31 Ekim 2016 Pazartesi

Senin dinine mensup olduğunu söylese de,
dini ciddiye almayan
kişiye güvenme.
İbn Hazm
Bir zaman vardı ya târih-i mukaddes modası... Yeni yaptırdığı köşkün büyücek bir odası, Mutlakâ eski tesâvir ile ziynetlensin, Diye, ressam aratır hayli zaman bir zengin. Biri peydâ olarak, ben yaparım, der, kolunu Sıvayıp akşama varmaz, sekiz arşın salonu Sıvar amma ne sıvar! Sâhibi der: - Usta bu ne? Kıpkızıl bir boya çektin odanın her yerine! - Bu resim, askeri basmakta iken Fir'avn'ın, Bahr-i Ahmer yarılıp geçmesidir Musâ'nın. - Hani Müsâ be adam? - Çıkmış efendim karaya. - Fir'avun nerde? - Boğulmuş. - Ya bu kan rengi boya? - Bahr-i Ahmer ay efendim, yeşil olmaz ya bu da! - Çok güzel levha imiş! Doğrusu şenlendi oda! 
(Babam) Abdullah İbn-i Amr,üzerinde borcu olduğu halde (Uhud`da şehîden) vefât etmişti. Alacaklıların bu borçtan (bir miktârını) bırakmaları husûsusnda Nebî sallallahu aleyhi ve sellem`in yardım buyurmasını diledim. Nebî aleyhi`s-selâm bunlardan böyle bir sulh taleb etti ise de alacaklılar (Yahûdî olduklarından) bir şey bırakmadılar. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bana: - Ey Câbir, haydi (bahçene) git; hurmanı (toplayıp) tasnîf et: Acve (denilen iyi)yi bir boy, Azk-ı Zeyd (denilen engin) i de bir boy yap; sonra bana (haber) gönder! buyurdu. Ben bu emr-i Nebevî`yi yerine getirdim, sonra Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`e (haber) gönderdim. Resûl-i Ekrem geldi. Hurma (harmanı)nın başına oturdu. Sonra (orada bekleşen alacaklılara işâret ederek): - Haydi şu kavmin matlubâtını ölç! buyurdu. Ben de ölçüp dâyinlere tamâmen haklarını verdim. Geri kalan hurmamın sanki aslından bir şey eksilmemişti. buhari 988
Prof.Uzun,Diyanet İşleri'nde göreve başladığı gün hocası Mahir İz şöyle der: "İlk maaşını alır almaz harcamadan bana gel." O da, üzerinde hayli emeği bulunan hocasının tavsiyesine uyarak maaş aldığı gün gider.Maaşı Mahir İz Hoca'nın önüne koyar. Hoca, "Bir hesap et bakalım, maaşının yüzde iki buçuğu ne ediyor?" der. Hocasının neden böyle yaptığını anlayamaz ama dediğini de yapar ve yüzde iki buçuğunu ayırır. Hoca sorar: "Ayırdın mı?" "Ayırdım." "Hah" der. "Şimdi oldu işte. Bu yüzde iki buçuk, senin maaşının zekatıdır. Her ay maaşını alır almaz yüzde iki buçuğunu hesapla ve bekletmeden
bir fakire, muhtaca ver."
"Bir iftar öncesi Hazreti Aişe Annemiz yemeğini hazırlamış Güllerin Efendisi'ni beklemektedir. Dışarıdan bir garibin sesi duyulur; "Ey peygamber hanesi! Ben garip bir insanım. yolcuyum. açım. muhtacım. yiyecek bir şeyiniz var mı?" Bu garibin sesini duyunca Aişe Annemiz, Hazreti Peygamber
Sallallahu Aleyhi ve Sellem için hazırladığı mütevazi iftar sofrasını o garibe verir. Biraz sonra Hazreti Peygamber
Sallallahu Aleyhi ve Sellem geldiğinde;"Ya Aişe! Bana ikram edecek bir şeyin var mı" diye buyurduklarında; "Az önce bir garip geldi ona verdim. Ya Rasulullah!"der, Aişe Annemiz. "Çok iyi ettin, ben de senden bunu beklerdim. " Birlikte hurma ve su ile açarlar oruçlarını. Ertesi akşamki iftar sofrası da başka bir garibe gider. Üçüncü günde aynı sahne tekrarlanır. Yetmiş iki saat sonra oruç yine
birkaç hurma ve su ile açılır.


Kim bir oruçluya iftar ettirirse o oruçlunun sevabından hiçbir şey eksilmemek üzere iftar verene de öbürünün sevabı kadar verilir.
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
(Ahmed bin Hanbel)

Oruç sadece yemekten içmekten vesâireden kesilmek değildir. Kâmil ve sevaplı oruç ancak faydasız laftan, boş vakit geçirmekten kötü söylemekten nefs-i emmârenin bütün temayüllerinden de vaz geçmektir. Şayed biri sana söver, yahut sana karşı câhilce herhangi bir harekette bulunursa kendi kendine “Gerçek ben oruçluyum, gerçek ben oruçluyum!” de, sabret!
Hazreti Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
(Hakîm, Beyhakî)



Allah Resûlü buyuruyor:
Oruç cehenneme karşı bir siper mâsiyetlere yani günahlara karşı bir kalkandır. O halde oruçlu kötü söz söylemesin câhilliğe kapılmasın. Eğer bir kimse kendisiyle dövüşür yahut ona söverse derhal “ben oruçluyum!” desin. Rûhum kudreti elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, oruçlunun ağzının açlıktan kokması Allah indinde misk kokusundan daha hoş ve temizdir.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu: Oruçlu kimse sırf Ben’im için yemesini içmesini, şehvetini terk etmiştir. Oruç, Ben’imdir ve onun sayıya gelmeyen mükâfatını Ben vereceğim. Halbuki diğer ibâdetlerin sevabı on misliyle ödenir.” (Buhârî)
Ramazan orucuna sabır orucu denilmiştir. Sabrın ecri ise Kur’ân-ı Kerîm’in Zümer Sûresi 10. âyetine göre hesapsız olarak verilecektir:
Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir.
Oruç da, Kur’ân da kula yani kendilerine devam edenlere kıyâmet günü şefaat edeceklerdir. Oruç der ki: “Ey Rabbim, hakîkat ben onu yani oruçluyu gündüzleri yemekten ve şehvetlerden men ettim. Onun hakkında beni şefaatçı kıl!” Kur’ân da der ki: “Ey Rabbim, ben onu yani Kur’ân okuyanı geceleri uykudan alıkoydum. Hakkında şefaat etmeme izin ver!” Onların bu niyazları kabûl edilerek şefaat ederler.” (Ahmed bin Hanbel)
Kim Ramazan orucunu farz olduğuna inanarak ve sevabını Allah’tan isteyerek gönül hoşluğu ve tam bir ihlâs ile tutarsa geçmiş küçük günahları bağışlanır.” (Buhârî, Müslim)
Bazı oruçlular vardır ki, kendisine âit olanı açlıktan başkası değildir. Nice kâimler yani gece ibâdet eden, teravih namazı kılan kimseler vardır ki, kıyâmından kendisinin olanı uykusuzluktan başkası değildir.” (Ahmed bin Hanbel)
Kim yalan söylemeyi onunla (yani yalanla) amel ve hareket etmeyi ve câhilliği bırakmazsa onun oruç tutarak yemesini içmesini terk etmesinde Allah için kabûl edilecek bir hareketi yoktur.
Her şeyin bir zekâtı vardır. Cesedin zekâtı da oruçtur.” (İbn-i Mâce)
Zekât dış bakımından malda bir azalmadır. Fakat hakîkat ve mânâ îtibariyle berekettir, artıştır. Oruç da böyledir. Zekât lügat bakımından temizlemek mânâsınadır. Nasıl zekât, elde kalacak malı tasfiye ediyor, temiz yapıyorsa oruç da bünyeyi takviye ediyor sağlamlaştırıyor. Oruç Nesâî’nin, Hâkim’in, Ebû Umame -radıyallahu anh-’ten rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfe göre hiçbir benzeri bulunmayan en faydalı ve en büyük bir ibâdettir.
Oruç bünyeye sıhhat verir. Nefsânî ve kötü temayülleri kırar. Kalbe safâ bahşeder. Nihâyet mü’mini Allâh’ına yaklaştırır.
Orucun daha nice faydaları vardır ki, nefs hâkimiyeti, açlığa ve zorluğa tahammül, açların haline vukuf ve merhamet v.s. bunlardandır.






Âlimler demişlerdir ki: Oruç ve açlıkta on güzel haslet vardır:
1- Açlıkta kalb safâsı, gönlün hakka inkıyâdı, göz keskinliği vardır.
Tokluk ise tembellik verir, basîreti kör eder. Dimağda buharı fazlalaştırır, bu sebeble kalbde bir ağırlık olur. Söylenen fikirlere intikal ve intibak edemez, esrârı anlayamaz.
2- Açlıkta rikkat-i kalb olur. Kalb safası da insanı münâcâtın lezzetini idrâk etmeye hazırlar, zikrinin ve sâir ibâdetlerinin tesirini görür.
3- Kalbde zill ü inkisâr olur, şımarıklık gider. Cenâb-ı Hak da hadîs-i kudsîde: “Ben, benim rızâm için kalbi münkesir olanlarla beraberim.” buyurmuştur. Lüzumsuz ferâh ve tuğyanın başlangıcı olan, aynı zamanda büyük mahrûmiyetlerin sebebi olan iftihar ve böbürlenme duygusu gider. Nefis açlıkla kırıldığı kadar hiçbir şeyle kırılmaz.
4- İnsan açlıkta belâları unutmaz, zararlara ve âfetlere dûçâr olanları unutmaz. Tok olan açları unutur, aç olanlar ise açlığın ve belâların elemlerini bilirler. Elemleri, fakirleri ve zayıfları unutmazlar.
5- Açlık bütün mâsıyet arzularını kırar, devamlı kötülüğü emreden nefsin (nefs-i emmâre) üzerine basar.
6- Açlık, insana hamâkat veren fazla uykuyu def eder, çok yiyen ise çok içer, çok içen çok uyur, çok uyuyanın gafleti artar. Kimin gafleti artarsa hüsrâna uğrar ve nedâmeti artar.
Bu sebeble meşâyih-i kirâm müridlere: “Çok yemeyiniz, çok içmeyiniz, bu sebeble çok uyursunuz ve hüsrâna uğrarsınız.” diye buyurmuşlardır.
7- Açlıkta ibâdete devâm kolaylaşır. Toklukta ise ibâdet zorlaşır, ibâdete devâm ise daha güçleşir.
8- Açlıkta bedenler ve uzuvlar sıhhatli olur, hastalıklar def olur. Çünkü umûmiyetle hastalıkların sebebi çok yemek, çok içmek, çok uyumak, kan fazlalığıdır. Hastalık ibâdetlere mânî olur, kalbi huzursuz eder, ibâdet şevkini kırar.
9- Gayet sade bir hayat sürer, sıkıntısı olmaz. Az yemeği îtiyad edinen az mala kanaat eder. Bu sebeble Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “İktisada riayet eden fakra dûçâr olmaz.” yani maîşetinde orta yolu tutan fakir olmaz buyurmuşlardır.
10- Açlıkta sadakasını gönül huzuru ile verebilir, yemeğinin fazlasını yetimlere, miskinlere dağıtır, kıyamette de sadakası altında gölgelenir. (Riyadü’n-Nâsihîn / 309. Aynı mâlumat İsabe’de de vardır.)






Muhammed bin el-Hâris -radıyallahu anh- der ki: Beş zümreye beş şeyi sordum, hepsi de aynı cevâbı verdiler:

1- Tabiblere; devâların en şifâlısını sual ettim: “Açlıktır ve az yemektir.” dediler.

2- Hikmet ehillerine; Allâh’a ibâdete en fazla yardımcı olan nedir, diye sual ettim, “Açlıktır ve az yemektir.” dediler.

3- Zâhidlere; zühde en fazla kuvvet kazandıran nedir, diye sual ettim, “Açlıktır ve az yemektir.” dediler.

5- Sultanlara; her vakit dikkatli bulunmanın çaresi ve en güzel, en lezzetli taam nedir, diye suâl ettim, “Açlıktır ve az yemektir.” dediler.

Yahya bin Muaz -radıyallahu anh- der ki: “Eğer açlık çarşıda satılır bir şey olsa idi âhiret tâlibine gereken şey, çarşıdan açlıktan başka bir şey satın almamak olurdu.

