19 Kasım 2016 Cumartesi

Müslümanların bayrağını bir kişiye vereceğim ki Allah feth ve zaferi onun iki elleriyle müyesser kılacaktır. (O, Allah`ı ve Peygamberini sever,
Allah ve Peygamber`i de onu sever). Bunun üzerine orada bulunan Ashâb bayrağın onlardan hangisine verileceğini tahayyüle başladılar. Onların hepsi bayrağın kendisine verilmesini umarak ertesi güne erdiler. Fakat Resûlullah ferdâsi gün: -Alî nerededir? diye sordu. Ashâb tarafından: - Gözleri ağrıyor, denildi. Ve Resûlullah`ın emriyle Alî huzûra çağırıldı. Resûlullah Alî`nin gözlerine tükürdü. Hemen orada gözleri, hiç ağrımamış gibi iyi oldu. Bunun üzerine Alî: - Yâ Resûlallah, Hayber yahûdîleriyle onlar da bizim gibi (müslümân) oluncaya kadar vuruşuruz! dedi. Resûlullah da: - Yâ Alî, ağır ol! Tâ ki sükûnetle Hayberlilerin sâhasında alarga bir mahalle iner, (ordugâhını kurar) sın! Sonra onları İslâm`a da`vet edersin ve üzerlerine vâcib olan İslâm esaslarını haber verirsin!. Yâ Alî,tek bir kişinin senin irşâdınla müslümân olması, iyi bil ki, sana kızıl develer bahşedilmesinden (senin de onları yoksullara tasadduk etmenden) hayırlıdır, buyurdu. buhari 1236


Hz. Peygamber'in hicretin 7. yilinda fethettigi, Sam-Medine yolu üzerinde Medine'nin 15I km. kuzeyinde Yahûdilerin oturdugu bir yerlesim merkezi. Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burasi ayni zamanda hurma ve tahil merkezidir. Kalesinin yedi burcu vardir. Bunlar Nâim, Kamûs, Sik, Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (Ibn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz. Peygamber Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karsi müsriklerle ittifak halinde olmalari ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin burada toplanmasindan dolayi Hudeybiye musalahasindan sonra Hayber'i fethetmek üze re hazirliklara basladi (Vakidî, Kitabü'l Megazî, II, 441-442, Ibn Hisâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)

Hz. Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada ragbet edenlerin katilmasini emretti. Medine'de Siba' b. Urfuta'yi vekil birakti. Esi Ümmü Seleme'yi yanina alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çikarken; "Biz buranin hayrini isteriz" buyurmustur. Rasûlullah Medine'den hareket ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasina karargahim kurdu. Sabaha kadar burada bekledi (Ibn Hisâm, es-Sîre, III/343). Gatafanlilarin Hayber'e yardimini engellemek için burada konaklamis bulunuyordu. Hayberliler sabaha kadar, müslümanlarin gelisinden haberdar olmamislardi. Sabahleyin kalelerinin kapisini açtiklarinda; "Muhammed gelmis ve günlerden de cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler. Yahûdiler mukaddes günleri oldugu için cumartesi günü muharebe etmezlerdi. Rasûlullah bunu görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (Ibn Sa'd, et-Tabakat, II,106). Müslümanlarin bu muharebede beyaz renkli sancagini da Hz. Ali tasiyordu. Bu gazvede müslümanlarin kullandiklari parola; "Yâ Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'in galip kildigi müslüman asker öldür öldür' idi (Ibn Sa it, II,1I6, Ibn Hisâm, III, 347).

Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile basladi. Burada Mahmûd b. Mesleme atilan tasla sehit oldu. Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi. Daha sonra, Vatîh, Sülâlim, Sik, Netah ve Ketîba kaleleri alindi. Bu kalelerin ele geçirilmesinde siddetli çarpismalar oldu. Müslümanlardan yirmi bes kisi sehid olurken, Yahûdilerin kaybi doksan üç kisi oldu. Hayber'in ileri gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b. Ebi'l-Hukayk ve kardesi öldürüldü (Ibn Sa'd, II, 1I7).

Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldilar. Ancak Hayber halki esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler. Rasûlullah da bunu kâbul etti. Yahûdilerin ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'in kizi Safiyye de esirler arasinda idi. Rasûlullah Hz. Safiyye'ye ailesinin yanina dönmeyi teklif ettigi halde Safiyye, müslüman olarak Hz. Peygamber'e es olmayi tercih etti. Hz. Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b. Rabia ile evlenmisti. Ilk gece, gördügü bir rüyayi Kinâne'ye anlatmis O da; "Sen ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmustu da, gözü morarmisti. Safiyye'nin Hz. Peygamber ile evlendigi zaman hâlâ bu morlugun izi vardi. Nitekim Rasûlullah'in bunu sormasi üzerine esi de bu hadiseyi ona anlatmistir (Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)

Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a zehirli bir koyun ikram etti. Rasûlullah ondan bir parça aldi, ancak yutmadan koyunun zehirli oldugunu bildirdi. Kadin çagirildi, suçunu itiraf etti ve söyle dedi:

"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eger hükümdar isen senden kurtulmus oluruz." Ancak Bisr b. Berâ bundan aldigi lokma ile zehirlenerek vefat etti. Bunun üzerine kadin Bisr'e kisas olarak öldürüldü. Rasûlullah son hastaliginda dahi Hayber'de aldigi bu lokmanin tesirini hissettigini beyan buyurmustur (Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 222).

Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarinin korunmasi, çoluk ve çocuklarinin serbest birakilmasi sartiyla Hayber'den çekilip gitmeyi ve topraklarini, altin ve gümüslerini, üzerindekiler hariç, elbise ve silâhlarini teslim etmeyi, hiç bir sey saklamayacaklarini kabul etmek sartiyla Hz. Peygamber ile sulh andlasmasi yaptilar. Rasûlullah da Hayber arazisini, ashabi arasinda taksim etmislerdi. Ancak Yahûdilerin; "Biz topragi islemeyi ve hurma yetistirmeyi biliriz, bizi yerimizde birak" demeleri üzerine Hz. Peygamber, onlari kendi mülklerinde yarici olarak çalismalarina ve orada kalmalarina izin vermistir (el-Belâzürî, Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 88). Bu duruma göre çoluk ve çocuklari bagislanmis, araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrilmasi suretiyle onlara birakilmisti. Buna mukabil hiç bir mal saklanmaksizin teslim edilecekti. Iste Kinâne b. Rabi' bu andlasma hükümlerine uymadigi, iâdesi gereken mallari sakladigi ve Mahmûd b. Mesleme'nin ölümüne sebep oldugu için öldürülmüstür (Ibn Hisâm III, 351). Ayrica yapilan bu andlasmaya göre Rasûlullah onlari Hayber'den istedigi zaman çikaracakti (Ebû Dâvûd, Harâc, 24).

