10 Ekim 2014 Cuma

NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE Sûre-i Âl-i İmrân: Âyet 190 - 191 إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ ِلأُولِي الألْبَابِ الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ Kitâbullah’dan maksûd kulûb ve ervâhı ma’rifet-i Hak’- da istiğrâka cezb eylemekdir. Bunun içindir ki kitâb-ı kerîm âyât-ı sâbıkada ahkâm-ı ilâhiyyeyi kemâ yenbagî takrîr eyledikden ve mubtılının şübühâtına bil-etrâf cevâb verdikten sonra tevhîde, ulûhiyyete, kibriyâ ve celâline delâlet eden âsâr ve ahvâli zikretmek sûretiyle tenvîr-i kulûbe avdet edib buyuruyor ki: Semâvât ve arzın halk ve îcâdında ve leyl ü nehârın ihtilâfında, ulü’l-elbâb için alâmet ve nişâneler vardır. (Şevâ’ib-i hiss ü vehimden hâlis, alâ’ik-i nefsâniyyeden mütecerrid, avâ’ik-i zülmâniyyeden mütehallis, ahvâl-i hakâ’ik ve ahkâm-ı nu’ûtta müte’emmil, etvâr-ı mülk ve esrâr-ı melekûtda murâkıb mülk-i hallâkın bedâi’-i sanâ’iinde mütefekkir, enfüs ve âfâka tevdî’ buyrulmuş acâ’ib-i hikem-i ilâhiyyede mütedebbir, âleme çeşm-i i’tibâr ve şuhûd ile nâzır, her mevcûdda sırr-ı hakkın hakīkatinden mütefahhis, hakkı tezekkür ve murâkabeye muvâzıb, ukūl-ı mücellâ ashâbı nezdinde semâvât ve arzın efhâm ve efkârı müstağrak-i beht ü hayret etmekde olan halk u îcâdı, tâbi’ ve müsahhar bulunduğu kavânîn-i bedî’ası, leyl ü nehârın ihtilâf ve te’âkubu vücûd-ı Bârî’ye, azamet-i kudretine, saltanat-ı ulyâsına teâ’cîb-i şu’ûn-ı ilâhiyyeye celiyyen delâlet eder âsâr ve alâmâtdır. Onlar bu azamet-i ekvânda, bu kavânîn-i hayretfezâda, bu zînet ü ihtişâmda, bu üslûb-ı dil-rübâda yedullâhı bir mir’ât-ı musaykala in’itâf etmiş gibi temâşâ ederler. Bu âyet-i kerîmede ancak iki eser beyân buyrulub Sûre-i Bakara’da zikri sebk eden bakiyye-i âsâra te’arruz edilmemesi ya mu’azzam şevâhid ile iktifâ-i hikmetine mübtenîdir. Veyâhud nûr-ı ma’rifetullah ile müstenîr olan kalb-i sâlikin kesret-i delâ’il ile iştiğâli ma’rifetullahda istiğrâkına hicâb gibi olmasında envâr-ı ma’rifetullahın tecellîsi onda tekemmül eylesin içindir.) Ol ulül elbâb ki onlar kā’imen ve kā’iden ve yanları üzerine yatarak Allah’ı zikrederler. (Her sûretle ve her hâl ü kârda Cenâbu Rabbi’l izzeti lisânen ve fikren ve kalben yâd u tehattur eylerler.) Ve semâvât ve arzın halk u îcâdında tefekkür eylerler. Derler ki: “Yâ Rabbenâ sen bunu (semâvât ve arzı) beyhûde ve abes yaratmadın. (Bunların halk u îcâdı hikmetden ârî, maslahat ve menfaatden hâlî değildir. Belki hükm-i celîle ve mesâlih-i azîme içün intizâm pezîr olmuşlardır. Bunlar me’âyiş-i ibâda medârdır. Bunlar ahvâl-i mebde’ ve me’âdı bilmeğe rehberdir. Bir feyz-i amîm ile perveriş bulan bu âsâr-ı lûtf u inâyet bir çok ma’- nâyı nâtıkdır.) Seni (Ey zât-ı ecell-i a’lâ! Şân-ı ulûhiyyetine lâyık olmayan umûrdan, bir takım derbederlerin behîmâne ve le’îmâne sözlerinden tenzîh ederiz.) İmdi bizi azâb-ı nârdan vikâye et! (Zât-ı ulûhiyyetini tanıdığımıza, emrine itâ’at eylediğimize, lâyık olmayan umûrdan tenzîh ettiğimize mükâfâten azâb-ı cahîme dûçâr olmaktan, yâ Müste’ân bizi sıyânet buyur. Seni i’tirâf eylemeyen ehl-i zeyg ile bizi hemhâl etme.) Bakın Kitâbullâha: Acâ’ib-i mülk ü melekûta irşâd için ukūlü dem-be-dem fezâ-yı ekvân-ı nâ-mütenâhiye sevk ediyor. Safahât-ı hikmetinde kavânîn-i bedî’a-i avâlimi, âyât-ı beyyinât-ı kudreti temâşâ ettiriyor. Semâ-i kudretden nâzil olmuş bir kitâb-ı celîl-i rabbânî ki her sûresinde, her âyetinde, her cümlesinde, her kelime-i kudsiyyesinde şevkullah, muhabbetullah, azamet ve ulviyet, hikmet ve hakīkat pertevbâr oluyor. Elimize bir ağacın yapraklarından bir ufak yaprağı alalım, görüyoruz ki ortasında bir damar uzamış, sonra o damardan iki tarafa bir çok damarlar teşa’ub etmiş, onlardan da ince bir takım damarlar teşa’ub eylemiş, bunlar da durmayıb teşa’ub ediyor, bir derecedeki inceliğinden artık göz ile ve belki hurdebîn ile görülemez oluyor. Ve müşâhede ediyoruz ki Cenâb-ı Hâlık o yaprağa ka’r-ı zemînden gıdâsını cezb etmek için kuvvetler ibdâ’ buyurmuş, o gıdâ o damarlarda cereyân ediyor da takdîr-i azîz-i alîm ile onun eczâsından birer cüz’ü o yaprağın eczâsından her bir cüz’üne tevzî’ olunuyor. İnsan o yaprağın keyfiyet-i hilkatını, îcâdında ve kendisine kuvâ-yı gâziye ve nâmiyenin ibdâ’ındaki keyfiyet-i tedbîri bilmek istese âciz kalır. İnsan ufacık bir yaprağın keyfiyet-i hilkatine vukūfdan kâsır olunca o yaprağı şemse, kamere, nücûma, arza, arzdaki bihâra, cibâle, mâ’dene, nebâta, hayvâna kıyas etmeli de artık semâvât ve arzın halk u îcâdındaki acâ’ib-i hikmetullahı, serâ’ir-i azîmeyi ihâta edemeyeceğini i’tirâf ile bu mehâbet-i hilkate karşı ve takdîs ve tesbîh Zîşânını ı-Hâlık diye) سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ) bir kusûr edib de dûçâr-ı ikāb-ı ilâhî olmamak için lûtf u merhamet-i rabbâniyyeyi her dem istid’â eylemelidir. İbn-i Ömer