“Rasûlullah (s.a.) buyuruyor: “Oruç tutun, sıhhat bulursunuz.” (Taberânî)
İbâdetler Allâh’ın emri ve sevgili peygamberimizin tebliği ile yapılır ki, buna “taabbüdî emir” denilir. Şüphesiz her ibâdette bizim tam ve eksik anlayabileceğimiz nice dünyevî faydalar da vardır. Fakat bu nokta ikinci derecede kalır. Eğer bir mü’min mesela şişmanlığı gidermek veya tansiyonu düşürmek için açlığa katlanırsa o açlık örfî mânâda oruç sayılmaz.
Ameller ancak niyetlere bağlıdır. Mesela namaz bir idmandır, denemez. Zîra o doğrudan taabbüdî bir emirdir. Bununla beraber bu emrin îfâsı zımnında elbette dünyevî faydalar da vardır. Hele, aylık âidat ve giriş ücreti gibi külfetlere ve merâsime tâbî olmayan ve tam eşitliğin timsalini teşkil eden cemaatin içtimâî faydaları ne kadar açıktır. Fakat biz bunlarda birinci derecede taabbüdî emri düşüneceğiz, bunları Allâh’ın emri diye yapacağız.
Bu hadîs-i şerîfte orucun sağlık üzerindeki müsbet tesirine işâret buyurulması, ikinci derecede böyle dünyevî ve bünyevî bir faydası da bulunduğunu açıklamaktadır. Bugün bu durum tıp ilmince de isbat ve îtiraf edilmiştir.
Orucun daha nice faydaları vardır ki, nefs hâkimiyeti, açlığa ve zorluğa tahammül, açların haline vukuf ve merhamet v.s. bunlardandır.
*
Hakîkat cennette Reyyan denilen bir kapı vardır ki, kıyâmet günü oradan yalnız oruç tutanlar girer. Onlardan başkası oradan giremez. “Oruç tutanlar nerededir?” denilir, onlar kalkarlar oradan girerler. Onlar girince artık o kapı kapanır da kimse oradan giremez.” (Ahmed bin Hanbel)
*
Sahur yemeği yemek, berekettir. O halde onu -herhangi biriniz bir yudum su içmekle bile olsa- terk etmeyin. Zîra Cenâb-ı Hakk sahura devam edenlere rahmet eder, melekler de onların mağfiret olunmasını isterler.” (Ahmed bin Hanbel)
*
Muaz bin Zühre radıyallahu anh’den:
Peygamberimizi (s.a.) iftar ettiği zaman: “Ey Allâh’ım! Sen’in rızay-ı şerîfin için oruç tuttum ve Sen’in rızkınla iftar ettim.” derdi.
*
*
Abdullah bin Zübeyr (r.a.) şöyle demiştir.
– Rasül-i Ekrem (s.a.) Sa’d ibn Muaz -radıyallahu anh-’ın evinde iftar etti de şöyle buyurdu: “Oruçlular yanınızda iftar etti, yemeğinizi ebrar yani iyiler yedi, melekler de sizin mağfiret olunmanızı istedi.” (İbn-i Mâce)
İftar ziyâfetlerinde şöhret gösterişleri ve hadden fazla israfa gidildiği görülüyor ki, doğru değildir. Bir de dâvetliler arasında fakirlerden ziyâde zenginler ekseriyeti teşkil etmektedir.
*
Kim Ramazan orucunu tutup da Şevval’den altı günü, onun ardından oruçlu geçirirse bütün yıl oruç tutmuş gibi olur.” (Müslim)
Bütün yıldan maksat, Ramazan Bayramı’nın birinci günü ile Kurban Bayramı’nın ilk dört günühariç. Çünkü o beş günde oruç tutmak haramdır.
Şevval’in altı günü Ramazan Bayramı’nın birinci gününden sonraki günlerdir. O günlerde birbiri ardınca altı gün oruç tutmak sevaptır. Şevval ayı içinde fasılalı da tutulabilir. Bu altı gün orucunun bütün yıl oruç tutmaya muâdil olması ibâdetlere en az bire on ecir vaad buyurulmasındandır.

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor:
Ademoğlunun her amel ve hareketi kendisine âittir, oruç böyle değil. Şüphesiz ki, o benimdir. (Çünkü ben yemem, içmem, beşerî bütün sıfatlardan münezzehim. Hem oruçta riyâ da yoktur.) Binâenaleyh ben onun mükâfatını bol bol vereceğim. (Buhârî )
Bu hadîs-i şerîf, hadîs-i kudsîdir. Yani mânâsı Cenâb-ı Hakk’dan lafzı da Peygamberimiz tarafından buyurulmuştur. Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu kudsî hadîsi beyan ettikten sonra şöyle buyurdu:
Oruçlunun sevineceği iki ferah vardır:
1- İftar ettiği zaman (Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerine kavuştuğu için) sevinir.
2- Rabbine ulaştığı zaman da orucu berekâtıyla yüksek dereceye nâil olduğu için sevinir.
*
Oruç cehenneme karşı bir siper mâsiyetlere yani günahlara karşı bir kalkandır. O halde oruçlu kötü söz söylemesin câhilliğe kapılmasın. Eğer bir kimse kendisiyle döğüşür yahut ona söverse derhal iki defâ “Gerçek ben oruçluyum!” desin. Rûhum kudreti elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, oruçlunun ağzının açlıktan kokması Allah indinde misk kokusundan daha hoş ve temizdir.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu: Oruçlu kimse sırf Ben’im için yemesini içmesini, şehvetini terk etmiştir. Oruç, Ben’imdir ve onun sayıya gelmeyen mükâfatını Ben vereceğim. Halbuki diğer ibâdetlerin sevabı on misliyle ödenir.” (Buhârî)
Ramazan orucuna sabır orucu denilmiştir. Sabrın ecri ise Zümer Sûresi 10. âyete göre hesapsız olarak verilecektir: “Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir.
Sabır lügatte, bir kimseyi bir şeyden alıkoymak, nefsi darlık altında iken zabtetmektir. Örfte ise, nefsi aklın ve şerîatın iktizâ ettiği vechile tutmaktır.
*
Oruç da, Kur’ân da kula yani kendilerine devam edenlere kıyâmet günü şefaat edeceklerdir. Oruç der ki: “Ey Rabbim, hakîkat ben onu yani oruçluyu gündüzleri yemekten ve şehvetlerden men ettim. Onun hakkında beni şefaatçı kıl!” Kur’ân da der ki: “Ey Rabbim, ben onu yani Kur’ân okuyanı geceleri uykudan alıkoydum. Hakkında şefaat etmeme izin ver!” Onların bu niyazları kabûl edilerek şefaat ederler.” (Ahmed bin Hanbel)
*
*
Bazı oruçlular vardır ki, kendisine âit olanı açlıktan başkası değildir. Nice kâimler yani gece ibâdet eden, teravih namazı kılan kimseler vardır ki, kıyâmından kendisinin olanı uykusuzluktan başkası değildir.” (Ahmed bin Hanbel)
*
Her şeyin bir zekâtı vardır. Cesedin zekâtı da oruçtur.” (İbn-i Mâce)
Zekât dış bakımından malda bir azalmadır. Fakat hakîkat ve mânâ îtibariyle berekettir, artıştır. Oruç da böyledir. Zekât lügat bakımından temizlemek mânâsınadır. Nasıl zekât, elde kalacak malı tasfiye ediyor, temiz yapıyorsa oruç da bünyeyi takviye ediyor sağlamlaştırıyor. Oruç , hiçbir benzeri bulunmayan en faydalı ve en büyük bir ibâdettir.
Oruç bünyeye sıhhat verir. Nefsânî ve kötü temayülleri kırar. Kalbe safâ bahşeder. Nihâyet mü’mini Allâh’ına yaklaştırır.

Allah Teâlâ buyuruyor:

“Ey mü’minler! Haram olan şeylerden nefsinizi sakınmanız için sizden evvelki geçen ümmetlere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de oruç farz kılındı.” (Bakara sûresi, 183)

Yani, ey ehl-i îmân! Bâtınınızı tasfiyeye hâdim olan oruç tutmak size farz oldu. Nitekim sizden evvel geçen ümmetlerin cümlesine farz olduğu gibi. Bu orucu tutmak sebebiyle sizin haramdan ittikânız, sakınmanız me’muldür.

Beyzâvî’nin beyânı vechile Hazret-i Âdem’den Ümmet-i Muhammediye’ye gelinceye kadar bilcümle enbiyânın şerîatında oruç tutmak bir ibâdet-i kadîme olduğu gibi bu âyet-i celîle ile de Ümmet-i Muhammed’e farz kılınmıştır.

Oruç tutmak insanların nefsine ağır gelib meşakkatli bir ibâdet olduğundan kulûb-ı mü’minîni tatyîb için yalnız Ümmet-i Muhammed’e oruç farz kılınmamış, sizden evvel geçen ümmetlere de farz kılınmıştır diye vârid olmuştur.

Yalnız, evvelki her şerîatte orucun keyfiyeti ve adedi başka başka sûretlerde muhtelif şekillerde emrolunmuş ise de Şerîat-ı İslâmiyye’de Ramazan ayında imsak vaktinden başlayarak akşam namazı vakti olan gurûb-ı şemse kadar yemekten ve içmekten ve cinsî mukârenetten nefsi men etmek suretiyle meşrû kılınmıştır.

* * *

Hadîs-i şerîflerde buyurulmuştur ki:

“Ramazân-ı şerîfin duhûlüyle rahmet-i ilâhiyenin nüzûlü için cennet kapıları açılır ve menhiyâttan ictinâb sebebiyle cehennem kapıları kapandığı gibi şeytanlar da zincirle bağlı olarak hapsolunurlar. Şu kadar ki nefsine esir ve mağlûb olanlar şeytanın mahbûsiyetinden istifâde edip de mazhar-ı hayr olamazlar.” (Camiu’s-Sağır)

“Ramazan-ı şerîfde sıdk u yakîn ile oruç tutanlar namazlarını terk etmeksizin teravih namazını da edâ etseler günah-ı sağâiri mağfûr olur.” (Tirmizi)

“Oruç nâra karşı bir kalkandır. Oruçluyu nefsâni ihtiraslardan muhâfaza eder. Oruçlu kimse, câhilâne fenâ söz söylemek isteyen kimseye iki defâ: Ben oruçluyum, desin. Rûhum yed-i kudretinde olan

Cenâb-ı Allah’a yemin ederim ki: Oruçlunun ağzının açlık kokusu Allah teâlâ hazretleri indinde misk kokusundan daha etyab ve temizdir.” (Buhari)

Hadîs-i Kudsî’de buyurulmuştur ki: “Oruçlu kimse benim rızâm için yemesini içmesini ve cinsî arzusunu bırakmıştır. Oruç doğrudan doğruya bana edilen ve riyâ karışmayan bir ibâdettir. Onun sayısız ecrini de doğrudan doğruya ben veririm. Halbuki başka ibâdetlerin hepsi on misli ile ödenmektedir.” (Buhari) buyurmuştur.

Sehl bin Sa’d -radıyallahu anh-’den Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

“Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır. Bu kapıdan kıyamet gününde cennete yalnız oruçlular girerler, onlardan başka hiçbir kimse girmez. Kıyamet gününde “Oruçlular nerededir?” diye ilân edilir. Oruçlular kalkıp giderler. Bunlardan başka hiçbir kimse buradan giremez. Oruçlular girdikten sonra da kapı kapanır, artık kimse giremez.” (Buhari)

Ebû Hüreyre -radıyallahu anh’-den rivâyet edilen diğer bir hadîs-i şerîfde buyuruluyor ki:

“Cennette bâbü’s-salât, bâbü’l-cihâd, bâbü’r-reyyân, bâbü’s-sadaka vardır. O kapılardan çağırılır. Kim ki Allah rızâsı için malından iki sığır, iki koyun, iki dirhem sadaka verirse cennet kapılarından: “Ey Allah’ın sevgili kulu buraya gel! Bu kapıda büyük hayır ve bereket vardır.” diye çağırırlar. Çok namaz kılanlar salât kapısından; mücahidler, cihad kapısından, oruçlular, Reyyan kapısından; sadaka sahibleri de sadaka kapısından dâvet edilirler.

Ebû Bekir -radıyallahu anh- sordu ki:

- Babam anam sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Bir mü’minin bu kapıların hepsinden dâvet olunması mümkün müdür? Bir kişi bu kapıların hepsinden dâvet olunur mu, diye sordu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz hazretleri cevâben:

- Evet hepsinden dâvet olunur. Ey Ebû Bekir! Umarım ki sen de bu bahtiyarlardan olasın, buyurdu. (Buhari)

Kezâ Ebû Hüreyre -radıyallahu anh-’den rivâyet edilen bir hadîs-i kudsî:

“Hak celle ve alâ hazretleri “Âdemoğlu’nun işlediği her hayr u ibâdette kendisi için bir hazz u menfaat edişi vardır. Fakat oruç hâlis benim rızâm için yapılan bir ibâdettir. Onun mükâfatını da ben veririm.”buyurduğunu -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem- efendimiz nakil buyurmuşlardır.” (Camiu’s-Sağir)

Diğer hadîs-i şerîflerde de şöyle buyurulmuştur:

“Muharremâttan ictinâb eden sâimin sükûtu tesbih, uykusu ibâdet, duâsı makbul ve ameli, ibâdeti de muzaaf olur.” (Camiu’s-Sağir)

“Oruç tutan kimse bir mü’mini gıybet etmedikçe veyahut ezâ ve cefâ etmedikçe iftar edinceye kadar ibâdettedir.” (Camiu’s-Sağir) Bilhassa Ramazanda...
Hazreti Ömer şehit olunca Abdullah b Ömer(ra),Sahâbe-i kirama dedi ki:ilmin onda dokuzu,Hz.Ömer (ra) ile beraber öldü.Bazılarının bu sözü anlamayarak durakladıklarını görünce,ilimden maksadım Allahü tealâ yı bilmektir.Diger bilgiler değildir. dedi. 
 