Hayberliler, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra da Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanina kadar belirlenen usûl ile yanci olarak orada kalmaya devam ettiler. Bu arazilerin gelirlerin toplamak isi ile, Hz. Abdullah b. Ravâha görevlendirilmisti. Ancak Hz. Ömer zamaninda aralarinda zinânin çogalmasi, müslümanlara kârsi iyi davranmamalari, Hz. Ömer'in oglu Abdullah'a suikast girisiminde bulunmalari ve müslümanlarin Hayber topragini isletecek duruma gelmeleri üzerine yahûdiler Hayber'den Sam'a sürülmüslerdir (el-Belâzürî, a.g.e, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber mad.) Yahûdilerin Hayber'den çikarilmalarina Rasûlullah'in "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacagina dâir" hadisinin de sebep oldugu rivayet edilmektedir (Imâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; Ibn Hanbel, Müsned VI, 275). Hz. Ömer, Yahûdileri Hayber'den çikardiktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'in taksim ettigi ashaba ve ailelerine dagitmistir.

Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine'nin kuzey batısına düşüyor ve ona uzaklığı ise yüz mili buluyordu (169 km).
Resûl-i Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi haline getirmişlerdi.
Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşidi iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.
Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine'ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri Medine'ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planlan Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.
Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine'yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey tarafı - ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı - henüz emniyetten mahrumdu. Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından gerekli görünüyordu.
Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam'la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi.
İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.




Zaten, Cenab-ı Hak da, Hudeybiye Seferi dönüşü sırasında gön­derdiği Fe­tih Suresi’nde, Müslümanlara buranın fethini vadet­mişti.
Medine’den Hareket

Hayber Gazâsı’na çıkmaya karar veren Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashabına, hazırlanmalarını emretti.

Bu arada, korkularından dolayı Hudeybiye Seferi’ne katılmaktan çekinmiş bu­lunan birçok kimsenin, Hicaz’ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hay­ber’de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya işti­rak etmek istedikleri görülüyordu; “Hay­ber’­e biz de sizinle gidelim!” diyor­lardı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Allah yolunda, İ’lâ-yı Ke­limetullah uğrunda bîhakkın cihat edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir! Onlara ganimetten de bir şey verilmeyecek­tir!” buyurdu.[1]Bunu, Medine’nin içinde halka ilan et­ti.

Hz. Re­sû­lul­lah’ın bu emri, bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakk’ın rızası gözetilerek, maddî hiçbir karşılık beklemeksizin, hatta niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.

Zaten, İslam’da harbin ulvî ve nurani gayesi de, İ’lâ-yı Ke­li­me­tul­lah’tır.

Resûl-i Kibriya Efendimizin emri üzerine Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları, iki yüzü atlı olmak üzere 1.600 kişiyi buldu.[2]Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimizle birlikte Medine’den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz, Hay­ber’­de bulunduğu sı­rada, içlerinde meşhur Ebû Hüreyre’nin de bulunduğu Devs kabilesinden dört yüz Müslüman ile Ha­be­şistan’dan gelen muhacir Müslümanlar da orada İslam ordusuna katıla­caklardır.

Ayrıca Medine’den hareket eden İslam ordusunda, Re­sûl-i Ekrem’in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da vardı. Harp es­nasında yaralanan mücahitleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihti­yaçlarını karşılamakla meşgul ola­caklardı.[3]

Peygamber Efendimiz, Medine’de yerine Gıfarlı Sibâ’ b. Urfuta’ı vekil bıra­ka­rak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.

Nübüvvetin mânevî boyasıyla boyanmış olan mücahit­ler, pür şevk ve coş­kunluk içinde yollarına devam ediyorlar­dı. Şâir Âmir b. Ekvâ, o andaki heye­can ve sadâkatini, “Allahım, sen hidayet etmeseydin biz doğru yolu bulamaz­dık, zekât vere­mezdik, namaz kılamazdık. Üzerimize yürüyen bir kavim olun­ca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca, sen kalple­rimize sekînet indir; çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebat ver!”[4]şiiriyle dile getiri­yordu.

Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir b. Ekvâ olduğunu öğrenince de, “Allah ona rah­met etsin!” buyurdu.[5]

Mücahitler bir an durakladılar; zira, bu dua, Âmir’in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.
“O, ne sağırdır, ne gaib…”

Mücahitler, tekbirle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadâlarıyla titri­yor­du. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, “Allahü Ekber! Allahü Ek­ber! Lâ ilâhe illallahü Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdiler.

Sahabelerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriya Efendi­miz, “Canınıza acıyı­nız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz, ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyor­su­nuz! Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz!”[6]diye buyurdu.

Evet, dua ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gaib. Bize il­miyle, ira­desiyle, kud­retiyle şah damarımızdan daha yakındır: “Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ves­veseler verdiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha ya­kı­nız (Her halinden haberdarız ve her an kudretimiz altındadır).”[7]

Kalbimizin en gizli hatırasını bilen, yalnız O’dur; bildiği için de, arzu ve is­teklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rab­bine şöyle yalvarıyordu:

“Allahım! İstikbâl endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlük­ten, gev­şeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zalim ve haksız kimse­le­rin musallat olmasından sana sığınırım!”[8]
İslam Ordusu Recî’de

Peygamber Efendimiz, ordusuyla Recî’ denilen yere vardı ve orada konak­ladılar. Burası, Hayber’le Gata­fan­la­rın yurdu arasında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı; şöyle ki: Hayber Yahudileri, Gata­fan­lar­dan yar­dım istemişler; onlar da bunu kabul edip, gerektiğinde gelip kalelerinde İslam ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mani olmak için de, Ga­ta­fan­la­ra, “Şayet Yahudilere yardım etmez­lerse, fethedilecek Hayber’in bir yıllık hurma mah­sûlünün kendilerine ve­rileceği” teklifinde bulunmuştu. Ancak onlar kabul et­memişlerdi.

İşte, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafan­lardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim bu durum karşısında Gatafanlar, Hayber Yahudilerine hiç­bir yardım­da bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.
İslam Ordusu, Hayber Önlerinde

Peygamber Efendimiz, daha sonra ordusuyla Recî’den Hay­ber’e doğru iler­ledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti ol­madığından sabahı bekledi.
Pey­gam­be­ri­mizin Duası

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hayber önlerine varınca, “Ey göklerin ve gölgele­diklerinin Rabbi olan Allah! Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah! Ey rüzgârların ve savur­duk­larınn Rabbi olan Allah! Biz, senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkın hay­rını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden sana sığını­rız!”[9]diye dua etti.

