İNSAN ÖLÜNCE NELER OLUYOR OKUYUN DA GÖRÜN
Bedenin Ölümü (Dışarıdan Görünen Ölüm)
Ölüm anında ruh, bu dünyadaki insanların içinde yaşadıkları boyuttan
ayrılırken, geride cansız bedenini bırakır. Deri değiştiren canlılar
gibi, bu dünyadaki bedenini geride bırakır ve asıl hayatına doğru
ilerler.
Ancak geride kalan bedenin karşılaşacakları da ibret
vericidir. Özellikle bu bedene hayattayken gereğinden fazla değer
verenler için.
Peki öldükten sonra bu bedenin başına neler geleceğini ayrıntılı olarak düşündünüz mü hiç?
Bir gün öleceksiniz. Belki hiç beklenmedik bir şekilde. Ekmek almak
için bakkala giderken yolda bir araba kazası geçireceksiniz. Ya da
amansız bir hastalık hayatınıza son verecek. Veya bir anda kalbiniz
duracak.
Böylece ölümü tatmaya başlayacaksınız.
Bu andan
itibaren de, bedeninizle hiçbir ilişkiniz kalmayacak. Hayat boyu ""ben""
dediğiniz ve sahiplendiğiniz o beden, sıradan bir et parçası haline
gelecek. Ölümünüzle birlikte bedeninizi başka insanlar taşımaya
başlayacaklar. Etrafta ağlayanlar, ""daha dün buradaydı"", ""dağ gibi
adamdı"" diyenler olacak. Sonra o bedeni alıp evin bir odasına, belki de
morga koyacaklar. Orada bir gece bekleyecek. Ertesi gün gömme işlemleri
başlayacak. Cansız bedeni alıp gasilhaneye götürecekler. Görevli,
kaskatı kesilmişolan bedeninizi soğuk suyla yıkayacak. Ancak bu aşamada
ölümün izleri de bedende aşikar hale gelecek. Morarmalar başlayacak.
Daha sonra bedeni beyaz bir bezle, kefenle saracaklar. Sonra da tahta
tabuta koyup üstüne yeşil bir örtü örtecekler. Cenaze arabası gelecek,
tabutu devralacak. Araba mezarlığa doğru ilerlerken, yolda hayat devam
edecek. Bazı insanlar cenaze geçiyor diye saygı gösterecek, çoğu kendi
işine bakacak. Sonra mezarlığa gelinecek. Tabut, sizi sevenler ya da
seviyor gibi görünenler tarafından ellerde taşınacak. Etrafta muhtemelen
yine ağlayanlar, sızlananlar olacak. Sonra o kaçınılmaz yere, mezara
gelinecek. Üstünde sizin isminiz yazılı... Bedeni tabuttan çıkarıp beyaz
kefenle birlikte mezarın içine atacaklar. Ve sonra son işyapılacak.
Ellerine kürek alanlar, beyaz kefenin içindeki bedenin üzerine toprak
atmaya başlayacaklar. Kefenin ağzını açıp içine de toprak atacaklar.
Ağzınıza, burnunuza, boğazınıza, gözlerinize topraklar dolacak.
Topraklar yavaşyavaşkefeni örtecek. Biraz sonra işleri bitecek ve
gidecekler. Mezarlık her zamanki derin sessizliğine bürünecek. Gidenler,
kendi hayatlarına geri dönecekler, ama gömülen beden için artık hayatın
hiçbir anlamı kalmamışolacak. Dünyadaki hiçbir güzellik, hiçbir güzel
ev, güzel insan, güzel manzara artık o beden için bir şey ifade
etmeyecek. Bedeniniz, hiçbir dostunuzla artık görüşemeyecek. Beden için
var olan tek şey, artık yalnızca toprak ve onun içindeki bakteri ve
kurtlar olacak.
Öldükten Sonra Ne Hale Geleceğinizi Hiç Düşündünüz mü?
Zaten gömülmenizle birlikte bedeniniz hem içten hem de dıştan gelen etkilerle hızlı bir parçalanma sürecine girecek.
Vücutta oksijen kalmayacağından, bir süre sonra mikroplar faaliyete geçerek bedene yayılacaklar.
Karında toplanan gazlar cesedi şişirecek ve bu şişlik vücudun her tarafına yayılarak, bedeni tanınmaz hale getirecek.
Bundan sonra gazın diyaframa yaptığı basınçtan dolayı ağızdan ve burundan kanlı köpükler gelmeye başlayacak.
Çürüme ilerledikçe kıllar, tırnaklar, avuç içleri ve tabanlar yerlerinden ayrılacaklar.
Bu dışdeğişmeyle beraber, iç organlarda da (akciğer, kalp ve karaciğerde) çürüme başlayacak.