Ecdâdım Türk değildir.
Osmanlıyı ecdâdımdan fazla severim.Osmanlı olmasaydı,
İngilizler 500 sene evvel alemi İslama hâkim olurlardı.
Osmanlı olmasaydı,Endülüsün başına gelen hazin akibet Arap ülkelerinin başına gelirdi.
Emin Hüseyni
Savaş sonrası Medine'ye dönüş başlamıştı. Şehre yaklaşmışlardı ki, Hazret-i Ebu Bekir' in önünü on iki yaşlarında bir kız çocuğu kesti,"Babam geliyor mu, nerede?" diye şaşkın bakışlarla babasını arıyordu.Bu kızcağız Hazret-i Hamza'nın kızı Fatıma'ydı. Nasıl cevap verecekti? "Baban şehit oldu" dese,buna dili varmıyordu."Geliyor" diyecek olsa, yalan söyleyemezdi. Geride Efendimiz (a.s.m.) geliyordu. En iyisi ona bırakmaktı cevap vermeyi. "Yavrum, arkada Resulullah (a.s.m.) geliyor, o daha iyi bilir, ona sor" diyebildi. Efendimizi (a.s.m.) gören küçük Fatıma aynı soruyu ona yöneltti: "Babam geliyor mu? Nerede kaldı?" Şefkat güzeli Peygamberimiz (a.s.m.): "istemez misin kızım Fatıma,
bundan sonra baban ben olayım?"
Kederden kurtulmak için,
nefsini daha değerli olan
şeylerde harca:
Allah Teala,Hakka davet,
Mazluma yardım vb. Nefsini,dünya malı uğrunda harcayan,yakutu çakıl taşıyla değiştiren gibidir.
Endülüs'te Müslümanlar;
711-1492 tarihleri arasında
780 yıl boyunca İber yarımadasında hüküm sürmüş,bu dönemde tüm Avrupa'yı ilim ve medeniyet ile tanıştırarak Rönesans hareketinin başlamasına öncülük etmişlerdir.
2 Hakem İsfahaniye 1000 dinar göndererek yeni bitirdiği kitabı Eğaniyi Bağdatlılardan önce Kurtubalıların okumasını sağlamıştır.
Batı toplumlarının kültür genetiğinde kendilerinden başka toplumları insan saymama anlayışı vardır. Yunanlılar, Romalılar, Germenler, Anglosaksonlar (İngilizler),Yahudiler, kendilerini üstün ırk olarak görürler, kendilerinden başka insanları insan saymazlar. Onlara; köle, plep, goyim, barbar, vahşi, acem gibi isimler taktıklarını görürüz. Onların anlayışında diğer insanlar evrimini tamamlamamış tamamlama kabiliyeti olmayan mutantlardır ve onlar kendilerine hizmet için yaratılmıştır.
Genç bir delikanlı Hz.Peygambere geldi ve dedi ki:
'Bana zina etmek için izin verir misin?' O daha sözünü bitirir bitirmez, her taraftan halk 'sus' diye bağırdılar. Fakat Hz.Peygamber 'Onu bana yaklaştırınız' dedi.
Bunun üzerine delikanlıya yol verildi.Hz.Peygamber de kendisine yaklaşmasını söyledi. O da yaklaştı.
Hz. Peygamber'in huzurunda oturdu. Sonra peygamber kendisine sordu: —İster misin annenle başkası zina etsin? —Ey Allah'ın Rasulü! Allah canımı sana feda etsin. Annemin zina etmesini istemem. —İşte halk da senin gibi,anneleri için zinayı istemez. Acaba sen kızının zina etmesini ister misin? —Canım sana feda olsun! Bunu da istemem. —İşte senin gibi halk da kızlarının zina etmesini istemez.
Acaba sen kız kardeşinin zina etmesini ister misin?
İyiliğin tamamını işlemeseniz dahi iyiliği emrediniz.Kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız.
Hz Muhammed sav

30 Ekim 2016 Pazar

Allah'ım,erken kalkan
ümmetime bereket ver.
Hz Muhammed sav
Üç kişi yolculuğa çıktığınızda birinizi reis seçiniz.
Hz Muhammed sav

Allah Teâlanın
kulunu sevmemesinin alâmeti, onun boş şeyler ile
meşgul olmasıdır.
Hz Muhammed(s.a.v)

Yemen'den Hz.Peygambere gelip cihada katılmak istediğini söyledi.Hz.Peygamber ona şöyle sordu:
-Yemen'de annen ve baban var mı?
-Evet var.
-Onlar sana (gelmen için) izin verdiler mi?
-Hayır! Bunun üzerine Hz.Peygamber şöyle buyurdu:
-O halde dön! Anne ve babanın yanına git! Onlardan izin iste. Eğer izin verirlerse (Allah yolunda) cihad et. Aksi takdirde gücün yettiği kadar onlara hizmet et. Çünkü tevhidden sonra Allah'ın huzuruna götüreceğin en iyi ibadet,
anne-babana yaptığın hizmettir.


“Cenâb-ı Hak Azze ve Celle Hazretleri Kur'ân-ı Hakîm'inde mü'minlere hitâben:
Ey mü’minler, ister neşeli veya neş’esiz olunuz, malınızla ve canlarınızla fî sebîlil­lah gazâ ediniz. Düşmanlarınızla çarpışınız. Bil­seniz, mücâhede sizin için çok hayırlıdır.»  (Tevbe Sûresi, 41) buyurulmaktadır.
Zirâ mücâhedenin sevabı size aiddir. Mal ile, ıyâl ile, huzur ve refah içinde oturmak bu hayat-ı fânîde geçici bir keyfiyetdir. Mücâhedenin sevâbı ve onun âhırette bundan ötürü hazırlanan rahat ve seâdet vesâili ise dâimî ve bâkidir. O halde ey mü’minler, silâhlarınız çok olsun az olsun, evlâd ve ıyâliniz olsun- olmasın, yaya veya süvâri olunuz, genciniz-ihtiyarınız, zengininiz- fakiriniz, hiç tereddüd etmeden fî-sebîlillah mücâhede ediniz. Bu sizin hakkınızda çok hayırlıdır.
Hâzin Tefsîri’nde Mücâhid rahımehullah’dan nakledilmişdir ki:
Ebû Eyyûb -radıyallahu anh-, Bedir gazâsında ve diğer muharebelerde maiyyet-i Resûlullah’dan hiç ayrılmamış olduğundan kendisine:
«– Yâ Ebâ Eyyüb! Neden kendini cihad-ı fîsebîlil­lâha vakfetmişsin?» dediklerinde cevâben:
«Ben Kur’an-ı Kerim’de «Her halinizde gazâ ve muharebeden geri kalmayınız» diye fermân-ı İlâhîyi okuduktan sonra artık benim için gazâyı terketmek imkânı kalmamışdır» buyurmuştur.
Ebû Eyyûb -radıyallahu anh-’e göre Müslümanlar için fîsebîlillâh gazâ ve cihâda ısrar ve devam etmek zarûrîdir. Zirâ cihâd öyle muhkem bir farz-ı ilâhidir ki, vücûbu Kitab, sünnet ve icmâ-i ümmet ile sâbittir.
Hak Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’inde müteaddid âyât-ı celîlede cihâdın safahâtını ve tafsîlâtını beyan buyurmuşdur.
«– Ey mü’minler, malınızdan bir mikdârını Allah Teâlâ’nın yoluna sarf ediniz. Zirâ cihâda malınızı sarfetmenize ihtiyacınız vardır. Ve sarf etmekden elinizi kısmayınız. Ve bi’n-netîce nefsinizi tehlikeye atmayınız. Muhtac olanlara ihsan ediniz, zirâ Allah Teâlâ ihsan eden kullarını sever.» (Bakara Sûresi, 195) buyuruyor.
Çünki muharebede lâzım olan silâhları ve mücâ­hidlerin nafakalarını siz temin edeceksiniz. Eğer bu husûsda buhl gösterirseniz düşmanlarınız size galib olur. Malınızın canınızın helâk olmasına sebeb olursunuz, demektir.
Tefsir kitablarında izah edildiğine göre Ebû Ey­yûb -radıyallahu anh- diyor ki:
«Birgün Resûlullah’dan gizli olarak bazı sahabî arkadaşlarla sohbet ediyor ve konuşuyorduk: «Allah Teâlâ artık İslâma kuvvet verdi. Her tarafdan iâneler çoğaldı. Biz harbi terkederek malımız başında bulunursak ve harab olan bağlarımızı, bahçelerimizi imar edersek daha iyi olacaktır,» diye karar vermek istedik. Yani harb etmemeyi, cihâdı terk etmeği nefsimizde tercih edince Cenâb-ı Hak Teâlâ Hazretleri bu âyeti indirerek bizim o tasavvurlarımızı reddetti. O vakit anladık ki, bizim düşüncelerimiz hatâlıdır. Ve murâd-ı İlâhî’ye muhâlifdir.
İşte bu âyet-i celîlenin nüzülünden sonradır ki, Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallahu anh- gerek asr-ı seâdette, gerekse irtihâl-i Nebî’den sonra hiçbir muharebeden geri kalmamış, cihâda vakf-ı vücûd etmiş! Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali -radıyallahu anhüm- devirlerinde cepheden cepheye koşmuş, Cenâb-ı Allah’a ve Resûlüne karşı ahd ü va’dini ilân etmiş, Dîn-i Celîl-i İslâm’ın izzeti ve Ümmet-i Muhammediyye’nin selâmeti için şer’an «murâbıt»ların serdârı olmuş, son gazâsı olan Kostantıniyye -İstanbul- muhasarası esnâsında şehîd düşmüştür.
İstanbul’da mübârek kabr-i şerîfi bütün dünya Müslümanları tarafından îman ve gönüllerden gelen bir alâka ve muhabbetle ziyâret edilmektedir.
Çocuğun kokusu cennet kokusundandır.
Hz Muhammed sav
Hz.Peygamber birgün namaz kıldırırken Hz.Hüseyin çıkageldi, secdeye gittiğinde Hz.Peygamberin omuzuna çıktı.Hz.Peygamber cemaatin önünde secdeyi oldukça uzattı. Hatta cemaat birşey olduğunu zannettiler.
Namaz bittikten sonra cemaat:
'Ya Rasulullah! Secdeyi çok uzattınız. Öyle ki birşey olduğunu zannettik' dediler. Bunun üzerine
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Oğlum (torunum)
sırtıma binmişti. Ben de onu hevesini almadan
hemen indirmeyi doğru bulmadım'.
Bir genç,ihtiyar birine
hürmet ederse,
Allah Teala da,yaşlılığında ona hizmet edecek kimseler yaratır.
Hz.Muhammed(sav)
Başkalarını günaha çağıran kimseye,kendisine uyanların
günahı gibi günah verilir.
Ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.
Hz.Muhammed(sav)

Kişinin dini,
arkadaşının dini gibidir. Kiminle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin!

Hazreti Muhammed

Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Kötü arkadaş, demirci körüğü gibidir. Üflendiği zaman ateş kıvılcımları seni yakmazsa, kokusu seni rahatsız eder. 
Hazreti Muhammed

Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Kahin dese ki,filan renk elbiseyi filan gün giyme ölürsün.Kahine inanmazsın,fakat o gün o renk elbiseyi giymezsin.Allaha inanıyorsun fakat dediklerini yapmıyorsun.İmam Gazali

29 Ekim 2016 Cumartesi

Satarken, alırken, alacağını taleb, borcunu edâ ederken sehâ (ve suhûlet) gösteren kimseye Allah rahmet eylesin!
Hz Muhammed sav
buhari 968
suhûlet=kolaylık


Sadaka,bedbahtlığı saâdete çevirir,ömrü uzatır.
Hz Muhammed sav 
 
İki kadınımdan hangisini dilersen senin hisâbına talâkını veririm.İddeti geçince onu tezevvüc edersin
Biz Medîne`ye (hicret edip) geldiğimizde, Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem benimle Sa`da İbn-i Rebî` arasında kardaşlık te`sîs etmişti. Bunun üzerine Sa`d İbn-i Rebî` (Abdurrahmân İbn-i Avf`e): - Ben mal cihetiyle Ensâr`ın en zenginiyim; malımın yarısını sana ayırdım. Sonra bak! İki kadınından hangisini dilersen senin hisâbına talâkını veririm. İddeti geçince onu tezevvüc edersin, dedi. Abdurrahmân İbn-i Avf, Sa`d`e: - (Allah ehlini ve malını sana mübârek eylesin,) benim bunlara ihtiyâcım yoktur. İçinde ticâret yapılan bir çarşınız yok mu? (Bana o pazara delâlet ediniz,) dedi. Sa`d: - Kaynuka` (kabîlesinin) çarşısı vardır, dedi. Abdurrahmân İbn-i Avf Kaynuka` çarşısına gitti. (Satmak üzere) keş ve yağ götürdü. Ertesi günü yine gitti. Çok geçmedi, Abdurrahmân Resûlullah`ı ziyârete geldi. Üzerinde (ehl-i zifâfa mahsus) zafran eserin vardı. Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem: - Evlendin mi? diye sordu. Abdurrahmân: - Evet evlendim, diye cevap verdi. Resûlullah: - Kimi tezevvüc eylediğini sordu. O da: - Ensar`dan bir kadınla evlendim, dedi. Resûlullah: - Ne kadar mihir verdin? buyurdu. Abdurrahmân: - Bir çekirdek (beş dirhem) ağırlığında altun yâhud altundan bir çekirdek verdim, diye cevab verdi. Bunun üzerine Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem Abdurrahmân`a: - Bir koyun (kesmek sûreti) le olsun, velîme yap, buyurdu.buhari 958

 
Bilmedik zevk-i visalin,çekmeyince firkatin
Olmayınca hasta,kadrin bilmez âdem sıhhatin

Sevindir kalb-i nâsı
gamdan âzâd olmak istersen
Enes b. Malik (r.a) demiştir ki:
"Biz Nebi'nin (sav) huzurunda bulunur,ondan hadis dinlerdik.Oradan ayrıldıktan sonra iyice belleyelim diye duyduklarımızı kendi aramızda müzakere ve tekrar ederdik."

28 Ekim 2016 Cuma

Ordunun en önünde ilerlerken yolları üzerinde yeni doğum yapmış dişi bir köpekle yavrularını görür.
Arkadaşlarından Suraka oğlu Cuayl'i çağırarak emir verir.


"Anneyle yavrularının önünde duracak ve ordunun tamamı geçinceye kadar onlara nöbetçilik edip,ezilmekten koruyacaksın."

Dişiyle yavruları rahatsız edilmemiş fakat on bin kişilik Fetih ordusu istikametini değiştirmiştir.
Şu dilsiz hayvanlar hususunda Allah'tan korkun!
Onlara sağlam ve kuvvetli oldukları zaman binin.
Etlerini de semiz ve sıhhatli iken yiyiniz.

Hz.Muhammed(s.a.v)
Şeytan, insa(n vücûdü) nde (deverân eden) kan mesâbesindedir. Ben, sizin (temiz) gönüllerinize Şeytanın (kötü) bir şübhe atmasından haklı olarak korktum
Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`in zevcesi Safiyye radiya`llahu anhâ`dan rivâyet olunduğuna göre, Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem Ramazan`ın aşr-ı ahîrinde mescidde i`tikâfta iken Safiyye (Hazretleri) Resûl-i Ekrem`i ziyâret etmişti. Bir saat nezd-i Peygamberî`de görüştükten sonra avdet etmek üzre ayağa kalkmış, Resûlullah da onu menziline geçirmek üzere onunla berâber kalkmış. Ümm-i Seleme`nin odası önündeki mescid kapısına geldiğinde Ensâr`dan iki kimse oradan (acele) geçmişti de Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`e selâm vermişlerdi. Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem bunlara: - Acele etmeyiniz, durunuz! Yanımdaki kadın, Safiyye bint-i Huyey`dir, buyurdu. Bu iki Ensârî zât: Yâ Resûla`llah! Biz Cenâb-ı Hakk`ı, (Resûlünün lâyık olmıyan bir harekette bulunmasından) tenzîh ederiz, dediler. Ve (Resûl-i Ekrem`in Safiyye`nin ta`yîn-i hüviyetine mecbûriyet his etmesi), bunlara ağır geldi. Bunun üzerine Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem: 
-Şeytan, insa(n vücûdü) nde (deverân eden) kan mesâbesindedir. Ben, sizin (temiz) gönüllerinize Şeytanın (kötü) bir şübhe atmasından haklı olarak korktum, buyurdu.buhari 956                            
 
Rüyasında Hz.Peygamberi(sav) görmek isteyen biri alimin birine danışmış,"ben efendimiz'i rüyamda görmek çok istiyorum,ne yapmam gerekiyor."
Alim ona "bu akşam kaşık kaşık tuz ye, öyle uyu. o zaman görürsün"demiş.adam alimin dediğini yapmış, o gece kaşık kaşık tuz yiyerek uyumuş.
Ertesi gün tekrar alimin huzuruna çıkmış. alim sormuş adama: "ne gördün rüyanda dün akşam?"
Adam: " efendim; siz bana tuz yeyin bol bol efendimiz'i rüyanda görürsün demiştiniz. gel gör ki ben akşam rüyamda efendimiz'i değil, sürekli akarsuları, gölleri gördüm."
Alim cevap vermiş: " sen akşam rüyanda su gördün. çünkü sen tuz yiyip uyuduğun için susamış oldun. öyle susamış oldun ki rüyana dahi girdi bu. işte Efendimiz'i de rüyanda görmek istersen, ona susamalısın, özlemelisin onu, istemelisin.

Kur’an-ı Hakim de şöyle buyuruluyor:

«Şüphesiz Allah da melekleri de o peygambere çok salât ve tekrim ederler. Ey iman edenler! Siz de salât edin, tam bir teslimiyetle selam verin.» (Ahzab sûresi, 56)

«Salât» ehl-i lügatten bir çoğuna göre duâ, tebrik, temcid ve ta’zim mânâlarınadır:

Ragıb el-İsfahânî, «Müfredât» adlı eserinde; «Cenab-ı Hakk’ın ve Peygamberinin müslümanlar hakkındaki salâtı onları tezkiye ve rahmetine mazhar buyurmasıdır. Meleklerin salâtı, duâ ve istiğfardır. İnsanların salâtı da öyledir. Namaza salât denilmesi aslının duâ olmasındandır.» diyor.

Hz. Ali -radıyallahu anh-’den şöyle rivayet olunmuştur. Âyetin başındaki «•»nın «•»sı nefse, «•»sü kalbe «•»sı ruha hitaptır. Sanki Cenab-ı Hakk, habibine salât ederken, «Onun şanını yalnız dilinizle değil, nefsinizle, kalplerinizle, ruhlarınızla da ta’zim ve tekrim edin.» buyurmuştur.

• demek «Ya Allah, Muhammed’in zikrini îla, da’vetini galip ve şeriatını daim kılmak suretiyle onu dünyada da âhirette de tekrim ve tâzim buyur. O’nu ümmeti hakkında şefaatçı kıl, ecrini, derecesini kat kat artır.» demektir.

Salâttan murad Allah’ın emrine imtisal ve Rasûlu -sallallahu aleyhi ve sellem’-in bizim üzerimizdeki hakkını edaya cehdetmek suretiyle Cenab-ı Hakk’a yaklaşmaktır.

Yukarıdaki ayet-i celile nazil olunca Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kendisine selam verilmesini ashabına emretti. Ashab-ı kiram ve sonra gelenler de gerek mubârek kabr-i nebevilerini ziyarette ve gerek ism-i âli-i nebevîleri anıldığı zaman ona selam vermekle me’mur olmuşlardır.

Peygamberimiz -sallallahu teâlâ aleyhi sellem-’e zaman ve mekan ile tahdid edilmeksizin salât etmek icma ile farzdır. Çünkü Cenab-ı Hakk ona salât etmemizi emir buyurmuştur. Selef ve tefsir uleması bu emri vucuba hamlediyorlar.

Allah Teâlâ hazretleri bütün halkına peygamberi üzerine salât etmelerini ve teslimiyetle selam getirmelerini farz kılmış ve bu farzın ifasını muayyen bir vakte hasretmemiştir. Binaenaleyh kişinin ona salât ve selamı çok yapması ve bunu terketmemesi vacibdir.
«Übey bin Ka’b -radıyallahu anh-’dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Ben kendisine:

«– Ey Allah’ın Rasûlü! Gerçekten ben sana çok salât ediyorum. Bu salâtımı sana ne kadar yapayım?» dedim.

Buyurdu ki:

«–Dilediğin kadar.»

«–Zikrimin dörtte biri kadar olsun mu?» dedim. Şöyle buyurdu:

«–Dilediğin kadar yap, fakat artırırsan bu senin için daha hayırlıdır.»

Dedim ki: «–Yarısı olursa nasıl?»

Buyurdu ki:

«–Dilediğin kadar. Artırırsan, senin için daha hayırlıdır.»

Yine söyledim:

«– O halde üçte iki kadar mı?»

Buyurdu ki:

«–Dilediğin kadar, fakat artırırsan senin için daha hayırlıdır.»

Tekrar dedim:

«–Bütün zikrimi sana salât olarak yapayım mı?»

Buyurdu:

«–Bu takdirde o, senin maksadına yeter tutulur, günahın da mağfiret olunur.» (Tirmizî)

en-Nâziât Suresindeki «râcife», o gün sarsan sarsacak; «râdife», onun ensesine binecek olan da ardından gelecek. Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in maksadı o deşhetli günleri hatırlatmak ve âhirete hazırlanmayı teşvik etmektir.

a

• «Hakikat, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde seyahat eden öyle melekleri vardır ki, onlar ümmetimden bana olan selamı ulaştırırlar.» (Ahmed bin Hanbel)

• «Kıyamet günü insanların bana en yakını üzerime çok salât edenidir.» (Tirmizî)

• «Kim bana bir kerre salât ederse Allah ona on salât eder. O’nun on günahını afveder. Derecesini on kat yükseltir.» (Buhârî, İbn Ahmed)

• «Bahîl o adamdır ki, yanında anılırım da bana salât etmez.» (Buhârî, İbn Ahmed)









Malum olduğu üzere, görüldüğü şekilde gerçekleşen ve te'vîle ihtiyacı olsa da bir mesaj içeren rüyaya "rüya-yı sâdıka" ya da "rüya-yı sâliha" adı verilir. O, insanın mahiyetindeki latife-i Rabbâniyenin doğrudan doğruya âlem-i gayba açılan bir kapı bulması, o açık kapıdan meydana gelmeye hazırlanan olaylara bakması ve Levh-i Mahfuz'un cilvelerinden ya da kader mektuplarının misallerinden birini görmesi şeklinde ortaya çıkar. Hayal, bazen gördüğü o cilvelere ve mektuplara bir kısım elbiseler giydirebilir, ama bu türlü bir rüya ya aynen görüldüğü gibi çıkar, ya da bazı te'vîller vesayetinde ciddi mesajlar verir.
Diğer taraftan, daha evvel yaşanan bazı tesirli hadiselerin hayalde bıraktığı izlerin ortaya çıkmasıyla görülen, bir manası olmayan veya varsa da önemi bulunmayan, tabire değmeyen karmakarışık rüyalara da Kur'ân'ın tabiriyle, "adgâsü ahlâm" denir.
Hazreti Aişe (radiyallahu anha), ilk dönemde Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'e vahyin gelişinin rüya-yı sâliha şeklinde cereyan ettiğini ve O'nun gördüğü bütün rüyaların sabah aydınlığı gibi apaçık olduğunu haber vermektedir. (bk. Buhari, Tabir, 1) Peygamberlerin Sultanına rüyayı sâdıka şeklinde vahiy gelmesi, risaletin ilk altı ayından sonra da kesilmemiştir. Bunun için, İnsanlığın İftihar Tablosu istirahat buyururken, Ashab-ı Kirâm'ın O'nu uykusundan uyandırmaktan ve vahyin kesilmesine sebebiyet vermekten çok çekindikleri nakledilmektedir.
Rehber-i Ekmel'in "Refik-i A'lâ" deyip sevgililer diyarına gidişinden sonra, vahiy ve dolayısıyla vahiy olan rüyalar da sona ermiştir. Fakat, her mü'minin görmesi mümkün olan ilham kabilinden sâdık rüyalar bâkî kalmıştır, kıyamete kadar da sâdık mü'minler için bâkî kalacaktır. (Buhari, Tabir, 5)
Rüyadaki Gerçekten O mu?