radiyallâhu anhümâdan mervîdir ki: Hazret-i Â’işe radiyallâhu anhümâya “Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyh efendimizden gördüğün en şâyân-ı te’accüb hâlini ricâ ederim bana hikâye et” dedim. Müşârun ileyhâ bir hayli bükâ ettikden sonra dedi ki: – Onun her hâli şâyân-ı te’accübdür. Nöbetim olan bir gece yanıma gelmişdi. Firâşıma dâhil oldukdan bir müddet sonra buyurdu ki “Yâ Â’işe bu gece bana izin verir misin; Rabbime ibâdet edeyim?” Dedim ki “ Yâ Resûlâllah benim istediğim senin kurbiyetin, senin muhabbetindir, izin verdim sana.” Bunun üzerine kalkdı. Evdeki su kırbasının yanına gidib abdest aldı, suyu çok dökünmedi, sonra namaza durdu. Kur’ân okuyub ağlamağa başladı, bir derecedeki gözlerinden akan yaşlar iki böğrüne yürüdü. Sonra oturub Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar etdi. Ve yine ağlamağa başladı. Müte’âkiben ellerini kaldırdı, tekrar bükâ etmeğe başladı. Baktım, mübârek gözyaşları yine çûş etmiş, yerlere revân oluyor. Nihâyet Bilâl [212] sabah namazını haber vermeğe geldi. Ve zât-ı sa’âdetlerini ağlar görünce; “Yâ Resûlâllah! Cenâb-ı Hak senin geçmiş ve gelecek günâhlarını affetmiş iken niye ağlıyorsun?” dedi. Ol Habîb-i Hudâ buyurdu ki: “Yâ Bilâl abd-i şekûr da mı olmayayım?” Tekrar buyurdular ki “Nasıl ağlamayayım, bu gece bana ( يِفَّ نِإ sonra dedikten Bunu.” oldu nâzil âyeti) خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ “Yazık ol kimseye ki bu âyeti okudu da ne demek olduğunu tefekkür etmedi.” ve bir rivâyete göre “Yazık ol kimseye ki CİLD 1 – ADED 14 - SAYFA 213 SIRÂTIMÜSTAKĪM 201 bu âyeti iki çenesinin arasında geveledi de ne demek olduğunu mülâhaza eylemedi.” buyurdu. İmâm Ali kerremallâhu veche hazretlerinden mervîdir ki: “Zât-ı Risâlet-me’âb Efendimiz geceleyin uykudan uyandığı zaman misvak tutunur ve sonra âsumânı temâşâ ederek ( َّنِإ .durbuyurmuş.” idi okur celîlini ı-nazm) فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ Feyz-i Kur’ân bu husûsda da kulûb-ı ümmete amîk ve âlî ma’nâlar ilhâm etmişdir. Bazı ekâbir-i ulemâ şöyle diyor: teşrîh ve et’Hey) من لم يعرف الهيئة والتشريح فهو قاصر فى معرفة الله) ilimlerini bilmeyenler ma’rifetullahda nâkısdır demektir. Filhakīka ecrâm-ı semâviyyenin ahvâl ü harekâtına ve eczâ-i bedenin keyfiyet ve tertîbine ve a’zânın vezâ’if ve menâfi’ine vâkıf olmayanlar şübhesiz Hâlık te’âlâ hazretlerini bilmekde kâsırdırlar. Fuzūlī merhûm Cenâb-ı Akdese teveccüh edib şu medhiyyesiyle münâcât ediyor: Zehî zâtın nihânı ol nihândan mâ-sivâ peydâ Bihâr-ı sun’una emvâc-peydâ ka’r-ı nâ-peydâ Bülend ü pest-i âlem şâhid-i feyz ü vücûdundur Değil beyhûde olmak yoğiken arz u semâ peydâ Me’âl-i hikmetin izhâr-ı kudret kılmağa etmiş Gubâr-ı tîreden âyine-i gîtî-nümâ peydâ Demâ-dem aks alır mir’ât-ı âlem kahr ü lûtfundan Anınçün geh kedûret zâhir eyler geh safâ peydâ Gehî toprağa eyler hikmetin bin mehlikā pinhân Gehî sun’un kılar toprakdan bin mehlikâ peydâ Cihân ehline tâ esrâr-ı ilmin kalmaya mahfî Kılubdur hikmetin küffâr içinde enbiyâ peydâ Şâir-i hakâ’ik-edâ Ebu’l-Alâ el-Ma’arrî şu feryâd-ı hayret ile âmme-i nâsa hitâb eyliyor: يا ايها الناس كم لله من فلك تجرى النجوم به و الشمس والقمر “Ey nâs! Allah’ın nice âlemleri vardır ki onlarda nücûm ile şems u kamer deverân ediyor.” Sa’dī merhûm Bostan’ında azamet-i kudret-i ilâhiyyeyi bir nakş-ı rengîn ile tasvîr ediyor: شب از بهر آسايش تست وروز مه روشن و مهر كيتى فروز “Şeb u rûz, mâh-ı tâbân, âfitâb-ı âlem-tâb, bunların cümlesi ey insan senin huzûr ve râhatın içindir.” ضيا از براى تو فراش وار همى كستراند بساط بهار Ziyâ senin için bir döşeyici gibi bisât-ı bahârı döşüyor. Şems fasl-ı rebî’de rûy-ı zemîni senin için ferş-i zümrüdîn ile tefrîş ediyor.” اكرباد وبرفست وباران ومنغ وكر رعد چوكان زند برق تيغ همه كار داران وفرمان برند كه تخم در خاك مى پرورند “Gerek berf ü bârân olsun, gerek ebr ü bâd olsun, gerek bulutların tesâdümüyle gök gürlesin, gerek şimşek kılıç yalımı gibi parlasın; bunların hepsi senin hâke tevdî’ eylediğin tohumu beslemek için hâmil-i fermân-ı ilâhî olarak birer işle meşgûldür, cümlesi senin hayatın ve menâfi’-i hayâtın için birer hizmete me’mūrdur.” وكر تشنه مانى زسنختى مجوش كه سقاى ابر آبت آرد بدوش Eğer susuz kalırsak dūçâr olduğun muzâyakadan nâşî galeyâna gelme, muzdarib olma! Bulutlar sakası sana omuzuyla su getirir. Senin fevkine de su hazînelerini hâmil olan sehâblar seni ve senin tarlalarını, bostanlarını saky u irvâ eder. Sular bâ-kudret-i aliyye şems ü hevâ ile yerden cevv-i hevâya su’ûd eder, istihâle ve tasfiye olunur. Sonra bârân olarak semt-i âsumândan nüzûl eyler. Ne çarh-ı bedî’! Ne kârgâh-ı azîm! زخاك اورد رنك وبوى وطعام تماشا كه ديده ومغز وكام Cenâb-ı kâdir-i hakîm gözün ve dimâğın ve damağın mevzû’-ı haz ve safâsı olmak üzere toprakdan renk, râyiha, yiyecek husûle getirir. Hâlık te’âlâ hazretleri hâkden çeşm, dimâğ, damak