En korkunç olay ise bu noktada gerçekleşecek; karın bölgesinde toplanan
gazlar deriyi zayıf noktasından patlatacaklar ve bedenden tahammül
edilmez derecede pis kokular yayılacak. (Ölü insan kokusu, dünyanın en
iğrenç kokularındandır.)
Bu süre içinde kafadan başlamak üzere, adaleler de yerlerinden ayrılacak.
Cilt ve yumuşak kısımlar tamamen dökülecek ve iskelet gözükmeye başlayacak.
Beyin tamamen çürüyecek ve kil görünümünü alacak, kemikler bağlantılarından ayrılacak ve iskelet dağılmaya başlayacak...
Bu olay, ceset bir toprak ve kemik yığını haline gelene kadar böylece devam edecek.
""Ben"" sandığınız bedeniniz böylelikle korkunç ve iğrenç bir şekilde
yok olacak. Geride kalanlar sizden söz ederken, topraktaki tüm kurtlar,
böcekler ve bakteriler sizin etlerinizi kemirecekler.
Eğer bir kaza
sonucunda ölür de, gömülmezseniz, o zaman çok daha feci bir manzara
ortaya çıkacak. Bedeniniz, sıcak havada açıkta kalmışbir et gibi,
kurtlanacak, birkaç gün içinde bir kurt yumağı haline dönüşecek.
Kurtlar, son et parçasını da yiyene kadar iskeletin kıvrımları arasında
dolaşacaklar.
Böylece ""en güzel bir biçimde"" yaratılmışolan insan hayatı, olabilecek en korkunç biçimde sona erecek.
Peki neden?
İnsan vücudunun öldükten sonra bu hale getirilmesi Allah""ın
dilemesiyledir. Ve bunun çok büyük bir hikmeti vardır. İnsan, kendisinin
aslında bedenden ibaret olmadığını, bedeninin yalnızca kendisine
giydirilmişgeçici bir kılıf olduğunu, bu korkunç sonu görerek anlamalı,
bedenin ötesinde bir varlığı olduğunu hissetmelidir. İnsan, sadece
bedenden ibaret olamayacağını, bedenin ötesinde onu bir araç olarak
kullanan ruhun var olduğunu anlamalıdır.
Allah kendini ""et ve
kemikten"" ibaret sanan insana, belki de bunun bir aldanışolduğunu
kavratmak için böyle ibret verici bir son hazırlamıştır.
İnsan,
bedeninin ölümüne bakmalı, bu geçici dünyada adeta sonsuza kadar
kalacakmışgibi sahiplendiği ve bütün arzularına boyun eğdiği bedeninin
akıbeti hakkında düşünmelidir. O beden toprağın altında çürüyecek,
kurtlanacak ve iskelete dönüşecektir.
DÜNYA HAYATININ GEÇİCİLİĞİ
Hiç düşündünüz mü?
Neden insan sık sık temizlenmek zorundadır? Neden temizliğine, bakımına
dikkat etmezse, vücudu, ağzı kokar, cildi ve saçı yağlanır? Neden
terler ve bu terin kokusu son derece kötüdür?
İnsanın aksine,
çicekler son derece güzel kokulara sahiptirler. Gül ya da karanfil, pis
çamurlu bir toprakta yetişmelerine rağmen binlerce yıldır son derece
güzel kokarlar. Ama insan, biraz dikkat etmediğinde kötü kokmaya başlar
ve bunu ancak iyi bir bakımla engelleyebilir.
Neden böyle olduğunu,
insanın neden bu şekilde bir eksiklikle yaratıldığını hiç düşündünüz mü?
Allah""ın neden çiçekleri güzel kokulu yaparken, insan bedeninin bu
şekilde acizliklerle dolu olduğunu hiç aklınıza getirdiniz mi?
İnsan yalnızca bu saydığımız özelliklerle kalmaz; yorulur, acıkır, susar, canı acır, midesi bulanır, hastalanır…
İnsanlara bunlar doğal şeylermişgibi gelir, ama bu bir aldanıştır.
İnsan hiçbir zaman kötü kokmayabilir, hiçbir zaman başağrısı
çekmeyebilir, hiçbir zaman hasta olmayabilirdi. Tüm bu zorluklar,
""tesadüfen"" oluşmuşdeğil, özel olarak yaratılmışlardır. Allah, insanı
belirli bir amaç, belirli bir hikmet doğrultusunda bu şekilde
yaratmıştır.
Bu amaçlardan biri; insanın aciz bir varlık, bir
""kul"" olduğunu anlamasıdır. Eksiksiz, mükemmel olmak Allah""ın
vasfıdır, O""nun kulu olan insan ise sonsuz derecede ek****, zayıftır ve
dolayısıyla O""na sonsuz derecede muhtaçtır. Allah bir ayette, konuyu
çok hikmetli bir biçimde açıklar:
Ey insanlar, siz Allah""a (karşı
fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı
olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. Dileyecek olsa, sizi giderir
(yok eder) ve yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah""a göre güç değildir.
