9 Nisan 2016 Cumartesi

Gıybet edenle onu dinleyen günahta ortaktır.
Hz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem
Gıybeti dinleyen de,
gıybetçidir. 
Hz Muhammed sav 
Kimin yanında bir mümin zelil ediliyorsa,o da kudreti olduğu halde o mümine yardım etmiyorsa,
Allah onu kıyamet gününde insanların gözü önünde zelil eder. 
Hz Muhammed sav

Başkasının durumunu hikâye etmek sûretiyle taklidini yapmak da gıybettir. Aksayarak yürümek veya kişinin yürüdüğü gibi yürümek gıybettir, hatta azap bakımından gıybetten daha şiddetlidir.
Gıybet çeşitlerinin en çirkini,bunlar maksatlarını salâh ve takvâ ehlinin tabirleriyle anlatırlar ki zâhirde gıybetten kaçındıklarını gösterip maksadlarını anlatmış olsunlar! Bunlar cehaletlerinden dolayı iki fâhiş hareketi bir arada yaptıklarını bilmezler: Hem gıybet, hem riyakarlık!
Yanında bir insandan bahsedildiğinde 'Hayânın azlığından Allah'a sığınırız. Allah bizi hayâsızlıktan korusun!' demek de öyledir! Bu konuşmasından maksadı; başkasının ayıbını anlatmaktır. Fakat adamı (güya) dua tabiriyle zikrediyor. Bazen de gıybetini yaptığı bir kimsenin medhini gıybetten önce yapar ve der ki: 'Filan adamın durumu ne güzeldir. İbadetlerde kusur yapmazdı. Fakat kendisine, bir gevşeklik musallat olmuş. Hepimizin müptelâ olduğu sabırsızlık belasına müptelâ olmuştur!'
İmam Gazâli Hz İhya

Muaz b Cebel r.a şöyle anlatıyor:
Hz.Peygamber'in yanında bir kişinin bahsi geçti.
Ashâb 'O çok âciz bir kimsedir!' dedi.
Buna karşılık Hz.Peygamber şöyle buyurdu:
-Siz kardeşinizin gıybetini yaptınız!
-Biz onda olanı söyledik!
-Eğer onda olmayanı söyleseydiniz 
kendisine iftira etmiş olurdunuz.
Huzeyfe r.a Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder:
Hz. Âişe, Hz, Peygamber'in yanında bir kadından bahsetti ve dedi ki: 'O kısa boyludur'.
Bunun üzerine Hz. Peygamber Âişe ye şöyle dedi:
Sen onun gıybetini yapmış oldun!




Kim gıybetten tevbe ederek ölürse,Cennete en son girer. Kim gıybetten tevbe etmeden ölürse,Cehenneme ilk önce girer.

Gıybet edilen,gıybet edeni affetmedikçe,
gıybet eden affedilmez.
Hz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem
Kim gıybetten tevbe ederek ölürse,Cennete en son girer.
Kim gıybetten tevbe etmeden ölürse,Cehenneme ilk önce girer.
Allah Teâlâ Hz. Musa'ya (a.s) vahyetmiştir
Sakın müslümanların gıybetini yapmayın. Kusurlarını araştırmayın! Çünkü müslüman kardeşinin kusurunu araştıran bir kimsenin kusurunu Allah araştırır ve Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu rezil eder.



İyiliğin ehli olana da ehli olmayana da iyilik yap
Hz Muhammed

Sallallahu Aleyhi Vesellem
Yaptığın iyiliğin hiçbir şeyini az görme.
Velev ki,elindeki kovadan su isteyenin kabına su boşaltsan bile..
Hz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem

Felak-Nas-İhlas Tefsir


Bismillâhirrahmânirrahîm


114-EN-NÂS SÛRESİ


Bu mübârek sûre de Felâk sûresini müteâkip Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. Altı âyet-i kerîmeyi ihtiva etmektedir. Ve Kur'an-ı Kerim'in son yüz on dördüncü sûre-i celîlesi bulunmaktadır, insanların âlemlerin Rabbi'ne sığınmalarını emrettiği için kendisine böyle "Nâs sûresi" adı verilmiştir. Bu hikmetli sûrede ne gibi bir şeyden dolayı Cenab-ı Hak'ka sığınılmasını beyan buyurduğu cihetle kendisinden evvelki Felâk sûresi ile aralarında büyük bir münâsebet vardır.


1. De ki: İnsanların Rabbine sığınırım.


1. Bu sûre-i celîle de insanları vesveseleri ile saptırmak isteyen gerek cin tâifesinin ve gerek bir takım şeytan tabiatlı insanların şerlerinden Kâinatın Yaratıcısı'nın koruma ve himayesine sığınmanın lüzumunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Nebilerin, Resûllerin sonuncusu!. Ve ey İnsanların ve Cinlerin Peygamberi! Dua ve niyâzda bulun (De ki:) Ben (insanların Rab'bine sığınırım.) İnsanları yaratan, besleyen, koruyan, terbiye eden, edeblendiren Kerim Yaratıcı'ya sığınırım.