halk eylediği gibi bunların mevzu’-ı haz ve safâsı olmak üzere yine hâkden renk, râyiha, yiyecek halk etmişdir. Te’emmül et: Bu ne kudret, ne ilm ü hikmet, ne tenâsüb ü tevâzün. Bak hâkden neler husûle gelmiş, ihâle-i nigâh-ı dikkat et: Bâsıra için renk, şâmme için râyiha, zâ’ika için mat’ûmât halk olunmuş. Eğer renk, râyiha, yiyecek olmasaydı gözün, dimâğın, damâğın fâ’ideleri olmazdı. Ve eğer göz, dimâğ, damak bulunmaya idi renk, râyiha, yiyecek buluna idi, (سبحان من تحير فى صنعه العقول!..).olurdu abes îcâdı bunların Bereketzâde İsmâil Hakkı [213] SAFAHÂT-I HAYATDAN MEZARLIK Bakma kabristânın ancak sâha-i medhûşuna, Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna! Kalbi hiç benzer mi bak sîmâ-yı heybet-pûşuna? Kim kapılmışsa hayâtın seyl-i cûşâ-cûşuna, Can atar, bir gün gelir, yorgun düşüp âgûşuna! Ey mezâristan, ne âlemsin, nedir mâhiyyetin! Sende pinhân en güzîn evlâdı hep cem’iyyetin; Kim demiş mâlî cesedle hufre-i mensiyyetin? Saklıdır sînende hattâ rûhu insâniyyetin... Sende âfildir ziyâ-yı çeşmi her bir milletin. 202 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 14 - SAYFA 214 Şanlı bir târîhsin: Mâzî-i millet sendedir. Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir; Devr-i istîlâ durur yâdında, devlet sendedir! Çünkü hürriyyet, hamâset sende, gayret sendedir, Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir! Ey ademle varlığın ser-haddi, iklîm-i salâh! Başlarında sermedî bir sâye, bir müşfik cenâh Olmasan bî-vâyeler nerden bulurlar inşirâh? Zıll-i memdûdunda var âsûde bir reng-i felâh. Leyl-i dûrâ-dûruna olsun fedâ yüz bin sabâh. Tıynetin, toprak değil, pek başka bir ma’den senin. Âh bilmezler ki üstünden geçerlerken senin, Bin dimâğın lübbüdür her zerre hâkinden senin. Öyle feyyâz, ey zemîn-i ma’rifet, mâyen senin: Sâye-gâhından çıkarken rûh olur her ten senin. Ey mezâristan, nihan ka’rında yüz binlerce mâh, Fışkıran hâk-i remîminden bütün nûr-i nigâh! Nâzeninler yâl ü bâlinden nişan her bir kiyâh... Serviler Mevlâ’ya yükselmiş birer memdûd âh, Hufreler Mevlâ’dan inmiş en emin bir hâb-gâh. Ey şebistân, ey adem, ey perde perde kibriyâ, Sendedir ümmîdler: Senden doğar fecr-i bekā. Her hacer-pâren okur bin şi’r-i lâhûtî-edâ; Her neşîden rûhu eyler sermediyyet-âşinâ. Benden ey hâk-i semâvî bin selâm olsun sana. * * * Sıkınca rûhumu gâhî metâlibiyle hayât, Olur yegâne mesîrem mahalle-i emvât. Muhît-i velvele-dârında zindegânînin, Ferâğ-ı dâimi yoktur hayât-ı sânînin. Ne levs-i hırs ü mezellet zemîn-i pâkinde, Ne hây ü hûy-i maîşet harîm-i hâkinde, Bu kâinât-ı huzûrun fezâ-yı sâmitini Görünce, ömr-i perîşânımın merâretini, Velev bir ân için olsun atıp hayâlimden, Uzaklaşır giderim mâsivâya artık ben. Şu mâsivâ denilen kayd-ı ukde ber-ukde Kırılmadan olamaz rûh bir dem âsûde. Fakat kırılmak için böyle bir zemîn ister... Zemîn değil yalınız, kalb-i âhenîn ister! * * * Geçen sabâh idi Eyyûb’a doğru çıkmıştım. Aşıp da sûrunu şehrin atınca birkaç adım, Ufuk değişti, önümden çekildi eski cihan; Göründü karşıda füshat-serâ-yı kabristan. Fakat o bir koca deryâ-yı sermediyyet idi, Ki her haziyre-i sengîni mevc-i müncemidi! Kenarda durmayarak girdim en derin yerine, Oturdum arkamı verdim de taşların birine. Ridâ-yı samte bürünmüş bütün yesâr ü yemîn, Huzûr içinde ağaçlar, sükûn içinde zemîn. Bütün o yükselen emvâc, o bî-nihâye deniz, Derin bir uykuya dalmıştı, her taraf sessiz. Yavaş yavaş açılıp perde-i likā-yı muhit; Harîm-i rûhumu doldurdu kibriyâ-yı muhit. * * * Fakat bu beste-i lâhût nerden aksediyor, Ki “Ellezî halâka’l-mevte ve’l-hayâte...” diyor? Nedir samîm-i sükûnette böyle bir feryâd? Neşîde Hâlik’ın, ammâ kim eyliyor inşâd? Zaman zamân ederek yükselen terâne hurûş, Enîne başladı nâgâh kâinât-ı hamûş! O serviler müteheyyic cemâ’at-i kübrâ Kesildi... Her birisinden duyuldu aynı sadâ. Mekābir inledi, taşlar birer lisân oldu; Kitâbeler de o taşlarla hem-zebân oldu. * * * [214] Görünce zinde bütün mahşer-i heyûlâyı, Mezâra rûh veren nefh-i pâk-i Mevlâ’yı, Hayâle daldım; o füshat-serâ-yı dûrâ-dûr Göründü dîde-i medhûşa bir cihân-ı nüşûr! Kefen be-dûş-i bekā bî-nihâye ecsâdın, O, dehri hîçe sayan, kârbân-ı ecdâdın Akın akın geçerek pîşgâh-ı izzette, – Recâ ve havf arasında zemîn-i hayrette – Kıyâm-ı aczini seyreyledim... Ne dehşetmiş Sücûd-i hilkati görmek huzûr-i kudrette! * * * Bu herc ü merc-i kıyâmet-nümûna hâkim olan Hatîb-i âlem-i ulvî nihâyet oldu iyan: Gözüm, uzaktaki bir medfenin ayak ucuna Çöküp ziyâret eden, bir çocukla bir kadına İlişti. Sonra biraz yaklaşınca, iyiden iyi Tezâhür eyledi: Baktım, çocuk “Tebâreke”yi Kemâl-i vecd ile ezber tilâvet eylemede; Yanında annesi gözyaşlarıyle dinlemede. Zemîne ra’şe verirken neşâid-i melekût, Ne manzaraydı İlâhî o makber-i mebhût? Çocuk hayâta, o makber de mevte bir levha. Tezâd-ı kudreti gör: Bak şu levh-i zî-rûha! * * * Biraz