Mü'minin göreceği sâdık rüyaların başında, Fazilet Güneşi aleyhissalatü vesselamın şualarıyla aydınlanan rüyalar gelir. Çünkü, O'nun görüldüğü rüyalar doğruluk üzeredir ve bazılarının bir te'vîle ihtiyacı olsa da hepsi kesinlikle sâdıktır. Bir çok hadis kitabında rivâyet edilen bir hadis-i şerifte Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Rüyasında beni gören, gerçekten beni görmüştür. Çünkü, şeytan hiçbir şekilde benim suretime giremez." [bk. Buharî, Tabir 2, 10; Müslim, Rüya 10; (2266); Muvatta, Rüya 1, (2, 956)]
İşte bu nebevi açıklama ve onun ihtiva ettiği hakikat üzerine ehl-i tahkik farklı görüşler üzerinde durmuşlardır: Bazıları, ister sakallı ister sakalsız, ister uzun ister kısa, ister yaşlı ister genç, ne şekil ve surette görülürse görülsün, bir kimsenin kalbine rüyasında gördüğü kişi hakkında "Bu zat, Peygamberimizdir." şeklinde bir his doğması halinde, o zatın Peygamber Efendimiz olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları ise, Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselamın, rüyada kendi sima ve şemâili ile görüldüğü zaman Peygamberimiz olduğunu; aksi halde, şeytanın, Efendimiz'in şekil ve suretinin dışında, başka bir suretle ortaya çıkıp "Ben Muhammed'im" diyebileceğini ifade etmişlerdir.
İmam Rabbânî Hazretleri, "Efendimiz kendi şeklinde görüldüğü zaman hakkıyla görülmüş olur ki, şeytan O'nu temsil edemez." derken, ayrı bir ekol sahibi olan Muhyiddin İbni Arabî, "Ne şekilde ve surette olursa olsun, "Ben peygamberim" diye kişinin kalbine doğan zat Peygamberimizdir." demiştir. Alimlerin çoğunluğu, Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinin düşüncesine temayül göstermişlerdir.
İmam-ı Nevevî Hazretleri de, ister bilinen sıfatları üzere, isterse bilinen vasıflarından başka bir surette görsün, sâlih rüyayı gören kimsenin her iki surette de Mahbûb-u Âlem Efendimiz'i hakikaten görmüş olacağını söyler. (bk. Nevevi, ilgili hadislerin şerhi) Kadi İyâz'a göre ise, Râsul-ü Ekrem'i bilinen sıfatlarından başka bir şekilde görenin rüyası te'vîle, tabire muhtaçtır.
Rüyaya Yansıyan Hüzün
Haddizatında, Habîb-i Edîb Efendimiz'i görmek ne şekil ve surette olursa olsun, alaküllihal bir müjdenin ifadesidir. Yaratılışın en anlamlı nüktesi Hazreti Fahr-i Âlem Efendimiz'in güzeller güzeli cemali, mübarek siyah saçları, siyah sakalı, endamlı bakışları, yüz çizgilerindeki tenasübü ve müstesna bir beşer güzelliği içindeki mahiyetiyle rüyada görülmesi ve bir insanın mir'at-ı ruhuna eşsiz kemal ve cemaliyle aksetmesi, o rüyayı gören insan için büyük bir bahtiyarlıktır. Zira, selef-i salihîne göre, rüyada Peygamber Efendimiz'i görmek gamdan sonra feraha, bir sıkıntının akabindeki rahatlığa, nimetlerin artmasına, tevbenin kabulüne, hepsinden öte ahirette şefaate nâil olma ve Cennet'te O'nun gül cemalini açıktan açığa görme yoluna girmeye işarettir.
Nebîler Serveri'nin değişik şekillerde görülmesi ise, bir kısım manaları iş'ar eder. Şayet, Güzeller Güzeli, kendisine uygun ruh güzelliğinin dışa yansıdığı rüya esnasında o güzelliğin bazı yanları gitmiş olarak görülürse, bu durum, rüyayı gören insanın mir'at-ı ruhunda onu tamamiyle aksettirmeye mani bir kısım isin ve pasın bulunduğuna delalet eder. Mesela; bir kimse Allah Rasûlü'nü sakalsız görüyorsa, demek ki, o insanın mir'at-ı ruhunda Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz'in sakalını görmesine mani bir kusur var ve bu kusur O'nun güzelliğini bütün olarak müşahede etmesine engel oluyor. Öyleyse, bu insan, Şânı Yüce Nebî'yi rüyasına misafir ettiği için sevinse ve kendisini bahtiyar saysa da, böyle bir eksiklikten dolayı ruh dünyasına çeki düzen vermesi gerektiğini de gözardı etmemelidir.
Şu kadar var ki, Ferîd-i Kevn ü Zaman Efendimiz'in şemâil-i hakikiyesiyle görülmemesi sadece vicdanın ve gönlün paslı olmasından değildir. Bazen rüyayı gören zatın veya onun temsil ettiği davanın, hareketin ya da milletin başına gelecek bir kısım musibetlerden ötürü Hüzün Peygamberi'nin mahzuniyet ve mükedderiyeti misal aleminden o şekilde temessül edebilir. Nitekim, Mahzun Nebi, rengi değişmiş, eski elbise giymiş veya bir azası eksilmiş görülürse, bu rüya o yerde dinin zayıflamasına ve bid'atların yaygınlaşmasına delalet eder. Belki, Rasûl-ü Ekrem'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) o rüyada gören kimse Hak katında çok makbul ve mahbub bir insandır, gönül dünyası açısından da kusursuzdur; fakat, Sultân-ı Rusül'ün, sevdiği o insanın nazarına temessülü herhangi bir hadiseye karşı iç âlemindeki durum itibariyle olur. Mesela, mühim işleri omuzunda taşıyan bir zata, İki Cihân Serveri Efendimiz, gözleri yaşlı ve sakalını tıraş etmiş olarak mahzun bir çehre ile zuhur edebilir. Bunun manası -Allahu a'lem- şudur: O zatın, dolayısıyla da davasının başına gelecek bir badireden ötürü, Hakikat-i Ahmediye (aleyhissalatü vesselam) müteessir olduğundan Şânı Yüce Nebî kendi şekl-i hakikisinin dışında görülmüş ve bir bakıma o işi teessürle karşıladığını ifade buyurmuştur.
Yine, bir şahıs rüyasında Fahr-i Kâinat Efendimiz'i çok hüzünlü görür; O'nun Uhud'da başından aşağıya kanlar akarken dahi devamlı tebessüm eden mübarek çehresi mahzun, saçı ve sakalı ise dağınıktır. Vâkıa bu saç ve sakal dağınıklığı, Aleyhi Ekmel'üt-Tehâyâ Efendimiz'in mahiyet-i hakikiyesiyle alâkalı değildir; bu hal, Hakikat-i Ahmediye (aleyhissalatü vesselam)'ın kendi cemaati içindeki bir kısım arızaları temsil keyfiyetiyledir ve ümmet-i Muhammed'e yönelmiş bir belanın gelmekte oluşundandır. Bizim halihazırdaki dağınık ve perişan veya ileride dağılacak ve perişan olacak yönümüze nazar etmesi itibariyle Hakikat-i Ahmediye (aleyhissalatü vesselam) hakiki şeklinin haricinde, saçı-sakalı dağınık bir vaziyette temessül etmiştir.
Aynı zamanda, Gönüllerimizin Gülü (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hüzünlü ve münkesir görüldüğü rüyalar inananları uyarmakta; onları gelmekte olan bir musibete karşı hemen Cenâb-ı Hakk'a iltica etmeye, belalara kalkan olması için sadaka vermeye ve her hayırlı vesileyi muhtemel felaketleri defedici bir paratoner olarak değerlendirmeye çağırmaktadır.
O Hep Aranızda Dolaşıyor!..
Ayrıca, ümmetinin her haliyle alâkadâr olan Şefkat Peygamberi bazen de Müslümanlara ümit vermek, onların aşk ü şevklerini artırmak, gönüllerine inşirah salmak ve bütün heyecanlarıyla bir kere daha vazifelerine sarılmalarını sağlamak için rüyaları şereflendirir. Nitekim, Beyan Sultanı (aleyhi ekmelüttehâyâ) "Nübüvvetten ümmete yalnız mübeşşirât kalmıştır." buyurur. "Mübeşşirât nedir, ya Rasûlallah?" diye sorulduğunda, "Sâlih rüyalardır" cevabını verir. Evet, Cenâb-ı Hak, sâlih ve sâdık rüyalar vesilesiyle mü'minleri müjdeler, gönüllerini şevke gark eder ve onları muştularla sevindirir.
Meselâ, bir arkadaşınız rüyasında görür ki; Gül-i Rânâ Efendimiz geliyor ve sizin kâkül-ü gülberlerinizden tutarak, alnınızdan öpüyor.. öpüyor ve
"Ohh.. sizler Cennet kokuyorsunuz" diyor. Siz
"Bu iltifat da neden ya Rasûlallah?" diyorsunuz; O da,
"Tam gönlüme göre hizmet ediyorsunuz; adımı dört bir yana duyuruyorsunuz!" buyuruyor.
Bir başka arkadaşınız, âlem-i menâmda O'na mülâkî olunca,
"Ya Rasûlallah, üç-beş kişi Senin adına bir yerde toplansa, oraya mutlaka Ashâb-ı Kirâm'dan birini gönderirmişsin, bu doğru mu?" diyor. Gönüllerin Efendisi, bu soruyu tebessümle karşılıyor ve şu cevabı veriyor:
"Önceden öyleydi; ama şimdi zaman, âhirzaman. Kardeşlerimin daha çok himmete ihtiyacı var. Artık nerede üç-beş kişi benim adıma bir araya gelirse, onların yanına bizzat ben gidiyor ve ruhâniyetimle aralarında yer alıyorum."
İşte, her durakta bir sürü hain düşüncenin rengârenk masallar ürettiği, masalların birer büyü gibi dinleyenleri uyuttuğu, bâtıla açık şuuraltlarının aldatan rüyalar gördüğü; küfre şahlık urbalarının, diyânete cadı elbiselerinin giydirildiği, ruhun gözlerine kezzap dökülüp vicdan mekanizmasına civa akıtıldığı, çevrede serpilip gelişen yeşilliklerin çehresine zift serpiştirildiği.. ve her şeyin olduğundan başka gösterilmeye çalışıldığı bir zaman diliminde Rahmeti Sonsuz, bu türlü mübeşşirât ile inananları takviye ediyor, aşk u şevke getiriyor ve gönüllerini ümit şualarıyla şenlendiriyor.. şenlendiriyor ve rüyaların diliyle adeta "Siz hizmetinize bakın; Ben Kimsesizler Kimsesiyim, sizin de kimsenizim, Siz kendinizi değiştirmedikten ve gaye-i hayalinizi terk etmedikten sonra düşmanlığa yenik ruhların hücumları size zarar veremeyecektir. Habîb-i Ekrem hep içinizde, yanınızda, yakınınızda bulunacak ve size müzâhir olacaktır!" diyor, ümitlere fer, dizlere derman ve kalblere inşirah veriyor.
Teveccüh Şahsa değil Şahs-ı Manevîyedir
Ne var ki, bu türlü rüyaları gören insanlar, ondaki iltifat ve takdirleri kendi üzerlerine almama hususunda âzamî hassasiyet göstermelidirler. Fahr-i Kâinat Efendimiz'in (aleyhi ekmelittehâyâ) sâdık rüya ve murakabelerde tenezzülen asrın garipleri arasında dolaşması, onların müesseselerini ziyaret etmesi ve bazı şahıslara hususi iltifatlarda bulunması iman hizmetinin kerametinden başka bir şey değildir; şahsî meziyet ve şahsî kemalât adına ortaya konan gayretlerle bu takdirlere mazhariyet düşünülemez ve düşünülmemelidir. Alnı öpülen, alkışlanan, takdir ve tebcil edilen şahs-ı manevîdir ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'i gören kim olursa olsun, meseleyi bu açıdan değerlendirmelidir.
Diğer taraftan, bir insan, Hazreti Rûh-u Seyyid'il-Enâm'la temessülen görüşürken ondan bazı emirler ve haberler de almış olabilir. Bu görüşme esnasında Peygamber Efendimiz'den duyduğuna inandığı sözler eğer şer'î ölçülere muhâlif ise, -işin içinde Hazreti Sâdık u Masduk bulunduğu için bunu farz-ı muhâl çerçevesinde dahi olsa ürpererek söylüyorum- o insan kesinlikle şer'î ölçülere ters düşen o ifadeleri tatbik edemez ve Sultân-ı Enbiyâ ile görüşmesini kendisi için delil sayamaz. Andelîb-i Zîşân Efendimiz'in bir insana rüyasında bazı şeyler söylemesi mümkündür, ancak rüyadaki o sözlerin geçerliliği, Kitap ve Sünnet'te açıklanan, İslam alimlerince yorumlanıp yazılan kurallara uygun olmasına bağlıdır. Peygamber Efendimiz'in misalini bilhassa arz ediyorum ki, diğer büyük zatları görüp onlardan bazı emirler aldıklarını söyleyenler için de bir ölçü olsun.
Demek ki, insan temessül etmiş şekilleriyle nebileri ya da velileri görse ve onların sözlerine muhatap olsa, yine hüküm değişmez; söylenenler şer'î ölçülere tatbik edilir ve davranışlar ona göre ayarlanır. Evet, rüyalar Kitap ve Sünnet gibi teşrîin gerçek kaynakları yanında hüccet ve delil sayılabilecek kriter ve kurallar değildir; asıl olan, Kitab'a ve Sünnet'e uymak, rüyaları da sübjektif birer işaret saymaktır.
Dahası, İnsanlığın İftihar Tablosu'nu rüyasına misafir eden bir kimseye bir sır verilmiş demektir. Bu talihli insan, Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) o mukaddes sırrını ulu orta fâş etmemelidir. Şayet, o rüyada iman kardeşlerinin, dost ve arkadaşlarının kuvve-i maneviyelerini takviyeye medar olabilecek bir durum varsa, işte o zaman duyduklarında inşiraha kavuşacaklarını ve aşk u şevke geleceklerini umduğu kimselere onu anlatmasında bir mahzur yoktur. Ne var ki, öyle hâlis bir niyetle sırrını paylaşırken bile nefsin gururuna bâdi olabilecek hususları gizlemek ve mümkünse rüyayı göreni meçhul bir sevgi kahramanı olarak zikretmek en doğru yol olsa gerektir. Zira, Hak kapısının sâdık bendelerine düşen, müşahedelerini anlatmaktan, rüyalarını ve yakazalarını başkalarına söylemekten kaçınmaktır; böyle bir sükûtta hem selâmet hem de ilâhî esrarı ketmetmedeki Hakk'a saygı vardır.