Herhangi bir şehre girdiğinde, Efendimiz, hep böyle dua ederdi.

Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına gitmek üze­re kalelerinden çıkınca, karşılarında İslam ordusunu buldular. Birden şaşı­rıp kaldılar ve “İşte, Muhammed ve ordusu!” diye bağrıştılar; sonra da, telâş ve heyecan içinde gerisingeri kaçıp kalelerine sığındılar.[10]

Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Pey­gam­be­ri­mizin ta Medine’den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına birçoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetliydi, adamları da çoktu, harp âletleri de ol­dukça fazlaydı; öyle ise, Hz. Re­sû­lul­lah, bütün bunları göze alarak, güya, ge­lemezdi! Kanaatleri buydu. Ne var ki gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.

Onların bu şaşkınlığını ve gerisingeri pür telâş kaçıp ka­lelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu hayra yorarak, “Allahü Ekber, Allahü Ekber! Haribet Hayber [Hayber harab oldu]! Biz düşman bir kavmin yur­duna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!”[11]diye buyurdu. Hayber’in fethine işaret eden bu sözlerini üç kere tek­rar­ladı.[12]
Düşman Cephesi

Hayber Yahudileri, aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalele­rin­de kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler.

Savaşacak olan Yahudilerin hepsi, en kuvvetli kale olan Natat Kalesi’nde top­landılar. Eşyalarını, aile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.
Çarpışmanın Başlaması

Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesi’nden mücahitlerin üze­ri­ne ok atılmasıyla başladı. İslam ordusu da Natat önünde karargâhını kur­muş­tu.

İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla elli kadar mücahit ya­ralandı.

İkinci gün, Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle, İslam ordusu, karargâhını Recî’ mevkiine nakletti. Böylece, yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikeler­den mücahit­ler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.

Peygamber Efendimiz ve mücahitler, her sabah silahlanarak Na­tat Ka­le­si’nin üst taraflarına geliyor, akşama ka­dar Yahudilerle çarpışıyor, akşamle­yin ise tekrar Recî’e dönüyorlardı.
Pey­gam­be­ri­mizin Hastalanması

Bu arada, Peygamber Efendimiz, bir baş ağrısına yakalandı; iki gün müca­hitlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir’i görevlendirip Yahudilerle çarpış­maya gönderdi. Şiddetli çar­pışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer’e verdi ve mücahitlerle bir­likte çarpışmaya gön­derdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasip olmadı.[13]

Yedi gün böylece devam etti.

Bu sırada, İslam ordusu bir şehit verdi: Mahmud b. Mesle­me... Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir hal­de Natat Kalesi di­binde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.[14]
Amir b. Ekva’nın Şehit Olması

Yine bu esnada, Amir b. Ekva ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab, karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Amir, Merhab’ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, ken­disine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı halde İslam ordu­gâ­hına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehit olarak vefat etti.[15]Zaten, Efen­di­miz de, henüz Hayber’e varmadan önce, onun şehâdet mertebesine erece­ğine işaret buyurmuşlardı.[16]
Devslilerin Gelip İslam Ordusuna Katılması

Devs kabilesi Reisi Şâir Tufeyl b. Amr, Hicret’ten önce, Mekke’de Peygam­ber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de kabilesini İslamiyete davet edip durmuştu.

Tufeyl b. Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar Müs­lü­manla Hic­ret’in 7. senesinde Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizin Hay­ber’e gittiğini haber alınca da, Hayber’e gelip İslam ordusuna katıldılar, Yahudilere karşı savaş aç­tılar.[17]

Gelen dört yüz kişinin arasında, sonradan meşhur olacak Ebû Hü­reyre de (r.a.) bulunuyordu.[18]Orada Hz. Re­sû­lul­lah’la buluşup görüşen Hz. Ebû Hü­reyre, Ehl-i Suffa’ya dâ­hil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ay­rıl­ma­dı. Cenab-ı Hak, kendisine kuvvetli bir hâfıza da ihsan et­tiğinden, birçok ha­dis-i şerif rivayet etmiştir. “Benden fazla hadis bilen, Abdullah İbni Ömer’dir. O, işittiğini yazar­dı; ben yazmazdım” demiştir.
Sancak Hz. Ali’de

Muhasara devam ediyordu.

Server-i Kâinat Efendimiz, bir gün, “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir”[19]buyurdu.

Mücahitleri bir merak sardı: Acaba, bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu ve duygu, Hz. Fahr-i Âlem’in elinden mübarek ve şerefli sancağı alabilmekti! Geceyi bu ümit ve arzu ile ge­çirdiler. Sabah olunca, merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve sa­mi­mi arzusunu sadece Hz. Ömer sonradan, “Kumandanlığı o günkü kadar ar­zu ettiğim, hiç­bir zaman olmamıştır!”[20]diyerek dile getirmiştir.

Her bir mücahit, aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duy­gular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sancağın ge­tirilmesini emretti. Sancak derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efen­dimizin mübarek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübarek ağız­larından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara arasından Hz. Re­sû­lul­lah, “Ali nerede?” diye sordu.

Artık fatih belli olmuştu.

Gariptir ki o sırada Hz. Ali gözlerinden rahatsızdı.

“Yâ Re­sû­lal­lah, onun gözleri ağrıyor” dediler.

Resûl-i Ekrem buna rağmen, “Olsun! Çağırın, gelsin!” buyurdu.

Haberi alan Hz. Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan göz­leri Fahr-i Kâi­nat’ın mübarek duasıyla şifa buldu.[21]

Efendimiz, ayrıca onun için, “Allahım! Sıcağın soğuğun sıkıntısını bundan gider!” diyerek de dua etti.

Hz. Ali der ki:

“O günden sonra ne sıcaktan ne de soğuktan asla rahatsız olmadım!”[22]

Gerçekten de, Hz. Ali, yazın en sıcak günlerinde kalın aba giydiği halde bun­dan rahatsızlık duymazdı; kışın ise en soğuk günlerde en ince elbiseyi gi­yer ve asla üşümezdi.[23]

Hz. Re­sû­lul­lah’ın ak sancağı artık Hz. Ali’nin elindeydi. Merak do­lu bakış­lar, birden imrenmeye kaybolmuştu. Demek, Allah ve Re­sûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu! Demek, Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fet­ho­lu­nacaktı! Her bir sahabe, aynı duygular içinde İslam’ın bu bahadırına gıpta ile bakıyordu.