geçince o sesler bütün hamûş oldu, Deminki mahşer-i pür-cûş sâye-pûş oldu. Çocuk kadınla beraber çekildi âlemine, Gömüldü gitti mezarlık sükûn-i dâimine. Mehmed Âkif OSMANLI BAYRAĞINA 1 Temevvüc eyliyorken bir zamanlar fark-ı milletde! Dönüb bir na’ş-ı hûn-âlûda kaldın hâk-ı zilletde. Vatan meyyit, cihan makber, kefendin sen hakīkatde! Gelirken dehre yükselmiş idin dest-i meşiyyette, Yed-i iblîse geçdin son deminde, ân-ı rıhletde! CİLD 1 – ADED 14 - SAYFA 215 SIRÂTIMÜSTAKĪM 203 2 Hilâlin ra’da, necmin berka benzerken semâlarda; Sönükdün pek esâfil elleriyle i’tilâlarda. Gurūb-i âline mülkün misâl oldun fezâlarda. Bir al kanlı hayâletdin şeb-i makber-nümâlarda, Misâl-i fecr-i kâzibdin sabâh-ı incilâlarda! 3 Ümîd artık hayât-ı mülke dönmüşdü azalmışdı ; Serîr-i saltanat tâbût-ı devlet şekli almışdı; Mezâlim âteşi âfâkdan âfâka salmışdı. Serâpâ âsumân feryâd-ı mazlûmîne kalmışdı, Zemîn ahrâra makber olmadan artık bunalmışdı. 4 Seni biz tâk-ı devletde görüb bir başka heybetle, Muallaksın, sanırdık dest-i istiklâl-i milletle. Siyâset töhmetiyle hâlbuki sen salb edilmişdin! Cerîhandan akan kanlarla hep mevkūf-ı nâlişdin.. Şehîd-i zulm idin kan ağlayan çehrenle… ölmüşdün, Ölürken milleti lâ-kayd görmüştün de gülmüşdün! Vatan zumet-serâ, meş’al-cüdâ, al kanlı türbendi; Hilâlin, kevkebin gökten inen nakş-ı kitâbendi! Ufuklar âsumân-peyvest olan seng-i mezârındı; Bulutlar yükselib gitmiş revân-ı zâr zârındı. Bize manzûr olan hûnîn hayâlindi… Hakīkatde Cenâzendi gezen hep dûş-ı cûşâ cûş-ı hürmetde! 5 Bu gün lâkin dirildin, bir hayât-ı bî-zevâlin var. Bekā meftûn-ı hüsnündür, bekā-âşub hâlin var. Mekābirden derin, ervâhdan yüksek me’âlin var; Gurûb-âzâde necmin var, hüsûf etmez hilâlin var; Tabî’atden, o kānûndan büyük kānûn-ı adlin var. Midhad Cemâl İLM-İ HİKMET Bu sene yeni proğramlar mūcebince asl-ı felsefe okuyacağız. Felsefeden bed’ edeceğiz. Felsefe kelimesi Yunânî bir ta’bîrdir. Yalnız Arablar lisânlarına tamâmıyla tasarruf ettiklerinden Yunâniler’den aldıkları gibi bırakmamışlar, kendi kalıblarına tatbîk ederek âdetâ arablaştırmışlardır. Fransızlar, bizim felsefe ve hikmet kelimelerine mukâbil olmak üzere yine aynı asıldan olan “Philosophie” kelimesini isti’mâl ederler. Bu ilim ile iştigâl eden daha doğrusu bu ilme, ihtisâs kesb eyleyen kimselere de “filozof” ıtlâk edilir ki bu ismin hâiz olduğu ma’nâ-yı mürekkebe nazaran muhibb-i hikmet demekdir. Filozof ta’bîrinden mukaddem hükemâya “sage” deniyordu ki, ne kadar mütefâhirâne bir ta’bîr olduğu âşikârdır. Zîrâ “sage” demek zihnini, kuvve-i müfekkiresini dâima hakāyık-ı eşyâyı idrâke hasr eden ve yalnız ma’kulât dâiresinde hareket eyleyen demekdir. Hakāyık-ı eşyâ ta’bîrinde ise hem âlem-i [215] tabî’atde ve fıtratda mevcûd olan hikemiyât, hem de insanın kendisinde tecellî eyleyen hâdisât-ı nefsâniyyenin hikmetleri dâhildir. Âlemde, ma’nâ-yı kâ’inatda mündemic bu kadar hakāyıkı tetebbu’ etmekdeki istihâleden kat’-ı nazar, böyle hârikulâde, sahâ’if-i mevcūdâtda mestûr bunca meâ’nî-i veleh-efzâyı idrâk eylemiş bir kimse tasavvur dahi olunsa “sage” ta’bîrinin kendi hakkında isti’- mâlini çok görecektir. Bunun için hükemâ-yı Yunâniyye’- den Sokrat, “sage” ta’birine bedel “muhibb-i hikmet” mefhûmunu veren “filosofus” lügatinin kabûlünde ihrâz-ı tekaddüm etmişdir. Bu mukaddemâtdan sonra “hikmet” kelimesinin menşe’i ve iştikâkını ve bu kelimenin müterâdifi addedilen bazı elfâz arasındaki münâsebet-i ma’nâ’iyyeyi tahkīk edelim: Evvelce dahi söylediğim gibi hikmetin esâsen ma’nâsı illet, sebebdir. Âlemde bir şeyi anlamak için sebebi bilmeli, müşâhede ettiğimiz bir hâdisenin künh-i ma’nâsına zaferyâb olmak için onu sebebe rabt etmelidir. Varlığın, vakāyi’-i kevniyyenin esbâbını bulur, zihnen dahi idrâk ederseniz hikmeti elde etmiş olursunuz. Bir kelimenin menşe’i ve iştikâkı aranırken lafz u ma’- nâsı beynindeki münâsebet ve alâka gözetilmelidir: “Hikmet” kelimesinin felsefe-i lügaviyyede aslı “hakm” olması pek karîbdir. “Hakm”in lügat ma’nâsı: Atın zabtı için kullanılan dizginin nihâyet bulduğu demir, yâni Türkçe’de “gem” ta’bîr edilen bir âletdir. Erbâb-ı hikmet hakāyık-ı eşyâyı buldukdan sonra kendilerini o ahkâma bağlar, ilm-i ahlâkda da en büyük fazîlet kânûn-ı ahlâka yani sırf aklî olan kanûn-ı hikmete bağlanmakdır. Zâten insan hürriyet-i tabî’iyyesinden tamâmen ve hod-serâne bir sûretde istifâde edemez. Kendi hürriyetini mutlaka bir yere ma’kūl bir sûretde bağlamalıdır. İnsanı tarîk-i müstakīmden inhirâfa sevk eden bir takım sevâ’ik vardır. Şehrâh-ı hak u adâletde ilerliyorken sevâ’ik ve devâ’î dediğimiz şehevât, ihtirâsât insana mâni’ olur. İşte atın âlet-i zabtı olan gem nasıl atı serbâzâne hareketden men’ ediyorsa ihtirâsâta doğru atılan insanı da hikmet öylece ma’kūlâne harekete mecbûr etmeğe uğraşıyor. Yani atda gem ne ise insanda, insâniyet-i