2. insanların Melik'ine..


2. Ve istirhamına devam ederek de ki: (Nâs'ın
Melik'ine..) sığınırım. Yâni: Bütün insanların sâhibi, hükümdarı, işlerini idare eden ve bütün insanlığın selâmet ve saadetini temin edecek olan hükümlerin koruyucucu ve emredicisi bulunan Yüce Mâbud'a sığınmayı bir kulluk vazifesi bilirim.


3. İnsanların İlâh'ına.. sığınırım.


3. Ve yine niyâzına devam ederek de ki: (İnsanların İlâh'ına..) Sığınırım. Yâni: Bütün mahlûkatın Yaratıcısı, sâhibi, olmakla beraber ilâhlık ve Mâbudluk sıfatına sâhip bulunan ve O'nun yegâne varlığından başka bu Yüce sıfata sâhip bir kimse bulunmayan Allâh-ü Teâlâ Hazretlerine sığınırım.


4. O gizlice vesvese verenin şerrinden.


4. (O gizlice vesvese verenin) Yâni: Kalplere yanlış düşünceleri düşürmek isteyen şeytanın ve şeytan tabiatında bulunan aldatıcı kimselerin (şerrinden.) dolayı Allah'ın himâyesine sığınırım. O vesveselere kapılmak tehlikesinden emîn olmayı niyâz eylerim.
"Vesvâs" esasen vesvese, yâni: Gizli ses mânâsına olup insanın içersine kötü düşünceleri bırakan şeytandan ve o gibi vesvese veren kimselerden ibarettir. "Hannâs" da geri çekilen, sinsi sinsi çalışan, fırsat gözeten, vakit vakit fazlaca vesvese veren, aldatmaya çalışan demektir.


5. Ki: O, nâs'ın göğüslerinde vesvesede bulunur.


5. Evet.. O şeytandan Cenab-ı Allah'a sığınmalıdır. (Kİ..O) Pis (insanların göğüslerinde vesvesede bulunur.) onun bunun içerisine yanlış kuruntular düşürür, bâtıl şeyleri süslü göstererek bir nice gâfilleri aldatır, onları güzelce düşünmekten mahrûm bırakır, felâketlere uğratmış olur.


6. O vesvese veren gerek cinden ve gerek insandan olsun, hepsinden de Allah'a sığınmalıdır.


6. Gerçekten de öyle pek büyük birer düşman olan aldatıcı kimselerden, o kalplere vesveseler düşüren din düşmanlarından kaçınılmalıdır, öyle vesvese veren (gerek cinden ve gerek insandan) olsun.. Herhangi bir tâifeden bulunmuş ise bulunsun, onların hepsinden de kaçınılmalıdır, onların şerlerinden Allâh-ü Teâlâ'ya sığınmalıdır. Başka türlü bir kurtuluş çaresi yoktur.


"Bu ilâhî emir gösteriyor ki: İnsanları aldatmaya, sapıtmaya çalışanlar, iki guruptur. Birincisi cin şeytanlarıdır ki, bunlar vakit vakit insanların içerlerine vesvese düşürür, insanları yanlış bir yola sürüklemek isterler. Diğerleri de insan şeytanlarıdır ki: Bunlar daha büyük, daha kurnaz şeytanlardır. Bunlar çok kere kendisini iyiliksever göstererek bâtıl fikirlerini, vesveselerini başkalarına telkine çalışır dururlar. Şüphe yok ki: Açık düşmanlara karşı direnmek, nispeten kolaydır. Fakat gizli düşmanlara, kalplere vesvese düşürmeğe çalışan şeytan tâbîatlı kimselere karşı koymak pek zordur. Onlara karşı pek uyanık bir hâlde bulunmak lâzımdır.


Çünkü, böyle bir düşman, insanı yalnız maddî ve geçici bir hayattan mahrûm bırakmış olmaz. Belki insanın ebedî, mânevî hayatını zehirleyerek onu en büyük mahrûmiyetlere, cezalara uğratmış olur. Binaenaleyh akıllı bir insan, dostu ile düşmanını tanır, ne cin şeytanlarının vesveselerine kıymet verir, ne de insan şeytanlarının lâkırdılarını dinlemeye tenezzül eder.


"Allah'a hamd olsun" elimizde bir terazi vardır, hakiki bir ölçü mevcuttur. O da muazzam Mâbudumuzun kudsî hükümleridir, yüce emirleri ve yasaklarıdır. Bunlara muhalif olan herhangi bir söz, herhangi bir hareket, doğru değildir. Artık kendi selâmet ve saadetini düşünen bir mütefekkir insan; öyle dil veya yazıyla olan zararlı telkinlere, aldatmalara kıymet vermez, İslâm dininin gösterdiği selâmet ve hidâyet yolunu takibe çalışır, ebedî muvaffakiyetlere nâil olur.