(Fatır Suresi, 15-17)
İnsanın sahip olduğu kusur ve eksikliklerin
başka bir amacı ise, bu yurdun geçiciliğini hatırlatmasıdır. Çünkü söz
konusu kusur ve eksiklikler, bu dünyadaki bedene mahsusturlar. Ahirette,
cennet ehli yeni bir bedenle, eksiksiz ve kusursuz bir şekilde
yaratılacaktır. Bu dünyadaki zayıf, eksik, kusurlu beden, müminin gerçek
bedeni değildir, geçici bir süre içinde kaldığı bir kalıptır.
Bundan dolayıdır ki, dünyada kusursuz bir güzellik elde edilemez.
Fiziksel yönden en güzel, en çekici, en kusursuz olduğunu sandığımız bir
insan da, diğer tüm insanlar gibi fiziksel ihtiyaçlarını gidermekte,
terlemekte, kimi zaman ağzı kokmakta, kimi zaman yüzünde sivilce
çıkmaktadır. Temiz kalabilmek için sürekli yıkanmak ve bakım yapmak
zorundadır. Kimi insanın yüzü güzeldir, ama fiziği o kadar düzgün
değildir. Bunun tersi de mümkündür. Kimisinin gözü güzel, fakat burnu
eğri olabilir. Bu özelliklerin sonsuz varyasyonlarını sayabiliriz.
Dışgörünüşolarak gerçekten kusursuz gibi görünen bir kimsede de hiç
umulmadık bir hastalık, rahatsızlık ya da kusur bulunabilir.
Herşeyden önemlisi, en mükemmel görünen insan bile mutlaka yaşlanır ve
ölür. Beklenmedik bir anda bir kazayla paramparça olabilir. Dünyadaki
beden gibi, dünyanın bizzat kendisi de eksik, kusurlu, yetersiz ve
geçicidir. Bütün çiçekler mutlaka solar, en güzel yiyecekler çürür,
bozulur, kokuşur. Tüm bunlar bu dünyaya mahsus eksik ve kusurlardır.
Bizlere tanınan kısa dünya hayatı da, taşıdığımız beden de Allah""ın çok
kısa bir süre için verdiği geçici emanetlerdir. Sonsuz bir yaşantı ve
mükemmel bir yaratılışise yalnızca ahirete mahsustur. Rabbimiz bir
ayetinde şöyle buyurur:
Size verilen herhangi bir şey, dünya
hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. Allah Katında olan ise,
daha hayırlı ve daha süreklidir. (Bu da) iman edip Rablerine tevekkül
edenler içindir. (Şura Suresi, 36)
Bir başka ayette, dünyanın gerçek mahiyeti şöyle anlatılır:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ""(eğlence türünden) tutkulu bir
oyalama"", bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal
ve çocuklarda bir ""çoğalma-tutkusu""dur. Bir yağmur örneği gibi; onun
bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra
kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp
oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah""tan bir mağfiret ve
bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanışolan bir metadan
başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Kısaca bu dünyada Allah
sonsuz kudret ve bilgisinin bir göstergesi olarak birçok güzellik, sanat
ve harikalık ile çok çeşitli kusur ve eksiklikleri de aynı anda
yaratmaktadır. Mükemmellik ve kalıcılık bu dünyanın kanununa aykırıdır.
Gelişen teknoloji de dahil olmak üzere, insan aklının düşünebileceği
hiçbir şey Allah""ın bu kanununu değiştiremeyecektir. Böylece insanlar
bir yandan ahireti özleyip ona kavuşmak için çabalamalı ve Allah""a
gereken şükür ve takdiri göstermelidirler. Bir yandan da bunların gerçek
yerinin bu geçici dünya değil, eksik ve kusurlardan arındırılmışve
müminler için hazırlanmışebedi cennet hayatı olduğunu anlamalıdırlar.
Kuran""da, bu gerçek çok açık bir biçimde bildirilir:
Hayır, siz dünya hayatını seçip üstün tutuyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir. (A""la Suresi, 16-17)
Bir başka ayette ise, ""gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur""
(Ankebut Suresi, 64) denir. ""Asıl hayat""ımız olan ahiret ile geçici
bir yurt olan dünya arasında, perde kadar ince bir sınır vardır. Ölüm,
işte bu perdeyi kaldırır. Ölümle birlikte bu dünya ve bedenle olan
ilişki kesilecek, yepyeni bir yaratılışla sonsuz hayata başlangıç
yapılacaktır.
Ölümle birlikte başlayacak olan hayat gerçek hayattır.