mütemeddinede dahi hikmet odur. Bu iki âlet-i zabtın vazîfesi aynı dâire ile mahsûrdur. Bu nokta-i nazardan aralarındaki münâsebet pek âşikârdır. Bu hükmü te’yîd edecek bir takım kelime daha vardır: Meselâ insanın bütün ma’ârif-i hakīkiyyesi, efâ’l u harekâtı bizim zihnimizde müsellem olan hakāyık-ı külliyyeye gelir, orada mün’akid olur. Bir hâdise ki kavânîn-i külliyye-i ezeliyyeye rabt edilir, o hikmetdir. Rabt olunan yer ise akıldır. Bir elmanın sukūtunu anlamak için evvelâ sukūt kavânînine, sâniyen câzibeye, en nihâyet “her bir hâdisenin bir sebebi vardır” kānûn-ı külliyesine bağlamak lâzımdır. Bu haysiyetle demek oluyor ki, hikmet ile akıl arasında pek sıkı bir mukârenet var. Bu iki kelime arasında yalnız hikmeten müsellem bir münâsebet yok, menşe’leri i’tibâriyle dahi pek âşikâr bir münâsebet meşhūd. Zîrâ “hikmet” kelimesinin aslen me’haz-ı iştikâkı “gem” ma’nâsını müfîd olan “hakm” olduğu gibi, “akıl”ın lügaten ma’nâsı, daha doğrusu esâs-ı iştikâkı “köstek” mefhûmunu veren “ukle”- dir. Hikmetin mürâdifi addedilen akıl arasında bu münâsebetle dahi şâyân-ı nazar bir mukârenet var. Mantık kelimesi dahi aynı alâkayı arz eder. Zîrâ mantıken bir hakīkat elde etmek için bazı ahkâma ri’âyet etmeğe mecbūruz. Meselâ ayniyet ve tenâkuz kānûnları ihmâl edilerek düşünülürse isâbet edilemeyeceği bir emr-i muhak- 204 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 14 - SAYFA 216 kakdır. Bu iki kānûn hâricinde kat’an isâbet yokdur. Kezâlik hissiyâtımıza tevfîk-i hareket edersek dahi düşünemeyiz, hedefe vüsûl mümkün olmaz. Zîrâ hikmet-i i’tikâd sırf aklî olmalıdır. Bunun için ise mantıka bağlanmakdan başka çâre yoktur. İşte görülüyor ki akıl, mantık, hikmet kelimeleri ma’nen mürâdif şeylerdir. Her birinin nokta-i nazarı fikrin hareketini bir kānûna rabt etmekdir. Bu kelimeler arasında kezâlik menşe’ i’tîbârıyle dahi küllî bir mütâbakat nazara çarpar. Zîrâ “mantık” kelimesi dahi Arabca’da “kemer, kuşak” ma’- nâsına gelen “nitâk” kelimesinden müştakdır. Bu gibi ma’nevî isimler –elsine-i mevcûdenin tedkīkâtı ile tahakkuk edeceği üzere– zâten ale’l-ekser maddî kelimelerden doğmuşdur. İnsanlarda ilk peşin te’sîrâtını gösteren ihsâsât olduğu için âlem-i tabî’atdeki maddî isimlerin vaz’ı tekaddüm etmişdir. Bilâhare maddî bir şeye verilen o isim tevsî’-i dâire ederek temsîl ü teşbîh tarîkıyle ma’neviyâta dahi alem olmuşdur. Zîrâ her şeye, her hâdiseye, her mevcûda bir isim verilmek mümkün değildir. Hakīkaten tedkīk edilsin: En evvel verilen isimler mutlaka nazara çarpan vâkı’ât-ı cismâniyâta te’allük eder, sonra ma’neviyâta teşmîl edilir. Bundan başka tarîk yokdur. Meselâ adâlet kelimesi: Terâzînin her iki kefesinin mütevâzin olması demekdir. Bundan bilâhare hukūka te’allük etmişdir. Şu kānûn-ı tesmiyede bize isbât eder ki şu faraziyemiz, yani hikmetin “hakm”dan müştâk olması keyfiyeti doğrudur. Şimdi ilm-i hikmet: İllet-i müdrikedir. Hakîm dahi hakāyık-ı eşyâ ve harekât-ı insâniyyedeki hikmeti arayanlar, ma’kūlâtı da idrâk edenler demekdir. Fakat tabî’î hükemânın da idrâk ettiği hakāyık nâkısdır. Bunun için buldukları hikmetler dahi eksik kalır. Asıl hakîm Allah’dır. Hâdisât u vâkı’ât-ı tabî’iyye ve ef’âl-i insâniyye hep li-hikmetindir. Hakīkat-i idrâk ile müdrik Cenâb-ı Hak’dır, O’na Hakîm-i Mutlak denir. Hikmet, insanın ef’âlini aklın tecelliyâtını bağlıyor. Bu haysiyetle hikmetin diğer bir ma’nâsı da nübüvvetdir. Zîrâ peygamberler dahi insanların harekâtını rabt edecek bir takım kavânîn beyân etmişdir. Hikmetin ma’nâsını böylece tahsîs ettikden sonra hikmet nedir? Anlayalım. Hikmet –evvelce söylediğimiz gibi– İllet-i ma’kūle ve müdrikedir, [216] yani idrâk edilen şeylerin esbâb ve ilminden bahsedendir. İlletlerin bir kısmı vardır ki esbâb ile müsebbibât beynindeki münâsebât âşikâr olduğundan müşâhede edilir. Fakat zannedilmesin ki biz esbâb ile müsebbibâtı görmekle aralarındâki nisbet-i alâkayı dahi görebiliriz? Meselâ su kaynıyor. Niçin? Zîrâ yüz derece-i harâreti hâiz. Bakınız! Burada gerek sebeb gerek müsebbib müşâhede ediliyor. Kezâlik yüz derece-i harâretin mukaddem olduğu keyfiyet dahi anlaşılıyor. Fakat aralarındaki nisbet görülmez. Bu alâkayı gözlerimiz göstermez. Yalnız aklın yaptığı tecârib gösterir. Bazen de iki hâdisenin arası açık bulunur. İkinci hâdisenin sebebi birincisi midir anlaşılmaz. Bunu da tecârüb-i akliyye gösterir. Bazı esbâb da vardır ki bunun bir halkasını görürüz. Sebebi müşâhede edemeyiz. Havâssımızla göremeyiz yani bizim için eser var. Fakat mü’essir yok. Evvelce –yani birincide– yalnız nisbeti yani sûret-i te’sîri göremeyiz. Şimdi ben elimi kaldırıyorum, işte bir hâdise burada başka ne görüyorum? İrtiyâd mı biliyorum. Fakat nasıl olur da irtiyâd eder etmez, kolumu kaldırıyorum: Evet fen diyor ki a’sâb harekete gelir. A’sâb da dimâğa te’sîr eder. Oradan emri alır. Fakat dimâğ neye te’sîr ediyor, o, emri nereden alıyor? İşte efendiler! Bunu fizyolojinin en dakīk tetkīkātı da halledemez. Eseri görür de mü’essir müşahede edilemezse istidlâl ederiz, böylelikle müessiri aklen bir dereceye kadar kestirebiliriz. Bunun aksi de vâki’dir, yani mü’essiri görüp eserin nihân olması da mümkündür. Meselâ kalemi eline almış bir muharrir görürseniz yazı yazacağına derhal hüküm edersiniz. İşte yine istidlâl ederiz. Hâdisât hep birbirini ta’kīb eder, birine nazaran sebeb olan daha evvelkine nazaran müsebbeb olur. Eser, mü’essir, eser, müessir… Böylece ta’kīb edilirse bir yerde kalmak muhakkakdır. Akıl onun vücûduna hükmeder, fakat kalır, ve der ki bu mü’essirdir. Bundan sonra mü’essir yokdur. İşte böyle olan esbâba “ilel-i ûlâ” veyâ “mebâdî-i ûlâ” derler. Aşağıya ininiz: Eser, müessir, eser... Bir esere tesâdüf ederseniz ki mü’essir olamaz. Buna da “illet-i gâ’iye” denir. İşte bir tarafdan ilel-i ûlâ diğer tarafdan illet-i gâ’iye. Bütün varlık, cem’-i mevcûdât bu iki illet arasında kalmışdır. Bir çok esbâb var. Fakat ilm-i hikmet yalnız ilel-i ûlâ veyâ mebâdî’-i ûlâdan ve illet-i gâ’iyeden bahseder. Ara yerden isti’âne eder, fakat bahsetmez. Orası ulûm-ı tabî’iyyenin mahall-i iştigâlidir. Bize nazaran âlemde iki türlü hâdisat mümkünü’lhusûldür: Yâ nizâm hâricî hâdisâtı veyâ nüfūs-ı dâhiliyyede cereyân eden vâkı’a ki biz bunu ancak basar-ı basîretimizle görebiliriz. Demek oluyor ki hâdisât ve vakāyi’in bir kısmı âfâkī diğer kısmı da enfüsîdir. Enfüse gidersek hissiyât, me’ânî, irtiyâd… vesâireyi buluruz. Âfâk nazar-ı i’tibâr alınırsa mevcûdâtda vâki’ olanların usûlünden bahsettiğini görürüz. Demek oluyor ki felsefe bu noktadan ikiye ayrılıyor. (Hâlbuki umûmi bir nazarla bakılacak olursa bu ikide vahdet var.) İlm-i hikmetin ale’l-umûm varlığın usûlünden bahseden kısmına Yunanlılar “Metafizik – Métaphysique” ta’bîr etmişlerdir. Biz buna “ilm-i mâverâ-yı cism” “ilm-i mâverâü’t-tabî’a” deriz. “ilm-i a’lâ” da deniyor. İlm-i a’lâda tecrübe yokdur. Çünkü tecrübe için ihsâs lâzımdır. Metafizik ise mebâdî-i ûlâdan bahseder. Hâlbuki mebâdî-i ûlâ tecrübe ile bilinmez. Vaktiyle dâima akıl tarîki ile hall-i mes’eleye ikdâm edildiğinden metafizik devre-i kable’t-târîhiyyeden tâ onsekizinci asra kadar i’tibârda kalmışdır. Ve bu zaman zarfında çok güzel eserler kaleme alınmışdır. Fakat tecrübe tarîkinin ilerlemesi netîcesi olarak Aristo’nun mantıkı nazar-ı i’tibârdan sukūt etmeğe başlayınca bu da yavaş yavaş mevki’-i mümtâzını terk etmeğe yüz tutmuşdur. Kudemâ sırf akıl tarîki ile hareket ediyordu. Hâlbuki her hâdise akıl ile kābil-i tefsîr CİLD 1 – ADED 14 - SAYFA 217 SIRÂTIMÜSTAKĪM 205 değildir. Meselâ yağmur nasıl yağıyor? Bunu akıl ile bulmak mümkün mü? Kezâ elektrik nedir? Bunun hakīkatini hattâ mevcūdiyetini bize akıl nasıl te’mîn eder? Hakīkat, tecrübe sâyesinde, bir çok ulûm şâyân-ı hayret bir sûretde terakkī ve inkişâf eylemişdir. Meselâ ulûm-ı tabî’iyyenin terakkīsine sebeb sırf tecrübe tarîkinin tatbîkidir. Bu feyizli tarîki görenler dediler ki: “Ulûm-ı sahîha sırf tecrübe mahsūlü olan ulûmdur. Bir şeyi bilmek mutlakā tecrübe etmeğe mütevakkıftır. Bir şey ki tecrübe edilmez. Onu bilmek mümkün değildir. Nahv-i tecrübînin tatbîk edilemediği ma’lūmât evhâmdır.” Fakat bu sözleriyle ifrâtdan, tefrîte düşdüler. Zâten insan böyledir: Hâl-i hâzır-ı ictimâ’îmizde dahi böyle bir devre içerisinde değil miyiz? Bunun için nahv-i tecrübîden başka tarîk yokdur diyenler tamâmen isâbet edemediler. Zîrâ akıl ile ulûm-ı tabî’iyyenin ilerleyemediği gibi nahv-i tecrübî ile dahi metafizik terakkī edemez. Her şeyi nahv-i tecrübî ile hall ü îzâh etmek fikrini evvelâ Fransa’da “Auguste Comte” tedvîr etti. Bu felsefeye felsefe-i hakīkiyye ve müsbete “Philosophie positive” dendi. Auguste Comte’un nazariyesinde cemî’ ulûm-ı müsbeteyi yek diğerine rabt ile bir cihet-i müşterekede cem’ eden şeye “felsefe” ıtlâk olunur. Hâlbuki bu ilimdir, felsefe değildir. Bu ta’rife nazaran kitâb-ı kâ’inâtın orta sahîfeleri mütâla’a olunub icmâl edilirse felsefe oluyor. Lâkin bu felsefenin birinci sahîfesi ile sonuncu sahîfesi yokdur. Zîrâ gerek baş tarafda hâiz-i mevkī’ gerek son tarafda mevcûd ne kadar hakāyık vardır ki göz ile görülmez. Bu felsefeyi müte’âkib “Herbert Spencer”in hikmeti çıktı. Hakīkat aranırsa: Bir şeyin vücûdunu bilmek başka, mâhiyetini [217] keşfetmek yine başkadır. Meselâ şu tebeşirin keyfiyet-i cismâniyyesi, eczâsını, havâs-ı kimyeviyye ve hikemiyyesini biliriz. Bunları tecrübe ile biliyoruz. Rengini gözümüzle, tu’mını zâ’ikamızla… anlayabiliriz. Kezâlik bir ma’- nâyı. Meselâ “öç almak” hissini nasıl biliriz? Tabî’î vicdânımızda tahakkuk ettirir, vicdân önünde durdurur, tetebbu’ ederiz. Düşünür, tahlîl ve tetkīk ederiz. Kezâ ma’nâ-yı fazîlet nedir? Yine bu tarîk-i tecrübî ile biliriz. Fakat bazı şeyler var ki tecrübe kābil olmaz. Tecrübe edememekle berâber vücûdunu tasdîkde muzdar kalırız. Zâten ilim iki türlü tecellî eder: Meselâ bir “ben varım” hükmünü vermek var, bir de “var olan ben neyim” demek var. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Descartes bütün müstahzarât-ı zihniyyesini inkâr ederek “ben varım” dedi. Böylece kendi varlığından bütün mevcûdât-ı kâ’inâtı isbâta çalıştı. Bir şeyin evvelâ var olduğu, sonra da ne olduğu bilinmek lâzımdır. Her var olanın mâhiyeti nahv-i tecrübî ile idrâk edilemez. Auguste Comte’un kabûl ettiği tarîki ilmî cihetten kabûl ederiz. Fakat felsefe-i ūlâ için istidlâl şartdır. Buna nahv-i tecrübî tatbîk edilemez. Edildiği takdirde terakkīsi te’mîn edilemez. Mâhiyet-i eşyâyı bilmek gâyet mühim bir mes’eledir. Mevcûdiyeti aynen görüyorken mâhiyeti idrâkden pek uzak bulunuruz. Meselâ bu tebeşir parçası hakkında ilim ne gösterir? Salâbet + beyaz renk + … değil mi? Hâlbuki tebeşir bu keyfiyyâtın hey’ât-ı mecmû’ası mıdır? Bu keyfiyât yekûnunun bir sâhib ve zâtı yok mu? Auguste Comte’un felsefesi asl-ı eşyâda pek âciz kalır, daha doğrusu eşyânın sâhib ve zâtını bu felsefe gösteremez. Hâlbuki bu keyfiyâtın tahtında mündemic asıl bir zât, bir madde, bir heyûlâ vardır. Hem bu zâtı kabûl etmek zarûridir. Zîrâ tebeşir keyfiyâtını birer birer nez’ edersek tebeşir mahv mı olacak? Böyle olacaksa âlem sırf evhâmdan ibâret kalmaz mı ? İşte görülüyor ki felsefe-i müsbete nâkısdır. Aklın mâhiyet-i teşekkülünde usûl-i kâ’inâtı arayıb idrâk etmek mündericdir. Ve ilm-i hikmetin bu birinci kısmını teşkîl eder: Hikmet-i a’lâ. Felsefenin ikinci kısmının mevzû’unu da nüfûs teşkîl eder. Nüfûs da varlığı i’tibârıyle metafizik mevzû’una dâhildir. Fakat nefsi, tecelliyât-ı nefsâniyyeyi kendine mevzû’ ittihâz etmiş diğer bir şūbe-i felsefe daha var: Biz his, fikir, irtiyâd ederiz, meyelânâtımız, bir takım me’ânîmiz, bir takım ihsâsâtımız var. Bunlar nereden gelmiş, nasıl cereyân ediyor? Bu âlemde tecellî eden hâdisâtın kavânîni nedir? Ya’nî bu mevcūdâtın ileli neden ibâretdir? Bunları mevzû’ edinmişdir. Buna da ilm-i ahvâl-i nefs ıtlâk ederiz. Yunânîler “Psikoloji” derler. Bundan başka bir kısım daha ayırmak lâzım gelir: Zîrâ biz yalnız mürîd, hassâs, âkil değiliz, fa’âliyetimiz dahi var. Yani biz fâ’iller de, bittabi’ bu efâ’limizin dahi hikmeti olmak îcâb eder. Hem burada mes’ele değişiyor. Çünkü şimdiye kadar gerek âfâkda, gerek enfüsde hep olandan bahsediyorduk. Burada ise olacakdan daha doğrusu olması lâzım gelenden bahsedeceğiz. Evvelkilerde âsâr ve hâdisât evvel, mü’essir sonra idrâk ediliyorken, burada mü’essir mukaddem, hâdisât mu’ahhar. Yani bu kısımda illet-i gâ’iyeden bahsedilecek. Bu kısma da ilm-i ahlâk tesmiye edilir. Bir de biz, “havâ soğukdur”, “balina zâtü’s’sedâyâdandır”, “şu şöyledir” gibi bir takım hükümler veriyoruz. Yani ahkâm-ı akliyye yapıyoruz. Hem bu hükümlerde papağan gibi hareket etmiyoruz. Bu hükümlerimizde kalbimiz de berâberdir, i’tikâdımız da mevcūddur. İşte biz bu hükümleri nasıl veriyoruz? İllet-i i’timâd u i’tikâdımız nedir? Bunları da bilmeliyiz. Zîrâ hikmet-i i’tikâdı bilmez, kalbin verilen hükme karşı olan irtibâtâtına îsâl-i nazar eylemezsek ne kadar mu’- tekidâtımız varsa hepsi boşdur, çürükdür. Bu hikmetlerden bahseden bir kısım felsefe kabûl edilmişdir ki buna da “ilm-i mantık” deniyor. Âlemde cisim ile rûh, ma’neviyât ile cismiyât ayrı ayrı şeyler değildir. Bunlar hilkatde birleştiği gibi âsâr-ı beşeriyyede dahi birleşir. Bir yaprak nazar-ı âvâmda belki yalnız bir cisimdir. Lâkin ulemâ nazarında o nâçiz yaprak tahtında ne ma’nâ, ne rûh, ne hikmet mürdemicdir. Kezâ bir nazar-ı âlim âdî bir taşda ne büyük bir hikmet görür. Kâ’inâtın her cüz’ünde cisim ile ma’nâ birleşmişdir. Bizim yüzümüzde, vücûdumuzda rûhumuz tecellî eder. Derûnî olan mütâla’âtımız yüzümüze akseder. Hem o mütâla’ât bir nazar-ı nâfize hafî kalmaz. Demek oluyor ki kâ’inâtda bir zarf, bir de mazrûf var. Kezâ bir ma’nâ var, bir de onu teblîğ etmek var. İdrâk ettiğimiz bir hissi, bir ma’nâyı ya mûsikī sûretinde savt ile ya mi’mârî nakkâşlık tarzında şekil ile veya resim şeklinde renk ile veya hem sûret, hem de şekil sûretinde kelimelerle teblîğ ederiz. Buna da san’at nâmı verilir. Ma’neviyât ile cismâniyyâtı ihtivâ eden bunların tarz-ı mutâbakatından, hüsnünden ve şerâ’it-i hüsnünden bah- 206 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 14 - SAYFA 218 seyleyen şu’be-i felsefeye dahi hikmet-i bedâyi’, estetik ta’- bîr olunur. 1 Teşrînisânî 324 Emrullah