Peygamber efendimizi rüyada görmek

Sual:
Rüyada Peygamberimizi gören muhakkak Onu mu görmüş olur?
CEVAP
Rüyada Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselamı hakiki şekliyle gören, muhakkak Onu görmüş olur. Çünkü şeytan Onun şekline giremez. Fakat şeytan başka şekle girip görünebilir. Resulullah efendimizi tanımayan kimsenin, bunu ayırması kolay olmaz.

Bazı âlimler de, (Peygamber efendimizi değişik şekilde görmek, yine Onu görmek olur. Fakat bu, o kişinin dindeki noksanlığına alamettir. Peygamber efendimizi rüyada gerçek şekliyle gören ve mümin olarak ölen herkes Cennete gider) buyurmuşlardır.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Beni rüyada gören, gerçekten beni görmüştür. Ben her surette görünürüm.) [Deylemi]

(Beni rüyada gören, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime giremez. Ebu Bekri Sıddıkı gören de, gerçekten onu görmüştür. Şeytan onun da suretine giremez.)
[Hatib]

(Beni rüyada gören, uyanıkken görmüş gibidir.)
[İbni Mace]

(Beni rüyada gören, Cehenneme girmez.)
[İbni Asakir]

Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki:
İbni Sirin'e göre, rüyayı gören, Resulullahı vefatı zamanında bulunduğu şekil üzere görmüşse hakikaten onu görmüş demektir. İbni Arabi hazretleri gibi bazı âlimler ise, (Resulullahı hayatta bulunduğu şekilde görmek şart değildir) dedi. Resulullahı bilinen sıfatları üzere görmek, bizzat Peygamber efendimizi görmektir. Bilinen sıfatlardan başka şekilde görmek, Resulullahın misalini idrak etmektir.

Peygamberlerin cesetleri yer değiştiremez. Bundan dolayı Peygamber efendimizi bulunduğu surette görmek, Onun hakikatini idrak etmektir. Vasıflarından başka bir şekilde görmek ise, misalini idrak etmektir.

Kadi İyad'a göre, Resulullahı bilinen sıfatından başka bir şekilde görenin rüyası tevile, tabire muhtaçtır. İmam-ı Nevevi ise, (sahih olan rüyayı gören her iki surette de Resulullahı hakikaten görmüştür. İster bilinen sıfatı üzere, isterse bilinen sıfatından başka bir surette görsün) dedi.

Resulullahın gençlik, orta yaşlılığı ve ihtiyarlık zamanlarında ve ömrünün sonunda olan bilinen suret ve sıfatlarından biri üzerine görülen rüya tabire muhtaç değildir. Eğer bunlardan birine benzemiyorsa, tabire muhtaç olur. Bunun için bazı tabircilere göre, bir kimse, Resulullahı yaşlı görse, selamete erişmeye; genç görse, bu kimsenin iyi hâlli oluşuna, şöhrete erişmesine ve onun düşmanına galip gelmesine delalet eder. Tebessüm ettiğini görse, rüya sahibinin sünnet-i seniyeye uyduğuna delalet eder.

Resulullahı kızgın bir şekilde görmek, o kimsenin hâlinin kötü olmasına delalet eder. Güzel bir surette görmek, rüya sahibinin dince güzelliğine, mübarek bedeninde noksanlık görmek, rüyayı görenin noksanlığına delalet eder. Çünkü Resulullah gayet parlak bir ayna gibidir ki, o aynaya bakan kendi şeklini görür.

Resulullahı böyle uygun şekillerde görmekte büyük faydalar vardır. Çünkü Resulullahı bu durumda görmekle rüyayı görenin durumu bilinir ve gafletten uyanır. Diğer peygamberleri de rüyada görmek böyledir. Çünkü şeytan, peygamberlerin ve melaikenin suretine giremez. Rüyada Resulullahı görenin durumu iyi ve gönlü şen olur. Eğer o kimse üzüntülü ve kederli ise, üzüntü ve kederinden kurtulur veya hapis ise hapisten çıkar.

Resulullahı görenler, muhasara altında veya kıtlık içinde iseler onlar bu gibi durumlardan kurtulur ve mazlum iseler zafere kavuşurlar. Eğer korku hâlinde iseler emin olurlar.

Resul-i ekremin kendisine teveccüh gösterdiğini veya bir şey öğrettiğini yahut namazında ona iktida ettiğini yahut Resulullah'ın güzel bir şey yedirdiğini veya layık bir elbise giydirdiğini, veya ona hayırlı dua ettiğini gören, iyiliği emreden ve kötülüğü nehyeden kişi olur. Rüyayı gören âlim ise, ilmi ile amel eder. Âbid ise, feyze kavuşur. Günahkâr ise, tevbe eder, kâfir ise, hidayete erer.

Rüya sahibi korku içinde ise, düşmanlarından emin olur. Kendisine şefaat edilir. Çünkü Resulullah efendimiz şefaat sahibidir.

Rüyada Resulullahı görmek, sözünde doğru ve vaadinde durmaya delalet eder. Bazen de büyük bir makama nail olur. Rüya sahibi yolcu ise ve kuraklık çekiliyorsa, yağmurun yağmasına delalet eder. Çünkü su bulunmayan yerde, Resulullahın mübarek parmakları arasından su akmış idi.

Resulullah bir yerde rengi değişmiş veya bir a'zası noksan görülürse, bu rüya o yerde dinin zayıflamasına ve bid'atin meydana çıkmasına delalet eder. Resulullahın üzerinde eski elbise görmenin tabiri de böyledir.

Resulullahın vefat ettiğini görenin kendi akrabasından şerefli bir zatın vefatına delalet eder. Eğer Resul-i ekremin bir yerde cenazesini görse, orada büyük bir musibet olur.

Resulullahın, kendisine dünya malından veya yiyecek ve içecek bir şey verdiğini gören, verilen şeyin şerefi nispetince erişeceği bir hayra delalet eder. Bir kimse rüyada onun mübarek elbiselerinden birini giyse veya Peygamber efendimiz kendisine elbisesini verse, o kimse mülke erişir. Fakir ise, zengin olur, bekârsa evlenir.

Resulullahın sürme çektiğini gören, dininde salih olur. Onun çok güzel olduğunu görmek, rüya sahibinin çok dindar olduğuna delalet eder. Resulullahı buğday benizli gören, heva ve hevesi terk eder, tevbe etmeyi tercih eder. Beyaz tenli olduğunu gören, Allah’a tevbe eder. Güzel amel yapar ve yolunu düzeltir.

Resulullahın sakal-ı şeriflerinin siyah olduğunu ve beyazlık bulunmadığını gören, sevinç ve büyük bir ucuzluğa kavuşur. Sakalına aklık karıştığını görenin kuvvetli oluşuna ve düşmanına galip gelmesine delalet eder.

Resul-i ekremi kendi mescidinde veya harem-i saadetinde gören, kuvvet, izzet ve yüceliğe erişir. Resulullahın kabri şerifini gören, zengin olur, hapis ise kurtulur. Kabr-i şerifi ziyaret ettiğini gören, büyük bir mala erişir.

Resulullahın peşinden yürüdüğünü görenin, sünnete uyduğuna delalet eder. Resulullahı ayakkabısız görse, rüya sahibinin cemaatla namazı terk ettiğinden, ona, cemaatla namaz kılması için emrettiğine delalet eder. Resulullahın mestlerini giydiğini görmesi, Resulullahın o kimseye Allah yolunda cihad yapması için emrettiğine delalet eder.

Resulullah ile müsafeha yaptığını görenin sünnet-i Resulullaha uyduğuna delalet eder. Resulullah kendisine rüyada hurma ve bal gibi güzel ve hoş bir şey ikram etse, Kur'an-ı kerimi ezberler ve ona verilen şey miktarınca ilim elde eder.

Peygamber efendimizin hutbe okuduğunu gören, iyilikle emir ve kötülükten nehyeder. Resulullahın kendisine bir şey verdiğini gören kimse, ilme nail ve hakka tâbi olur. Resulullahın kendisine verdiği şeyi almadığını görse, o kimse bid'at işler.

Resulullahı uzun boylu bir delikanlı suretinde görmek, insanlar içinde çıkacak fitneye delalet eder. Resul-i ekremi yaşlı bir şekilde görse, insanların afiyette olmalarına delalet eder. Resulullahın kendisine kızdığını veya kendisiyle mücadele ettiğini veya sesini onun sesinden daha fazla yükselttiğini görenin, dinde çıkaracağı bir bid'ate delalet eder. Resulullahın herhangi bir yerde vefat ettiğini gören, o sene orada vefat eder.

Peygamber efendimizi rüyada görmek için

Peygamber efendimizi rüyada hakiki şekliyle görebilmek için düzgün itikada sahip olmak, ibadetleri yapıp haramlardan kaçmak ve çok salevat-ı şerife getirmek lazımdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Cuma gecesi iki rekat namaz kılıp, her rekatta bir Fatiha, bir Âyet-el Kürsi, 15 İhlas okuyup selam verdikten sonra bana bin salevat okuyan, öteki Cumaya varmadan beni rüyada görür.) [Şir'a]

Hazret-i Ömer, (Bir mümin, Abher namazını kılıp da Resulullahı rüyasında görmezse, ben Ömer değilim. Yemin ederim ki, Allahü teâlâ, bu namazı kılanın işini görür, dilediğini verir, günahı ne kadar çok olsa da, hepsini affeder, ölürken susamaz, kabrine çiçekler döşenir. Kabrinden kalkarken de, başına keramet tacı konur) buyurdu. Hazret-i Ali de, (Resulullahı görmek istediğim zaman, Abher namazını kılarım) buyurdu.

Abher namazı, 4 rekatlık nafile bir namazdır. İkinci rekatta, oturulunca Ettehiyyatüden sonra salli barik okunur. Her rekatta bir Fatiha, on defa Kadir suresi okunur. Sonra rükudan önce, 15 defa Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallâhü ekber tesbihi okunur, sonra rükuya varılır, rükuda 3 defa Sübhane rabbiyel azim dendikten sonra 3 defa yukarıdaki tesbih okunur. Sonra doğrulup, kavmede, yani ayakta iken aynı tesbih 3 defa daha okunur. Secdeye varılır, 3 Sübhane Rabbiyel a'ladan sonra, aynı tesbih 5 defa okunur. Daha sonra ikinci secdeye gidilir. İki secde arasında tesbih okunmaz.

Diğer 3 rekat da böyle tamamlanır. Selamdan sonra konuşmadan Kadir suresi on defa okunur. Sonra aynı tesbih 33 defa okunup Cezallahü Muhammeden anna ma hüve ehlühü denir.

Resulullah efendimizi rüyada gören müslüman, ölene kadar o hâlini muhafaza ederse Cennetliktir.

Resulullahı rüyada görmek
Sual:
Bazıları, (Peygamberi rüyada gördüm, bana şöyle bildirdi) diyerek, dine aykırı şeyler söylüyorlar. Şeytan, Peygamberin kılığına giremeyeceğine göre, bu nasıl oluyor?
CEVAPBirincisi, Resulullahı gördüğü yalan olabilir. İkincisi, dine aykırı olduğuna göre, görülenin Resulullah olmadığı kesindir. Şeytan, başka şekle girip, ben Peygamberim diye yalan söyleyebilir. Peygamber efendimizi tanımayan da, o şekli Resulullah zanneder. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Resulullahın hakiki şeklini, rüyada tanıyabilmek çok güçtür. Bunun için, rüyalara nasıl güvenilebilir? Şeytan, Resulullahın yüksek şanına yakışacak bir şekilde, o Serverin ismiyle görünemez. Melun şeytan, düşmanlığını burada da gösterebilir. Araya karışarak, olmayan şeyi olmuş gibi gösterebilir. Rüya göreni şaşırtır. Kendi sözlerini ve işaretlerini, onun sözleri ve işaretleriymiş gibi gösterir. Resulullah vefat ettikten sonra, bir kimse uykuda, hisleri çalışmazken ve yalnızken, nasıl olur da, rüyanın şeytanın karışmasından korunduğunu ve onun değiştirmediğini anlayabilir? (1/273)

Resulullahı uygun olmayan bir şekilde görmek, zaten o kişinin bid’at veya günah işlediğini gösterir. Bunun için, rüyada söylendi denilen, dine aykırı sözlere itibar edilmez. [Mesela, Şeyh Ahmet vasiyetnamesi isimli yazıda, Resulullahı gördüm denmesi tamamen yalandır.]
İnsanlar uykudadırlar,ölünce uyanırlar.
Hz Muhammed sav
Cahilin sonunda göreceği şeyi,
akıllılar önce görür.