Kısacası: İnsanın mânevî varlığını, ebedî selâmetini yok etmek isteyen, insanı ruhan zehirleyerek ebedî hüsrâna düşürmeğe çalışan kimselerden sakınmanın pek ehemmiyetine işaret için olmalıdır ki: Bu sûre-i celîlede kendisine sığınmakla emrolunan yüce zâtın hem Rablığı, hem mâlikiyeti, hem de ilâhlığı beyan buyrulmuştur.


Binaenaleyh biz mü'mînler dâima o kerîm, rahîm Mâbudumuzun himâyesine sığınırız, bizleri görünür, görünmez düşmanlardan korumasını istirham eyleriz. Bizleri gaflet, cehâlet uykularından kurtararak ruhlarımızı Kur'an'ın nûrları ile aydınlatmasını niyâzda bulunuruz. Ey lütuf ve ihsânı sonsuz olan mukaddes Mâbudumuz!. Bu âciz kulunun kusurlarını da afv buyur, inleyen kalbini genişleterek Kur'an'ın feyizlerinden yararlandırır, peygamberlerin efendisi hürmetine.


"Kabulünü Yüce Allah'tan istirham etmekte olduğum bu eserin naçizâne tarihine hicrî "1, Muharrem 1381" senesinden başlanılmış ve "27, Zilhicce 1384" senesinde sona erdirilmiştir. Kabulünü Cenab-ı Hak'tan niyâz eder, Peygamber Efendimiz Hazretlerinin şefaatlerini istirham eylerim.
113-EL-FELAK SÛRESİ


Bu mübârek sûre "El-Fîl" sûresinden sonra Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. Beş âyet-i kerîmeyi içermektedir. Felakın Rab'bine, yâni: Mahlûkatı tertip ve tanzîm eden kuvvetin ezeli sâhibi olan Yüce Yaratıcı'ya sığınmayı emrettiği için kendisine böyle "Felak" sûresi adı verilmiştir. Ve böyle bir sığınmayı emrettiği için kendisine "Muavvize" sığındırıcı sûresi ismi de verilmiştir. Cenab-ı Hak'kın Kâinatın Yaratıcısı olduğunu ve her hususta onun yegâne varlığına sığınmanın lüzumunu bildirdiği için İhlâs sûresi ile aralarında büyük bir irtibat vardır.


1. De ki: Felakın yaratılıp meydana getirilmiş olan şeylerin Rabbine sığınırım.


1. Bu mübârek sûre, ne gibi zararlı şeylerin şerrinden Kerem Sâhibi Yaratıcının korunması himâyesine sığınılacağını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Peygamberlerin en şereflisi!. Dua ve niyâzda bulunarak (De ki: Felâkın) yâni: Sabah vaktinin veyâhut yaratılıp vücuda getirilmiş olan şeylerin (Rab'bine) Yüce Yaratıcısına, (ilticâ ederim.) sığınırım.


Evet.. O âlemlerin Rabbi'ne sığınmalıdır ki: Sabah vakitlerini meydana getirerek gecelerin karanlığını gideriyor. Yeryüzünü yararak ondan nice ürünleri meydana getiriyor, dağları parçalayarak onlardan nice gözleri, nehirleri, madenleri meydana çıkarıyor. Bulutları darmadağın ederek onlardan yağmurları yağdırıyor, validelerin rahimlerini bir infilâka uğratarak onlardan nice çocukları türetiyor. İşte bu kadar hârikaları, eserleri yaratan, istifâde alanına sunan bir Ezeli Yaratıcı'nın, bir Kerem Sâhibi Mâbud'un koruma ve himâyesine sığınmak, biz kulları için şüphe yok ki: Bir selâmet ve saadet vesîlesidir.


"Avz" taze, sığınmak, ilticâda bulunmak mânâsınadır. "Felak" da sabah vakti ve mutlaka yaratmak, yarıp vücuda getirmek demektir.


2. Yaratmış olduğu şeylerin şerrinden.


2. Evet.. O Yüce Yaratıcı'nın (Yaratmış olduğu şeylerin şerrinden..) bütün insanlar ve cinlerin, bütün bu tabiat âlemindeki şeylerin, zümrelerin kötü telkinlerinden, zararlı tesirlerinden emîn bir hâlde bulunmak için o Hikmet Sâhibi Yaratıcı'ya sığınmak, onun himaseyine girilmelidir.
Aslında o Hikmet Sâhibi Yaratıcı'nın her yarattığı şey, bir hikmet ve faydaya dayalıdır. Onun yaratması, aslâ boş yere değildir. Fakat yaratılan şeylerin bir nice fâideleri, lüzumları olduğu gibi bir kısmının da bir hikmet gereği olarak zararları vardır. Bu hâl, bu imtihan âlemin gereklerindendir. Artık bizim vazifemiz de menfaatli olan şeylerden meşrû sûrette istifâdeye çalışmaktır. Zararlı olan şeylerden de kaçınarak Allah'ın himâyesine sığınmaktır.


3. Ve gecenin şerrinden, karanlığı çöküp ortalığı kapladığı zaman.


3. (Ve) Özellikle de ki: Ğâsik'in, yâni (gecenin) o karanlık vaktin (şerrinden karanlığı çöküp ortalığı kapladığı zaman...) her tarafı karanlık içinde bırakarak dehşet saçıcı bir vaziyet aldığı vakit âlemlerin rabbine sığınırım. Çünkü, o vaziyet; pek korkunçtur, hayat sâhiplerinin bir nevi hayattan mahrûm kalmaları zamanı demektir.


"Gâsik" karanlıkla karışık gece demektir.
"Vekab" de girmek ve gâib bulunmak mânâsınadır ve karanlığı her şeyi kaplayan şeyden ibarettir.


Şöyle de deniliyor ki: "Gâsik"den maksat, bedr hâlinde bulunan aydır. "Vekab" de ayın tutulması, kararıp kalması veya güneşten ışık alamayarak safhasının ay nihâyetindeki üç gecede bir durgun tarzda bulunmasıdır. Sihirbazlar, çoğu kere bu zamanda büyülerini yaparlarmış.


4. Ve düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden.


4. (Ve) Ey Yüce Resûl!. Niye de ki: (düğümlere) İpliklere (üfleyen) sihir yapmak isteyen büyücülerin, o gibi kötü, müfsit (lerin şerrinden..) Allâh-ü Teâlâ'ya sığınırım.
"Neffâsât" üfürmekte bulunan nefisler veya kadınlar demektir. "Ukad" de ukdeler yâni, düğümler mânâsınadır.


5. Ve haset ettiği zaman haset edenin şerrinden Rahîm olan Yaratıcı'ya sığınırım.


5. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Şöyle de ki: (Haset ettiği zaman haset edenin şerrinden..) de merhametli Yaratıcı'ya sığınırım.
"Hasid'den maksat" başkasının nîmetine karşı kıskanç bir vaziyet alan, o nîmetin yok olmasını arzu eden, o hususta elinden gelen zararlı çareleri sözle veya fiille başvurmak isteyen alçak tabiatlı şahıs demektir. İşte vücutları bütün insanlık âlemi için zararlı olan öyle kimselerden dâima Cenab-ı Hak'ka sığınmalıdır. O Kerim Yaratıcı'nın himâyesine mazhar olan insanlar, o gibi zararlı şeylerden korunmuş olurlar.


Bu sûre-i celîlenin iniş sebebi hakkında deniliyor ki: "Lebid Binil'Asam" adında bir Yahudi, Yüce Peygamberimiz hakkında onbir düğümlü bir şey üzerine bir sihir yapmış, o şeyi bir kuyunun dibindeki bir taşın altına gömmüş idi. Hz. Peygamber'in bu yüzden rahatsız, hasta olmasını arzu ediyordu. Fakat Cibrîl-i Emîn gelmiş, bu sûre-i celîleyi getirmiş, o sihir hâdisesini haber vermişti. Resûl-i Ekrem Sallal'lâh-ü Aleyhi Vesellem de Hz. Ali ile Hz. Talha Radiyallâh-ü Teâlâ Anhüma'yı göndererek o sihir eserini o kuyudan çıkartmıştır.

 Maamafih bu hususta ki rivâyetler, birer Ahad haber kabilindendir, onlar, itikad hususunda kesin bir delil olamazlar. Biz ancak şuna inanıyoruz ki: Cenab-ı Hak, Yüce Peygamberini düşmanlarının bu gibi fenâ sûikastlerinden korumuştur. O Yüce Resûlüne "sihirlenmiş" diyenleri reddetmekte ve kınamaktadır. Esasen hangi bir din düşmanı, bir sihir yapmış olabilir. Fakat Cenab-ı Hak, o sihrin tesirini gidermiş, ondan Peygamberini korumuştur. Artık O Allah Peygamberi, sihirlenmiş olmaz. Çünkü: Peygamberlerin zekiliği, gafletten korunmaları, tam bir akıl ve doğrulukla vasıflanmaları vâciptir.

Artık yapılan bir sihirden dolayı Yüce Peygamber'in aklen, fikren bir ârızâya uğraması düşünülemez. İşte Peygamber Efendimizin istiaze ile, Allâh-ü Teâlâ'ya sığınmakla emredilmiş olması da onun o sâyede sihirbazların sihirlerinin tesirinden korunmuş olduğuna bir delildir. Ve Cenab-ı Hak, O Yüce Peygamber'ini koruyacağını da (Arap): (Allah seni insanlardan koruyacaktır... Mâide, 5/67) âyet-i kerîmesi ile vâ'd buyurmuştur:

Artık şüphe yok ki: O Resûl-i Ekrem'in sihirbazların sihirlerinden de himâye buyurmuştur. Onların boş yere yapmış oldukları sihirlerinden O Yüce Peygamberin haberdar olması, bir mûcize mahiyetindedir ki: O gizlice yapılmış şeyleri bilip iptâl ettirmiştir. Velhâsıl: Resûl-i Ekrem'in sihirden dolayı ruhen eziyet gördüğüne dair rivâyetleri, güzelce araştıran müfessirler, kabul etmemektedirler.

 Bu hususa dair Tefsîr-i Kebirde, Essiracül'münîr'de, Tefsirül'meragi'de ve Tefsîrül'vazih'de güzelce açıklamalar vardır. Velhâsıl: Biz müslümanlar için lâzımdır ki: Her hususta Cenab-ı Hakk'a sığınalım, her muvaffakiyeti ancak ondan bekleyelim, niyâz edelim.


"Allah'a sığın, Hak'ka sarıl, emrine râm ol"
"Mahfûz olayım dersen eğer cümle belâdan"
112-İHLÂS SÛRESİ


Bu mübârek sûre, "Ennâs" sûresinden sonra Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. Dört âyet-i kerîmeyi ihtiva etmektedir. Cenab-ı Hak'kın birliğini, yüce vasıflarını en mükemmel, en samimi bir şekilde bildirdiği için kendisine böyle "İhlâs sûresi" adı verilmiştir. Maamafih kendisine: "Necât, marifet, tevhîd, kulhüval'lah-ü ehad sûresi isimleri de verilmiştir. Hattâ yirmi isminin bulunduğu Tefsîr-i Kebirde yazılıdır. Bu sûre-i celîle böyle yüce bir esası insanlığa teblîğ eden bir Yüce Peygamberin aleyhinde bulunan Ebû Leheb gibi inkârcıların elbette en şiddetli bir cehennem azabına lâyık olduklarına işâreti içerdiği için kendisinden evvelki "Tebbet" sûresi ile aralarında bir derin münâsebet vardır.


1. De ki: O Allah, birdir.


1. Bu sûre-i celîle, âlemin Yaratıcısı'nın birliğini ve her türlü ihtiyaçtan uzak olup bütün mahlûkatının kendisine muhtaç bulunduklarını bildiriyor. Ve doğurmaktan ve doğurulmuş olmaktan ve ortak ve benzerden uzak
bulunduğunu şöylece beyan buyurmaktadır: Ey Peygamberlerin en mükemmeli!. Allâh-ü Teâlâ'nın zât ve kutsal sıfatları hakkında senden bilgi isteyenlere (de ki: O) Yüce Mâbud olan (Allah, birdir.) Birlik sıfatına sâhiptir, zâtında, sıfatında ve fiillerinde birdir. Onun ilâhî zâtında çokluk, cüzlere ihtiyaç, başkaları ile ortaklık düşünülmüş değildir. Maddî ve maddî olmayan cevherlerden, asılardan aslâ terkip edilmiş bulunmamaktadır.


Vâhid ile ehad arasında fark vardır. Şöyle ki: Birlik sıfatı, yalnız Cenab-ı Hak'ka mahsustur, başkası hakkında vâhiddir, denilirse de ehaddır. Denilemez. Ehad kelimesi, olumsuzluk hususunda geneli ifade eder, vâhid kelimesi ifade etmez. Meselâ, evde "ehad" yoktur denilince orada hiç bir kimse yoktur denilmiş olur. Fakat evde "vâhid" yoktur, denilse birçok kimselerin bulunmuş olduğu nefiy edilmiş olmaz.


2. Allah, bütün mahlûkların kendisine yöneleceği ve sığınacağı yegâne varlıktır.


2. (Allah): O Yüce Yaratıcı, sameddir. Yâni: (Bütün mahlûkatın kendisine yöneleceği ve sığınacağı yegâne varlıktır.) Bütün yaratılmış olanlar, kendi ihtiyaçlarından dolayı o kerîm Yaratıcı'ya ihtiyaçlarını arz eder, dua ve niyâzda bulunurlar. Onun üstünde bir zât yoktur. O hiç bir kimseye muhtaç değildir. Bütün mahlûkattan müstağnidir.


"Samed" Bir ilâhî sıfattır. Hâcetlerin kazası, yerine getirilmesi hususuna yalnız bizzat kasdedilmiş olan Kerem Sâhibi Yaratıcı demektir.


3. O doğurmadı ve doğurulmamıştır.


3. O Ezelî Yaratıcı, hâşâ (Doğurmadı) bir kimsenin hâşâ pederi bulunmuş değildir. O; ezelîdir, ebedîdir, çoluk ve çocuğa ihtiyaçtan uzaktır. Dilediği şeyleri, kimseleri dilediği vakit yaratır, varlık alanına getirir, hepsinin Kudret Sâhibi Yaratıcı sıfatına sâhiptir. Bir kimsenin pederi veya validesi olmak, mahlûkata ait bir sıfattır, aralarında bir cinsiyet, bir ortaklık bulunmamasını, gerektirir. Allah'ın şanı ise bundan uzaktır. Hiç bir şey, o Yüce Yaratıcı ile aynı cins, hem mertebede olamaz. Halbuki: O Yaratıcının kendisi de hâşâ (doğrulmamıştır.) başkasının hayatından meydana gelmiş. Böyle bir
şey, başlangıçta yok bulunmuş olmayı, başkasına ihtiyacı olmayı başkası ile ayrı cins bulunmayı gerektirir. İlahlığın şanı ise bunlardan uzaktır. O Yüce Yaratıcı; ezelidir, sonradan vücûde gelmiş değildir ve hiç bir kimseye muhtaç bulunmamaktadır. Buna inanıyoruz.


4. Ve ona hiç bir şey denk eşit olmamıştır.


4. (Ve ona) O bütün Kâinatın Ezeli Yaratıcısına (hiç bir şey denk) eşit ve benzer (olmamıştır.) onun tek olan zatın, her türlü düşüncenin üstünde bir büyüklük ve yüceliğe sâhiptir. O bütün Kâinatın üstünde bir kuvvet ve hâkimiyete sâhiptir. Hiç bir mahlûk, O Ezelî Yaratıcı'ya benzer, onun çocuğu veya babası olmak kabiliyetine aslâ sâhip değildir.
"Bütün bu ilâhî beyan, ilâhlık zanneyleyen müşrikleri reddetmektedir. Meselâ: Yahudiler, Uzeyr, Allah'ın oğludur derler. Hıristiyanlar da İsâ Allah'ın oğludur demektedirler.


Bir takım arap müşrikleri de melekleri Cenab-ı Hak'kın kızları sanmışlardı. Sabie denilen bir topluluk da yıldızlara ibâdette bulunmuşlardır. Seneviyye gurubu da nûr ve karanlığı birer Mâbud telâkki etmişlerdir. Bir kısım feylezoflar, Vâcibül'vücud olan Allâh-ü Teâlâ'dan bir aklın doğduğuna, bu akıldan da başka bir akıl ile nefsin ve feleğin doğmuş bulunduğuna, bundan sonra da ay küresinin altındakilerini idare eden diğer bir aklın ortaya çıkmasına kanaat getirmişlerdir.

Bir takım sapıklar da Allâh-ü Teâlâ'nın insanlara geçeceğini iddiada bulunmak ahmaklağını göstermişlerdir. Bu muhtasar dört âyet-i kerîme ise bütün bu bâtıl iddiaları, inançları, reddetmektedir. İlâhlığın şanının büyüklüğünü, bütün noksanlardan, ihtiyaçlardan, mahlûkata benzemekten uzak bulunduğunu pek ebedi veciz bir tarzda bildirmektedir.


Bu ihlâs sûresinin iniş sebebi hakkında deniliyor ki: Arap müşrikleri Resûl-i Ekrem, Sallallâh-ü Aleyhi Veselleme "Âmir ibnittüfeyl"i göndermişlerdi. Âmir, o müşrikler adına dediki: Sen bizim asâmızı yardın, yâni bizleri ayrılığa düşürdün ve tanrılarımıza sövdün, babalarının dinine muhalefette bulundun, eğer sen fakir isen seni zengin kılalım, eğer mecnun isen sana tedavide bulunalım ve eğer bir kadına düşkün isen onu sana alalım, Resûl-i Ekrem de buyurdu ki: Ben fakir ve mecnun değilim, bir kadına da düşkün değilim, ben Allah'ın Resûlüyüm, sizi putlara tapmaktan kurtararak Allâh-ü Teâlâ'ya ibâdete dâvet ediyorum.

Bunun üzerine o müşrikler, Âmiri tekrar Yüce Peygamberin huzuruna göndermişler, ve demişler ki: Ona de ki: Sen kendi Mâbudunun cinsini bize beyan et, o altından mıdır, yoksa gümüşten midir?. İşte bu câhil halkın böyle bir suali üzerine bu sûre-i celîle nâzil olmuş, Hak Teâlâ Hazretlerinin hiç bir şeye muhtaç olmayan yüce şanını telkin buyurmuştur.


Velhâsıl: Bu mübârek ihlâs sûresi, İslâm'ın rükünlerinin en mühimmi olan Allah'ı birlemeyi ve Yüce Yaratıcının başkaları ile aynı cins olmaktan ve her bir ihtiyaçtan uzak olduğunu en ebedi ve veciz bir sûrette bildirdiği için kadrinin yüceliği hakkında bir çok hâdis-i şerif vardır. Kısacası imam Ahmet ve Nesâi merhumlar, şu sahîh hâdis-i rivâyet etmişlerdir: (  ) Yâni: Her kim Kulhûvallâh sûresini okursa Kur'an'ın üçte birini okumuş gibi olur. Bu hâdis-i şerifi şöyle yorumluyorlar: Bu sûrenin üçte birinin Kur'an'a eşit olması, sevap itibarîle değildir.

Belki Kur'an'ın başlıca içeriği itibariledir. Şöyle ki: O içerik: Akaide, ahkâma ve kıssalara aittir. Bu sûre ise akaide ait en büyük esası içerdiği için Kur'an-ı Kerim'in üçte birini içermiş demektir. Maamafih şöyle de deniliyor ki: Allâh-ü Teâlâ, kullarının bâzı ibâdetleri kolay olsa da bu ibâdetleri diğer bir çok ibâdetlerden ziyade sevaba vesîle kılabilir. Cenab-ı Hak'kın fazl ve keremine nihâyet yoktur.


Nitekim bâzı zamanlarda veya makamlarda yapılan ibâdetleri diğer zamanlarda ve makamlarda yapılan ibâdetlerden daha ziyade sevaba vesîle kılmıştır. Bu, bir hürmet gereğidir. Bu hikmetin neden ibaret olduğunu Allah'ın ilmine havale ederiz. Ancak şu muhakkaktır ki: Bu ihlâs sûresi pek mukaddes bir Kuran sûresidir, bunun okunmasına devam edilmesi, pek fâidelidir, pek ziyade sevaba vesîledir. Bu hususlara dair Tefsîr-i Kebîrde ve Tefsîr-i Alûsî'de ayrıntılı bilgi vardır. Hak Teâlâ Hazretleri cümlemizi bu sure-i celîlenin feyizlerine eriştirsin. Âmin..






Muhakkak ki yalan,
Cehennemin kapılarından bir kapıdır.
Hz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem
Yalandan sakınınız. Çünkü yalan, fısk ve fücurla beraberdir. Bunların ikisi de cehennemdedir.
En büyük hainlik,din kardeşine haber verdiğin bir sözde o sana inandığı halde senin ona yalan söylemendir.
Hz Muhammed sav

Nebî Sallallahu Aleyhi Vesellem sebebi vefâtı olan hastalığı sırasında Fâtıma radiyallahu anhâ`yı yanına çağırdı ona gizli bir şey söyledi Fâtıma ağladı. Sonra bir daha çağırıp gizli bir şey söyledi. Bu def`a da Fâtıma güldü. Biz bu ağlamanın ve gülmenin sebebini sorduk. Fâtıma: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bana sebeb-i vefâtı olan bu hastalık netîcesinde Hak cânibine alınacağını söyledi. Bunun üzerine ağladım. Sonra benim, hânedânının kendisine ilk ulaşanı (ve Cennetlik kadınların ulusu) olacağımı söyledi. Buna da güldüm, dedi.
buhari 1661

Babacığım! Sen el değirmeninin elimde bırakmış olduğu ize bakmaz mısın?

Hz. Fâtıma (r.a)



Aranızdaki konuşma emânettir.
Hz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem
Arkadaşının sırrını söylemek hainliktir.
Hasan Basrî r.a

İnsanlarla alay edenlerin herbiri için cennetten bir kapı açılır.
Ona 'gel,gel' denilir.O da(koşa,koşa) o kapıya gelir.
Kapıya vardığında kapı yüzüne kapatılır.
Sonra başka bir kapı açılır ve ona 'gel,gel' denir.O da koşarak gelir.
Kapıya vardığı zaman,yüzüne kapanır ve kendisine kapı açılıp 'gel,gel' denildiği halde ümitsizlikten kapıya gitmeyinceye kadar bu şekilde aldatılır ve kendisiyle alay edilir.



Havvat b Cübeyr Ensârî ra Mekke yolunda Benî Ka'b kabilesinin kadınlarıyla otururken
Hz.Peygamber çıkageldi ve şöyle dedi:

Ey Ebu Abdullah! Kadınlarla işin ne?

'Bu kadınlar benim serkeş devem için bir ip örüyorlar da onun için yanlarında oturuyorum' dedi.
Bu sözden sonra Hz.Peygamber,ihtiyacı için dışarı gitti.Sonra döndü ve şöyle dedi:

Ey Ebu Abdullah! O deve hâlâ serkeşliği bırakmamış mı?

Havvat der ki:Sustum ve utandım.Bundan sonra
Hz,Peygamber'i her gördüğümde utancımdan kaçıyordum.Sonra Medine'ye geldik.
Birgün câmide namaz kılarken beni gördü.Yanıma oturdu,ben de namazı uzattım.
Bana 'Uzatma! Seni bekliyorum' dedi.Selâm verdiğim zaman şöyle dedi:
'Ey Ebu Abdullah! Acaba o deve daha serkeşliğini bırakmamış mı?' Havvat der ki: Susup utandım. Hz. Peygamber gitti. Hz. Peygamber'den kaçıyordum. Ta ki birgün bana yetişti. Bir merkebe binmiş, iki ayağını bir tarafa sarkıtmıştı. Bana şöyle dedi:
'Ey Ebu Abdullah! Acaba o deve hâlâ serkeşliğini bırakmadı mı?'
Cevap olarak dedim ki: 'Seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim.
O deve,müslüman olduğundan bu yana serkeşlik yapmamıştır!' Bunun üzerine şöyle dedi:

Allahu Ekber! Allahu Ekber! Ey Allahım! Ebu Abdullah'a hidayet et!

Hz.Peygamber,gözü ağrıdığı halde hurma yiyen Süheyb'e r.a şöyle dedi:

Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?

Süheyb 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben ağrımayan tarafla yiyorum' dedi.
Bu söz üzerine Hz.Peygamber tebessüm etti.
Bu hadîsin râvilerinden biri der ki:
'Mübârek azı dişleri görünecek derecede tebessüm ettiğini gördüm'

Dahhak b Süfyan Kilâbî(ra) çirkin yüzlü,kısa boylu bir zattı.
Hz.Peygamber'e biat ettiği zaman Hz.Peygambere
'Ey Allah'ın Rasûlü! Benim yanımda iki hanımım vardır.Bu kızdan daha güzeldirler.
-Bu sözü,örtünmeyi emreden âyet nâzil olmadan önce söyledi-
Senin için onların birisini boşayayım da onunla evlen' dedi.
Aişe validemiz de orada oturmuş dinliyordu.(Kızarak) şöyle dedi:
'O kadın mı daha güzel,sen mi?' Dahhak(r.a) 'Ben ondan daha güzel ve şerefliyimdir' cevabını verdi.
Hz.Peygamber,Hz.Aişe'nin sorusuna güldü.Çünkü o zat çirkindi"

Hz.Peygamber ile zevcesi Sevde hücremde bulunuyorlardı.
Harire(bulamaç aşı) denilen yemeği yapıp takdim ettim.
Sevde'ye 'ye!' dedim.Sevde(r.a) 'Bu yemeği sevmiyorum,yemem!' dedi.
Ben 'Yemin ederim ya yiyeceksin veya yüzüne süreceğim' diye ısrar ettim.İmkânı yok,yiyemem' deyince,ben elimle tabaktan birşey aldım ve Sevde'nin yüzünü onunla sıvadım.
Hz.Peygamber, Sevde benden intikamını alsın diye mübarek dizlerini alçalttı.Bu sefer Sevde tabaktaki bulamaç aşından biraz aldı ve yüzüme sürdü.Hz.Peygamber ise bu manzara karşısında tebessüm ediyordu.

Hz Aişe r.a

Hz.Âişe anlatıyor:
Hz.Peygamber dedi ki:

Gel seninle yarışalım!

Bunun üzerine ben elbisemi belime sıkı bir şekilde bağladım.
Sonra bir çizgi çizdik.Onun üzerinde durduk ve yarıştık.
O beni geçti ve şöyle dedi:İşte bu geçişim senin Zülmecaz'daki geçişine karşılık olsun.








Kim güldüğü halde bir günah işlerse,
cehenneme ağladığı halde girecektir.

Abdullah b Abbas (r.a)

Abdullah b. Ebî Ya'la şöyle demiştir: 'Sen güler misin? Belki bugün kefenin, bezcinin tezgâhından çıkmıştır'

Biri kardeşinin (güldüğünü görünce) şöyle sordu:

-Ey kardeşim! Cehenneme varacağın, Kur'an'da sana haber verildi mi?
İçinizden hiçbir kimse istisna edilmemek üzere mutlaka cehenneme varacaktır. Bu, Allah Teâlâ'nın katında kesinleşmiş bir hükümdür.(Meryem/71)

-Evet, haber verildi.

-Senin ateşten çıkacağına dair sana herhangi bir haber geldi mi?

-Hayır, gelmedi.

-O halde neden gülüyorsun?

Deniliyor ki: Bu adamcağızın ölünceye kadar güldüğü görülmedi.

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Gülmesi çok olanın heybeti azalır. Mizah yapan kıymetini kaybeder. Kim birşeyi fazla yaparsa onunla tanınır. Konuşması fazla olanın hatası çoğalır. Hatası çok olanın hayası azalır. Hayası azalanın takvası azalır. Takvası azalanın da kalbi ölür'.