 MUBÂHESÂT: HUTBELERE DÂİR Filibe’den vârid olan bir mektubda, hürriyetin bahşettiği serbestî-i efkâr ve lisândan mütevellid inşirâh-ı ümmetin tasvîrinden, risâlemize karşı ibzâl-i teveccühâttan sonra, “hutbeler” hakkında aynen şu sûretle beyân-ı mütâla’a olunuyor: “Biz asrımız hutebâsı, hutbeleri yine ellerimizde mevcûd olan hutbe mecmû’aları delâletiyle yalnız müslimîni ibâdâta müşevvik olduğunu görmekde ve dâima ahâlî-i İslâma bu sûretle telkînâtda bulunmakdayız. Filhakīka ahâlîmizi ibâdât u tâ’âta teşvîk en büyük vazîfemiz ise de acaba hutbelerin menâfi’-i dünyeviyyemize, tehzîb-i ahlâkımıza, hey’et-i ictimâ’iyyemize, mesâ’il-i siyâsiyyemize de [218] hizmeti olamaz mı; diye durub düşünürken Sırâtımüstakīm’in altıncı ve onuncu nüshalarında hutbelere dâir iki makāle manzûr-ı çeşm-i dikkatim oldu. Zihnimi gıcıklayan bazı suâ’llerim zâ’il olmuş ise de bazıları henüz zâ’il olmadı. Sırâtımüstakīm’in onuncu nüshasında Halim Sâbit Efendi; Evâil-i İslâm’da hatîbler, o büyük müslümanlar hutbeleriyle ehl-i îmânı i’lâ-yı kelimetullah yolunda gayrete, millet ve vatan uğrunda himmete, hukūku himâye ve ahkâm-ı şer’iyyeyi muhâfaza emrinde hamiyet ve ictihâda da’- vet ederler ve hutbeler vâsıtasıyla pek çok vukū’ât-ı siyâsiyye vücūda getirirlerdi. Hattâ asr-ı risâletde Fahr-i Kâinât Efendimizin kırâ’et buyurduğu hutbeler o zamanlarda tehaddüs eden vukū’ât-ı mühimme hakkında ta’lîmât-ı nebeviyyeyi tazammun etmekte idi.” Buyuruyor ki bu sözler hutbelerin cihet-i dünyaya te’allük eder mesâ’il-i ictimâ’iyye ve umūr-ı mühimme-i siyâsiyyemizin de hâdim-i mukaddesi olduğunu ve böyle bizim gibi on iki ay için mahdūd hutbeler okunmayıb belki hâl ve mevki’e ve ihtiyâc-ı zamana göre hutbeler okunabileceğini göstermektedir. İşte zihnimi gıcıklayan mesâ’ilden birisi bu idi. Matbû’âtın serbest olduğu şu zamanda niçin ehlinden güzel şeyler istemeyelim, ne için hatırımıza gelen şeyleri sormayalım, öğrenmeyelim?.. Hutbeler yine Arabca olduğuna göre, ne olur her hafta okuyacağımız hutbeleri her neye müte’allik olursa olsun zamanımız ulemâsı tertîb ve akībinde tercüme eyleyib Sırâtımüstakīm veyâhûd başka bir vâsıta ile neşr ü i’lân eyleseler, acaba ittihâd ve ittifâkımız min-cihetin te’mîn edilmiş olmaz mı? Evet, ahâlî üzerinde pek büyük hüsn-i te’sîr bırakır. Ben öyle zannediyorum ki bugün hatîblerimizin yüzde sekseni okuduğu hutbelerin ma’nâlarını bilmiyor. Ve bir hatîb okuduğu hutbenin ma’nâsını bilmezse kıldırdığı Cum’a namazında iştibâh vardır, deniyor. İşte en mühim olan bu cihet de bir kere te’mîn edilmiş olur. Ahâlî Arabca anlamadıkları halde nasıl hüsn-i te’sîr hâsıl edeceği bahsine gelince: Evvelâ: Az çok mekteb, medrese görmüş kimseler bir takım me’nûs kelimelerle, sehlü’l-fehm ibârelerle tertîb olunmuş hutbeleri pek kolay anlarlar ve nasâyihin neden ibâret olduğunu kendileri anladıkları gibi anlamayanlara da tefhîme çalışırlar. Sâniyen: Bi’l cümle ahâlî böyle ma’bedlerde kıra’at olunan ve ihtiyâc-ı zamana âid bulunan hutbelerin sâhâ-i intişâra vaz’ını ve her hatîbin bugün mezkūr hutbeyi kıra’etini işitince kendisinde bir hiss-i tefehhüm uyanır. Uyanır da dinleyeceği hutbeye karşı bîgâne kalmayıb bu haftanın hutbesinde ahâlîye ne gibi nesâyih var diye anlayanlardan sorub öğrenmeğe âdetâ kendisine vazîfe edinir. Ahâlîdeki bu hissi, geçen hafta îrâd ettiğim hürriyet hutbesinde bizzât müşâhede ettim. İşte bu sûretle zamânın ihtiyâcı ve her mes’elenin ahâlîce işitilib anlaşılması ve o mes’ele üzerine efkâr-ı umûmiyyenin ne merkezde olduğu ve’l-hâsıl cemiyet-i İslâmiyyenin zamana göre müttehidü’r-re’y bulunması hutbelerin ber-vech-i meşrûh tertîb ü tanzîmiyle en güzel sûretde husûl-pezîr olacağı muhakkakdır. Hulūs-i niyyetime bağışlansın, daha bir şey soracağım: Acaba Cum’a namazında okunması ve dinlenmesi farz olan hutbe, elfâzı i’tibârıyle mi, yoksa ma’nâsı i’tibârıyle mi farz kılınmış? Her hâlde elfâzı i’tibârıyle olmayacak. Çünkü hutbelerimizde Kur’ân-ı Kerîm’den, ehâdîs-i nebeviyyeden mâ’adâsı şunun bunun sözleri olduğundan elfâzında kudsiyet yok ki mefrūz bulunmuş olsun. Eğer ma’nâsı i’tibârıyla farz kılınmış ise hutbeleri değil hatîbin, hattâ ahâlînin bile anlaması lâzım gelir. O hâlde âyet-i kerîme ve ehâdîs-i şerîfe müstesnâ olduğu halde edeceğimiz nesâyîhi, vereceğimiz telkīnâtı lisânımızla edâ ve îfâ etsek bir mahzūru var mı? Bu husûslar ihtimâl ki beyne’l-ulemâ’ müzâkere ve münâkaşa olunmuşdur, “Arabca’dan mâ’adâ bir lisân ile hutbeler îfâ olunamaz” tarzında belki cevab bile verilmişdir. Fakat bu cevab ne gibi delâ’ile istinâden veriliyor? Buraları mechūlümüz bulunduğundan keyfiyeti yine ecille-i ulemâmızdan istîzâh etmekdeyiz. Filibe’de Câmi’-i Kebîr Hatîbi Hâfız Sânî SIRÂTIMÜSTAKĪM Fâzıl-ı muhterem Halim Sâbit Efendi hazretleri tarafından “Hutbelere Dâir “ yazılan makālât geçen nüshamızda nihâyet buldu. Kemâl-i i’tinâ ile icrâ kılınan tetebbu’ât-ı amîka mahsûlü olan bu güzîde makāleler, mütâla’ât ve mülâhazâtınızı mü’eyyed bulunmaktadır. Ma’a-mâfîh bu mes’ele mühimdir. Nukūl-i mu’tebere nazara alınarak ittifâk-ı ulemâ ile bir sūret-i kat’iyyede hall-i keyfiyet lâzımdır. Efâdıl-ı ulemâmızın bu bâbdaki ârâ-yı sâ’ibelerini istiksâ eyleriz.