Eksiklik, kusur, geçicilik dünyaya ait kanunlardır. Gerçek kanunlar;
kusursuzluk, ölümsüzlük, mükemmellik üzerine kuruludur. Bir başka
deyişle, normal olan, bir çiçeğin hiç solmaması, bir insanın hiç
kirlenmemesi, hiç yaşlanmaması, bir meyvenin hiç çürümemesidir. Asıl
kanunlar, insanın her istediğinin anında gerçekleşmesini, insanın hiçbir
acı ve hastalık yaşamamasını, hiçbir zaman üşümemesini, ya da
terlememesini gerektirir. Ancak asıl kanunlar, asıl hayatta; geçici
kanunlar da geçici olan bu dünya hayatındadır.
Asıl kanunların
yurdu, yani ahiret ise çok yakındır. Allah dilediği an insanın buradaki
yaşamına son verip, onu ahirete geçirebilir. Bu geçiş, bir göz
açıp-kapaması kadar çabuk gerçekleşecektir. Rüyadan uyanmak gibi...
Ölümle birlikte sona erecek olan dünyanın, ahirete göre ne denli kısa
olduğu Kuran""da şöyle anlatılır:
Dedi ki: ""Yıl sayısı olarak
yeryüzünde ne kadar kaldınız?"" Dediler ki: ""Bir gün ya da bir günün
birazı kadar kaldık, sayanlara sor."" Dedi ki: ""Yalnızca az (bir zaman)
kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz,"" ""Bizim, sizi boşbir amaç uğruna
yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi
sanmıştınız?"" (Müminun Suresi, 112-115)
Ölümle birlikte rüya sona
ermişve gerçek yaşam başlamıştır. Yeryüzünde ""bir gün ya da bir günün
birazı kadar"", hatta ""bir göz çarpması"" kadar kalmışolan insan,
yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah""ın huzuruna çıkar. Eğer
dünyada iken ölümü aklında tutmuş, Allah""a kavuşacağının bilincinde
olmuşise, kurtulmayı umacaktır. Kuran""da ""kitabı sağ eline verilen""
bu kurtulmuşların şöyle diyeceği haber verilir:
""... Alın kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış(anlamış)tım."" (Hakka Suresi, 19-20)
Allah Teâlâ buyuruyor:
“Sizin hepinizin döneceği yer, ancak Allah Teala’nın huzur-ı mânevîsidir. Sizin rucûunuz hakkında Allah’ın va’di hakkdır, muhakkak vâkı’ olacakdır. Binaenaleyh haşr neşr bir emr-i muhakkak olup tâbir ve tebdil kabul etmez. Allah Teâlâ evvela halkı dirilten, sonra iman edip salih amel ve hareketlerde bulunanlara adl ü lutfuyle mükâfâtını vermek için yine kendisine döndürecek olandır. Kafirler için ise küfürlerinde direnmeleri yüzünden, kaynar sudan bir içecek ve pek acıklı bir azab vardır.” (Yûnus sûresi, 4)
Fahr-i Râzi, Nisâburî ve Hazin’in beyanları vechile, eğer ahiret olmasa âlem hiç bir zaman herc ü mercden ve fitnelerden hâlî olamaz. Zira insanlar tab’an her iyi olan şeyin kendinde bulunmasına ve kötü olan şeyin bulunmamasına meyyal olduğu cihetle daima gayrin hukukuna tecavüzden hâlî kalamadıklarından âlem hiç bir zaman fesaddan ve zulm ü tuğyandan kurtulamaz. Binaenaleyh fitne ve fesaddan âlemi muhafaza ve zulm ü tuğyandan insanları vikaye, ancak ahiretin vucudunu ikrar ve ahiretten korkmasıyle olabileceğinden, Cenâb-ı Hak resulleri vasıtasıyle kullarına ahireti bildirmiş ve buna itikad lazım olduğunu beyan buyurmuşdur.
Zamanımızda ekseri süfehada görüldüğü vechile ahirete itikad etmeyen kimse her şeyi mübah görür ve her fenalığa menşe’ olur. Binaenaleyh, aklına gelen ve hevay-ı hayvaniyyesine muvafık olan her kötülüğü işlemekden çekinmez ve utanmaz. Adl ü hakkaniyyetin hilafına olan şeylere adalet nazarıyla bakar ve adaleti görmediğinden daima kendine ve gayrilere zulümden hali kalmaz.
Binâenaleyh ahiret olmasa hiç bir surette âlemin intizamı mümkün değildir:
Ayet’te, salih amel işleyenlerin en güzel şekilde, lâyık oldukları vechile mükâfatlandırılacağı, küfürlerinde ısrar edenlerin ise en kötü şeylerle cezalandırılacakları, kaynar su ve pek acıdıcı bir azâba duçar kılınacakarı beyan buyurulmuştur.