Sancağını Hz. Ali’ye teslim eden Resûl-i Ekrem, bir de kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zülfikâr’ı da beline kendi eliyle bağladı; sonra da, “Allah, sana fetih nasip edin­ceye kadar çarpış, sakın ar­kana dönme!”[24]diye emretti.

Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde, heyecanla ilerli­yordu. Bir müddet gittikten sonra, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışa­cağım?” diye sordu.

Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:

“Allah’tan başka ilâh ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdette bu­lu­nanca­ya kadar onlarla çarpış. Onlar, bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalplerin­de­ki­nin hesabı ise Yüce Allah’a âittir.”[25]

Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, “Yâ Re­sû­lal­lah, Müslüman oluncaya kadar onlarla sava­şacağım!” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onların kalelerinin ya­nına varın­caya kadar vakar içinde ilerle, sonra onları İslam’a davet et; Müslüman olduk­ları takdirde mükellefiyetlerini bildir. Vallahi, senin vasıtanla Allah’ın onlar­dan tek bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için birçok kızıl deveye sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır”[26]buyurarak, aynı zamanda İslamî fetihlerden maksadın ne olduğunu da ortaya koydu.

Hz. Ali, Merhab’la Karşı Karşıya

Hz. Ali, elinde Hz. Re­sû­lul­lah’ın beyaz sancağıyla mücahit­lerin önünde iler­le­yip sancağı Natat Kalesi’nin dibine dikti. Onları, İslam’ın umdelerini anla­tıp Müslüman olmaya davet etti. Fakat Yahudiler, Müslüman olmayı kabul etme­diler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada birçok yi­ğidi, mü­cahitler tarafından yere serildi.

Bu arada, Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Mer­hab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu du­yunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sar­mıştı. Bu heybetli görünüşüyle, “Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere ars­lanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır!” diye haykırıp övünü­yor­du.

Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden, “Ben de, anne­min bana Haydar [Arslan] adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en hey­betli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!”[27]diye ce­vap verdi.

Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab, “Ese­dullah” unvanının sahibi Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfi­kâr’la ikiye bölünerek yere düştü.[28]

Manzarayı gören Hz. Re­sû­lul­lah, mücahitleri müjdeledi: “Sevininiz! Hay­ber’in fethi artık kolaylaştı.”[29]

Bundan sonra mücahitler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler, bu arada birçoğunu yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hatta bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sö­kerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep be­raber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadı­lar![30]

Adamlarının teker teker yere serildiğini gören diğer Yahudiler, gerisingeri kaçışmaya başladılar. Artık düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriya Efendimi­zin beyan buyurdukları gibi, Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan et­mişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahitler Na­tat Kalesi’ne daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. On­lara dokunmadılar. Âkıbetin kötü olacağını gören Yahudiler, Natat’ı terk et­mek mecburiyetinde kalmışlardı!

Mücahitler, Naim Kalesi’ne doğru yöneldiler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman birçok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.

Naim Kalesi’nin düşüşünü, Sa’b b. Muaz Kalesi’nin teslimi takip etti.
Müslüman Olup Şehâdet Mertebesine Eren Çoban!

Peygamber Efendimiz, Hayber kalelerinden birkaçını muhasara altına al­mıştı.

Bu sırada, önüne davarlarını katmış birinin İslam ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir’in, Yesar adını taşıyan Ha­beşli bir kölesi idi. Davarlarını güder, dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarıldıklarını görünce, “Ne yapmak istiyorsu­nuz?” diye sormuştu.

Yahudiler, “Şu, kendini ‘resûl’ diye ilan eden adamı öldürmek istiyoruz!” ce­vabını vermişlerdi. “Resûl” kelimesini duyan Habeşli Yesar, bir an durakla­mış, bu kelimenin adeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder ol­muş­tu.

Yesar sadece Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemi­yor, meseleyi kay­na­ğından öğrenmek istiyordu.

İşte, bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çı­kageldi!

“Sen neler söylüyor ve nelere davet ediyorsun?” diye sor­du.

Resûl-i Ekrem, “İslamiyete davet ediyorum. Allah’tan başka ilâh bulunma­dı­ğına ve benim de O’nun Resûlü olduğuma şe­hâdete, Allah’tan başkasına iba­det etmemeye çağırıyorum” buyurdu.

Yesar, bu sefer, “Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şe­hâdete bulunursam bana ne var?”

Resûl-i Ekrem, “Eğer bu iman ve bu şehâdet üzere ölürsen cennet var!” de­di.[31]

Bunun üzerine Yesar, hemen orada Müslüman oldu.

Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehâdet üzere ölürse cennete gireceğini söy­le­mişti. Ama Yesar müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mev­ki­le­­rine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre mua­mele gö­rü­yorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.

Bu sebeple, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ben Habeşî (siyah tenli), çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine cennete girer miyim?”

Resûl-i Ekrem’den, Yesar’ı sevince gark eden cevap geldi: “Evet, cennete gi­rersin!”[32]

Yesar bu sefer, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Şu davarlar bana emanettir. Şimdi ben onları ne yapayım?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir” diyerek Yesar’a yol gösterdi.

Yesar hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:

“Haydi, artık sahibinize dönünüz.”

Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahipleri­nin yanına vardılar.[33]
Yesar’ın Şehit Olması

İslamiyetle şereflenen Yesar, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahit olmuştu. Mücahitler safında, düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden, kalelerden atı­lan taşlarla şehit oldu. Böylece, “bir vakit namaz kılma fırsatını bile bulamadan cennete uçan Müslüman” unvanını aldı.[34]

Şehit Yesar’ın cenazesi karargâha getirildi. Üzeri örtülü idi. Yer­de uzatıl­mıştı. Cenazeye bakan Hz. Re­sû­lul­lah’ın bir ara yüzünü çe­vir­diğini fark eden sahabeler, merakla, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ondan yüzü­nü­zü niçin çevirdiniz?” diye sordular.

Resûl-i Ekrem Efendimiz sebebini izah etti: “Şehit, vurulup yere düştüğü zaman cennet hûrîlerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları siler ve ‘Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın, seni öldüreni öl­dürsün!’ derler. Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevketti. Allah’a hiç secde etmediği halde, cennet hûrîlerinden ikisini, onun başucunda gördüm!”[35]

İşte, az ihlâslı amel ve işte, ebedî saadet, sonsuz mükâfat ve ecir!