Mevlânâ Hz.
Tatlı dilli güler yüzlü bir delikanlı bal satardı.Bu,öyle yakışıklı,öyle sevimli bir gençti ki,gönüller onun şeker gülüşünden yanar tutuşurdu.
Genç satıcı beli boğumlu bir şeker kamışını andırırdı. Sinekten çok müşterisi vardı. Öyle ki, hani zehir satsa, onun elinden olduktan sonra herkes bunu bal şerbeti diye içerdi.
Bir gün kaba saba bir adam, bu delikanlının satışını gördü, kazancını kıskandı. Ertesi gün kendisi de başında bal, yüzünde sirke, şehri dolaşmaya başladı. Bağıra çağıra, bir o yana, bir bu yana, mahalle arasında geziniyor, malını satmaya çalışıyordu.Fakat ne hikmetse,balına müşteri değil sinek bile konmadı.
O gün eline hiç para geçmedi. Akşam olunca sıkıntı içinde evine döndü. Fena halde kızmıştı. Suratını cezadan korkan suçlular gibi asmış, kaşlarını bayramda zindanda kalan mahkum gibi çatmıştı.
Karısı ona Şaka yoluyla şöyle dedi.
"Yüzü ekşi olanın balı acı Olur!"
Sâdî ŞİRAZÎ



Dünyâ hayatı, kâh sevinç kâh hüzün, binbir med-cezirler içinde devam edip gider. Gönül öyle bir misafirhânedir ki, orada yaşanan elem ve ıztıraplar da, sevinç ve mutluluklar da birer misafir hükmündedir. Hiçbiri dâimî ve kalıcı değildir. Bu yüzden mü’minin hâdiseler karşısında aşırı sevinç veya aşırı hüzne kapılarak fânî hayatın huzur ve îtidâlini gereksiz yere bozmaması îcâb eder.
Mükemmel bir örnek şahsiyet olarak insanlığa armağan edilen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı, çileler ve ıztıraplar manzûmesidir. Nitekim kendisi bu hâlini; “…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurarak ifâde etmiştir. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
Ancak çektiği çilelerin hiçbiri, Allah Rasûlü’nün metânetini ve muvâzenesini bozamadı. O, bütün bunları büyük bir olgunluk ve rızâ hâliyle karşıladı. Gönlü nice acılarla dağlanmasına rağmen, gül yüzünden tebessüm hiç eksik olmadı. O’nu hiç kimse, hiçbir zaman asık bir yüzle, çatık kaşla ve abus bir çehre ile görmedi. Zîrâ O, Hak Teâlâ ile berâberliğin neşe ve huzuru içinde dâimâ tebessüm hâlinde bulunur, her hâlükârda İslâm’ın güler yüzünü aksettirirdi.
Kendilerini Rasûlullah’ta fânî kılan ashâb-ı kirâm ve evliyâullâh’ın da iç dünyâlarının güzellikleri sîmâlarına aksetmiş, dâimâ tebessüm hâlinde olmuşlardır. Nitekim Ümmü’d-Derdâ -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:
“Ebu’d-Derdâ, bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi. Birgün ona:
«–İnsanların senin bu hâlini tuhaf karşılamasından endişe ediyorum!» dedim. O ise bana:
«–Allah Rasûlü bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi.» dedi.” (Ahmed, V, 198, 199)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Allah yolundaki gayretleri, mübârek yüzünde bir gül gibi açan dâimî tebessümleri, O’nun Allah Teâlâ ile huzur verici beraberliğinin en güzel misâliydi.
Her insan sevinmekten haz duyar. Ancak her şeyin olduğu gibi sevinmenin de bir ölçüsü, hadd-i lâyığı vardır. Başa gelen musîbetler sebebiyle kendini mahvedercesine eleme gark olmak nasıl hatalı ise, sevinç ve mutluluk veren hâdiseler karşısında kendini kaybedercesine kahkahalar atmak gibi taşkınlıklar da insanlık haysiyet ve şahsiyetini zedeleyici hâllerdir.
Mü’min, dâimâ rakik, ince, hassas bir kalbe sahip olmalı, sîmâsından da tatlı bir tebessümü eksik etmemelidir. Tebessüm, taşkınca gülmenin hafifliğine karşı mü’minin vakârı, diğer taraftan asık suratın iticiliğine karşı da mü’minin câzibesidir.
Hazret-i Mevlânâ, gülmek gibi sıradan görülen bir davranışın bile kişinin karakterini ele verdiğinden hareketle ince bir îkazda bulunur:
“İnsanın nasıl güldüğünden edebini, neye güldüğünden aklını anlarım.”
Haddinden fazla ve taşkınca gülüp neşelenmek, kimi zaman insanı gaflete sevk ederek ona bu âlemde imtihana tâbî bir kul olduğu hakîkatini unutturuverir. Asıl ve ebedî saâdetin âhirette olduğunu unutmak ise, gönlün fânî hazlara esâretiyle neticelenir. Bunun uzun müddet devâmı hâlinde, şen-şakrak kahkahalar rûha zehir saçar, kalpler kasvete bürünür, katılaşır, hassâsiyetlerini yitirir.
Fazla ve taşkınca gülmenin, kişiyi mânen hangi handikaplara sürükleyebileceği husûsunda Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu îkazı çok ibretlidir:
“Gülmesi çoğalanın heybeti azalır. Fazla şaka yapan, eğlenceye alınır. Bir şeyi çok yapan, onunla tanınır. Çok konuşan, çok hatâ yapar. Çok hatâ yapanın hayâsı azalır. Hayâsı azalan kimse şüpheli şeylerden az kaçınır. Şüpheli şeylerden az kaçınanın da kalbi ölür!” (İhyâ, III, 288)
En mühim mânevî hastalık olan gaflet, insana içinde bulunduğu mes’ûd hâli kalıcı gibi göstererek onu aldatır. Önündeki ölüm, diriliş, hesap, sırat gibi zor menzilleri unutturarak onu asıl meselelerinden gâfil kılar. İnsanoğlunun bu umûmî vasfı Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz! Ve siz, gaflet içinde oyalanmaktasınız.” (en-Necm, 60-61) âyetleriyle ifâde buyrulur.
Bu meyanda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“Siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)
Hazret-i Mevlânâ, bu hakîkatlerin îzâhı mâhiyetinde şu nasihatte bulunur:
“Akıllılar önceden ağlar; sonunda tebessümlere gark olurlar. Ahmaklarsa, önceden kahkahalara boğulur, sonra da başlarını taşlara vurarak ağlarlar. Ey kişi! Firâsetli olup işin sonunu başlangıçta iken gör de cezâ gününde pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşma!..”
İmam Gazâlî Hazretleri de şöyle bir kıssa nakleder:
Adamın biri, taşkınca gülmekte olan kardeşine:
“–Cehennemden kurtulacağına dâir bir haber mi aldın?” diye sorar. Kardeşinden; “–Hayır.” cevabını alınca da:
“–O hâlde nasıl (böyle) gülebiliyorsun!” der. (İhyâ, III, 288)
Zîrâ peygamberlerin dışında hiçbir kul, cennetle teminat altında değildir.
Vehb bin Verd -rahmetullâhi aleyh-, halkın bayram günü aşırı güldüklerini görünce onlara şu nasihatte bulunur:
“Eğer günahlarınız bağışlandıysa bu hâl, şükredenlerin hâli değildir. Eğer günahlarınız bağışlanmadıysa bu, (ilâhî azaptan) korkanların hâli değildir!” (İhyâ, III, 288)
Muhammed bin Vasi’ -rahmetullâhi aleyh- de şöyle der:
“Cennette duran bir adamın ağlaması ne kadar garip ise, dünyada henüz gideceği yeri(n cennet mi, cehennem mi olacağını) bilmeyen kimsenin aşırı gülmesi de o nisbette şaşılacak şeydir.” (İhyâ, III, 289)
Bu hâl, İslâm ahlâkının mü’mine kazandırdığı şahsiyet ile ilgili olarak çok mühim bir ölçü ihtivâ etmektedir. Demek ki mü’min, iç âleminde ebedî ve muazzam endişelerin volkanları kaynamasına rağmen, yüzünde sâkin bir liman gibi sükûnet tevzî edebilmelidir. Ne aşırı sevince kapılıp gevşemeli, ne de aşırı hüzne kapılıp bedbin olmalıdır.
Mü’min, “havf ve recâ” arasında bir kalbî kıvam oluşturmalıdır. Havf; yaptığı amellerden şımarmayıp Cenâb-ı Hakk’a azâbından korkarak dâimî bir ilticâ hâlinde bulunmak, recâ ise, Allâh’ın rahmetinden dâimâ ümitvar olmak ve bu ümitle bedbinliğe düşmemektir.
Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sirruh- talebesine yazdığı bir mektupta şöyle der:
“Bak oğlum, şimdiye kadar yaptığım hiçbir ibâdete güvenmiyorum. Yalnız Rabbimin rahmetini diliyorum. Ne olursun, hocanın hüsn-i hâtimesi için duâ et.”
İşte mü’minin tabiat-ı asliyesi olan tebessüm, bir bakıma bu îtidal kıvâmını da ifâde eder. Fakat tebessüm gibi güzel bir davranışın da bir âfeti vardır ki, o da yanlış bir niyetle yapılmasıdır. Gurur, kibir, istihzâ, din kardeşini hor görme, mü’minlerle alay etme gibi kötü niyetlerle yapılan ve pek de önemsenmeyip geçilen bu tip tebessümler, aslında pek çetin bir âhiret vebâli olacaktır. Nitekim İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-:
“…Vay hâlimize! derler, bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!..” (el-Kehf, 49) âyetinin tefsîrinde “sağîre/küçük günah” hakkında, mü’min ile istihzâ ederken yapılan tebessümdür; “kebîre/büyük günah” hakkında da, bu arada atılan kahkahalardır, demiştir. (İhyâ, III, 294)
Mü’minin Tebessümü Yüzünde,
Hüznü ise Kalbindedir…
Bütün bu hakîkatlere göre, mü’minin gönül kıvâmında belli miktarda hüzün ve endişeye de ihtiyaç vardır. Bununla birlikte gönül mahzun ve mağmum iken, yüzün tatlı bir tebessümle aydınlanması îcâb eder. Zîrâ Hazret-i Ali
-radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi:
“Mü’minin tebessümü yüzünde, hüznü ise kalbindedir.”
Yâni kâmil mü’minlerin hüznü ve gözyaşları, kendi kulluklarındaki hata ve noksanlıklarını düşünmeleri sebebiyle tenhâlarda, yalnızlıkta ve bilhassa seherlerdedir. Onların bu enfüsî muhâsebe hâlleri ve kendi kusurlarını tefekkür edip gönül aynalarını gözyaşı ile yıkamaları, aynı zamanda yüzlerine akseden nûrun da kaynağını teşkil eder.
Mevlânâ Hazretleri, Hak dostlarının yüzlerindeki nûrun hikmetini ne güzel îzah buyurur:
“Ben kendi yüzümü görmem de senin yüzünü görürüm. Sen de kendi yüzünü görmez, benim yüzümü görürsün. Kendi yüzünü görebilen kişinin nûru, halkın nûrundan fazladır.”
Yâni yüzdeki nûrun bir sebebi de, kişinin kendi hâline dikkatle bakabilmesi, başkalarının kusurlarından önce kendi noksanlıklarını görebilmesidir. “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” hikmetine eren âriflerin yüzlerindeki nûrun menbaı da budur. Bunun içindir ki; “Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” buyrulmuştur.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur ki:
“Mü’min, insanlara karşı yüzüyle sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzundur… Mü’minin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok; gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, hâlbuki kalbi Rabbini anmakla meşguldür. Çoluk-çocuğu ile uğraşıyor görünür, fakat kalbi Rabbi iledir.
…Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak! Sevincini ve neşeni biraz azalt! Biraz hüzünlü ol! Bil ki Peygamber Efendimiz, başkalarının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı...”
İnsanın taşkınca gülmesi, bir ifrat hâlidir. Somurtup surat asması da bir tefrit hâlidir. Her iki hâl de, mü’min gönüller için mânevî âfetlerdendir. Bunun îtidâli ve en makbûl olan kıvâmı ise tebessümdür.
Peygamber Efendimiz’in Tebessüm Hâli
Tebessüm, fazla ses çıkarmadan, en fazla dişlerin görülebileceği şekilde olan gülmektir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz de böyle gülerdi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-şöyle buyurur:
“Hazret-i Peygamber’in küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim. O sâdece tebessüm ederdi.” (Buhârî, Edeb, 68; Müslim, İstiska, 16)
Birçok sahâbînin rivâyetine göre, Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm- insanların en güzel huylusu olup en nâzik davrananıydı. Her zaman mütebessim idi. Yüzünde parıldayan bir aydınlık ve nûr vardı.
Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûruna, bey’at etmek için gitmiştik. Huzûr-i âlîlerinden ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana:
«–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü ondan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nûr saçılıyordu.» dediler.” (Heysemî, VIII, 279-280)
Yahudî âlimlerinden Abdullah ibn-i Selâm, hicrette merakla Allah Rasûlü’nü sormuş, vech-i mübâreklerine bakınca da:
“Bu yüz yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu. (Tirmizî, Kıyâmet, 42/2485; İbn-i Mâce, Et’ime 1, İkâmet 174)
İnsanın yüzü-gözü, üstü-başı bir nevî vitrinidir. Bütün varlıkların bilinen lisanları dışında bir de hâl lisânı vardır. Yâni insan, ağzıyla konuşmasa bile duruşuyla da bir beyan hâlindedir. İnsanın yüzünde, gönül hâlinden bir nişan vardır. Gören gözler için bütün çehreler, iç âlemlerin tercümânıdır. Bu bakımdan sîmâlardaki nûrânî bir tebessüm hâli, gönül âleminin en güzel dışa yansımasıdır.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
Nar alacak isen, gülen, çatlamış nar al ki, o gülüş, sana içindeki dâne­lerden haber versin. Ârifin gülüşü, ne mübârek gülüştür ki, o gülüş, can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.
Gülen nar, bağı, bahçeyi de güldürür. Âriflerin sohbeti, seni de ârifler arasına katar. Sen, kaskatı bir taş veya mermer parçası olsan da, bir gönül sahibine eri­şebilirsen cevher olursun.”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de âlemleri aydınlatan nur çehresiyle insanların yanından yavaşça ve tebessüm ederek geçerdi. Dâimâ mütebessimdi. Ashâbının gönüllerini hoş etmek için onların sözlerini dikkatle dinlerdi. Onlara inci dişleri görülecek şekilde gülümserdi. Ashâb-ı kirâm da kendisine uyarak sohbetinde yalnız tebessüm ile iktifâ ederdi.
Cerîr bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Fahr-i Kâinât Efendimiz, müslüman olduğum günden beri beni huzuruna girmekten alıkoymaz ve her gördüğünde gülümserdi.” (Buhârî, Edeb, 68)
Abdullah bin Hâris -radıyallâhu anh- ise:
“Allah Rasûlü’nden daha çok tebessüm eden bir kimse görmedim.” demiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 10)
Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme.” (Müslim, Birr, 144)
“Her iyilik bir sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman ve kendi kabından kardeşinin kabına su boşaltman bile iyilikten sayılır.” (Tirmizî, Birr, 45/1970; Ahmed, III, 344; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 304)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yoksullara infâk edecek bir şey bulamadığında, utancından başını öbür tarafa çevirirdi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28)
Bu emr-i ilâhînin ardından Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- verecek maddî imkânı olmadığı takdirde yoksulların gönlünü kazanmak için onlara güler yüz ve tatlı sözle muâmele ederdi.
Bu itibarla müslümanın, din kardeşine tebessüm etmesi, selâm vermesi ve güzel söz söylemesi, aslâ küçümsenemeyecek kıymette bir ictimâî ibâdettir. Zîrâ tebessüm, mü’minler için bir sünnet-i müekkededir.
Hak Dostlarının Tebessüm Hâli
Peygamber ahlâkıyla yoğrulan sâlih mü’minler de, kalb-i selîme ulaşmış yüksek şahsiyetler oldukları için her hâllerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izini tâkip ederler. Tebessümleriyle bahar mevsimi gibi gönüllere sürûr ve huzur verirler. Nazarları, ruhlara meltem olur. Nurlu sîmâları ile de dâimâ Allâh’ı ve âhireti hatırlatırlar. Zîrâ onlar, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den dâimâ akis ve feyz alma hâlindedirler.
Hayatın fırtınaları karşısında ümmet-i Muhammed’e yakışan da, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ve Hak dostları gibi “gül tabiatlı” olabilmektir. Zîrâ gül, dalındaki dikenlere katlandığı için, hoş rengiyle ve güzel râyihasıyla dâimâ tebessüm hâlindedir ve bütün insanlara; “Beni gönül gözüyle okuyun da benim gibi olun!” demektedir.
Dînin gâyesi de, işte böylesine zarif, güzel ve hassas insanlar yetiştirmektir. Kâmil mü’minler, güler yüzleriyle; güle, sümbüle, bülbüle, bütün varlıklara selâm hâlindedirler. Onların gönül âlemleri, bütün mahlûkâta bir pencere gibi açılmıştır. Zîrâ kâmil mü’minler, açan çiçeklerin, öten kuşların, meyveli ağaçların hikmetinde derinleşerek çiçekler gibi ince ruhlu ve nâzik; meyveli ağaçlar gibi cömert ve ikram sahibi olurlar.
Hak dostlarından Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, din kardeşiyle dostlukta en mühim şart ve âdâbın, ona karşı dâimâ güler yüzlü olmak ve onu sevindirmek olduğunu; Ebû Osman Hîrî Hazretleri, günahta olmamaları şartıyla her zaman güler yüz göstermek olduğunu ifâde etmişlerdir. Ebû Abdullâh Sâlime de tatlı dil ve güler yüzün Hak dostlarının fârik vasıflarından olduğunu beyân etmiştir.
Hâris el-Muhâsibî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:
“Güzel huyluluk dört şey iledir:
- Gâfillerin eziyetlerine sabretmek,
- Fazla kızmamak (kendini bilmezlerin câhilce sataşmalarına karşı «selâmetle» deyip geçebilmek),
- İslâm’ın güler yüzünü gösterebilmek,
- Ferahlatıcı ve huzur verici bir lisâna sahip olmak.”
Hasan-ı Basrî Hazretleri de güzel ahlâkı şöyle hülâsa eder:
“Güzel ahlâkın esâsı, iyiliği yaygınlaştırmak, kimseyi rahatsız etmemek ve güler yüzlü olmaktır.”
Kâinâtın hamuru, muhabbet mayasıyla yoğrulmuştur. Mikro âlemden makro âlemlere kadar bütün bir kâinât gönül gözüyle seyredildiği takdirde, her şeyin özünde ilâhî muhabbetten bir nişan taşıdığı görülür. Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki cemâlî sıfat tecellîleri olan bağlar, bahçeler, pınarlar, açan çiçekler, rengârenk kelebekler, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar, hep insana ilâhî bir tebessümü hatırlatır. İnsanın bu gerçeklerden gâfil kalması ne hazindir. Kula düşen, bu ilâhî tebessümü idrâk edip onu kendi sîmâsından mahlûkâta aksettirebilmesidir.
Hayatını amel-i sâlihlerle ihyâ eden bir mü’min, en güzel tebessüme vefât ânında rastlayacaktır. Bu hâl, âyet-i kerîmede ne güzel ifâde buyrulur:
“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra istikâmet üzere olanların üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin, derler.” (Fussilet, 30)
Yine âyet-i kerîmede buyrulur:
“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)
Mahlûkâta ilâhî muhabbetin tebessümünü aksettirebilen kâmil mü’minler, âhirette kim bilir ne muhteşem tebessüm hazinelerine nâil olacaklardır.
Şeyh Sâdî, Bostan adlı eserinde bir kıssa nakleder:
“Güzel ahlâklı bir adam vardı. Bu zat, (kendisine) fenâlık yapanlar hakkında dâimâ iyi söyler, onlara iyi muâmele ederdi. Vefât ettikten bir müddet sonra birisi onu rüyâsında gördü ve:
«–Öldükten sonra başına ne geldi, bana anlat!..» dedi.
Vefât etmiş olan zât, ağzını gül gibi tebessüm ederek açtı ve bülbül gibi güzel bir sesle dedi ki:
«–Ben hayatımda kimseye sert ve fenâ muâmele etmedim, sert yüz göstermedim. (Herkese güler yüz gösterdim.) Onun için bana da sert ve fenâ muâmelede bulunmadılar.»”
Gönüllerini bir dergâh hâline getirmiş olan Hak dostlarında kat’iyyen abus ve asık bir yüz görülemez. Allah dostlarının sîmâsı, muhataplarının gönüllerine huzur bahşeder, onları mânevî bir âleme taşır. Yine onlar, mahzunları gönül saraylarına alarak tesellî ederler. Sanki onların gönül âlemleri, bir huzur ve rehabilite merkezi hâlindedir.
Bu huzurun asıl hikmeti ise, insanlara Allâh’ı ve âhireti hatırlattıkları için, rûhu bunaltan nefsânî ve dünyevî kaygılardan, ihtiras ve aşırı düşkünlüklerden insanları kurtarmalarıdır. Ayrıca gerçek huzur ve saâdetin, ebedî saâdet yolunda gayret etmekle mümkün olduğuna dâir, insanlara istikâmet vermeleridir.
Hak dostlarının huzur ve ferahlık tevzî eden mütebessim bir çehreye sahip olmalarının bir hikmeti de, yüklenmiş oldukları irşad mes’ûliyetidir. Zîrâ halkı îkaz ve irşad hizmetinde güler yüz ve tatlı söz sahibi olmak, ilâhî bir emirdir. Tebessüm, kişinin karşısındakiyle bir gönül râbıtasıdır. Bu itibarla, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta en güzel bakış tarzı olan güler yüz ve tatlı söz kadar tesirli ve lüzumlu bir irşad metodu olamaz. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân, 159)
İrşad hizmetinde güler yüz, tatlı söz ve zarâfetin ne kadar mühim olduğuna dâir Şeyh Sâdî, Bostan adlı hikemî eserinde çok ibretli bir hikâye nakleder:
“Tatlı dilli, güler yüzlü bir delikanlı bal satardı. Bu, öyle bir civanmert idi ki, gönüller onun tatlılığından yanar, erirdi. Boyu, beli saz ile bağlanmış şeker kamışına benzerdi. Müşterisinin sayısı belli değildi.
Öyle bir yiğit idi ki, faraza bal satmayıp zehir satacak olsaydı, herkes zehri onun elinden, bal gibi içerdi.
Suratsızın biri de, o yiğidin satışına özendi, kazancını kıskanıp bal satmak istedi. Bal tablası başında, sirke satan yüzüyle, mahalle mahalle dolaştı. «Bal, bal!» diye bağırdı durdu. Fakat balına müşteri değil, bir sinek bile konmadı.
Akşam oldu, eve döndü. Eline bir kuruş geçmemişti. Fenâ hâlde kızdı, bir köşeye çekildi, oturdu. Günahının cezâsından korkan günahkâra, bayram günü zindanda tutulan bedbahta benziyordu.
Karısı ona, latîfe sûretiyle:
«–Ekşi yüzlünün balı acı olur!..» dedi.
Çirkin huy insanı cehenneme götürür. İyi huy ise cennetten çıkmıştır.
Arkadaş! Yürü, gerekirse ırmaktan sıcak su iç de, kızgın güneşte kavrulsan bile ekşi yüzlü insanın elinden soğuk şeker şerbeti içme! Kaşları diken gibi çatılmış olan kimsenin ekmeğini yemek rûha ziyanlıktır.
Efendi, hırçınlıkla işini sarpa sardırma; çünkü hırçınlar dâimâ bedbaht olurlar. Farz edelim ki; altının, gümüşün, bir şeyin yok. Tatlı bir dilin de mi yok?”
İşte güler yüz ve tatlı dil, îman ve güzel ahlâktan mahrumların irşâdında da en mühim sermâyelerden biridir. En abus bir surat bile, bir gülistanda, rengârenk ve mis kokulu çiçekler arasında gezerken, oradan rûhuna akseden güzellikler sebebiyle tebessüm eder. İnsanlara rehberlik yapan kimseler de, en haşin ve nâdan kalpleri bile yumuşatabilmeli, en abus çehreleri dahî gülümsetebilmelidirler.
Kâmil mü’minler bu hâlet-i rûhiye içinde sabırlı, mütebessim ve insanların dertlerini omuzlamaya tahammüllü olmalıdırlar. Makbul bir tebliğ için, Kur’ân ve Sünnet’in hikmetleriyle yoğrulmuş hassas bir gönle ve İslâm’ın güler yüzünü yansıtan mütebessim bir çehreye sâhip olmak şarttır. Mânevî eğitim hizmetinde muhâtaplara karşı tebessüm ve teşekkür, bir tabiat-ı asliye hâline gelmelidir.
Rabbimiz, cümlemizi yaratılan her şeye şefkat, merhamet ve tebessümle yaklaşabilen, ince ruhlu, kâmil mü’minlerden eylesin. Kalplerimizden îman muhabbetini, yüzlerimizden İslâm’ın güler yüzünü eksik etmesin…
Âmîn!