tekellüm ve hitâb ve gaybetden ibâret esâlîb-i selâsenin her birinden diğerine udûl ile tefennün fi’l-kelâm de’b-i kadîm-i bülegâdan olup ilm-i me’ânîde “iltifât” tesmiye olunur. Kur’ân-ı Kerîm’de de kesretle vâki’dir. Tecdîd-i üslûbda tenşît-i kulûb olmağla her iltifâtın fâide-i âmmesi sâmi’înin kelâmı daha ziyâde şevkle isgâlarına bâdî olmasıdır. Fakat bâlâda takrîr olunduğu gibi her makāma mahsûs bir de nükte-i hasenesi olmak lâzımdır. Tefsîr “İbâdet” gâyât-ı huzû’un aksâsı, merâtib-i tezellül ve inkıyâdın müntehâsı demek olup ma’bûda tekarrüb maksadına mukārenet şartıyla iclâl ve ta’zîmi mutazammın her kavl ü fi’ile şâmildir. Huzû’ ve inkıyâdın mertebe-i kusvâsı ise kibriyâ ve azamet ile teferrüd eden Cenâb-ı Mün’im-i hakīkī celle şânuhûya lâyık ve mahsûs olup şer’an ve aklen gayri kimseye câiz olmaz – Beydâvî. Takrîr ve Tavzîh Lâfz-ı ibâdetin ma’nâ-yı hakīkīsi bundan ibâret olup gayra perestiş ma’bûd-i bâtıla teveccüh ma’nâsına isti’mâli mecâzdır. Müşrikleri tevbîh makāmında Kur’ân-ı Kerîm’de de vârid olmuştur. İbâdet lafzı, tevhîd-i Bârî ve ma’rifet-i ilâhiyye ma’nâsına da gelir. Nasıl ki 1 ı-nazm) وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ) celîli İbn Abbas hazretlerinden mervî olduğu üzre (ليعرفون (ile tefsîr olunur. İtâ’at ma’nâsına da müsta’meldir. 2 (ان لا تعبدوا الشيطان) nazm-ı celîlinde bu ma’nâya mahmûldür. “İsti’âne” taleb-i tevfîk ü i’âne demektir ki matlûb-i mezkûr her fi’lin mevkūfun-aleyhi olan mebâdî-i erba’ayı * ikmâl ile mevâni’den vikāye ve medâr-ı yüsr ü sühûlet olacak vesâ’itin kâffesini** ifâza ile tamâm olur. Binâ’en-aleyh mâ’ûne-i matlûbe zarûrî ve gayr-ı zarûrî nâmlarıyla iki kısma inkısâm etmektedir. Fi’ilin mevkūfunaleyhi olan kısm-ı evvel “istitâ’at” tesmiye olunarak teklîf-i ilâhînin medâr-ı sıhhati kılınmıştır, kısm-ı sânî ise mahz-ı yüsr u sühûlet husûlüne medâr olup sıhhat-i teklifin şartı değildir. (نستعين واياك (nazm-ı celîlinden ibâdât ve tâ’ât ile beraber bilcümle metâlib-i mühimmât hakkında isti’âne maksûd olması tercîh olunur. Zîrâ ıtlâk üzere vürûdu bunu mü’eyyeddir. Fakat İmâm Nesefî rahimehullah Tefsîrü Teysîr’de tertîb-i zikrîye ri’âyeten tefâsîr-i âtiyeyi îrâd buyurmuşdur: (نعبد اياك (Yâ Rabbî bizler seni tevhîd eder, (نستعين واياك ( devâm-ı tevhîd ve muhâfaza-i imanımızı veya ba’de’ttevhîd edâ-yı ibâdet husûsuna da muvaffak buyrulmaklığımızı senden niyâz eyleriz. (نعبد اياك (Filhâl sana ibâdet ediyoruz, (نستعين واياك (istikbalce de edâ-yı ibâdet için senden isti’âne ederiz. (نعبد اياك (Hükm-i abîdânemizde olan zevâhirimiz ile sana ibâdet eder, (نستعين واياك (hıfz-ı bevâtın babında senden isti’âne eyleriz. Zîrâ meşiyyet-i ilâhiyyen vechile taklîb-i kulûb sana mahsûsdur. Manastırlı İsmâil Hakkı 1 Zâriyat, 51/56. 2 Yâsin, 36/60. * Fâ’ilin fi’le iktidârı ve onu tasavvur etmesi ve iktizâ eden âlât ve mevâdda mâlik olması. Meselâ yazı yazacak kimsenin yazmaya iktidârı ve yazacağı şeyi tasavvur etmesi ve kalem ile kâğıd gibi üzerinde yazı yazılacak bir şeyin ele geçirilmesi. ** Fi’ilin fâ’idesini ve terkindeki mazarratı izâh ile havf u recâyı husûle getirmek gibi fâ’ili fi’ile takrîb ve terğîb edecek şeyler de bunda dâhildir.