İbn-i Abbas’dan rivâyet edildiği vechile, kâfirlerin cehennemde yiyecekleri şey olan zakkum hakkında: “Eğer zakkumdan yer yüzüne bir damla düşse idi, bütün ehl-i arzın hayatlarını zehir etmeğe kâfi gelirdi. Bütün yiyeceği bu olan, bütün içeceği kaynar su olan kimsenin hâlini düşününüz,” demiştir.
“Fakat îmân edip de sâlih amellerde ve hareketlerde bulunanlara gelince onların rabbi onları îmânları sebebiyle altlarından ırmaklar akan o nîmetlerle dolu cennetlere erdirir.
Bunların oradaki duâları: “Ey Allahımız!Seni tesbih ve tenzih ederiz” sözüdür. Kendi aralarındaki tahiyyetleri ve iltifatları da selâmdır. Duâlarının sonu da: “Hamd olsun âlemlerin rabbi Allah’a!” duâsıdır.” (Yûnus sûresi, 9-10)
Rivâyet olunduğuna nazaran, ehl-i cennet birşey arzu ettikleri vakit “Sübhanekallahümme” derler, arzu ettikleri yiyecek ve içecek derhal gelir, yiyip içtikleri vakit de “Elhamdü lillâhi rabbil-âlemin”derler.
Cennette hiç bir mükellefiyyet ve külfet yoktur. Ehl-i cennet ancak Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ederler, hamd ile meşgul olurlar. Bu da onlar için külfet değildir. Bunu zevkle yaparlar ve lezzet alırlar.
Babamız Âdem -aleyhisselâm-’ın ilk aksırdığı vakit söylediği söz “Elhamdülillah” olmuştur. En son duâsı da yine “Elhamdülillah” dır.
Kul eğer dikkat nazarıyla bakarsa Allah’ın nimetleri deryasına müstağrakdır. Bu sebeple her an ona aralıksız olarak hamdetmekliği lazımdır.
Ârifin hamdi, diğer insanların hamdlerinden muhakkak ki farklıdır. O, bütün âzâ ve cevarihiyle hamdeder. Asıl mesele de, diliyle söylediği bir şeye kalbiyle ve bütün âzâsının da iştirak etmesidir. Mücerred davanın bir faydası yoktur. (Ruhu’l-Beyân, 2/13)
Vâkı’a burası dâr-ı mücâzât değildir. Fakat ibret için Allah burada da gösterir.
لِيُذِيقَهُم بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ)
Bunlar hep ayrı ayrı dersler teşkîl edecek –dünyâda cezâ-yı
a’mâlin birazını tattıracağım, asıl azâb âhiretdedir. İnsan pek
ziyâde bağy ederse, zulümde haddi aşacak olursa, dîn ü
devleti muhâtaraya düşürürse elbet dünyada da felâkete
dûçâr olur.
Allah dan beklenen dâima hayırdır ) بِيَدِكَ الْخَيْر
Vâkı’a bazılarına bir müddet müsâ’ade eder, fakat bazen de
tepesi üstü atar. Çok def’a da zâlimleri biri birine musallat
eder.
وَكَذَلِكَ نُوَلِّي بَعْضَ الظَّالِمِينَ بَعْضًا بِمَا كَانُوا يَكْسِبُون
nâzmı celîli buna dâirdir.
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Ey mü’minler, ittikā ediniz, hazer ediniz, sakının,
ictinâb üzre bulunun, neden sakınınız dâima; fitneden.
Öyle bir fitneden, öyle bir belâ-yı azîmden sakınmalısınız ki
zâlimlere yalnız vakitde geldiği) لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنكُمْ خَآصَّةً)
gelse, müstehâk olanlara, mürtekib olanlara, o belâya, o
ukūbete lâyık olanlara münhasıran gelse ne a’lâ. Lâkin öyle
gelmiyor. Belki umûm nâsa istîlâ eder. Ma’sûmları, mazlûmları da beraber izmihlâle, dehşet-i azîmeye uğratır. Böyle umûmî bir ma’siyet, böyle bir belâ-yı müstevlî var. Sakınırsanız kurtulursunuz. Doğrudan doğruya böyle herkese istîlâ
edecek belâ-yı umûmî vermeyeceğini Cenâb-ı Hak habîbine va’d buyurdu. Sahîh-i Buhârî’de buna dâir hadîs-i şerîf
vardır. Lâkin kendileri de sakınmalıdırlar. Belâyı da’vet etmemeli.
“Kimseden sakınmaz ve korkmaz bir hâl-i emniyetde Cenâb-ı Hakk’a ibâdetimizi icrâ edeceğimiz zamanı acabâ görebilecek miyiz?” Cenâb-ı Hak Resûlüne şu kavl-i kerîmi inzâl buyurdu.
وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي اْلأَرْضِ
كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ
[343 [لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي
7 لاَ يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Elhamdülillâh şu va’d-i ilâhî tahakkuk etdi. Mülk-i İslâm
aksâ-yı Arz’a kadar intişâr etdi. Sonra Cenâb-ı Hak bir gün
gelecek ki, bu dînin edyân-ı sâire üzre gâlib geleceğini ve bu
dînin benî-beşer arasında şe’n-i ekberi olacağını va’detdi.
Allah Teâlâ buyuruyor:
“Mü’minler, mü’minlerin gayrı kâfirleri dost ittihâz etmesinler! Ve eğer bir kimse mü’minin gayri kâfiri dost ittihâz ederse o kimse Allah’ın dostluğundan bir şey üzre değildir.» (Âl-i İmran Sûresi, 28)
Yine:
«Münafıklar şu kimselerdir ki, onlar kâfirleri mü’minlerin dûnunda (mü’minleri bırakıp) dost ittihâz ederler. Kâfirler indinde ululukla izzet ve nusratı mı talep ederler? Eğer böyle itikad ederlerse itikadları fâsittir. Zîrâ izzet-i hakikiyye ve kuvvet-i asliyye ve galebe-i maneviyyenin cümlesi Allahü Teâlâ’ya mahsustur.» (Nisâ Sûresi, 139)
Yine:
«Ey mü’minler! Kendi kardeşleriniz olan mü’minlerin dûnunda kâfirleri dost ittihaz etmeyin! Kâfirleri dost ittihâz etmekle Allahu Teâlâ için aleyhinize açık ve zâhir beyyine, huccet kılmak mı murâd edersiniz? Ve bu sebeple nefsinizi nâra (ateşe) müstahak kılmak mı istersiniz?» (Nisâ Sûresi, 144)
Binâen-aleyh, bütün işlerinizde ve bilhâssa muztar olduğunuz zamanlarda Allah Teâlâ’dan yardım talep edin. Zirâ düşmanların şerrini sizden def edecek O’dur. O’ndan gayrı bir Mevlâ yoktur.
İtâat ile murad, onlarla müşâveredir. Ve sâir husûsâtta emirlerine itâattır.
Âyetteki hüsran, dünyâ ve âhirete şâmildir. Dünyâda hüsrân; kâfirlere itâat ve tezellül ve düşmana arz-ı ihtiyâç etmek gibi şeylerdir. Düşmana boyun eğmek, envâ-ı zilleti câmi’dir. Âhirette hüsran; cehenneme girmek ve cennetten mahrûm olmaktır.
Amr İbnü’l-Cemûh’dan Ahmed rivâyet eder:
Peygamber -aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm- Efendimiz buyurmuşlardır ki:
«Abdin muhabbeti ve buğzu, fillâh (Allah için) olmadıkça imân onun hakk-ı sarihi olmaz. Hubb ve buğz Allah için oldukta o vakit velâyet-i Hak Teâlâ’ya müstahak olur.»
Diğer hadîs-i şerîfte:
«Bir kimsenin hubbu ve buğzu ve i’tâsı ve men’i lillah (Allah için) olduğu vakitte îmân-ı kâmil olmuş olur.»
Ve dahî Deylemî’de rivâyet edilen hadîs-i şerifte:
«Ehl-i maâsiye buğz eylemekle Allahü Teâlâ’ya takarrub edin (yaklaşın)! Ve onlardan baid (uzak)olmakla Hak Teâlâ’ya karîb (yakın) olun!» diye buyurulmuştur.
Eğer kâfirler, fâsıklar Hak Teâlâ’nın a’dâsı (düşmanları) ve mebğûzu (sevilmemiş, nefret edilmiş kişiler) olmasalar idi, buğz-i fillâh (Allah için nefret) vâcibât-ı dinden olmazdı. Ve efdal-i mukarribât ve müstekmil-i îmândan olmaz ve velâyât ve rızâ ve kurb-i Hak Sübhânehû’nün husûlüne sebeb olmazdı.
Ebû Nüaym, Hilyesinde İbn-i Mes’ûd’dan rivâyet ettiği hadîs-i şerifte şöyle gelmiştir:
«Enbiyâ Aleyhimü’s-selâmdan bir peygambere vahy olunup zamânında mevcûd olan bir âbide vârıp tefhîm eyledi (bildirdi) ki:
Dünyâda senin zühd ü inkıtâın, ukbâda râhât-ı nefsin içindir. Cenâb-ı Hakk'ın senin üzerine olan amelini tahsîl eyledin mi? dedikte: Âbid:
–O amel nedir? deyince cevâben:
– Evliyâullah’a müvâlât (dostluk) ve muhabbet ve a’dâullaha adâvet eylemektir, dedi.