Bu hadise, bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlâs ve samimiyet olduğu dersini veriyor.

Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki Peygamber Efendimiz, iman ve İslam’a davette insanlar arasında asla —içtimaî mevkii ne olursa olsun— fark gözet­mi­yor­du. Evet, Yesar kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi; üstelik, içtimaî sevi­ye­nin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçüm­se­miyor, Müs­lüman olup olmamasında —hâşâ— herhan­gi bir küçümseme eseri göster­mi­yor­du; aksine, gayet ciddi bir şekilde ona İslamiyeti anlatıyor, böylece de ebe­dî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.

İslam ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir!
Netice

On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz, bu istekle­rini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu madde­ler tespit edildi:

1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.

2) Hayber’den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.

3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.

4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayrı­men­kul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden baş­ka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Re­sû­lul­lah’a bırakılacak.

5) Hz. Re­sû­lul­lah’a bırakılması gereken herhangi bir şey ne suretle olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise Allah ve Resûlünün eman ve himâye ta­ahhüdünün hâricinde kalacaklardır.[36]

Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudi­ler, Hayber’den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize bir teklif getirdiler: “Biz mal mülk sahipleriyiz! Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız! Bırak bizi, Hayber topraklarında kalalım!”[37]

Resûl-i Ekrem Efendimiz ve sahabeler, burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsait bulunmuyorlar­dı. Bu sebeple Peygamber Efendi­miz, tekliflerini müspet karşıladı ve Hay­ber mahsûlâtının yarı yarıya bölüştü­rülmesi şartıyla onların tek­rar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz tarafından or­tadan kaldırıla­bilecekti.[38]Böylece, Yahudiler, İslam devletiyle ziraî bir işletme­de ortaklık ak­detmiş gibi, işledikleri araziden yarı nis­be­tin­de bir hisse vereceklerdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsûl zamanı Abdul­lah b. Revâha Haz­­retlerini Hayber’e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsûlâtı yarı yarıya ayırır, son­­ra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşı­sın­­da Yahudiler, “Bu adalet sâyesinde yer ve gök ayak­ta duruyor!”[39]demek­ten kendilerini alamazlardı.
Şehit ve Ölü Sayısı

Harp sonunda, bin altı yüz kişilik İslam ordusunun yirminin üzerinde şehit vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi ka­lelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan yirmi bin kişilik Yahudi or­dusunda ölü sayısı ise doksan üçü buluyordu.[40]

Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslam devleti hudutları dâhi­line alınmış oldu.

Habeşistan Muhacirlerinin Hayber’e Gelişi

Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz Hayber’den ayrılma­mış­tı. Bu sırada Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki Habeşis­tan muhacirleri çıkıp geldiler.[41]Resûl-i Ek­­rem Efendimiz, bundan son derece memnun oldu ve “Bilmem, bu iki şeyden hangisiyle sevineyim? Feth-i Hayber’le mi, yoksa kudum-u Cafer’le mi?” diye buyurdu.[42]Pey­gamber Efen­dimiz, Hayber ganimetinden onlara da pay ayırmış­tır.[43]
Çift Hicretli ve Çift Ücretli Olanlar!

Medine’ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahit muhacirler­den bazılarının, Habeşistan muhacirlerine, “Biz hicrette sizi geçmişizdir!” de­dikleri duyulmuştu. Hatta bir gün, Hz. Cafer b. Ebî Tâlib’in, Habeşistan’a hic­ret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa’nın ziyaretine gitmişti. Orada Hz. Ömer’le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ binti Umeys olduğunu öğre­nince, “Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) sizden daha yakınız!” demişti.

Hz. Esmâ buna kızmış ve “Hayır! Gerçek, senin bildiğin gibi değildir! Val­lahi, sizler Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olan­larınızı doyuruyor, câhillerinizi de va’z ve na­sihat ederek yetiştiriyordu! Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak Allah ve Resûlünün rızasını kazan­mak yo­lunda göze almıştık” dedikten sonra ilave etmişti: “Vallahi, ben senin bu dediklerini Re­sû­lul­lah’a söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını so­racağım!”

O sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz geldi.

Esmâ bint-i Umeys, Hz. Ömer’in kendisine söylediklerini nakletti.

Resûl-i Ekrem, “Buna karşılık sen ona ne söyledin?” di­ye sordu.

Hz. Esmâ, “Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Esmâ’ya, “Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur!” bu­yurduktan sonra ilave etti: “Ömer ve arkadaşlarına bir hic­ret (sevabı) vardır! Siz gemi halkına ise, iki hicret (sevabı) vardır!”[44]

Bunu duyan Habeşistan’dan gelen Müslüman muhacirler de son derece se­vindiler. Bu da, Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açık­ça göstermektedir.
Ganimetler

Hayber’de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hu­dey­biye Sulh Antlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulu­nan bü­tün sahabelere taksim edildi.[45]Zira, Cenab-ı Hak, Hudeybiye Seferi’ne iş­ti­rak edenlere, Hay­ber’in fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edece­ğini önceden haber verip müjdelemişti.[46]

Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca Hayber’de gelip İslam ordusuna katılan Devs kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile Cafer b. Ebî Tâlib’in (r.a.) baş­kanlığında Habeşistan’dan dönen ve Hay­ber’de Müslümanlara kavuşan Habe­şistan muhacirlerine bu ganimetten hisse ayırdı.[47]

Resûl-i Zîşan Efendimizin emriyle ganimet malları ilk ön­ce beş parçaya ay­rıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört par­ça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.

Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslü­manlar arasında taksim etti.[48]

Hayber’in gayrimenkul malları, yani arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ke­tî­be mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat mülkleri, Müslümanların beş­te dört hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytü’l-Mâl’e âit ol­mak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.[49]

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe’nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecele­ri­ne göre, akrabaları, hanımları, Müs­lüman erkek ve kadınlar arasında bölüş­tür­dü.[50]

Ganimetler arasında, Tevrat’tan müteaddit nüsha da vardı. Yahudiler bun­ların kendilerine iadesini talep ettiler. Peygamber Efen­di­mizin emriyle, Müs­lümanlar, Tevrat nüs­halarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göster­miş oldular. Bu hadise, aynı zamanda, Müslümanların, Al­lah tarafından daha önceki peygambere gönde­rilmiş mu­kad­des kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifadesiydi.
Yahudilerin, Pey­gam­be­ri­mizi Zehirlemeye Kalkışmaları

Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Ya­hudilerin İslam’a karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir tür­lü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı kötü bir hareketle, haince bir ter­tiple cevap vermeyi, adeta kendilerine huy edinmişlerdi.

Hayber fethedilmiş, Pey­gam­be­ri­miz ashabıyla birlikte istira­hate çekilmişti. Savaşla Resûl-i Ekrem’i mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer haince bir terti­bin içine girdiler: Onu zehirlemeye karar verdiler! Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellâm b. Mişkem’in karısı Zey­neb üzerine aldı. Plân gereği, Zeyneb, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi; ayrıca Peygamber Efen­dimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.

Dessas Yahudi kadını, kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve “Ey Ebu’l-Kàsım! Bunu sana hediye edi­yorum!” diyerek Peygamber Efen­dimizin önüne koydu.

Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada bu­lunan sahabeler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan, sahabelere, “Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor!”[51]diye buyurdu.

Herkes elini çekti. Sadece Bişr b. Berâ Hazretleri, ağzına aldığı lokmayı yut­muştu. Et öylesine kuvvetli zehirliydi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden mo­rardı ve ânında şehit oldu.[52]

Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme mârifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de akim kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb’i huzuruna çağırdı. Zeyneb suçunu iti­raf etti. Peygamber Efendimizin, “Neden bunu yaptın?” sorusuna şu cevabı verdi:

“Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmezsin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!”[53]

Bazı rivayetlere göre, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu ta­şımayan Peygamber Efendimiz, kadını öldürtmeyip af­fet­miş­tir.[54]Bazı rivayetlerde ise, onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki:

Hz. Re­sû­lul­lah öldürtmemiş, fakat şehit olan Bişr’in ve­resesine vermiş, on­lar kısas olarak öldürmüşler.[55]
Hayber’de Yasaklanan Şeyler

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:

1) Esir alınan kadınlara dokunmayı,

2) Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi,

3) Her yırtıcı, azı dişli hayvanın etini yemeyi,

4) Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılması veya satın alınmasını.[56]
Fedek Yahudileriyle Anlaşma Yapılması

Peygamber Efendimiz, Hayber’in fethinden sonra Mu­hay­yı­sa b. Mes’ud’u, İslamiyete davet etmek üzere, Medine’den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri, birkaç kere sâir Yahu­dilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak buna mu­vaffak olamamışlardı.

Fedek Yahudileri, Re­sû­lul­lah’ın elçisi Muhayyısa’nın sulh teklifini önce ka­bul etmediler. Sonra Peygamber Efen­dimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Ya­hu­dilerinin uğradıkları âkıbete uğrayacakların­dan korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Pey­gam­ber Efendimiz onların bu teklifini ka­bul etti.

Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı, diğer yarısı ise Peygamber Efen­dimize mahsus kılındı. Sâir Müslü­manlar arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşir Suresi’nin altıncı ayetiyle, hiçbir askerî harekat yapılmadan barış yo­luyla fethedilen yerler Peygamber Efendi­mi­ze tahsis buyrul­muş­tur. Fedek’te aynı durum vuku bulduğu için alınan ara­zi­nin yarısı Pey­gam­be­ri­mize kaldı.[57]Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Hâşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarf­ederdi.[58]
Vadi’l-Kurâ’nın Alınması

Daha sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Hay­ber’­den ayrılıp Vadi’l-Kurâ’ya müteveccihen hareket etti. Bu­ra­sı, Hay­ber ve Teyma arasındaki köyle­rin bulunduğu bir yerdi. İslam’­dan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imar et­mişlerdi.

Vadi’l-Kurâ Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşı’nda yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yan­larına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.

Resûl-i Ekrem, buradaki Yahudileri önce İslam’a davet etti; Müs­lüman ol­dukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakıla­cağını, kalplerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah’a âit bir iş olduğunu bil­dirdi.[59]Vadi’l-Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onları muhasara altına aldı. Muhasa­ra­nın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar adam öldü­rül­dü.[60]

Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslam’a davet etti. Yine kabule yanaşmadı­lar ve mücahitlere karşı koydular. Fakat mücahitlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar; henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki teslim olmak mecburiyetinde kaldılar.[61]

Burada, bol miktarda ganimet elde edildi. Resûl-i Ekrem onları usûlüne gö­re beş kısma ayırdı; dört payını mücahitler arasında bölüştürdü, bir payını da Beytü’l-Mâl’e ayırdı. Arazisi ise, Hayber’de olduğu gibi, orada bulunan aha­liye, mahsûlâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla bırakıldı.[62]

Teyma Yahudilerinin Cizye Vermeyi Kabul Etmeleri

Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ve Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Va­di’l-Kurâ’da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple, İslam ordusu buraya ge­lir gelmez, cizye vermeyi kabul et­tiler. Dolayısıyla, yurtlarından ayrılmamış, top­rakları da ellerinden gitmemiş oldu.[63]
Hayber Fethi’nin Önemi

Hayber’in fethiyle hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler, İslam dev­letine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sul­hü’yle müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulundu­ğun­dan, bu fetihle İslamiyet büyük bir serbesiyet imkânına kavuşuyordu.

Hudeybiye Sulh Antlaşması’yla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koş­ma­ları veya onlarla iş birliğine girişmeleri önlenirken, bu fetihle de Yahu­dilerin Ku­reyş müşrikleriyle herhangi bir iş birliğine teşebbüsleri bertaraf edil­miş olunuyordu. Artık ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müş­riklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böy­lelikle, Ku­reyş müşriklerinin Müslü­manlara her zaman kullan­ma­yı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılı­yorlardı.

Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü Hay­ber’­in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerinse harp sanatını çok iyi bil­dikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.

Bütün bunlara rağmen, İslam ordusu karşısında mağlup düş­meleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenil­mez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim arzularıyla gelip İslam hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. Bu bakımdan, Hay­ber’­in fethi, İslam tarihinde önemli bir yer işgal eder.
Ümmi Harâm b Milhân Nebî sav`in -Ümmetimden denizde gazâ eden ilk muhâripler (Cennet`e girmeyi) hak etmişlerdir, dediği işitmiştir. Ümm-i Harâm demiştir ki: ben de: - Yâ Resûla`llah! Ben bunların içinde miyim? diye sordum. Resûlullah: - Sen onların arasında (Cennet`e gidece bir şehîd) sin! diye cevâb verdi. (Râvî kadın devamla) bundan sonra Resûlullah: - Ümmetimden Kayser`in, (Şarkî Rum İmparatorluğunun merkezi olan İstanbul) şehrine gazâ eden ilk muhâripler için de yarlıganmak vardır! buyurdu. - Ben bunların içinde miyim yâ Resûla`llah!? diye sordum. Resûlullah: - Hayır! diye cevap verdi.
 buhari 1231
“Kıbrıs’ın manevi bekçisi” olarak bildiğimiz “Hala Sultan”ın asıl adı “Ümmü Haram”dır (r.anha). Resûlullah’ın müjdesine mazhar olabilmek için yaşlı hâlinde Medine’den kalkıp Kıbrıs’a kadar gelen ve orada şehit olan bu büyük İslam mücahidesi, meşhur sahabi Enes bin Mâlik’in (r.a.) teyzesidir.

Yine büyük sahabi Haram bin Mil­han’ın (r.a.) kız kardeşi, Peygamberimizin de teyzeleri tarafın­dan akrabası, aynı zamanda sütteyzesidir. İslam’dan önce Amr bin Kays ile ev­lenmişti. İslamiyet’in Medine’de yayıldığı ilk yıllarda Müslüman oldu. Kocasını da Müslüman olmaya davet etti. Fakat o bunu kabul etmedi. Bir müşrikle haya­tını devam ettirmek istemeyen Ümmü Haram (r.anha), kocasından ayrılmakta te­reddüt göstermedi. Bir müddet sonra da meşhur sahabi Ubâde bin Sâmit’le (r.a.) evlendi.
Peygamberimiz, sütteyzesi olan bu büyük İslam kadınının evini şereflendi­rir, zaman zaman ziyaret ederek gönlünü alırdı. Bazen “öğle uykusu”nu orada uyuduğu da olurdu. Ümmü Haram da (r.anha) Re­sû­lul­lah’a ikram ve izzette kusur etmez, ona hizmet etmeyi kendisi için büyük bir şeref sayardı.
Bir gün yine Peygamberimiz onu ziyaret etmiş, biraz sohbet ettikten sonra uyumuştu. Biraz sonra uyandı. Tebessüm ediyordu. Ümmü Haram (r.anha) buna bir mana veremedi. “Yâ Re­sû­lal­lah, anam babam size feda olsun! Niçin gülü­yorsunuz?” diye sordu. Peygamberimiz cevap verdi: “Ey Ümmü Haram, üm­metimden bir kısmının gemilere binip kâfirlerle savaşmaya gittiğini gör­düm.”
Ümmü Haram heyecanlanmıştı. Onlardan biri olmayı arzu etti. “Yâ Re­sû­lal­lah, dua etseniz de ben de onlardan biri olsam!” diye ricada bulundu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) onu kırmadı, “Yâ Rabbi, bunu da onlardan eyle!” diye duada bulundu. Sonra yeniden uyumak üzere tekrar uzandı.
Fazla bir zaman geçmemişti ki, yine tebessüm ederek uyandı. Ümmü Haram, gülmesinin sebebini sordu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Bu defa da ümmetimden bir kısmının, padişahların tahtlarına kuruldukları gibi debdebeli bir hâlde gazaya gittiklerini gördüm.” Ümmü Haram, Peygamberimize tekrar dua etmesi ricasın­da bulundu. Kendisinin de onların arasında olmayı arzu ettiğini söyledi. Fakat Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bunu kabul etmedi. “Sen öncekilerdensin.” buyurdu.
Aradan yıllar geçti. Peygamberimizin vefatından sonra, kocası Ubâde bin Sâmit (r.a.), Humus’ta tebliğ vazifesinde bulunmak üzere görevlendirildi. Bir­likte Humus’a gittiler. Uzun bir müddet orada İslamiyet’in neşri için gayret gös­terdiler.
Hz. Osman’ın halifeliği devriydi… Hz. Ebû Bekir devrinden beri yapılan fetihlerle İslam Devleti’nin hudutları bir hayli genişlemişti. Fakat fethedilmesi gereken daha birçok yer vardı. Bunlardan biri de stratejik önemi sebebiyle Kıbrıs’tı. Şam Valisi Hz. Muâviye bu adayı fethetmeyi çok arzuluyordu. Bunun için teklifte bulunduysa da, Hz. Osman, henüz vaktinin gelmediği düşüncesiyle bu­nu kabul etmedi. Fakat Muâviye’nin ısrarı neticesinde buna izin verdi.
Hz. Muâviye bu izne çok sevindi. Kısa zamanda bir donanma düzenledi. Ubâde bin Sâmit ile (r.a.) hanımı Ümmü Haram da (r.anha) bu orduya iştirak etti­ler. Hz. Ümmü Haram o sırada 86 yaşında bulunuyordu.
Kıbns Seferi, Müslümanların ilk deniz seferiydi. Dolayısıyla yolculuk esna­sında birçok güçlükle karşılaşıldı. Ümmü Haram (r.anha), yaşından umulmaya­cak şekilde gayet sakindi. Yolculuğun verdiği meşakkatten dolayı şikâyette bu­lunmuyordu. Re­sû­lul­­lah’ın kendisine verdiği müjdeyi hatırlıyor, o müjdenin ta­hakkukunu arzuluyordu. Cenâb-ı Hakk’ın şehitlere ihsan edeceği ikramları dü­şünüyor, sıkıntılara aldırış etmiyordu. Bu hâli mücahitlere örnek teşkil ediyor, sabırlarını artırıyordu.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra donanma Kıbns’a ulaştı. Önce Kıbrıslıları Müslüman olmaya davet ettiler. Kabul edilmeyince cizye vermeleri tekli­finde bulundular. Rumlar buna da yanaşmadılar. Artık savaş kaçınılmazdı. Ümmü Haram (r.a.) yerin­de duramıyor, bir an önce neticeye varmak için sabır­sızlanıyordu. Nihayet savaş baş­la­dı. Mücahitler yıldırım hızıyla taarruza geçti­ler ve kısa zamanda Rum donanmasını mağ­lup ettiler. Sonra da bir çıkarma yap­tılar. Artık savaş karada devam ediyordu. Rum­lar daha fazla karşı koyamadılar.
Cizye vermeyi kabul ederek barış teklifinde bulundular. Böylece Kıbrıs, Hicret’in 28. yılında fethedildi.
Savaş sonrasında İslam ordusu Şam’a dönüyordu. Ümmü Haram (r.a.), şehitliğe nail olmamanın üzüntüsünü yaşıyordu. Fakat şehitlik bu mübarek hanım için takdir edilmişti ve mutlaka gerçekleşecekti. Nitekim birdenbire atı huysuzlandı. Ümmü Haram (r.a.) düşerek, çok özlediği şehadet mertebesine kavuş­tu. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın “Ölüler demeyiniz.” buyurduğu şehitler kervanına o da katıldı.[1]
Kıbrıs’ın fethinin sembolü Ümmü Haram’ın (r.anha) kabri, Larnaka yakınlarında bulunan Tuz Gölü kıyısındadır. Yüzyıllardır oradan feyiz ve bereket saçmakta­dır. Kabri devamlı ziyaret edilir.
Kıbrıs uzun yıllar Müslümanların idaresinde kaldı. Bir ara tekrar Hıristiyan­ların eline geçti. Fakat 1570 yılında Osmanlılar tarafından fethedilerek yine Müslümanların eline geçti. Osmanlılar Ümmü Haram’ın (r.anha) kabrini imar etti­ler. Türbe yaptılar ve “Hala Sultan” ismini koydular. Yıllarca da Hala Sultan’ın kabri hizasından geçerken, hür­meten top ateşiyle onu selamladıkları rivayet edilir.
Allah ondan razı olsun!
 ÜMMÜ HARÂM

(أمّ حرام)

Ümmü Harâm bint Milhân (Mâlik) b. Hâlid el-Ensâriyye el-Hazreciyye (ö. 28/648)

Türkler arasında Hala Sultan diye bilinen sahâbî.

Hep künyesiyle anıldığı için adı bilinmemekte, İbn Abdülber onun isminin doğru bir tesbitinin yapılamadığını zikretmektedir (el-İstîǾâb, IV, 443). Kız kardeşi Ümmü Süleym’e ait Rümeysâ ve Gumeysâ isimlerinin bazı kaynaklarda ona nisbet edildiği görülmektedir. Nesebi Hazrec kabilesinin kolu Neccâroğulları’na dayanır. Annesi de yine Benî Neccâr’dan Mâlik b. Adî’nin kızı Müleyke’dir. Enes b. Mâlik’in annesi Ümmü Süleym onun kız kardeşi, her ikisi de Bi’rimaûne hadisesinde şehid düşen Harâm ve Süleym de erkek kardeşleridir. Resûl-i Ekrem’e biat eden kadınlardan olan Ümmü Harâm, Ubâde b. Sâmit ile evlenmiş ve bu evlilikten Muhammed adında bir çocuğu doğmuştur.

Resûlullah’ın dedesi Abdülmuttalib’in annesi Selmâ, Neccâroğulları’ndan olduğu için Ümmü Harâm ve Ümmü Süleym ile Resûl-i Ekrem arasında süt veya soy bakımından teyze-yeğen ilişkisi vardı. Bazı âlimlere göre Ümmü Harâm, Hz. Peygamber’in sütteyzelerinden biriydi, bazılarına göre ise aralarında babası veya dedesi yönünden sütteyzeliği bulunmaktaydı (Nevevî, XIII, 57; XVI, 10). Bu sebeple Resûlullah kendini onlara daha yakın hisseder, Kubâ Mescidi’ni ziyarete gittiğinde her iki kardeşin orada bulunan evlerine misafir olur, yemek yer, öğle uykusuna yatar, hazır bulunanlara nâfile namaz kıldırırdı. Ümmü Harâm’ın rivayet ettiğine göre bir defasında Resûl-i Ekrem onun evinde öğle uykusundan gülerek uyanmış, Ümmü Harâm niçin güldüğünü sorunca uykusunda kendisine ümmetinden fetih maksadıyla Akdeniz’e açılan bazı kimselerin gösterildiğini ve onların cennetlik olduğunu söylemiş, bunun üzerine Ümmü Harâm kendisinin de onların arasında bulunması için dua etmesini istemiş, o da dua etmiştir. Ardından tekrar uykuya dalmış, yine gülerek uyanmış, Ümmü Harâm’ın bu defaki sorusu üzerine de ümmetinden bazılarının İstanbul’u fethetmek amacıyla sefere çıkacağını, onların da günahlarının bağışlanacağını haber vermiştir. Ümmü Harâm kendisinin de onların arasında bulunması için dua etmesini isteyince Resûl-i Ekrem ona birinci grupta olduğunu söylemiştir (Buhârî, “Cihâd”, 3, 8, 63, 75, 93, “İstiǿźân”, 41, “TaǾbîr”, 12; Müslim, “İmâre”, 160).

Önceleri Uhud ve Huneyn gibi savaşlarda bulunup yaralı askerlere hizmet eden Ümmü Harâm’ın kocasıyla birlikte Suriye savaşlarına katılmak için Dımaşk’a gittiği bilinmektedir (İbn Asâkir, s. 486). 28 (648-49) yılında Hz. Osman’ın halifeliği döneminde yapılan ve müslümanların ilk deniz seferi olan Kıbrıs seferine yine eşiyle birlikte iştirak etti. Bu sefere Ebû Zer el-Gıfârî, Ebü’d-Derdâ gibi sahâbîler de katılmıştı. Ümmü Harâm, Kıbrıs’a ulaşıp gemiden indikten sonra bindiği katırdan düştü, boynu kırılarak şehid oldu ve orada defnedildi (Buhârî, “Cihâd”, 63, 75). Ümmü Harâm’ın Kıbrıs’ta Hala Sultan Tekkesi adıyla bilinen, Larnaka civarında Tuzla’daki kabri bugün de ziyaret edilmektedir (bk. HALA SULTAN TEKKESİ). Kaynaklarda kabrinin “sâliha bir kadının kabri” diye bilindiği ve orayı gayri müslimlerin de ziyaret ettiği belirtilmektedir. Ümmü Harâm’ın “hala hatun” veya “hala sultan” diye anılmasının sebebi teyze kelimesinin Arapça’sı olan “hâle” dolayısıyladır. Bugün de Anadolu’nun çeşitli yerlerinde teyzeye hala denilmektedir.

Ümmü Harâm, Resûl-i Ekrem’den beş hadis rivayet etmiş olup bunlardan biri Buhârî ve Müslim’in el-CâmiǾu’ś-śaĥîĥ’lerinde, diğerleri Tirmizî’nin el-CâmiǾu’ś-śaĥîĥ’i dışında Kütüb-i Sitte’de bulunmaktadır. Kendisinden kocası Ubâde b. Sâmit ile Enes b. Mâlik, tâbiînden Umeyr b. Esved, Atâ b. Yesâr ve Ya‘lâ b. Şeddâd b. Evs rivayette bulunmuştur. Hüseyin Algül, Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Yakını Kıbrıs Şehidi Hala Sultan Ümmü Haram binti Milhan adıyla küçük hacimli bir eser yazmıştır (İstanbul 1985).