17 Eylül 2016 Cumartesi

-Ey anne,senin yüz canın olsa
ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen,ben yine dînimden vazgeçmem! Artık ister ye, ister yeme! Bu senin bileceğin bir iştir. Benim kararım kat’îdir.Geri dönüşüm mümkün değildir. Bunu böyle bil!
Sa’d Bin Ebî Vakkâs r.a


 
İslam Hukukçuları,asırlarca evvel
'Hayvan sahiplerinin hayvanların yemlerine dikkat etmeleri,takatinin üstünde yük vurmamaları ,aksi takdirde hayvan sahipleri tazir cezası ile cezalandırılır.'hükmünü vermişlerdir.
1502 tarihli İstanbul belediye Kanunnamesi:
At katır eşek ayağını gözedeler,semerini göreler.Ağır yük urmayalar,zira dilsiz canavardur.Her kangısında eksük bulunursa sahibine tamam etdüreler.
Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından geleler.


İnsanların hukuk önünde hepsinin eşit olduğunu ‘Ne Arab’ın Acem’e [Arap olmayanlara] ne Acem’in Arab’a, ne kırmızının siyaha ve ne de siyahın kırmızıya, takvâ yani Allah’tan korkup O’nun emirlerine imtisâl ve nehiylerinden kaçınma fazileti dışında aslâ üstünlüğü yoktur.’ hadisiyle..” asırlar önce Vedâ Hutbesinde îlan eden İslâma karşılık Batı, “1809’larda kadının insan sayılıp sayılmayacağının kararına henüz varamamıştı.
Peygamber Efendimiz 23 Şubat 632 tarihinde sayıları 140 bine ulaşan müslümanlara Vedâ Hutbesi’ni îrâd buyurmuşlardır.
Özlü olarak ifade edilecek olursa “Resulullah bu hutbesiyle İslâm esaslarını iyice yerleştiriyor, bütün dinlerin ittifakla haram saydığı cana, mala ve namusa tecavüzü yasaklıyordu. Hz. Peygamber yine bu hutbesiyle cahiliyye devrine ait işleri ayaklar altına alıyor, faizi tamamen kaldırıp iptal ediyor, kadınlara iyi davranmayı tavsiye ediyor, onların hak ve sorumluluklarını açıklıyor ve onların giyim- kuşamlarının ve rızıklarının, örf ve âdetlere uygun olarak temininin erkeklere ait bir görev olduğunu ilân ediyordu”
Vedâ hutbesi “ İslâm İnsan Hak ve Hürriyetleri Beyannâmesi” diye adlandırılabilecek bir mahiyete sahiptir. “Siyasi düşünce tarihi ve kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta 1215 tarihli İngiliz Magna Carta’sı ile Fransız 1789 tarihli insan hak ve hürriyetleri beyannâmesinin bu açıdan arz ettiği önem, sadece İslâm medeniyetini tatmamış devletler ve toplumlar için geçerlidir.”
Bir yanda “Aristo’nun ‘insanlar iki grup halinde doğarlar : Birisi hizmet edilenler yani hürler, diğeri ise hizmet edenler yani hizmetçiler ve köleler’ sözünden ilham alan Batı medeniyeti” diğer tarafta da “ insanı ahsen-i takvim suretinde yaratılmış ve yeryüzünde Allah’ın halifesi mükerrem bir mahluk olarak gören İslâm Medeniyeti !”


Sokakta bile bir şey bulsan sâhibini arayacaksın. Bu kadar hak hukūk gözeteceksin. Yolda bir şey buldun. Kimsenin elinden almadın. Hîle etmedin, en ehven hukūk bu; değil mi? Fakat yine hakdır. Gâyeti elbet birinin yüreği yanmışdır. Bir sene sâhibini arayacaksın. Şerî’at öyle emrediyor. Mâdem nefsinden emînsin; al, i’lân et. Bir sene sâhibi çıkmazsa fakīr isen kendin ye; helâl olur. İhtiyâcın yok ise fukarâya ver!

Hukūk-ı harbi(harp hukuku) en evvel vazeden, Avrupa cehâlet içinde iken, emvâc-ı vahşet arasında çalkalanırken ilk evvel bu hukūku ortaya koyan şerîat-i İslâmiyyedir.
Siyer-i Kebîr’i okursun İmâm Muhammed b El-Hasan Şeybânî hazretleri yazıyor.Siyeri Kebîr’in telîfinden sekiz yüz sene sonra Avrupa’da kānûn-ı harb fikri ortaya çıkdı.Mehazı budur,Frenklerin en bî-taraf müverrihleri bunu itirâf ediyorlar.
İlk evvel bu kānûn-ı harbi vaz eden, insanların harbde bile hukūkunu te’mîn eden şerîat-i İslâmiyyedir. İmâm-ı Azam’ın
şâkirdi bunu te’lîf etmişdir.

Kuvve-i İslâmiyye neden tedennî ediyor? Çünkü ittifâk-ı fikir yok; darmadağın olmuşuz. En büyük mahâretimiz tefrikacılıkda. İttihâd ederek terakkīye çalışmak bizde yok. Biraz kendimizde bir kuvvet hisseder etmez al sana bir fırka, al sana bir tefrika! Hiç kimse ile geçinemeyiz. Çünkü geçinmeye niyetimiz yok.

Bir def’a İmam Ali kerremallâhu veche hazretleri berâ-yı muhâkeme bir Yahûdî ile beraber huzûr-ı Hazret-i Fârûkî’ye dâhil oldu. Müşârun-ileyhe hitâben Hazret-i Ömer (r.a.) “Yâ Ebe’l-Hasan sen de hasmın ile beraber ayakda durmalısın” demesi üzerine vech-i mübâreklerinde bir eser-i tegayyür müşâhede edildi. Fasl-ı da’vâdan sonra bâ’is-i tegayyür ne olduğu kendisinden istifsâr buyuruldukda, “sen bana müvâcehe-i hasımda –mücerred ismimle değil berâ-yı ihtirâm– künyemle, mahlasımla hitâb ettin, ben de eyvâh onun kalbi kırılacak, muhâfaza-i adâlete adem-i i’tinâ fikrine düşecek diye korkdum, te’essür etdim.” cevâbını i’tâ eyledi. Çünkü “yâ ebâ fülân” diye hitâb etmek inde’l-arab kasd-ı ta’zîme mukârin olur. Bakınız! Büyüklerimizin kâ’ide-i müsâvâta kemâl-i ri’âyetlerine icrâ-yı adâlete şiddet-i i’tinâlarına. İşte bunlar hep hürriyet-i umûmiyye şevâhididir.
Eşinin Ağzına Koyduğun Lokmadan da
Ecir Alırsın.

Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Kur`ân`dan ezberinde bir şey var mı diye sordu Fakir Sahâbî Ezberimde şu sûre var şu sûre var diye birtakım sûreler saymaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem: - Kur`ân`dan ezberindeki sûrelerle seni bu kadınla evlendirdim buyurdu.
buhari 1803

Bir sadaka,binlerce sadaka kıymetinde olur.Bu da en iyisini ve seve seve vermekle olur.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
İlm-i ictimâ’ vâzı’ı Auguste Comte diyor ki: “Biz mâni’-i terakkī olan bu gibi muhâlât-ı hayâlperdâzâne üzerinde (hürriyet-i nisvânı murâd ediyor) münâkaşa külfetini ihtiyâr edecek değiliz. Ancak nizâm-ı hakīkī-i kevnin kıymetini, ehemmiyetini takdîr etmemiz için şurasını bilmemiz lâzımdır ki eğer günün birinde kadınlar rızâları olmaksızın kendilerini müdâfa’a gayretinde bulunan bir takım adamların, onların nâmına taleb etmekte bulundukları şu müsâvât-ı maddiyyeye nâ’il olurlarsa, o zaman hâlet-i rûhiyye ve ahlâkiyyeleri ne kadar fesâda uğrayacak, bozulacaksa hey’et-i ictimâ’iyyeye karşı olan vazîfeleri de o nisbette haleldâr olacaktır. “Zîrâ artık kadınlar kūt-i yevmiyyelerini tedârik için her gün fabrikalarda, tezgâhlarda öyle şedîd mezâhimin esîri olacaklar ki, bunun altından kalkamayacaklar

“Bir kadının kocası ölse de bütün akrabası içinde maîşetini kâfil olabilecek kimse bulunmasa, o zaman onun infâkı, edâ-yı hevâ’ici beytü’l-mâle âid ve vâcibdir.” hükmüyle bu ciheti de taht-ı zımâna almıştır. İşte bu hüküm, medeniyet-i İslamiyyenin verdiği bir hükümdür ki felsefe-i ameliyye ve hissiyye ashâbı nihâyet yine ona rücû’ ediyorlar.

İşte o felsefenin şeyhi ve müessisi olan Auguste Comte, Nizâm-ı Siyâsî’sinde diyor ki: “Kocası ve akrabası bulunmayan kadınların hem kurtulmaları kābil olmayan adem-i istiklâllerine, hem de husûsiyle vazîfe-i maneviyyelerine mukābil maîşetlerini tekeffül etmek, heyet-i ictimâiyye üzerine vâcibdir. Terakkī-i insâniyyetin manâ-yı hakīkīsi işte şu sözden ibârettir: Kadının hayatı imkân müsâid olduğu kadar beytî(evde) olmalı, her bir amel-i hâricîden tahlîs edilmelidir, tâ ki [125] vazîfe-i asliyyesini istenilen sûrette edâ edebilsin.”

İnsâniyetin ahvâl ve edvârı hakkında gâyet mühim mebâhis serdiyle meşhûr olan Giyom Ferrer diyor ki: “Avrupa’da erkek işleriyle iştigâl eden birçok kadınlar bulunuyor. Bunlar bu sebebden izdivâca kat’iyyen yanaşmıyorlar. İşte bu gibi kadınlara cins-i sâlis demek pek doğru, pek muvâfıktır. Yani bunlar erkek de değildir kadın da değildir. Çünkü tabî’at ve terkîb-i beden itibâriyle evvelkilerine, vezâif ve amâl cihetiyle ikincilerine muhâlifdirler.”

Kadın timsâl-i şefkat,rıfk ü rikkat olarak tecellî eder.Temâyülâtı nokta-i nazarından bakılırsa kendisini başkasının yolunda fedâya meyyâl, fıtraten amâl-ı hayra müstaid olduğu görülür.Halbuki bu sıfâtın kâffesi hayât-ı hâricî âlemindeki o korkunç gîrudârlara külliyen münâfidir.Zîrâ hayât-ı hâricî yani âlem-i maîşet,döğüşmeden,çarpışmadan,mukāteleden,muhâcemeden ibârettir.

Kadın tarafından erkeğe karşı gösterilen inkıyâdı pek büyük görüyorlar,bu hâli bir esâret addediyorlar ,diğer tarafdan erkeğin karısını infâk için ölesiye çalıştığını hiç düşünmüyorlar.
Hâlbuki karısının uğrunda erkeğin çekmekte olduğu şedâid-i cismâniyye ve ruhâniyye ile, öbürünün berikine karşı izhâr eylediği itâati mukāyese edecek olursak, erkeğin kadına karşı olan esâretini kadınınkinden fazla buluruz.

Samuyel Smiles diyor ki: “Kadınları fabrikalarda çalışmaya sevkeden nizâm, servet-i memleket nokta-i nazarından ne olursa olsun netîcede bünyân-ı hayât-ı âiliyyeyi hâdimdir. Zîrâ bu nizâm evin heykeline hücûm ediyor, erkân-ı âileyi yıkıp deviriyor, revâbıt-ı ictimâ’iyyeyi koparıyor. Bu nizâm zevceyi zevcinden, evlâdından, akrabasından ayırdığı için kendine has bir tarz alarak kadının ahlâkını bozmakdan başka bir netîce vermiyor. Çünkü kadının vazîfe-i hakīkiyyesi umûr-ı beytiyyesini tertîb, âilesini terbiye, vesâ’il-i ma’îşetin ihtiyacdan fazlasını hüsn-i idâre gibi şeylerden ibâretdir. Lâkin fabrikalar kadını bu vezâ’ifin kâffesinden mehcûr ettiği için evler artık eski evlikten çıktı, çocuklar terbiye görmeksizin kûşe-i ihmâle bırakılmak sûretiyle büyümeye başladı, muhabbet-i zevciyye muntafî oldu, kadın erkeğin sevimli bir refîka-i hayâtı olmakdan çıktı, şedâ’id-i a’mâlde, meşâkk-ı hâriciyyede ona râkīb oldu. Muhâfaza-i iffet ve fazîletin yegâne medârı olan tevâzû-ı fikrî ve ahlâkīyi alel-ekser mahveden bir çok te’sîrâta ma’rûz kaldı.”

Abdullah b. Ömer’den, o da babasından rivâyet ettiğine göre Hz. Ömer şöyle demiştir:

Allah’ın Rasûlüne:

– “İslâm nedir?” diye sorulduğunda:

– “Güzel söz, yemek yedirmek ve selâmı yaymaktır” şeklinde cevap vermiştir.

Sonra:

– “Müslümanların hangisi daha faziletlidir” sorusuna da:

– “İnsanların dilinden ve elinden emin olduğu kimsedir” diye cevap vermiştir.

– “En faziletli namaz hangisidir?” sorusuna:

– “Kıyamı uzun olan namazdır” demiştir.

– “Sadakanın en faziletlisi hangisidir?” sorusuna Efendimiz –sallallahu aleyhi ve sellem-:

– “Fakirin zorluk içerisinde vermiş olduğu sadakadır” cevabını vermiştir.