El-hak ki, mahbûbun dostlarına muhabbet ve düşmanlarına adâvet eylemek muhabbetin levâzımındandır. Muhibb-i sâdıkın dostları kendi nazarında ne güzel görünür ve düşmanları da bed (kötü) ve zişt (çirkin) görünür.
Bu mânâ mecâzda dahî zâhirdir. Bir kimse kimin hakkında muhabbet dâvâsı ederse eğer onun düşmanlarından teberrî (yüz çevirme) eylemediyse makbûl değildir. Teberrî etmezse onu münâfıklardan başka bilmezler.
Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri buyurur ki:
«Her kim ki kâfirlerle müvâlât ve dostluk ede, o kimse Hakkın velâyetinden ve dostluğundan hiç bir şeyde değildir.» (Âl-i İmran Sûresi, 28) Yani Hak Teâlânın velâyetinden tamâmiyle münselihtir (sıyrılıp çıkmıştır). Çünkü muvâlât ile müâdât bir şeyde cem olmaz.
Her kim ki Hak Sübhânehü ve Teâlâ Hazretlerinin muhabbeti davâsı üzerindedir. Fakat onun a’dâsından teberrî eylememiştir, o kimse davâsında kâzibtir.
Allah Teâlâ buyuruyor;
Ölülerin kabirlerinden kalktıkları o günde mal ve evlâd menfaat vermez; ancak Cenâb-ı Allah’a selâmet-i kalb ile gelen kimse menfaat görür.” (Şuarâ Sûresi, 77)
Kalb-i selîm: Kibir, hased, hubb-i mal, hubb-i câh gibi ahlâk-ı zemîmeden temizlenmiş bir kalbdir. Bir kimsenin kalbinde zerre kadar kibir oldukça cehennem nârıyla yanıp temizlenmedikçe cennete giremeyeceğini aleyhi’s-salât ü ve’s-selâm Efendimiz: “Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurarak haber veriyor. Bu duruma göre kalb, kibirden tathîr olmadıkça selîm olmaz.
İblis de nice yıllarca ibâdet etmiş olduğu halde kibrinden dolayı Hakk’ın huzûrundan kovuldu. Kezâ kalbdeki hubb-i mal da mü’minleri Cenâb-ı Hakk’a ibâdetten alıkoymaktadır.
Âyet-i Calîlede şöyle buyrulmuştur;
“Ey mü’minler! Mallarınız ve evlâdınız sizi Cenâb-ı Allah’ın zikrinden ve farz olan ibâdetinizi edâdan alıkoymasın. Eğer bir kimsenin malları ve evlâdı ferâiz-i ilâhiyeyi edâdan, zikrullahdan alıkor, meşgul ederse onlar hâsirîndendirler.” (Münâfikûn Sûresi, 8)
İşte kalbin hastalıklarından biri de hubb-i dünyadır. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Dünya muhabbetiyle kalbinizi işgal edip de Cenâb-ı Hakk’ın ibâdetinden zikir ve muhabbetinden ta’til etmeyiniz.” (Münâvî) buyurulmuştur. Yine:
“Bir kimse uykudan uyanır uyanmaz seherde her şeyden evvel dünyayı düşünürse Cenâb-ı Allah onun işini perişan edip rahatını selbeyler.” buyurulmuştur.
Sabah namazı zamanı, seher vakti Cenâb-ı Hakk’a ibâdet, duâ ve niyaz zamanı olduğu halde mü’minin bunları terk ile dünya endişesi ve muhabbetiyle kalbini meşgul etmesi bir nev’i Cenâb-ı Hakk’tan kalben yüz çevirmesi demek olmuş oluyor.
Dünya muhabbeti her günahın başıdır. Dünyaya muhabbet günah-ı kebâirin en büyüğüdür. Nitekim dünyaya ziyâde muhabbet sebebiyle her türlü menhîyyat irtikâb edildiği görülmektedir.
Ehl-i hakîkat dünyayı şöyle târif etmişlerdir:
“Dünya nedir? Dünya insanı Allah’tan gâfil edip alıkoyandır. Yoksa ne altın ve gümüş ve ne de evlâd ü ıyal dünya değildir. Meğer ki, Cenâb-ı Hakk’ın ibâdetinden alıkoysun. Kalbi Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetinden ve ibâdetinden alıkoymadıkça bunlar dünya değildir.”
Nitekim Abdü’l-Kâdir Gîlânî -kuddise sirrûh- öyle buyurmuştur:
“Mal, para, servet, cepte, kasırda, evde ve mağazada câizdir. Fakat kalbde câiz değildir. Mü’minin kalbi nazargâh-ı ilâhîdir.”
Cenâb-ı Hakk -azze ve celle- hazretlerinin nazarı da dâimâ mü’minlerin kalbinedir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulmuştur:
“Cenâb-ı Hakk -azze ve celle- sizin cisminize, zâhirî kalıbınıza ve sûretinize nazar etmez. Belki kalbinize nazar eder.”
İşte bu hadîs-i şerîfte amel ile kalb birlikte buyurulmuştur ki amel de kalbin tercümanı, alâmet ve nişanıdır. Nitekim diğer hadîs-i şerîflerde:
“Her şeyin bir alâmeti vardır. Îmânın alâmeti de namazdır.” buyurulmuştur. Pek çok âyet-i celîlede de ekseriyetle: “Îmân edenler ve sâlih amel işleyenler…” buyurulmuştur ki, îmân ile amel dâimâ birbirine mukârin ve mülâzımdır. Zîra amel, ibâdet ve tâata devam, îmânı kuvvetlendirir.
“Her ümmetin helâkini mûcib bir fitne vardır. Benim ümmetimin sebeb-i helâki ise dünya malıdır.”
“Tahkîkan bu altın ve gümüş sizden evvel gelen ümmeti helâk etti. Siz de buhul, hırs, tefâhürden ictinâb etmediğiniz takdîrde sizin helâkinize de sebep olur.” (Müslim)
“Bu ümmetin evvelkileri zühd ve yakîn îmân ile necât buldu. Ümmetimin sonra geleni de cimrilik ve tûl-i emel ile helâk olur.” (Râmuz)
“İhtiyarların kalbi iki şeyin muhabbetinde gençtir: Birisi çok yaşamak, diğeri para toplamak.” (Camiu’s-Sağir)
“İhtiyarlık va’z u nasihat için kâfî bir alâmettir.”
“Ömrünü ibâdetle ve salâh-ı hal ile geçirip vefat edenleri Cenâb-ı Hakk mesrûren hayr ile ihyâ buyuracağı gibi -ıyâzenbillâhi teâlâ- vakitlerini isyan ve menâhi ile ve hırs-ı dünya ile geçirip vefât edenler de amellerinden göre me’yûsen ve hüsran ile dirileceklerdir.” (Münâvî)
“Cibrîl -aleyhisselâm- bana dedi ki:
Ya Muhammed! Dilediğin tarzda yaşa, muhakkak öleceksin. Dilediğin kimseyi sev, muhakkak ondan ayrılacaksın, dilediğini işle, ne işlersen hayr u şerr onu bulacaksın.”
Bu hadîs-i şerîf ümmetine tâlimdir. Binaenaleyh hayr veya şerr işleyen onu kendisi bulacaktır. Sevdiği şeyden ayrılacak ve ölecektir.
* * *
Bayezid Bistâmî -kuddise sirrûh- der ki:
Otuz yıl ibâdetlerimde nefsime tâbî oldum. Bir gün bir adamın şöyle söylediğini işittim:
- Yâ Bâyezîd! Allah’ın hazîneleri ibâdetle doludur. Eğer Cenâb-ı Hakk’a kavuşmayı dilersen sana gereken nefsini zelil, hor, hakîr görmen, amellerinde ihlâs üzere olmandır.
Hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
• “Dînin medâr-ı kıyâmı ve direği nasîhattir. İhlastır, samîmiyettir.” Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu cümleyi üç defâ tekrar etti. Dedik ki:
“Yâ Rasûlallah bu nasîhat kimedir?”
Buyurdular ki:
“Allah’a, Rasûl’üne, müslümanların imamlarına ve umûm halkadır.” (Buhâri)
Allah’a nasîhat, onun birliğine sağlam îtikad, ibâdet ve tâatında tam ihlâstır. Rasûlüne nasîhat, onun risâlet ve nübüvvetini tasdîk, şerîatını hüsn-i kabûl, emir ve nehyine inkıyaddır. Kitabına nasîhat, Kur’ân-ı Kerîm’i tasdîk ve hükümleriyle ameldir. Müslümanların imamlarına yani devlet reislerine nasîhat, meşrû olan emirlerine itaattır. Âmmeye nasîhat ise herkesi doğru yola irşad ve hayra delâlet etmektir.
* * *
• Ebû Mûsa el-Eş’ârî - radıyallahu anh-’ten şöyle dedi:
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’e bir adam geldi ve dedi ki:
- Yâ Rasûlallah! Adam var ganîmet için savaşır; adam var şan ve şöhret için savaşır; adam var görülmek yani gösteriş için savaşır; bunlardan hangisi Allah yolundadır?
Risalet-meab -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
- Kim, Allah’ın dediği; yalnız onun dediği üstün olsun diye döğüşürse işte onun savaşı Allah yolundadır. (Buhâri, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî)